NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA
DÖNÜŞMELİDİR
Soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olan NATO,
Türkiye’deki sivil örgütlenmesi açısından tartışılırken, Romanya’nın başkenti
Bükreş’te son zirve toplantısı yapıldı. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi,
her siyasal dönemin örgütlenmesi ya da devlet modelleri zaman içerisinde
eskimekte ve içine girilen yeni dönemlerde bu gibi yapılanmaların varlığı ya da
devam edip etmemesi tartışma konusu olmaktadır. 21. yüzyılın başında artık NATO
için de benzeri bir değerlendirme dönemi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’nın
hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin
öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO, yarım
yüzyılı geride bırakan bir tarihe sahip olan bir uluslararası kuruluş olarak,
bugünün dünyasında ne gibi bir yere sahip olacağını bilememekte, kurucu patron
olan ABD’nin güdümünde bazı kesimlerin özel çıkarları doğrultusunda
yönlendirilerek yeni bir tür emperyalizmin koruyucu ya da bekçisi konumundaki
güvenlik örgütü durumuna doğru sürüklenmektedir.
Asıl hedefi, komünizm tehdidine karşı Batı İttifakı
içinde yer alan Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmek olan
NATO, dünya tarihine İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasında
imzalanan Kuzey Atlantik inisiyatifi doğrultusunda girmiş ve kimlik kazanmış
bir uluslararası güvenlik örgütlenmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında,
Rusya’nın önderliğinde bütün Kuzey Yarımküre’yi ve Doğu Asya ülkelerini
kapsayan Sovyetler Birliği’nin dünyaya sosyalist sistemi yaymasını önlemek
üzere kapitalist sisteme sahip olan Batılı ülkeler “hür dünya” görünümü altında
NATO örgütlenmesi içinde yer almışlar ve uluslararası geliştirilen savunma
projeleri ile süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler
Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan illerini talep etmesi üzerine, Türk
devleti de Batı savunma sistemi içerisinde yer almaya karar vermiş, bu
doğrultuda komünist yayılmacılığa karşı Kore Savaşı’nda hür dünyanın askerî güçleri
içinde Türk askeri de savaşarak, Türkiye NATO ittifakı içinde yer almaya giden
yolda önemli bir adım atılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında,
Türkiye’de demokrasiye geçilmesiyle beraber ABD Ortadoğu’ya gelmiş, İsrail’in
kurulmasıyla da NATO savunma örgütü Türkiye’de yerleşerek, dünyanın merkezî
bölgesinde, Sovyet Bloku’nun hegemonya kurmasını önlemiştir. Türkiye’nin
merkezî coğrafyadaki jeopolitik konumu, başta ABD olmak üzere bütün Batılı
ülkeler açısından önem taşıdığından, NATO Türkiye’ye tam olarak girmiş, askerî
yapılanmanın yanı sıra, sivil kadrolarla da NATO’nun Türk siyasetinde yer
aldığı görülmüştür. Bir Batı savunma ittifakı olan NATO Türkiye’ye yerleşirken,
dünyanın merkezî alanında Batı hegemonyasını sürekli kılmak ve Sovyetler Birliği’nin
sıcak denizlere ulaşmasını önleyerek, Batılı kapitalist sistemi bütün dünyaya
yaymayı hedefliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında NATO üzerinde ABD ve
Batı İttifakı’nın bu politikasının sancılarını Türkiye fazlasıyla çekmiş ve bu
yüzden zaman zaman iç karışıklıklar yaşayarak askerî dönemlere sürüklenmiştir.
Batı ve ABD hegemonyası doğrultusunda NATO kaynaklı askerî müdahaleler
Türkiye’nin siyaset sahnesinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı unsuru olmuştur.
NATO gibi güçlü bir siyasal ve askerî örgütlenme
sayesinde ABD’nin öncülüğündeki Batı İttifakı soğuk savaşı kazanmış, izlenen
politikalar sayesinde bir tek kurşun atılmadan sosyalist sistem tasfiye
edilmiştir. Böylesine önemli bir değişim süreci içerisinde, dünyanın
merkezindeki ülke olarak Türkiye önemli olaylar ile karşılaşmış, Türk
devletinin bu dönüşüm süreci içerisinde kendi inisiyatifini kullanarak ulusal
çıkarları doğrultusunda hareket etmesine ne yazıktır ki ABD, NATO yapılanmasını
kullanarak, izin vermemiştir. Soğuk savaş dönemi sona ererken ve bütün dünya
küreselleşme dönemine doğru sürüklenirken, bütün dünya devletleri değişimi
kavrayarak buna uyum sağlamaya çalışırken, ABD ve Batı dünyası NATO üzerinden
Türkiye’yi eski soğuk savaş koşullanmaları doğrultusunda ellerinde tutmaya
gayret etmişler ve bu doğrultuda NATO’nun Türkiye’deki sivil kadrolarını
kullanarak, Türk siyasetini yönlendirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılması
sırasında başta Almanya ve İtalya olmak üzere bütün NATO üyesi Avrupa ülkeleri
bu askerî örgütün gizli sivil yapılanmalarını tartışma alanına getirerek
tasfiye etmişler, ama böylesine bir adımın atılmasına ABD kendisine bağlı
kadrolarla Türkiye’de izin vermemiştir. Avrupa ülkelerinde yirmi yıl önce
yapılan bu tür tartışmalar ve yenilenme girişimlerinin Türkiye’de NATO aracılığı
ile engellenerek, tam da ABD’nin İran üzerinden bütün Avrasya kıtasına yönelik
bir askerî harekâta kalkışması aşamasında gündeme getirilmesi son derece ilginç
bir durumu yansıtmakta ve böylece Türkiye’nin Avrupa dışında ele alındığını bir
kez daha kanıtlamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye sırf
güvenlik nedeniyle NATO’ya üye yapılmış ve şimdi de ABD ile beraber Batı
İttifakı’nın çıkarları doğrultusunda bir cephe ülkesine dönüştürülmek
istenmektedir. Batılı ülkeler kendi güvenlikleri için Türkiye’yi kullanmalarına
rağmen, ortak ittifak içinde yer aldıkları Türkiye’nin cephe ülkesi konumuna
sürüklenmesine seyirci kalmışlar ve kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin
güvenliği için kendilerini yükümlülük altına sokmamışlardır. Böylesine çifte
standartlı bir durum da NATO örgütünün konumunu küreselleşme sürecinde Türk
kamuoyunda tartışılır bir duruma getirmiştir. Bir güvenlik örgütü olan NATO,
küreselleşme döneminde artık Türkiye için güvensizlik üreten bir konuma
gelmiştir. Değişen koşullarda yeni bir değerlendirme yapılmaması, bu durumun
nedeni olmuştur.
1949 yılında Washington Antlaşması ile devreye giren
NATO örgütü, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmalarıyla, bir Batı İttifakı
kuruluşu olarak soğuk savaş döneminde yoluna devam etti. Ne var ki, Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız kalan bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle,
Varşova Paktı’na üye olan sosyalist devletler de kendi içlerinde bir dönüşümü
gerçekleştirdikten sonra NATO’ya üye olmaya başladırlar. Sovyetler Birliği bir
Rusya merkezli bölgesel ittifak olarak dağılırken, Fransa ve Almanya’nın
öncülüğünde oluşturulan Avrupa Topluluğu da daha sonra bir kıtasal birliğe
yönelmiş ve bu aşamadan sonra Avrupa Birliği doğuya doğru genişlerken, eski
sosyalist Doğu Bloku ülkelerini Birliğe üye yapmaya başlamıştır. Almanya-Fransa
işbirliğine dayanan bu kıtasal örgütlenmenin ABD hegemonyasını tehdit ettiğini
gören Amerikan devleti de, bu kez Avrupa Birliği’nden önce davranarak, Çek
Cumhuriyeti’nin başkenti olan Prag’da yapılan NATO zirvesi ile Doğu Avrupa
ülkelerini öncelikle NATO ittifakı içine aldırmıştır. Böylece Avrupa ve Amerika
arasındaki hegemonya çekişmesi, NATO ile beraber Avrupa Birliği’nin doğuya
doğru genişlemesi sürecinde tırmanma göstermiş, bu yarış küreselleşme
aşamasında Batı İttifakı’nın kendi içinde yeni çekişmelere neden olmuş ve
Türkiye bu aşamada Avrupa ile Amerika arasında sıkışıp kalmıştır.
Yeni dönemde Rusya’nın D-8 ülkeleri arasına yer
almasını sağlayan ABD, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, kendisine karşı
direnen Avrupalı büyük ülkelere karşı yeni bir denge kurarak NATO üzerinden
doğuya doğru açılma siyasetini sürdürmüştür. Rusya kapitalist sistem ile
dünyaya açılırken, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO içerisinde yer almalarına ses
çıkarmamış hızla, kapitalist sistem içerisinde Batılı ülkelerle rekabet
edebilecek güçlü bir konuma gelebilmeye öncelik vermiştir. Rusya’nın bu
durumundan yararlanan ABD, Avrupa Birliği’nin doğuya doğru ilerlemesinin önünü
kesebilmek uğruna, Doğu Avrupa ülkeleri içinde NATO üzerinden örgütlenmiş ve
Avrupa Birliği’nin yeni dönemde kendisine karşı bir inisiyatifi bu bölgede
geliştirmesinin önünü kesmiştir. Böylesine bir politikada, Avrupa Birliği’ne
tam üye olamayan Türkiye’nin sıkışık durumundan da ABD fazlasıyla
yararlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yerine kendisine rakip bir karşı kutbu
Avrupa Birliği’nin oluşturmasına izin vermek istemeyen ABD’nin, NATO örgütü
aracılığı ile kendisine bağlı bazı gizli örgütlenmelerle, dünya dengelerinde
kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları İttifak’a üye olan ülkeler
üzerinde baskı unsuru olarak kullandığı görülmüştür. ABD’nin bu gizli
politikalarından en fazla zarar görün ülkelerden birisi Türkiye olmuş, NATO
örgütü aracılığı ile yürütülen baskı politikaları sonunda ABD’nin çıkarları ve
istekleri doğrultusunda üye ülkelerin yönlendirilmeleri gerçekleşmiştir. Askerî
örgütlenmenin yanı sıra geliştirilen sivil ve gizli yapılanmalar ABD
emperyalizminin NATO’yu istediği gibi kullanmasını sağlamıştır.
Küreselleşme döneminde, soğuk savaş döneminin savunma
örgütü olan NATO’nun bu kez bir savunma örgütü olmaktan çıkarak hegemonya
kuruluşuna dönüştüğü görülmektedir. ABD’li yetkililer her ne kadar bu durumu
gözlerden kaçırmak isteseler de, Avrupa ülkelerinde başlayan NATO
tartışmalarının ABD ile Avrupa Birliği arasında yeni gerginlik unsurlarını
oluşturduğu görülmüştür. Türkiye’de NATO üzerinden istediği gibi at koşturan
ABD’nin böylesine bir hareket serbestliğine Avrupa ülkeleri içinde sahip
olmaması, NATO içindeki tartışmaları artırmış, İttifak’a yeni üye olan Doğu Avrupa
ülkelerinin konumu üzerinde ABD ve Avrupa Birliği arasında çok ciddî
gerginlikler yaşanmıştır. Böylesine bir aşamada, Avrupa Birliği’ne tam üye
yapılmayan Türkiye’nin konumundan ABD fazlasıyla yararlanmış ve Türkiye’nin
içindeki varlığını Avrupa Birliği’ne karşı her fırsatta kullanmıştır. Doğuya
doğru yayılma ve genişleme politikası doğrultusunda Avrupa Birliği ve Amerika
Birleşik Devletleri yeni bir rekabet yarışına kalkarken, NATO örgütlenmesi,
ABD’nin üstünlüğü olmuştur. ABD NATO’ya giren her ülkeye girerek, NATO
örgütlenmesi görünümünde kendisi için gerekli olan her türlü yerleşmeyi
tamamlamış ve bu ülkeleri birer Amerikan uydusu ya da denizaşırı eyaleti
konumuna getirmiştir. Avrupa’nın eski emperyalist ülkelerine karşı sürdürülen
bu ABD hegemonyası NATO içinde yeni tartışmalara neden olurken, yarım yüzyıllık
bir ortaklıktan sonra Avrupa ülkeleri NATO’dan çıkarak bir Avrupa savunma
kuruluşu oluşturma planını devreye sokmuşlardır. Ortaçağ sonrasında dünyayı beş
yüz yıl yöneten Avrupalı emperyalist ülkeler bir türlü ABD emperyalizminin
uzantısı ya da bekçisi konumunu NATO içinde kabul edememişlerdir. Avrupa
Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, NATO’nun bir ABD örgütlenmesine dönüşmesi
üzerine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki dönemde eğer NATO ABD hegemonyasının
bütün dünyaya yayılmasının örgütlenmesine dönüşürse, Avrupalıların kendi
savunma örgütlerini kurmak üzere NATO’dan ayrılma yoluna gidecekleri
anlaşılmaktadır. ABD bu görüş ayrılığını gizlemek üzere ne kadar çaba sarf
ederse etsin, Avrupa’nın önde gelen eski emperyalist ülkeleri bir ABD
emperyalizminin parçası olmayı reddederek, NATO’ya karış yeni bir güvenlik
örgütünü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde orta çıkarmaya
hazırlanmaktadırlar. Küreselleşmenin bir ABD merkezli hegemonya düzenine
dönüşmesini Avrupa Birliği’nin öncüsü olan ülkelerin kesinlikle kabul
etmedikleri anlaşılmaktadır. NATO içindeki bu gerginliği ABD, yeni üye olan
Doğu Avrupa’nın küçük ülkelerini yanına çekerek aşmak istemektedir. Ne var ki,
dünyayı beş yüz yıl emperyalist bir düzen içerisinde yönetmiş olan Avrupa’nın
büyük ülkelerinin böylesine bir ABD hegemonyasına alet olmayacakları şimdiden
belli olmuştur. ABD bu durumu aşabilmek için birçok girişimi gündeme
getirmesine rağmen istediği sonucu alamadığı için, Batı İttifakı içindeki
anlaşmazlık bugün de devam etmektedir.
Irak Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush, “eski Avrupa’yı
tanımadığını ve kıtanın doğu ülkelerinden meydana gelen genç Avrupa’yı hedef
aldığını” söyleyerek aslında, Avrupa’nın batısında kendisine karşı ortaya çıkan
direnmeyi aşabilmek üzere NATO’nun genç üyesi olan Doğu Avrupa’nın küçük
ülkeleriyle beraber hareket etmeyi sürdüreceğini açıkça ifâde etmiştir. Bu
doğrultuda NATO’ya üye olan Balkan ülkelerinde ABD, NATO ittifakının ötesine
giderek, kendisi için özel askerî yapılanmalar yönelmiş ve gelecekte muhtemel
bir yeni Balkan Savaşı ya da Avrasya harekâtını düşünerek, bir daha çıkmamak
üzere bu ülkelere girmiştir. ABD’nin bu ikili tutumu Avrupa ülkelerinde ciddî
tepkiler yaratmış ama bu ABD emperyalizminin yayılmasını dizginleyememiştir.
ABD, Avrupa ile ihtilaflarını dünya kamuoyundan gizlemeye çalışırken Rusya ile
geliştirdiği ilişkilerini öne çıkarmak istemiş ve bu durumdan yararlanarak
Avrupa ülkelerinin direnişini kırmak için uğraşmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın
dışında kalan konumundan fazlasıyla yararlanan ABD, D-8 örgütlenmesi içinde
Rusya ile başlattığı ilişkileri daha da geliştirerek Rusya yakınlaşmasını
Avrupa Birliği üzerinde bir yeni baskı unsuru olarak kullanabilmenin arayışı
içinde olmuştur. Bir süre için bunu başaran ABD, daha sonra Rusya ile belirli
konularda karşı karşıya gelince gene Avrupa’nın eleştirilerine karşı yalnız
kalmıştır.
Avrupa Birliği üzerinde, Rusya’yı bir baskı unsuru
olarak kullanmak isteyen ABD, Rusya Federasyonu’nun NATO içinde gözlemci
statüsü ile yer almasının önünü açmış ve NATO ile Rusya arasında bir Barış İçin
Ortaklık sözleşmesinin imzalanmasını gerçekleştirmiştir. Eski Varşova Paktı
üyesi ülkeleri de bir bütün olarak kapsayan Barış İçin Ortaklık, ABD’nin NATO
üzerinden doğuya doğru yayılması sırasında Rusya’nın engel olmamasını sağlamak
üzere düşünülmüş bir çözüm olmuştur. Ne var ki, zaman içerisinde ABD’nin gerçek
emperyalist emellerinin açığa çıkması üzerine, bu barışçı girişim de devre dışı
kalmıştır. NATO, yeni üyelerle doğuya doğru ABD emperyalizminin yayılışı
doğrultusunda geliştikçe, Amerikalılar için barış ortaklığı anlamını
yitirmiştir. Rusya’da bunun üzerine, Avrupa ülkelerinde yapılan güvenlik
zirvelerinde Amerika’ya karış meydan okumaya başlamıştır. Özellikle Almanya,
yeni dönemde ABD yayılmacılığına karşı Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ABD’nin
emperyalist baskılarına karşı eskiden olduğu gibi bir Prusya-Rusya
dayanışmasına giderek gelecekte kuzeyde yeni bir birlik oluşturacak düzeyde
gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya ile Almanya’nın dünya güvenliği için bir
denge oluşturmak üzere yakınlaşmaya başlaması üzerine ABD ve İsrail, Sarkozy
gibi kendilerine yakın bir politikacının Fransa’nın başına gelmesini
sağlayarak, Avrupa Birliği’ni ortadan ikiye bölmüşlerdir. Avrupa Birliği’ni
fiilen ortadan kalktığı yeni aşamada, dünya yeniden Birinci Dünya Savaşı öncesi
dönemin koşullarına geri dönmüştür. Bu yeni dönemde NATO’nun konumu daha fazla
tartışma konusu olmaktadır.
Yirmi yıllık bir küreselleşme denemesinden sonra, dünya
soğuk savaştan sıcak savaşa doğru gitmektedir. Özellikle Amerika’nın, Irak ve
Afganistan’da sıcak çatışmalara girmesi ve bunu Ortadoğu’da İsrail ile,
Avrasya’da da küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda zorlaması, bütün
Avrupa ülkeleri ile beraber doğunun ve Asya’nın önde gelen devletlerini de
rahatsız etmektedir. Yeni dönemde ABD, İran’a yönelik bir savaşı bölgeye
zorlaması nedeniyle başta Türkiye olmak üzere bütün Avrasya ülkeleri cephe
ülkesi olmaya doğru sürüklenmektedirler. ABD böylesine hegemonya savaşı
planlarında NATO’yu kullanabilmek üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve
“terörle mücadele” kavramını öne çıkararak kendisine karşı çıkan diğer Batılı
ülkeleri ortak düşmana karşı kendi inisiyatifi altında birleştirebilmenin
yollarını aramıştır. Özellikle Taliban ve El-Kaide gibi terör örgütleri
böylesine bir ortak hedef yaratarak, ABD’nin terörle mücadele politikasının öne
çıkmasını kolaylaştırmışlardır. ABD terörü kullanarak Batı İttifakı’nı yanında
tutabilmenin çabası içinde olmuş ve bu doğrultuda NATO toplantıları
düzenleyerek dışa karşı ortaklığın devam ettiği izlenimi vermeye çalışmıştır.
11 Eylül olayları bu doğrultuda kullanılarak dünya medyası aracılığı ile
ABD’nin hegemonya politikasına elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.
Yeni dönemde, Varşova Paktı’ndan vazgeçen Rusya,
ABD’nin saldırgan emperyalist tutumundan fazlasıyla rahatsız olmuş ve yeni
dönemde dünya dengelerinin oluşturulabilmesi amacıyla bu kez, Çin ile bir araya
gelerek Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. ABD’nin Irak ve Afganistan
saldırıları üzerine Şanghay İşbirliği Örgütü yavaş yavaş bir askerî yapılanmaya
dönüşmüş ve kuruluşun son Kırgızistan zirvesinde büyük bir askerî tatbikat
yapılmıştır. Irak ile dünyanın merkezine, Afganistan ile de Avrasya kıtasına saldıran
ABD’nin bu tutumunu Avrupa ülkeleri benimsememiş ve NATO içerisinde ABD’ye
sürekli olarak karşı çıkmışlardır. Batı’nın patronu olarak bir dünya egemenliği
peşinde koşan ABD’ye Avrupalı ülkeler itiraz ederken, Avrupa Birliği’nin bir
karşı denge yaratması mümkün olamamıştır. Bunun üzerine Rusya, Çin ile
yakınlaşarak ve Orta Asya’daki yeni bağımsız olmuş Türk Cumhuriyetleri’ni de
içine alarak Şanghay İşbirliği Örgütü ile ABD’ye karşı bir Doğu Savunma Paktı
yaratabilmenin arayışı içinde olmuştur. Çin ve Rusya gibi çok büyük bir askerî
güç olan Hindistan da İran ile beraber ABD saldırganlığına karşı, Asya’nın ve
doğunun korunması sürecinde Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın işbirliği içine
girmişlerdir. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki saldırganlığını Suriye ve İran
gibi yeni ülkeler üzerinde sürdürmesini istemeyen Asya ve doğu ülkeleri,
giderek Şanghay İşbirliği Örgütü etrafında yeni bir korunma mekanizması çatısı
altında toplanmaya başlamışlardır. Çin ile Rusya’nın başını çektiği böylesine
bir bütün güvenlik yapılanması, ABD saldırganlığı önünde çok büyük bir set
yaratmış ve yavaş yavaş bütün dünya ülkeleri tarafından desteklenmeye
başlamıştır.
Amerikan devletinin Evangelizm’in kıyamet senaryosuna,
Siyonizm’in dünya hegemonyasına ve Yeni Muhafazakarların 11 Eylül benzeri
çılgınlıklarına kilitlendiği bu aşamada, küreselleşmenin patronu konumundaki
ABD petrol, silâh ve otomotiv tekelleri Amerika’yı Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru
zorlamaktadır. Soğuk savaş döneminde Vietnam savaşını kaybeden ABD’de bunun
intikamını İran üzerinden bütün Asya’da almak isteyen yeni bir çılgın dalganın
öne geçtiği görülmektedir. Daha Irak bataklığından çıkamayan ABD Siyonizm’in
merkez bölge egemenliği uğruna üç trilyon dolarlık bir ekonomik yıkıma mâruz
kalmıştır. Bu yüzden Afganistan’da yeterince Çin’e karşı güç sağlayamayan ABD,
hegemonya çılgınlıklarına NATO üzerinden bütün Batı ülkelerini de dâhil etmek
istemekte ve Batı’nın temsilcisi olarak dünyanın doğusunu saldırırken, bir
Doğu-Batı savaşında bütün Batılı ülkeleri NATO disiplini içerisinde kendi
yanında tutmak için baskı yapmaktadır. Son Bükreş Zirvesi’nde Bush açıkça bütün
NATO üyelerini yeni bir 11 Eylül olayı ile tehdit ederek, Batılı ülkeleri de bu
belaya sokmak istemiştir. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, İtalya ve İspanya
gibi büyük ülkeler bu ABD çılgınlığına karşı çıkmışlardır. NATO’nun İstanbul
Zirvesi’nde görülen durumun bir benzeri Bükreş’te ortaya çıkmıştır. Türkiye ABD
baskısı ile bu zirvede pasif kalırken, Avrupa’nın büyük ülkeleri bir Üçüncü
Dünya Savaşı çılgınlığına karşı çıkmışlar ve NATO’nun Ortadoğu’ya taşınarak
Üçüncü Dünya Savaşı’nda ABD’yi kullanan güçlerin savaş oyuncağı olmasına izin
vermemişlerdir.
Amerikan devlet kendisini Üçüncü Dünya Savaşı’na
sürükleyen altı lobinin baskısı altında yalnız kalmaktan kurtulabilmek üzere,
işi NATO’ya havale ederek yükü paylaşmak istemektedir. Evangelistler ile
Siyonistlerin, Yeni Muhafazakârlarla beraber Amerikan devletini ele
geçirmeleri, petrol, silâh ve otomotiv şirketlerinin de savaşı körükleyen bir
ekonomik politika içinde olmaları, Amerikan devletini Üçüncü Dünya Savaşı
uğruna bir çöküşe sürüklemiştir. Dünyanın süper gücü olan Amerika bugün bir
büyük ekonomik krize, savaş çılgınlıkları yüzünden mâruz kalmıştır. Aklı
başında Amerikalılar, savaş isteklisi çılgın lobilerin elinden Amerikan
devletini kurtarabilmenin mücadelesi içine girmişlerdir. ABD Başkanlık
Seçimleri’nde bu durum fazlasıyla netlik kazanmıştır. ABD’yi çılgınlıklardan
kurtaracak bir sağduyunun, devletin başına gelmesini isteyen aklı başındaki
Amerikalılar Başkanlık Seçimleri’ne giderek ağırlıklarını koymaktadırlar.
Seçimlerin sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını da
belirleyecektir. Amerikan halkı böylesine bir bilinçle hareket etmeye başladığı
için bütün dünya kamuoyu bu aşamada ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş
görünmektedir. ABD, çılgın lobilere karşı çıkabilecek aklı başında bir Başkan
seçebilirse, dünya saldırgan politikalardan ve emperyalist işgallerden
kurtularak yeni bir barış dönemine girebilecektir.
Dünyanın süper gücü konumunda olan Amerikan devletini
bir savaş makinesine dönüştürmek isteyen çılgın lobilere karşı Amerikan halkı
galip gelirse, ABD hegemonyası altındaki NATO örgütü de savaş senaryolarına
alet olmaktan kurtulabilecektir. Bu aşamada Amerikan halkına ve devletine önemli
görevler düşmekte, ABD’yi ve bütün dünyayı ciddî bir çöküşe sürükleyecek her
türlü savaş senaryosuna karşı direnmeleri gerekmektedir. Savaş makinesinin
çılgınların eline geçmemesi için Amerikan halkı ve devleti işbirliği yapmalı ve
Başkanlık seçimlerinden savaş senaryolarına karış çıkacak bir adayın zaferle
çıkmasını sağlamalıdırlar. Amerika bunu başarabilirse yirmi birinci yüzyılda da
üstünlüğünü koruyabilir, aksi takdirde savaş senaryolarına alet olacak bir
Amerika Avrasya çöllerinde ve dağlarında dağılıp gidecektir. Irak’ta ortaya
çıkan üç trilyonluk borç stokunun en az on misli Avrasya macerasında ABD’nin
başına bela olacaktır. Avrasya’da hegemonya kurabilmenin ardından koşan ABD
yönetimi, arka bahçesi olan Latin ülkelerindeki etkisini yitirdiğini görerek
kendine gelmelidir. Arka bahçesini kontrol edemeyen dünyaya egemen olamaz.
Irak’tan çıkamayan İran’a saldıramaz, Afganistan’da zorlanan Hazar ya da
Sibirya bölgelerine giremez, ABD bunları tek başına aşamayacağını bildiği için
NATO’yu da kendisini savaşa zorlayan oyunlara alet etmek istemekte, savaşı bir
Doğu-Batı çekişmesine dönüştürmek istemektedir.
Amerika’nın dünya egemenliği planına göre NATO
merkezinin Brüksel’den Türkiye’ye taşınması düşünülmektedir. Hatta kamuoyundaki
söylentilere göre tıpkı Merkez Bankası’na İstanbul Ataşehir’de yeni bir yer
hazırlanması gibi NATO için de İzmir’in Balçova bölgesinde yeni bir yerleşim
merkezinin hazırlandığı söylenmektedir. ABD’nin Avrasya savaşı sürecinde
Ankara’nın devlet olarak devre dışı kalması, ekonominin İstanbul üzerinden
savaşın da İzmir üzerinden Batı’nın denetimi altında yönlendirilmesinin
planlandığı Türk kamuoyunda artık açıkça tartışılmaktadır. Konya ovasının üç
kıtaya yönelebilecek bir savaş senaryosunda merkez askerî alana
dönüştürülmesinin düşünüldüğü basına yansımıştır. Bütünüyle Anadolu’yu hem bir
cephe ülkesine hem de emperyalizmin dünya hegemonyasının kalesine dönüştürecek
böylesine bir çılgınlığa ne Batılı ülkeler ne Doğulu ülkeler ne de Türkiye
“evet” demeyecektir. Ne var ki, savaş isteyen lobilerin bütün dünyayı bir
maceraya sürükleyecek böylesine planları zorlamaları doğrultusunda ciddî bir
güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. NATO’nun böylesine bir dönemde güvenlik
örgütü olmaktan çıkartılarak hegemonya ve saldırı kuruluşuna dönüştürülmesi
bütün NATO ülkelerini tehdit altına sürükleyecektir. Bunu çok iyi bilen
Batı’nın büyük ülkelerinin ABD zorlamalarına Bükreş Zirvesi’nde karşı çıkmaya
devam ettikleri görülmüştür. ABD bu olumsuz duruma karşı yeni üye olan küçük
devletlerle beraber ortak bir eylem planı geliştirmek durumunda kalmıştır.
Bükreş Zirvesi’nde, NATO’nun Balkanlar’daki
örgütlenmesinin tamamlanması doğrultusunda, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın
üyeliği kabul edilmiş ama Yunanistan’ın itirazı nedeniyle Makedonya’nın üyelik
kararı alınamamıştır. Yunanistan Güney Makedonya’nın kendi sınırları içinde
bulunması nedeniyle bir türlü Kuzey Makedonya’nın bağımsız devlet olmasını
kabul etmemektedir. Bu nedenle Makedonya Balkanlar’da ortada kalmıştır. Ayrıca,
doğuya doğru genişleme politikaları doğrultusunda Ukrayna ile Gürcistan’ın
üyeliği de tartışma konusu olmuş ve eski Sovyetler Birliği’nin eyaleti olan bu
iki ülkenin NATO üyesi olmasına Rusya karşı çıktığı için Ukrayna ve Gürcistan
NATO üyesi olamamışlardır. Yeni bir Slav Birliği peşinde koşan Rusya
Federasyonu bu doğrultuda Sırbistan ve Beyaz Rusya ile beraber Ukrayna’yı da
böylesine bir birliğe dahil etmek istemekte ama batının itirazı ile
karşılaşmaktadır. Sorus fonları ile desteklenen turuncu devrimler Gürcistan ve
Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşmalarını sağlayamamışlardır. Rusya Kiev’in
doğusunda yaşayan yirmi beş milyonluk Rus nüfusa dayanarak Ukrayna’nın
geleceğinde hak iddia etmekte ve gerekirse, Doğu Ukrayna’yı Rusya Federasyonu
içine almayı düşünmektedir. Rusya’nın benzeri bir planı Kuzey Kazakistan için
de söz konusudur. Böylece, Rusya yeni dönemde Panslavizm politikası
doğrultusunda Doğu Ukrayna ile Kuzey Kazakistan’ı sınırları içine almaya
hazırlanmaktadır. Ayrıca, Panortodoksizm doğrultusunda, Rusya Gürcistan ile
Ermenistan gibi iki küçük Hıristiyan Kafkas ülkesinin geleceği ile de yakından
ilgilenmektedir. Bu doğrultuda Gürcistan’ın NATO içinde yer almasını Rusya
kendi güvenliği açısından kabul etmemektedir. Gürcü Devlet Başkanı’nın ABD
vatandaşı olması, Turuncu Devrim ile desteklenmesi de bu küçük Hazar ülkesinin
NATO’ya üye olmasını sağlayamamıştır. ABD’nin Gürcistan üzerinden NATO’yu
Kafkaslar’a sokmak istemesi, Hazar bölgesinde yeni üsler kurarak İran ile
beraber Çin ve Rusya’ya karşı bir askerî yapılanmayı sürdürme planlarına Rusya
bölgenin eski patronu olarak karşı çıkmıştır. Bu yeni aşamada artık Rusya ile
oluşturulan Barış İçin Ortaklık anlaşmasının da geride kaldığı görülmektedir.
Petrol şirketlerinin Hazar’a girmek istemesi ABD’yi Gürcistan üzerinde
yoğunlaşmaya yönlendirmekte ve Rusya’yı da karşı önlemlere sürüklemektedir.
Rusya’nın ABD’ye karşı direnişinde NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinin desteği
olduğu görülmektedir. Bölge dışı emperyal güç olan ABD’nin Hazar’a girmesini
istemeyen Avrupalı ülkeler Rusya ile yeni bir enerji ortaklığına girerek Hazar
havzasından daha fazla pay alabilmenin arayışı içindedirler. ABD gibi on bin
kilometre öteden gelerek savaşmadan, Rusya ile kurulan ittifaklar sayesinde
Avrupa ülkelerinin gelecekteki enerji sorununu barış içinde çözebilmenin çabası
içinde oldukları görülmektedir. Avrupa’nın barıştan yana tutumu Çin ve Rusya da
desteklemektedir.
NATO’nun Füze Kalkanı Sistemi, Rusya, İran,
Çin, İslâm dünyası ve bütün doğu ülkelerini hedef alan bir Üçüncü Dünya Savaşı
hazırlığıdır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yerleştirilmek istenen füze
kalkanları bir Prusya-Rusya ittifakını önleme çalışırken, gelecekte Hazar ve
Sibirya havzalarını ele geçirecek derece geliştirilen emperyalist saldırı
planın ön aşamasıdır. Bu sistem tam olarak kurulursa Türkiye NATO üyesi bir
ülke olarak bütünüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın cephe ülkesi konumuna gelecektir.
Bu durumda bütün Doğu ülkeleri Türkiye’yi hedef alan savunma sistemlerine
yönelecek ve Türk ulusunun üzerinde yaşadığı topraklara karşı ateş menzilleri
oluşturabileceklerdir. Yeni NATO Ortadoğu’ya gelirken bir Avrasya savaşına
yönelmekte ve geleceğin kutup merkezlerini tehdit etmektedir. Ve geleceğin
kutup merkezi olabilecek Rusya, Çin ve Hindistan’ı doğrudan tehdit etmektedir.
Böylesine bir durum da NATO’nun artık ABD’nin tekelinden çıkartılması
gerektiğini ve Birleşmiş Milletler’e devredilerek dünya ordusuna
dönüştürülmesinin zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Avrupa ve ABD’nin
yollarının ayrıldığı bir aşamada NATO artık Batı savunma sistemi olmaktan
çıkmış Atlantik emperyalizminin Truva Atı konumuna gelmiştir Üçüncü Dünya
Savaşına giden yolda dünya barışının korunması için artık NATO’nun BM’nin
denetimi altına alınması zorunludur.
Bir Üçüncü Dünya
Savaşı ardında koşan altı büyük lobiye Amerikan devletinin teslim olması,
NATO’yu gelecekte bu savaşın saldırı örgütü konumuna getirebilecektir.
Böylesine bir durum dünya barışına zarar vereceği gibi, güvenlik için
oluşturulan bir kuruluşun savaş aracına dönüşmesine yol açacaktır. Güvenlik
örgütlerinin saldırı kuruluşlarına dönüşmesi, dünya aklının kaybedilmesine
neden olacak yirmi yüz yıllık uygarlık birikiminin ürünü olan bugünkü dünya
düzeni çökecektir. İsa’nın dönmesi için kıyamet bekleyenlerin ekmeğine yağ
sürülecektir. Böylesine bir durumun acilen önlenmesi gerekmektedir. Tek başına
dünya devletlerinin gücünün yetmediği noktada, dünya uygarlığının merkezi olan
Birleşmiş Milletler örgütünün göreve davet edilmesi gerekmektedir. İki büyük
dünya savaşı sonrasında evrensel barışı kurmak ve bunu geleceğe dönük
kurumlaştırmak üzere oluşturulan Birleşmiş Milletler’in hem Genel Kurulu ile
hem de Güvenlik Konseyi ile duruma el koyması gerekmektedir. Barıştan yana olan
bütün güçler ve dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı toplanmalı ve bu
uluslararası örgütün alacağı kararlar doğrultusunda savaşa giden yolun önü
kesilmelidir. Güvenlik konseyinde üye olan Çin ve Rusya, Almanya ve Fransa ile
beraber hareket ederek, İngiltere’yi de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler
üyesi olan bütün dünya ülkelerini bir barış platformunda bir araya
getirmelidirler.
ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda bir savaş makinesi
olarak kullanan lobilere karşı, NATO üyesi ülkeler bir araya gelerek, NATO’nun
bir güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletler’e bağlanmasını karar altına
almalıdırlar. NATO erişmiş olduğu büyük askerî güç ile Birleşmiş Milletler
ordusuna dönüşmeli ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’un kararları
doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak o zaman Amerikan devletini işgal etmiş
olan savaş lobilerinin senaryolarına alet olmaktan kurtarabilecektir. Birleşmiş
Milletler’in barış güçleri dünya barışı için yetersiz kalmaktadırlar ama NATO
gibi güçlü bir güvenlik örgütü Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşürse o zaman
dünyanın neresinde bir devlet savaş çıkarırsa insanlık ve dünya barışı adına
Birleşmiş Milletler kararı ile bir dünya ordusu olarak NATO duruma müdahale
edecektir. Yeni dönemde NATO adı artık geride bırakılmalı, Birleşmiş Milletler
Ordusu adı altında dünya barışına katkıda bulunmaya bir güvenlik örgütü olarak
devam edilmelidir. Zirve toplantıları ile NATO’nun yönlendirilmesi artık mümkün
olamamaktadır. Bu durum dikkate alınarak NATO artık Birleşmiş Milletler’e
taşınmalı ve bu büyük evrensel örgütün ordusu olarak dünya barışına katkıda
bulunmalıdır. Böylece Avrupa’nın ayrı bir ordu kurması ya da Şanghay İşbirliği
Örgütü’nün bir askerî birliğe dönüşmesi de önlenecek, bütün kıtalar ve ülkeler
dünya barışı için Birleşmiş Milletler ordusunun gücü altında evrensel barışa
kavuşma şansını elde edebileceklerdir. Birleşmiş Milletler ordusu ile de
güçlenecek ve o zaman Genel Kurul’un aldığı kararlara bütün devletler uymak
zorunda kalacaklardır. Küresel savaşın yerini evrensel barışın alabilmesi için
bir an önce NATO’nun Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmesi zorunlu
görünmektedir. Bu doğrultuda NATO merkezi İzmir’e değil New York’a
taşınmalıdır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Umarım bu gerçek olur. Ufuk açmış yazınız.
YanıtlaSil