TÜRK’E DOĞRU
TÜRK’E DOĞRU, Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulmadan önce başlatılmış olan Türk’e, Türklüğe ve Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşuna yönelme doğrultusunda başlatılmış bir vatansever hareketinin adıdır. On dokuzuncu yüzyılın sonlarında doğmuş ve yetişmiş, yeni eğitim almış kuşaklar, yüksek öğretim aşamasından geçince çökmekte olan imparatorluk devletinin yıkılışına karşı yeni arayışlar gündeme gelmiştir. Özellikle Fransız devrimi sonrasında Osmanlı gençleri Avrupa ülkelerinde tahsil yaparak çıkış yollu arayışları sürdürmüşler ve zaman içerisinde Osmanlı ülkesini de Avrupa uygarlığının uzantısı olabilecek, çağdaş bir yaşam düzenine dönüştürmeye çaba gösteriyorlardı. Müspet bilimin fakülte ve üniversite düzeyinde örgütlendiği aşamada, Osmanlı gençleri de uygun gördükleri Avrupa ülkelerinde yüksek öğrenimlerini tamamlayarak ve Atatürk Türkiye’sine koşarak çağdaş cumhuriyetin kuruluş aşamasının erleri ve neferleri olarak öne geçiyorlardı. Atatürk Cumhuriyeti olarak modern Türkiye’nin ortaya çıkmasında son derece etkili oluyorlardı.
Saray yönetiminin çökmesi üzerine önce
halk kitleleri ile bütünleşmeye öncelik verilerek halka doğru hareketi başlatılıyordu.
Halkevlerinin ve Halkodalarının ülkenin dört bir yanında açılması üzerine
cumhuriyeti kuran parti, ulus devleti halkçı cumhuriyet açılımı ile bir araya
getirerek ulus devlet ile halkçı cumhuriyet rejimi bütünleştirmesine
yöneliyordu. Rusya’dan gelen Türkçülük rüzgarları doğrultusunda yeni devletin
adında bir millet ismi olarak Türkiye kavramı belirleniyordu. Millet Mektepleri,
Türk Ocakları ve Halkevleri gibi kitlesel örgütlerin kurulmasından sonra,
ülkede yepyeni bir devletin çağdaş toplumu oluşturuluyordu. Paris ve Londra
gibi batılı başkentlerde okuyan genç Osmanlılar buralarda öğrendiklerini hemen
devreye sokarak Avrupa benzeri
çağdaşlaşma düzenine bir an önce geçiş için girişimlerde bulunuyorlardı.
Halkevleri çatısı altında arayışlar halka doğru hareketi içinde bütünleşirken, o
dönemde önceleri çok aktif olan ama daha sonraları da iç ve dış baskılar
nedeniyle kapatılmak durumunda kalınan Türk Ocaklarından yetişen Türkçüler öne
geçerek, yeni bir Türk’e doğru hareketinin öncülüğünü yapmaya çalışıyorlardı. Bu
Türkçüler arasında, 27 Mayıs sonrasında Halkevleri genel sekreteri olarak
tanımak şansına sahip olduğum Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu önde gelen bir
yere sahip olarak Türk’e doğru hareketinin önderliğini yapıyordu. Yıllarca
edebiyat alanında çalışan Baltacıoğlu, aynı zamanda pedagoji eğitimi de almış
olan bir sosyoloji uzmanıdır. Dil, Tarih ve Coğrafya eğitiminden geçerek uzun
yıllar bilim adamı ve öğretim üyesi olarak görev yapmıştır. Türkiye’deki
Türkçülük hareketlerinin önde gelen temsilcilerinden olan Prof. Dr. İsmail
Hakkı Baltacıoğlu bilimsel çalışmalarını tamamladıktan sonra, Kırşehir
milletvekili seçilerek Anadolu halkının içine çıkmaya çalışmıştır. Bu makalede,
Türk’e Doğru hareketinin öncüsü olan İsmail Hakkı Baltacıoğlu‘nun Türkçülük
hareketini başlatmış ve halk kitlelerini yazdığı Türk’e Doğru kitabını
kitlelere öğretmek üzere hareketin öncüsü konumunda kitabını yayınlamıştır. Türk
İslam Enstitüsü ile Uluslararası Sosyoloji kurumlarında yetişmiş olan yazar, Türk’e
Doğru kitabıyla Türklere Türkçülük öğretmiştir.
1942 yılında İş Bankası Kültür yayınları
arasında basılan ve daha sonra Cumhuriyetin genç kuşakları için üçüncü kez
yayınlanan bu eser, Türkiye’deki Türkçülük birikimi açısından önde gelen kaynaklardan
birisidir. Önce gazete yazılarıyla ortaya konan kitabın içeriği daha sonraki
aşamada kitaplaştırılınca bilim çevrelerinden önemli ölçülerde ilgi görmüş ve
Türklük ile ilgili her konuda bir temel çıkış noktası olmuştur. Yepyeni bir
Türk toplumu yaratmak için her yol denenmiştir. Bir oldu bitti ile işgale
kalkışılan Osmanlı toprakları üzerinden yeni bir gelecek kurmak üzere yola
çıkıldığında, öz benliğini arayan Türk toplumunun ve emperyalist işgale karşı
çıkan Türk gençliğinin ideolojik çizgisi, yeni dönemde Türkçülük olarak
seçilmiş oluyordu. Dünya savaşı sırasında Türk ulusu bir yandan Avrupalaşarak modern
dünyaya açılıyor diğer yandan da Asyalı kökenden gelen geleneksel değerlerini
zaman içinde elinden kaçırarak millet olma hakkını veren özellikler geride
kalıyordu. Yaşanmakta olan zaman dilimi içinde imparatorluk düzeni geride kalırken
yeni bir cumhuriyet dönemine açılım yapılıyordu. Böylesine köklü değişimin
yaşandığı dönüşüm aşamasında artık eskiden olduğu gibi yeni doğan çocuklar anne
ve babalarına benzemiyordu. Yeni doğan nesillerin artık eski kuşaklara
benzememesi ile birlikte imparatorlukların dağınık ortamından çıkılıyor ve yeni
kurulmakta olan ulus devletlerinin yeni toplum yapılanmalarına doğru bir eğilim
öne çıkıyordu.
Avrupalılaşan milletler uygarlığın
yolunda emin adımlarla geleceğe doğru yönelirlerken, orta Asya’dan yola çıkarak
Akdeniz’in bağrına doğru yol alan Türkler, sürekli bir hareketlilik içinde
oldukları için, biz kimiz ve neyiz ya da nereden gelip nereye gidiyoruz gibi
soruların yanıtlanmasında, Tanzimatçılar ve Meşrutiyetçiler gereken önlemleri
alamadıklarından, gerekli olan yanıtları tam olarak karşılayamamışlardır.
Osmanlı kimliğinden Türk kimliğine geçiş zaman almış ve böylesine büyük bir
dönüşümün tamamlanmasında bilim ve kültür adamlarının çaba gösterdiği arayışlar
geleceğe yönelik girişimlerin sürekliliğini sağlamıştır. Milliyet fikri, yüksek
benlik fikri, orijinal oluş fikri, öz kültür fikri, kendine inanma fikri,
kendine güvenme ve yeterlilik fikri, kendi ülkesini diğerlerinden daha yeterli
ve iyi bulma fikri, ulusun tarihi varlığına inanma düşüncesi, ülkenin dününe,
bugününe ve yarınına sahip çıkma düşüncesi vatanseverler tarafından yerine
getirilen ülke görevi uluslaşmakta öncülük görevini yerine getirmiştir. Yabancı
ülkelerin kültürünü ve ahlakını ve felsefesini kendisininkinden üstün bulanlar
yabancı kültürlerin esiri olmaktan kurtulamazlar. Bu tür toplumlar da bağımsız
bir biçimde ayakta kalamadıkları için ayrı bir uluslaşma sürecine giremezler.
Emperyalist saldırılara ve yabancı egemenliğine karşı koyamayanlar yabancı
kültürlere teslim olanlar millet olma şansını elde edememiştir. Milliyet şuuru
ya da ulus olma bilinci diğer toplumlara karşı bir üstünlük bilincidir. Bu
nedenle milliyet şuuru hiçbir zaman aşağılık duygusu ile birleşemez. Her ulus
diğerlerinden ayrı olmak, bağımsız bir yaşam düzeni kurmak, yaşam savaşında
kendi yolunu belirlemek üzere ulus olma bilincini kullanabilir. Milletler sahip
oldukları üstünlük duygusu sayesinde diğer uluslara karşı mücadele ederler ve
böylece uluslararası düzeni bir barış ve kardeşlik ortamı konumuna getirirler.
Dünya tarihi açısından bu konulara bakıldığında batı medeniyetinin çıkış
noktası olan Avrupa kıtasının, aynı zamanda ulus devletlerin tarih sahnesine
çıkış yeri olarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Uluslaşma sürecinde ulusun adı
Türk olarak belirlendiğine göre, uluslaşma, bağımsızlaşma ve çağdaş toplum olma
aşamasında artık her şey Türk’e doğru olacak ve Türkleşilecektir.
İsmail Hakkı Baltacıoğlu’na göre, Türkçülük
başlıca üç aşamadan geçmiştir. Türklük ise tarihsel bir olgu olarak toplumsal
yapıda yerini almıştır. Türklük bir oluşum olarak toplumdaki yerini alırken
Türkçülük üç aşamalı bir gelişme çizgisi göstermiştir. Önce düşünce boyutunda,
daha sonra duygusallık aşamasında ve son olarak da iradi çizgide Türkçülük
akımı toplum içinde gelişmeler göstermiştir. Necip Asım Harp okulunda
öğrenciliği sırasında imparatorluğun çeşitli yerlerinden gelen Arap, Çerkez ve
Boşnak öğrencileri görünce, kendisini de doğal bir tepki içinde Türk olarak
ifade etmiştir. Osmanlı gibi çok uluslu bir imparatorluğun çeşitli bölgelerinde
öncelikle Türkçülük bir düşünce olarak öne çıkmıştır. Necip Asım‘ın Harbiye
öğrenciliği sırasında kendisinin alt kimlik boşluğunu Türklük ile ifade etmesi imparatorluktan
ulus devlete geçiş aşamasının belirginlik kazanmasıdır. Harp okulu gibi
devletin merkezini oluşturan bir yüksek eğitim kurumunda kimlikler arası
çekişme ve rekabet aşamasında Türklük oluşumunun öne çıkışı artık Türklüğün
zamanının geldiğinin normal göstergesi olarak görünmektedir. Bu gibi
gelişmelerin kültür ve sanat ortamlarına yansıması da Türklük oluşumunun
toplumsal düzeyde gelişimini tamamlamasına katkıda bulunmuştur. Romantik ya da
sentimental düzeyde Türkçülük arayışları da Osmanlı toplumundaki Türkçülük
hareketlerinin desteklenmesine katkılar getirmiştir.
Fikri ya da hissi düzeydeki Türkçülük
hareketlerinin birbiri ardı sıra öne çıkarak güçlenmesinden sonra, üçüncü aşama
olarak iradi Türkçülük öne çıkmıştır. Türkçülük akımının gelişmesinin son
aşamasında Atatürk gibi bir hareket önderinin ortaya çıkması Türkçülüğün
gelişimi açısından çok yararlı olmuştur. Atatürk’ün ulus devleti kurarak
başkanlığını üstlenmesi, Türkçülüğün şahlanmasında zirvedeki tepe noktası
olmuştur. Küresel emperyalizmin karşısına çıkarken yeni Türk devleti oluşumu,
Atatürk’ü önder seçerek iradi Türkçülüğün en önemli adımını atmıştır. Atatürk
işbaşına gelene kadar Türk hareketi başsız kalmış ama hareket önderini bulunca
o zaman en zirve noktasına ulaşan Türkçülük hareketi, bütün dünyaya karşı
Türkiye Cumhuriyeti’nin başkenti Ankara’dan selam durarak egemenliğini ilan
etmiştir. Atatürk’ün Ankara’ya gelerek Türkiye Büyük Millet Meclisini
açmasından sonra Türkiye’nin önderi Atatürk aynı zamanda bütün Türk dünyasının
önderi olarak görülmüştür. Avrupa eğitimi almış olan Mustafa Kemal’in devlet
başkanı olması üzerine yeni Türkleşme oluşumu Avrupa uygarlığına yakın durarak
bu birikimden en çağdaş düzeyde yararlanmasını bilmiştir. Her alanda Türkçü
çalışmaları başlatan Atatürk, Türk Dil Kurumunu kurarak dilde Türkçülük akımını
öne çıkarmış ve genç cumhuriyet devletinin destekleri ile Misakı Milli
sınırları içinde Türkçe dilini konuşmayan hiç kimse bırakılmamıştır. Dil
alanındaki hareketlilik daha sonraki aşamada edebiyat ve toplum ağırlıklı
alanlarda yansımamış, aydınların tembelliği yüzünden cumhuriyet yönetiminin
devrimciliği yaygınlık kazanamamıştır. Atatürk asker kökenli bir cumhurbaşkanı
olarak devleti ve toplumu kucaklayarak, çağ atlatacak adımları birbiri ardı
sıra atarken, ülkede sosyal ve siyasal alanlarda toplu bir sıçrama yaşanmış ve Ortaçağ
imparatorluğundan çağdaş cumhuriyete geçiş süreci tamamlanmıştır. Atatürk’ün
başlattığı Türkçülük devrimi sırasında ülkedeki aydın potansiyelinin tümüyle
devrimi desteklememesi yüzünden Atatürk her aşamada karşı devrimci güçler ile
karşı karşıya kalarak mücadele etmek zorunda kalmıştır.
Tarihin derinliklerinden gelen, Alman, Fransız,
İngiliz ve İtalyanlar gibi büyük uluslar tarihin her döneminde var oldukları
için olaylara ve gelişmelere bağlı bir yaşam düzeni çizgisinde varlıklarını
sürdürmüşlerdir. Türkler’de batının önde gelen büyük ulusları gibi tarihin her
döneminde var olan ve dünya haritası üzerindeki gelişmeler doğrultusunda
hareket ederek, bugünün önde gelen ulus devletlerinden birisine sahip
olmuşlardır. Orta çağ imparatorluğundan çağdaş ulus devlet toplumuna dönüşürken,
Türk toplumunun gösterdiği çabaları dikkate alınırsa o zaman devrime giden
yolun açıldığı görülmektedir. Ne var ki, batının ileri ülkelerindeki kültürel
ve bilimsel değerler doğu toplumunda gavurluk, alafrangalık, züppelik ya da
psikopatlık gibi uyumsuzluk rahatsızlıklarına dönüşmekte ve doğulu toplumların
batının çağdaş uygarlığı ile birlikte var olabilmesinin çok fazla mümkün
olamayacağını ortaya koymaktadır. Batıcı aydınların sırtlarını kendi
toplumlarına dönerek her türlü iş birliğine yönelerek hareket etmeleri
sonucunda, Türk halkı ile aydınları arasında kopma noktaları gündeme gelmiştir.
Türkiye’nin çağdaş bir ulus olma çabası
öz milliyetçilik ve ciddi medeniyetçilik açısından doğru görülen bir yöneliştir.
Türkiye Avrupa ve Asya arasında kalan ve iki kıtanın da özelliklerini
barındıran bir ülke olarak sahip olduğu öz kültürünü merkezi nokta olarak
korumak ve bu noktadan ortaya çıkarak hareket etmek durumundadır. Türkiye
geleneksel kültürden koparken ve batı kültürü ile yakınlaşırken gene kendisi
olmak üzere hareket etmiş ve bu konuda çeşitli devrimler yaparak kararlı bir
biçimde cumhuriyet yolunda hedefe yönelmiştir. Türkler gibi asil bir milletin
tarihin derinliklerinden gelen yönleri geleceğin Türkiye’sini yaratmak
açısından yeterli destek sağlamıştır. Cihan savaşları ile kapalı toplumlar
geride kalırken uygarlık dünyasının ışıltıları giderek karanlıkta kalan ülkeleri
de aydınlatmaya başlamıştır. Vicdan alınmaz ama medeniyet alınır. Bu doğrultuda
bütün ülkeler kendi aralarında medeni ilişkilere girerek geleceğin barış ve
refah düzenini el birliği ile kurabilirler ve geleceğe dönük daha güvenli bir
ortam üst düzeyde bir yaşamın öncüleri olabilirler. Kendi kültürünü kaybederek
yolunu şaşıranlara milli birikimi ayakta tutan kültür merkezlerinde yeterli
destek ortamları oluşturarak yola devam edilmelidir. Avrupa medeniyeti
tankları, topları, uçakları tam anlamıyla kapitalist batı uygarlığıdır. Kapitalizmde
her şey vardır ama vicdan ve ahlak olmadığı için Türklerin geçmişten gelen
sosyal ve siyasal birikimlerine gereksinme her zaman vardır. Medeniyet alınır
ama vicdan ya da ahlak alınamaz. Çağdaş dünyaya ayak uydurma girişimleri bir
aşamaya kadar anlayışla karşılanabilir ama her ulusun kendi geleceği için bir
durma noktasında kendine dönmesi gerektiği, ulusun ve ülkenin gelecekte
varlıklarını koruyabilmeleri açısından zorunlu görünmektedir. Bu aşamada
kendine dönmesi gereken halk kitleleri değil ama aydınlardır. Küresel
değişimler her geçen gün farklı bir dünya yaratırken yeryüzü daha hızlı
dönmekte ve bu yüzden de uçurumun kenarına doğru sürüklenilmektedir. Her
toplumun okumuş kesimleri aydın tavrı ile kendi halklarına öncülük de
yapabilirler, ama bunun tamamen tersi bir çizgide kendi çıkarları doğrultusunda
dışarıyla iş birliği yaparak, kendi ülkelerinin halk kitlelerinin geride
kalmalarına yol açarak, yoksulluk ve geri kalmışlık çıkmazından ülkelerinin
kurtarılması işinde üzerlerine düşen milli görevleri yerine getirmeyebilirler.
İşte böyle bir noktaya gelindiğinde Türklük olgusu gene güme gitmektedir. Böylesine
olumsuz gelişmelerin önünün kesilmesi için ananelerin canlandırılması gerekir.
Halktan kopuk aydınlarda var olan anane
düşmanlığını dikkatle incelemek gerekmektedir. İrtica ve muhafazakarlıktan
bıkmış olan aydınların anane düşmanı kesilmeleri toplumsal alanda çekişme
ortamı yaratmıştır. Anane fikrinin irtica ile aynı anlama geldiği bir aşamada, milli
kültürün yıllardır sürüp gelen kurallarını temsil eden ananeler öne çıkarılarak
toplum ve devlet yapısının ana merkezleri korunabilmektedir. Anane demek tam
anlamıyla bel kemiği demektir. Toplum, devlet ve millet yapılarının dayandığı ananeler
sayesinde eski düzenler bugünlere kadar gelebilmekte ve varlıkları gene bu
bel kemikleri ile de korunmaktadır. Ananeler var oldukça milletler de var olur
ve bu milletlerin devletleri de siyasal düzenlerini korurlar. Ananeler toplumları
ve devletleri ayakta tutan dış akıl ürünleridir. Ananeler kalıcı örflerdir ve
milli soyun özünü oluştururlar. Ananelerin orijinleri mitolojilere dayanırlar. Ananeler
orijin, kafa ve ruh birliği olarak toplumlardaki milli kaynaşmaları yaratan
ögelerdir. Bir ülke ya da toplum yapılarının istikrarı ananelerin güçlü olması
ve bu sayede devam etmesi ile mümkün olmaktadır. Türklerin yeni yüzyıllarda
yoluna devam ederek cumhuriyet rejimini sürdürebilmesi için gene siyasal
geleneklerden gelen ananelerin dikkatli biçimde uygulamaya getirilmeleri
gerekmektedir .
Çağdaş uygarlık insanlık diye bir
kavram üretmiştir. Her şeyin ölçüsü insan kabul edilmiş ve bu doğrultuda
insanlık her şey için son bir değerlendirme ölçüsü olarak ele alınmıştır. Son
yüzyılda iki büyük dünya savaşının çıkması ve bu doğrultuda büyük savaşların
kıtalar üzerinde yaygınlık kazanması üzerine Birleşmiş Millet örgütlenmesi
kurulmuş medeniyet kavramının bir uzantısı anlamında insaniyet kavramı öne
çıkarılmış ve daha sonra da bu kavram üzerinden insan hakları başlığı altında
hukuk alanının yeniden düzenleyen, yeni bir yapılanmaya Birleşmiş Milletler
çatısı altında girilmiştir. İnsan toplumları arasında barış, sevgi ve iş birliği
yaklaşımlarının yaygınlık kazanarak küresel bir barış ortamı yaratılmasında
insaniyet kadar insan hakları kavramları da önde gelen doğrultularda etkin
olmuşlardır. Sosyologlara göre hukuk ve ahlak diye iki ayrı kurum yoktur. Hukuk
ahlakın yazılı ve örgütlü biçimidir. Ahlak her toplumun içinden çıktığı için milli
olmak zorundadır. Genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ideal bir hukuk devleti konumuna
getirebilmek üzere hukuki Türkçülük adı altında yeni bir adım atılması
gerekiyordu. Hukukta milli bir yapılanma sağlamak üzere hukuk alanında var olan
bütün temel ananelere dayanan yeni bir düzen oluşturulması gerekmektedir. Yabancı
kurallara karşı yerli hukuk ananelerine dayalı bir hukuk düzeni kurulması
gerekmektedir. Türk hukuk tarihinin her açıdan bilimsel olarak incelenmesi ve
bu aşamadan sonra milli bir hukuk düzeni kurulması amacıyla düzenlemelere
gidilmesi gerekmektedir. Milli ananelere uygun düşmeyen yabancı hukuk kuralları
ve ananelerine karşı çıkılması ve bunların zaman içinde hukuk düzeninden
çıkartılarak temizlenmeleri gerekmektedir. Hukukun Türkleşmesi, Türk devletinin
kurulmasına giden yolda ana dönemeçlerden birisi olmuştur. Türk devletlerinde
eskiden olduğu gibi geleneksel değerler ve saygı düzeni içerisinde milli
terbiye, talim ve eğitim ile adap
düzenlerinin sağlanmasında da hukukta esas kabul edilen ananelerin dayanak
noktası alınmasında yarar vardır. Ayrıca tiyatro ve sahne sanatları alanında da
verilen eğitimin milli tiyatro yapılanmasını geliştirerek sürdürmesi Türk’e
doğru hareketinin temelinde öne çıkması gerekmektedir. Edebiyatta kendine
dönecek Türkler kültür sanat dünyasına yeniden Türklük eserlerini
taşıyacaklardır.
Uluslaşma sürecinde Türklük kavramının
kullanılması özellikle edebiyatın biçimlenmesinde rol oynamaktadır. Bu yolda
tiyatro ve sahne eserlerinin yazılması Türk düşün dünyasında Türk’e doğru
hareketini hızlandırarak, ülkeye yeni eserlerin kazandırılmasını sağlamıştır. Hiç
kimse Türk tiyatrosu fikrine karşı çıkmamış ama gene de sahne sanatlarında
Türkleşme hareketleri ağır işlemiştir. Geleneksel Türk sahne sanatlarının dünya
Tiyatrosuna armağanı olan Hacivat ve Karagöz gösterileri eski zamanlardan bu
yana her dönemde etkili olan bir Türk çıkışı olmuştur. Avrupa ülkelerinin müzik
ve sanat gösterileri sergileyen merkezlerine benzeyen kültür ve sanat
yapılanmasına giden yollara benzer çeşitli girişimler, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin
çatısı altında da uygulanmaya çalışılmıştır. Türk halkının ananevi tiyatrosu
olan orta oyunu, meddah, kukla, tuluat. Hacivat ve Karagöz gibi geleneksel Türk
sahne sanatlarının ürünleri sürekli olarak
sahnelerde sergilenmişlerdir. Yabancı eser fazlalığı yüzünden bir milli
tiyatro sorunu ortaya çıkmış ama genç cumhuriyetin Kültür bakanlığı tiyatro
eseri yarışmaları düzenleyerek, Türk tiyatrosunu yabancı eserlerin
baskılarından kurtarmıştır.
Prof. Dr. İsmail Hakkı Baltacıoğlu
yarım yüzyıl boyunca çıkardığı YENİ ADAM başlıklı aylık fikir dergisi ile
siyaset dahil hemen her alanda Türklük, Türkçülük ve milli devlet olmanın
getirdiği sorunlar üzerine kamuoyu oluşturabilmek üzere çabalar göstermiştir. Akdeniz
gibi bir büyük denizin ortasında yer alan Türkiye’nin de kendi yolunda giderek
mimarlık alanında da Türk ülkesinin sınırları içinde bulunan çeşitli taşların
toplanması ve birlikte kullanımıyla kesin hatlarıyla bir Türk mimarisi ortaya
konulmaya çalışılmıştır. Bir millet kendi kültürünün özgünlüğüne sahip çıkabiliyorsa
o zaman hiçbir yabancı kültürün etkisinde kalamaz. Ev düzeninde geleneksel Türk
mimarisi öne çıkarılırken, benzeri biçimde bahçe uygulamalarında da Türk stili
bahçe ve çevre düzenlemeleri geliştirilmiştir. Resim alanında da Türk’e doğru
bir arayış öne çıktığı zaman geleneksel Türk karakterli resim, boya ve desen
çalışmalarını öne çıkartan çalışmalar, çeşitli sergiler ve gösteriler ile
kamuoyunun önüne çıkartılmışlardır. Dünkü ve bugünkü halk resimlerinin
incelenerek ortaya çıkan ana karakterdeki ananevi Türk resmi belirlenmeli ve bu
aşamadan sonra tüm resim çalışmalarında bu tür bir yapı esas alınmalıdır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder