ANKARA KALESİ: Kanunlar önünde eşitlik yoksa; "İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk" yok demektir... Prof. Dr. Anıl Çeçen
31 Ekim 2020 Cumartesi
29 Ekim 2020 Perşembe
TÜRKİYE CUMHURİYETİ 2023’ü GÖREBİLİR Mİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
2023’ü GÖREBİLİR Mİ?
Yirminci
yüzyılın önde gelen ulus devletlerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti, hızla
yüz yıllık tarihine tamamlama süreci içinde yoluna devam etmekte ve üç yıl
sonrasında yüzüncü yılını onurla kutlayabilmenin çabası içinde geniş kapsamlı bir
yüzüncü yıl programını, bugünkü hükümetin girişimi ile hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Türk devleti bir cumhuriyet rejimi olarak kurulduktan sonra gelişmesini
sürdürmüş ve batının ileri gelen devletleri ile yarışarak, çağdaş uygarlık
düzeninin önemli bir halkası olmak için, bugüne kadar elinden gelen her yolu
deneyerek başarı hedefine ulaşmaya çalışmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı
sırasında Türkiye’nin silahlı kuvvetlerine ilk hedef olarak kurucu önder
tarafından Akdeniz gösterilmiş, bugün de ülkenin ekonomi, teknik, siyaset ve sosyal
alanda çalışan kadrolarına ilk hedef olarak dünyanın önde gelen ülkeleri
arasında ilk on kategorisine girmek, başlıca hedef olarak ilan edilmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Kuvayı Milliye ordularına verilmiş olan sinyalin,
bugün de devam ettiği ve kurtuluş savaşı sonrasında cumhuriyetin ilanı ile
yeniden kuruluş aşamasının gündeme alındığı bilinmektedir. Şimdi de üçüncü
aşama olarak, çağdaş uygarlık düzeni içinde Türklerin hak ettikleri yüksek
düzeyi elde edebilmeleri için kalkınma ve gelişme hedefine ulaşabilme amacının
bir temel ulusal ödev olarak, Türk ulusunun yeni cumhuriyet kuşaklarının önüne konulduğu
ilgili resmi makamlar tarafından dile getirilmektedir. Bu durumun açıkça
gösterdiği gibi, Kuvayı Milliye hareketi ile yola çıkan Türk ulusunun, en son
hedef olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında yer
alabilmesi doğrultusunda bu ulusal mücadeleyi bugün de canla başla yürüterek, Atatürk’ün
kurucu önder olarak çizmiş olduğu yol haritasına uygun bir tarzda ülke
yönetimini geleceğe taşıdığı, artık yaşanan gelişmeler aracılığı ile giderek
kesinlik kazanmaktadır.
Türk
devletinin kuruluş aşamasında cumhuriyet rejiminin sonsuza kadar devam edeceği
ve bu doğrultuda planlı ve programlı bir gelişme çizgisi içinde devleti yönetenlerin
ülkeye hizmet edecekleri, yola çıkarken kurucu kadronun gelecek cumhuriyet
kuşakları için ortaya koyduğu bir ana misyondur. Türkiye yola çıkış aşamasında
çizilmiş olan bu doğrultuda kararlı bir biçimde yoluna devam ederken, ulusal kurtuluş
savaşı sırasında Türk devletinin kuruluşuna karşı çıkan emperyalist, Siyonist, düşman
ve rakip kesimler, geleceğin dünyası yeniden biçimlenirken gene eskisi gibi
Türkiye karşıtlığı siyasetlerini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü
yılına ulaşmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Nitekim bu doğrultuda Türkiye
Cumhuriyeti ile ilgili olarak yüz yıllık parantez değerlendirmesi başlığı ile
olumsuz bir yaklaşım geliştirilerek, cumhuriyetin yüzüncü yılını göremeyeceği
ifade edilmiştir. Doğu Anadolu’da bir başka ulus devletin kurulamayışını dikkate
alan gayrimüslim ve bölücü bir yazarın bu tür yazı ve konuşmaları, ulusal kamuoyunu
uzun yıllar karıştırarak Türk vatandaşlarının moralini bozmuştur. Türkiye’nin
çağdaş uygarlığa ulaşma hedefinde daha iyi bir geleceğe sahip olabilmek üzere
sürdürdüğü yoğun çalışmalarına bu gibi çamurlar atılmaya çalışılmıştır. Bugün
doğu Anadolu’da iki küçük Kafkas ülkesi arasında savaş ortamı devam ederken, yeniden
eski Türkiye karşıtı politikaların ısıtılarak öne çıkartılmaya çalışıldığı
açıkça göze çarpmaktadır. Çeşitli kitapları ile görüşlerini ortaya koyan bu
gayrimüslim yazar, birinci dünya savaşının özel koşulları nedeniyle kabul edilmiş
olan Türkiye haritasının gelecekte değişeceğini, yeni oluşacak olan dünya
dengelerine göre merkezi alanda yer alan ülkelerin sınırlarının yeniden
çizileceğini dile getirirken ,bu çağın
süper gücü olan ABD’nin zenci ve kadın
bir dış işleri bakanı Orta Doğu ve Asya bölgelerinde yirmi iki
devletin sınırlarının değiştirileceğini açıkça söyleyerek, bölgedeki Türk ve Müslüman
devletlerini resmen tehdit etmiştir. Doğu Anadolu’da başka bir
kimliği esas alarak farklı bir devlet kurmak isteyenlerin temsilcisi olan bu
gayrimüslim yazarın görüşleri, geçen asırda geliştirilen emperyalist politikaların
devamı olarak, Yeni Sevr dayatmalarının açık bir göstergesi olmuştur. Bölge
devletlerinin sınırlarının değişeceği söylemi, burada yer alan devletlerin
hepsinin geçici siyasal yapılanmalar olarak görüldüğünün ifadesi olmuştur. Osmanlı
sonrası için merkezi alanın yeniden yapılandırılması doğrultusunda geliştirilen
emperyalist yaklaşımların ve projelerin hemen hemen hepsi içlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin de yer
aldığı bütün bölge devletlerinin geçici siyasal yapılanmalar olduklarını her
fırsatta ileri sürmüşlerdir.
Yeni
bir dünya düzeni kurma doğrultusunda farklı etnisite ve din anlayışına dayalı
yeni ulus devletler oluşturmak isteyen batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ortaklığının
Türkiye’nin ulusal birliği ve bütünlüğünü tehdit eden saldırı ve baskıları
sürdürülürken, yeni dünya düzeni oluşturma gerekçesinin arkasına sığınan bölücü
ve sömürücü girişimlere batının önde gelen başkentlerinde devam edilmiştir. Batılı
emperyalist ve Siyonist merkezler bu doğrultuda
Türkiye Cumhuriyetini ikinci bir Kuvayı Milliye savaşına doğru
zorlarlarken, Türkiye’den yana tavır alan
ve bu doğrultuda Türk devleti ile milletinin ulusal çıkarlarını korumaya
çalışan Türk toplumunun önde gelen aydın temsilcileri zaman zaman
konuşarak yaptıkları çıkışlar aracılığı ile, Türk kamuoyunu
bilgilendirmeye çalışmış ve Türkiye’nin emin adımlarla yoluna devam ederken, ne
gibi çıkmaz ve sorunlar ile
karşılaşacağını iyiniyetli uyarılar olarak
yönetim mekanizmalarına yansıtmaya çaba göstermişlerdir. Bu konuda milliyetçi,
ulusalcı, Atatürkçü ve cumhuriyetçi toplum kesimlerinin önde gelen
temsilcilerinin sürekli olarak uyarılarda bulundukları bir gerçektir. Düşman kesimlerin olumsuz tavırlarına karşı Türkiye
için, dost ve müttefik kesimlerin iyi niyetli uyarıları da kamuoyu önünde
bozulmuş olan eski dengelerin yeniden kurulabilmesi yolunda yardımcı olmuştur.
Bu noktada dostça uyarıların en başlarında yer alan eski bir söyleşiyi esas
alarak, cumhuriyetin yeni bir yıl dönümünde ulusal bir muhasebe yapılmasına
yönelmek, Türkiye’nin ulusal çıkarlarının korunabilmesi açısından önemli bir
yarar sağlayacaktır. Türkiye düşmanları
her yerde konuşurken ve her türlü çamuru çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ne atmaya
çalışırlarken, Kuvayı Milliye zaferinin sahibi olan Türk ulusunun önde gelen
temsilcileri de bu haksız saldırılara karşı gerçekleri dile getirerek ve
kazanılmış haklara sahip çıkarak, çağdaş dünyanın önde gelen bir cumhuriyet devleti
olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar var olabilmesinin yollarını
açmaktadırlar.
Bundan
12 yıl önce o zamanlar düzenli bir aylık
dergi olarak yayınını sürdüren “2023 “
isimli derginin yazarlarından birisi olarak
Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu aynı
dergide kendisi ile Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak yapılmış olan bir söyleşinin
başlığını “2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR.” biçiminde bir cümle ile
ifade etmeye çalışmış ve bu söyleşisi üzerinden, cumhuriyetin gelecekteki genç
kuşaklarına Türk ulusu için çok önemli ve Türk devleti için de yaşamsal anlamda
önemli bir mesaj vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına
ulaşamayacağı ve bu süreç içinde parçalanarak bir yıkım senaryosu ile karşı
karşıya kalacağını, milliyetçi ve gelenekçi bir bilim adamı olarak söyleşisinde
vurgulayarak dile getirmiştir. Tarih ve diğer sosyal bilimleri çok iyi bilen
bir uzman bilim adamı kimliği ile konuşan bu uzman öğretim üyesinin vefatından on iki yıl sonra belirtilen
söyleşisi bugün ele alındığında, daha o
zamandan günümüzdeki siyasal
gelişmeleri açıkça gördüğünün uluslararası konjonktürün son dönemlerdeki
gelişmeler aracılığı ile aşama aşama
öne çıkmasıyla birlikte, Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu’nun ne derece haklı olduğu
bir Türk bilim adamı olarak ülkemizdeki sosyal ve siyasal bilimler
alanındaki ulusal birikimin gerçeklere dayanan önemli bir
temsilcisi olduğu görülmektedir.
2023
isimli bir siyasal bilim dergisinin, isminin kaynağı olan 2023 yılı hakkında, derginin
yazarlarından birisi ile söyleşi düzenlemesi sayesinde, Doç. Dr. Hocaoğlunun
bugünlere ve geleceğe dönük olarak Türkiye’nin durumu ile ilgili
değerlendirmesi, ulusal kamuoyunun bilgisi çerçevesinde gündeme gelmiştir.
Hocaoğlu açıkça 2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin olmayacağını
ve bu doğrultuda Türk devletinin yüzüncü yaşına erişerek bir yüzyıllık ilk
dönemini tamamlayamayacağını dile getiren olumsuz yaklaşımlarla, Türk ulusunun
moralini bozabilecek ve geleceğe dönük ciddi bir hesaplaşma ile karşı karşıya
getirecek bilimsel bir tavrı kamuoyunun önüne getirmektedir. Her şeyin bittiği
bir aşamada ve en umutsuz noktada Düveli Muazzama denilen büyük batı
emperyalizmine karşı çıkarak, savaşarak ve direnerek geleceğini kurtaran bir
ulusun kurmuş olduğu ulus devletini bir yüz yıllık oluşum döneminden sonra ikinci
yüzyıla doğru bir yaklaşım ile umut verici bir çizgide değerlendirmesi
gerekirken, bunun tümüyle aksi bir olumsuz çizgide Türkiye Cumhuriyeti’nin
yüzüncü yılını göremeyeceğini ifade etmesini bugün için normal karşılamak pek
mümkün görünmemektedir. Söyleşi sahibi bilim adamının geçmişi ve bir ömür
boyunca ürettiklerine bakıldığında Türkçü ve milliyetçi çizgiden ayrılmadığı
göze çarpmakta ve bu nedenle de Türkiye’nin dostu ve savunucusu olarak
görülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Yazar ömrünün son döneminde Sovyetler
Birliği gibi bir süper devletin dağılmasından çok etkilendiği ve iki kutuplu
dünyanın sona ermesi aşamasında, artık her şeyin olabileceği gibi bir düşünceye
sahip olduğu ve bu nedenle de koskoca Sovyetler Birliği’ni yıkan batı
emperyalizminin zamanı geldiğinde dünyada her devleti yıkabileceği gibi bir
karamsar duyguya kapılarak, bir ulus devlet olarak Türkiye’nin de batılı
emperyal güçler tarafından yıkılabileceğini anlatmaya çalışmaktadır. Sovyet
imparatorluğunu tek bir kurşun atmadan çökerterek dağıtanların, benzeri
senaryoları istemedikleri devletlere ya da karşılarına çıkan siyasal örgütlenmelere
karşı da yapabilecekleri tarihin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Bu noktada akşamdan
sabaha çok şeyin değiştiği gibi gelecek hakkında kuşkulu bir yaklaşım, en
azından gerçekçi bir bakış açısı olarak bilimsel arayışlara yön verebilmektedir.
Uluslararası
alandaki gelişmelerin hepsinin belirsiz olması ve bu alandaki güç merkezleri
arasındaki rekabet ve çekişmelerin insanlığı önceden nerelere götüreceğinin belli
olmaması ve hiç akla gelmeyen durumların dünya gündemine ansızın girmesi ile
birlikte belirsizlikler süreci bütün dünyayı kaotik durumlara doğru
sürüklemektedir. Siyasal gelişmelerin tüm insanlığı bir kaosa sürükleyeceği
gibi bir durumu yansıtan Latince bir ata sözünün, bugünkü dünya parasının
üzerinde yer alması da gelecek açısından insanlığa önemli bir mesaj vermektedir.
Buna göre, dünya bugün olduğu gibi eğer yönetilemez bir kargaşa ortamına
sürüklenirse, o zaman tüm olayları büyük bir kaos yaratmaya yönelik olarak yönlendireceklerini ve böyle bir kaos ortamı sayesinde var olan bütün
düzenleri yıkacaklarını, böylesine büyük bir yıkımdan sonra yeni dünya
düzeninin kurulabileceğini söyleyenlerin
bu gibi girişimleri istedikleri zaman devreye soktukları artık iyice belli
olduğuna göre, önümüzdeki dönemde bir
gün Türk ulusu uyandığı zaman Atatürk
Cumhuriyeti diye bir devletin ortadan kalktığını görebilecektir . Milliyetçi ve
muhafazakâr bir bilim adamının böylesine bir durumu açıklığa kavuşturarak Türk
ulusunun dikkatini çekmeye çalışması, Atatürk çizgisinde bağımsızlık mücadelesi
yapan laik toplum kesimleri açısından, üzerinde düşünülmesi gereken yeni bir
durumu gözler önüne sermektedir. Demokrat görünümlü batıcı liberal çevreler ile
tutucu görünümlü muhafazakâr ümmetçi kesimlerden böylesine bir tam
bağımsızlıkçı yaklaşımın öne çıkarılamaması üzerinde, Türk ulusunun artık iyice
bir düşünmesi gerekmektedir. Doç. Dr. Durmuş
Hocaoğlu milliyetçi ve muhafazakâr çizgisi ile Türk ulusunu ve devletini
geleceğin belirsizliği doğrultusunda dostça uyararak böylesine olumsuz bir
durumu önleyebilmek için acilen önlem alınmasını istemektedir. Bu açıdan,
Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü yöneticilerini böylesine acil bir ulusal görev
beklemektedir.
Durmuş
Hocaoğlu, söyleşisi sırasında Türkiye’nin özel durumunu gündeme getirerek ve ülkede
o dönemde yaşanmış olan 28 Şubat olaylarının da etkisiyle de dinci kanadı ikiye
ayırarak milli görüş taraftarları ile, beynelmilel ümmetçileri birbirinden farklı
kategoriler çerçevesinde ele alarak değerlendirmelerini sürdürmüştür. Ona göre
milli devletin devamı için milli görüş taraftarlarının siyasal iktidar içinde
yer almaları gerekmektedir. Dinci akımların milliyetçi çizgilerden
uzaklaşmaları sürecinde var olan ulus devletlerin siyasal düzenlerinin
fazlasıyla tehlikeye girdiği ve bu nedenle de dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana
gelen siyasal istikrarsızlıkların yansıması olan sıcak çatışma olayları birbirini
izleyerek devam etmektedir. Liberal ve dinci akımların uluslararası çizgide olması ya da muhafazakâr ya da
gelenekçi kesimlerin beynelmilel bir yol izlemeleri gibi gelişmeler karşısında,
çağımızın bütün ulus devletleri gibi Türkiye’de önemli bir siyasal handikapın
içinde kendisini bulmuştur. Küreselcilik döneminde büyük tekelci şirketlerin
ortağı olarak hareket eden tarikatların yönetiminde, tek tanrılı dinlerin
tıpkı sermaye düzeni gibi küreselci bir yaklaşım içerisine girmeleri nedeniyle,
ulus devletler ile milletler zamanla önce gerilemeye başlamışlar ve daha sonra
da şirketler ile tarikatların ortaklığıyla ile devletler ile milletler yavaş
yavaş dünya siyaset sahnesinden silinmeye başlamışlardır. Bir toplum bilimci
olarak Durmuş Hocaoğlu böylesine bir gerçekliği yıllar öncesinden görerek hem
milletini hem de devletini bu açıdan uyarıyordu.
Küreselcilik
döneminde batının önde gelen merkezleri, sürekli olarak ulus devletlerin
tasfiye edilmesine yönelen politikaları destekleyerek, batılı okullarda okutup
yetiştirdiği batı blokunun çıkarlarına bağlı politik kadrolar aracılığı ile kendi
siyasal yaklaşımlarına uygun düşen programları uygulatarak, ulus devletlerin
tasfiyesi işlemlerini yeni dünya düzeni programlarına uygun olarak beş kıta
üzerinde tamamlatmaya çalışıyorlardı. Diğer ulus devletlerde olduğu gibi var
olan devlet düzenlerini tasfiye etmek amacıyla yeni yeni siyasal partiler
kurdurularak, dıştan destekli iktidarların işbaşına gelmeleri sağlanıyordu.
Emperyalizm ile iş birliği içinde çalışan siyasal kadrolar uluslararası
kapitalist sistemin çarklarını çevirmek doğrultusunda ellerinden gelen
girişimleri tamamladığı noktada, var olan devletleri tasfiye etme operasyonları
bütün dünya ülkelerinde hız kazanıyordu. İslam dünyasının yetiştirdiği İbni
Haldun gibi siyasal bilimcilerin Endülüs imparatorluğundan gelen birikimi modern
zamanlara taşımasını bile görmezden gelen emperyalistler, bir an önce geçmişin
uzantısı olan bugünkü dünya düzenini ortadan kaldırabilmek için her türlü
girişimi yerine getirmeye çaba gösteriyorlardı. Osmanlıcılık, İslamcılık ve
batıcılık gibi eski politikalarla imparatorluğun ayakta kalamayacağını görenler,
geçen yüzyılın son döneminde Osmanlı sonrası içinde hem ulus devleti hem de
cumhuriyet rejimini bir bütünsellik içerisinde Türk ulusunun önüne yeni bir
alternatif olarak koyuyorlardı. Ulus devletler çağı din devletleri dönemini
geride bırakırken, ulusal egemenlik ve halk iktidarları doğrultusunda
cumhuriyet rejimleri birbirini izleyerek dünya devletleri içinde
örgütleniyorlardı. Osmanlının son döneminde dine dayalı bir proje düzen
kurtarıcı olarak devreye sokulamadığı için, ulus devletler çağı çizgisinde bir
ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkartılıyordu. Ortaçağ
sonrasında gündeme gelen modernizm halk kitlelerini dini topluluklar olmaktan
çıkartarak, bilimin ışığında çağdaş uluslar olmaya doğru yönlendiriyordu. Böylece
Türkiye Cumhuriyeti eskisinden çok farklı bir yapılanma olarak farklı bir
siyasal dönemin sonucunda olarak dünya tarihinde ve coğrafyasında yerini
alıyordu.
İslam
devletlerinde bir İttihadı İslam yaklaşımı doğrultusunda Büyük bir İslam
imparatorluğu arayışı devam ederken, tüm Müslümanlara İslam dayanışması
öneriliyor ve bütün Müslümanlar tek bir millet olarak kabul ediliyordu. Böylece
etnik ve kültürel ayrılıklara dayalı ulusal yapılar ve bunların devletleri ortadan
kaldırılmaya çalışılırken, bütün Müslüman ülkeleri bir araya getirecek büyük
bir İslam imparatorluğu tıpkı orta çağ döneminde olduğu gibi öne çıkarılarak, eski
devlet yapılarının parçalanmasıyla oluşturulmuş olan ulusal devletlerin tasfiye
edilmesi gündeme getiriliyordu. Böylesine bir dönüşüm noktasına gelindiğinde
İbni Haldun’un siyasal toplum yapılanmasını açıklamak üzere ortaya koymuş olduğu
asabiye teorisinin kurallarına, geçen yüzyılda uyulmadığı için ulus devletlere
geçiş aşamasında önemli yanlışlar yapılıyordu. Emperyalizmin dinleri dünya
egemenliği için siyasallaştırarak kullanmak amacıyla öne çıkarması, İbni Haldun’un
asabiye teorisine ters düşüyordu. Geçmişin birikimini bugüne taşımış olan bu büyük
bilim adamı, eserlerinde milli asabiyenin dini asabiyeye oranla daha öncelikli ve
güçlü olduğunu vurguluyordu. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada insan toplumlarının
birlikte yaşayacağı yeni bir düzen olarak ulus devletler, milli asabiyenin dini
asabiyeye oranla öncelikli olduğunu kanıtlar bir biçimde kendiliğinden devreye
giriyordu. Bu sürecin sonunda parçalanmalar aracılığı ile iki yüz civarında
ulus devletin dünya haritası üzerinde ortaya çıkması sağlanıyordu. Batı
kapitalizmi dünya egemenliği doğrultusunda ortaçağ din devletlerinden
krallıklara ve imparatorluklara doğru bir kayma gösterirken, laiklik olgusu
gündeme gelerek devletlerin dinlerin ötesinde ulusal bir yapılanmaya doğru
dönüşümünün önünü açıyordu.
Durmuş
Hocaoğlu söyleşinin bir yerinde kozmopolitan Müslümanlık ile vatansız Müslüman kavramları
üzerinde önemle durarak, küresel değişim içinde dinin yerini belirlemeye
çalışmıştır. Ona göre İbni Haldun’un iyi anlaşılmasıyla dünyanın bugün içinden
geçtiği değişim süreci daha geniş bir biçimde değerlendirilebilecektir.
Küreselleşme aşamasına gelmiş olan uluslararası büyük sermaye, kendi kontrolü
altında büyük bir dünya imparatorluğunu, kozmopolitan bir din anlayışı içinde
oluşturmaya çalışmaktadır. Tekçi ulus devlete karşı çoklu bir kozmopolitan
toplum yapısını esas alan küresel imparatorlukçular farklı etnik toplulukları
bölgesel egemenlik düzeni içinde bir araya getirmeye çalışırken, kozmopolitan
Müslümanlığı bir anlamda beynelmilel dincilik olarak devreye sokmaya
çalışmışlardır. Kozmopolitan bir beynelmilelcilik öne çıktığı zaman,
Müslümanların tek bir ülke ya da vatana bağlı olmaları geride kalacak ve
küreselcilerin söylediği gibi vatansız bir dindarlık ya da İslamcılık veya Hrıstıyanlık
söz konusu olabilecektir. Kuruluş anayasasında devletin dini İslam olarak
belirtilirken, bir Müslüman çoğunluklu devlet olarak böylesine bir yapılanma
mümkün görülüyordu. Cumhuriyetin ilanı ile batı tipi cumhuriyet devleti modeli
öne çıkmış ve daha sonraki anayasa değişikliklerinde devletin temel
ilkelerinden birisi olarak laiklik bir yasal düzenleme olarak yeni anayasalarda
kalıcı yerini almıştır. Bir anlamda yeryüzü vatandaşlığı olarak da tanımlanan
kozmopolitizm, küreselciler tarafından ulus devletlere zorla kabul ettirilmeye
çalışılırken, dünya düzeni iki yüz ulus devletten, iki bin eyalet devletine
geçişinin tamamlanacağı yeni bir aşamaya doğru gitmektedir. Böylece devlet
merkezleri ortadan kaldırılırken, bütün devletler finans-kapital denilen merkezi
sermaye yönetiminin hegemonyası altına çekilmeye çalışılmaktadır. Küreselci
para babaları ulusalcı vatanseverliği ve vatandaşlığı özgürlükçü düzenler
açısından tehdit olarak gördükleri için, bu iki kavramı red ederek kozmopolit
bir siyasal düzeni açıktan savunmaktadırlar.
Hocaoğlu’na
göre, ülkedeki entelektüel birikimin bu gibi değişimleri anlayabilecek düzeyde
olmasına rağmen, sömürgecilik ilişkilerini geliştirme önceliği yüzünden batı emperyalizminin baskıları ile Türk
aydınlarının öne çıkarak topluma yol ve yön göstermelerinin önü kesilmek
istenmektedir. Terör yolu ile toplum ve aydınlar korkutularak baskı altına
alındığı aşamada, ulus devleti savunmak giderek zorlaşmaktadır. Emperyalizm
bütün dünya egemenliğinde kozmopolitizmi kendi çıkarlarının ideolojisi olarak
öne çıkarırken, ulus devletler ve ulusalcılık gerilemekte ve bu yüzden de
cumhuriyet rejimleri tarih sahnesinde son dönemlerine doğru gelmektedirler.
Edirne’den Ardahan’a kadar bütün Anadolu’yu kucaklayan ulusal cumhuriyet
devletinin önümüzdeki dönemde batının kozmopolitizm girişimleri ve saldırıları
ile fazlasıyla uğraşacağı bugünden görülmektedir. Atatürk cumhuriyeti Rusya’da
olduğu gibi devrim komiteleri ile değil ama halkın içinden seçilen
milletvekillerinin katıldığı bir meclis düzeni içerisinde kurmaya dikkat
ederken, o aşamaya kadar görülmemiş bir kahramanlık yaratarak bir ulusa öncülük
yapmış ve bir cumhuriyet rejiminin de kurucu önderi olmuştur. Kuvvetler Birliği
prensibi ile hareket eden Atatürk, ülkeye bir ulusal birlik düzeni getirmeye
çalışmıştır. İşin başında bu gibi çalışmalar tamamlanarak ulus devlet kurulduğu
için daha sonraki aşamada cumhuriyet rejimi ilan edilmiştir. Cumhuriyet eski
imparatorluk ahalisinin hızla uluslaşmasını sağlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin
çağdaş bir devlet olarak dünya sahnesine açılmasını sağlamıştır. Atatürk’ün bir
ulusal kahraman olarak cumhuriyeti kurduğu gibi bugün de Atatürk Cumhuriyetini sahip
olunan siyasal birikim doğrultusunda yeniden kuracak kahramanlara ülkenin
ihtiyacı bulunmaktadır. Doç. Dr. Durmuş
Hocaoğluna göre, ülkenin içine sürüklendiği tasfiye sürecini durduracak, emperyalizmin
dünya ile birlikte ülkeyi de kaos ortamına düşürülmesinin önüne geçecek ve Atatürk Cumhuriyetini yeniden kuracak
bilgili ve güçlü bir öndere olan ihtiyaç her geçen gün daha da büyümektedir. Emperyalist batı ülkelerinde yetiştirilerek devşirilen işbirlikçi
kadroların, sömürgeci merkezlerle
işbirliği yaparak ülkeyi tasfiye aşamasına getirmelerine artık bir son
verilmelidir .Yaşanan gelişmeler sonucunda
bugün için Türklerin geçmişten
gelen her şeyleri var ama cumhuriyeti yeniden kuracak bir
kahramanlarının olmadığı açığa çıkmıştır
.Günümüzde Atatürk gibi kahraman
olabilecek bir liderin ortaya çıkmasıyla, cumhuriyet devletinin gelecekte yoluna devam edebileceği söylenmektedir . O’na göre her şeyi göze
alabilecek cesur bir liderin ortaya çıkmasıyla birlikte Türkiye bugünkü siyasal
çıkmazından kurtulabilir. Halkın içinden çıkacak ve toplumun bütününde var olan
potansiyel enerjiyi ülkenin her noktasına taşıyacak bir kahraman önder küreselleşme
görünümünde tasfiye edilen devleti yeniden kurarak, Atatürk cumhuriyetinin geleceğe
dönük bir biçimde yoluna devam etmesini sağlayabilecektir. Türk ulusu
cumhuriyet devletinin ayakta kalması sayesinde sahip olduğu varlığını geleceğin
dünyasına taşıyabilecektir.
Kozmopolitizm
ve etnik köktencilik gibi akımların güçlenerek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini
ve üniter cumhuriyet rejimini yok etmemesi için, Türklerin gerçek bir ulus
kimliği ile hareket etmesi gerekmektedir. Yeryüzünün önde gelen ulusları ayakta
kalmak ve kendilerini koruyarak yollarına devam etmek doğrultusunda kararlı
olarak hareket etmelerinin, Türkler tarafından örnek alınması sorunun çözümünde
ilk atılacak adımdır. Dünyanın süper güçlerinin küresel hegemonya için merkezi
alana gelmeleri ve bu bölgede kendine bağlı yeni yapılanmalar oluşturması tarih
boyunca birbirini izleyen dönemlerde görülmüştür. Bugün de benzeri bir değişim
sürecinin öne çıkmasıyla ABD ve İsrail ikilisi bu doğrultuda hareket ederek, tarihin
tekerrür ettiği gibi bir durumu öncelikle kanıtlayabilmenin arayışı içine
girmişlerdir. Doğu ve batı bölgeleri arasındaki göçlerin yaşandığı ve
ortaya çıkan yeni rejimler doğrultusunda dünya haritasının değiştiğini artık bütün
ilgili kesimlerin görmesi gerektiği anlaşılmaktadır. ABD ve SSCB gibi iki büyük
kutup başı devlet yapılanmasının karşıt merkezler oluşturduğu bir aşamada, ulus
devletler oluşumu tamamlanarak evrensel dünya düzeni yeni ulus devletlerin
birlikteliğine bağlanmıştır. Böylesine bir yapılanma çerçevesinde giderek büyüyen
tekelci şirketlerin genişlemesi ile ulus devletler ve üniter cumhuriyetler
hedef ülkeler ve rejimler konumuna sürüklenmişlerdir. Artan dünya nüfusu yeni göç dalgaları ya da
yerleşim girişimlerini gündeme getirdiği zaman, insanlık bu gibi taleplere karşı
yeterince duyarlılık gösterememesi yüzünden, ciddi bir siyasal çözüm
alternatifi ortaya konamamaktadır.
Doç.
Dr. Durmuş Hocaoğlu’nun on iki yıl önce ortaya koymuş olduğu bu tavra göre, beynelmilel dincilerin iktidara
gelmesiyle birlikte milli devletler tehlikeye düşmüştür. Yeni dönemde ulusal yapılar
sarsılmış ve ulus devletler yarı yarıya tasfiye edilmiş gibi bir olumsuz durum
ortaya atılınca, millici ve ulusalcı bütün toplum kesimlerinin var olan kamu
düzenleri ile birlikte kazanılmış haklarının korunabilmesi doğrultusunda ortak
hareket etmeleri kendiliğinden gündeme gelmiştir. Bugün gelinen noktada herkes yarını ve
geleceği için kendisini güvence altına alacağı bir devlet yapılanmasına sahip
olmayı ve devletin çatısı altında kendisini güvence altına almayı istemektedir.
Bu tür bir toplumsal talep siyasal bir tavır olarak gelişirse, o zaman
cumhuriyet rejiminin toplumsal tabanını oluşturan ulusal ya da halkçı bir
sosyal örgütlenmeye gidilerek, cumhuriyet tarihine olumlu bir katkı sağlamasını
beklemek doğru bir tavır olarak dikkate alınabilir. Türkler, dikkatli
yaşarlarsa cumhuriyetin yüzüncü yıldönümünü birkaç sene içinde
kutlayabilecekleri gibi aynı zamanda cumhuriyet devleti üzerinden yeni ilişkiler
ağı oluşturarak, devlet tasfiyeciliği girişimlerine dikkatle karşı koyabileceklerdir.
Siyasal gelişmeleri yakından izlemeye devam edebilirlerse, alınacak önlemlerle Türkiye
Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına ulaşması ve bu doğrultuda cumhuriyet rejiminin
geleceğe dönük bir çizgide kurumlaşmasının sağlanması mümkün olabilecektir. Önemli
olan Türk ulusunun vermiş olduğu mücadele ile kurulmuş olan ulus devlet ve
halkçı cumhuriyet rejiminin geleceğe yönelerek, kurumsallaşmış bir yapıda yoluna devam edebilmesinin sağlanmasıdır.
2023 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ettiği bir düzeyde yüzüncü yılını
görebilmesi için sağlam ve kalıcı adımların şimdiden atılmasında ülkenin
geleceği açısından büyük bir ulusal yarar vardır. Durmuş Hocaoğlu’nun söylediği
gibi, ulus devletin tasfiyesine dönük birtakım girişimlerin ya da adımların dış
baskı ve yönlendirmeler aracılığı ile tırmandırılmasına karşı çıkılması,
kazanılmış hakların korunabilmesi açısından ciddi bir güvence sağlayacaktır.
Bir
sosyal bilimcinin ortaya çıkarak on beş yıl sonrası için olumsuz bir kehanette
bulunması, bilimsel açıdan üzerinde durulması gereken önemdedir. Yaşamda en
gerçek yol gösterici olarak bilimi esas alan Türk toplumu, yüzüncü yılına
yaklaşan cumhuriyet dönemi içerisinde karşı karşıya kaldığı bütün zorlukları, kurucu
iradeden gelen bilimsel yaklaşımlar çerçevesinde çözerek ilerlemek durumundadır.
Sosyal bilimciler tıpkı siyaset bilimciler gibi gelecekte yaşanabilecek
olayları ya da gelişmeleri önceden tahmin ederek toplumu ve insanlığı her zaman
için uyarmak durumundadırlar. Hiçbir toplum kendiliğinden dağılma ya da çözülme
aşamasına düşmek istemez. Hiçbir devlet ya da kamu düzeni birden yok olmak ya
da yıkılmak durumu ile karşı karşıya kalmayı istemez. Bu nedenle Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti
devleti sahip oldukları güç potansiyelini kullanarak ayakta kalabilmenin
yollarını arayacaklardır. Bu doğrultuda olumsuz koşulların önlenmesi ya da
ortadan kaldırılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına ulaşabilmesi
açısından öncelikli bir durum arz etmektedir. Her türlü olumsuz koşula ve
dıştan güdümlü engellere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti kurucu iradeden gelen bir var
olma ve yaşam savaşını antiemperyalist çizgide sürdürerek hem yüzüncü yılını
hem de daha sonraki yüzlerce yılı görmeyi başaracak derecede güç sahibidir.
Türk devleti ve silahlı kuvvetleri ülke güvenliği açısından üzerlerine düşen
sorumlulukları yerine getirdiği sürece, Türk ulusunun herhangi bir biçimde
gelecek açısından umutsuz olması gibi bir olumsuz durum önümüzdeki dönemde söz
konusu olamaz. Dünyanın çok büyük bir değişim dalgasına sürüklendiği yeni
dönemde büyük devletler ve diğer siyasal yapılanmalar kendi güvenliklerini
öncelikli olarak sağlama almanın arayışı içinde olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti
de bu doğrultuda var olabilmenin, ayakta kalabilmenin ve yoluna devam
edebilmenin hem arayışı içinde olacak hem de beklenmedik gelişmelere karşı da
gerekli olacak her türlü önlemin alınmasına öncelik verecektir. Geleceğin
dünyasını şimdiden görmeye çalışan bilim adamlarına da ulusça kulak verilmesi ile
onların bilimsel bilgi birikimlerinden ileri gelen uyarılarına da dikkat ederek
oluşturulacak evrensel dayanışma düzeni içerisinde, tüm insanlık ile birlikte daha
güvenli bir yaşam düzeni kurulacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
25 Ekim 2020 Pazar
KAPİTOKRASİ VE PREKARYA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
KAPİTOKRASİ VE PREKARYA
Beş yüz
yıllık bir tarihe sahip olan kapitalist sistemin son zamanlarda ortaya
çıkardığı iki temel kavram üzerine karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıldığı
zaman, ortaya nasıl bir tablo çıkacağı genel olarak tartışma konusudur. Uluslararası
alanda batı emperyalizminin örgütlemiş olduğu kapitalist sistemin
uygulamalarından sonraki gelişmeler doğrultusunda, bu iki kavram dünya
sahnesine çıkmıştır. Birinci kavram tümüyle kapitalizmin uygulamaları
sonrasında gelmiş olduğu durumu yansıtmakta ve ekonomik sermaye düzeninden olumsuz
bir biçimde halksız siyasal düzene geçişi ifade etmektedir. Buna göre kapitalizmin
uzun yıllar birlikte yaşadığı demokrasi kavramı ile bir iç içe geçme ya da
bütünleşme olgusu içine girdiği aşamada, ortaya çıkan farklı durumun belirtilmesini
hedefleyen yeni bir kavramın ortaya çıkmasıyla birlikte siyasal literatür “kapitokrasi”
adıyla yepyeni bir kavram kazanmaktadır. Bu kavramın öne çıkmasıyla birlikte
gerçek anlamı halk yönetimi olan ve halkın egemenliğini temsil eden demokrasi
kavramı, geriye düşmekte ve onun yerini sermaye egemenliği başlığı altında
kapitokrasi kavramı almaktadır. Kapitalist sistemin temelini oluşturan sermaye
düzeninin son dönemlerde fazlasıyla değişmesi ve sermaye birikiminin aşırı düzeylerde gerçekleşmesi
sayesinde, kapitalizm bir ekonomik yaşam düzeni olmaktan çıkarak, kendi
çıkarları doğrultusunda siyasete müdahale eden ve daha da ileri giderek kendi
çıkarları doğrultusunda yeni yaşam düzenleri kuran alternatif yeni yapılanmalar
ile öne çıkmıştır. İşte bu aşamada siyaset ile ekonominin birbiriyle karışması sayesinde
şimdiye kadar siyasette kendi adamları ile söz sahibi olan patronlar artık
devlet yönetimin de sürekli kalıcı görevler almaya başlamıştır. Kendilerinin devlet idaresinde öne geçmesiyle ve
doğrudan bir sermaye yönetimini var olan devletlerin üst noktasına taşımasıyla,
demokrasi olarak belirtilen halk egemenliği düzeninin yerini patronların
egemenliği almıştır. Siyasal güç oluşumu bu aşamada halkın elinden çıkarak
patronların kontrolü altına girmiştir. Önemli bir toplumsal yapı değişikliğini
gösteren bu durumu, sermayenin kalemşorları görmezden gelerek ve gene eskisi
gibi demokrasi kavramını siyasal çıkarcı bir çizgide kullanarak, halk
kitlelerini aldatmaya çalışmışlar ama bu konuda ki yeni aldatma senaryolarına
karşı halk kitleleri tepki göstererek geçmişin birikiminin ortaya çıkardığı bilinçli
bir tavır ile, bu kavram sömürüsüne son vermişlerdir. Yaşanan gerçekler
doğrultusunda bugünün gerçek dünyasında artık demokrasinin yerini sermaye
egemenliği anlamında kapitokrasi rejimi almaktadır.
Bu
makalenin başlığında yer alan ikinci yeni kavram olarak, Prekarya kavramı da
kapitalist rejimin uygulamaları sonucunda ortaya çıkan, düzensiz ve dengesiz
durumu ve bu durumun yükünü taşımakta olan toplum kesimlerini ifade etmektedir.
Dünyanın egemen güçleri olan sermaye sınıflarının ortaya koydukları girişimler
sonucunda, kapitalizmin dayandığı iki toplum kesiminden burjuvazi kendi
ülkesinin dışına açılarak küresel bir yapılanma içine girmiştir. Dışa açılarak
yabancı sermaye ile bütünleşen burjuvazi ulusal olmaktan çıkarak, küresel bir
güç konumuna geldiğinde hem kendi çalışan kitleleri hem de dünya halklarına
karşı çok büyük bir egemen güç olarak örgütlenmeye başlamıştır. Dünya devleti
arayışları içinde kendine yeni bir yer arayan burjuva sınıfları artık ulusal
çizgiden uzaklaşarak, küresel hegemonya arayışlarının temsilcisi konumuna
gelmiştir. Dışa açılan burjuva sınıflarının böylesine bir olumsuz süreç içinde
emperyal güçlerle işbirlikçilik nedeniyle ulusal yapıları bozulmuştur.
Küreselleşme ile birlikte burjuvalar ulusal burjuvazi olmaktan çıkarken, kent
soylu sınıfların karşıtı olan toplum kesimleri de çalışan halk kitlelerinin
bütünleşen toplumsal gücü olarak oluşturdukları proletarya oluşumunu yitirmeye
başlamışlardır. Sermayenin çok büyümesi burjuvazi ile birlikte çalışan halk
kitleleri ve işçi sınıfını baskı altına alarak ve dağıtarak ortadan kalkmasına
neden olmuştur. Geleceğin sosyalist devletini kuracak olan proletarya sınıfı, Karl
Marks’ın dile getirdiği gibi uzun bir oluşum sürecini daha tam olarak tamamlayamamış ve siyasal gelişmeler sonucunda çökerek
ortadan kalkmıştır. Sanayileşmenin başlarında kurulan ilk
fabrikaların çevresine bakıldığında yüzlerce ya da binlerce işçi kulübeleri öne
çıkarken, aynı zamanda fabrikanın çevresindeki
tepelerde güvenlik düzeni içerisinde sermaye sahibi patronların yaşamaya
başladıkları görülmektedir. Binlerce işçiyi kurdukları fabrikalarda çalıştıran olarak
kapitalistler hem fabrikanın giderlerini hem de fabrikalardaki üretim
düzenlerinin masraflarını karşılamak amacıyla gereksinme duydukları sermaye
oluşumunu, yeni kurdukları fabrikaların gelirlerinden karşılamak
durumundaydılar. Sermaye sahibi patronlar giderek kapitalistleşirlerken, kurulan
yeni düzen uluslararası alanda bütün ekonomik yapılanmaları kendi içine almasıyla,
eskisinden çok daha farklı yeni bir sistemin oluşumu çizgisinde daha gelişmiş
kapitalizme giden profesyonel bir yol açılıyordu.
Küreselleşme oluşumu sürecinde ulusal
burjuvaziler tekelci şirketlerle bütünleşerek daha üst düzeyde bir ekonomik
zenginlik peşinde koşuyordu. Dışa açılmanın getirdiği ekonomik bütünleşme
yolunda burjuva sınıfları eski ulusal yapılarından uzaklaşıyorlardı. Burjuvazi yüz
yıllarca gelişen banka sistemine teslim olarak finans kapital oluşumuna
yönelirken, sanayileşme geride kalıyor ve paradan para kazanma döneminin öne
çıkmasıyla birlikte tüm sanayi yatırımları duruyordu. Endüstrinin
küçültülmesiyle birlikte işçi sınıfının küçülmesi de dolaylı olarak gerçekleşme
yoluna girince, Karl Marks’ın dile getirdiği muhteşem işçi sınıfının tarihteki yerini
alarak geçmişte kaldığı görülüyordu. Burjuvazinin milli devletten vazgeçmesiyle
başlayan küreselleşme olgusu içinde tekelci şirketler küresel güç haline
gelirken, burjuvazinin karşısında yer alan proletarya denen işçi sınıfı da ortadan
kalkma aşamasına geliyordu. Devletlerin kurumlaşması sayesinde kurulmuş olan
burjuvazi ve proleterya dengesi, son zamanlarda ortadan kalkıyor ve bunun
sonucunda da işçi sınıfı erimeye mahkum ediliyordu. Marksizmin ortaya koyduğu
gibi sermaye arttıkça gelirler yatırımlara gitmiyor, nüfus artmasına rağmen bu
doğrultuda ekonomik kalkınma gerçekleşmiyordu. İleri bankacılık sistemine
dayalı olarak oluşturulan finans kapital düzenlerinde, bankada yatan para faiz
gelirleriyle bir yüksek burjuvazi yaratıyor ve eskisi gibi yatırım yapan ya da
ulusal çıkarlar doğrultusunda ticaret yapan eski milli burjuvazi yerini çok
uluslu işbirlikçi zengin sınıflara bırakıyordu. İnsanlığın geleceğini bir
proletarya devrimine bağlayanların çok yanıldıkları böylece siyasal ve ekonomik
gelişmeler ile ortaya çıkıyordu. Onlara göre kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı
da güçlenecek ve bir büyük proleterya devrimi ile işbirlikçi ve sömürücü finans kapital düzeni bir düş olarak ortadan
kalkacaktı.
Yirminci
yüzyıla kadar dünyadaki gelişmeler normal yollardan sürüp giderken, Marks’ın
görüşleri fazlasıyla önem taşıyordu. Kapitalizmin aşırı sermayeci tutumu beraberinde
sömürüyü de getirdiği için ulusal burjuvaziler kendi devletleri aracılığı ile
kendi ülkelerini ve halklarını istismar ederek zenginleşme yoluna gidiyorlardı.
Ne var ki, yirmi birinci yüzyıla girerken gündeme gelen üst burjuvazinin dışa
açılarak bir küresel ekonomi arayışına girmeleri yüzünden, ulus devlet
dengelerinin bozulmaya başladığı görülmüştür. Marks’ın dediği gibi burjuvazinin
zenginleşmesi yatırımlar ile olmamış aksine banka sistemi üzerinden zenginleşme
devam edince, eski burjuvazi ve proleterya dengesi bozulmuştur. Aşırı
zenginlerin küresel ekonomi imparatorluğuna yöneldikleri aşamada burjuvazi ile
birlikte işçi sınıfı da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almaya doğru yönlendirilmiştir.
Bir anlamda Karl Marks’ın ortaya koyduğu doktrin doğrultusunda öne çıkacağı
ifade edilen, proleterya oluşumu yeni dönemde zayıflamaya başlamıştır.
Küçülerek fazlasıyla zayıflayan işçi sınıfında devrim yapacak güç kalmayınca, beklenen
proleterya devrimi bir türlü gerçekleşememiştir.
İşçi
sınıfı yeni bir dünya düzeni getirmek isteyen egemen güçlerin karşısına bir
toplumsal güç olarak çıkamayınca, şirketler üzerinden kurulmaya çalışılan yeni
dünya düzeni giderek elektronik yapılanmayı esas almaya başlamıştır. Matbaa
devrimi denilen gazete ve dergi yayınları ile insanlığın Ortaçağdan çıkışı
gerçekleştirilmeye çalışılmış ve daha sonra da bugünkü modern dünyanın oluşumu
gündeme gelmiştir. Aradan beş yüz yıllık bir dönem geçtikten sonra, elektronik
alanda devrim yapılması sonrasında basımevlerinin önemi kalmamış, gazete, dergi,
kitap ve diğer yayınlar basımevlerinden alınarak masaüstü elektronik aletlerin
üretimi öne geçmiştir. Bütün fabrika ve iş yerlerinde elektronik devrimi
kurallarına göre yeniden yapılanmalar tamamlanınca, bin kişilik fabrikalar da
on kişi çalışmaya başlamış, işyeri ya da fabrika çevrelerinde eskisi gibi işçi
lojmanlarına dayanan yeni yerleşim alanları kurulamamıştır. Elektronik devrim
sayesinde bin kişilik fabrikalarda işçi sınıfı çalışırken, on kişilik işyerlerinde
ise daha çok uzman ve tekniker insanlar istihdam edilmeye başlanmıştır. Toplumsal
ve ekonomik değişimler yüzünden küçülmeye başlayan işçi sınıfı, elektronik
devriminin gelmesiyle birlikte, iyice ortadan kalkma aşamasına gelmiştir. Ekonomik
düzenin değiştirilmesiyle birlikte öne çıkan işçi sınıfı erimesine son noktayı
elektronik devrim koyarak , küresel dönemin insan toplumu proleteryanın yerini alarak öne geçmiştir . Dünyada
nüfus hızla artarken, çalışanların da sayısı zaman içinde artma eğilimleri
göstermiştir. Ne var ki, toplumların büyüyerek genişlemesine tamamen ters düşen
bir gelişme olarak, çalışanların kitlesel oluşumlardan uzaklaştırılarak bir
işçi sınıfı örgütlenmesinin önü kesilmek istenmiştir. Soğuk savaş sonrasında
içine girilen küreselleşme aşamasında proletaryanın bir toplumsal sınıf ya da güç
kaynağı olarak devrim yapma şansını elde edememesi yüzünden, tarihin dönüm
noktasında çalışan halk kitleleri için gerçek bir emekçi devrimi yapılamamıştır.
İşçi
sınıfının tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte bir proletarya devrimi umudu
kalmamıştır. İnsanlığı kurtaracak bir proleterya devrimi sonrasında bütün
dünyada eşitlik ve adalet sağlayacak bir proleterya diktatörlüğü, devrim
yapılamadığı için gerçekleştirilememiştir. İşçi sınıfı köklü bir devrim
yapabilse, bunun sonucunda oluşturulacak proletarya diktatörlüğü sayesinde her
türlü eşitsizliğe son verilecek ve devletin getirmiş olduğu yeniliklerin dağıtımında,
işçiler ile birlikte toplumun diğer kesimlerinden gelecek olan katılımcılar da adil
bir bölüşüm çizgisinde haklarına düşen paylarını alabileceklerdi. Orta çağ
sonrasında başlayan toplumsal dönüşüm süreci içinde gündeme gelmiş olan
haksızlıklar ve eşitsizliklerin öne çıkardığı sınıf farklılıklarının ve
sınıflar arası kavga ve çekişmelerin sona erdirileceği bir toplumsal barış
düzeni hedeflenirken, geçmişin
eşitsizliklerinin yarattığı bir proletarya sınıfının geleceğinden
bahsedebilmek zor olmaktadır. Çalışan halk kitleleri için devrimci demokrasi isteyenler,
aynı zamanda tüm iktidarın Sovyet adı verilen küçük toplumsal örgütlere
devredilmesin de hassas davranıyorlardı. Siyasal devrimde görev alacak
proletaryanın üstlendiği misyonuna uygun bir duruma getirilmesi, ana mesele
olan sınıf savaşı doğrultusunda emekçi güçlerin örgütlenmesi sayesinde olabilecekti.
Kapitalizmden komünizme geçiş için düşünülen büyük proletarya devriminin
gerçekleşebilmesi için kapitalist devleti bile ortadan kaldıracak devrimci bir
potansiyelin işçi sınıfı içinde yerleştirilmesi düşünülüyordu. Tüm insanlığın komünal
bir toplum düzeni çatısı altında eşit bireyler olarak bir araya getirilmesi, büyük
proletarya devrimi sayesinde gerçekleşecek bir yapılanma ile mümkün olacaktı. Ne
var ki, sosyal koşulların zaman içinde değişikliğe uğraması noktasında ortaya
çıkan dönekler, devrimci yollarından dönerlerken gerçek anlamda bir proletarya
devriminin önünü keserek, emekçi kesimlerin sınıf mücadelesi doğrultusunda
örgütlenmeye gitmesine engel oldular. Burjuva demokrasisinden proleterya diktatörlüğüne
geçiş için gerekli olan devrimci adımların atılması proleterya denen işçi
sınıfının ortaya çıkarak örgütlenmesine bağlı bulunuyordu. Her ülkede örgütlü
bir konuma gelecek olan proleterya güçleri, uluslararası alanda da bir
dayanışma içerisinde olabilmek üzere , komünist enternasyonel yapılanmasına da yönelmek zorunda kalıyorlardı .
Yirminci
yüzyılın başlarında gerçekleştirilen Sovyet devrimi aracılığı ile
kutsallaştırılan proleterya kavramı, sosyalist sistemin üç çeyrek yüzyıl içinde
çöküşe geçişi ile birlikte sahip olduğu büyüyü kaybetmiştir. Bütün dünya
ülkelerinde sosyalist devrimler gerçekleştirmeye dönük proletarya oluşumları da
sistemin çöküşü sonrasında çözülme noktasına gelmişlerdir. Güçlü bir devletin
çatısı altında gerçekleştirilecek proletarya devrimi ile, bu devlet çalışan
halk kitlelerinin egemenliği altına girecek ve bu yoldan gerçekleştirilecek
proletarya diktatörlüğü tarih sahnesine çıkarak, geleceğin komünist dünyasını
kuracak bir biçimde etkinliğini artıracaktı. Bir yüz yıla yakın bir süre devam
eden sosyalist toplum yapılanması geleceğe dönük umutları artırırken, birden
devreye giren ileri kapitalist siyasal sistemin araya girmesi üzerine sosyalist
devlet geride kalırken, bu yapının beslemiş olduğu proleterya diktatörlüğüne
geçiş hedefinin de bir düş olmaktan ileri gidemediği anlaşılmıştır. Emekçi
insiyatifine dayanan sosyalist devlet yapılanması geride kalırken, bu arayışın
toplumsal kaynağı olarak proleterya gerçekliğin ötesine düşerek bir özlemin
yansıması olarak yeni bir konuma sürükleniyordu. Proleteryanın bir güç ve potansiyel olma şansını yitirmesine
rağmen benzeri toplumsal yapılardan gelen yoksul, işsiz ve okumamış toplum
kesimleri gene varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu tür insanların bir araya
gelmesi ile ortaya çıkan yeni tehlikeli sınıfa, eski proleterya benzeri ve bu
kavramın kökünden kaynaklanan yeni bir kavram olarak Prekarya adı verilmiştir.
Yirminci yüzyılın proleteryası geride kalarak tarihe mal olurken, bunun devamı
olarak yirmi birinci yüzyılın Prekaryası devreye giriyordu. İşsiz güçsüz gezen
ve hiçbir işe yaramayan toplum kesimlerine eskiden isim olarak verilen, işsiz
güçsüz boşta gezenler anlamında lümpen proleterya kavramı yerine, günümüzün
dağınık gerçekliğini tanımlama doğrultusunda Prekarya kavramı devreye giriyordu.
Özellikle eski Marksist kesimlerin bir türlü kabul edemedikleri sosyalist
sistemin çöküşü sonrasında ortaya çıkan sosyal tabloda işsiz, güçsüz ve sorunlu
yeni perişan toplum kesimleri yeni dönemde Prekarya adı altında kavramlaştırılmaya
çalışılıyordu. Bu kesimlere ek olarak yarı zamanlı çalışanlar, hiçbir güvencesi
olmadan iş yapanlar, proje bazlı sözleşmeler ile geçici olarak çalıştırılanlar,
ülkenin alt kesimlerinde var olabilmek ya da bir şeyler yapabilmek uğruna çaba
gösterenler de problemli kimlikleri ile gene Prekarya kavramının çatısı altında
dikkate alınabiliyorlardı. Kapitalist sistemin devam ettiği sürece altta
kalarak ezilenler ya da toplumun içinden dışlanarak yer altı dünyasının içinde
karanlıklarla boğuşanlar da gene aynı kavramın içinde tanımlanabiliyorlardı.
Toplumun problemli kesimlerinden gelen herkesin içinde yer alabileceği çizgide
oluşan Prekarya, bir anlamda sınıflaşamayan dağınık sosyal kesimleri de içinde
barındıracak bir çizgide gelişimini sürdürüyordu. Ucuz işlerde düzensiz olarak
çalışan, belirsiz koşullarda görev yaparak güvencesiz bir yaşamın içinde mücadele
edenler de Prekarya oluşumunun en önde gelen temsilcileri olarak bu kavramın
içeriğinin daha açık biçimde öne çıkmasını sağlıyorlardı. Öfkeli işsizler ya da
sosyal güvencesiz halk yığınları,problemli toplumların başlıca olumsuz
göstergeleri olarak öne çıkıyorlardı.
Yeni
dönemde küresel bir imparatorluk olarak yoluna devam etme durumunda olan yeni
kapitalizmin belirsiz bir geleceğe sahip olması ve hiç kimseye güvence vermeyen
bir tartışmalı konumda bocalaması yüzünden, insanların çoğunluğu eskisinden
daha ağır koşullarda bir yaşam kavgası vermek zorunda kalıyorlardı. Kendisi
için sınıf olamayanlar diğer toplumsal sınıfların kıyısında ve kenarında
dolaşıyorlar ama onların içine giremedikleri için sürekli olarak bir dışlanma senaryosu
ile karşı karşıya kalıyorlardı. Emeğini ve işgücünü beş paraya satan
güvencesizler ile kendi çıkarını tam olarak bilemediği için ezilenler ve zor
durumda kalanların da içinde yer aldığı yeni bir yapılanma dönemi gene Prekarya
kavramının ortaya serdiği gerçeklikler olarak görülüyordu. Toplum içindeki çeşitli
bunalımların ve istikrarsızlıkların altında kalan bu güçsüzler topluluğunun,
her yönü ile problemli olan yapılarından kaynaklanan sorunların çözüme
kavuşturulması her geçen gün sosyal devletlerin işleri olarak insanların önüne çıkmaktadır. Odaksız ve toplum içi tepkilerin yönlendirdiği
bozuk kesimlerin çıkarlarının savunulması ve onların daha iyi durumlara doğru
kalkınabilmeleri için yeni ekonomi ve sosyal programlarının uygulanması gibi
konular, yaklaşık bir asırlık sorun olarak bütün dünya toplumlarının önüne
çıkmıştır. İstihdam sorununun çözümü ve geliştirilmiş sosyal kalkınma plan ve
programları ile çalışan emekçi kesimlerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi
için batı dünyasında sosyal devlet uygulamalarına geçiliyordu. Sosyalist
sistemin proleteryayı kurtaramadığı bir tarihsel dönüm noktasında, sosyal
devletler bütün dışlanmışları kendi çatısı altında toplayarak gerçekçi sosyo-ekonomik
kalkınma programlarına yöneliyorlardı.
Küresel
ekonomik çöküşün ortaya çıkardığı bütün sorunlar alt tabakaları büyük bir
geleceksizlikle tehdit ettiği noktada, ilgili toplumların kendini koruma ve de
savunma reflekslerinin devreye girerek bozulmuş olan sosyal dengelerin yeniden
kurulmaya çalışıldığı da göze çarpmaktadır. Her gün yeni üniversiteler ve
yüksek okullar açılırken, diplomalı işsiz sayısı artmakta, okumuş yazmış ve bir
meslek sahibi olmuş insanların iş bulamadığı bir ortam da aydın işçilerin
sayıları artmakta ama bunların herhangi bir biçimde istihdam edilmeleri gibi
bir sorun henüz çözümsüzlük noktasında durmaktadır. Okuyan kesimlerin sahip
oldukları ilerici düşünceler ya da somut çözüm önerileri çare olmakta yetersiz
kalıyor, yalnızlığa mahkum olanlar beklenen aktiviteleri gösteremeyince bu
sefer toplum sorunlarının giderek çözümsüzlük çizgisinde umutsuz ortamlara
doğru kaydığı görülmektedir. Alt kimlikçi politikaların insanların kimliğini
birbirinden ayırdığı aşamalarda, her türlü dayanışma ya da ortak girişimlerin zamanla
devre dışı kaldıkları anlaşılmaktadır. İnsanlarda var olan endişelerin zaman
içerisinde öfke ve tepki göstermelere doğru insanları sürüklemesi, sık sık
görülen bir olumsuz durum olarak ortaya çıktığı göze çarpmaktadır. Giderek
artan nüfus yapılarının gereksinmesi olan kamu hizmetlerinin karşılanması
çizgisinde, fazlasıyla yetersiz kalan durumların ortaya çıkmasının
önlenebilmesi için gösterilen çabaların bile yeterli olamaması yüzünden, birçok
yeni sorun birbiri ardı sıra kontrolsüz bir biçimde devreye girmeye başlamıştır.
Elektronik
uygarlığının yalnızlığa sürüklediği bugünün insanı, insani gereksinmelerini
karşılayabilme doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmaktadır. Bugünün
elektronik uygarlığının içinde her gün bocalayan ve kaybolmamak için mücadele
edenler de Prekarya gruplarının diğer kesimlerinde yer almaktadırlar. Eğitimli
işsizlik toplulukları birçok yeni açılan üniversite ya da yüksek okullarda
görülebilmektedir. İklim sorunları ve açlık ya da işsizlik gibi olumsuz
durumların ortaya çıkmaları insanları yaşadıkları ülkelerde zor durumlara
sürüklediği için, bugünün önde gelen sorunları arasında ülkeler arası göç
olgusu büyük bir yer kaplamaktadır. Zorlamaların ortaya çıkardığı göçler
yüzünden devletler ve toplum düzenleri zor durumlarda kalmaktadır. Prekarya
kavramından yeni bir proleterya yaratma doğrultusunda bazı farklı girişimler de
gündeme gelmekte ve insanlık da bu yoldan bir şeyler yapmaya çalışmaktadır. Elektronik
devrimin sanayi uygarlığını ortadan kaldırması yüzünden işsizliğe mahkum edilen
çağımızın insan toplulukları, böylesine bir çıkmazdan kurtulabilmenin yollarını
aramaktadır. Yüksek öğretimi sonuna kadar okuyarak kendini yetiştirenlerin
işsiz kaldığı bir dünyada hiç kimsenin çalışma hakkını kullanabilmesi mümkün
olamamaktadır. Göçmenlerin kalıcı olmaları devletleri zor durumda bırakırken, bu
gibi nüfus uzantıları kamu hizmeti
açısından yerleşik kamu düzenlerini ortadan kaldırmaktadır.
Prekarya
toplulukları sahip oldukları sorunlu durumları nedeniyle kamu hizmetlerinden
tam olarak yararlanamadıkları için, bu kesimden gelenlere bazı toplum bilimciler kısmi vatandaş diye isim
takmaktadırlar. Normal vatandaşlara oranla bazı eksikleri olan Prekarya
topluluklarının içinde yer alan ülke vatandaşları, bir anlamda yarı vatandaş
statüsüne benzer bir biçimde kısmi vatandaş olarak nitelendirilmektedirler. Geçici olarak çalışanlar, yarı zamanlı istihdam
edilenler, sınırlı bazı işleri yapanlar da aynı kategori içinde düşünüldükleri
için gene bu tür Prekarya oluşumları ile kamu yönetimleri uğraşmak zorunda kalmaktadırlar.
Belirli alanlarda okuyanlar ya da çalışanlar gelecekte istikrarlı bir iş düzenine
yönelmektedirler. Bunlar aynı zamanda stajyerlik çalışmalarını da aynı
doğrultuda görmektedirler. Esnek emek piyasalarında kamu güvencesi olmadığı
için her türlü istikrarsızlık durumunda, birçok sorun Prekarya topluluklarının
önüne çıkarak ciddi tehditler oluşturmaktadır. İyi bir toplumun bu tür sorunlu
kesimler ile diyalog kurabilen ve empati yaparak onları anlayabilen
yöneticilere her zaman için gereksinmesi vardır. Toplumsal hafıza içinde
Prekarya’ya yer verilmesi ile sorunların aşılması doğrultusunda olumlu ortamlar
yaratarak, kamu kurumlarının çözüm üretme konusunda harekete geçmeleri
sağlanmaktadır. Prekarya içinde yer alan sorunlu toplulukların arasında
sürtüşmeler çıkması var olan sorunları çözümsüzlüğe itebilmektedir. Bu nedenle
her türlü sorunların aşılabilmesi ve hızla çözüm üretilebilmesi doğrultusunda, devletler
ile Prekarya toplulukları arasında yakınlaşma ve birlikte çalışma ortamlarının
yaratılması gerekmektedir. Prekarya topluluklarının birbirleriyle çekişme ve
çatışma aşamasına geldiği noktalarda, bu gibi topluluklarının kendileri ile
savaşma gibi çok tehlikeli ortamlara sürüklendiklerini görerek, istenmeyen
durumların ortaya çıkmasını engelleme doğrultusunda kamu yönetimlerinin yeni önlemler alınması gerekmektedir.
Küreselleşme
olgusu yıkıcı , parçalayıcı ve çökertici etkilerini bütün dünya ülkelerine yaydığı bir çizgide , işçi sınıfı gibi kimlik
sahibi bütün toplumlar ile birlikte devletlerin halklarını ya da ulusal
yapılarını zamanla yok etmektedir. Bu nedenle demokrasiler dayandıkları halk
tabanını ellerinden kaçırmışlardır. Bir anlamda küresel emperyalizm ekonomi ve
elektronik üzerinden dünyaya egemen olurken var olan devletler ile birlikte
bunların dayandığı halk kitlelerini de ellerinden kaçırmışlardır. Bir anlamda
bütün dünya ülkelerinde yaşayan halk kitleleri, kendi çıkarları ve
kazanımlarını koruma çizgisinde yaşamlarını sürdürme şansını giderek ellerinden
kaçırmışlar ve bu yüzden dünya platformu kaybolan halklar müzesine
dönüştürülmüştür. Kendi ülkesi ve ulusu için bir şeyler yapmak çabası
içinde çırpınan bugünün vatanseverleri, namuslu aydınları ve geleceğin
hazırlığı içinde olan gençlerin arkasından kimse gitmemekte ve herkes olan
biteni seyrederek, kendisini tehlikeye atmadan bu dönemi geçirmeye kalkarken,
dünyayı günümüzdeki çıkmaz noktaya getirerek ciddi bir sorunlu durum yaratan
günümüzün küreselci egemen kesimleri, bildiği yollardan giderek başladıkları
işi tamamlamaya çalışmaktadırlar. İnsanlar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temellerine
dayanarak bugünün ulusal yapılanmalarına erişmişlerdir. Ekonomi ve elektronik
üzerinden bütün dünyayı altüst ederlerken tüm insanlığı, insan ırkını ve
kazanılmış bütün hakları yok edebilecek tehlikeli girişimlere kalkışmaktadırlar.
Paradan para kazanan süper emperyalistlerin sömürge düzeni devam ettiği aşamada
sadece proletarya görünümündeki işçi sınıfı yok olmamakta, aksine bütün toplum
ve devlet düzenlerinin geleceği ortadan kalkmaktadır. Günümüzde kapitokrasi
uygulamaları ile halk kitleleri
darmadağın edilirken, aynı zamanda devlet ve kamu düzenleri de ortadan
kaldırılmaktadır. Dünya haritasının bir köşesinde halk kitleleri olarak yaşama
şansını giderek kaybetmekte olan insanlar, yeniden halk olabilmek ve halklaşarak
sosyal ve siyasal güçlükleri aşabilmek için geçmişten gelen mücadelelerini bugün
de sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Her türlü ayırımın ötesinde her şeyi
ortaklaşa paylaşabilme doğrultusunda insan topluluklarının yeniden
halklaşmaları kaçınılmazdır.
Yüzyıllarca
her türlü yalanlar ve sahtekarlıklar kullanılarak aldatılan insanoğlunun
günümüzde yeniden silkelenerek kendisine dönebilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve
geçmektedir. Önce toplumsal sınıfları daha sonrada ise bütün halkı hedef alan
bir doğrultuda toplumların çökertilmesi senaryolarına karşı çıkılması
gerekmektedir. Yaşam boyu daha güzel günler arayışı içinde olan halk kitleleri
ve insanlık, günümüzde toplumsal sınıfların tasfiyesi üzerinden yok olmaya
doğru sürüklenmektedir. Bu doğrultudaki gelişmeler sürekli olarak dışarıdan
dayatıldıkça hak ve özgürlüklerini koruma ve savunma durumundaki insan
kitleleri daha zor koşullarda bir var olma mücadelesini yeniden vermek zorunda
kalmaktadırlar. Halk kitlelerinin isteklerini ve gereksinmelerini karşılamaktan
giderek uzaklaşan kapitokrasi
yönetimleri, kendi sermaye düzeni çıkarlarına öncelik verdikleri için dünya
halklarının bir araya gelerek toparlanmasına fırsat bırakmayan bir biçimde her
türlü zorbalıklarına ve zorlamalarına devam etmektedirler. Halk kitlelerinin
hareketlerini ve taleplerini sürekli olarak popülizm kavramı altında suçlayarak,
milyonlarca insanın gereksinmelerinin karşılanmasına izin vermemektedirler. Ekonomi
ile zor durumda bırakılan ve elektronik ile toplumsal yaşamdan dışlanan halk
kitlelerinin kendi çıkarları doğrultusunda ağırlıklarını, siyasal gelişmelere
karşı ortaya koymalarına hiçbir zaman izin verilmeyerek, başlamış olan yıkım
operasyonunun tamamlanmasına öncelik verilmektedir. Halk kitlelerinin kendisini
yok edecek bir sürüklenmeye izin vermemesi ve bu gidişe bir dur demesinin
zamanı artık gelmiştir.
Dünyanın
bugün düşürüldüğü çıkmaz çukurun yaratıcısı olan egemen güçler, bu olumsuz
gidişlere karşı gelecekte hiçbir şey yapamayacak gibi bir görüntü vermektedirler.
Bu olumsuz durum zamanla daha da netleşmeye başlamıştır. Proleteryayı yok
edenler ile dünya halklarını parçalayarak ve çökerterek ortadan kaldırmaya
çalışanlara karşı, demokrasileri ortadan kaldıran kapitokrasilerin yapacak
hiçbir şeyleri yoktur. Finans- kapital düzeninin büyük patronlarına karşı
proleterya olma şansını elinden kaçırmış olan yeni Prekarya’cıların yapabilecekleri
hiçbir şey kalmamıştır. Şimdi yeniden tarihin
itici gücü olan halk kitlelerini yeniden inşa etmenin zamanı gelmiştir. Günümüzün
çıkmazından kurtulabilmek üzere halk kitlelerinin yeniden silkelenerek kendine
gelmesi ve bu doğrultuda bir dünya halkları kurultayı oluşturmasının zamanı
gelmiştir. Kapitokrasinin çözüm üretmediği, Prekarya’nın etkin bir biçimde
devreye giremediği bugünün koşullarında dünyanın kötü gidişini durduracak bir
çizgide dünya halkları organizasyonu gibi büyük bir kitlesel uyanışa her geçen
gün daha fazla gereksinme duyulmaktadır. Uyanacak halk kitlelerinin kasıtlı
olarak sürdürülen aldatma senaryolarına karşı yeni bir dünya halkları
birliğinin örgütlenmesi gerekli görülmektedir. İnsan kitlelerini insanlıktan
çıkaracak biçimde robotlaşmayı gündeme getiren, insan hakları diye diye
insanlığı robotlaştıran bir elektronik imparatorluğa herhangi biçimde dünya
halklarının teslim olması kabul edilemeyecek bir olumsuz senaryodur. Dünyaya
gelmiş olan bütün insanların eşit koşullarda var olacağı ve daha iyi bir dünya
için dayanışma içinde eşitlikçi bir yaklaşım doğrultusunda hareket edeceği bir
yeni küresel alternatifi, dünya halkları birliğinin gündeme getirmesi
gerekmektedir. Dünyanın önüne konacak yeni bir alternatif sayesinde
kapitokrasinin önü kesilecek, Prekarya’nın zayıflığı giderilerek örgütlü bir
halklar dayanışması hareketine dönüştürülerek, emperyalist çizgideki küresel
yönlendirmelerin önü kesilerek, daha insancıl bir dünya için özgürlükçü ve
eşitlikçi bir alternatifin ortaya konmasıyla birlikte, bütün dünya halklarının
kardeşçe bir araya gelerek her türlü emperyalist saldırı ve baskıya karşı
insanlığın kazanımlarının savunulması sağlanabilecektir. Demokrasilerin ilk
dönemlerinde olduğu gibi dünyanın yeniden halk kitlelerinin yönetimine girmesi
ile birlikte, Proleterya ya da Prekarya konuları geride kalacak ve bunların
yapamadığı toplumsal çıkış ve muhalefeti dünya halkları birliği üstlenerek
yerine getirmeye çalışacaktır. Birleşmiş Milletlerin yetersiz kaldığı bu
aşamada Dünya Halkları Birliği gerekli olan merkez konumunu insanlık adına
kullanacaktır.
15 Ekim 2020 Perşembe
KIBRIS DÜNYANIN MERKEZİ OLUYOR? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN Söyleşi
KIBRIS DÜNYANIN MERKEZİ OLUYOR?
Soru: Doğu Akdeniz’de güncel gelişmeler giderek artmakta ve bu bölgede son yıllarda başlamış olan gerginlik giderek tırmanmaktadır. Bundan sonraki gelişmeler nasıl bir yönde gelişebilir?
Anıl ÇEÇEN: Doğu Akdeniz’deki gelişmeler son yıllarda
ortaya çıkan siyasal gerginliklerin içinde en etkili olanıdır. Sovyetler
Birliğinin dağılması sonrasında ABD’nin orduları ile körfez bölgesine gelmesi
üzerine savaş başlamış ve bugüne kadar Orta Doğu ülkelerinin çeşitli
bölgelerinde yayılmıştır. Geçen yüzyılın birikimi ile bu yüzyılın başlarında
çizilen sınırlar üzerinden belirlenen günümüzün Orta Doğu yapılanması, yirminci
yüzyılın ikinci yarısında eskimiş ve bunun üzerine İngiliz –Fransız antlaşması
ile kurulmuş olan Orta Doğu devletlerinin varlığı ve haklılığı tartışılmaya
başlanmıştır. Birinci Dünya savaşının galibi İngiltere yanına ortağı olan
Fransa’yı alarak hatları ve sınırları çizmiş ve ortaya bugünkü modeli ile bir
Orta Doğu haritası çıkmıştır. Bugün bu bölgede yeni tartışma ve gerginliklerin
ortaya çıkmasının ana nedeni ikinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen yeni
yapılanmadır. İkinci dünya savaşının galibi olan ABD savaş sonrasında bölgeye
gelerek dünyanın merkezi alanında geleceğe dönük bir biçimde kendi projeleri
yönünde yerleşebilmenin yollarını aramıştır.
İkinci Dünya
Savaşı sonrasında merkezi bölgeye gelen ABD kendi içinde barındırdığı Siyonist
lobileri de buraya taşıyarak geleceğin İsrail devletinin kuruluşunu
gerçekleştirmiştir. Bu durumda İngiliz-Fransız ortaklığının çizmiş olduğu
merkezi alan haritasını ABD ve onun yavrusu İsrail beğenmemiş ve giderek
geçmişten gelen bu yapılanmayı bozacak ya da geride bırakacak çeşitli
girişimlerde bulunmuşlardır. Son dönemde devam etmekte olan güncel gelişmelerin,
ikinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan ABD-İsrail ikilisinin yeni bir
yapılanma arayışlarından kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Bugün Kıbrıs ile
birlikte bütün Doğu Akdeniz bölgesinde ortaya çıkan sıcak olaylar ve çatışmalar,
günümüzde var olan dünya konjonktürünün bir sonucudur. Soğuk savaş koşullarında
kurulmuş olan bölge düzeni, küreselleşme aşamasına geçilmesiyle birlikte
eskimiş ve bu nedenle de dünyanın yeni hegemon güçleri olan ABD-İsrail
ikilisinin, buralara gelerek kendi çıkarları ve hegemonyaları
doğrultusunda arayışlara girmelerinin nedeni olmuştur. ABD
bir süper güç olarak dünyaya tam olarak egemen olamayınca, bunun üzerine
merkezi alana gelerek buralarda kalıcı bir yapılanmanın yollarını aramaya
başlamıştır.
Dünyanın
jeopolitik haritasına bakılırsa Orta Doğu ile Doğu Akdeniz bölgelerinin komşu
oldukları ve dünyanın hem batısına hem de doğusuna yönelik bir çizgide ortak
bir konuma sahip oldukları açıkça ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme aşamasında
gündeme getirilen Irak, Suriye, Yemen ve Libya savaşları ABD-İsrail ikilisinin
yönlendirmeleri ile birbiri ardı sıra devam etmiş ve geçmişte kurulmuş olan
siyasal düzenlerin geride kalmasına yol açmıştır. Son döneme kadar sürdürülen
Orta Doğu savaşları bir sonuç vermeyince o zaman bu bölgenin yanı başında yer
alan Doğu Akdeniz giderek yeni savaş
alanı olarak öne çıkartılmaya çalışılmıştır. Çeşitli bölgelerde var olan enerji
kaynakları yeterli olmayınca, Orta Doğu kuyularından sonra bir de Doğu Akdeniz
enerji yatakları gündeme gelmiştir. Kıbrıs’ın tam ortasında yer aldığı Doğu
Akdeniz bölgesi bir petrol ve doğal gaz yatağı olarak öne çıkarken, enerji
kaynaklarına tam anlamıyla egemen olmak isteyen büyük güçler ve enerji
şirketleri emperyal devletlerin askeri varlığından yararlanarak ve savaş öncesi
dönemde bu alanda her türlü politik girişimlere yönelerek bir çekişme ve
çatışma ortamının önünü açmışlardır.
Soru: Gerginliğin ısındığı bölgelerde neler oluyor?
Anıl ÇEÇEN: Yeryüzündeki petrol ve doğal gaz
kaynaklarına sahip olan emperyalist devletler ve onların ortağı konumundaki
tekelci enerji şirketlerinin ellerinde, her türlü bilgi ve teknolojik donanım
bulunduğu için bunlar yer altındaki durumu da iyi bilmekteler ve bu doğrultuda
enerji kaynağı olan bölgelere gelerek demir atmaktadırlar. Denizlerde demir
atanlar karalarda da enerji depolarının üzerine serilerek buralardan toprak
almaya ya da yeni inşaat yöntemleri ile yerleşerek, rakiplerinin gelmelerine
engel olmaya çalışmaktadırlar. Gerginliğin ısındığı bölgeler genel olarak
petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunduğu alanlar olarak öne çıkmakta ve her
türlü çekişmelerin merkezi konumuna doğru sürüklenmektedirler. Gerginliğin
ısındığı bölgeler bugün için anlaşmazlığın ortaya çıktığı noktalar olmasına
rağmen, buralar geleceğin enerji savaşlarının çatışma alanları olarak dünya
gündeminde yer almaya devam edeceklerdir. Doğu Akdeniz’in böylesine bir konuma
sürüklenmesi yüzünden, enerji kaynakları peşinde koşan büyük ülkeler ve
firmaların hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin
topraklarında ya da kıyılarında demir atarak yerleşmek için çaba sarf ettikleri
göze çarpmaktadır. Bugünün koşullarında gerginliğin ısındığı yerlerin yarının
savaş alanları olmaya doğru yöneldikleri anlaşılmaktadır. Bu yüzden bölge
devletleri aralarındaki komşuluk ilişkilerini güvence altına alabilmek için,
yabancı devletlerin ya da tekelci şirketlerin bu alanda yerleşmesine kesin
olarak karşı çıkmaktadırlar.
Soru: Gerginliğin kısmen serin ya da soğuk olduğu
bölgelerde ne olacak?
Anıl ÇEÇEN: Dünya bölgeleri harita üzerinde birbirine
bağlı ya da komşuluk biçiminde özel konuma sahip olan bir durumdadır. Osmanlı İmparatorluğu
sonrasında merkezi alan üzerinde kurulmuş
olan otuz civarındaki devlet hem birbirleriyle komşu hem de aynı coğrafyanın
devamı durumunda oldukları için, gerginliğin kısmen serin ya da soğuk geçtiği
yerleri de ikinci derece gerginlik noktaları olarak görmek mümkündür. Bu
nedenle Doğu Akdeniz bölgesinde yer alan ülkeler Orta Doğunun komşu ülkeleri
ile birlikte bütünsel bir güvenlik gereksinmesi içinde bulunmaktadırlar. Bu doğrultuda birinci dünya savaşı sonrasında
Sadabat Paktı, İkinci dünya savaşı sonrasında Bağdat paktı ve yirminci yüzyılın
son dönemlerinde de sosyalist bloka karşı gerekli görülen bir güvenlik
şemsiyesi, CENTO adı altında bir merkezi bölge ittifakını tarih sahnesine
çıkarmıştır. Bugün de CENTO sonrası dönemde ortaya çıkan güvenlik eksikliğini
gidermek üzere Amerikan ordusunun Central Command adı verilen merkezi bölümünün,
Suudi Arabistan toprakları üzerinde kurulu bulunduğu artık gizlenemeyecek
derecede gün ışığına çıkmıştır.
Enerji
yataklarının bulunduğu kıymetli arazilerin üzerine emperyalist ülkeler
yerleşirken, bu toprakların sahibi olan bölge devletlerinin kendi arazilerine
sahip çıkması ve bu doğrultuda gerekli olan her türlü korunma ve savunma
hazırlıklarını tamamlamaları, bir yaşamsal gereksinim olarak öne çıkmaktadır.
Gerginliklerin ve bunun sonucu olan sıcak çatışmaların bütün kıtalar üzerinden
merkezi alana yönelmesiyle birlikte, bu ülkelerde geçmişten gelen kamu
düzenlerinin bozulduğu ve emperyal projeler doğrultusunda yeni yapılanmalara
doğru komşu ülkelerin baskı altına alındıkları artık açıkça kesin bir
durumdadır. Dünya savaşları sonrasında kurulmuş olan dünya dengelerinin
sarsılması üzerine barış antlaşmaları ya da iş birliği protokollerinin kesin
bağlayıcılıkları ortadan kalkmış, değişen durumlara göre yeniden ele alınan ve
değiştirilen barış protokollerinin uluslararası alanda eskisinden daha fazla
görüldüğü, herkesin farkına vardığı bir günümüz gerçeğidir. Serin ve soğuk
ülkelerdeki durum sıcak bölgelerdeki
gelişmelere göre yeniden ele alınarak düzenlenmek durumundadır. Eskisine benzer
yeni güvenlik örgütlenmeleri ya da bölge barışının gerçekleştirilmesi
gereklidir.
Soru: Dünya fokur fokur kaynarken, Türkiye
Cumhuriyeti’nin durumu nedir?
Anıl ÇEÇEN: Sovyetler Birliği varken dünyada bir yüzyıla
yakın sürdürülmüş olan soğuk savaş, küreselleşme aşamasına geçiş ile birlikte
ortadan kalkmıştır. Bu aşamadan sonra dünyanın süper gücü olarak ABD yeni bir
hegemonya arayışına girmiş ve bu doğrultuda Basra körfezine gelerek işgal ve
savaş yolları üzerinden merkezi
coğrafyanın tam sahibi olmaya yönelmiştir. İsrail’in güvenliği gerekçesini kullanarak
önce körfeze daha sonra da Irak ve Suriye gibi iki komşu ülkeye taarruz eden
ABD, İsrail Siyonizminin yönlendirmesi altında birçok yolu deneyerek yeni bir
dünya düzeni oluşturmaya yönelmiştir. Yeni dünya düzeni kurabilmek için bütün
dünya ülkelerinin üzerine giden ABD, bu nedenle birçok ülkeden dışlanmıştır.
Dengeleyici bir karşıt güç olarak Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine ABD
eski sosyalist ülkelerde yeni yapılanmalara gitmiş ve bunlar üzerinden
hegemonyasını pekiştirebilmenin çabası içinde olmuştur. Körfez savaşıyla içine
girilen yeni dönemde saldırı ve işgal savaşlarının sayısı fazlasıyla artmış ve
Kıbrıs’ın tam ortasında yer aldığı Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde de
fazlasıyla etkili olmuştur.
Türkiye
batı blokunun baskıları yüzünden Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasındaki
yeni döneme hazırlıksız yakalanmıştır. Bu yüzden de değişen dünya koşullarından
ulusal çıkarları doğrultusunda tam olarak yararlanamamıştır. Orta Doğu
savaşları zaman içinde Türkiye’yi de baskı altına alınca, Atatürk Cumhuriyeti
zorlu günler yaşamaya başlamış ve batılı müttefikleriyle sürekli olarak birçok
konuda karşı karşıya kalmıştır. Dünya savaşları sonrasının Türkiye’si olarak
Türk devleti batılı müttefikleri tarafından sürekli olarak yalnız
bırakılmıştır. Zamanında sınır karakolu olarak sosyalist sisteme karşı
kullanılmış olan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk döneminde olduğu gibi yakın
komşularıyla bir bölgesel ittifak aramış ve bu doğrultuda bazı girişimlerde
bulunmuş ama batılı müttefiklerinin engellemeleri yüzünden yalnızlıktan
kurtulamamıştır. Ayrıca yarım yüzyılı aşkın bir süre Avrupa Birliği’ne üye
olmak için çaba gösteren Türkiye Cumhuriyeti bu girişimde de başarısız olmuş ve
batılı devletlerin Türklere karşı gösterdikleri çifte standartlı tutumlar
yüzünden, Türkiye kendisi için yeterli bir güvenceye sahip yeni bir korunma
şemsiyesi oluşturamamıştır. Dünyanın her bölgesindeki sıcak çatışmalar barışı
tehdit etmiş ve Türkiye’nin de güvencesiz bir ortama doğru sürüklenmesine yol
açmıştır. Türkiye’nin batı destekli kadrolar yüzünden bu aşamada tam bağımsız
bir dış politika izleyemediği görülmüştür. Sıcak çatışmaların en fazla Doğu
Akdeniz ve bölge ülkeleri üzerinden Türkiye’yi tehdit etmesi de Türkler için
barış yolunu zaman zaman ortadan kaldırmıştır. Dünya siyasal bir kaosa sürüklenirken, Türkiye
gene eskisi gibi güçlü bir devlet olarak direnmiş ve emperyalizme karşı koyarak
bölge barışının gerçekleşmesine katkıda bulunmuştur.
Soru: ABD seçimleri nasıl sonuçlanır ve ne gibi
etkiler gösterebilir?
Anıl ÇEÇEN: ABD seçimlerinde Trump ve Biden
karşılıklı aday gibi görülüyorlar ama Rusya Trump’ı, Çin de Biden’i
destekleyerek ABD seçimlerini var olan dünya çekişmesinin tam ortasına
koymaktadır. Rusya ile paslaşarak üstünlüğünü korumaya çalışan ABD, günümüzde
Avrupa ülkeleri ile birlikte Çin’i de karşısına alarak yeni bir dünya hegemonya
yapılanması oluşturmaya yönelmektedir. Bir anlamda Trump ulus devletleri
savunurken, Biden’da küreselleşme sürecinin yeni temsilcisi olarak ortaya
çıkmaktadır. Bugünkü dünya düzeni son yılların hızlı tırmanışından sonra bir
durgunluk aşamasına gelmiştir. Trump’ın
kazanmasıyla birlikte Pentagon ve Amerikan derin devletinin yeni dünya düzenini
katı kurallara bağlayarak bütün dünya ülkeleri üzerinde baskıları artıracağı
konusunda dünya kamuoyunda olumsuz bir beklenti vardır. Trump otoriter bir
kişilik olarak Avrupa ve Çin’e karşı ulus devletlerin birlikteliğini öne
çıkaracakmış gibi durmaktadır. Trump seçilirse, Türkiye Cumhuriyeti ile
birlikte K.K.T.C, de sahip olduğu devlet hakları ile yoluna devam
edebilecektir.
Soru: Dünyada dengeler değişirken Türkiye Cumhuriyeti
ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ne gibi yeni olaylar ve gelişmeler ile karşı karşıya
kalabilir?
Anıl ÇEÇEN: Aradan geçen zaman dilimi içinde dünyada
dengeler değişirken ve yeni dengeler ortaya çıkarken bu gibi gelişmeler
öncelikli olarak dünyanın orta alanında fazlasıyla etkili olacaktır. Sovyet
sonrası dönem için ABD’nin hazırladığı Büyük Orta Doğu Projesi ile birlikte,
ABD’nin sırtından bölgeye gelerek devlet olan İsrail’de bir Siyonist oluşum
olarak, Büyük İsrail Projesini Orta Doğu ülkeleri ile birlikte diğer Doğu
Akdeniz ülkeleri için de öne sürmektedir. Böylesine emperyal proje dayatmaları
bütün bölge ülkelerini parçalanmaya doğru sürüklemektedir. Türkiye
Cumhuriyeti’nin böylesine bir dağılma ve çöküş senaryosuna alet olmamak için,
Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ün izinden giderek yeni bir Merkezi Devletler
Topluluğu oluşumunu tıpkı eskiden gündeme getirilen Sadabat Paktı gibi bir
ittifakı, Türkiye komşuları ile iş birliği yaparak bütün bölge ülkelerinin
çatısı altında toplanacağı yeni bir güvenlik şemsiyesini n kurulmasını
sağlamalıdır. Böylesine bir iş birliği kurularak yeni bir örgütlenme ile ortaya
çıkılması sayesinde, yeni Sadabat Paktı olarak Merkez Devletler Birliği (MEDEP)
adı altında bir Bağdat Paktı ya da bir CENTO girişimi öne çıkarılabilir.
Böylece bölge güvenliğinin sağlanması üzerine Kıbrıs adası da Türkiye ile
birlikte bu güvenlik şemsiyesinin altına girerek, emperyalist rekabet
savaşlarının kendisini tehdit etmesini önleyebilecektir. Türkiye Avrupa
Birliği’nin içine alınmadığı bu aşamada, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz ülkeleri ile
bir araya gelerek emperyalizme karşı dayanışma içine girebilir.
Yeni
dönemde Amerikan seçimleri sonrasında ABD’nin eskisinden farklı bir savaş
süreci başlatması söz konusu olabilir. ABD dünya hegemonyasını korumak üzere
Avrupa’nın önünü kesmekte ve Çin’in de ilan ettiği ipek yolunu kapatmaya çalışmaktadır.
Avrupa –Amerika, İngiltere-İsrail, Almanya-Rusya devletlerinin çekişmeleri
içinde merkezi coğrafyada sıcak çatışmalar ve yeni savaşlar birbiri ardı sıra
öne çıkabilir. ABD bu gibi savaş senaryolarının önünü kesmek üzere kendisine
bağlı olan Nato kuvvetlerini Orta Doğu ülkelerine gönderebilir. Nato genel
merkezi Brüksel’den Lefkoşa’ya, taşınabilir . Bir anlamda Kıbrıs adası Nato
gibi emperyalist bir batı savunma sisteminin eline geçebilir. Bu çizgide hem
ABD hem de Fransa adadaki İngiliz üslerinin yanısıra Kıbrıs’a gelerek yan yana
askeri üsler kurmuşlardır. Güney Kıbrıs’ta ise bir Ortadoks dayanışması içinde
binlerce Rus şirketi ve iş adamı yer aldığı için, Rusya’da onları korumak üzere
Suriye sonrasında Güney Kıbrıs’ta yeni bir askeri üs açabilmenin çabası içinde
olmuştur. Dünyanın bugün geldiği noktada Avrupa ve Amerika karşı karşıya
gelirken, Avrupa’nın tam ortasında yer alan tarafsızlık adası olarak korunan
İsviçre devleti, milliyetçi akımlar yüzünden parçalanabilir ya da zamanla
dağılabilir. İşte böylesine bir aşamada dünyanın en büyük bankaları olan
İsviçre bankaları üzerinde kavga ve çekişmeler çıkabilir. Bu durumda Nato ile
Kıbrıs’ı güvence altına alan ABD, İsviçre Bankalarını da İsrail’in istekleri
doğrultusunda Kıbrıs’a taşıyarak, batı kapitalizminin sermaye birikimini
Nato’nun koruması için yepyeni düzenlemeler yapılabilir. İsviçre Bankaları ile
birlikte Nato’nun da Kıbrıs adasına gelmesi, Kıbrıs’ı dünyanın yeni ekonomik
merkezi konumuna getirecektir. Dünya haritasında yeryüzünün tam merkezinde yer
alan Kıbrıs adası bir uçak gemisi görünümünde varlığını korurken, jeopolitik
merkezi konumunun yanı sıra batı hegemonyasının ve de batı sermaye düzeninin
yeni merkezi olarak, tarih sahnesine farklı bir yapılanma içinde yeniden
çıkmaktadır. Böylece batı dünyası, merkezdeki varlığını daha da pekiştirerek
geri çekilmemekte ve Çin ile birlikte Hindistan ve İran gibi doğu güçlerinin
önünü keserek, Nato gibi bir ortak güvenlik örgütü sayesinde hem Doğu
Akdeniz’de hem de Orta Doğu bölgesinde yeni dönemin barış yapılanması
oluşturulmaya çalışılacaktır. Sermaye ve Nato merkezi konumu ile Kıbrıs yeni
dönemde dünyanın hem askeri hem de ekonomik merkezi konumuna getirilecektir.
Acaba Kıbrıslılar böylesine yeni bir yapılanmaya hazır mıdırlar?
Soru: Bu aşamada Kuzey Kıbrıs’taki başkanlık
seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Anıl ÇEÇEN: KKTC başkanlık seçimlerinden şimdiye
kadar İngiltere ve Türkiye’nin desteklediği adaylar arasında çekişme olurdu, çünkü
adanın uluslararası tarafları garantör ülkeler olarak Türkiye ile İngiltere idi.
Rumlar güney bölgesinde oldukları için KKTC’nin yönetimi İngiltere ile Türkiye
arasındaki ilişkiler sürecinde yönlendirilirdi. Şimdi ise çok farklı bir durum
ortaya çıkmıştır, o yüzden ikiden fazla aday bugün ilk kez seçimlere
girmektedir. Bunun da sebebi dünyanın artık çok kutuplu bir döneme girmesidir.
ABD’deki İsrail lobisi bu büyük ülkeyi merkeze çekerek kendi planları
doğrultusunda yönlendirmesi yüzünden, bugünkü dünya düzeninin patronu
konumundaki Atlantik ittifakı ortadan kalkmıştır. Artık İngiltere ile ABD kendi
dünya planları doğrultusunda hareket etmekte ve birbirleri ile dünyanın her
yerinde rekabete girmektedirler. Bugüne kadar Türkiye karşıtı adayları
destekleyen Atlantik ittifakı bu aşamada ayrı adayları desteklemektedir. Kıbrıs
ile ilgili hiçbir uluslararası hukuk bağlantısı olmayan ABD, Orta Doğu ve Doğu
Akdeniz ülkeleri üzerinden adaya dolaylı girişler yapmakta ve İngiltere ile
uzaklaşarak daha fazla İsrail politikalarına angaje olmaktadır. Birinci tur
seçimlerinde İsrail’de, Avrupa Birliği ve Almanya gibi ayrı adayları dolaylı
olarak desteklemişlerdir. Birinci tur da doğu bölgesinin patronları olarak Çin,
Hindistan, Rusya ve İran seçimleri izlemekle yetinmişler ve ikinci aşamada
kendi çıkarları doğrultusunda uzlaşma ve destek arayışlarına girmişlerdir.
Bugünkü aşamada ABD-İsrail ikilisinin İngiltere’nin dışında davranarak Amerika’ya
yakın duran adaya destek verecekleri görülmektedir.
Batı
ittifakının dağılması yüzünden Amerika ile Avrupa’nın da yolları ayrılmış,
İngiltere Çin ile yeni bir ortaklığa girerken, ABD Hintli bir kadın senatörü
Hindistan ile yakınlaşma görüntüsünde yeni başkan yardımcısı adayı olarak
belirlemiştir. Trump Rusya desteği ile seçimleri kazanmaya çalışırken ABD
İngiltere ile karşı karşıya gelmiş ama güçlü İsrail lobilerinin bastırması
üzerine, ABD İsrail’in zorladığı Büyük İsrail Projesi doğrultusunda İsviçre
Bankaları ile Nato’nun Kıbrıs’a gelerek yerleşmesine dolaylı yollardan yakın
durmuştur. Kıbrıs yeni dönemde Kapitalist sistemin merkezi yapılmaya
çalışılırken, hem paranın kurumları olan İsviçre Bankaları hem de bunların
güvenliğini sağlayacak batı sisteminin güvenlik örgütü olarak Nato Kıbrıs’a
gelmek durumunda kalacaktır. Güney Kıbrıs’ta Rusya’nın sağladığı üstünlüğe
benzer bir durumu Almanya, Çin ve Fransa gibi ülkeler KKTC’de elde etmeye
çalışacaklarından Kıbrıs başkanlık seçimlerinin ikinci turu yoğun pazarlıklar
ve yeni ittifak arayışları içinde geçecektir. Başkanlık seçimlerinde ilk kez
ABD ağırlıklı olarak hareket etmekte çünkü Orta Doğu’daki Büyük İsrail Projesi
ABD’deki Siyonist lobiler tarafından açıkça desteklenmektedir.
Birinci
tur seçimleri kazanan milliyetçi çizgideki adayı Türkiye açıktan
desteklemektedir. Birinci turdaki çekişmeleri kazanan milliyetçi adayın
normalde ikinci turu da kazanması gerekir. Ne var ki, seçimlerden üçüncü olarak
çıkan adayın partisi ile ikinci olarak çıkan adayın partisinin çok yönlü
bölgesel bir ittifaka yönelmeleri, Büyük Orta Doğu projesi çizgisinde gündeme
gelince, ABD ve İsrail desteği ile ilk turda ikinci gelen adayın başkanlığı öne
çıkabilmektedir. Bu durumda yıllarca Avrupa Birliği üzerinden yönlendirilmeye
çalışılan KKTC’nin, yeni dönemde Avrupa’dan uzaklaşarak ABD-İsrail ittifakı
doğrultusunda kontrol altına alınacağı ve Büyük Orta Doğu görünümlü Büyük
İsrail projesinin bir parçası olarak orta dünya yapılanmasında merkez konumuna
getirileceği gibi bir yeni alternatif durum gündeme gelmektedir. İkinci planda
kalan İngiltere, Almanya ve doğu bölgesinin büyük devletlerinin siyasal alanda
böylesine bir emperyalist plana karşı
çıktıkları açıktır.
Soru: İkinci tur seçimlerinde genel olarak Kuzey
Kıbrıs Türk’lerine nasıl bakılmalıdır?
Anıl ÇEÇEN: Dünya çok kutuplu bir yapılanmaya doğru
sürüklendiği için Kuzey Kıbrıs bölgesinde yaşayan Türkler de bölünmüş
durumdadırlar. Osmanlı bakiyesi ülkelerden olan Kıbrıs’taki Türklerin durumu
bugün Kosova, Bosna, Batı Trakya, Kırım ve Azerbaycan’daki Türklerin durumuna
benzemektedir. Çok uluslu ve kültürlü bir imparatorluk olan Osmanlı devleti
ülke alanlarından geri çekilirken, birçok bölgede Türk toplulukları
bırakmıştır. Bunların bir kısmı Türk kimliği ile eski Osmanlı ülkelerinde
yaşamakta bir kısmı da ekonomik nedenlerle batı ülkelerine göç ederek oralarda
kendilerine yeni bir gelecek arayışı içine girmektedirler. Kıbrıs bu ülkeler
içinde özel bir konuma sahip bulunmaktadır . Diğer bölgeler gibi kıyıda köşede
kalan bir ülke değil ama dünyanın tam ortasında merkezi konuma sahip olan bir
büyük ada yapılanması içinde olduğu için hem jeopolitik hem de stratejik öneme
sahip olan bir toprak parçasıdır. Uçak gemisi görünümünün ötesinde hem Orta
Doğu’nun hem de Doğu Akdeniz’in kesişme noktası olarak Kıbrıs adası, bugünün dünya
haritasında ki konumunu muhafaza
etmektedir. Başta ABD olmak üzere batının büyük devletlerinin gözlerinin Kıbrıs
üzerinde olmasının asıl nedeni bu durumdur.
Osmanlı
uzantısı bir Türk devleti olarak KKTC Orta Doğu’nun tam ortasında bulunduğundan
İngiltere’nin Yakın Doğu, ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail, Çin’in
Yeni İpekyolu projelerinin tam ortasında yer almaktadır. Bu yüzden son yılların
önemli çekişme merkezi konumuna gelen Kıbrıs’ta ortaya çıkan bu yeni durumun
alacağı biçim, tavırları belirleyecek ve KKTC başkanlık seçimleri de bu duruma
göre sonuçlanacaktır. Kıbrıs’lı Türkler başkanlık seçimlerinin ikinci turunda
tek değil iki seçime gireceklerdir. Seçim sandıklarında yeni başkan adayı için
oy kullanırken Kıbrıs’lı seçmenler önce kim olduklarının sorusunu kendilerine
sormak ve ona göre oy kullanmak gibi
bir durum ile karşı karşıyadırlar. Son zamanlarda Türk kimliğine karşı çıkışlar
Türkiye’de gündeme gelirken, Osmanlı uzantısı olan bölgelerdeki Türk
toplulukları için de yeni kimlikler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Alt
kimliklerin ötesinde bir üst kimlik çatısı altında yaşamakta olan ulus devlet
vatandaşlarının, kendi alt kimliklerini yeniden gündeme getirdikleri görülmekte
ve bazı eski Osmanlı uzantısı bölgelerde Türk kimliği dışlanarak Müslüman ya da
gayrimüslim kimlikleri üzerinden hareket edilmektedir. Türkler daha çok
Müslüman kimliğinin verdiği destek ile birliklerini pekiştirmeye çalışırlarken,
gayrimüslim unsurların tarihten gelen din ve mezhep çatışmalarının etkisiyle hareket
ettikleri birçok yerde gündeme gelmektedir.
Kuzey
bölgesinde yaşamakta olan KKTC
vatandaşlarının bir kısmının devletin adından “Türk” isminin kaldırılmasını
istemektedir. Bu doğrultuda var olan
kuzey bölgesi devletinin adını “Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti “olarak değiştirilmesi
konusunda ısrar ettikleri zaman zaman gündeme getirilmiştir. KKTC’nin adından
Türk isminin silinmesini isteyenler, Türklüğü ve İslam’ı dışlarlarken
İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu, İsrail’in Büyük İsrail İmparatorluğu ya
da ABD’nin Büyük Orta Doğu Projeleri gibi emperyalist bölgesel projeleri
destekliyor görüntüsü vermektedirler. Hukuk’un beşiği olduğunu iddia eden
Avrupa Birliği ‘de, uluslararası hukuka göre KKTC’nin garantörü olan Türkiye’yi
dışarıda bırakan Avrupa Birliği’ne KKTC’yi hukuka aykırı biçimde dahil etmeye
çalışmaktadır. Avrupa Birliği de bu aşamada kendi adayı ile KKTC’nin başkanlık
koltuğunu doldurmanın hesaplarını yapmaktadır. KKTC’nin geleceğini belirleyecek
olan başkanlık seçimlerinde KKTC’nin bugünkü bağımsız yapısı ile yoluna
bağımsız devam edebilmesi için, bu seçimlerde Türkiye’nin adayının
desteklenmesi zorunlu görünmektedir. KKTC’nin bugüne kadar gelmesini sağlayan
Türkiye Cumhuriyeti’nin desteklediği aday kuzey bölgesinin Türk ülkesi olarak
kalması için zorunlu görünmektedir. Türkler kesinlikle Kuzey Kıbrıs’ın bir Türk
devleti olarak kalabilmesi için Türkiye’nin adayını topluca desteklemelidirler.
Soru: Kıbrıs seçimleri Kıbrıs sorununu nasıl etkiler?
Anıl ÇEÇEN: Kıbrıs artık iki toplumla bir yapıdan çok
uluslu bir yapılanmaya doğru sürüklenmektedir. Son dönemlerde Kıbrıs’ın artan
turizm potansiyeli Kıbrıs adasına doğru bir yerleşme süreci başlatmıştır. Orta
Doğu iklimine sahip olan ama Avrupa ayarında bir ülke olarak, Kıbrıs adasının
son zamanlarda batılı ülkelerden gelen göç dalgalarına maruz kaldığını
görülmektedir. Özellikle Amerikan ve İngiliz pasaportu taşıyanlar ile geleceğin
bölgesel yapılanmasında İsrail’i destekleyen lobilerin temsilcisi olan önemli
bir miktarda insanın yeni Kıbrıs vatandaşı olarak adaya yerleşmeye yöneldikleri
açıkça görülmektedir. Seçimler Kıbrıs ile ilgili tartışmaları tırmandıracağı
için, adanın batılı ülkeler nezdindeki itibarı daha da yükselecektir. Dünya
kumar turizminin getirdikleri ile doğu batı ekseni içinde merkezi konumu ile
Kıbrıs geleceğin merkezlerinden birisi olurken kesinlikle bir Orta Doğu
yapılanması içinde olacaktır.
Kıbrıs’ta
Avrupa Birliği dönemi artık bitmiştir. Hukuka aykırı bir biçimde Avrupa Birliği’ne
dahil edilen Güney Kıbrıs Rum yönetiminin artık uluslararası hukuka uygun olarak
kendine dönmesi ve merkezi coğrafyanın yapılanması noktasında, Kuzey Kıbrıs ile
hiçbir bağlantısının kalmadığını görmesi gerekmektedir. Güney Kıbrıs Rum
Yönetimi bir Hrıstıyan dayanışması içinde Rusya, Fransa ve Amerika ile
İngiltere ile olduğu gibi yeni bağlantılar içine girmesi, KKTC ile iyice
uzaklaşmasına giden yolu açmıştır. Hrıstıyan ülkeler Kıbrıs ile ilgili bir
yarış içine girerken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Azerbaycan, Türkmenistan ve
Pakistan gibi Türk ve Müslüman ülkeler ile gelecekte yeni ilişkiler
geliştirerek, Güney Kıbrıs’ın ötesinde kendine göre yeni bir yol çizecektir. Böylece
Kıbrıs adasının güneyi ve kuzeyi ile iki farklı dünyada geleceğe doğru
ilerleyecekleri şimdiden ortaya çıkmıştır . Kıbrıs adası yeni dönemde
Pekin-Londra arasında çizilmiş olan ipek yolu üzerinde bir köprü görevini
görerek bulunduğu coğrafya içinde yeni yapılanmalara da merkezi katkı
sağlayarak, barışa hizmet edecektir . Yeni dönemde Kıbrıs artık bir Avrupa sorunu
olarak görülmeyecek, ama bir Orta Doğu ya da Doğu Akdeniz sorunu olarak siyasal
gündemin en başlarındaki yerini koruyacaktır.
Soru: Yeni dönemde Türkiye Kıbrıs için ne yapmalıdır?
Anıl ÇEÇEN: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin
bugünlere gelmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin destek ve yardımları ile sağlanmış
olan bir durumdur. Türkiye gene eskisi gibi yardımlarına devam etmeli ve KKTC
devletini ayakta tutacak kadroları iyi yetiştirerek devletin yönetiminde yer
almalarını sağlamalıdır. KKTC halkının büyük çoğunluğunun Türkiye’den maaş
alması gibi bir çarpıklıktan kurtulabilmek için de KKTC sınırları içerisinde
kendine yeterli olabilecek bağımsız, ekonomik yapının oluşturulması öncelikle
sağlanmalıdır. Ancak o zaman büyük devletlere muhtaç olmaktan çıkacak bir KKTC
kendi bağımsız yolunda yürüyüşüne devam edebilecektir. Bağımsız Türk
devletlerinin kurmuş olduğu Türk Konseyi çatısı altında Kıbrıs Türklerinin
desteklenmesi ve korunmalarının güvence altına alınması gerekmektedir. Türkler
hem Kıbrıs’ta hem de Anadolu’da var olabilmek için birbirlerine yardım edecek
daha güçlü bir dayanışma düzenini seçimler sonucunda acilen oluşturmalıdır.
NOT: Daha geniş bilgi için, Anıl ÇEÇEN’in ‘KIBRIS
ÇIKMAZI’ isimli kitabının okunması
önemlidir.