30 Eylül 2020 Çarşamba

ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİRŞEYLER VAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ŞARK CEPHESİNDE YENİ BİRŞEYLER VAR

                “Garp cephesinde yeni bir şey yok“ tanımlaması  batı edebiyatının önde gelen romanlarından birisinin adı olarak düşünce tarihinde yerini almıştır. İkinci dünya savaşı sürecinde yazılmış olan bu roman bir cihan savaşının yansıması olarak sanat dünyasında yerini alırken, ismi ile de dünya kamuoyuna bir mesajı veriyordu. Savaşın sona erdiği aşamada yeni bir gelişmenin olmadığı düşüncesini insanlığa bir mesaj olarak aktarırken, batı dünyasının içine sürüklenmiş olduğu olumsuz durumu kamuoyuna yansıtan bir yaklaşımı dile getiriyordu. Batı dünyası tarih içerisinde kendisini sürekli olarak merkeze oturttuğu için, dünyanın merkezi olarak batı bölgesi seçiliyor ve bu durum küresel yönetim düzeni içerisinde geleceğe yönelik olarak kurumlaştırılmaya başlanıyordu. Herkesin kolunda yer alan saatlerin İngiltere’nin başkenti Londra merkezli olarak ayarlanması ve ayarlama tam olarak yapılırken, bu kentin yanında var olan bir klise olarak Greenwitch’in   bulunduğu yerin çıkış noktası olarak belirlenmesiyle de bu mesaj tüm insanlığa veriliyordu. Merkezi yapılanma batı bölgesinde yapılınca Londra dünyanın merkezi oluyordu. Bu çerçevede birinci dünya savaşı sırasında İngiltere batı üzerinden dünyayı yönlendiriyordu. İkinci dünya savaşı sırasında da Amerika’nın yanında yer alan İngiltere batı blokunun içindeki merkezi konumunu koruyor ve batı bölgesinin korunması çizgisinde üzerine düşen sorumlulukları yerine getiriyordu.

                 Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması nedeniyle Balkanlar merkezli bir doğrultuda gündeme gelen dünya savaşlarında, nedenle Balkanların batısı garp cephesi, doğusu ise şark cephesi olarak adlandırılıyordu. İngiltere-Almanya çekişmesi beraberinde garp cephesini gündeme getirdiği gibi, Almanya, İngiltere ve Fransa’nın Osmanlı toprakları üzerinde işgal ve saldırılar yaparak ve Osmanlı toprakları üzerinde güçlerini ortaya koyarak yaptıkları savaşlar aracılığı ile, Balkanlar’ın doğusunda bir şark cephesi oluşumu gündeme geliyordu. İşte bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunun çökertilmesi   girişimleri başlatılıyor ve batılı emperyalist güçlerin Osmanlı hinterlandı üzerinde bir paylaşım savaşı kendiliğinden gündeme getiriliyordu Osmanlı devleti bu aşamadan sonra batılıların gözünde normal devlet olarak görülmekten uzaklaşıyordu. Artık batı merkezli dünya için bir yeni doğu sorunu ortaya çıkıyor ve Osmanlı devleti sürekli olarak batı tarafından bir şark meselesi olarak görülüyordu. Roman yazarının kitabına koyduğu başlık gibi konuya bakıldığında, garp cephesinde yeni bir şey yokmuş gibi bir görüntü verilmeye çalışılıyordu. Ama bugün Şark meselesinin doğduğu ve yayıldığı Osmanlı hinterlandından geri kalan topraklarda gene eskisi gibi sıcak olaylar tırmandırılırken, Şark cephesinde her gün yeni olaylar öne çıkmakta ve böylece Şark meselesi yeniden dünya gündemine getirilirken, her zaman için Şark cephesinde yeni bir şeyler olduğu da görülmektedir. Bugünün koşullarında batı emperyalizmi üzerinden merkezi bölge ilan edilen garp cephesinde sıcak çatışmalar görülmezken, Orta Doğu, Doğu Akdeniz ve Kuzey Afrika’dan sonra şimdi de Kafkasya cephesinde sıcak çatışmaların başlatılmasıyla, Şark meselesinin yerini Şark Cephesi almıştır. Garp cephesinde yeni bir şey yokmuş gibi gösterilirken, yeniden kaşınmakta olan Şark meselesi üzerinden yeni bir Şark Cephesi  üçüncü dünya savaşı için insanlığın önüne çıkartılmaktadır. Irak, Suriye Libya ve Yemen savaşları eski Şark meselesinin cepheleri olarak yeniden tarih sahnesindeki yerlerini alırlarken, son olarak Ermenistan saldırısı üzerine Azerbaycan’ın kışkırtılmasıyla yeni Şark Cephelerinden birisi de Kafkasya bölgesinde oluşturulmuştur. Çeşitli savaşların cereyan ettiği Dağlık Karabağ bölgesi yeni dönem savaşların yeni cephesi olarak siyasal gündemdeki yerini almıştır.

                Osmanlı devletinin yıkılışı ile ortaya çıkan şark meselesi ikinci dünya savaşı sırasında kesin bir kalıcı çözüme kavuşturulamayınca, İsrail’in kuruluşu üzerine yeniden başlatılmıştır. Kendini merkeze koyan batı emperyalizmi her zaman için Osmanlı topraklarını Şark meselesi olarak görmeye devam etmiştir. Bu yüzden Hrıstıyan, Avrupa tarafından dışlanan ve kurulması engellenen İsrail devletinin, Osmanlı İmparatorluğunun Orta Doğu bölgesindeki toprakları üzerinde kurulması gündeme gelmiştir. İkinci dünya savaşı sonrasında bir Yahudi devletinin İslam dünyasının toprakları üzerinde ilan edilmesiyle birlikte, Şark meselesi yeniden canlanmış ve merkezi coğrafyada silahlı çatışmalar ve savaşlar bugüne kadar devam edip gelmiştir. Osmanlı devletinin yedi yüzyıl boyunca yönettiği toprakların dağılma sonrasında   gelecekte ne olacağı ve topraklar üzerinde ne gibi devlet yapılanmalarının inşa edileceği konusu sürekli olarak büyük devletler arasında tartışılmış ama bir türlü anlaşmaya varılamamıştır.  Osmanlı sonrası dönem için İngilizler bir rapor hazırlayarak Sevr projesi doğrultusunda Osmanlı hinterlandını kendine bağlamaya yönelmiş ama Fransa, İtalya, Rusya ve ABD gibi büyük emperyalist devletlerin bu girişime karşı koyması üzerine anlaşmazlık devam etmiş, Sovyetler Birliği gibi bir ideolojik imparatorluk o dönemde devam ettiği için, soğuk savaş koşullarında dünya savaşlarında olduğu gibi cephe savaşlarında sıcak çatışmalara gidilmemiştir. Soğuk savaş barışı çerçevesinde bütün dünya ülkeleri savaşlardan kaçınırken, sadece İsrail ve komşusu Arap ülkeleri arasında sıcak çatışmalar sürdürülmüştür. Sovyetlerin dağılmasına kadar süren bu çatışmalı durum, küreselleşme adı altında farklı bir döneme doğru ilerlerken , yeni bir dünya düzeni kurmak üzere Amerikan ordusu  üzerinde Arapların yaşadığı Orta Doğu topraklarına gelerek, İsrail’in güvenliği anlayışı içinde her tarafa işgal ve saldırı savaşları başlatmışlardır.

                Cihan savaşları sırasında Balkanların doğusu Garp cephesi olarak ilan edilirken, dünya haritasının gereği Balkanların doğusunda yer alan Osmanlı devletinin toprakları da Şark cephesi olarak ilan ediliyordu. Birinci dünya savaşı sırasında dağılmakta olan Osmanlı devleti Galiçya, Balkanlar, Çanakkale, Suriye, Irak, Filistin, Kafkasya ve Anadolu cephelerinde savaşa girmek zorunda kalıyordu. O dönemin koşullarında Osmanlı, bir İmparatorluk olarak bütün bu ülkelerde egemen olduğu için, devletin yıkılması aşamasında bütün bu cephelerde savaşarak ülkesini korumaya çaba göstermiştir. O dönemin koşullarında bütün emperyalist ülkelerin saldırarak devleti çökertmesi sürecinde, Osmanlı her cephede savaşarak hem kendi düzenini hem de bölge egemenliğini korumak çabası içinde olmuştur. Osmanlı devletinin katıldığı her savaş doğu cephesinde savunma girişimi olarak gündeme geldiği için, bu alan tümüyle şark cephesi olmuştur. Avrupa’nın doğusunda yer alan Osmanlı devleti barış döneminde şark meselesi ,   savaş döneminde de şark cephesi olarak adlandırılmıştır .Osmanlı  devlet olarak ayakta kaldığı sürece bir doğu devleti olarak Avrupa ülkeleri ile ilişkilerini sürdürmeye çalışmış ama  batı Avrupa ülkelerinin  dünya kıtalarına yönelik  sömürgecilik girişimleri merkezi alana yönelince, Osmanlı devleti şark meselesi olarak ilan edilmiş ve bunun üzerine askeri saldırıların Osmanlı topraklarına yöneldiği aşamada da şark meselesi şark cephesine dönüşmüştür.  Günümüzde batının önde gelen emperyalistleri gene eskisi gibi gözlerine koydukları eski Osmanlı ülkelerini ele geçirme girişimlerini sürdürürken ve Osmanlının savunmak zorunda kaldığı cephelerde yeniden saldırı, işgal ve kışkırtmalar yolu ile savaşları yaratırken, soğuk savaş öncesinde sıcak çatışma alanı olan yerlerde yeni savaş senaryolarını sırasıyla ortaya çıkarmaktadırlar. Filistin savaşları devam ederken, Körfez, Irak, Suriye, Yemen ve Libya gibi ülkelerde yarım kalan emperyalist işgalleri tamamlamak üzere savaşları birbiri ardı sıra gündeme getirmişlerdir. Bugünün şark cephesi savaşları bölge ülkelerinde devam ederken, Ermenistan’ın Dağlık Karabağ üzerinden Azerbaycan’a saldırısı ile birlikte şark cephesinde yeni bir cephe daha açılmıştır. ABD, Rusya ve Fransa’da güçlü olan Ermeni lobilerinin desteği ile Kafkas cephesinde saldırı savaşı başlatılmıştır.

                Kafkasların İsrail’i olarak adlandırılan Ermenistan devleti, büyük bir Müslüman imparatorluk olan Osmanlı İmparatorluğundan çıkmış olan üç gayrimüslim devletten birisidir. Bölgede  Osmanlı düzeninin  egemen olduğu dönemde Yunanlılar, Ermeniler ve Yahudiler gayrimüslim vatandaşlar olarak yaşamlarını sürdürmüşler, devletin çökertilmesi üzerine de İngiltere Yunanistan’ın, Fransa ve Rusya Ermenistan’ın, ABD’de İsrail’in kurulması amacıyla büyük baskılar uygulayarak, üç gayrimüslim toplumun bu bölgede  batı emperyalizmi ve  Siyonizm ile  işbirliği içinde olacak, ayrıca  batının politikalarına taşeronluk yapacak bağımsız devletlerinin kurulmasına  giden yolu açmışlardır. Tümüyle Müslüman halkların yaşadığı Orta Doğu bölgesinde üç gayrimüslim devletin kurulması kolay olmamış, bunların kurulabilmesi için Osmanlı tarihinin son dönemlerinde çok ciddi provakasyon girişimleri ile isyan ve ayaklanmalar devreye sokularak, Osmanlı sonrasında bu bölgede sadece İslam devletlerinin kurulmasının önüne geçilmiştir. İslam coğrafyasının tam ortalarında bir Yahudi devleti kurulurken, batıda Yunanistan doğuda ise Ermenistan iki Hrıstıyan devlet olarak orta dünyada çok dinli ve kültürlü bir yeni siyasal yapılanma oluşturma doğrultusunda, siyasal coğrafya haritası üzerindeki yerlerini almışlardır. Kafkasya’da Ermenistan’a ek olarak Gürcistan, Balkanlarda ise Yunanistan’a ek olarak Bulgaristan Hrıstıyan komşu devletler olarak bölgedeki siyasal oluşumlarda devreye sokulmuşlardır. Osmanlı sonrasında bölgedeki batı etkisinin daha da yüksek olabilmesi açısından, Osmanlı devletinin yerine kurulmuş olan Müslüman tabanlı Türk devleti bir gayrimüslim üçgenine hapsedilmiştir. Batıda Yunanistan, doğuda Ermenistan ve güneyde de İsrail’in kurulmasıyla birlikte, Türkiye Cumhuriyeti merkezi alanda tam bir gayrimüslim yapılanmasının kıskacı içine alınmıştır. Batı emperyalizminin işbirlikçisi bir gayrimüslim üçgene hapsedilmiş olan Türkiye, günümüzde ikinci kuşak Balkanizasyon girişimleriyle ile paramparça edilmeye çalışılmaktadır.

                Osmanlı devletinin yerini almış bulunan Türkiye Cumhuriyeti günümüzde Avrupa’ya karşı Balkan, Asya’ya karşı Kafkaslar, Orta Doğu’ya karşı da Irak ve Suriye cephelerinde savaş halindedir. İsrail yüzünden Orta Doğu’da savaşlar sürekli olduğu için Balkan ve Kafkas cepheleri bugüne kadar biraz geride kalıyordu. Günümüzdeki gelişmeler ile birlikte, Ermenistan askerlerinin Dağlık Karabağ’a saldırısı ile Tarihsel Ermeni-Azeri savaşının yeni bir versiyonu, bugünün koşullarında batının desteği ile devreye sokulmaktadır. Kafkasların İsrail’i olarak adlandırılan Ermenistan tıpkı İsrail gibi büyüyebilmek için Kafkas cephesindeki komşularına karşı haksız saldırı ve işgal girişimleri ile büyümeye çalışmaktadır. Bu doğrultuda Azerbaycan devletini ve halkını hedef almaktadır. Bir Türk bölgesi olan tarihi Zengezur bölgesini işgal altına almış olan küçük Ermenistan, Ermeni lobilerinin hayali olan büyük Ermenistan devletini oluşturabilmek amacıyla hem Kafkasya’da hem de Doğu Anadolu’da çeşitli senaryolar aracılığı ile büyüyerek güçlenebilmenin çabası içindedir. Açıktan Türk köylerine saldıracak kadar gözü dönmüş bir Ermeni ordusunun hak ettiği yanıtları Azeri ordusunun vereceği açıktır.  Rusya, Fransa, İtalya, ABD ve İsrail desteğine sahip bulunan Ermenistan devleti önümüzdeki dönemde boyundan büyük işlere kalkışarak, batının önde gelen emperyal projelerinde yer alabilir ve bu gibi girişimlerde öne geçerek, Türk-Ermeni çatışmalarının bölgede daha da yaygınlık kazanmasına neden olabilir. Bugün Orta Asya ve Ön Asya Türklerinin Kafkas bölgesindeki anti-türk yapılanma yüzünden bir araya gelememeleri, geleceğin büyük Türk dünyası yapılanmasının önüne geçmektedir. Türk dünyasının şah damarı anlamına gelecek bir biçimde önemli olan Kafkas geçidinde tümüyle bir Ermeni hegemonyasını Türk devletlerinin kabul etmesi asla düşünülemez. Osmanlı sonrasında Kafkasya’da Türkiye ve Azerbaycan adı altında iki ayrı Türk devleti kurulması sonrasında bunların bir araya gelerek birleşmelerini önlemek üzere harita üzerinden bir Ermeni bıçağı oluşturularak, geleceğin büyük Ermenistan’ına giden yol açık tutulmaya çalışılmıştır. Böylece Kafkasya’nın İsrail’i olarak tanınan Ermenistan’ın Türk dünyasını bölmesi hedeflenmiştir.

                Yirminci yüzyılın başlarında yeni bir dünya düzeni kurulurken, ideolojik bir devrim sayesinde Rusya’da sosyalist bir sistem kurulunca, Asya’nın geri kalmış iki küçük ülkesi olarak Ermenistan ve Azerbaycan böylesine bir bölgesel birlik içinde yer almışlar ve ikisi de Demirperde gerisinde kaldığı için tarihten gelen Ermeni-Azeri çekişmesi, soğuk savaş döneminde buz dolabına konulmuştur. Rus devletinin sosyalist sistemi kaldırması üzerine eski sosyalist olan bu iki ülke ulus devletler olarak yeni dönemde yerlerini almaya çalışmışlar ama bu gibi girişimlerinde geçmişten gelen sorunlar ve haksızlıklar nedeniyle, Ermeni-Azeri çatışmaları küreselleşmenin başlangıç döneminde de yeniden gündeme gelmiştir. Gelecekte bir İsrail devleti kurmaya yönelik projeler doğrultusunda, Sovyetler Birliği dönemindeki parçalı yapı yeni dönemde sürdürülmek istenince, Anadolu’yu kucaklayan Türk devleti ile Azerbaycan Cumhuriyeti’nin birleşmesi önlenmiş ve araya sokulan Ermeni bıçağı ile iki ülke ayrılarak geleceğe dönük sınır değişimleri getiren projeler doğrultusunda iki devlet ve bir millet sloganı altında yeni dönem dengeleri kurulmaya çalışılmıştır. Geleceğin Büyük Ermenistan’ını kurmak üzere hem Türkiye ile birleşmek önlenmiş hem de bütün doğu Anadolu Büyük Ermenistan için hazırlanırken, bu coğrafyada küçük bir Azerbaycan ile Türkler idare edilmeye çalışılmıştır. Kafkasya haritasına bakıldığı zaman böylesine bir çarpıklık ve haksızlık açıkça göze çarpmaktadır. Bölgedeki kalabalık Türk ve Azeri nüfusa karşılık, çok küçük bir Ermeni topluluğunun var olması nedeniyle Büyük Ermenistan bugüne kadar kurulamamış ama küçük Azerbaycan devleti de hızla güçlenerek sahip olduğu büyüklüğün kendisine verilmesi gerektiğini kamuoyu önünde dile getirmiştir.

                Bölgedeki devlet yapılanmaları açısından duruma bakılırsa en büyük haksızlığın Azerbaycan devletinin ikiye bölünmesi nedeniyle, Kuzeyde küçük bir bağımsız Azeri devletinin bulunmasının yanı sıra, bunun üç misli büyüklükte bir bölgenin güney Azerbaycan adı altında İran devletinin çatısı altında bir eyalet devleti olarak varlığını sürdürmekte olduğu haritada ortaya çıkmaktadır. Bağımsız Azerbaycan’ın yoğun Azeri nüfusu bulunmasına rağmen  kuzeyde küçük bir devlet olarak bırakılması, Türkiye ile birleşmesinin önlenmesi, ikiye bölünerek büyük parçanın İran devleti çatısı altında kalması, Azerilerin kendi toprağı olan Dağlık Karabağ bölgesinin  ayrı bir devlet olarak ilan edilmesi ve de Rus desteği ile bugünkü küçük Ermenistan’ın, Azerbaycan topraklarının yüzde yirmisini işgal etmesi gibi sorunlar bölgede eskiden beri  var olan  haksızlıkların bugün de Azeriler için devam ettirildiğini  ortaya koymaktadır. Bölgede Kafkasya olgusunun devam etmesi yüzünden, kuzey bölgesinde karışık halk toplulukları da varlıklarını göstermek ve daha büyük devletler çatısı altında dayanışma içinde yola devam etmek istemelerine rağmen, haçlı-siyonist ittifakın bölgedeki Türk ve Müslüman varlığını küçültmeye dönük girişimleri yüzünden, batı destekli bir şımarık Ermenistan tıpkı Yunanistan ve İsrail gibi öne çıkarak bölgenin geleceğinde kendi çıkarları doğrultusunda yeni yapılanmaları zorlamaktadır. SSCB’nin dağılmasından sonra sıcak çatışmaların başlaması ve bugün de bu gibi savaş senaryolarının devam etmesi, tarih ve coğrafya bilimlerinin iyi incelemesi gereken konular olarak zamanımızdaki sıcak olayların çıkması için elverişli zemin yaratmaktadır. Her ara ve geçiş döneminde sıcak çatışmalara sahne olan güney Kafkasya bölgesinde tam anlamıyla bir doğu-batı çatışması yaşanmakta, garp cephesindeki oluşumlar merkezi coğrafyayı etkilemeye başladığı aşamada, şark cephesinde silahlar çekilmekte ve kanlı çatışmalar ile büyük devletler arasındaki siyasal gerginlikler, bu bölgede yeni kanlı olaylara yol açarak bölge insanlarının yitip gitmesine neden olmaktadır  Gayrimüslim yapılanma Osmanlı sonrasında bölgede kalan Türk ve Müslüman ahalinin ne olacağı sorununu öne çıkarmakta ve bu nüfus Orta Asya’ya geri gönderildikten sonra, bölgede ya Büyük İsrail ya da Yeni Bizans senaryoları  devreye sokularak merkezi coğrafya da tam anlamıyla bir gayrimüslim  yapılanma yaratılmaya çalışılmaktadır . Ermenistan-Yunanistan ve İsrail üçgeninin oluşturulmasının ana nedeni budur. Bu yüzden Türkiye bazen Ermenistan ile bazen da Yunanistan ile çatışmalara kışkırtılmaktadır.

                Bugün ortaya çıkan Kafkas cephesi çatışmalarının geçmiştekilere oranla biraz farklı olduğu dile getirilmekte ve buna göre yeni dönemin koşullarının iyi anlaşılarak bir tavır alınması sayesinde sorunun çözüme doğru çekilmesine çalışılmaktadır. Ne var ki, arka planda kalan dünya dengelerinin değiştiği aşamada işin içine yeni dönemde İsrail devletinin girdiği görülmektedir. İsrail tıpkı ABD ve İngiltere gibi bölgede askeri üsler kurmakta, Eritre, Somali ve Güney Sudan’dan sonra Azerbaycan’da en büyük üssünü açtığı bilinmektedir. Dünya dengeleri değiştiği için İsrail öne çıkarak daha etkili bir lobi çalışmasına girerek, Rusya, İngiltere, ABD ve Fransa gibi emperyal oyuncular gibi hareket etmeye başlamıştır. İsrail dışişleri bakanlığı bir toplantı vesilesi ile en büyük dostları olarak Azerbaycan’ı ilan etmişlerdir. İsrail’in aktif bir biçimde devreye girmesiyle bu ülkede anayasa değişikliğine gidilmiş ve cumhurbaşkanının karısı günümüzde Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı yardımcısı konumuna getirilmiştir. Ermenistan eski lobiler aracılığı ile bir şeyler yapamazken ve geride kalırken Azerbaycan yeni dönemde bir Asya ülkesi görünümünden koparak bir Avrupa ülkesi konumuna gelmiştir. Yüksek petrol ve doğalgaz gelirini yabancı petrol şirketleriyle paylaşan Azerbaycan, bunlar üzerinde çok etkin olan İsrail’in araya girmesiyle birlikte Türkiye’ye karşı mesafeli davranmaya başlamış, bu küçük ülkeye yakınlaşarak hem ekonomik hem de askeri açıdan daha güçlü bir konuma gelmiştir. Eskisine oranla daha güçlü bir Azerbaycan devleti öne çıkarken, Ermenistan’ın eskisi kadar batı dünyasından destek alamadığı görülmektedir. Bu durum da Siyonist lobilerin ne kadar başarılı çalıştıklarını bir kez daha kanıtlamaktadır.

                Türkiye zaman zaman Ermenistan ile bazen da Yunanistan ile sürekli olarak çatışmakta ama diğer gayrimüslim ülke olarak İsrail ile bunlar kadar çatışmamaktadır. Türkiye doğuda Ermenistan ile batıda Yunanistan ile eski Osmanlı hinterlandı üzerinden sürekli olarak açıktan karşı karşıya gelmekte  ama Türkiye’nin alttan almasıyla İsrail ile  hiçbir biçimde  bu tür gerginlikler yaşanmamakta ama  bugün Azerbaycan üzerinde güç kazanan İsrail, Türkiye ile bu ülkenin arasına girerek gelecekte bir Türkiye-Azerbaycan birlikteliğine ya da İran’ın dağılması aşamasında Güney ve Kuzey Azerbaycan devletlerinin birleşerek  merkezi alanda çok güçlü bir birleşik  Azeri devleti kurulmasını önleyeceği  anlaşılmaktadır. Nüfus oranları yüzde doksanlarda Türk asıllı olan Türkiye ve Azerbaycan devletlerinin yakınlaşması ya da birleşmelerinin, İsrail ya da Yeni Bizans projeleri içinde  mümkün olamayacağı, zaten Rusya’nın büyük devlet olma projesi içinde günümüz koşullarında ortaya çıkan dış  müdahaleler  ile kalıcı bir Ermeni ve Azeri barışı önlenirken , Kafkas bölgesinde en etkili çatışma süreci olarak Ermeni ve Azeri savaşları emperyal  güçlerin bölgeye müdahale amaçlı girişimlerine de elverişli bir ortam yaratmaktadır . Orta Doğu, Orta Asya, Balkanlar ve Kafkaslar gibi bölgeleri gelecekte bir araya getirecek bir merkezi coğrafya planı doğrultusunda gelişmeler ABD, İsrail ve İngiltere gibi emperyal devletler tarafından yönlendirilirken, bu bölgelerdeki bütün sıcak çatışmalar proje sahibi emperyalistlerin öne geçmelerine yol açmaktadır. Bu yüzden de değişen dünya konjonktürüne göre öne çıkan emperyal devletler yeryüzü kıtaları üzerinde ortaya çıkan bütün sıcak sorunlara kendi çıkarları doğrultusunda dışarıdan el koymaktadırlar. Küreselleşme sürecinde ortaya çıkan bu durum küresel emperyalizmin ya da siyonizmin aldığı biçimlere göre etkilenmektedir. Orta Doğu bölgesinin küçük devletinin Kafkaslar’da yaşanan sıcak çatışmalarda çok etkili olarak devreye girmesinin ana nedeni dünya çapında kurulmuş olan Siyonist örgütlenmedir. Kuzey Afrika ve Orta Doğu’dan sonra Kafkas bölgesinde de Siyonist devletin askeri üs kurması, Rus denetimi altında hareketsiz kalan Ermenistan’ı zayıflatmış, ABD ve batı bloku üzerinden geliştirilen Siyonist örgütlenme sayesinde de Azerbaycan güçlenmiştir. Ne var ki, bağımsız kuzey Azerbaycan’ın Türkiye ile ya da Güney Azerbaycan ile birleşme yasağı devam etmekte, küresel gelişmelerin bölgeye yansıyan etkilerine göre Azerbaycan’ın kaderinin de değişeceği ön görülmektedir.

                Dağlık Karabağ bölgesi civarındaki sıcak çatışmaların Azerbaycan açısından değerlendirmesi ile Türkiye açısından ele alınması birbirinden çok farklı durumlar yaratmaktadır. Türkiye ve Azerbaycan dünya haritasında bulundukları konumları itibarıyla farklı jeopolitik konumlara sahip bulunmaktadırlar. Kuzey Azerbaycan Türk dünyasının küçük bir ülkesi olmasına rağmen, Türkiye Türk dünyasının büyük ülkelerinden birisidir. Bu çerçevede Dağlık Karabağ sorununa iki ülke kendi konumları açısından farklı bakmak durumundadırlar   Azerbaycan kendi çıkarları için İsrail’e yakınlaşırken Türkiye’ye karşı mesafeli davranmaktadır. Özellikle Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Azerbaycan devleti tarafından tanınmaması iki ülke arasında soğukluk meydana getirmiş ve yeni dönemde iki devletin kardeşlik söylemleri yakınlaşması sürecinin durmasına neden olmuştur. Bu arada batılı emperyalist ülkelerin Atatürk karşıtı bir çizgide Azerbaycan sorununu ele almaları da Türk ulusunun milliyetçi kesimlerinde çeşitli tepkiler yaratmıştır. I918 yılında ilk kurulan Azerbaycan cumhuriyetini Türkiye önce tanımış ve normal ilişkiler ile karşılıklı elçilikler açılmıştır. Ne var ki, daha sonraki aşamada Sovyetler Birliği’nin kurulması üzerine Azerbaycan bu birlik içinde yer almıştır. Bu aşamadan sonra elçilikler karşılıklı olarak kapatılarak, Türkiye-Azerbaycan karşılıklı ilişkileri soğuk savaş döneminde kesilmiştir. Sovyet sisteminin dağılması üzerine bağımsızlığını yeniden kazanan Azerbaycan Cumhuriyeti’ni gene ilk tanıyan devletlerden birisi olmuştur. Tarihsel süreç içinde yan yana iki komşu ve soydaş olan Türkiye ve Azerbaycan devletleri aradan demirperdenin geçtiği karşılıklı kamplarda yirminci yüzyılı yaşamışlardır. Demir perdenin kalktığı bir aşamada Türk ve Azeri devletlerinin bir araya gelmeleri beklenirken, araya yeni dönemin kutup başı ülkeleri girmiştir.  Onların hazırladığı küresel planlar doğrultusunda iki devletin bir araya gelmesi önlenmektedir.  

                Kafkasya’daki son savaş durumu Türkiye açısından ele alınırsa Ermenistan Azerbaycan’dan daha çok Türkiye için de bir tehdittir. Rusya’nın zorlaması ile kurulmuş küçük Ermenistan’ın Hrıstıyan lobileri aracılığı ile Büyük Ermenistan projesini gerçekleştirmeye yöneldiği açıktır. Kafkasya’da kurulu bulunan Ermenistan devletini doğu Ermenistan olarak adlandıran lobiler, Doğu Anadolu bölgesini de bütünüyle batı Ermenistan olarak ilan etmektedirler. Ermeni lobileri   Akdeniz kıyısında yeni Ermeni devletini Lübnan bölgesinde kurmaya çalışırken, Rusya kendi sınır dengelerini kurmak, Anadolu ve Kafkas Türklüğünün birleşmesini önlemek, gelecekte bir büyük Avrasya projesinin önünü kesmek üzere bugünkü Kafkasya Ermenistan’ının kurulmasını sağlamış ve Ermeni bıçağı uygulaması ile de iki devletin birleşmesini önleyerek bu bölgede kendisine karşı   yeni bir otorite merkezi ağırlığının oluşmasının önüne geçmiştir. Türk dünyasının Birinci Dünya savaşı sırasında bölünmüş durumunu Rusya bütün Avrasya kıtasını kendi sınırları içine alma doğrultusunda kullanmıştır. Yüzyılların Rus emperyalizmi batıdan gelen emperyal rüzgarlara karşı kendi hegemonyasını korumaya çalışırken, Çukurova bölgesinde yeniden kurulmaya çalışılan eski Klikya Ermenistan’ı projesi de kendiliğinden ortadan kalkıyordu. Gelecekte Ermeni devletinin hangi bölgede kurulacağı tartışmaları devam ederken, Kafkasya Ermenistan’ının genişletilmek istenmesi ve bu doğrultuda Doğu Anadolu’da yeniden yapılanma girişimlerinin günümüz koşullarında tekrar canlanması ve Suriye’den gelen beş milyon insan topluluğu içinde tehcirle gönderilen bazı topluluklarında bulunduğunun kamuoyu önünde açığa çıkmasıyla, Türk devletinin Kuvayı Milliye kazanımlarının iyice tehlike altına girdiği söylenmektedir. Osmanlı yıkılırken göçler yolu ile dünya ülkelerine dağılmış bulunan Ermenilerin yeni dönemde Yahudiler gibi geri dönerek, merkezi coğrafyada yeniden devletlerini kuracakları çeşitli kaynaklarda dile getirilmektedir. Hem savaş yolu ile hem de göçmen hareketleri ile tekrar Doğu Anadolu topraklarına yayılma hedefi içinde olan Ermenistan’ın yarın uygun bir zaman bulduğunda   Anadolu’nun doğu bölgelerinde referandum talebi ile gündeme geleceği ihtimali giderek artmaktadır.

                Ermeni-Azeri savaşlarında Türkiye her zaman için Azerbaycan’ın yanında olmak zorundadır. Emperyalist devletler Lazistan, Ermenistan ve Kürdistan devletlerini kurdurarak Türkiye’yi Kafkas bölgesinden uzaklaştırmanın arayışı içindedirler. Osmanlı devleti de bölünmemek için Anadolu Ermenilerinin Suriye’ye taşınması ve müstakbel Ermenistan’ın bugünkü Suriye topraklarında kurulması için tehcir yoluna gidildiği görülmüştür. Bugün Yeni Osmanlı projesi öne çıkartılırken, Osmanlıların uyguladığı tehcir planı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Yeni Sevr planları doğrultusunda bölgedeki devletler parçalanırken, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a bağlı bir mikro devlet haline getirilmek istenmesi birçok yönden çelişkiler ile dolu bir plan olarak görünmektedir. Bu tür çeşitli komplikasyonlar ile ilgili planların siyasal çözüm görünümünde uygulama alanına geçirilmek istenmesi ne Azerbaycan ile birlikte hem Türkiye’nin hem de bütün Türk dünyasının karış çıkması gerekmektedir. Yıllar sonra bir araya gelen Türk devletlerinin oluşturdukları Türk Keneş’i aracılığı ile hem Azerbaycan’a açıkça sahip çıkmaları hem de aralarındaki birliği güçlendirerek gelecekte bir Türk Devletleri Birliği’ne giden yolu açmaları gerekmektedir. Orta Asya’da özgürce yaşayan Türk asıllı toplulukların günümüzde aynı özgürlüğe Rus ve Çin federasyonları çatısı altında sahip olamadıkları ve bu yüzden de çok büyük baskılar altında kalarak ezildikleri, dünya kamuoyunu işgal eden ana sorunlardan birisi olarak günümüzde devam edip gitmektedir. Azerbaycan’a saldıranların Türkiye ve diğer Türk devletlerine saldırmış gibi konunun ele alınarak değerlendirilmesi bölge barışı açısından önem taşımaktadır.

                Nüfusunun yüzde doksanı Türk olan Azerbaycan bütün Türklerin ortak vatanı olarak görülmelidir. Avrupa Birliği bugün nasıl bir Hrıstıyan birliği olarak görülüyorsa, Türk devletleri de bir Türk Birliği çatısı altında böylesine bir birlik olarak kabul edilmelidir. Dolaylı olarak Türkiye’ye de yönelik bir saldırı olarak görülmesi gereken Ermeni saldırısının öz vatanımıza yapılmış olan bir saldırı olarak kabul edilmesiyle, Türkiye bütün olanaklarıyla Azerbaycan’ın yanında yer almalıdır. Azeri devletine yapılan haksız saldırıya karşı Türkler ve Azeriler kardeşlik dayanışması içinde bir vatan savunmasını ortaya koymalıdırlar. Türk milleti bu aşamada Kafkasyadaki gelişmelerden bir zafer haberi beklemektedir. Eski bir Türk toprağı olan Dağlık Karabağ’ın yeniden Türk toprağı olması gibi bir zafer duyurusu, bütün Türk dünyasını ayağa kaldıracak önemli bir gelişme olacaktır. Soğuk savaş sonrasında başlamış olan haksız Ermeni işgaline bu bölgede son verilmesiyle Dağlık Karabağ’ın yeniden Türk dünyasına dönüşünün müjdesi Türk devletlerinde dalgalanacaktır. Türkiye desteği ile Azerbaycan’ın caydırıcı gücü artacak ve bunun sonunda da yeniden Kafkas bölgesinde Türklerin egemenliğine giden yol açılacaktır. Kafkas bölgesinin bugünkü haritasına bakıldığı zaman, bölgenin geleceği açısından son derece karışık ve içinden çıkılmaz bir durumun varlığı görülmektedir. Bölgenin geleceği için haritanın barış amaçlı düzeltilmesi gerekmektedir.

                Bölge barışı açısından Rus emperyalizmine karşı bütün bölge devletlerinin iş birliği gerekebilir. Fransa, Rusya, Amerika, Çin ve İngiltere gibi büyük devletlerin kendi çıkarları doğrultusunda bu bölgede karışıklık çıkarmalarına izin verilmemelidir. Dünyanın en karışık yerlerinden birisi olan Kafkasya’nın yeniden çıbanbaşı konumuna getirilmesine, her kesimin dünya barışı açısından kesinlikle karşı çıkması zorunlu görünmektedir. Türkiye bu doğrultuda hem bölge devletleri ile hem de büyük devletler ile siyasal diyaloglar oluşturarak, Karabağ’da tutuşturulan ateşin bir üçüncü dünya savaşına giden yolun başlangıcı olmasına karşı mücadele etmelidir. Bu doğrultuda kalıcı bir sonuç alabilmek için kınama türü etkisiz tutumlardan kaçınılmalıdır. Ortak platformlar ve yardım organizasyonları savaş konumundaki Azerbaycan’a daha fazla katkı sağlayacaktır. Kafkasya’da barışın gerçekleşmesi, savaş ihtimalinin Orta Doğu ve Akdeniz bölgelerinde önlenmesine yardımcı olacaktır. Şark meselesinin bir an önce şark barışına dönüştürülmesi zorunlu görünmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

21 Eylül 2020 Pazartesi

İSRAİL‘ İN YOL HARİTASI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 İSRAİL‘ İN YOL HARİTASI

                Bu yazının başlığında yer alan birleşik kavram, Atlantik okyanusu kıyılarından merkezi coğrafyaya bakarak olayları değerlendirmeye çalışan oryantalist görüşün temsilcileri tarafından kullanılmaktadır. Beş yüz yıl önce okyanusun doğu kıyılarından dünyaya bakanlar, Londra merkezli bir dünya için değerlendirmeler yapıyorlar ve bu doğrultuda Britanya İmparatorluğunu oluşturmaya çalışıyorlardı. Okyanusun batı kıyılarında daha sonraki dönemlerde yeni bir süper dev ülke olarak dünya sahnesinde yerini alan Amerika’nın yayılmacılığı dönemi gündeme gelince, bu kez okyanusun batı kıyılarından bakanlar Amerika’nın yol haritasını çizmeye çaba göstermişlerdir. Yirminci yüzyılın sonlarına kadar ABD’nin yol haritası tartışılırken, Atlantik hegemonyası  doğrultusunda dünya haritasının orta bölgeleri ile kıtaların  doğusunda yer alan  geniş alanlardaki büyük ülkelerin durumları incelenmeye başlamıştır. Dünyayı Atlas okyanusu kıyısından yönetmeye çalışanlar, yirmi birinci yüzyıla doğru gidilirken, bu kez de kendi yarattıkları bir ülke olarak İsrail’in konumu ile ilgili oryantalist görüşler geliştirmeye çalışmışlar ve bu doğrultuda İsrail devletinin izlediği yolun hem haritasını çıkarmak için uğraşmışlar, hem de bu harita üzerinden siyasal gelişmelerin geleceğini tahmin ederek yönlendirmeye çalışmışlardır. Arap ve İslam dünyasının ortalarında bir Yahudi devleti kurulmasına yol açan İngiliz ve Amerikan devletleri, Atlantik emperyalizminin merkezi alana doğru açılan uzantısı konumundaki Siyonist devletin son durumu ve gelecekte karşılaşabileceği gelişmeler ile  ilgili olarak yeni oryantalist bakışlar geliştirmeye  bugün de  devam etmekte  ve   artık kontrol edemedikleri küçük İsrail devletinin önündeki yolu kendi açılarından açıklamaya çalışmaktadırlar.

             İsrail devletinin  iki kurucu devleti   oryantalist birikimin yansıması olarak  yol haritasını  belirlemeye çalışırken, iki büyük emperyalist gücün yavrusu olarak dünyaya gelen İsrail’de,  kendi çıkarları doğrultusunda   Kudüs  merkezli   bakış açıları  geliştirerek, Atlantik kıyılarında egemen olan lobilerinin desteği ile kendi yaklaşımlarını, ABD ve   İngiltere  Devletleri ne benimseterek uygulamaya geçirmenin çabası içinde olmuştur. Bu doğrultuda İsrail’in yol haritası kavramı içerik değiştirmiş ve bu kavram doğrudan İsrail devletinin çıkarları yönünde izleyeceği yol hattı olarak uluslararası alanda anlaşılmaya başlanmıştır. Bu çerçevede insanlığın Milattan sonra yaşadığı iki bin yıllık geçmişin izlerine dayanan yaklaşımlar ve gelişmeler, yirminci yüzyıl sonrasında da uluslararası alandaki gelişmeleri etkileyerek dünya tarihinin bu çizgide oluşumuna neden olmuştur. İsrail devleti iki bin yıllık bir rüyanın sonucunda kutsal topraklar ilan ettiği Orta Doğu’nun tam ortalarında siyasal bir örgütlenme olarak öne çıkarken, geleceğin dünyasında ABD ve Büyük Britanya gibi süper güçlerin yerini almaya yöneliyordu. Bütün dünyaya dağılmış güçlü, örgütlü ve zengin lobilerinin çabaları ile kurulmuş olan İsrail projesinin ilk aşaması ikinci dünya savaşı sonrasında yapılan antlaşmalar ve harita değişiklikleriyle ile tamamlanmıştır. İkinci aşamada bu devletin kurulduğu bölge içinde bir yere sahip olması doğrultusunda olaylar tırmandırılırken, yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içinde Arap –İsrail savaşları birbirini izlemiştir. Arap komşuları ile sürekli olarak savaşmak zorunda kalan bu küçük devlet, gene ABD ve İngiltere’nin fiili himayeleri ile bu dönemi de geride bırakmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılması ile birlikte gündeme gelen küreselleşme aşamasında ise, İsrail için üçüncü dönem gündeme gelmiştir. Bu doğrultuda Amerikan ordusu Basra körfezine gelerek ve bölgesel işgale girişerek bütün Orta Doğu ülkelerini yeni bir ateş çemberi içine atarak, saldırı savaşları yolu ile İsrail’in genişlemesi sürecinin tamamlanmasına giden yolu açmıştır.

                Büyük İsrail projesinin ilk aşamasını lobiler aracılığı ile tamamlayan Siyonist devlet, ikinci aşamada küçük devlet aracılığı ile kendisini bölge devletlerine kabul ettirmeye çalışmıştır. Ne var ki, küçük devlet olarak yola devam etmesi mümkün olamayacağı yarım yüzyıllık Arap-İsrail savaşları ile ortaya çıktığı için, büyümek doğrultusunda yeni adımlar atılabilmesi ancak Atlantik güçlerinin desteği ile mümkün olabiliyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasından yararlanmak isteyen ABD ve İngiltere ikilisi Basra körfezine asker göndererek, Irak üzerinden savaşları bütün bölgeye yaymanın arayışı içinde olmuşlardır. İsrail bu iki büyük gücü etkili lobileri ile kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmiş ve böylece İsrail’in yol haritası gene eskisi gibi Atlantik kıyılarından belirlenebilmiştir. İsrail lobileri aynı zamanda bütün dünya ülkelerinde ekonomiyi kontrol eden güçlü kapitalist gruplar olduğu için bazen ekonomi üzerinden bazen da siyasal gelişmeler üzerinden, Büyük İsrail projesini uygulama alanına yansıtmışlar ve bölge devletlerini kontrol altına alma hedefi doğrultusunda kendi çıkarlarını siyasal çözüm görünümünde dünya ülkelerine kabul ettirmeye çalışmışlardır. Soğuk savaş sonrasında gelişmeler ısınmaya başlayınca ve Büyük İsrail projesinin üçüncü aşamasında bölgesel genişleme savaşları öne çıkınca, Irak savaşı sonrasında Suriye’de benzeri bir senaryo doğrultusunda silah ve para yardımları ile  terör örgütleri desteklenerek ve  kullanılarak yola devam edilmeye  çalışılmıştır. Irak ve Suriye sonrasında üçüncü büyük devlet olarak İran belirlenmiş ve bu doğrultuda terör örgütleri aracılığı ile yayılma savaşı son aşamada İran’a doğru yönlendirilmeye çalışılmış ama bu planda tam anlamıyla bir başarısızlık ortaya çıkınca, Atlantik emperyalizmi destekli savaş senaryoları ileyola devam edilemeyeceği kesinlik kazanmıştır. Son aşamada İran’ın arkasına bütün doğu devletleri geçince Atlantik kışkırtmalı Siyonist planlar hedefe ulaşamamıştır.

                İsrail küçük bir devlet olarak Atlantik emperyalizmi destekli büyümeye öncelik tanırken, hedef alınan ülkeler ile ortak sınırı olan Türkiye’de dolaylı yollardan batı blokunun karşısına alınmıştır. Irak ve Suriye’yi yıkanlar yeni aşamada Türkiye ve İran gibi iki büyük Türk devletini birbiriyle savaşmaya doğru yönlendirmeye çalışmışlardır. İran’da yaşamakta olan Doğu Türkleri ile Türkiye’de yaşayan Batı Türklerini  Siyonist yayılma planları doğrultusunda çarpıştırarak yok etmeyi hedefleyen bu tür yeni emperyalizm  planları,  merkezi coğrafya ve doğu bölgesi devletlerinin dayanışmalarıyla önlenmiştir. Yirminci yüzyılın ilk yarısında yeni bir dünya düzeni kurulurken tarih sahnesine çıkan ulus devletler, terör örgütleri ve bölgesel savaşlar aracılığı ile bölünmemek için bir araya gelmeye başlamışlar ve parçalanmayı önleyici önlemler alarak, dayanışma içinde batıdan gelen emperyal saldırılara karşı direnişi zamanla uluslararası alanda savunma örgütlenmesine dönüştürmüşlerdir. Böylesine bir yeni durum karşısında yayılma amaçlı savaşlar aracılığı ile küçük devletin zorla büyütülemeyeceği ortaya çıkmıştır. İsrail yüzünden bütün dünya ülkeleri ile karşı karşıya gelen Amerikan ve İngiliz devletleri yeni dönemde barış konferansları düzenleyerek küstürdükleri dünya devletleri ile barışabilmenin yollarını aramışlardır. Orta Doğu’da dünyaya zamanında egemen olmuş olan büyük güçler, yeni dönemde küçük İsrail devletinin kuklası konumuna düşmekten uzaklaşmaya başlayarak yepyeni bir dünya barışı arayışı içinde olmuşlardır. Her kıtada toplanan barış konferansları ile de dünya ülkelerine yeni küresel emperyalizm kabul ettirilemeyince bu kez olağan dışı yeni bir yol denemek üzere orta çağ dünyasında görülen biyolojik virüs savaşlarının önü açılmıştır. ABD’deki güçlü lobiler yeni bir elektronik düzen ile dünyayı teslim almaya doğru zorlanırken,  bu kez uçaklar yolu ile dünyaya yayılan virüsler insanlığı evlerine hapsolmaya zorlamıştır. Savaşlar ve barış girişimleri ile sonuç alamayan Atlantikçi Siyonistler, bu aşamada yeni bir ortaçağın kapısını virüs savaşları ile açabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Evdeki hesabın çarşıya uymaması üzerine geliştirilmeye çalışılan yeni atılımlar ile Büyük İsrail İmparatorluğu oluşturmak doğrultusundaki Siyonist planın önü bugün biyolojik savaşlar yolu ile açılmaya çalışılmaktadır.

                Normal koşullarda barış ya da savaş politikaları ile yola devam etme şansı bulamayan  İsrail devleti kendi hazırlamış olduğu yol haritasına devam etmek üzere, Bill  Gates  vakfı gibi  bazı Siyonist lobiler aracılığı ile  bugün gelinen son aşamada bütün dünyayı bir biyolojik savaş senaryosu ile karşı karşıya getirmişlerdir. Kendisine bağlı lobiler üzerinden  barış ortamlarında yol haritasının başlangıç kısmında yolunu bularak ilerleme sağlayan Siyonist devlet, Britanya ve Amerikan imparatorlukları gibi büyük  devletlerin destekleri ile barışın bittiği yerde savaş dönemini başlatmış ve bu doğrultuda akla gelen her türlü savaş senaryosu, merkezi coğrafyayı ele geçirmek üzere gizli servisler aracılığı ile birbiri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir. Devletin kurulmasından hemen sonra komşular ile başlatılan savaş senaryolarına daha sonraki aşamada tüm bölge devletlerinin katılması sağlanarak, batı emperyalizminin gücü Orta Doğu devletlerini çökertmek ve parçalamak doğrultusunda kullanılmaya çalışılmıştır. Dünya tarihinde her zaman önde gelen bir yere sahip olan Musevi lobilerinin tek bir Siyonist merkez tarafından yönlendirilmeye başlanması ile, yol haritası daha istikrarlı bir biçimde çizilerek ve uluslararası konjonktürün kaos ortamına doğru sürüklenmesinden yararlanarak, bölge devletleri ile oynayan ve bunların ortadan kalkmasına yol açabilecek siyasal senaryoların devreye sokulması ile,  her şeye rağmen İsrail’in yol haritasında Siyonist ilerleme devam etmektedir. Büyük İsrail Projesinin önüne çıkan her türlü engel, uluslararası dengeler ve siyasal senaryolar aracılığı ile aşılmakta ve böylece İsrail’in yol haritasında Siyonist planlar doğrultusunda yola devam edilmektedir.

                İki bin yıllık maceranın başladığı zaman diliminden bu yana Orta Doğu’daki kutsal topraklarına dönerek, orta dünya merkezli bir büyük dünya devleti kurma senaryosu doğrultusunda Kudüs’ü  başkent ilan eden yaklaşım, şimdi  bu şehri önce Orta Doğu’nun sonra da dünyanın başkenti  olarak ilan etmeye çalışmaktadır. Kudüs her yerin başkenti olmaya doğru hazırlanırken geçen yüzyıldan gelen ulus devletler yıkılmaya çalışılmakta ve ulusların yerine kentleri devreye sokarak ortaçağın yaşam modeli olarak şehir devletleri yeniden oluşturulmaya çalışılmaktadır. Kudüs’ün resmen yeni başkent ilan edildiği aşamada İstanbul, Ankara, Bakü, Tahran, Bağdat, Şam  ve Kahire gibi eski   başkentlerde  yeniden yapılanma çalışmaları öne çıkarılmakta ve bölge devletlerinin başkentleri üzerinden  bölgesel güç haline gelme planları uygulama alanına getirilmeye çalışılmaktadır. Bölge kentlerini karşı karşıya getirmek ve kent merkezli yeni bölgesel yapılanmaları ortaya çıkarabilmek için Kudüs üzerinden geliştirilen bölgesel federasyon projesi,  kentleşme görünümünde bütün bölge ülkelerine zorla uygulattırılmaya çalışılmaktadır. Kentsel dönüşüm projeleri sadece eski binaların yıkılıp yeniden yapılanması hedefi ile yapılmamakta, aynı zamanda bazı kentler yeni bölgesel merkez olmaya doğru yapılandırılarak özerk eyalet devletleri üzerinden federasyonlaşma  oluşumu, merkezi coğrafyadaki eski Osmanlı toprakları üzerinde  gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda Büyük İsrail projesi uygulamada  Büyük Kudüs oluşumuna dönüştürülerek  vebölgedeki ulus devletlerin başkentleri devlet merkezi  olmaktan çıkartılarak, yeni federasyon çatısı altında yer alacak eyalet devletleri   kurmak  için çaba sarf edilmektedir. Irak’ın üç eyalete bölünmesinden sonra şimdi sıra  Suriye’den üç, İran’dan  beş, Arabistan’dan beş ve Türkiye’den yedi eyalet çıkmasına  gelmiştir. Bu doğrultuda bölge başkentleri devre dışı bırakılırken ulus devlet ülkesi içinde yer alan devletin ülkesi yeni bölgeselleşme planları üzerinden,  şehir devletlerine doğru dönüştürülmek istenmektedir. Batı emperyalizminin ordularının bölerek işgal ettiği topraklar üzerindeki askerlerinin geri çekilme zamanı gelirken, terör örgütleri ve işgal ordularının yerine bölgesel kantonlar kurulmaya çalışılmaktadır. Geleceğin bölgesel federasyonuna doğru Orta Doğu ülkeleri zorlanırken, Siyonist dünya imparatorluğu planı aksatılmadan yürütülmektedir. Bu aşamada her şey Büyük İsrail planının gerçekleştirilmesine bağlı olarak yönlendirilmeye çalışılmaktadır.

                Soğuk savaş yıllarındaki gizlilik ortamında Siyonist plan gizlice uygulanırken, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra küreselleşme ortamına girilmiştir.Bu  küresel  merkez ilan edilen Açık Toplum  Enstitüsü üzerinden  açıklık ilkesi bütün dünya ülkelerine benimsetilmeye çalışılırken, Kutsal kitaplardaki senaryolara dayanan Siyonist proje de yeni dönemde  basın ve medya organlarında açıktan konuşulmaya başlanmıştır. 1980'ler döneminde  Sosyalist sistem yıkılırken Siyonist sistemin kurulmasıile ilgili plan  resmen açıklığa kavuşturuluyordu. 1852 yılında Britanya İmparatorluğunun başbakanı olan  Benjamin Disraelli aslında  iki asır öncesinden  merkezi alandaki Osmanlı sonrası yeni yapılanma modelini  ortaya koymuştu. O dönemde Osmanlı sonrası Orta Doğu olarak hazırlanmış olan bu yeni yapılanma projesi, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr planı olarak gündeme getirilmiş ve küreselleşme sonrasında da  bu plan Büyük İsrail Projesi olarak öne çıkarılmıştır . Balkanlar’daki küçük devletçiklerin oluşumu ile ortaya çıkan Balkanizasyon planının, yeni dönemde İsrail’in öncülüğünde Orta Doğu’ya taşınması,  Büyük İsrail İmparatorluğunu oluşturmak ve bölgedeki ulus devletler düzeninin yıkmak amacıyla   zorunlu görünüyordu. İngiliz başbakanı Disraelli  Büyük İsrail’in kurulmasına giden Siyonist planı  yüz yıl öncesinden açıklarken, Britanya  Krallığı  ile  Amerikan imparatorluğunun  gelecekteki misyonlarının da sınırlarını çizmiş oluyordu. Osmanlı devletini geçici bir devlet olarak gören Atlantik emperyalistleri, Osmanlı sonrasının hazırlıklarını iki yüz yıl önceden  yapıyorlardı. Emperyalistler bu coğrafyada Avrupa tipi ulus devlet istemezlerken, gelecekteki küresel emperyalizm düzeninin temeli olacak biçimde kent merkezli eyaletler üzerinden, bölgesel  İsrail federasyonun alt yapısını hazırlıyorlardı. Bu çerçevede geçmişten gelen uluslararası birikim ve büyük devletler ile güç merkezlerinin merkezi bölgeyi kontrol etme istekleri, yirminci yüzyılın bölgedeki düzeninin ortadan kalkmasına neden olarak yeni Siyonist yapılanmanın önünü açıyordu.

                Oded Yinon isimli  Amerikalı bir Yahudi  Orta Doğu uzmanı  , “I980’li yıllarda İsrail için bir strateji” isimli çalışmasını  I981 yılında  Amerikan Yahudi lobilerinin dergisi olan Kivinum isimli  bir yayında dünya kamuoyuna açıklıyordu. Oded Yinon aslında bu çalışması ile, Benjamin Disraelli’nin 1852 tarihli yeni Orta Doğu planını yirminci yüzyıla taşıyarak, 21. Yüzyılın Siyonist  planına  zemin hazırlıyordu. Oded Yinon planı, İsrail’i çevreleyen bütün devletlerin parçalanmasına dönük olduğu için bölgede yeni oluşturulacak Fas, Tunus ve Cezayir benzeri  şehir merkezli eyaletler aracılığı ile,  Kudüs merkezli bir  Büyük İsrail Federasyonunu gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Soğuk savaş sonrasında merkezi alandaki savaşlar aracılığı ile önce Irak daha sonra da Suriye devletlerinin iç savaşlar aracılığı ile parçalanmaları gündeme gelmiş, ayrıca en sonunda merkezi alanının iki büyük devleti olan Türkiye ve İran’ın parçalanması doğrultusunda terör ve savaş rüzgarları bu iki ülkenin üzerine doğru yönlendirilmiştir. Türkiye’deki laik ve dinci kesimler sürekli kışkırtılarak mezhep çatışmaları üzerinden bir yeni savaş senaryosu Türk-İran savaşı olarak hazırlanmış ve bu doğrultuda provakasyonlar bir biri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir. Ayrıca Suudi Arabistan, Mısır, Yemen, Ürdün  ve Libya gibi bölge devletlerinin de Balkanizasyonun Orta Doğuya taşınması doğrultusunda iç savaşlar ve terör kışkırtmaları ile bölünmesi  planı, ABD ve İsrail destekli olarak bölge devletlerinin üzerine yeni yapılanma atılımı olarak  empoze edilmeye devam edilmiştir. İşte bu aşamada  ABD’yi yönlendiren İsrail lobileri bu büyük ülkenin desteği ile, hem kendi kurdukları terör örgütlerini hem de  gizli servislerini bölge devletlerinin parçalanmaları doğrultusunda  yoğun bir biçimde desteklemişlerdir. İsrail bu aşamada yol haritasını bölge devletlerinin tümünün bölünmesi doğrultusunda yönlendirmeye çalışmış ve bölge devletlerinin kendilerini savunmalarına giden yolların dış destekler ile kesilmesine çalışmıştır. Orta Doğu parçalanırken genişletilmiş hegemonya projesi doğrultusunda  Kuzey Afrika ülkeleri üzerinde de baskı ve yönlendirme siyasetleri  gündeme getirilerek, Türkiye  Kuzey Afrika ülkelerinde ABD çizgisinde kullanılmaya çalışılmıştır.

Eski Birleşmiş Milletler genel sekreteri olan Mısırlı Kıpti –Hırıstıyan diplomat Butros Gali, bölgedeki sıcak olayların gelişmesi üzerine  “Önce mikro milliyetçilik, sonra makro devletçilik” diyerek  İsrail’in başlatmış olduğu Siyonist imparatorluk projesine destek çıkan bir yaklaşımı öne çıkarmıştır. Bütün dünya bölgelerindeki İsrail lobileri var oldukları ülkelerde rüzgarlar estirerek  Büyük İsrail projesine açıktan destek çıkan bir yeni atmosfer yaratmışlardır. Başta ABD olmak üzere Rusya  ve Avrupa ülkelerinde etkin olan  Siyonist lobilerin etkin çalışmaları sayesinde, İsrail yol haritasında ilerleme fırsatı bulmuş ve bölge ülkelerini içeriden ele geçirme şansını elde ederek, bölücü ve parçalayıcı planları doğrultusunda, Orta Doğu devletlerini yönlendirme  işini yol haritasına uygun bir biçimde gerçekleştirmiştir. Merkezi coğrafyanın geleceği ile ilgili Siyonist planının bugüne kadar  eksiksiz uygulanması  gelecekte de bu plan doğrultusunda projenin  tamamlanacağına dair bir görünüm yaratmaktadır. Özellikle dünya ülkelerindeki İsrail lobileri bu doğrultuda  kendilerinden yana bir kamuoyu oluşturmaya  öncelik verdikleri için, güçlü Siyonist örgütlenmenin sağlayacağı destekleri kullanarak, Siyonizmin yol haritasında İsrail devletinin   Büyük İsrail projesi doğrultusunda yeni adımların atacağı görülmektedir. Her türlü olumsuz koşullar ve engellere rağmen iki yüz yıldır dikkatli bir biçimde izlenen ve yönlendirilen yol haritasına yeni gelişmelerle kesinlikle  devam edileceği  anlaşılmaktadır.  Bu doğrultuda Büyük İsrail planının gerçekleşeceğine dair dünya kamuoyunda karamsar bir beklenti ortamı yaratılmaktadır. Balkanizasyonun  merkezi coğrafyaya taşınması demek bölgedeki ulus devletlerin alt kimlikli oluşumlar ile parçalanması anlamına gelmektedir. Böylesine bir durumu Osmanlı sonrası kurulmuş olan ulus devletlerin kabul etmesi mümkün olamayacağı için yeni bir savaş dönemi yaratılarak böyle bir plan doğrultusunda bölge devletlerinin parçalanması amaçlandığı için merkezi alanın geleceğinde gene savaşların zorlama yollar kullanılarak çıkartılacağı görülmektedir. İsrail’in yol haritasının bu nedenle geleceğe dönük birçok savaş senaryosu ile dolu olduğu anlaşılmaktadır. İsrail önce komşularının ve daha sonrada bölge devletlerinin parçalanarak kent merkezli  eyaletlere dönüştürülmesine öncelik vereceği için, saldırgan  savaşlarla parçalayarak var olan devlet düzenlerini yok edici bir macera karşısında, ortaya çıkacak bir felaket senaryosuna  dünya devletlerinin karşı duracağı görüldüğü için, İsrail lobileri bir üçüncü dünya savaşı senaryosu ile hedefe ulaşılabileceği düşüncesi ile bir çok ülkenin kamuoyunda  savaş kışkırtıcılığı yapmaktadırlar. Bir din devleti olan İsrail din tarihine dayanan senaryolar üzerinden bir üçüncü dünya savaşını günümüz koşullarında gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Teknolojinin getirdiği yeni yapılar üzerinden yok edici bir cihan savaşının örgütlenmesine her alanda ortam yaratılmakta ve daha önceki iki büyük dünya savaşının uzantısı olarak üçüncü bir dünya savaşı, Siyonist lobiler aracılığı ile tezgahlanmaya çalışılmaktadır. Ekonomik ve siyasal alanlardaki savaş senaryolarına dinler ve mezhepler üzerinden yeni girişimlerin eklenmesi ile birlikte, merkezi coğrafyanın bütünüyle savaş alanı olacağı görülmektedir.

                Günümüzde Büyük Orta Doğu adı verilen Büyük Orta Doğu Projesi aslında bir Amerikan projesi değildir.  Bu plan iyi incelendiği zaman  özünde Büyük İsrail Projesinin bulunduğu ve bunun ancak Amerikan desteği ile gerçekleşebileceği görüldüğü için böyle bir isim kullanıldığı anlaşılmaktadır. Günümüzün  süper gücü olan ABD’nin  Siyonizmin hedefleri doğrultusunda  kullanılabilmesi için, bugünBüyük İsrail Projesi bir bölgesel oluşum  planı olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Siyonist plan bütün dünya ülkelerine yayılmış olan Yahudileri  bir ulus devlet olarak  Büyük İsrail çatısı altında  toplamayı hedef aldığı için, en az on milyonluk bir nüfus toplanması  ile imparatorluğun çekirdek merkezi devletinin  oluşumu   ilk aşamada üniter bir yapıda düşünülmektedir. Bu doğrultuda önce Batı Şeria, Gazze, Golanve bütün Filistin alanlarının Kudüs’e bağlanması gündeme alınmaktadır. İkinci planda ise Lübnan’ın işgali ile Suriye’nin bölünmesi sonrasında  Şam merkezli güney Suriye topraklarının da İsrail’e katılması amaçlanmaktadır.  Bu aşamada İsrail’in  gelecekte  kendisinin  korunabilmesi için kurulmuş olan iki tampon devleti işgal ederek ortadan kaldırması planlanmaktadır. Suriye’ye karşı tampon devlet olarak kurulan Lübnan’ın işgalinden sonra  sıranın Irak’a karşı bir tampon devlet olarak kurulmuş olan Ürdün’ün işgaline geleceği anlaşılmaktadır. Hırıstıyan Araplar için kurulmuş olan Lübnan ile, Orta Doğu Çerkezlerini esas alan bir toplum yapısı ile  Ürdün devletinin de işgal edilerek parçalanması sonraki aşamada planlanmakta ve bu küçük ülke nüfusunun yarısına yakınını oluşturan bölgedeki  Çerkez ahalinin yeniden Kuzey Kafkasya’ya gönderilerek  Rusya’ya karşı bir Müslüman kurtuluş hareketinin Kafkasya bölgesinde örgütlenmesi düşünülmektedir. Ayrıca Filistin’den kovulacak Arapların,  beşe bölünecek Suudi Arabistan topraklarının kuzey bölgesinde kurulacak bir yeni Ürdün devletinin çatısı altında var olmalarını sağlayacak planlar da bu aşamada hazırlanmaktadır. Bir taraftan Arabistan topraklarında yeni Ürdün oluşturulurken, diğer yandan Ürdün’ün nüfus yapısı değiştirilmekte ve bu ülkedeki Çerkezler yeniden Kafkasya’ya gönderilirken yurtsuz kalmış olan Filistinlilerin yeni Ürdün devletinin çatısı altında toplanması sağlanarak Filistin bölgesinin bütünüyle  İsrail devletine verilmesi düşünülmektedir. Böylece merkezde bir üniter Yahudi devleti  federasyonun merkezi  alanı olarak kurulurken, ahali kaydırması yapılarak Çerkezler ve Filistinliler ile Hrıstıyan Araplar için yeni ülkelerin oluşturulması gündeme getirilmektedir. Suriye’nin beşe ya da üçe bölünmesi aşamasında  Lübnan’daki  Hrıstıyan Araplar için  Suriye sahillerinde ayrı bir eyalet yapılanmasının hazırlandığı son gelişmeler ile ortaya çıkmıştır.

                Suriye’nin parçalanması sonrasında  Lübnan ve Ürdün’ün işgali, Filistinli Müslümanlar’ın  yeni Ürdün’e aktarılması  ile Hırıstıyan Lübnanlıların Suriye topraklarına sürülmesi   birbiri ardı sıra  gündeme getirilerek  Kudüs merkezli Büyük İsrail’in bir an önce kurulabilmesine çalışılırken, Libya savaşının bütün Kuzey Afrika’ya yayılarak bölge devletlerini parçalaması ile, Suriye ve Irak üzerinden başlatılacak yeni savaş senaryoları ile, Türk-İran savaşının da çıkartılmasına çalışılacağı açıkça bu  plan dahilinde  gündeme geleceği şimdiden belli olmuştur. Bölgeye komşu olan Balkanlar’da, Anadolu ve Kafkasya’da Orta Doğu’daki çatışmaların ve hegemonya saldırılarının yansımaları olabileceği ve bu gibi olaylara Avrupa ülkeleri ya da Çin, Hindistan ve Rusya gibi büyük ülkelerin müdahale edebileceği  söz konusu olursa, o zaman bölge devletlerinin saldırı ve işgali ile sürükleneceği sıcak çatışma ortamı  daha sonraki aşamada yeni bir üçüncü dünya savaşı oluşumuna yol açabilecektir. Dünyanın gelmiş olduğu yeni dönemde her konunun açıklığa kavuşması doğrultusunda  merkezi hegemonyayı ele geçirmeyi hedefleyen Siyonist planın esaslarının da, açıklığa kavuşturularak bölge ülkelerinin geleceği açısından tartışılmasında evrensel barış açısından gerek vardır. Osmanlı İmparatorluğunun tasfiyesi sonrasında bu bölgede kurulmuş olan devletleri yapay oluşumlar olarak gören batılı merkezler,  bu devletlerin sınır değişiklikleri ile kolaylıkla ortadan kalkabileceğini dile getirmektedirler. Bölge devletlerini benzin istasyonu olarak gören ve alay eden batılı devletler kendi içlerindeki güçlü İsrail lobilerinin ağırlığı yüzünden Siyonizmin ortaya çıkardığı çöküş ve dağılma senaryolarını ciddi boyutlarda ele alarak tartışamamaktadırlar. İsrail genel bir yol haritası olarak bölge devletleri içindeki güçlü lobilerini yeni dönemde de kullanmanın girişimlerini düzenli olarak sürdürmektedir.

                Sovyetler Birliği’ne karşı hür dünyayı temsil ettiğini söyleyen batı devletleri, sosyalist sistemin çöküşünden sonra bölünmüşler ve özellikle İsrail lobilerinin batı ülkelerindeki etkinliklerine kızan bazı batı devletleri, ABD hegemonyası altında kurulmuş olan Nato savunma  örgütünden çıkmayı planlamışlardır. Özellikle Fransa ve Almanya gibi büyük Avrupa devletleri İsrail kontrolü altına girmiş ABD’ye kızdıkları için Nato’dan ayrılarak bir Avrupa ordusu kurabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Rusya ile paslaşan Almanya’nın bu gibi girişimlerinden rahatsız olan ABD, bunun üzerine İsrail’in yardımları ile Orta Doğu’da bir Arap Nato’ su kurabilmenin yollarını aramıştır. İki bin yıllık bir süre içinde  iki tek tanrılı din çekişmeleri devam ederken, bir  Yahudi devleti olarak İsrail’in kuruluşuna  Hrıstıyan batı devletleri her zaman için karşı çıkmışlar   ve bu yüzden  İsrail Avrupa kıtası içinde değil ama  Orta Doğu’nun Asya topraklarında kurularak  devletleşme şansını elde edebilmiştir. ABD’de Siyonizme inanan Evanjelik tarikatının mensupları  İsrail macerasının ilerlemesine yardımcı olurken,  İslam  devletlerin büyük çoğunluğu  emperyal bir saldırı ile gelen Siyonist devletin kuruluşuna karşı çıkmışlar ve sonraki aşamada da genişleme amaçlı saldırı savaşlarına karşı her zaman için karşı çıkarak bölge devletinden yana olmuşlardır. Bu yüzden İsrail’in yol haritası, merkezi alanda her zaman saldırı senaryoları ile birlikte savunma stratejileri ile de uğraşmak olmuştur.

                Avrupa ordusuna karşı bir Arap Nato’su peşinde koşan  ABD, İsrail’in güvenliği için  bölgesel bir savunma örgütünü oluştururken ,İsrail’in komşuları ile barışmasına öncelik verilmiş ve ABD’nin arabuluculuğu ile İsrail  ve   Arap ülkeleri arasında  yakınlaşmalar gündeme gelmiştir. Kuruluşundan sonra yarım yüzyıl bölge devletleri ile savaşmak zorunda kalan İsrail, sonraki aşamada ABD aracılığı ile Nato korumasından yararlanmıştır. Küreselleşme ile birlikte ABD ordusunun bölgeye gelerek sıcak savaşlara yönelmesi İsrail’i Arap ülkeleri ile savaştan kurtarmış ve ABD’nin öncülüğünde batı savunma sistemi  Yahudi devletini bölgedeki İslam yoğunluğuna karşı koruma  yoluna  gitmiştir. Arap milliyetçiliğinin önderi Saddam Hüseyin’in öldürülmesinden sonra, Arap ülkeleri arasındaki dayanışma ortadan kaldırılmış ve bölge devletlerinin  el altından gizli yollar denenerek  yakınlaşma içinde  olmaları sağlanmıştır. İsrail’in güvenliği için İran’a yönelik saldırılar artırılırken İsrail küçük körfez ülkeleri ile yakınlaşmaya yönlendirilmiş, İran’a karşı bir Sünni Arap bloku oluşturulurken  küçük devletler sonrasında Suudi Arabistan ve Mısır gibi büyük Arap devletleri de, ABD baskıları altında İsrail ile açıktan ilişkiler kurarak, Orta Doğu ‘da İsrail lobilerinin istediği gibi  Amerika ve Arap dünyası yakınlaşmasını gerçekleştirmeye yönelmişlerdir. Bu arada gene ABD’nin baskıları ile bazı Kosova ve Sırbistan gibi küçük Balkan devletlerinin büyükelçiliklerini Kudüs’e taşıyarak İsrail ile yakınlaşmaya doğru yönlendirildikleri görülmüştür. Kudüs’ün çevre ülkeleri tarafından İsrail’in başkenti olarak tanınması sayesinde, İsrail’in bölge ülkeleri nezdinde prestijinin artırılmasına ABD yardımcı olmuştur. Orta dünya’da Avrupa ülkelerinin etkin olmaya çalışmasına izin vermek istemeyen  Amerika’nın, kendi kontrolü  altında bir Arap ordusunun kurulmasına öncelik verdiği ve İsrail devletinin de kendi güvenliği için ABD ile ortak hareket ederek, yeni dönemde  Şii İran ile laik Türkiye’ye karşı  Sünni bir Arap blokunun  oluşumuna, ABD-İsrail ortaklığı  kontrolü altında  yönlendirildiği ortaya çıkmıştır.

            Küçük  İsrail devletinin kuruluşu için iki dünya savaşının çıkartıldığını tarihi gerçekler  ortaya koymaktadır. Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere’nin karşı çıkması yüzünden kurulamayan Yahudi devletinin  oluşturulması için Siyonist hareketin Nazizimi örgütleyerek,  Hitler’in öncülüğünde ikinci dünya savaşını çıkartması sayesinde   İsrail’in kurulmasına giden yolun açıldığını tarih kitapları bugüne aktarmaktadır.  Şimdi de aynı doğrultuda  bir üçüncü dünya savaşının çıkartılmaya çalışıldığı olayların gelişimi ile  göze çarpmaktadır. İki dünya savaşı sonrasında kurulabilen Siyonist devletin büyütülebilmesi için şimdi de bir üçüncü dünya savaşının çıkartılması gerektiği öne sürülmekte, böylesine bir savaşın çıkartılabilmesi için İran’a karşı bir mezhep savaşı kışkırtılmakta ama, Türk-İran işbirliği ile bölgede bir mezhep savaşı çıkartılması önlenmektedir. Yeni dönemde ortaya çıkan  Almanya öncülüğünde bir  Avrupa ordusu oluşumunun, merkezi alanda etkin olmasının önlenebilmesi  doğrultusunda  bir  Arap Nato’su, Hırıstıyan dünyasına yönelik kışkırtılarak, küçük İsrail’in büyütülmesi doğrultusunda bir Müslüman-Hrıstıyan savaşı tarihten gelen dinlerarası çatışma çizgisinde  yeniden  bugünün dünyasında  çıkartılması  için her yol denenmektedir. Orta Doğu’daki çekişmelerin bu çizgide yetersiz kalması  nedeniyle  sıcak çatışma ortamının iki dünya savaşının yaşandığı Balkanlar’da tekrar gündeme  getirilmesiyle,  İsrail devletini büyütecek bir üçüncü dünya savaşının,  savaş lobileri  ve silah şirketleri aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışıldığı artık açıkça görülebilmektedir. Savaş lobileri her zaman için barış lobilerine karşı  üstünlük  sağlamaktadırlar.                Doğu Akdeniz’de petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunduğunun anlaşılmasının  bölgedeki jeopolitik dengeleri sarstığı yeni dönemde, bir Doğu Akdeniz devleti olarak  İsrail  Arap devletlerini yanına çekerek bölgedeki Arap ülkelerini merkezi coğrafya’nın Türk devletleri olarak tanınan, Türkiye ve İran’a karşı savaşa yönlendirmeye  çaba göstermesi, yeni dönemde İsrail’in yol haritasını  giderek netleştirmiştir. İsrail yakın gelecekte kendisini büyütecek bir üçüncü dünya savaşı çıkartabilmek üzere, Orta Doğu’da bir Arap-Türk savaşını tezgahlamakta ve bu doğrultuda yol haritasını gerçekleştirmek isterken, müttefiki olan Türkiye’yi açıkça karşısına almaktadır. Türkiye’de bu aşamada kendi yol haritasını gerçekçi bir biçimde barıştan yana oluşturmak zorunda kalmaktadır. Doğu Akdeniz ve Orta Doğu topraklarının fazlasıyla petrol ve doğal gaz kaynakları ile dolu bulunması nedeniyle bütün emperyalist devletler ve güçler yeni bir Akdeniz politikası geliştirmeye çalıştıkları yeni aşamada İsrail bölgedeki küçük Arap devletlerini yanına çekerek büyük Arap devletlerine karşı işbirlikçi bir cephe oluşturabilmenin arayışı içine girmiştir. Şii İran’a karşı geliştirilen Sünni bloklaşma projesi bütün bölge ülkeleri tehdit ederken, yıllarca savaştığı Sünni ve Arap kökenli halkları yanına çekerek  ve İran’ı açıktan  hedef göstererek  üçüncü dünya savaşı doğrultusunda yol haritasını yeni bir yörünge üzerine oturtmuştur. Küçük Arap ülkelerinin zenginliğini İsrail kullanmaya başlamakta ve bir büyük dünya savaşı planlanırken bu işbirliğini yeni barış projesi olarak kamuoyuna yansıtmaktadır. Böylece kutsal topraklar üzerinde bir büyük savaş barış görünümü altında çıkartılmaya çaba gösterilmektedir.

             Türkiye bir bölge ülkesi olarak  komşu devletler üzerinden geliştirilecek her türlü savaş senaryosunun tehdidi altında kalmaktadır. Kendini bilen bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti  binlerce yıllık Türk tarihinin birikiminden gelen akıl gücü ile böylesine tehdit senaryolarına karşı çıkacak ve kendini koruyacak bir güce  ve  düzeye sahip bulunmaktadır. Bütün dünya ülkelerine yayılmış olan Evanjelik ve Siyonist lobiler savaş çığırtkanlığı yaparlarken, Türkiye’deki  benzer lobiler de bu doğrultuda hareket edebilmektedirler. Türkiye yeni dönemde kesinlikle bölgeye saplanıp kalmamalı ve iki yüz ulus devletten oluşan dünya haritası üzerinde bütün, uluslar  ve halklar ile işbirliği yaparak her türlü savaş senaryosuna karşı çıkabilmelidir. Türk devleti ile milletinin var olabilmesi ve  Atatürk cumhuriyetinin ilelebet payidar kalabilmesi için her türlü provakasyon ve kışkırtma girişimlerine karşı  gerekli olan önlemlerin alınması ve her alanda hazırlık çalışmalarının tamamlanması gerekmektedir. Dünya konjonktürü ile birlikte bölgedeki siyasal gelişmeler de  birinci ve ikinci dünya savaşı sonrası gündemin etkisi altında bulunduğu için, üçüncü dünya savaşına giden yolda Türkiye komşuları ve akrabası olan ülkeler ile dayanışma içine girerek    kendini korumasını  iyi bilmelidir. Bugün yaşanmakta olan zaman dilimi içinde dünyada, bölgede ve ülkede yaşanan bütün siyasal gelişmelerin altında bu makalede dile getiren sorun ana mesele olarak vardır. Bu ana meseleyi görmezden gelen ya da bu konu ile ilgili senaryolara bulaşan toplum kesimlerinin, kendi ülkelerinin güvenliğini tehdit altına atabileceğini herkesin öncelikle düşünmesi gerekmektedir. Bütün dünya ülkeleri hiç kimseye düşman olmadan bir araya gelerek, dünya barışını kurtaracak ortak dayanışma ve yeni örgütlenmeleri günümüz koşullarında gerçekleştirebilmelidir. Gerekirse yeni uluslararası örgütlenmelere acilen gidilmelidir. Bu konuda Birleşmiş Milletler örgütünü dünya halkları acilen göreve davet etmelidir.  Unutmayalım ki, sadece  İsrail’in değil Türkiye ve bütün dünya devletleri ile milletlerinin  eşit koşullarda  beka sorunu vardır. Dünyanın beka sorunun tüm  insanlık tarafından acilen ele alınarak çözüme kavuşturulması  gerekmektedir. Unutmayalım,  sadece  İsrail’in bekası, Türkiye’nin   ya da bir başka devletin  fedası olamaz.

 Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN           

14 Eylül 2020 Pazartesi

KEMALİZM VE ÇİN - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


KEMALİZM VE ÇİN

         Yepyeni bir döneme doğru giderken, başkent Ankara’da yapılan bir sempozyum sırasında söz alan Çin Halk Cumhuriyeti’nin Ankara büyükelçisi, yeni öğrendiği Kemalizm’i çok beğendiğini ve artık kendisini bir Kemalist olarak tanıtmak istediğini açıkça söylemiştir. Basın mensuplarının soruları üzerine bu açıklamaları yapan Çin Büyükelçisi, bir anlamda Türk kamuoyuna temsilcisi olduğu dünyanın en büyük ülkelerinden birisi adına mesaj vermiştir. Geleceğin süper gücü olacak Çin gibi bir büyük devletin elçisinin yeni bir yıla girerken, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun siyasal düşüncelerinden meydana gelen Kemalizm’i çok beğendiğini söylemesi, basın mensupları önünde övmesi ve kamuoyu üzerinden Türk ulusunun ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin tarih sahnesine çıkışını sağlayan kurucu siyaseti desteklediğini açıklamasının, bugünün koşullarında özel bir yeri ve anlamı bulunmaktadır. Uluslararası konjonktürde yaşanmakta olan büyük değişim süreci göz önüne getirilirse; Çin büyükelçisinin Kemalizm’e sahip çıkar bir çizgide desteklemesi ve kendisini bir Kemalist olarak ilân etmesinin ne anlama geldiği üzerinde durmak gerekmektedir.

          Batılı Devletler, Kemalizm’i Dışlama Çabasındalar
         İki ülke arasında on bin kilometreden daha fazla bir uzaklık bulunmasına rağmen, Çin gibi bir büyük ülkenin tıpkı ABD gibi uzaklardan gelerek Türkiye ile yakından ilgilenmeye başlaması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu düşünce sistemi olan Kemalizm’e olumlu bir yaklaşım içerisine girmesi Türk ulusu açısından ele alınarak değerlendirilmesi gereken bir durumdur. Özellikle, Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra batılı kapitalist ülkelerin sosyalizm sonrasında bir Kemalizm yıkıcılığına soyunmaları ve bu doğrultuda Kemalist Türkiye’yi yok etmek, ya da kendi çizgilerinde çıkarcı bir yeni düzen dönüşümüne zorlamak gibi olumsuz bir durum, Türklerin aleyhine olarak hızla geliştirilmiştir. Avrupa ve Amerika’nın bütün başkentlerinden yükselen bir ortak ses sürekli olarak Atatürk ve Kemalizm karşıtlığını kamuoyu önünde tırmandırmıştır. Batının küresel sermayesinin denetimi altına giren tüm basın ve yayın organlarında böylesine bir antikemalist gidişin borazanlığını üstlenerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun aleyhinde ciddi bir yayın etkinliğini inatla bugüne kadar sürdürmüşlerdir. Türkleri ve Atatürk’ün cumhuriyetini tarih sahnesinden ve dünya haritasından silene kadar da bu karşıt yayıncılığın sürdürüleceği anlaşılmaktadır. Hemen hemen her gün bir liberal ya da dinci yayın organında Atatürk ile Kemalizm hakkında son derece olumsuz değerlendirmeler ve suçlamalar içeren yazı ve programları günümüzde görmeye Türkler alıştıkları için, artık kabak tadı veren böylesine bir karalama kampanyasını görmezden gelerek, bu tür gazeteleri almamaya medya kanallarını da izlememeye başlamışlardır. Böylesine bir ulusal refleks tepkisinin Türk halkının içinden ortaya çıkmasına rağmen batılı emperyalistleri kendi gelecek projeleri doğrultusunda Atatürk ve Kemalizm düşmanlığı stratejilerini sürdürmeye kararlı görünmektedirler.
        Küreselleşmeyi ekonomik sömürü düzeni ile tüm ulus devletlere dayatmaya devam eden ABD’nin bu yoldan geri dönmesi düşünülemeyeceği için, Türk ulus devletinin kurucusu olan Atatürk’e karşı eskiden bu yana gelen ciddi bir Atatürk ve Kemalizm karşıtlığı bugün de devam etmektedir. ABD bu karşıt politikasını sürdürürken, yanı başında güçlü bir ulus devlet görmek istemeyen Avrupa Birliği de gene aynı doğrultuda Atatürk ve Kemalizm karşıtlığında ABD ile yarışa girişmekte ve sürekli olarak Atatürk ya da Kemalizm’i ortadan kaldırmaya dönük kararlar almakta ya da uygulamalarını bu yönde ısrarlı bir biçimde sürdürmektedir. Batı emperyalizminin merkez bölgeye armağanı olan İsrail devleti ise, Büyük İsrail projesine yöneldiği bu aşamada Atatürk’ün ulusal ve laik üniter devletini kendisi açısından önemli bir rakip görerek bunu tasfiye etme doğrultusunda elindeki bütün olanaklarını seferber ettiği anlaşılmaktadır. İki kutuplu dünyanın soğuk savaş günlerinde, Stalin’in toprak talepleri yüzünden kendi güvenliğini batı sistemi içinde aramak zorunda kalan Türk devletinin, yarım yüzyıl sonra bir batı sömürgesi konumuna gelmesi Türk ulusu açısından son derece üzücü bir durumdur. Türk ulusu yıllarca bağımsız yaşamaya alışmış bir toplum olarak bu durumu kabul etmemek için direnişe sürüklenirken, bir de devletin kurucusu olan Atatürk’e ve onun düşünce sistemi olan Kemalizm’e karşı bir batı düşmanlığı ile sürekli olarak mücadele etmek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Federasyonunun küreselleşmeye geçerken yıkılmasından sonra batı emperyalizminin Atatürk Cumhuriyetini hedef alarak, dünyanın merkezi coğrafyasında büyük bir özveri ile oluşturulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni de ortadan kaldırmak istemesi üzerine, Türkiye ile batı sistemi arasına bir güvensizlik ortamı girmiş ve bu olumsuz durum, mesafenin giderek açılmasıyla da günümüze kadar çeşitli olayların birbirini izlemesiyle devam ederek gelmiştir.
            Batı emperyalizminin liberal sistemi, sosyalist düzeni tasfiye ettikten sonra Kemalizm’i de buna benzeterek ortadan kaldırmak istemesi ve ABD emperyalizminin isteklerini gerçekleştirmek üzere siyasette öne çıkartılmış bir bayan politikacı, okyanus ötesinden gelen baskıların sonucunda Atatürk Cumhuriyetini ortadan kaldıran adımları atarken, cahillikle son sosyalist devleti de ortadan kaldırdığını söyleyebilmiştir. Atatürk’ü iyi tanımayan, Kemalizm’i hiç bilmeyen birisi boğazdaki yalısından siyasal liderliğe taşınırken antisosyalizm alışkanlığı içinde bir de Kemalizm karşıtlığına soyunabilmiştir. Türkiye açısından son derece üzüntü verici böylesine durumlara benzeyen birçok olumsuz olay ya da gelişme, Atlantik Okyanusunun kıyılarından gönderilen politikacılar yüzünden Türk siyasetinde son dönemlerde fazlasıyla etkili olmuştur. ABD ya da Avrupa emperyalizmleri, sadece Atatürk ve Kemalizm karşıtlığının yeterli olmadığı anlaşılınca, bu kez uluslararası burslar sistemi ile kendilerine bağımlı Truva atı konumunda siyasetçileri yetiştirerek, bunların Türkiye’de iktidara gelmelerini sağlamış ve bunları kendi politik projeleri doğrultusunda taşeron olarak kullanarak. Atatürk’ü ve onun Kemalist sistemini zaman içerisinde tasfiye edebilmenin yollarını aramıştır. Halen Türk siyasetinin, bilim ve medya dünyasının içerisinde yer alan büyük bir sayıda Rockafeller, Fullbright ve Eisonhower bursluları Atlantik inisiyatifi doğrultusunda esen rüzgârlara uygun bir biçimde etkinliklerini ve çalışmalarını sürdürmektedirler. Atatürk ve Kemalizm karşıtı batı politikalarında bu düşünce sapması gösteren mandacı ve işbirlikçi okumuş kadroların gerçek Türk aydınlarının önünü keserek, medya ve siyaset dünyasında dışarıdan gelen desteklerle etkinliklerini sürdürdükleri ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk ile onun siyasal düşüncesi olan Kemalizm’i silmek üzere her yolu denedikleri görülmektedir. Liberal batı kapitalizmi, neoliberalizme kayarak yeni bir kapitalist dünya imparatorluğu projesine yöneldiği aşamada, merkezi coğrafyadaki Kemalist devlet modelini ve onun kurucusu Atatürk’ü açıktan hedefe oturtmak durumunda kalmıştır. Liberal batı, kendi emperyalizmine karşı çıkan ve bir ulusal kurtuluş savaşı veren Kemalist rejimi bir türlü kabul etmek istememiştir. Batı ülkelerinin geçtiği aşamalardan geçemeyen Osmanlı imparatorluğu nedeniyle farklı bir uluslararası konjonktürde gündeme gelen Kemalist rejim, batılıların hiçbir zaman anlamak istemedikleri yeni bir siyasal yapılanma olarak emperyalizmin karşısına dünyanın merkezinde dikilmiştir. Dünya kıtalarını kendi sömürgelerine dönüştüren batılı emperyalistler benzer bir durumu Anadolu’da gerçekleştiremeyince, bu kez Atatürk’e ve onun Kemalist cumhuriyetini açıkça karşı olmuşlardır.
            Kemalist Türkiye batının emperyalist ordularını ülkeden kovarak bağımsız bir devlet yapısına kavuşunca bu kez, çağdaş uygarlığın batı dünyasında bulunması nedeniyle batılı ülkelere açık bir politika uygulamaya başlamıştır. Batı bloğu Türkiye gibi Müslüman bir halka sahip olan ülkeyi hiçbir zaman kendisine yakın görmediği gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nin de batılı bir devlet olmasını anlayamamıştır. Kemalizm bir düşünce akımı olarak batılı bir ülkeden değil ama batının dışındaki bir ülke olarak Türkiye’den ortaya çıkmış ve tarih sahnesinde etkili olabilmiştir. Batılar kendilerinden çıkmayan hiçbir girişime batılı gözü ile bakmamışlar ve batının dışından gelen tüm akımlara ya da politikalara karşı dışlayıcı ya da yok edici bir tutumu ısrarlı bir biçimde izlemişlerdir. Kemalizm, batının yanı başındaki bir ülkeyi batılı anlamda çağdaş uygarlığın onurlu bir üyesi konumuna getirebilmek üzere yola çıkarken, batıdan esen karşıt rüzgârlara karşı sürekli bir kendini koruma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Avrupa’nın yarısını beş yüz yıl yönetmiş olan Osmanlı İmparatorluğu’nun halefi olan bir devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti her zaman için komşusu olduğu Avrupa’ya yakın olmak için çaba göstermiş, Avrupa’ya kendini kabul ettirebilmek için yarım yüzyıl bekleme odalarında direnerek siyasal mücadele sürdüren Atatürk’ün devleti, Kemalist yapısı ile Avrupa’ya kabul edileceğine aksine dışlanmış ve Avrupa ülkeleriyle beraber Birlik organlarından da sürekli olarak Kemalist Türkiye’nin Avrupa Birliğine üye olamayacağı açıklanmıştır. Kemalizm Türkiye’nin çağdaşlaşabilmesi için sürekli olarak Avrupa kökenli batı uygarlığına erişebilmenin mücadelesi içinde olmuş ama Avrupa kıtası sürekli olarak Türkiye’yi anlamazdan gelerek bu durumu görmek istememiştir. Atatürk devrimleri Türkiye’nin batılı bir ülke olması için art arda yapılırken, batılı ülkeler bu özverili çabayı küçümseyerek, Türkiye’nin Kemalist kimliğini tasfiye edecek girişimleri desteklemişlerdir.

         Kemalizm kısaca tanımlanmak istenirse, ilk kez batının dışında bir ülkenin batılı bir ülke konumuna gelerek çağdaş uygarlık düzeyini yakalama çabası olarak tanımlanabilir. Avrupa’nın yanı başındaki konumu ile Türkiye, haritada Avrupa’ya çok yakın durmasına rağmen, batılı ülkelerin araya koydukları mesafeler ve engeller yüzünden bir türlü Avrupa Birliği ile bütünleşememiş ve artık kesin olarak Avrupa kıtasından dışlanmıştır. Böylesine olumsuz bir aşamaya gelinmesinde sorumluluğu olan batılı ülkeler, Türkiye’yi dışlayıcı tutumlarını daha da keskin bir biçimde sürdürerek Atatürk’ün ülkesinin üzerine gelmişlerdir.  Türkiye, Avrupa’ya girememiştir ama Avrupa Türkiye’nin içine girerek her alanda at koşturma hakkını elde etmiştir. Her gün yeni bir alışveriş merkezi açılırken Türkiye biraz daha Avrupa pazarı olmakta ama Türk işçileri ya da vatandaşları Avrupa ülkelerine giderek çalışma hakkını elde edememektedirler. Böylesine tek yanlı bir tutumu yanı başındaki Türkiye’ye karşı kararlı bir biçimde uygulayan Avrupa Mustafa Kemal’in ülkesini kararlı bir biçimde Kemalist rejimden uzaklaştırmaya çaba gösteren bir politikayı sonuna kadar izlemekte kararlı görünmektedir. Avrupa yönetim organlarından her gün Atatürk aleyhine çıkan karalar ya da açıklamalar bu durumun en açık göstergesi olarak kamuoyuna sürekli olarak yansımaktadır. Kemalizm Türkiye’yi Avrupa’ya taşımayı hedeflerken, Avrupa’nın böylesine bir girişime karşı çıkması ve Türkiye’yi kıtanın dışında tutacak bir biçimde Kemalizm’i ortadan kaldırmak istemesi Atatürk’ün Cumhuriyetini yeni bir dönemeç noktasına getirmiştir.
          ABD ya da İsrail açısından Türkiye’ye bakıldığı zaman tıpkı Avrupa’nın tutumuna benzer bir yaklaşım öne çıkmaktadır. Avrupa Türkiye’yi doğu bölgesi, Asya ve İslam dünyası ile arasında bir geçiş noktası ya da tampon ülke olacak doğrultuda köprü olarak tutmaya çaba gösterirken, ABD’de Türkiye’yi Avrasya’ya giriş kapısı ya da merkezi coğrafyaya dönük bir askeri üs olarak görmektedir. İsrail ise İslam dünyasının ortasında bir Yahudi devleti olarak kurulurken, Türkiye’yi şemsiye olarak kullanmış ama şimdi Büyük İsrail aşamasına geçerken tüm İslam coğrafyasına egemen olabilecek bir model olan ılımlı İslam uygulamasına dönük bir laboratuar ülke konumunda yeniden kullanabilmenin çabası içine girmektedir. Böyle bir durumda, Türkiye’nin batılı müttefiklerinin hiç birisi Atatürk’ün Cumhuriyeti’nin bir merkezi devlet olarak Kemalist yapılanmasını kabul etmemekte ve bu devlet modelini ortadan kaldıracak girişimleri birbiri ardı sıra dıştan dayatarak zorlamaktadır. Türkiye’nin batı uygarlığına yönelmesi için ortaya çıkmış olan Kemalizm’in bizzat batı tarafından dışlanması, Türkiye Cumhuriyeti’ni yok olma tehlikesi ile karşı karşıya getirmiştir. Eskiden güvendiği dağlara kar yağan Türkiye dünyanın ortasında yalnız kalmış, yeni dönemin emperyalist politikalarının hedefi olarak her geçen gün daha da ağırlaşan bir dönüşüme zorlanırken, iç ve dış gerginlikler ile daha fazla karşılaşmıştır. Batıdan gelen küresel demokrasi rüzgârları Türk cumhuriyetini tasfiye ederken, insan hakları görünümündeki etnik ırkçılık da Türk ulusunun tarih sahnesinden silinmesi gibi bir riski öne çıkarmıştır. Atatürk’ü bir türlü anlamak istemeyen batılı emperyalistler onun Türk ulusuna bir miras olarak bıraktığı Kemalizm’i ortadan kaldıracak her türlü girişimi demokrasi, insan hakları ya da küreselleşme gibi karşı çıkılamayacak kavramlar üzerinden Türkiye’ye zorla dayatmışlardır.
                 Çin, Kemalizm’e Yaklaştıkça Güçlenecektir
Küresel sermayenin güdümündeki medya üzerinden sürdürülen saldırılar nedeniyle bir türlü Kemalizm’i batılılara kabul ettiremeyen Türkiye, yenidünya düzeninde yalnızlığa mahkûm edilirken, batının dışında kalan ülkeler ile beraber aynı kaderi paylaşmaya başlamıştır. Batı bloğunun dışında kalan doğu ve güney ülkeleri sürekli olarak batının küresel emperyalizmi ile boğuşmak zorunda kaldıkları için, emperyalizme karşı ilk kurtuluş savaşı vererek bağımsız bir devlet kurmuş olan Atatürk’ün ülkesini yakından izlemeye ve anlamaya başlamışlardır. İşte Çin büyükelçisinin tam bu aşamada Kemalizm’i çok beğendiğini söylemesi ve kendisini doğu bölgesinin en büyük temsilcisi bir ülkenin temsilcisi olarak Kemalist ilân etmesinin anlamı büyük olmaktadır. Yıllarca bir sömürge olarak batı emperyalizminin sömürdüğü Çin’in yirmi birinci yüzyılda bir büyük ülke ve kutup merkezi olarak öne çıkmasının arkasında batı emperyalizmine karşı bir direniş olduğu görülmektedir. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra geçen yirmi yıllık zaman dilimi içerisinde dünyaya kendisini tek kutup merkezi olarak kabul ettiremeyen Amerika Birleşik Devletleri’nin karşısına Çin Halk Cumhuriyeti, bir karşı güç ve yeni bir süper devlet olarak ortaya çıkmaktadır. Batı emperyalizminin yüzlerce yıl sömürdüğü Çin’in bugün dünyanın yeni en büyük ülkesi olarak öne çıkması, küresel alanda bütün dengelerin bozduğu gibi daha farklı bir yenidünya düzenini de gündeme getirmektedir. Atatürk’ün söylediği gibi, güneşin doğudan doğduğu gibi, Çin mazlum ulusların içinden çıkarak, yeni dönemde eskiden batının sömürgesi konumunda olan doğu dünyasının temsilcisi olarak uyanmakta ve giderek büyüyen bir dev ülke olarak dünyanın kaderinde etkin olmaktadır. Yüzyıllarca bütün dünya ülkelerini sömürge olarak kullanan batılıların artık eskisi gibi emperyal politikalarına devam edemeyecekleri yeni bir döneme doğru gidilmektedir. Çin bu aşamada giderek büyüyen ekonomisi ile ABD’ye meydan okuyacak bir konuma gelmekte, bir doğulu ülke olarak da batılıların sömürgeci emperyalizmine karşı çıkmaktadır. Beş yıl içerisinde dünyanın en büyük ekonomik gücünün Çin olacağını bütün uluslararası kuruluşlar belirtmekte ve yenidünya düzeni kurulurken, Çin’in bir numaralı ülke olarak öne çıkacağı bir yapılanma yavaş yavaş dikkate alınmaktadır. Çin geleceğin büyük devi olarak hem batılı emperyalistlere karşı çıkmakta hem de yeni bir dünya düzeninin Çin merkezli oluşumu için bütün dünya ülkeleriyle çok yakın ekonomik ilişkilere girmektedir. Ucuz Çin malları Türkiye ile beraber tüm dünya piyasalarını giderek işgal etmekte ve bu yüzden ABD ekonomisi bile Çin’in izleyeceği politikalara bağımlı hale gelmektedir.
            Günümüzde iki ayrı Çin yapılanması Çin devletinin çatısı altında bir arada yürütülmektedir. Bir tarafta eski sosyalist Çin devleti Pekin merkezli olarak varlığını sürdürürken, diğer yandan da Şangay merkezli bir yeni kapitalist Çin doğmaktadır. Tıpkı ABD’de olduğu gibi Washington’un yerini Pekin alırken, New York’un yerini de Şangay almaktadır. Batılı kapitalist sisteme karşı Asya ülkelerinin Çin’in öncülüğünde bir araya gelmesiyle oluşan Şangay örgütü her geçen gün gelişmekte ve tüm Asya kıtasını kapsayacak bir doğrultuda etkili olmaktadır. Hong-Kong gibi bir kapitalist devletin İngiltere tarafından Çin’e terk edilmesiyle başlayan yeni dönemde Çin, eski sosyalist devlet modelini korurken, diğer yandan da Şangay merkezli olarak sahil kentleri üzerinden deniz taşımacılığı ile dünya piyasalarına açılmaktadır. Rusya ile ABD’ye karşı başlatılmış olan yakın iş birliği giderek Şangay örgütü üzerinden bir büyük Asya birliğine doğru gitmekte ve iki büyük süper gücün dayanışmasıyla Asya kıtasının denetimi gene kıta güçleri üzerinde kalmaktadır. Bu nedenle kıtadan dışlanan ABD, Afganistan savaşı üzerinden kıtadaki varlığını korumaya çalışmakta ve bu aşamada Türkiye üzerinden Avrasya’nın Türk ülkelerini Çin, Rusya ve Hindistan gibi Asyalı devlere karşı kullanmaya dönük politikaları zorlamaktadır. Türkiye’nin ABD tarafından bir Truva atı olarak Türk ülkeleri üzerinden Avrasya bölgesine bir Truva atı olarak sürülmek istenmesi, gelecekte Çin’in önünü kesmek üzere bir Türk Birliğini Çin’in karşısına çıkarmaktadır. ABD bu durumu bilinçli olarak hazırlarken, Türkiye’yi bir askeri güç olarak Avrasya bölgesine sürerek, Afganistan üzerinden Çin’in önünü kesmeye çalışmaktadır. Bu aşamada, yurtta ve dünyada barışı savunan bir Atatürk’ün antiemperyalist batı karşıtı savaşımının Çin açısından anlamı öne geçmektedir. Yüzyıllarca bir emperyalist saldırganlığı dünyanın merkezinde sürekli savaşarak sürdüren Osmanlı İmparatorluğuna karşı, Atatürk Türkiye’si antiemperyalist bir kurtuluş savaşı vererek barışçı bir politikayı merkezi coğrafyada batının saldırgan devletlerine karşı savunmuştur.  Batı emperyalizmine karşı çıkmak ve buna karşı savaşarak bağımsızlığını elde etmek, bu doğrultuda direnişi sürdürerek batılı ülkelerin doğu bölgelerine gelmelerini önleme noktalarında Çin Halk Cumhuriyeti ve Türkiye Cumhuriyeti benzer politikaları izlemişlerdir. Atatürk’ün tam bağımsız bir ulus devlet kurabilmek için batının Hıristiyan emperyalistlerine karşı verdiği ilk kurtuluş savaşı, tüm mazlum uluslar için olduğu kadar Çin için de bir öncü savaş olarak tarihteki yerini almış ve Çin’in bağımsızlığa kavuşması aşamasında bu büyük ülkeye yön göstermiştir. Çin Atatürk sonrası dönemde, Türk devletinin kurucusunu örnek alarak hareket etmiş ve tarihin ilk antiemperyalist savaşı olan Türk ulusal kurtuluşunu Çin okullarında derslerde yeni yetişen kuşaklara bir örnek olay ve öncü savaş olarak öğretmiştir. Bugünün Çin’in de orta öğretim kurumlarında okutulan tarih kitaplarında Atatürk ve Kemalizm ders olarak öğretilmekte ve antiemperyalist Türk bağımsızlık savaşı ulusal tam bağımsızlıkçı bir devlet yapılanması açısından tarihsel bir örnek olarak Çin’in yeni kuşaklarına aktarılmaktadır. Sömürgelikten uzun bir mücadele ile kurtulan Çin Halk Cumhuriyeti, doğu dünyasının en büyük gücü olarak dünya sahnesinde bir numaralı süper güç konumuna gelirken, Atatürk ve Kemalizm Çin eğitiminde yer almakta ve yol göstermektedir. Çinliler gelecekte bütün dünyaya yayılırken ve Çin merkezli bir dünya düzeni için çalışırken, Atatürk’ten gelen antiemperyalist tutumu bilinçli olarak izlemek durumunda olacaklardır. Batılı güçleri devre dışı bırakacak bir Çin gücü, diğer doğulu ve güneyli mazlum uluslar ve devletler ile bir araya gelerek dayanışmacı bir yeni tür küreselleşmeyi, batının emperyal amaçlı dayattığı kapitalist küreselleşmeye karşı harekete geçirecektir. Atatürk’ün dile getirdiği doğunun mazlum uluslarının batılı emperyal saldırganlığa karşı bir araya gelmesi ve birlikte mücadele etmesi düşüncesi böylece gerçekleşme yoluna girecektir.

         Batının değerini bilemediği Kemalizm’e Çin’in sahip çıkması, bu doğrultuda Çin büyükelçisinin Türkiye’yi anlamaya çalışması ve Atatürk’e hak vermesi, günümüz Türkiye’si açısından son derece büyük bir önem taşımaktadır. Kemalist kimliği ile batı tarafından dışlanan, Avrupa tarafından içine alınmayan, ABD tarafından İslam dünyasını ele geçirmek için kullanılmak istenen ve İsrail tarafından bir bölgesel yeni düzen oluşturulabilmesi için parçalanmaya çalışılan Türkiye’yi içine sürüklenmiş olduğu yalnızlık ortamında Çin’in anlamaya çalışması, büyükelçi tarafından Atatürk’ün büyüklüğünün vurgulanmasıyla  Kemalizm’in doğruluğu ve haklılığının  anlaşılarak desteklenmesi, ister istemez Kemalist Türkiye’yi  fazlasıyla doğuya doğru yönlendirmekte ve Çin ile yakınlaştırmaktadır. Tam bu aşamada batılı emperyalistlerin Uygur bölgesinde kışkırtmalar düzenleyerek Çin devleti ile Uygur Türklerini karşı karşıya getirmesi gibi bir büyük provokasyon bile bu durumu önleyememiştir. Batıdan dışlanan ve batı emperyalizminin çıkarları için komşuları üzerinden bir doğu savaşına sürüklenmek istenen Türkiye’nin, Çin ile karşı karşıya gelerek savaşmasının Türkiye kadar Türk dünyasının çıkarları açısından doğru bir gelişme olmayacağını hem Türk hem de Çin kamuoyunun görmesi gerekmektedir. İsrail ve ABD’nin çıkarları doğrultusunda bir İran savaşına sürüklenmek istenen Türkiye’nin İran’ın arkasında destek olan rusya ve Çin ile de karşı karşıya gelmesi kaçınılmaz bir durumdur. Bu nedenle, batıdan dışlanan Türkiye Kemalist kimliği ile Çin ile yeni bir diyalog sürecine girerken, kesinlikle her türlü savaş oyunu ve senaryolarından uzak durmak zorundadır. Çin devleti, büyükelçisinin ağzından Türkiye’nin kurucusu olan Atatürk’e karşı saygılı bir tavrı Türk kamuoyuna yansıtmış, Türkiye Cumhuriyeti’nin Kemalist kimliğini de antiemperyalist ve barışçı bir tutumu sergilediği için destekleyen bir yaklaşımı sergilemiştir.
           Batı merkezli olarak dünyaya bakıldığında bir doğu devleti gibi görünen Türkiye’nin Kemalist devlet modeli aslında Avrupa ya da batı tipi bir devlet olmanın ötesinde daha çık Asya tipi bir devlet modeline benzemektedir. İkinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen soğuk savaş yıllarında fazlasıyla tartışılan Asya tipi üretim tarzı ve doğu devleti sorunu açısından Atatürk Cumhuriyeti ve Kemalist devlet modeli fazlasıyla tartışıma konusu olmuş ve bu doğrultuda epeyce eleştiri getirilmiştir. Ne var ki, Kemalist modeli ile bir türlü batı dünyası içerisinde eşit koşullarda bir üye devlet olarak yer alamayan Türkiye Cumhuriyeti, zaman içerisinde yavaş yavaş Asyalı köklerine doğru bir dönüşe geçmiştir. Dünya haritalarında ve Atlaslarda, Asya minör olarak yer alan Anadolu yarımadası aslında tarihsel kökleri açısından tam bir küçük Asya’dır. Avrupa Birliği sürecinde ve soğuk savaş yıllarında İsrail ve ABD’nin çıkarları yüzünden açıkça söylenemeyen bu durum günümüzde yaşanan olayların ortaya çıkardığı sonuçlar açısından artık inkâr edilemez bir açıklığa kavuşmuştur. ABD ve İsrail ikilisi Türkiye’yi Avrupa’ya kaptırmamak üzere İslam dünyasına yönelik bir hegemonya planında ılımlı İslam yapılanmasıyla kullanmaya çalışırken, Türkiye’nin Asyalı kökenini ve Türk devletleriyle yakınlaşmasını görmezden gelmeye çalışmıştır. Beş yıllık bir zorlamadan sonra iflas eden ılımlı İslam projesinden sonra, Türkiye hızla Asyalı kökenlerine doğru sürüklenmeye başlamış ve bu aşamadan sonra da Sovyet hinterlandında yer alan Türk dünyası ile yakınlaşma girişimleri en üst noktaya gelmiştir. Dünya konjonktüründeki bu yeni gelişme batılı ülkelerde Türkiye’nin ekseninin kayması gibi gösterilmeye çalışılmış, ama yüzyıldır Türkiye Cumhuriyeti’nin batı dünyasından ısrarlı bir biçimde dışlanması üzerinde hiç durulmamıştır. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin batıdan dışlanmasıyla kendisine doğu, güney ve kuzey hatları üzerinde yeni müttefikler arayacağı gibi bir alternatifin görülmek istenmemesi, böylesine bir şaşkınlık durumunun ortaya çıkmasına neden olmuştur. Türk devleti de tıpkı diğer devletler gibi sahip olduğu jeopolitik konumunu siyasal bir bilinçle kullanarak, batıdan dışlanmasının alternatiflerini aramaya yöneleceğinin önceden hesaplanması gerekmekteydi. Kemalist kimliği ile batıdan dışlanan Türkiye, kimliğini koruyarak Asya bölgesindeki yeni yerini alabilmektedir.

          Sonuç
         Liberal kapitalist yoldan bugünkü durumlarına gelen batılı ülkeler açısından Kemalizm belki bir anlam ifade etmemektedir. Batılı ülkelerin Kemalist olmaları mümkün değildir ama Türkiye gibi batı emperyalizmine karşı savaşan diğer doğu ve güney devletlerinin Kemalist olmaları mümkündür. Bu nedenle, Çin Kemalizm’i kendisine daha yakın görmekte ve büyükelçisinin ağzından bu mesaj Türk kamuoyuna iletilmektedir. Batı ile savaşarak dünya sahnesine çıkan Kemalist Türkiye’nin devlet modeli, Türk ülkeleri, İslam devletleri ve diğer Asya ülkeleri açısından örnek alınacak bir devlet yapılanmasıdır. Atatürk’ün zamanında yapmış olduğu girişimlerin benzeri var olma mücadelesini tüm doğu ülkeleri batı emperyalizmine karşı yürütmektedir. Bir anlamda onlarda tam bir Kemalist var olma mücadelesinin izleyicisi durumundadırlar. Mustafa kemal Atatürk kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyet ve halk egemenliği modeliyle ve ulusal ve üniter devlet yapılanmasıyla doğunun bütün mazlum uluslarına olumlu bir örnek oluşturarak önderlik yapmıştır. Nehru, Tito ve Sukarno gibi ulusal önderler Atatürk’ün izinden giderek bağımsızlıkçı bir üçüncü dünya hareketini dünya sahnesine taşımaya çalışmışlardır. Kemalizm batı emperyalizmine olduğu kadar Sovyet yayılmacılığına da karşı çıkmış ve böylece üçüncü dünyacı bir doğu hareketinin gündeme gelmesini sağlayan antiemperyalist bir yönelişin önünü açmıştır. Sovyet sisteminin dağılmasından sonra öne çıkan Çin üçüncü dünyacı doğu hareketinin öncüsü konumuna gelmiş ve bu çizginin ilk önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün çizgisinde batı hegemonyasına karşı tam bağımsızlığın bayrağını taşımaya başlamıştır. Dünyanın en büyük ekonomik gücü konumuna gelmekte olan Çin’in önderliğinde yeni bir dünya düzeni kurulurken, Atatürk’ten miras kalan Kemalizm, bütün dünya halklarına ve ulus devletlerine barış içerisinde eşitlikçi ve dayanışmacı bir alternatif yenidünya düzeninin yolunu aydınlatmaktadır. Çin büyükelçisinin Kemalizm’e sahip çıkmasının arkasında böylesine bir tarihsel neden yatmaktadır. Çinlilerin gördüğü bu gerçeği Türk ulusunun tüm fertlerinin artık farkında olması gerekmektedir. Aksi takdirde, batılı emperyal devletlerin siyasal oyunlarına alet olmaktan Türkiye bir türlü kurtulamayacaktır. Atatürk’ün uyguladığı karma ekonomi modeli ile ABD’nin tekelci şirketlere teslim olmuş kapitalist ekonomisini geride bırakan Çin deneyinin başarısı, Kemalist çizgide bütün dünya ülkelerine yön göstermektedir. Çin’in güçlenmesiyle ve dünya sahnesinde öne geçmesiyle, Kemalizm daha çok konuşulmaya ve tartışılmaya başlanacak ve Atatürk’ün deneyimleri ile modeli tüm doğu ve güney ülkeleri için yol gösterici olacaktır. Batının dışladığı Kemalizm’e Çin’in öncülüğünde doğu ulusları ve devletleri sahip çıkacak ve böylece Türkiye Cumhuriyeti de Kemalist modeli ile yirmi birinci yüzyılda yoluna daha kolay devam edebilecektir.  Atatürk’ün, yurtta ve dünyada barış ilkesiyle Türkiye hem komşularıyla hem de Asya’nın doğulu ülkeleriyle iş birliği içerisinde daha güvenlikli bir ortama sahip olabilecektir. Yeni süper güç olarak Çin’in bu durumun farkına varması ve böylesine bir dayanışma düzeni için harekete geçmesi dünya barışı açısından olumlu katkılar sağlayacaktır. Yeni bir dünya düzenine geçilirken Çin’in önderliğinde bir doğu yapılanması dünya dengelerinin kurulması açısından öne çıkmakta ve Türkiye’nin Kemalizm uygulaması Çin ile birlikte tüm doğu ülkelerine yol göstermektedir. Çin’in yeni süper güç olarak dünyayı yönlendirme şansını elde etmesi, Çin’in Türkiye’deki Kemalizm deneyini dünya gündemine taşımasına giden yolu da açmaktadır. Kemalizm’in antiemperyalist ve laik ulus devlet modeli, sömürgeci batı modeline karşı Çin’in önderliğinde dünya ulusları için bir alternatif yol olarak öne çıkacaktır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN