19 Nisan 2021 Pazartesi

TÜRK’E DOĞRU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRK’E DOĞRU

         TÜRK’E DOĞRU, Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmadan önce başlatılmış olan Türk’e, Türklüğe ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna yönelme doğrultusunda başlatılmış bir vatansever hareketinin adıdır. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında doğmuş ve yetişmiş, yeni eğitim almış kuşaklar, yüksek öğretim aşamasından geçince çökmekte olan imparatorluk devletinin yıkılışına karşı yeni arayışlar gündeme gelmiştir. Özellikle Fransız devrimi sonrasında Osmanlı gençleri Avrupa ülkelerinde tahsil yaparak çıkış yollu arayışları sürdürmüşler ve zaman içerisinde Osmanlı ülkesini de Avrupa uygarlığının uzantısı olabilecek, çağdaş bir yaşam düzenine dönüştürmeye çaba gösteriyorlardı. Müspet bilimin fakülte ve üniversite düzeyinde örgütlendiği aşamada, Osmanlı gençleri de uygun gördükleri Avrupa ülkelerinde yüksek öğrenimlerini tamamlayarak ve Atatürk Türkiye’sine koşarak çağdaş cumhuriyetin kuruluş aşamasının erleri ve neferleri olarak öne geçiyorlardı. Atatürk Cumhuriyeti olarak modern Türkiye’nin ortaya çıkmasında son derece etkili oluyorlardı.

         Saray yönetiminin çökmesi üzerine önce halk kitleleri ile bütünleşmeye öncelik verilerek halka doğru hareketi başlatılıyordu. Halkevlerinin ve Halkodalarının ülkenin dört bir yanında açılması üzerine cumhuriyeti kuran parti, ulus devleti halkçı cumhuriyet açılımı ile bir araya getirerek ulus devlet ile halkçı cumhuriyet rejimi bütünleştirmesine yöneliyordu. Rusya’dan gelen Türkçülük rüzgarları doğrultusunda yeni devletin adında bir millet ismi olarak Türkiye kavramı belirleniyordu. Millet Mektepleri, Türk Ocakları ve Halkevleri gibi kitlesel örgütlerin kurulmasından sonra, ülkede yepyeni bir devletin çağdaş toplumu oluşturuluyordu. Paris ve Londra gibi batılı başkentlerde okuyan genç Osmanlılar buralarda öğrendiklerini hemen devreye sokarak Avrupa benzeri   çağdaşlaşma düzenine bir an önce geçiş için girişimlerde bulunuyorlardı. Halkevleri çatısı altında arayışlar halka doğru hareketi içinde bütünleşirken, o dönemde önceleri çok aktif olan ama daha sonraları da iç ve dış baskılar nedeniyle kapatılmak durumunda kalınan Türk Ocaklarından yetişen Türkçüler öne geçerek, yeni bir Türk’e doğru hareketinin öncülüğünü yapmaya çalışıyorlardı. Bu Türkçüler arasında, 27 Mayıs sonrasında Halkevleri genel sekreteri olarak tanımak şansına sahip olduğum Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu önde gelen bir yere sahip olarak Türk’e doğru hareketinin önderliğini yapıyordu. Yıllarca edebiyat alanında çalışan Baltacıoğlu, aynı zamanda pedagoji eğitimi de almış olan bir sosyoloji uzmanıdır. Dil, Tarih ve Coğrafya eğitiminden geçerek uzun yıllar bilim adamı ve öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Türkiye’deki Türkçülük hareketlerinin önde gelen temsilcilerinden olan Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu bilimsel çalışmalarını tamamladıktan sonra, Kırşehir milletvekili seçilerek Anadolu halkının içine çıkmaya çalışmıştır. Bu makalede, Türk’e Doğru hareketinin öncüsü olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu‘nun Türkçülük hareketini başlatmış ve halk kitlelerini yazdığı Türk’e Doğru kitabını kitlelere öğretmek üzere hareketin öncüsü konumunda kitabını yayınlamıştır. Türk İslam Enstitüsü ile Uluslararası Sosyoloji kurumlarında yetişmiş olan yazar, Türk’e Doğru kitabıyla Türklere Türkçülük öğretmiştir.  

         1942 yılında İş Bankası Kültür yayınları arasında basılan ve daha sonra Cumhuriyetin genç kuşakları için üçüncü kez yayınlanan bu eser, Türkiye’deki Türkçülük birikimi açısından önde gelen kaynaklardan birisidir. Önce gazete yazılarıyla ortaya konan kitabın içeriği daha sonraki aşamada kitaplaştırılınca bilim çevrelerinden önemli ölçülerde ilgi görmüş ve Türklük ile ilgili her konuda bir temel çıkış noktası olmuştur. Yepyeni bir Türk toplumu yaratmak için her yol denenmiştir. Bir oldu bitti ile işgale kalkışılan Osmanlı toprakları üzerinden yeni bir gelecek kurmak üzere yola çıkıldığında, öz benliğini arayan Türk toplumunun ve emperyalist işgale karşı çıkan Türk gençliğinin ideolojik çizgisi, yeni dönemde Türkçülük olarak seçilmiş oluyordu. Dünya savaşı sırasında Türk ulusu bir yandan Avrupalaşarak modern dünyaya açılıyor diğer yandan da Asyalı kökenden gelen geleneksel değerlerini zaman içinde elinden kaçırarak millet olma hakkını veren özellikler geride kalıyordu. Yaşanmakta olan zaman dilimi içinde imparatorluk düzeni geride kalırken yeni bir cumhuriyet dönemine açılım yapılıyordu. Böylesine köklü değişimin yaşandığı dönüşüm aşamasında artık eskiden olduğu gibi yeni doğan çocuklar anne ve babalarına benzemiyordu. Yeni doğan nesillerin artık eski kuşaklara benzememesi ile birlikte imparatorlukların dağınık ortamından çıkılıyor ve yeni kurulmakta olan ulus devletlerinin yeni toplum yapılanmalarına doğru bir eğilim öne çıkıyordu.

         Avrupalılaşan milletler uygarlığın yolunda emin adımlarla geleceğe doğru yönelirlerken, orta Asya’dan yola çıkarak Akdeniz’in bağrına doğru yol alan Türkler, sürekli bir hareketlilik içinde oldukları için, biz kimiz ve neyiz ya da nereden gelip nereye gidiyoruz gibi soruların yanıtlanmasında, Tanzimatçılar ve Meşrutiyetçiler gereken önlemleri alamadıklarından, gerekli olan yanıtları tam olarak karşılayamamışlardır. Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş zaman almış ve böylesine büyük bir dönüşümün tamamlanmasında bilim ve kültür adamlarının çaba gösterdiği arayışlar geleceğe yönelik girişimlerin sürekliliğini sağlamıştır. Milliyet fikri, yüksek benlik fikri, orijinal oluş fikri, öz kültür fikri, kendine inanma fikri, kendine güvenme ve yeterlilik fikri, kendi ülkesini diğerlerinden daha yeterli ve iyi bulma fikri, ulusun tarihi varlığına inanma düşüncesi, ülkenin dününe, bugününe ve yarınına sahip çıkma düşüncesi vatanseverler tarafından yerine getirilen ülke görevi uluslaşmakta öncülük görevini yerine getirmiştir. Yabancı ülkelerin kültürünü ve ahlakını ve felsefesini kendisininkinden üstün bulanlar yabancı kültürlerin esiri olmaktan kurtulamazlar. Bu tür toplumlar da bağımsız bir biçimde ayakta kalamadıkları için ayrı bir uluslaşma sürecine giremezler. Emperyalist saldırılara ve yabancı egemenliğine karşı koyamayanlar yabancı kültürlere teslim olanlar millet olma şansını elde edememiştir. Milliyet şuuru ya da ulus olma bilinci diğer toplumlara karşı bir üstünlük bilincidir. Bu nedenle milliyet şuuru hiçbir zaman aşağılık duygusu ile birleşemez. Her ulus diğerlerinden ayrı olmak, bağımsız bir yaşam düzeni kurmak, yaşam savaşında kendi yolunu belirlemek üzere ulus olma bilincini kullanabilir. Milletler sahip oldukları üstünlük duygusu sayesinde diğer uluslara karşı mücadele ederler ve böylece uluslararası düzeni bir barış ve kardeşlik ortamı konumuna getirirler. Dünya tarihi açısından bu konulara bakıldığında batı medeniyetinin çıkış noktası olan Avrupa kıtasının, aynı zamanda ulus devletlerin tarih sahnesine çıkış yeri olarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Uluslaşma sürecinde ulusun adı Türk olarak belirlendiğine göre, uluslaşma, bağımsızlaşma ve çağdaş toplum olma aşamasında artık her şey Türk’e doğru olacak ve Türkleşilecektir.

         İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na göre, Türkçülük başlıca üç aşamadan geçmiştir. Türklük ise tarihsel bir olgu olarak toplumsal yapıda yerini almıştır. Türklük bir oluşum olarak toplumdaki yerini alırken Türkçülük üç aşamalı bir gelişme çizgisi göstermiştir. Önce düşünce boyutunda, daha sonra duygusallık aşamasında ve son olarak da iradi çizgide Türkçülük akımı toplum içinde gelişmeler göstermiştir. Necip Asım Harp okulunda öğrenciliği sırasında imparatorluğun çeşitli yerlerinden gelen Arap, Çerkez ve Boşnak öğrencileri görünce, kendisini de doğal bir tepki içinde Türk olarak ifade etmiştir. Osmanlı gibi çok uluslu bir imparatorluğun çeşitli bölgelerinde öncelikle Türkçülük bir düşünce olarak öne çıkmıştır. Necip Asım‘ın Harbiye öğrenciliği sırasında kendisinin alt kimlik boşluğunu Türklük ile ifade etmesi imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasının belirginlik kazanmasıdır. Harp okulu gibi devletin merkezini oluşturan bir yüksek eğitim kurumunda kimlikler arası çekişme ve rekabet aşamasında Türklük oluşumunun öne çıkışı artık Türklüğün zamanının geldiğinin normal göstergesi olarak görünmektedir. Bu gibi gelişmelerin kültür ve sanat ortamlarına yansıması da Türklük oluşumunun toplumsal düzeyde gelişimini tamamlamasına katkıda bulunmuştur. Romantik ya da sentimental düzeyde Türkçülük arayışları da Osmanlı toplumundaki Türkçülük hareketlerinin desteklenmesine katkılar getirmiştir.

         Fikri ya da hissi düzeydeki Türkçülük hareketlerinin birbiri ardı sıra öne çıkarak güçlenmesinden sonra, üçüncü aşama olarak iradi Türkçülük öne çıkmıştır. Türkçülük akımının gelişmesinin son aşamasında Atatürk gibi bir hareket önderinin ortaya çıkması Türkçülüğün gelişimi açısından çok yararlı olmuştur. Atatürk’ün ulus devleti kurarak başkanlığını üstlenmesi, Türkçülüğün şahlanmasında zirvedeki tepe noktası olmuştur. Küresel emperyalizmin karşısına çıkarken yeni Türk devleti oluşumu, Atatürk’ü önder seçerek iradi Türkçülüğün en önemli adımını atmıştır. Atatürk işbaşına gelene kadar Türk hareketi başsız kalmış ama hareket önderini bulunca o zaman en zirve noktasına ulaşan Türkçülük hareketi, bütün dünyaya karşı Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dan selam durarak egemenliğini ilan etmiştir. Atatürk’ün Ankara’ya gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisini açmasından sonra Türkiye’nin önderi Atatürk aynı zamanda bütün Türk dünyasının önderi olarak görülmüştür. Avrupa eğitimi almış olan Mustafa Kemal’in devlet başkanı olması üzerine yeni Türkleşme oluşumu Avrupa uygarlığına yakın durarak bu birikimden en çağdaş düzeyde yararlanmasını bilmiştir. Her alanda Türkçü çalışmaları başlatan Atatürk, Türk Dil Kurumunu kurarak dilde Türkçülük akımını öne çıkarmış ve genç cumhuriyet devletinin destekleri ile Misakı Milli sınırları içinde Türkçe dilini konuşmayan hiç kimse bırakılmamıştır. Dil alanındaki hareketlilik daha sonraki aşamada edebiyat ve toplum ağırlıklı alanlarda yansımamış, aydınların tembelliği yüzünden cumhuriyet yönetiminin devrimciliği yaygınlık kazanamamıştır. Atatürk asker kökenli bir cumhurbaşkanı olarak devleti ve toplumu kucaklayarak, çağ atlatacak adımları birbiri ardı sıra atarken, ülkede sosyal ve siyasal alanlarda toplu bir sıçrama yaşanmış ve Ortaçağ imparatorluğundan çağdaş cumhuriyete geçiş süreci tamamlanmıştır. Atatürk’ün başlattığı Türkçülük devrimi sırasında ülkedeki aydın potansiyelinin tümüyle devrimi desteklememesi yüzünden Atatürk her aşamada karşı devrimci güçler ile karşı karşıya kalarak mücadele etmek zorunda kalmıştır.

         Tarihin derinliklerinden gelen, Alman, Fransız, İngiliz ve İtalyanlar gibi büyük uluslar tarihin her döneminde var oldukları için olaylara ve gelişmelere bağlı bir yaşam düzeni çizgisinde varlıklarını sürdürmüşlerdir. Türkler’de batının önde gelen büyük ulusları gibi tarihin her döneminde var olan ve dünya haritası üzerindeki gelişmeler doğrultusunda hareket ederek, bugünün önde gelen ulus devletlerinden birisine sahip olmuşlardır. Orta çağ imparatorluğundan çağdaş ulus devlet toplumuna dönüşürken, Türk toplumunun gösterdiği çabaları dikkate alınırsa o zaman devrime giden yolun açıldığı görülmektedir. Ne var ki, batının ileri ülkelerindeki kültürel ve bilimsel değerler doğu toplumunda gavurluk, alafrangalık, züppelik ya da psikopatlık gibi uyumsuzluk rahatsızlıklarına dönüşmekte ve doğulu toplumların batının çağdaş uygarlığı ile birlikte var olabilmesinin çok fazla mümkün olamayacağını ortaya koymaktadır. Batıcı aydınların sırtlarını kendi toplumlarına dönerek her türlü iş birliğine yönelerek hareket etmeleri sonucunda, Türk halkı ile aydınları arasında kopma noktaları gündeme gelmiştir.

         Türkiye’nin çağdaş bir ulus olma çabası öz milliyetçilik ve ciddi medeniyetçilik açısından doğru görülen bir yöneliştir. Türkiye Avrupa ve Asya arasında kalan ve iki kıtanın da özelliklerini barındıran bir ülke olarak sahip olduğu öz kültürünü merkezi nokta olarak korumak ve bu noktadan ortaya çıkarak hareket etmek durumundadır. Türkiye geleneksel kültürden koparken ve batı kültürü ile yakınlaşırken gene kendisi olmak üzere hareket etmiş ve bu konuda çeşitli devrimler yaparak kararlı bir biçimde cumhuriyet yolunda hedefe yönelmiştir. Türkler gibi asil bir milletin tarihin derinliklerinden gelen yönleri geleceğin Türkiye’sini yaratmak açısından yeterli destek sağlamıştır. Cihan savaşları ile kapalı toplumlar geride kalırken uygarlık dünyasının ışıltıları giderek karanlıkta kalan ülkeleri de aydınlatmaya başlamıştır. Vicdan alınmaz ama medeniyet alınır. Bu doğrultuda bütün ülkeler kendi aralarında medeni ilişkilere girerek geleceğin barış ve refah düzenini el birliği ile kurabilirler ve geleceğe dönük daha güvenli bir ortam üst düzeyde bir yaşamın öncüleri olabilirler. Kendi kültürünü kaybederek yolunu şaşıranlara milli birikimi ayakta tutan kültür merkezlerinde yeterli destek ortamları oluşturarak yola devam edilmelidir. Avrupa medeniyeti tankları, topları, uçakları tam anlamıyla kapitalist batı uygarlığıdır. Kapitalizmde her şey vardır ama vicdan ve ahlak olmadığı için Türklerin geçmişten gelen sosyal ve siyasal birikimlerine gereksinme her zaman vardır. Medeniyet alınır ama vicdan ya da ahlak alınamaz. Çağdaş dünyaya ayak uydurma girişimleri bir aşamaya kadar anlayışla karşılanabilir ama her ulusun kendi geleceği için bir durma noktasında kendine dönmesi gerektiği, ulusun ve ülkenin gelecekte varlıklarını koruyabilmeleri açısından zorunlu görünmektedir. Bu aşamada kendine dönmesi gereken halk kitleleri değil ama aydınlardır. Küresel değişimler her geçen gün farklı bir dünya yaratırken yeryüzü daha hızlı dönmekte ve bu yüzden de uçurumun kenarına doğru sürüklenilmektedir. Her toplumun okumuş kesimleri aydın tavrı ile kendi halklarına öncülük de yapabilirler, ama bunun tamamen tersi bir çizgide kendi çıkarları doğrultusunda dışarıyla iş birliği yaparak, kendi ülkelerinin halk kitlelerinin geride kalmalarına yol açarak, yoksulluk ve geri kalmışlık çıkmazından ülkelerinin kurtarılması işinde üzerlerine düşen milli görevleri yerine getirmeyebilirler. İşte böyle bir noktaya gelindiğinde Türklük olgusu gene güme gitmektedir. Böylesine olumsuz gelişmelerin önünün kesilmesi için ananelerin canlandırılması gerekir.

         Halktan kopuk aydınlarda var olan anane düşmanlığını dikkatle incelemek gerekmektedir. İrtica ve muhafazakarlıktan bıkmış olan aydınların anane düşmanı kesilmeleri toplumsal alanda çekişme ortamı yaratmıştır. Anane fikrinin irtica ile aynı anlama geldiği bir aşamada, milli kültürün yıllardır sürüp gelen kurallarını temsil eden ananeler öne çıkarılarak toplum ve devlet yapısının ana merkezleri korunabilmektedir. Anane demek tam anlamıyla bel kemiği demektir. Toplum, devlet ve millet yapılarının dayandığı ananeler sayesinde eski düzenler bugünlere kadar gelebilmekte ve varlıkları gene bu bel kemikleri ile de korunmaktadır. Ananeler var oldukça milletler de var olur ve bu milletlerin devletleri de siyasal düzenlerini korurlar. Ananeler toplumları ve devletleri ayakta tutan dış akıl ürünleridir. Ananeler kalıcı örflerdir ve milli soyun özünü oluştururlar. Ananelerin orijinleri mitolojilere dayanırlar. Ananeler orijin, kafa ve ruh birliği olarak toplumlardaki milli kaynaşmaları yaratan ögelerdir. Bir ülke ya da toplum yapılarının istikrarı ananelerin güçlü olması ve bu sayede devam etmesi ile mümkün olmaktadır. Türklerin yeni yüzyıllarda yoluna devam ederek cumhuriyet rejimini sürdürebilmesi için gene siyasal geleneklerden gelen ananelerin dikkatli biçimde uygulamaya getirilmeleri gerekmektedir .

         Çağdaş uygarlık insanlık diye bir kavram üretmiştir. Her şeyin ölçüsü insan kabul edilmiş ve bu doğrultuda insanlık her şey için son bir değerlendirme ölçüsü olarak ele alınmıştır. Son yüzyılda iki büyük dünya savaşının çıkması ve bu doğrultuda büyük savaşların kıtalar üzerinde yaygınlık kazanması üzerine Birleşmiş Millet örgütlenmesi kurulmuş medeniyet kavramının bir uzantısı anlamında insaniyet kavramı öne çıkarılmış ve daha sonra da bu kavram üzerinden insan hakları başlığı altında hukuk alanının yeniden düzenleyen, yeni bir yapılanmaya Birleşmiş Milletler çatısı altında girilmiştir. İnsan toplumları arasında barış, sevgi ve iş birliği yaklaşımlarının yaygınlık kazanarak küresel bir barış ortamı yaratılmasında insaniyet kadar insan hakları kavramları da önde gelen doğrultularda etkin olmuşlardır. Sosyologlara göre hukuk ve ahlak diye iki ayrı kurum yoktur. Hukuk ahlakın yazılı ve örgütlü biçimidir. Ahlak her toplumun içinden çıktığı için milli olmak zorundadır. Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ideal bir hukuk devleti konumuna getirebilmek üzere hukuki Türkçülük adı altında yeni bir adım atılması gerekiyordu. Hukukta milli bir yapılanma sağlamak üzere hukuk alanında var olan bütün temel ananelere dayanan yeni bir düzen oluşturulması gerekmektedir. Yabancı kurallara karşı yerli hukuk ananelerine dayalı bir hukuk düzeni kurulması gerekmektedir. Türk hukuk tarihinin her açıdan bilimsel olarak incelenmesi ve bu aşamadan sonra milli bir hukuk düzeni kurulması amacıyla düzenlemelere gidilmesi gerekmektedir. Milli ananelere uygun düşmeyen yabancı hukuk kuralları ve ananelerine karşı çıkılması ve bunların zaman içinde hukuk düzeninden çıkartılarak temizlenmeleri gerekmektedir. Hukukun Türkleşmesi, Türk devletinin kurulmasına giden yolda ana dönemeçlerden birisi olmuştur. Türk devletlerinde eskiden olduğu gibi geleneksel değerler ve saygı düzeni içerisinde milli terbiye, talim ve eğitim ile   adap düzenlerinin sağlanmasında da hukukta esas kabul edilen ananelerin dayanak noktası alınmasında yarar vardır. Ayrıca tiyatro ve sahne sanatları alanında da verilen eğitimin milli tiyatro yapılanmasını geliştirerek sürdürmesi Türk’e doğru hareketinin temelinde öne çıkması gerekmektedir. Edebiyatta kendine dönecek Türkler kültür sanat dünyasına yeniden Türklük eserlerini taşıyacaklardır.

         Uluslaşma sürecinde Türklük kavramının kullanılması özellikle edebiyatın biçimlenmesinde rol oynamaktadır. Bu yolda tiyatro ve sahne eserlerinin yazılması Türk düşün dünyasında Türk’e doğru hareketini hızlandırarak, ülkeye yeni eserlerin kazandırılmasını sağlamıştır. Hiç kimse Türk tiyatrosu fikrine karşı çıkmamış ama gene de sahne sanatlarında Türkleşme hareketleri ağır işlemiştir. Geleneksel Türk sahne sanatlarının dünya Tiyatrosuna armağanı olan Hacivat ve Karagöz gösterileri eski zamanlardan bu yana her dönemde etkili olan bir Türk çıkışı olmuştur. Avrupa ülkelerinin müzik ve sanat gösterileri sergileyen merkezlerine benzeyen kültür ve sanat yapılanmasına giden yollara benzer çeşitli girişimler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı altında da uygulanmaya çalışılmıştır. Türk halkının ananevi tiyatrosu olan orta oyunu, meddah, kukla, tuluat. Hacivat ve Karagöz gibi geleneksel Türk sahne sanatlarının ürünleri sürekli olarak  sahnelerde sergilenmişlerdir. Yabancı eser fazlalığı yüzünden bir milli tiyatro sorunu ortaya çıkmış ama genç cumhuriyetin Kültür bakanlığı tiyatro eseri yarışmaları düzenleyerek, Türk tiyatrosunu yabancı eserlerin baskılarından kurtarmıştır.

         Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu yarım yüzyıl boyunca çıkardığı YENİ ADAM başlıklı aylık fikir dergisi ile siyaset dahil hemen her alanda Türklük, Türkçülük ve milli devlet olmanın getirdiği sorunlar üzerine kamuoyu oluşturabilmek üzere çabalar göstermiştir. Akdeniz gibi bir büyük denizin ortasında yer alan Türkiye’nin de kendi yolunda giderek mimarlık alanında da Türk ülkesinin sınırları içinde bulunan çeşitli taşların toplanması ve birlikte kullanımıyla kesin hatlarıyla bir Türk mimarisi ortaya konulmaya çalışılmıştır. Bir millet kendi kültürünün özgünlüğüne sahip çıkabiliyorsa o zaman hiçbir yabancı kültürün etkisinde kalamaz. Ev düzeninde geleneksel Türk mimarisi öne çıkarılırken, benzeri biçimde bahçe uygulamalarında da Türk stili bahçe ve çevre düzenlemeleri geliştirilmiştir. Resim alanında da Türk’e doğru bir arayış öne çıktığı zaman geleneksel Türk karakterli resim, boya ve desen çalışmalarını öne çıkartan çalışmalar, çeşitli sergiler ve gösteriler ile kamuoyunun önüne çıkartılmışlardır. Dünkü ve bugünkü halk resimlerinin incelenerek ortaya çıkan ana karakterdeki ananevi Türk resmi belirlenmeli ve bu aşamadan sonra tüm resim çalışmalarında bu tür bir yapı esas alınmalıdır.

         Şehircilikte Türkçü çizginin belirlenmesiyle yeni bir dönem başlatılmalı ve bu doğrultularda bütün şehirlerde yeni yerleşim planları eski Türk kentlerindeki yapılara uygun bir biçimde yeniden yapılanma uygulamalarına yönelinmesi bir zorunluluk olarak öne çıkmaktadır. Şehirler yeniden yapılandırılırken, heykelde öne çıkan  yenilikler kentlerde yeni ürünler aracılığı ile kamuoyuna yansıtılmalıdır. Giyim, kuşam, süslemecilik, müzik ve ses sanatları alanlarında yeni tür sanat eserleri sergilenmelidir. Teknoloji alanı ile birlikte yayın ve neşriyat konularında da yenilikçi çalışmalar gerekmektedir. Düşünce hayatında Türkiye’nin öne geçebilmesi için Felsefe de Türk’e doğru yönelen bir çıkışa gereksinme vardı. Felsefe alanında yeni bir Türkçü akımın ortaya çıkışı ile birlikte bir Türk felsefesine geçiş olabilecekti. Benzeri bir biçimde devlette, toplumda ,rejimde Türk’e doğru yönelişler, Türklüğün her alanda kendini yenileyerek güçlenmesi açısından yarar sağlayacaktır. Her Türk vatandaşı ülkesine karşı vazifesini yaparsa beklenen olumlu gelişmeler kendiliğinden gerçekleşebilecektir. Yurdunu seven, devletini sayan Türkler, Türk’e doğru hareketinin öncüleri olacaklardır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

10 Nisan 2021 Cumartesi

POST-AMERİKAN DÜNYA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 POST-AMERİKAN DÜNYA

             Amerika Birleşik Devletleri’nde bir yıldır en çok satan kitapların en başında, Newsweek Dergisinin editörü olan Fareed Zakaria’nın kaleme almış olduğu, “Post-American World” yapıtı yer almaktadır. Aynı zamanda CNN‘in uluslararası haber kanalında da programlar yapan dünyaca tanınmış bir basın ve medya mensubu tarafından kitabın hazırlanmış olması, fazlasıyla dikkatleri çekmiş ve bu kitabın yayınlanmasıyla beraber, akıllardan gizli gizli geçen ama bir türlü kimsenin dile getiremediği bir konu olarak, Amerika sonrası dünya resmen ABD sınırları içerisinde tartışılmaya başlanmıştır. Kitabın bir “best seller” olarak fazla satması Amerika Birleşik Devletleri’nin geleceği ile ilgili tartışmaları tırmandırmış ve bu kitaptan cesaret alan Amerikalılar da mensubu oldukları süper gücün bir büyük devlet olarak geleceği ile ilgili açık açık tartışmaya başlamışlardır. Artık Amerikan uygarlığının geride kalması ve bu doğrultuda Amerika Birleşik Devletleri’nin dünya kıtaları üzerinde oluşturduğu hegemonya düzeninin devre dışı kalan bir noktaya doğru sürüklenmesi bir sır ya da gizlenen bir konu olmaktan çıkarak, Fareed Zakaria sayesinde dünya gündeminin ana tartışma konularından birisi olarak öne çıkmıştır.

         Amerika Birleşik Devletleri’nin gelmiş geçmiş cumhurbaşkanları arasında saygın bir yeri olan ve hala çok sevilen bir politikacı olarak Bill Clinton, iki binli yılların başlarında yaptığı bir konuşmada, Amerikalıların geleceğin dünyasında ABD’nin süper güç olmaktan çıkacağı güne kendilerini hazırlamaları gerektiğini açıkça söylemiştir. Gerçekçi bir politikacı olarak Clinton kendi halkına karşı dürüst davranırken ve bu doğrultuda acı gerçekleri dile getirirken, doğru davranmış ve kendi halkına gerçekleri ifade ederek onları daha tutarlı bir yola yönlendirmeye çalışmıştır. Uluslararası Siyonizm’in dalgalarına kapılıp giden eski CIA patronu baba Bush ve oğlunun başa geçtiği dönemlerde ABD bir süper güç olarak saldırganlaşmış ve savaş lobilerinin kışkırtmalarıyla bütün dünyanın başına bela olmuştur. Kapitalist düzenin sıkıştırmalarıyla sosyalist blok tasfiye edilince kendisini en büyük güç olarak gören Amerikan Devleti, bu gücü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen Siyonistler ve emperyalistlerin oyuncağı olmuş ve dünya halklarının tepesinde küresel barışı tehdit eden en büyük problem olarak öne çıkmıştır. İki kutuplu dünya sona ererken, ABD merkezli tek bir dünya düzeni oluşturulmak istenmiş ve bu doğrultuda CIA patentli çeşitli politikalar hazırlanarak devreye sokulmaya çalışılmıştır. Bazen akıl ve mantık dışı siyasal girişimler bile ABD hegemonyasını devam ettirmek üzere gündeme getirilebilmiş ve ABD’deki güçlü lobilerin özel çıkarları doğrultusunda sanki en doğru politikalarmış gibi hem devletlere hem de halklara baskı ile uygulatılmaya çalışılmıştır. Siyonizm’e teslim olan Baba ve oğul Bush ikilisine karşı gerçekleri dile getirerek dünya barışını korumaya çalışan Clinton’un, bir gün Amerikan üstünlüğünün sona ereceğini ve bütün Amerikalıların bu gerilemeye hazır olmaları gerektiğini ifade etmesi, yirmi birinci yüzyılın başlarında Amerikan halkına en çok sevilen bir eski cumhurbaşkanının saygıdeğer uyarısı olarak algılanmıştır.

          Dünyanın en büyük tarih filozoflarından birisi olan Oswald Spengler, yazmış olduğu Uygarlık Tarihi kitabında bir genel teori geliştirmiştir. Kısaca uygarlıklar tekerliği adı verilen Oswald Spengler’in görüşüne göre, dünya tarihinde her dönemde belirli uygarlıklar ortaya çıkarlar, gelişirler ve zaman içerisinde en güçlü bir aşamaya geldikten sonra sallanmaya başlarlar, güç kaybı bir noktaya geldikten sonra da grafik sürekli olarak aşağı doğru düşer. Bir büyük uygarlık temsilcisi olan imparatorluk ya da büyük devlet doyum noktasına gelerek sallanmaya başladı mı tekrar toparlanma şansı giderek azalır, sallanma duraksamaya, duraklama gerilemeye ve en sonunda da düşüşe neden olarak büyük uygarlıkların sona erdiği görülmektedir. Hun İmparatorluğundan başlayarak, tarihin her döneminde öne geçen büyük devletlerin ya da imparatorlukların tarihine bakıldığı zaman, Göktürk, Hazar, Selçuklu, Osmanlı, Roma, Bizans ve Britanya gibi kendi dönemlerinin önde gelen bütün büyük devletleri ya da süper güçleri  böylesine bir süreçten geçerek, uygarlıklar  çemberini tamamlamışlardır. Çember baştan çıkış ve ilerleme ile ortaya çıkarken, daha sonraki aşamalarda da duraklama, gerileme ve dağılma aşamalarıyla tamamlanmakta, belirli bir süre bütün dünyayı etkileyen bir uygarlığın temsilcisi olarak büyük devletler ya da imparatorluklar tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmaktadırlar. Oswald Spengler, bir tarih felsefecisi olarak bu genel durumu yerinde tespit ederek, medeniyetler tekerleği ya da uygarlıklar çemberi adı verilen teorisini ortaya koymuştur. Spengler’in bakış açısı ile bugünün süper gücü Amerika Birleşik Devletleri’ne bakıldığı zaman, büyük bir duraklama ve gerileme ile beraber yavaş yavaş tarih sahnesinden çekilmeyi de beraberinde getirecek derecede hızlı bir güç kaybının göze çarptığı görülmektedir.

        Kendini bilen hiçbir Amerikalının görmek istemeyeceği ya da bir türlü kabul edemeyeceği Amerikan hegemonyasının gerilemesi, hem tarihsel bir sürecin sonu olarak ortaya çıkmakta, hem de yaşanan dönemin real politik bir öğesi olarak tartışma alanına girmektedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkarak dünyaya yeni bir nizam vermek isteyen Amerikan gücü, savaş sonrası dönemde dünya hegemonyasını Britanya İmparatorluğunun elinden alırken, geleceğin dünya düzenini oluşturma doğrultusunda bazı ilkeleri cumhurbaşkanının ağzından açıklayarak bütün devletleri ABD öncülüğünde yeni bir dünya düzenine davet ediyordu. Savaş sonuçlarını hiçbir ülkenin kendi çıkarları doğrultusunda kullanmasına izin vermeyeceğini söyleyen Amerikan gücü, kendi çıkarları doğrultusunda bir yeni yapılanmayı on dört ilke olarak dünya kamuoyunun onayına sunuyordu. Yirminci yüzyılın ilk yarısında iki büyük dünya savaşının birbirini izlemesi eski dünya düzenine son verirken, imparatorluklar tarih sahnesinden çekilirken ve onların yerini tüm kıtalara yayılmış olan ulus devletlerin almasıyla beraber Amerika Birleşik Devletleri de bir dünya devletinin merkezi olabilme doğrultusunda önce Milletler Cemiyeti oluşumunu, ikinci dünya savaşı sonrasında da Birleşmiş Milletler örgütlenmesini uluslararası alana getiriyordu. Amerika Birleşik Devletleri kendi ülkesinde birlik ve bütünlüğü tam olarak sağlayınca, ikinci aşamada kıtasal hegemonyaya yönelerek kendi öncülüğünde Amerikan Devletler birliğini kurmuştur. Yirminci yüzyılın ilk yıllarından başlayarak denizlerdeki hegemonya düzenini İngilizlerin elinden alan ABD, İkinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru ikinci imparatorluğunu Normandiya çıkartmasıyla üzerine çıktığı Avrupa kıtası üzerinde kurmayı planlamış ve bu doğrultuda bir politika geliştirerek iki kutuplu dünya koşullarlından yararlanarak, NATO baskısıyla Avrupa kıtası üzerinde de kendi hegemonyasını oluşturmuştur. Denizlerden sonra kıtalar üzerinde oluşturulan yeni imparatorluk, soğuk savaş koşullarında ikinci kıta olarak Avrupa üzerinde de bir hegemonya düzeni kurmuştur.

      Bir kurşun atılmadan savaşsız ve çatışmasız bir biçimde tasfiye edilen Sovyetler Birliği sonrasında, Amerikan hegemonyası bu kez üçüncü bir kıtasal alan olarak Avrasya bölgesinde yayılmaya başlanmıştır. Adriyatik denizinden Çin şeddine kadar uzanan bu büyük kıtasal alanda Amerika Birleşik Devletleri hegemonyayı eline geçirebilmek üzere birbirini izleyen birçok girişimde bulunmuştur. Bu doğrultuda Amerikan girişimlerine haklı gerekçe yaratabilmek üzere hem haydut ülkeler listeleri ilan edilmiş, hem de bizzat ABD içi güçlerin örgütlemesiyle 11 Eylül saldırıları düzenlenerek, Avrasya bölgesinin kilit ülkeleri hedefe oturtularak saldırılara ve işgallere girişilmiştir. Özellikle Amerikan devletini ve toplumunu işgal eden Siyonist lobilerin, Büyük İsrail’i gerçekleştirme amacına dönük çeşitli oyunları ve senaryolarında, ABD hem siyasal hem de askeri gücü ile kullanılarak, dünyanın merkezi alanında yeni bir hegemonya düzeni kurulmak istenmiştir. Ne var ki, geçmişte yaşanan olaylar ve dünya tarihinin verdiği dersleri unutmayan dünya kamuoyu, bu tür çıkarcı manüplasyon oyunlarına alet olmayarak gereken refleksleri göstermiş ve böylece böylesine tehlikeli hegemonya saldırılarına karşı güçlerin direnmesiyle dünya barışı korunabilmiştir. Sovyetler Birliğinin dağıtılmasından sonra Demirperde gerisindeki ülkelere büyük bir çıkartma tezgâhlanmış ve bu eski sosyalist ülkeler batı emperyalizminin yeni sömürgelerine dönüştürülmek istenmiştir. İsrail’in peşine takılıp giden ve bütünüyle Siyonist politikalara kilitlenen Amerika Birleşik Devletli çok zor durumlarda kalmış ve hiçbir hukuk düzeni tanımayan savaş devleti İsrail’in haksız girişimleri ve saldırıları yüzünden bütün dünya ülkelerini karşısına almak zorunda kalmıştır. Birleşmiş Milletler gibi bir uluslararası örgütün hiçbir kararını dinlemeyen İsrail, ABD’yi de peşinden sürükleyince Amerikan uygarlığının sonuna gelinmiştir. Küçücük bir devletin oyuncağı olmaktan kurtulamayan ABD’nin süper güç olması ve dünyanın öncülüğünü yapması bu aşamadan sonra güçleşmiş ve tartışılmaya başlanmıştır.

          Yeryüzüne egemen olan bütün büyük güçler, kendilerini dünyanın merkezine oturttuktan sonra, kendi çıkarlarına uygun düşen bir düzeni bütün ülkelere dayatırlar ve böylece hegemonya düzenlerini sürdürebilirler. Bu doğrultuda her büyük gücün bir dünya barışı düzeni olmuştur. Eski Latin dilinde barış anlamına gelen Pax sözcüğü burada kullanılmış ve her devletin barış düzeni bu kavram ile ifade edilmeye çalışılmıştır. Pax Romana, Pax Bizantica, Pax Ottomana ve Pax Angilica gibi birleşik kavramlar, dünya imparatorluklarının bütün ülkelere kendi güçleri aracılığı ile kabul ettirdikleri yeni düzenlerin adı olmuştur. Tarihsel süreç içerisinde bütün imparatorluklar kendi adlarını taşıyan barış düzenlerini dünya ülkelerine kabul ettirirken, Amerika Birleşik Devletleri de   Birinci Dünya Savaşı sonrasında cumhurbaşkanı aracılığı ile on dört maddelik Pax Americana’nayı tüm dünyaya kabul ettirmek için dayatmıştır. Yirminci yüzyıl ABD üstünlüğü ile geçerken, Amerikan barışı soğuk savaş yılları boyunca bütün dünyada uygulanmaya çalışılmıştır. ABD bu doğrultuda kendi adı altında bir dünya ordusu kurarak iki yüz den fazla askeri üs aracılığı ile küresel güvenliği kendi gücü çerçevesinde gerçekleştirmeye çaba göstermiştir. İkinci dünya savaşının mutlak hakimi olan ABD aynı biçimde bütün dünyanın da kesin egemeni olmak için uğraşmıştır. Ne var ki, sosyalist blok ile beraber dünya devletleri de bir üçüncü dünya dayanışması oluşturarak böylesine bir emperyal hegemonya dayatmasına karşı çıkmışlardır. Amerikan kıtasını tam olarak ele geçirdikten sonra, okyanuslar üzerinde üstünlük sağlayan ABD, Normandiya çıkartması sonrasında Avrupa kıtasını da NATO aracılığı baskısı altına alınca, Türkiye’ye de bir emperyal güç olarak girmiştir. Askeri örgütlenmeye paralel olarak sivil kadroları da kendi politikaları doğrultusunda yetiştiren Amerikan emperyalizmi açık ve gizli yapılanmalar aracılığı ile Türkiye’yi içeriden ele geçirerek, merkezi coğrafyada bir askeri üs konumunda kullanmaya ve Türkiye üzerinden İsrail’i korumaya öncelik vermiştir. Türkiye, Pax Americana ile karşı karşıya kaldığını zannederken, bunun üzerinden üç yüz yıllık Siyonizm’in Pax İsrailica dayatması ile karşı karşıya kalınca bocalamış ve bu yüzden ciddi istikrarsızlıklar birbirini izlemiştir. Türkiye-ABD ilişkilerinin görünmeyen aktörü İsrail bütün gücü ile öne çıkınca, ABD’nin İsrail’i değil ama İsrail’in Amerika Birleşik Devletleri’ni yönlendirdiği anlaşılmış ve böylesine olumsuz bir durumda Amerikan üstünlüğünün sona ermesine neden olmuştur.

       Dünya kamuoyu, İsrail gibi küçük bir ülkeyi kontrol edemeyen bir büyük devlet olarak ABD’nin artık süper güç kimliğini koruyamayacağını, bu nedenle de bir asır önce ilan edilen Pax Americana döneminin bittiğini görmüştür. Amerikan güvenliğini en çok tehdit eden Siyonist örgütlerin güdümündeki lobiler ABD politikasının belirlenmesinde önde gelen bir yere sahip olunca hem Amerikan devleti hem de Amerikan halkı, ABD öncülüğünde yürütülen küresel politikaların belirlenmesinde geri planda kalmışlardır. ABD’nin kurulmasını sağlayan İngiliz imparatorluğunun yerini alan Amerikan hegemonyasının bir asır sonra yirmi birinci yüzyılda da devam edebilmesi için mücadele edilirken, ABD’nin sırtından bir Siyonist dayatmanın gündeme gelmesiyle bütün hesaplar altüst olmuş ve Amerika artık eskisi gibi dünyayı yönetemez bir konuma sürüklenmiştir. Bugün ABD üstünlüğü devam ediyor görünmesine rağmen, Amerikanın artık dünya sorunlarını tek başına çözemediği ve eskisi gibi sözünü dünya devletlerine geçiremediği görülmektedir. Böyle bir aşamada da Amerikan toplumu Post-Amerikan dünyayı tartışır bir konuma gelmektedir. Fareed Zakaria, kitabının adını doğru belirlerken, geleceğe dönük bir süreçte artık ABD’nin dünyayı eskisi gibi yönlendiremeyeceği gerçeğini açıkça dile getirmektedir. Yirminci yüzyılın sonuna kadar insanlığın gelmiş olduğu en üst düzeydeki gelişmişlik çizgisini temsil eden Amerika Birleşik Devletleri’nin içine girilen yeni yüzyılda bu konumunu yitirdiği görülmektedir. En üst düzeyde teknolojiyi ve bilgi birikimini bu yüzyılın başlarına kadar temsil eden Amerika Birleşik Devletleri’nin, yeni dönemde İsrail’in örgütlü güçlü lobileri aracılığı sahip olduğu bilgi ve teknoloji düzeyinin gerisinde kalmaya başladığı gözlemlenmektedir. İsrail en üst düzeyde teknolojik bilgiyi Rusya, Çin ve Hindistan ile paylaşırken bir anlamda ABD’ye meydan okumakta ve kendisinin merkez olacağı bir Büyük İsrail devletini Orta Doğu’nun kutsal ilan edilen toprakları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmaktadır. ABD bu süreci önleyemediği noktada geri kalmaya başlamış, merkezi coğrafyadaki konumunu çok iyi kullanan İsrail yeni büyük devletler ile paslaşarak, ABD sonrası dünyanın temellerini kendi öncülüğünde atmaktadır. Her aşamada ABD’yi zor durumda bırakan ve Birleşmiş Milletler kararlarını hiç dinlemeyen İsrail, bu tavırlarıyla Amerika sonrası dünya düzeninin de öncülüğünü de yapmakta, kendi oluşumuna en büyük desteği veren ABD’ye bir anlamda en büyük kazığı atmaktadır.

        Siyonizm küresel alandaki güçlü örgütlenmesiyle, Amerika sonrası dünya için İsrail merkezli bir Pax İsrailica’yı bütün dünyaya dayatırken, her türlü teknolojik ve ekonomik üstünlük ile beraber, her türlü terör ve savaş senaryolarını da uygulamaktan çekinmemekte ve böylece Amerikan üstünlüğünün sona ermesine giden yolu açmaktadır. Sovyet sonrası dönemde, dünya iki kutuplu yapıdan ABD öncülüğünde tek kutuplu bir yapılanmaya doğru sürüklenirken, İsrail sürekli olarak oyunbozanlık yapmış kendisini var eden ABD üstünlüğünü destekleyeceğini, bu süper gücü kendi gelecekteki hegemonya düzeni için kullanmaktan çekinmemiştir. Zakaria kitabında, ABD döneminin sona erişini anlatırken, konuya dünya ülkeleri gibi İsrail merkezli bakmamış ama bir Amerikan vatandaşı olarak, batının dışında yükselen ve gelecekte dünyanın yeni büyük kutup merkezleri olacak güçler ve büyük devletler açısından bakmıştır. Yahudi sermayesinin egemen olduğu basın grubunda çalışırken, Türkiye’de olduğu gibi İsrail’i görmezden gelmek bir kural haline geldiği için, Fareed Zakaria‘da daha çok ABD’yi geride bırakacak derecede güçlü olan doğunun büyük devletleri açısından konuya yaklaşmıştır. Küreselleşmenin başlangıcında dünyayı Amerikan yetkilileri batı ve batının dışında kalanlar olarak ikiye ayırırken, ABD üstünlüğünün önünü açarak küresel alanda bu gerçeği bütün devletlere mutlak olarak kabul ettirmek istiyorlardı. Ne var ki, merkezi coğrafyada İsrail politikalarına kilitlenen ABD, bu doğrultuda Sırbıstan’dan Afganistan’a kadar uzanan Avrasya coğrafyasında saldırganlığa yönelen Amerikan devleti bir anlamda kendi sonuna hazırlayan girişimlere de alet olmaktan kurtulamamıştır. Özellikle Irak’a yönelik sürdürülen haksız savaş ve milyonlarca insanın katline yol açılması, moral açıdan ABD üstünlüğünün sonu olmuştur.

        Amerika Birleşik Devletleri bir süper güç olarak, hiçbir uluslararası örgütü dinlemeyince ve dünya ülkelerini haydut ilan ederek sürekli bir saldırı düzenine yöneldikçe, kendi kurduğu düzene gene kendi elleriyle son vermiştir. Kısa bir zaman dilimi içerisinde bu kadar çok hukuk ve ahlak dışı girişimi kendi politikası olarak dünya gündemine getiren ABD bir anlamda intihar ederek kendi gücüne dayanan uluslararası düzenin sona ermesine neden olmuştur. Dünya tarihi incelendiğinde kendi imparatorluk düzenini kurmuş olan hiçbir süper gücün, ABD’nin içine düşmüş olduğu çelişkili bir duruma sürüklenmediği, kendi kurmuş olduğu uluslararası düzene gene kendi elleriyle son verdiği görülmemiştir. ABD gibi bir süper gücü kendi oyuncağı durumuna düşüren Siyonist lobilerin, bir anlamda bindikleri dalı keserek, İsrail devletinin kurulmasını sağlayan Amerika Birleşik Devletleri’nin sonunu hazırladıkları yaşanan olayların birbirini izlemesiyle iyice ortaya çıkmıştır. Kendilerini yeni muhafazakâr ilan eden çılgın siyasetçi kadrosunun ABD devletinin içine sızarak Neo-conservatizm’i bir devlet politikası haline getirmeleri yüzünden, Amerikalıların bütün dünya ülkeleriyle karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Her şeyin bir sonu olduğu gibi altın çağlarda bir süre sonra sona ermektedir. İsrail bu açıdan Amerikan altın çağına son veren oluşumları gündeme getirerek, Amerika sonrası dünyaya giden yolu açmaktadır. Belirli alanların önde gelen uzmanları, iki yıl önce üçüncü dünya savaşı çıkartmak için uğraşan Siyonist lobilerin bu doğrultuda ABD’ye baskı yapmalarıyla ekonomik krizin yapay olarak çıkartıldığını açıkça belirtmektedirler. Tamamen yapay olarak savaş isteyen Siyonist lobiler aracılığı ile çıkartılmış olan ekonomik krizin Amerikan Devletinin çöküşünün başlangıcı olduğunu, bu kriz döneminde yüzden fazla bankayı devletleştirmesine rağmen ABD’nin çöküşünün kaçınılmaz bir biçimde gerçekleşeceğini birçok uzman dile getirmektedir. Yirmi birinci yüzyılda, akıl, hukuk ve ahlak dışı politikalara alet olan hiçbir süper gücün dünyayı yönlendiremeyeceğinin artık iyice görülmeye başlanması da İsrail politikalarına kilitlenmekten kurtulamayan ABD’nin süper güç konumunu yitirmesine yol açacağını açıkça ortaya koymaktadır.

       Zakaria kitabında acı gerçekleri dile getirirken nispeten, daha yumuşak bir dil kullanarak ABD’nin çöküşünü daha çok dış unsurlara bağlamaya çalışmaktadır. Özellikle, Rusya, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerin yeni büyük güçler olarak devreye girmesiyle Amerikan üstünlüğünün sona ereceğini, küreselleşme döneminde tek kutuplu olamayan yenidünya düzeninin kaçınılmaz bir biçimde çok kutuplu bir yapılanmaya doğru gideceğini ve yeni dönemde batılı olmayan bir dünyanın ortaya çıkacağını dile getirmektedir. Batı üstünlüğünün sona ermesi, batı bloğunun önderi olarak ABD hegemonyasının da tasfiyesi anlamına geleceğini, Amerikanın bu doğrultuda yeni büyük güçler tarafından çok ciddi bir meydan okuma ile karşı karşıya olduğunu, ABD’nin böylesine bir mücadeleden tek başına galip çıkamayacağını, yeni kutup başı büyük ülkeler arasındaki çekişmenin sonunda dünyayı çok kutuplu yeni bir yapılanmaya götüreceği için ABD sonrası bir döneme kendiliğinden geçileceğini, yazar uygun bir dil ile anlatmaktadır. Amerikan gücünün İngiltere üzerinden nasıl ortaya çıktığını inceleyen yazar, ABD’nin İngiliz imparatorluğu sonrasında uzun bir koşuya çıktığını  ve bunun sonucunda yorgun düştüğünü, yavaş yavaş bir şey yapmaması politikasına doğru bir kaymanın toplumda öne çıktığını  anlatmaktadır. ABD’nin üstünlüğünü kaybetme sürecinden  kurtulabilmesi  için  Amerikalıların ülke ve devletlerinin var olma amacını yeniden düşünmeleri gerektiğini, rekabetin görüntülerinin ihmal edilmemesini, bu kez durumun eskisinden çok farklı olduğunu  ve yeni dönem için yepyeni kurallara gerek olduğunu, Britanya’nın izlediği yolun  koskoca imparatorluğun dağılmasına yol açtığı için izlenmemesi gerektiğini ama güçlü bir merkezi devlet kuran Alman devletinin kurucusu Bismark’ın izinden gidilmesi gerektiğini, İngiliz dengeciliğinin bir işe yaramadığını ama  Bismark’ın büyük güçlerle anlaşarak yoluna devam etmesinin daha gerçekçi bir  yol olacağını  yazar ileri sürmüştür. Olaylar karşısında asimetrik düşünmenin daha yararlı olacağını ve kesinlikle meşruluktan sapılmaması gerektiğini, aksi takdirde çok ciddi karışıklıkların ortaya çıkabileceğini de kitabın son bölümlerinde anlatmaktadır. Asya’nın büyük dev ülkelerine karşı Afrika’nın Nijerya’sı ve Güney Afrika’sı ile devreye girebileceğini, Amerika’nın yenidünya dengelerinde bu ülkelere de dikkat etmesi gerektiğini vurgulamaktadır.

        Ekonomik krizin beraberinde getirdiği çöküş senaryolarının giderek daha etkili bir biçimde tartışıldığı Amerikan kamuoyunda, bir kışkırtıcı yayın olarak Zakaria’nın kitabı kimsenin söyleyemediği bir gerçeği açıkça itiraf etmektedir. Dünya artık Amerikan hegemonyasından çıkarken çok kutuplu bir yapılanmaya doğru gitmekte ve böylesine dönemeçte ABD Çin, Rusya, Brezilya ve Hindistan gibi ülkelerin tehditleri ile karşı karşıya kalmaktadır. ABD bunun üzerine beş-altı büyük kutuplu çekişme ile uğraşmak yerine Türkiye, Endonezya, Güney Afrika, Nijerya, Meksika gibi orta büyüklükteki ülkeleri de işin içine sokarak, daha çoklu bir yapıyı G-20 çatısı altında oluşturarak, kendisini tehdit eden büyük ülkeleri gene kendi kontrolü altında tuttuğu ülkeler ile dengelemeye çalışmaktadır. ABD rakiplerini ortak bir çatı altında toplarken, orta boy ülkeler ile sayıyı artırarak çokluk içinde yeni dengeleri G-20 yapılanması doğrultusunda aramaya devam etmektedir. Ne var ki. ABD’nin güney eyaletlerinin İspanyolca konuşarak Meksika’ya doğru kayması, kuzeyin zengin eyaletlerinin ise Kanada ile yakınlaşarak yeni bir kıtasal konfederasyon arayışı içine girmeleri, İsrail’e göç etmeyen Amerikan Yahudi lobilerinin Alaska merkezli yeni bir Kuzey Amerika yapılanması arayışına yönelmeleri sürecinde, ABD’nin kendi iç bütünlüğünü korumakta giderek zorlanacağını göstermektedir. Utah eyaletinin bir Mormon devletine dönüşmesi, ABD eyaletlerinin de modaya uyarak alt kimlikli yerel yapılanmalara yönelmesini gündeme getirmektedir. Şirketlerin dayattığı küresel emperyalizm alt kimlikleri hortlattıkça eyalet devletlerinde yerel kimlik oluşumu sürecini öne çıkarmaktadır. Bu aşamada Utah örneğinden sonra, ABD’ye Avrupa’dan göç eden Avrupalıların da İtalyan, İrlanda, Alman ve benzeri alt kimlikli toplulukların belirli eyaletlerde toplanmalarına neden olmakta ve böylece alt kimlikler öne çıkarken Amerikan kimliği giderek kaybolmaktadır. Yeni dönemde, Amerikan eyaletlerindeki alt kimlikçi oluşumlarda ABD’nin çöküşüne ve içeriden dağılmasına neden olacak gibi görünmektedir.  Amerika’daki Almanların Kaliforniya’da toplanarak bağımsız devlet ilan etmeye çalışmaları da bu durumun bir başka göstergesidir. Texas eyaletinde ise bağımsızlık ilanına hazırlanan 5 çayı mitingleri sürekli olarak yapılmaktadır.

        Amerika Birleşik Devletleri hem içeriden hem de dışarıdan birçok tehdit ile karşı karşıya kaldığı bu aşamada, artık dünyayı eskisi gibi yönlendirememektedir. Kendi ülkesine sahip çıkamayan, eyaletleri arasında giderek ayrılık tohumları öne çıkan bir devlet olarak ABD giderek kendisini yönetmekte zorlanırken, artık eskisi gibi dünyayı yönetmesi beklenemez. Fareed Zakaria bu durumu tanınmış bir gazeteci olarak son kitabı ile ortaya koymuştur. Post-Sovyet dönemden sonra dünya şimdi de post-Amerikan bir döneme doğru hızlıca sürüklenmektedir. Bu gerçeği bütün dünya ülkeleri gibi Türkiye’de yerinde görerek ona göre hareket etmelidir. Yeni dönemde bütün dünya ülkeleri kendi başlarının çaresine bakmaya çalışırken, Türkiye’nin hala eskisi gibi bir Amerikan sömürgesi olarak hareket etmesi beklenemez. Artık ABD hegemonyası geride kalırken, bütün dünya bir post-Amerikan döneme doğru hızlıca sürüklenmektedir. ABD’nin dümen suyunda girerek Türk toplumunu esir almaya çalışan neoliberallerin ileri sürdüğü gibi yeni dönemde bir post-Kemalizm değil ama bir post-Amerikanizm yaşanacaktır. Amerikancı neoliberaller post-Amerikanizm’i gizlemek için her fırsatta post-Kemalizm’i gündeme getirerek eskisi gibi Türkiye’yi gene bir Amerikan sömürgesi doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Yaşanan olaylar bir kez daha antiemperyalist ulusalcı önder Atatürk’ü haklı çıkarmıştır. Ulusal bir kurtuluş savaşı sonucunda ortaya çıkan antiemperyalist ve ulusalcı bir akım olarak Kemalizm son gelişmelerle bir kez daha doğrulanmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti yaşadıkça yeni dönemde bir post-Kemalizm olmayacak ama güncelleşen Kemalizm, Türk halkına ve bütün Avrasya ülkelerine yön gösterecektir. Ne var ki, eski gücünü yitiren ABD bir post-Amerikanizm’in içine doğru sürüklenerek, içinden çıkılmaz bir kaosa düşerek bir iç çatışma ve çekişme yaşayacak ve bunun sonunda belki de dağılacaktır. Post-Amerikan dönemde yenidünya düzeni kurulurken, Güncel Kemalizm Türkiye ile beraber bütün Türk ve İslam dünyasına yön göstermeye devam edecektir.  Yeni dönemde, Post-Kemalizm olmayacak ama Post-Amerikanizm, Amerika Birleşik Devletleri’ni dağılmaya doğru sürükleyecektir. Küreselleşme politikaları, Avrasya stratejisi ve Büyük Orta Doğu projesi iflas eden ABD’nin, içe dönük bir hesaplaşmaya sürüklenmesi kaçınılmazdır. ABD kendi içine dönerken, Kemalist Türkiye bölgesinde merkez ve model ülke olarak önemli bir boşluğu doldurarak dünya barışına katkıda bulunacaktır.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

3 Nisan 2021 Cumartesi

TÜRKİYE TÜRKÇE İLE VAR OLMUŞTUR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKİYE TÜRKÇE İLE VAR OLMUŞTUR  

                Amerikan seçimleri sonrasında, bu süper güç konumundaki büyük devletin ne yapacağı ve ne gibi bir yeni program çıkaracağı beklenirken, yerli ve yabancı basın organlarında sürekli olarak akıl yürütülmekte ve gelecek için çeşitli tahminler öne sürülmeye çalışılmaktadır. Soğuk savaş sonrasında içine girilmiş olan küreselleşme döneminin sonuna gelindiği ve batı dünyasından her türlü zorlamaya karşı bu sürecin artık işlemediği ve bunun yerine nasıl bir program geleceği tahmin edilmeye çaba gösterilirken, Türkiye Cumhuriyetini bu tür emperyal  programlar çizgisinde kullanabilmenin arayışları öne çıkmakta ve Türk devleti için batılı emperyalist merkezlerden gelen  yeni  planlar  doğrultusunda  eskisinden çok farklı devlet ve toplum modelleri birbiri ardı sıra öne sürülmektedir. Bu çizgide gündeme getirilen plan ve programlar uygulanmaya yönelik bir biçimde devreye sokulurken, hepsinin Türk, Türkiye ve Türkiye Cumhuriyeti gibi halen yürürlükte olan Anayasanın içinde yer alan temel kavramlara karşı çıktıkları ve bunların yerine farklı yaklaşımlar geliştirerek, kendi kafalarına ve çıkarlarına göre bir Anadolu ve Trakya yapılanması peşinde koştukları görülmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak kurulduğunu göremeyen ya da görmek istemeyen emperyal  güçlerin Türkiye’de yaşayan taşeronları ,Anadolu yarımadası üzerinde bir çok farklı etnik, dinsel ve kültürel topluluk yaşadığını  ama bunların içinde Türklerin olmadığını, Türklerin bu coğrafyaya sonradan geldiklerini  ve bu nedenle yarımada üzerindeki devletin adının Türk olamayacağını önceleri dolaylı olarak dile getirmişler ama son dönemdeki gelişmeler yeni bir ortam yaratınca, hem Türklüğe hem de Türkiye Cumhuriyeti adını taşıyan Türk ulus devletine açıktan saldırmaya başlamışlardır.

                Dünyanın en gelişmiş modern dillerinden birisi olan Türkçe, bugünün Türk devletinin resmi dili olarak, cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte kullanılmaya başlanmış ve bugünün Türkiye’sinin ortaya çıkarılmasında temel dayanak noktası olmuştur. Türklerin tarih sahnesine çıktıkları Ural-Altay bölgesinden gelen kavimlere ya da insan topluluklarına bilim çevrelerinde Türk adı verilmiş ve bunlar Türk dünyasının bir parçası olarak kabul edilerek, yerküre haritasında önemli bir coğrafyayı kapsayan yerleşimi zamanla gerçekleştirmişlerdir. İlk olarak Kuzey doğu Asya bölgesinde ortaya çıkan Türklük olgusu, daha sonraki süreçte hızla Asya’nın çeşitli bölgelerine yayılarak ve bu büyük kıtanın hemen hemen her bölgesinde birbirinden ayrı devletler kurarak, dünya tarihi içinde belirleyici bir rol oynamışlardır. Bugünün Türkiye’sinin Anadolu yarımadası üzerinde kurulmuş bulunmasının nedeni, Türk asıllı boyların Asya’dan gelerek Avrupa kıtasına doğru yayıldığı dönemlerde, onların içinden çıkan ve merkezi coğrafyada yaşamaya başlayan Ural-Altay kökenli toplulukların, yüzyıllar boyunca merkezi alanda varlıklarını koruyarak bugüne kadar yaşamalarıdır. Asya’nın ortalarında dünya sahnesine çıkmış olan Türk topluluklarının Ural-Altay bölgesinde kullanılan dile sahip olmaları yüzünden, Türkçe adı verilen bu dilin zamanla Türk kökenli kavimlerin   ortak dili haline gelerek etkinliğini daha artırdığı anlaşılmaktadır. Türk kavimleri milattan önce onuncu yüzyıldan başlayarak tarihin sonraki dönemlerinde de üç büyük kıtanın her yerinde ortaya çıkan devletleri kuran halk topluluklarının gene dil olarak Türkçeyi kullandıkları ama yaşadıkları bölgelerin özelliklerine göre, Türkçe’nin çeşitli diyaloglarını benimsedikleri anlaşılmaktadır. Böylelikle, Türklerin tarih sahnesine çıkışı ile birlikte bir Ural-Altay dili olarak gelişen Türkçe, bütün Türk asıllı toplulukların en belirgin özelliği olarak gündeme gelmiş ve zaman içinde gelişmeler göstererek, harita üzerinde yer alan Türk devletlerinin de en önde gelen kimlik belirleyici özelliği olmuştur.  

                Türklük olgusunun tarih sahnesine çıkarak var olmasının Türkçe ile mümkün olduğu ve bu dilin yüzyıllardır yaşayarak Türk toplulukları ile birlikte Türk devletlerinin de resmi dili haline gelmesi sayesinde, bugünün dünyasında Türklük ve Türkiye Cumhuriyeti’nin önde gelen bir önemi vardır. Bu açıdan Türkiye’nin Türkçe ile var olduğu ve bu nedenle de Türklerin kurmuş olduğu Anadolu devletine Türkiye adı verildiği anlaşılmaktadır. Türkçe Türk topluluklarının belirleyici bir özelliği olarak bütün Türk dünyasında iletişim, konuşma ve yazışma gibi işlevlerin yerine getirilmesi sırasında kullanılmakta olan ana dilin adıdır. Ana dilden resmi dile doğru geçirilen gelişim süreci   içerisinde, Türk dili Türkçe olarak eski ve yeni Türk devletlerinin çatısı altında   varlığını sürdürerek bugünkü konumuna gelmiştir. Günümüz dünyasının haritasında yer alan yirmiden fazla Türk devletleri ya da Türk kökenli diğer devletlere bakılırsa, Türkçe’nin tarihin derinliğinden çıkarak bugünün dünyasında nasıl en gelişmiş ana dillerden birisi haline geldiği görülmektedir. Bugünün çağdaş dünyasında modern ulusların sahip oldukları yapılanmalar incelenirse, hepsinin belirli bir geçmişe sahip oldukları ve bu çizgide ana dillerini kazandıkları görülebilmektedir. Dilbilimciler genel olarak ana dili tanımlarken geliştirdikleri detaycı yaklaşıma göre, ana dil karıncanın su içtiği dildir. İnsanın toprağa ve suya bağımlı olmasının getirdiği bu duruma göre, ana dil de bu toprağın içinde yaşayan çalışkan canlılar olarak karıncaların su içtiği ya da kullandığı dilin esasıdır. Buna göre herkes doğduğu bölgenin kültürü ile bağlıdır, büyürken bu kültüre göre biçimlenen insanın kullandığı dilde dünyaya geldiği coğrafyanın dili olarak biçimlenmektedir. İnsan hangi dilde kendini ifade ediyorsa, yakın çevresine ve sevdiklerine hangi dilde hitap ediyorsa o zaman o kişinin ana dili o dildir.

                İnsanların konuştukları, yazdıkları gibi düşünceleri de biçimlenirken ana dil olarak seçilen ya da belirlenen dil yapılanması doğrultusunda kesinlik kazanmaktadır. İnsan düşünen bir yaratık olarak diğer canlılardan ayrıldığı için düşünerek var olur ya da düşünceleriyle birlikte aktif yaşam düzeni içinde yerini alabilir. Düşünce eylemi insanların temel davranış biçimi olarak belirginlik kazandığı zaman insanların insanca yaşayabilecekleri bir yaşam düzenine sahip oldukları kabul edilebilir. Bir dilin anadil olarak belirlenebilmesi için ortak davranışların bütününden meydana gelen bir kültürün ve insanların eğitim ve bilimsel çalışmalar doğrultusunda   kullandıkları dilin, gene o dil kullanılarak yapılması gerekmektedir. Kavramlar, tanımlamalar, atasözleri ve benzeri edebi ürünlerin hepsinin ana dilde ifade edilmeleri, ana dilden resmi dile geçiş süreci içinde yerine getirilmeleri gereklidir. Resmi dilin özünü oluşturan ana dil toplumsal gelişme süreci içinde genel olarak evde anneden öğrenilmektedir. En küçük toplumsal birlik olarak öne çıkan aile topluluklarında ana ile birlikte baba da yer alarak ana dilin ortaya çıkışında etkili olmaktadır. Ana dilden hareket ederek toplum içinde ana dili kullanarak hareket eden bireylerin günlük yaşam sırasında kullandıkları sözcükler ve bunların bütünleşmesinden meydana gelen ortak dil kullanımı, zaman içerisinde tekrarlanarak pekişir ve kullanıldığı ülkenin resmi dili haline de dönüşebilir.  Günlük yaşam içinde çalışırken ve üretim amaçlı faaliyetlerde bulunurken, gene ana dilden gelen günlük dil kullanılır ve bu nedenle de zamanla ana dil ülkelerin resmi dili konumuna gelebilir. Toplumsal yaşam düzeni içinde yapılan çalışmalar belirli bilim dalları ve araştırma alanları gündeme getirirken edebiyat, tıp, hukuk, felsefe ve kültür gibi değişik alanlar kendi kullandıkları dili geliştirerek ana dil merkezli yönelimi kendi mesleklerinin diline de dönüştürebilirler. Ne var ki bu gibi özel alanlaşma toplumsal yaşam açısından bölücü olmaya başladığında, bu kez resmi dil bir tepkisel insiyatif olarak devreye girerek ana dil kullanımından meydana gelen ortak lisanı korumaya ve geliştirmeye öncelik verirler. Böylece resmi dilin her gün toplum üyeleri arasında kullanılmasıyla bir anlamda ülke içinde ulusal bir var olma referandumu gerçekleştirilmekte ve bu doğrultuda tazelenen uluslar ile ulus devletler varlıklarını koruyarak yaşamlarını sürdürmektedirler.

                Türkçe bugün hem Türklerin ana dilidir hem de Türkiye Cumhuriyeti devletinin resmi dilidir. Böylesine bir ortak yapılanma Türkçe kullanımını fazlasıyla yaygınlaştırarak dilin güçlenmesine yardımcı olmuştur. Dil güçlendikçe ulusal kültür gelişmeye başlamış ve bunun kaynağında var olan ulusal dil olarak Türkçe, Türkiye’nin bir bağımsız devlet olarak yapılanmasına önemli ölçüde katkı sağlamıştır. Ana dili gibi resmi dilinde en önemli özelliği bir toplum içinde birlikte yaşayan insanların aynı anda benzer düşünce ve duygularla ortak hareket etmesidir. Bir ülkenin değişik bölgelerinden birbirinden farklı dillerin kullanılması gündeme gelirse, o zaman ortak bir sorun ya da durum ile karşı karşıya kalan bir toplumun ulusal vatandaşlarının benzeri duygu ve düşüncelerle birlikte hareket etmesi mümkün olamıyor olabilir. Bu gibi durumlarda ulusal toplum bütünlüğü zarar görebilir ya da bölünme veya parçalanmaya doğru gelişen farklılıklar zamanla öne çıkarak toplum içinde birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırabilirler. Herkesin sahip olduğu kimliğin toplumsal boyutunu oluşturan ana dil ya da resmi dil bu gibi olumsuz durumlarda birlikteliği devam ettiren mekanizma olarak, ulusal dili ve devlet yapılanmasını korumaktadır. Osmanlı sonrası Anadolu yarımadası için Sevr projesini gündeme getiren İngiliz emperyalizmi Türkiye’nin kuzeyi, batısı, doğusu ve güneydoğusu için ayrı ayrı dillerin geçerli olacağı küçük eyalet devletçikleri düşünmüş ve bu doğrultuda ABD ile birlikte yabancı okullar açarak geçmişten gelen ülkesel birliği ortadan kaldırabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Karadenizli ile Güneydoğulunun birbirini anlamadığı bir Türkiye yaratmak ancak emperyalizmin bölücülüğüne zemin hazırlar ama bir ulus devlet olan Türkiye’nin bütünlüğünü de ortadan kaldırabilir. Benzeri bir durum bugün dört devletten parça alarak oluşturulmak istenen bir yeni devlet oluşumunda da gündeme getirilmiş ama dört bölge halkının farklı diller konuşmaları yüzünden, ulus devlet olarak oluşturulmak istenen yeni manda devleti projesi bir türlü hayata geçirilememiştir. Konuşurken ya da düşünürken aynı şeyleri hissetmeyen ya da ortak tutum ve davranışlar içine girmeyen fertlerden oluşan toplum yapılarında uluslaşma olgusu ile karşılaşılmaz çünkü herkesin alt kimlikleriyle birbirinden ayrı dil ve kültürü taşımaları gibi durumlarda, uluslaşma olgusu tamamlanmadığından, ana dili ya da devlet dili ortaklığı sağlanamaz.

                Ulus devletlerde ve ulusal toplumlarda birliktelik için ortak bir dilin varlığı zorunludur. Aksi takdirde her gün bir referandum olarak benimsenen ve bu doğrultuda ulusal toplumların devam etmesini sağlayan dil birliği düzeni sürdürülemez bir noktaya gelebilir. Genel olarak hayata gelen her yeni kuşak farklı dil oluşumları ile karşı karşıya gelebilir ya da geçmişten gelen bir ortak dil olarak ana dili ya da devlet dili çizgisinde tek bir dil kullanarak anlaşmaya yönelmektedirler. İdeal olan devlet düzenlerinde, ulusal toplum birlikte hareket eder ve bunu da ortak devlet dili ile gerçekleştirmeye çaba gösterirler. Bir ulus devlet çatısı altında birisi ağlarken ötekiler onu anlamıyorlarsa ve ortak konuda anlaşamıyorlarsa o zaman ne ülkü ne de ülke birliği kalmaz ve o devletin geleceğe dönük bir süreç içinde var olabilmesi giderek zor bir aşamaya sürüklenir. Birçok başarısız ulus devlet düzeninde bu duruma benzer birçok olumsuzluklar birbiri ardı sıra öne çıkabilmekte ve bu yüzden de ulus devletlerin uluslaşarak ortaya çıkmış oldukları siyasal konjonktür dünyayı başka noktalara doğru sürüklerken, ulus devletler ulusal yapılarını ve kültürlerini koruyamadıkları için başka türlü siyasal konjonktürlerin içinde bocalamaya başlarlar ve zaman içinde de bocalamadan yok olmaya doğru eğilimler gösterebilirler. Başarılı ulus devletlerin ortak bir ulusal kültür oluşturanlar olduğu son dönemdeki gelişmelerle açıkça görülmektedir. Ortak ulusal kültürün de vazgeçilemeyecek düzeyde ana dil ya da onun resmileşen türü olan devlet dili olduğu artık kesinlik kazanmıştır. Demokratik rejimlerde her gün halkın önüne çıkarak konuşmalar yapan siyasetçilerin, ülkenin birlik ve bütünlüğü için tek bayrak, tek devlet, tek vatan, tek millet diye bağırdıkları çok fazlasıyla görülmektedir.   Her nedense ulus devletleri var eden tek resmi dil konusu görmezden gelinmek gelinmektedir.

                Dünyanın orta yerinde üç kıtanın ortasında bir ulus devlet olarak öne çıkan Türk devletinin ortaya çıkış sürecinde ve her türlü engele rağmen devam etmesinde etkileyici ortak ana faktör olarak tek dil koşulunun devam etmesi gösterilebilir. Türkiye’yi yoktan var eden ortak dil olgusunun zamanla  ihmal edilmesi  ve son dönemlerde yaşanan  ulusal  siyasal konjonktürde resmi dil  konusu kamuoyunda geride bırakılırken, alt kimlikler üzerinden yerel ve bölgesel dillerin öne sürülmesi ulusal bütünlük açısından çok büyük  handikapların gündeme gelmesine yol açmakta ve bu doğrultuda ulus devletten vazgeçilerek, başka devlet modellerine yönelenler vatan, toplum ve de tarih  gibi değişken unsurları  esas alarak bunları  ısrarla tekrar etmektedirler. Dil kadar birleştirici olmayan tarih ve toplum yapılarının tek tek sayılmaları ama tek dil konusunun bu arada görmezden gelinmesi ya da bilinçli bir biçimde unutulması, gelecekte farklı devlet modellerini emperyalist projeler ile dış güçlerin baskı ve çıkarları doğrultusunda dışarıdan dayatanların amaçlarına hizmet etmektedir. Bilim açısından farklı devlet modelleri olduğu için, ulusal kültür üzerinden ulus devlet entegrasyonunu gündeme getiren tek dil koşulunun da ana dil ya da devlet dili olarak var olan devlet modelinin korunabilmesi için her zaman hatırlanması gerekmektedir. Kişisel kimliğin olduğu kadar toplumsal kimliğin de özel yapılanmasının ana koşullarından birisi olarak, resmi dilin tek dil koşulu çizgisinde her zaman için dile getirilmesi, ulus devletlerin savunulması açısından vazgeçilmez bir konudur. Başka türlü devlet modellerine angaje olanlar ya da emperyalizmin dışarıdan baskıcı zorlamalarına bu doğrultuda karşı çıkmayarak pasif kalan toplum kesimleri, ulusu var eden ana dili unutunca Türk devletinin varlığı tehlikeye girmektedir. Ulusal konularda duyarlılık göstermeyenler, bu noktada dil konusunu tartışma konusu yaparak, gelecekte ülkenin ulusal varlığını tehlikeye atmaktadırlar.  

                Ulus devletleri ortadan kaldırmak için her yola başvuran emperyal devletler ve küresel şirketler, ulus devletlerin kendi çatıları altında oluşturdukları toplumsal birlikteliği ortadan kaldırmak üzere bir de komşu dil adı altında yeni bir dil tanımlaması ve yapılanmasını tartışma alanına getirmektedirler. Bir ülkede ulus devletler kurulmuşsa ve ülkede kabul edilen resmi dil çizgisinde ulusal dil o ülkenin ulusal kültürünü bütünüyle oluşturuyorsa, var olan uyumluluğu bozmak üzere araya bir de komşu dil kavramını sokarak ulus devlet karşıtlığı provoke edilmektedir. Alt kimliklerin dayandığı farklı diller komşu dil olarak masum bir görünüm içerisinde öne çıkarılabilmekte ve küresel emperyalizmin son çeyrek asırda dayattığı çok kültürlü toplum yapılanması çizgisinde, komşu dillere de ulus devletlerin resmi dilleri ile birlikte benzeri bir hukuksal statü verilmeye çalışılmaktadır. Böylece ulus devletlerin üniter yapısı bozularak  küreselcilerin  şehir ve eyalet devletlerinin önü açılmaya çalışılmaktadır. Günümüzün Orta Doğusunda Türkiye’ye   komşu ülke olan Irak anayasasında, devlet Arapların ve Kürtlerin ortak siyasal örgütü olarak gösterildiği için, çok kültürlü bir anayasa üzerinden Arapların çoğunlukta bulundukları ülkede ikinci bir dil, komşu dil olarak anayasal düzen içinde benimsenmektedir. Ulus devletlerin dünya haritası üzerinde sahip oldukları toprak parçaları komşu ülkelerin vatanı olarak kabul edilirken, ulus devletin resmi dillerinden başka bölge halklarının kullandığı alt kültür dilleri de çok kültürcülüğün bir uygulaması olarak komşu diller tasnifi içinde öne çıkarılmaktadır. Komşu diller ya da alt kimlik dillerinin çok kültürlülük ortamında, ulus devletlerin anayasal düzenlerinde ya da   hukuk sistemlerinde yer alması için dış güçlerin baskıları ile karşı karşıya kalınmaktadır. Onların hazırladıkları gelecek projeleri doğrultusunda ulus devletlerin tasfiyesi gündeme getirildiğinden, resmi dilin dışındaki diğer dillere komşu diller tanımlaması ile geçerli bir statü tanınarak emperyalist projelerin önü açılmaya çalışılmaktadır. Ulus devletlerin komşusu olan ülkeler vardır ve bunlar ile ilişkiler komşuluk esası üzerinden uluslararası alanda yürütülmektedir. Ne var ki, komşu ülkelerin dilleri ile komşulukları karıştırılınca, ortaya hem bir uluslararası ilişkiler kaosu hem de de bir ulusal toplum curcunası gibi karışık ortamlar çıkabilmektedir. 

                Ulusal diller ile komşu ve alt diller arasındaki çekişme, ulus devletlerin tarih sahnesine çıkışı ile başlamış ve iki asır boyunca devam ederek bugünlere gelmiştir. Dün ulus devletler kurarak imparatorlukları parçalamaya çalışan emperyal güçler, bugün de ulus devletleri parçalayabilme doğrultusunda şehir ve eyalet devletleri oluşturmaya öncelik vermektedirler. İmparatorluklar ile dünya kıtalarına yayılan emperyalizm, sonraki aşamada imparatorlukları kontrol altında tutabilmek üzere bunları ulus devletlere bölerek parçalama siyaseti izlemiştir. Böylece daha küçük devletler olarak ulus devletleri öne çıkaran emperyalistler imparatorlukların büyüklüğü ve gücünden kurtulmuşlardır. Devletlerin vergi uygulamalarını istemeyen, her devletin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda  oluşturduğu  resmi hukuk düzeniyle getirdiği kısıtlamaları ya da hukuk sınırlamalarını kabul etmek istemeyen uluslararası tekelci şirketler, kendi denetimleri altında bir küresel dünya düzeni oluşturulabilmesi için ulus devletlerin içinden şehir ve eyalet devletleri çıkarmaya öncelik vermekte ve bu doğrultuda  ulusal toplumun birliğini ve bütünlüğünü parçalamaya doğru yöneldikleri aşamada  alt ve komşu dilleri gündeme getirerek, bunlarında içinde yer alacağı yeni bir çok kültürlü toplumsal düzen kurma çabası içine girmektedirler. Her kafadan bir sesin çıkacağı, toplumsal yaşamın her aşamasında birbirinden farklı dillerin kullanılacağı, sokakta yürürken, parkta otururken, resmi kurumlarda vatandaşlığın gereği olan kamu hizmetlerinden yararlanırken başka başka dillerin kullanılmasıyla oluşturulmak istenen sosyal kaos ortamıyla emperyalizm ulus devletleri parçalayarak bunları ortadan kaldırabilmenin uğraşı içerisine girmiştir. Ulus devletleri var eden ulusal dilin ülke ve toplum bütünlüğü içinde genel geçerliliğinin kaldırılmasına yönelik girişimler, alt kategoride komşu dillerin resmen tanınmasını gündeme getirdiği aşamada yeni dünya düzeninin küresel boyutu ile karşı karşıya kalınmaktadır.

                 Yeryüzünde beş kıtaya dağılmış olan insan toplulukları içinde yapılan bilimsel çalışmalara göre, beş bin den fazla kültür grubu bulunmaktadır. İki yüz civarındaki ulus devletlerin sınırlarının yetersiz kaldığı beş bin ayrı kültür alanının gelecekte ulus devletlerin ötesinde kendi kendilerini yönetecekleri bir kamu düzenine yönlendirilmesi noktasında alt kültürler ve komşu diller gündeme getirilerek, geleceğin dünyasında geçerli olması istenen beş bin şehir devleti ya da eyalet oluşumu gibi gelişmelerin önü açılmaya çalışılmaktadır. Böylece çağdaş dünyanın yarattığı ve modern ulus devletlerin yavaş yavaş ortadan kaldırılacağı yeni bir döneme doğru insanlık hızla sürüklenmek istenmektedir. Böylesine bir yaklaşım insanları modern bir ulusal kimlikten çıkarmakta ve gelecekte alt kimlikli küçük küçük toplulukların birbirini yiyeceği ya da sürekli çekişerek her şeyi yok edeceği bir toplumsal kaosu adım adım getirerek, bütün dünya ülkelerini var olma ya da yok olma süreci ile karşı karşıya getireceği tehlikeli bir ortama doğru yönlendirmektedir. Dil konusu böylesine olumsuz bir süreç içinde eskisinden çok daha fazla siyasal bir anlam kazanmış ve devletlerin ortaya çıkışı ile birlikte ortadan kaldırılışı aşamasında da ana etken unsur olarak yeni bir konum kazanmıştır. Küresel şirketlerin yanı sıra uluslararası kuruluşların da aynı doğrultuda yönlendirilmeye başlanmasıyla birlikte bugünün dünyasında ulus devletlere karşı çıkan bir olumsuz ortam yaratılmıştır. Geçen yüzyılda el üstünde tutulan ulus devletler düzeni, kötülenmeye başlanmış ve bunlar faşist örgütlenmeler olarak lanetlenirken, ulus devletleri var eden ulusal dilleri kullanmak da faşist olmakla bire bir gösterilmek istenmiştir. Ulus devletler kötülenirken alt kültürler ve kimlikler parlatılarak insan hakları ve de çağdaş uygarlık gerekçeli çıkışlar aracılığıyla ortaya daha küçük devletçikler çıkartmak üzere bölücü ve kaos hedefli siyasetler sürekli olarak devletlerin gündeminde canlı tutulmaktadır. Dünyayı binlerce yıl kendi istedikleri çizgide yöneten zengin ve güçlü aileler, egemenliklerini uluslar ile paylaşmak istemedikleri için, alt kültürleri alt dillerle kışkırtarak ve komşu kültür ve dillere yol açarak kendi küresel egemenliklerini sürdürmenin yollarını aramaktadırlar.

                Batı blokunun emperyalist büyük devletleri içinde yer alan İngiltere, Fransa ve Almanya gibi devletler de birer ulus devlet olarak ulusal resmi dil ile birlikte alt grupların kullandığı komşu dilleri sorunu ile de karşı karşıya kalmaktadırlar. Orta çağ döneminde üç yüz civarında şehir devletine sahip olan Avrupa kıtası bugün gelinen aşamada otuz ulus devlet üzerinden birleşerek ABD gibi kıtasal bir federasyona dönüşemeyince, küresel şirketlerin dünya hegemonyası ulus devletler ile paylaşılma noktasına geldiği için, Avrupa Birliğinin uluslararası yapılanması üzerinden alt kültürler ve diller, Avrupa Birliği sürecinde yerel yönetimler, yerel kültürler ve diller ile bölgesel devletler ve diller olarak gündeme getirilmişlerdir. Bu doğrultuda İngiltere’den İskoçya, Galler ve Kuzey İrlanda Fransa’dan Korsika adası, Bask bölgesi, İspanya’dan Katalanya, Anduluzya, Almanya’dan Bavyera, İtalya’dan Padanya ve Sicilya, Yunanistan’dan Girit, Ege Adaları ve Güney Makedonya gibi bölgelerin ulus devletlerden ayrılarak, alt kimlik ve kültür ile Avrupa Birliği içinde yer almak istedikleri görülmektedir. Avrupa Birliği bir uluslararası kuruluş olarak bu tür ayrılıkçı oluşumlara karşı, bölge devletleri ile alt kültür ve diller başlıkları altında oluşturduğu kuralları ve hukuk siyasetlerini kararlı bir biçimde uygulayarak sorunları çözmeye çalışmış ama komşu dil olarak ifade edilen alt diller içinden çıktığı bölgelerde ana dilde eğitim ve çalışma hakları çizgisinde ele alındıkları zaman, var olan kamu düzeninin bir parçası konumuna da gelebilmişlerdir. Avrupa gibi uygarlığın beşiği olan ve son derece gelişmiş devlet yapılarına sahip olan bir kıtada, çağdaş dünyanın en gelişmiş devlet modeli olarak ortaya çıkan modern  ulus devlet yapılanmasının önlenmesi ve ayrıca insan hakları düzeyinde ele alınan alt kimlik kültürü ve dillerinin desteklenir bir düzeye gelmesiyle, Avrupa uygarlığının insanlık alemine kazandırmış olduğu ulus devletler modelinin, giderek tehdit altına girmesini ve belirli bir zaman süreci içinde  ortadan kalkarak  alt kültürler ile  komşu dillerin yeni bir ortaçağ düzenini, çağdaş uygarlığa aykırı bir biçimde geriye giderek ortaya çıkarmasına zemin hazırlamaktadır.

                Fransa, çağdaş ulus devlet modelinin öncüsü olan bir ülke olarak eski bir kültür bakanı Touban’ın adıyla 1994 yılında çıkarmış olduğu yasal düzenleme ile resmi ulusal dil olan Fransızca’nın yerel ve alt kültür dillerine karşı korunması doğrultusunda ayrı bir kamu düzeni örgütlemesi yapmıştır. Bu yasaya göre Fransızca, Fransız ulusunun ana dili olarak bütün resmi işlemlerde resmi dil olarak kullanılacaktır. Devletin düzenlediği bütün resmi işlemlerde resmi dil olarak Fransızca kullanılmaktadır. Bütün eğitim kurumlarında, tüm devlet daireleri, kamu kurumları ve mahkemelerde yalnızca resmi dil olarak Fransız ulusunun ana dili kaynağından gelen Fransızca kullanılacaktır. Resmi dilin yanında yerel ve bölgesel diller ilgili yörelerin halkları tarafından bir kültür zenginliği olarak kullanılabilecektir. Alt kültür dillerinin komşu dil olarak resmiyet kazanması ya da kamu kurumlarında resmi işlemler sırasında resmi dil gibi kullanılması söz konusu olmayacaktır. Fransa bu düzenlemeyi yaparak Avrupa Birliği çatısı altında kalmayı tercih etmiş bir ulus devlet olarak kendi devlet modeline sahip çıkmıştır. Ne var ki, böylesine bir düzenleme yaparak birliğini ve bütünlüğünü güvence altına alamayan İngiltere Avrupa Birliğinden çekilerek, alt kültürler ya da komşu diller üzerinden bölünme tehlikesinden uzaklaşmıştır. Fransa devletçi bir tutum ile ulus devlet modeline sahip çıkarken, günümüzdeki dünya devleti yapılanmasının öncüsü olan İngiltere daha demokratik davranarak böylesine bir yasal düzenleme ile kendi halkına ulus devlet yapılanması dayatmamış ama bölünüp parçalanmamak üzere de Avrupa Birliği üyeliğinden çekilmek zorunda   kalmıştır. Demokratik tutumlar ülkeyi bölünmeye doğru sürüklediği zaman ulusal düzen ve çıkarlardan yana yaklaşımlar öne geçmekte ve ulus devletler ulusal yapılarını koruyabilmek üzere, bu doğrultuda merkezi yapıyı güçlendirecek adımları tıpkı İngiltere gibi atmak zorunda kalmaktadırlar. Ulus devletler düzenli bir gelecek için ulusal yapılarını ve aynı zamanda ulusal dillerini de koruyarak geleceğe dönük konservatif politikalar izleyebilmektedirler.

                Türkiye Cumhuriyeti Türkçe ile var olmuş bir devlettir. Türk dilinin yüzyıllar önceden çıkarak bugünlere kadar geliş sürecinde, Türkçe dil olarak hem Asya’nın hem de Avrupa kıtasının çeşitli bölgelerinde konuşulmuştur. Osmanlıca ya da Çağatayca gibi farklı dönemlerde ortaya çıkan Türkçe’nin farklı kullanımları dönemsel koşullar doğrultusunda gündeme gelmiş ama Göktürklerden gelen bir doğru çizgi üzerinde Türk dili Türk toplulukları ile birlikte var olmuştur. Tarihin ortaya çıkardığı değişim yönünde Türkçe’nin çeşitli evrelerden geçtiği görülmektedir. Geçmişten bugüne gelen çizgi doğrultusunda Türkçe gelişmeler gösterirken aynı zamanda Türk kültürünün oluşumu da zenginleşerek devam etmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında modern bir cumhuriyet devleti olarak kurulan Türkiye’nin, devletin çekirdeği konumunda bir Türk Dil Kurumu kurarak dil alanında önemli bir devrim yapmasıyla kısa zamanda Türkiye Cumhuriyeti çağdaş uluslar ailesi içinde yerini almıştır. Dil alanında köklü bir adım atılmasıyla birlikte, imparatorluk döneminden geride kalan Osmanlı ahalisinin yetiştirilmesi hızlandırılmıştır. Vatandaşların tek bir ulusal dil çatısı altında bir araya gelerek birbirlerini anlamalarına öncelik verilmiş ve Türk Dil Kurumunun açılmasıyla birlikte genç Türk halkının gerçekleri görebilmesi için elverişli ortam aranmıştır. Alfabe eğitimi ile cumhuriyetin genç kuşaklarına eğitim bilinçlenmesi verilirken, Türkçe’nin yaratmış olduğu ortak ortam düzeyinde yeni Türk devletinin Türk vatandaşları modern bilimin verilerine göre eğitilmeye çalışılmıştır. Dil biliminin gereklerine uymaya çaba gösteren yeni Türk Cumhuriyeti dil devrimi gibi devrimci bir atılımla, Osmanlı ahalisinin Türk vatandaşı olmasına giden yolu açmıştır.

                Kısaca, Türkiye Türkçe ile var olmuştur. Çağdaş bir ulus devlet yaratacak düzeyde gerekli olan birikimin Türkçe sayesinde elde edildiğini söylemek, Osmanlı devletinden Türk devletine geçişin özetidir. Osmanlı devleti bitince Türkçe bilen Türkler bir araya gelerek Türklük üzerinden bir gelecek inşasına girişmişler ve Türkçe’nin getirdiği ortak birikimin içinden yeni Türk devleti çıkabilmiştir. Türkçe Türk ulusu ile birlikte Türk devletinin kuruluşunun gerçekleştirilmesinde önemli bir temel dayanak sağlarken, Türkçe üzerinden yapılan dil devrimi aynı zamanda siyasal ve kültürel devrimin diğer kolları ile de bir araya gelerek, bugünkü Türk devletinin kısa zaman içinde Türk dünyasının önde gelen temsilcisi olmasına olanak sağlamıştır. Yerel ve bölgesel gelişmeler kendi kültürünü ve dilini beraberinde getirirken, ulusal toplumlar ile ulus devletler de boş durmayarak, hızla ilerleyen zaman dilimi içinde kendilerini yenileyerek kendilerini ayakta tutabilecek düzeyde yenilenerek bugünlere gelmiştir. Devletin resmi kurumlarında ulusal yapının getirdiği düzenlilik içinde eğitim ve diğer işler Türkçe ile yürütülürken, alt kültür dalında ya da komşu bölgelerde kullanılan komşu dilleri ile ilgili eğitim çalışmalarına çağdaş demokrasilerin getirdiği doğrultuda özel sektör kuruluşlarında devam edilebilmektedir. Türkçe ile var olma şansını elde eden Türkiye’nin gelecekte varlığını sürdürebilmesi ve zaman içinde giderek yok olmaması için gene Türkçe ile yola devam etmesi gerekmektedir. Resmi alanda yer verilemeyen alt kültür dilleri ikinci planda ele alınarak özel sektör kuruluşları bu çizgide yönlendirilebilir. Avrupa ülkelerinde görüldüğü gibi ulus devletlerin kurulması sırasında temel dayanak noktası olan ana dilin gene resmi planda kullanılmasıyla, ulus devletlerin ortadan kalkmaları önlenebilir. İmparatorlukların dağılma aşamasında ortaya çıkan Balkanizasyon süreci alt grupları ayrılmaya doğru sürüklerken, alt kültürler ve komşu dillerin temel dayanak noktası yapılmaya çalışıldığı görülmektedir. Avrupa’nın büyük ulus devletleri bu gibi olumsuz gelişmelere karşı kendilerini nasıl koruyarak savundularsa, Türkiye Cumhuriyeti de bir büyük ulus devlet olarak Avrupalı komşularının izlediği yoldan giderek, ulusal diline sahip çıkacak ve bu dilin resmi alandaki geçerliliği ile gelecekteki varlığını sürdürmesini bilecektir. Türkiye Türkçe ile var olmuştur ve var olmaya devam edecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN