29 Ekim 2020 Perşembe

TÜRKİYE CUMHURİYETİ 2023’ü GÖREBİLİR Mİ? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKİYE CUMHURİYETİ 

2023’ü GÖREBİLİR Mİ? 

                Yirminci yüzyılın önde gelen ulus devletlerinden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti, hızla yüz yıllık tarihine tamamlama süreci içinde yoluna devam etmekte ve üç yıl sonrasında yüzüncü yılını onurla kutlayabilmenin çabası içinde geniş kapsamlı bir yüzüncü yıl programını, bugünkü hükümetin girişimi ile hayata geçirmeye çalışmaktadır. Türk devleti bir cumhuriyet rejimi olarak kurulduktan sonra gelişmesini sürdürmüş ve batının ileri gelen devletleri ile yarışarak, çağdaş uygarlık düzeninin önemli bir halkası olmak için, bugüne kadar elinden gelen her yolu deneyerek başarı hedefine ulaşmaya çalışmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında Türkiye’nin silahlı kuvvetlerine ilk hedef olarak kurucu önder tarafından Akdeniz gösterilmiş, bugün de ülkenin ekonomi, teknik, siyaset ve sosyal alanda çalışan kadrolarına ilk hedef olarak dünyanın önde gelen ülkeleri arasında ilk on kategorisine girmek, başlıca hedef olarak ilan edilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Kuvayı Milliye ordularına verilmiş olan sinyalin, bugün de devam ettiği ve kurtuluş savaşı sonrasında cumhuriyetin ilanı ile yeniden kuruluş aşamasının gündeme alındığı bilinmektedir. Şimdi de üçüncü aşama olarak, çağdaş uygarlık düzeni içinde Türklerin hak ettikleri yüksek düzeyi elde edebilmeleri için kalkınma ve gelişme hedefine ulaşabilme amacının bir temel ulusal ödev olarak, Türk ulusunun yeni cumhuriyet kuşaklarının önüne konulduğu ilgili resmi makamlar tarafından dile getirilmektedir. Bu durumun açıkça gösterdiği gibi, Kuvayı Milliye hareketi ile yola çıkan Türk ulusunun, en son hedef olan Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın en gelişmiş ülkeleri arasında yer alabilmesi doğrultusunda bu ulusal mücadeleyi bugün de canla başla yürüterek, Atatürk’ün kurucu önder olarak çizmiş olduğu yol haritasına uygun bir tarzda ülke yönetimini geleceğe taşıdığı, artık yaşanan gelişmeler aracılığı ile giderek kesinlik kazanmaktadır.

               Türk devletinin kuruluş aşamasında cumhuriyet rejiminin sonsuza kadar devam edeceği ve bu doğrultuda planlı ve programlı bir gelişme çizgisi içinde devleti yönetenlerin ülkeye hizmet edecekleri, yola çıkarken kurucu kadronun gelecek cumhuriyet kuşakları için ortaya koyduğu bir ana misyondur. Türkiye yola çıkış aşamasında çizilmiş olan bu doğrultuda kararlı bir biçimde yoluna devam ederken, ulusal kurtuluş savaşı sırasında Türk devletinin kuruluşuna karşı çıkan emperyalist, Siyonist, düşman ve rakip kesimler, geleceğin dünyası yeniden biçimlenirken gene eskisi gibi Türkiye karşıtlığı siyasetlerini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına ulaşmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Nitekim bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti ile ilgili olarak yüz yıllık parantez değerlendirmesi başlığı ile olumsuz bir yaklaşım geliştirilerek, cumhuriyetin yüzüncü yılını göremeyeceği ifade edilmiştir. Doğu Anadolu’da bir başka ulus devletin kurulamayışını dikkate alan gayrimüslim ve bölücü bir yazarın bu tür yazı ve konuşmaları, ulusal kamuoyunu uzun yıllar karıştırarak Türk vatandaşlarının moralini bozmuştur. Türkiye’nin çağdaş uygarlığa ulaşma hedefinde daha iyi bir geleceğe sahip olabilmek üzere sürdürdüğü yoğun çalışmalarına bu gibi çamurlar atılmaya çalışılmıştır. Bugün doğu Anadolu’da iki küçük Kafkas ülkesi arasında savaş ortamı devam ederken, yeniden eski Türkiye karşıtı politikaların ısıtılarak öne çıkartılmaya çalışıldığı açıkça göze çarpmaktadır. Çeşitli kitapları ile görüşlerini ortaya koyan bu gayrimüslim yazar, birinci dünya savaşının özel koşulları nedeniyle  kabul  edilmiş olan Türkiye haritasının gelecekte değişeceğini, yeni oluşacak olan dünya dengelerine göre merkezi alanda yer alan ülkelerin sınırlarının yeniden çizileceğini  dile getirirken ,bu çağın süper gücü olan ABD’nin zenci  ve kadın bir  dış işleri bakanı  Orta Doğu ve Asya bölgelerinde yirmi iki devletin sınırlarının değiştirileceğini  açıkça söyleyerek, bölgedeki Türk ve Müslüman devletlerini  resmen  tehdit etmiştir. Doğu Anadolu’da başka bir kimliği esas alarak farklı bir devlet kurmak isteyenlerin temsilcisi olan bu gayrimüslim yazarın görüşleri, geçen asırda geliştirilen emperyalist politikaların devamı olarak, Yeni Sevr dayatmalarının açık bir göstergesi olmuştur. Bölge devletlerinin sınırlarının değişeceği söylemi, burada yer alan devletlerin hepsinin geçici siyasal yapılanmalar olarak görüldüğünün ifadesi olmuştur. Osmanlı sonrası için merkezi alanın yeniden yapılandırılması doğrultusunda geliştirilen emperyalist yaklaşımların ve projelerin   hemen hemen hepsi   içlerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin de yer aldığı bütün bölge devletlerinin geçici siyasal yapılanmalar olduklarını her fırsatta ileri sürmüşlerdir.  

                Yeni bir dünya düzeni kurma doğrultusunda farklı etnisite ve din anlayışına dayalı yeni ulus devletler oluşturmak isteyen batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi ortaklığının Türkiye’nin ulusal birliği ve bütünlüğünü tehdit eden saldırı ve baskıları sürdürülürken, yeni dünya düzeni oluşturma gerekçesinin arkasına sığınan bölücü ve sömürücü girişimlere batının önde gelen başkentlerinde devam edilmiştir. Batılı emperyalist ve Siyonist merkezler bu doğrultuda  Türkiye Cumhuriyetini ikinci bir Kuvayı Milliye savaşına doğru zorlarlarken, Türkiye’den yana tavır alan  ve bu doğrultuda Türk devleti ile milletinin ulusal çıkarlarını korumaya çalışan Türk toplumunun önde gelen aydın temsilcileri  zaman zaman  konuşarak yaptıkları çıkışlar aracılığı ile, Türk kamuoyunu bilgilendirmeye çalışmış ve Türkiye’nin emin adımlarla yoluna devam ederken, ne gibi  çıkmaz ve sorunlar ile karşılaşacağını iyiniyetli uyarılar olarak yönetim mekanizmalarına yansıtmaya çaba göstermişlerdir. Bu konuda milliyetçi, ulusalcı, Atatürkçü ve cumhuriyetçi toplum kesimlerinin önde gelen temsilcilerinin sürekli olarak uyarılarda bulundukları bir gerçektir.  Düşman kesimlerin olumsuz tavırlarına karşı Türkiye için, dost ve müttefik kesimlerin iyi niyetli uyarıları da kamuoyu önünde bozulmuş olan eski dengelerin yeniden kurulabilmesi yolunda yardımcı olmuştur. Bu noktada dostça uyarıların en başlarında yer alan eski bir söyleşiyi esas alarak, cumhuriyetin yeni bir yıl dönümünde ulusal bir muhasebe yapılmasına yönelmek, Türkiye’nin ulusal çıkarlarının korunabilmesi açısından önemli bir yarar sağlayacaktır.  Türkiye düşmanları her yerde konuşurken ve her türlü çamuru çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ne atmaya çalışırlarken, Kuvayı Milliye zaferinin sahibi olan Türk ulusunun önde gelen temsilcileri de bu haksız saldırılara karşı gerçekleri dile getirerek ve kazanılmış haklara sahip çıkarak, çağdaş dünyanın önde gelen bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar var olabilmesinin yollarını açmaktadırlar.

                Bundan 12 yıl önce  o zamanlar düzenli bir aylık dergi olarak yayınını sürdüren  “2023 “ isimli derginin yazarlarından birisi olarak  Doç. Dr.  Durmuş Hocaoğlu aynı dergide kendisi ile Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak yapılmış olan bir söyleşinin başlığını “2023 SENESİNDE TÜRKİYE MEVCUT OLMAYABİLİR.” biçiminde bir cümle ile ifade etmeye çalışmış ve bu söyleşisi üzerinden, cumhuriyetin gelecekteki genç kuşaklarına Türk ulusu için çok önemli ve Türk devleti için de yaşamsal anlamda önemli bir mesaj vermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına ulaşamayacağı ve bu süreç içinde parçalanarak bir yıkım senaryosu ile karşı karşıya kalacağını, milliyetçi ve gelenekçi bir bilim adamı olarak söyleşisinde vurgulayarak dile getirmiştir. Tarih ve diğer sosyal bilimleri çok iyi bilen bir uzman bilim adamı kimliği ile konuşan bu uzman öğretim üyesinin   vefatından on iki yıl sonra belirtilen söyleşisi  bugün ele alındığında, daha o zamandan  günümüzdeki siyasal gelişmeleri  açıkça gördüğünün  uluslararası konjonktürün son dönemlerdeki gelişmeler  aracılığı ile  aşama aşama  öne çıkmasıyla birlikte, Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu’nun ne derece  haklı olduğu  bir Türk bilim adamı olarak ülkemizdeki sosyal ve siyasal bilimler alanındaki ulusal birikimin gerçeklere dayanan  önemli  bir temsilcisi olduğu görülmektedir.

                2023 isimli bir siyasal bilim dergisinin, isminin kaynağı olan 2023 yılı hakkında, derginin yazarlarından birisi ile söyleşi düzenlemesi sayesinde, Doç. Dr. Hocaoğlunun bugünlere ve geleceğe dönük olarak Türkiye’nin durumu ile ilgili değerlendirmesi, ulusal kamuoyunun bilgisi çerçevesinde gündeme gelmiştir. Hocaoğlu açıkça 2023 yılında Türkiye Cumhuriyeti diye bir devletin olmayacağını ve bu doğrultuda Türk devletinin yüzüncü yaşına erişerek bir yüzyıllık ilk dönemini tamamlayamayacağını dile getiren olumsuz yaklaşımlarla, Türk ulusunun moralini bozabilecek ve geleceğe dönük ciddi bir hesaplaşma ile karşı karşıya getirecek bilimsel bir tavrı kamuoyunun önüne getirmektedir. Her şeyin bittiği bir aşamada ve en umutsuz noktada Düveli Muazzama denilen büyük batı emperyalizmine karşı çıkarak, savaşarak ve direnerek geleceğini kurtaran bir ulusun kurmuş olduğu ulus devletini bir yüz yıllık oluşum döneminden sonra ikinci yüzyıla doğru bir yaklaşım ile umut verici bir çizgide değerlendirmesi gerekirken, bunun tümüyle aksi bir olumsuz çizgide Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılını göremeyeceğini ifade etmesini bugün için normal karşılamak pek mümkün görünmemektedir. Söyleşi sahibi bilim adamının geçmişi ve bir ömür boyunca ürettiklerine bakıldığında Türkçü ve milliyetçi çizgiden ayrılmadığı göze çarpmakta ve bu nedenle de Türkiye’nin dostu ve savunucusu olarak görülmesi gerektiği anlaşılmaktadır. Yazar ömrünün son döneminde Sovyetler Birliği gibi bir süper devletin dağılmasından çok etkilendiği ve iki kutuplu dünyanın sona ermesi aşamasında, artık her şeyin olabileceği gibi bir düşünceye sahip olduğu ve bu nedenle de koskoca Sovyetler Birliği’ni yıkan batı emperyalizminin zamanı geldiğinde dünyada her devleti yıkabileceği gibi bir karamsar duyguya kapılarak, bir ulus devlet olarak Türkiye’nin de batılı emperyal güçler tarafından yıkılabileceğini anlatmaya çalışmaktadır. Sovyet imparatorluğunu tek bir kurşun atmadan çökerterek dağıtanların, benzeri senaryoları istemedikleri devletlere ya da karşılarına çıkan siyasal örgütlenmelere karşı da yapabilecekleri tarihin ortaya koyduğu gerçeklerdir. Bu noktada akşamdan sabaha çok şeyin değiştiği gibi gelecek hakkında kuşkulu bir yaklaşım, en azından gerçekçi bir bakış açısı olarak bilimsel arayışlara yön verebilmektedir.

                Uluslararası alandaki gelişmelerin hepsinin belirsiz olması ve bu alandaki güç merkezleri arasındaki rekabet ve çekişmelerin insanlığı önceden nerelere götüreceğinin belli olmaması ve hiç akla gelmeyen durumların dünya gündemine ansızın girmesi ile birlikte belirsizlikler süreci bütün dünyayı kaotik durumlara doğru sürüklemektedir. Siyasal gelişmelerin tüm insanlığı bir kaosa sürükleyeceği gibi bir durumu yansıtan Latince bir ata sözünün, bugünkü dünya parasının üzerinde yer alması da gelecek açısından insanlığa önemli bir mesaj vermektedir. Buna göre, dünya bugün olduğu gibi eğer yönetilemez bir kargaşa ortamına sürüklenirse, o zaman tüm olayları büyük bir kaos yaratmaya yönelik olarak  yönlendireceklerini ve böyle bir  kaos ortamı sayesinde var olan bütün düzenleri yıkacaklarını, böylesine büyük bir yıkımdan sonra yeni dünya düzeninin kurulabileceğini  söyleyenlerin bu gibi girişimleri istedikleri zaman devreye soktukları artık iyice belli olduğuna göre, önümüzdeki dönemde  bir gün Türk ulusu uyandığı zaman  Atatürk Cumhuriyeti diye bir devletin ortadan kalktığını görebilecektir . Milliyetçi ve muhafazakâr bir bilim adamının böylesine bir durumu açıklığa kavuşturarak Türk ulusunun dikkatini çekmeye çalışması, Atatürk çizgisinde bağımsızlık mücadelesi yapan laik toplum kesimleri açısından, üzerinde düşünülmesi gereken yeni bir durumu gözler önüne sermektedir. Demokrat görünümlü batıcı liberal çevreler ile tutucu görünümlü muhafazakâr ümmetçi kesimlerden böylesine bir tam bağımsızlıkçı yaklaşımın öne çıkarılamaması üzerinde, Türk ulusunun artık iyice bir düşünmesi gerekmektedir.  Doç. Dr. Durmuş Hocaoğlu milliyetçi ve muhafazakâr çizgisi ile Türk ulusunu ve devletini geleceğin belirsizliği doğrultusunda dostça uyararak böylesine olumsuz bir durumu önleyebilmek için acilen önlem alınmasını istemektedir. Bu açıdan, Türkiye Cumhuriyeti’nin bugünkü yöneticilerini böylesine acil bir ulusal görev beklemektedir.

                Durmuş Hocaoğlu, söyleşisi sırasında Türkiye’nin özel durumunu gündeme getirerek ve ülkede o dönemde yaşanmış olan 28 Şubat olaylarının da etkisiyle de dinci kanadı ikiye ayırarak milli görüş taraftarları ile, beynelmilel ümmetçileri birbirinden farklı kategoriler çerçevesinde ele alarak değerlendirmelerini sürdürmüştür. Ona göre milli devletin devamı için milli görüş taraftarlarının siyasal iktidar içinde yer almaları gerekmektedir. Dinci akımların milliyetçi çizgilerden uzaklaşmaları sürecinde var olan ulus devletlerin siyasal düzenlerinin fazlasıyla tehlikeye girdiği ve bu nedenle de dünyanın çeşitli bölgelerinde meydana gelen siyasal istikrarsızlıkların yansıması olan sıcak çatışma olayları birbirini izleyerek devam etmektedir. Liberal ve dinci akımların uluslararası   çizgide olması ya da muhafazakâr ya da gelenekçi kesimlerin beynelmilel bir yol izlemeleri gibi gelişmeler karşısında, çağımızın bütün ulus devletleri gibi Türkiye’de önemli bir siyasal handikapın içinde kendisini bulmuştur. Küreselcilik döneminde büyük tekelci şirketlerin ortağı olarak hareket eden   tarikatların yönetiminde, tek tanrılı dinlerin tıpkı sermaye düzeni gibi küreselci bir yaklaşım içerisine girmeleri nedeniyle, ulus devletler ile milletler zamanla önce gerilemeye başlamışlar ve daha sonra da şirketler ile tarikatların ortaklığıyla ile devletler ile milletler yavaş yavaş dünya siyaset sahnesinden silinmeye başlamışlardır. Bir toplum bilimci olarak Durmuş Hocaoğlu böylesine bir gerçekliği yıllar öncesinden görerek hem milletini hem de devletini bu açıdan uyarıyordu.

                Küreselcilik döneminde batının önde gelen merkezleri, sürekli olarak ulus devletlerin tasfiye edilmesine yönelen politikaları destekleyerek, batılı okullarda okutup yetiştirdiği batı blokunun çıkarlarına bağlı politik kadrolar aracılığı ile kendi siyasal yaklaşımlarına uygun düşen programları uygulatarak, ulus devletlerin tasfiyesi işlemlerini yeni dünya düzeni programlarına uygun olarak beş kıta üzerinde tamamlatmaya çalışıyorlardı. Diğer ulus devletlerde olduğu gibi var olan devlet düzenlerini tasfiye etmek amacıyla yeni yeni siyasal partiler kurdurularak, dıştan destekli iktidarların işbaşına gelmeleri sağlanıyordu. Emperyalizm ile iş birliği içinde çalışan siyasal kadrolar uluslararası kapitalist sistemin çarklarını çevirmek doğrultusunda ellerinden gelen girişimleri tamamladığı noktada, var olan devletleri tasfiye etme operasyonları bütün dünya ülkelerinde hız kazanıyordu. İslam dünyasının yetiştirdiği İbni Haldun gibi siyasal bilimcilerin Endülüs imparatorluğundan gelen birikimi modern zamanlara taşımasını bile görmezden gelen emperyalistler, bir an önce geçmişin uzantısı olan bugünkü dünya düzenini ortadan kaldırabilmek için her türlü girişimi yerine getirmeye çaba gösteriyorlardı. Osmanlıcılık, İslamcılık ve batıcılık gibi eski politikalarla imparatorluğun ayakta kalamayacağını görenler, geçen yüzyılın son döneminde Osmanlı sonrası içinde hem ulus devleti hem de cumhuriyet rejimini bir bütünsellik içerisinde Türk ulusunun önüne yeni bir alternatif olarak koyuyorlardı. Ulus devletler çağı din devletleri dönemini geride bırakırken, ulusal egemenlik ve halk iktidarları doğrultusunda cumhuriyet rejimleri birbirini izleyerek dünya devletleri   içinde örgütleniyorlardı. Osmanlının son döneminde dine dayalı bir proje düzen kurtarıcı olarak devreye sokulamadığı için, ulus devletler çağı çizgisinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkartılıyordu. Ortaçağ sonrasında gündeme gelen modernizm halk kitlelerini dini topluluklar olmaktan çıkartarak, bilimin ışığında çağdaş uluslar olmaya doğru yönlendiriyordu. Böylece Türkiye Cumhuriyeti eskisinden çok farklı bir yapılanma olarak farklı bir siyasal dönemin sonucunda olarak dünya tarihinde ve coğrafyasında yerini alıyordu.

                İslam devletlerinde bir İttihadı İslam yaklaşımı doğrultusunda Büyük bir İslam imparatorluğu arayışı devam ederken, tüm Müslümanlara İslam dayanışması öneriliyor ve bütün Müslümanlar tek bir millet olarak kabul ediliyordu. Böylece etnik ve kültürel ayrılıklara dayalı ulusal yapılar ve bunların devletleri ortadan kaldırılmaya çalışılırken, bütün Müslüman ülkeleri bir araya getirecek büyük bir İslam imparatorluğu tıpkı orta çağ döneminde olduğu gibi öne çıkarılarak, eski devlet yapılarının parçalanmasıyla oluşturulmuş olan ulusal devletlerin tasfiye edilmesi gündeme getiriliyordu. Böylesine bir dönüşüm noktasına gelindiğinde İbni Haldun’un siyasal toplum yapılanmasını         açıklamak üzere ortaya koymuş olduğu asabiye teorisinin kurallarına, geçen yüzyılda uyulmadığı için ulus devletlere geçiş aşamasında önemli yanlışlar yapılıyordu. Emperyalizmin dinleri dünya egemenliği için siyasallaştırarak kullanmak amacıyla öne çıkarması, İbni Haldun’un asabiye teorisine ters düşüyordu. Geçmişin birikimini bugüne taşımış olan bu büyük bilim adamı, eserlerinde milli asabiyenin dini asabiyeye oranla daha öncelikli ve güçlü olduğunu vurguluyordu. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada insan toplumlarının birlikte yaşayacağı yeni bir düzen olarak ulus devletler, milli asabiyenin dini asabiyeye oranla öncelikli olduğunu kanıtlar bir biçimde kendiliğinden devreye giriyordu. Bu sürecin sonunda parçalanmalar aracılığı ile iki yüz civarında ulus devletin dünya haritası üzerinde ortaya çıkması sağlanıyordu. Batı kapitalizmi dünya egemenliği doğrultusunda ortaçağ din devletlerinden krallıklara ve imparatorluklara doğru bir kayma gösterirken, laiklik olgusu gündeme gelerek devletlerin dinlerin ötesinde ulusal bir yapılanmaya doğru dönüşümünün önünü açıyordu.

                Durmuş Hocaoğlu söyleşinin bir yerinde kozmopolitan Müslümanlık ile vatansız Müslüman kavramları üzerinde önemle durarak, küresel değişim içinde dinin yerini belirlemeye çalışmıştır. Ona göre İbni Haldun’un iyi anlaşılmasıyla dünyanın bugün içinden geçtiği değişim süreci daha geniş bir biçimde değerlendirilebilecektir. Küreselleşme aşamasına gelmiş olan uluslararası büyük sermaye, kendi kontrolü altında büyük bir dünya imparatorluğunu, kozmopolitan bir din anlayışı içinde oluşturmaya çalışmaktadır. Tekçi ulus devlete karşı çoklu bir kozmopolitan toplum yapısını esas alan küresel imparatorlukçular farklı etnik toplulukları bölgesel egemenlik düzeni içinde bir araya getirmeye çalışırken, kozmopolitan Müslümanlığı bir anlamda beynelmilel dincilik olarak devreye sokmaya çalışmışlardır. Kozmopolitan bir beynelmilelcilik öne çıktığı zaman, Müslümanların tek bir ülke ya da vatana bağlı olmaları geride kalacak ve küreselcilerin söylediği gibi vatansız bir dindarlık ya da İslamcılık veya Hrıstıyanlık söz konusu olabilecektir. Kuruluş anayasasında devletin dini İslam olarak belirtilirken, bir Müslüman çoğunluklu devlet olarak böylesine bir yapılanma mümkün görülüyordu. Cumhuriyetin ilanı ile batı tipi cumhuriyet devleti modeli öne çıkmış ve daha sonraki anayasa değişikliklerinde devletin temel ilkelerinden birisi olarak laiklik bir yasal düzenleme olarak yeni anayasalarda kalıcı yerini almıştır. Bir anlamda yeryüzü vatandaşlığı olarak da tanımlanan kozmopolitizm, küreselciler tarafından ulus devletlere zorla kabul ettirilmeye çalışılırken, dünya düzeni iki yüz ulus devletten, iki bin eyalet devletine geçişinin tamamlanacağı yeni bir aşamaya doğru gitmektedir. Böylece devlet merkezleri ortadan kaldırılırken, bütün devletler finans-kapital denilen merkezi sermaye yönetiminin hegemonyası altına çekilmeye çalışılmaktadır. Küreselci para babaları ulusalcı vatanseverliği ve vatandaşlığı özgürlükçü düzenler açısından tehdit olarak gördükleri için, bu iki kavramı red ederek kozmopolit bir siyasal düzeni açıktan savunmaktadırlar.

                Hocaoğlu’na göre, ülkedeki entelektüel birikimin bu gibi değişimleri anlayabilecek düzeyde olmasına rağmen, sömürgecilik ilişkilerini geliştirme önceliği yüzünden batı emperyalizminin baskıları ile Türk aydınlarının öne çıkarak topluma yol ve yön göstermelerinin önü kesilmek istenmektedir. Terör yolu ile toplum ve aydınlar korkutularak baskı altına alındığı aşamada, ulus devleti savunmak giderek zorlaşmaktadır. Emperyalizm bütün dünya egemenliğinde kozmopolitizmi kendi çıkarlarının ideolojisi olarak öne çıkarırken, ulus devletler ve ulusalcılık gerilemekte ve bu yüzden de cumhuriyet rejimleri tarih sahnesinde son dönemlerine doğru gelmektedirler. Edirne’den Ardahan’a kadar bütün Anadolu’yu kucaklayan ulusal cumhuriyet devletinin önümüzdeki dönemde batının kozmopolitizm girişimleri ve saldırıları ile fazlasıyla uğraşacağı bugünden görülmektedir. Atatürk cumhuriyeti Rusya’da olduğu gibi devrim komiteleri ile değil ama halkın içinden seçilen milletvekillerinin katıldığı bir meclis düzeni içerisinde kurmaya dikkat ederken, o aşamaya kadar görülmemiş bir kahramanlık yaratarak bir ulusa öncülük yapmış ve bir cumhuriyet rejiminin de kurucu önderi olmuştur. Kuvvetler Birliği prensibi ile hareket eden Atatürk, ülkeye bir ulusal birlik düzeni getirmeye çalışmıştır. İşin başında bu gibi çalışmalar tamamlanarak ulus devlet kurulduğu için daha sonraki aşamada cumhuriyet rejimi ilan edilmiştir. Cumhuriyet eski imparatorluk ahalisinin hızla uluslaşmasını sağlayarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş bir devlet olarak dünya sahnesine açılmasını sağlamıştır. Atatürk’ün bir ulusal kahraman olarak cumhuriyeti kurduğu gibi bugün de Atatürk Cumhuriyetini sahip olunan siyasal birikim doğrultusunda yeniden kuracak kahramanlara ülkenin ihtiyacı bulunmaktadır.  Doç. Dr. Durmuş Hocaoğluna göre, ülkenin içine sürüklendiği tasfiye sürecini durduracak, emperyalizmin dünya ile birlikte ülkeyi de kaos ortamına düşürülmesinin önüne geçecek   ve Atatürk Cumhuriyetini yeniden kuracak bilgili ve güçlü bir öndere olan ihtiyaç her geçen gün daha da büyümektedir. Emperyalist  batı ülkelerinde yetiştirilerek devşirilen işbirlikçi kadroların,  sömürgeci merkezlerle işbirliği yaparak ülkeyi tasfiye aşamasına getirmelerine artık bir son verilmelidir .Yaşanan gelişmeler sonucunda  bugün için Türklerin  geçmişten gelen her şeyleri  var ama  cumhuriyeti yeniden kuracak bir kahramanlarının  olmadığı açığa çıkmıştır .Günümüzde  Atatürk gibi kahraman olabilecek bir liderin ortaya çıkmasıyla, cumhuriyet devletinin  gelecekte yoluna devam edebileceği  söylenmektedir . O’na göre her şeyi göze alabilecek cesur bir liderin ortaya çıkmasıyla birlikte Türkiye bugünkü siyasal çıkmazından kurtulabilir. Halkın içinden çıkacak ve toplumun bütününde var olan potansiyel enerjiyi ülkenin her noktasına taşıyacak bir kahraman önder küreselleşme görünümünde tasfiye edilen devleti yeniden kurarak, Atatürk cumhuriyetinin geleceğe dönük bir biçimde yoluna devam etmesini sağlayabilecektir. Türk ulusu cumhuriyet devletinin ayakta kalması sayesinde sahip olduğu varlığını geleceğin dünyasına taşıyabilecektir.

                Kozmopolitizm ve etnik köktencilik gibi akımların güçlenerek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini ve üniter cumhuriyet rejimini yok etmemesi için, Türklerin gerçek bir ulus kimliği ile hareket etmesi gerekmektedir. Yeryüzünün önde gelen ulusları ayakta kalmak ve kendilerini koruyarak yollarına devam etmek doğrultusunda kararlı olarak hareket etmelerinin, Türkler tarafından örnek alınması sorunun çözümünde ilk atılacak adımdır. Dünyanın süper güçlerinin küresel hegemonya için merkezi alana gelmeleri ve bu bölgede kendine bağlı yeni yapılanmalar oluşturması tarih boyunca birbirini izleyen dönemlerde görülmüştür. Bugün de benzeri bir değişim sürecinin öne çıkmasıyla ABD ve İsrail ikilisi bu doğrultuda hareket ederek, tarihin tekerrür ettiği gibi bir durumu öncelikle kanıtlayabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Doğu ve batı bölgeleri arasındaki göçlerin yaşandığı  ve  ortaya çıkan yeni rejimler doğrultusunda  dünya haritasının değiştiğini artık bütün ilgili kesimlerin görmesi gerektiği anlaşılmaktadır. ABD ve SSCB gibi iki büyük kutup başı devlet yapılanmasının karşıt merkezler oluşturduğu bir aşamada, ulus devletler oluşumu tamamlanarak evrensel dünya düzeni yeni ulus devletlerin birlikteliğine bağlanmıştır. Böylesine bir yapılanma çerçevesinde giderek büyüyen tekelci şirketlerin genişlemesi ile ulus devletler ve üniter cumhuriyetler hedef ülkeler ve rejimler konumuna sürüklenmişlerdir.  Artan dünya nüfusu yeni göç dalgaları ya da yerleşim girişimlerini gündeme getirdiği zaman, insanlık bu gibi taleplere karşı yeterince duyarlılık gösterememesi yüzünden, ciddi bir siyasal çözüm alternatifi ortaya konamamaktadır.

                Doç. Dr. Durmuş  Hocaoğlu’nun  on iki yıl önce ortaya koymuş olduğu bu tavra  göre, beynelmilel dincilerin iktidara gelmesiyle birlikte milli devletler  tehlikeye düşmüştür. Yeni dönemde ulusal yapılar sarsılmış ve ulus devletler yarı yarıya tasfiye edilmiş gibi bir olumsuz durum ortaya atılınca, millici ve ulusalcı bütün toplum kesimlerinin var olan kamu düzenleri ile birlikte kazanılmış haklarının korunabilmesi doğrultusunda ortak hareket etmeleri kendiliğinden gündeme gelmiştir.  Bugün gelinen noktada herkes yarını ve geleceği için kendisini güvence altına alacağı bir devlet yapılanmasına sahip olmayı ve devletin çatısı altında kendisini güvence altına almayı istemektedir. Bu tür bir toplumsal talep siyasal bir tavır olarak gelişirse, o zaman cumhuriyet rejiminin toplumsal tabanını oluşturan ulusal ya da halkçı bir sosyal örgütlenmeye gidilerek, cumhuriyet tarihine olumlu bir katkı sağlamasını beklemek doğru bir tavır olarak dikkate alınabilir. Türkler, dikkatli yaşarlarsa cumhuriyetin yüzüncü yıldönümünü birkaç sene içinde kutlayabilecekleri gibi aynı zamanda cumhuriyet devleti üzerinden yeni ilişkiler ağı oluşturarak, devlet tasfiyeciliği girişimlerine dikkatle karşı koyabileceklerdir. Siyasal gelişmeleri yakından izlemeye devam edebilirlerse, alınacak önlemlerle Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına ulaşması ve bu doğrultuda cumhuriyet rejiminin geleceğe dönük bir çizgide kurumlaşmasının sağlanması mümkün olabilecektir. Önemli olan Türk ulusunun vermiş olduğu mücadele ile kurulmuş olan ulus devlet ve halkçı cumhuriyet rejiminin geleceğe yönelerek, kurumsallaşmış bir yapıda   yoluna devam edebilmesinin sağlanmasıdır. 2023 tarihinde Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ettiği bir düzeyde yüzüncü yılını görebilmesi için sağlam ve kalıcı adımların şimdiden atılmasında ülkenin geleceği açısından büyük bir ulusal yarar vardır. Durmuş Hocaoğlu’nun söylediği gibi, ulus devletin tasfiyesine dönük birtakım girişimlerin ya da adımların dış baskı ve yönlendirmeler aracılığı ile tırmandırılmasına karşı çıkılması, kazanılmış hakların korunabilmesi açısından ciddi bir güvence sağlayacaktır.

                Bir sosyal bilimcinin ortaya çıkarak on beş yıl sonrası için olumsuz bir kehanette bulunması, bilimsel açıdan üzerinde durulması gereken önemdedir. Yaşamda en gerçek yol gösterici olarak bilimi esas alan Türk toplumu, yüzüncü yılına yaklaşan cumhuriyet dönemi içerisinde karşı karşıya kaldığı bütün zorlukları, kurucu iradeden gelen bilimsel yaklaşımlar çerçevesinde çözerek ilerlemek durumundadır. Sosyal bilimciler tıpkı siyaset bilimciler gibi gelecekte yaşanabilecek olayları ya da gelişmeleri önceden tahmin ederek toplumu ve insanlığı her zaman için uyarmak durumundadırlar. Hiçbir toplum kendiliğinden dağılma ya da çözülme aşamasına düşmek istemez. Hiçbir devlet ya da kamu düzeni birden yok olmak ya da yıkılmak durumu ile karşı karşıya kalmayı istemez.  Bu nedenle Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti devleti sahip oldukları güç potansiyelini kullanarak ayakta kalabilmenin yollarını arayacaklardır. Bu doğrultuda olumsuz koşulların önlenmesi ya da ortadan kaldırılması, Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına ulaşabilmesi açısından öncelikli bir durum arz etmektedir. Her türlü olumsuz koşula ve dıştan güdümlü engellere rağmen, Türkiye Cumhuriyeti kurucu iradeden gelen bir var olma ve yaşam savaşını antiemperyalist çizgide sürdürerek hem yüzüncü yılını hem de daha sonraki yüzlerce yılı görmeyi başaracak derecede güç sahibidir. Türk devleti ve silahlı kuvvetleri ülke güvenliği açısından üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirdiği sürece, Türk ulusunun herhangi bir biçimde gelecek açısından umutsuz olması gibi bir olumsuz durum önümüzdeki dönemde söz konusu olamaz. Dünyanın çok büyük bir değişim dalgasına sürüklendiği yeni dönemde büyük devletler ve diğer siyasal yapılanmalar kendi güvenliklerini öncelikli olarak sağlama almanın arayışı içinde olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti de bu doğrultuda var olabilmenin, ayakta kalabilmenin ve yoluna devam edebilmenin hem arayışı içinde olacak hem de beklenmedik gelişmelere karşı da gerekli olacak her türlü önlemin alınmasına öncelik verecektir. Geleceğin dünyasını şimdiden görmeye çalışan bilim adamlarına da ulusça kulak verilmesi ile onların bilimsel bilgi birikimlerinden ileri gelen uyarılarına da dikkat ederek oluşturulacak evrensel dayanışma düzeni içerisinde, tüm insanlık ile birlikte daha güvenli bir yaşam düzeni kurulacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

25 Ekim 2020 Pazar

KAPİTOKRASİ VE PREKARYA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 KAPİTOKRASİ VE PREKARYA

                Beş yüz yıllık bir tarihe sahip olan kapitalist sistemin son zamanlarda ortaya çıkardığı iki temel kavram üzerine karşılaştırmalı bir değerlendirme yapıldığı zaman, ortaya nasıl bir tablo çıkacağı genel olarak tartışma konusudur. Uluslararası alanda batı emperyalizminin örgütlemiş olduğu kapitalist sistemin uygulamalarından sonraki gelişmeler doğrultusunda, bu iki kavram dünya sahnesine çıkmıştır. Birinci kavram tümüyle kapitalizmin uygulamaları sonrasında gelmiş olduğu durumu yansıtmakta ve ekonomik sermaye düzeninden olumsuz bir biçimde halksız siyasal düzene geçişi ifade etmektedir. Buna göre kapitalizmin uzun yıllar birlikte yaşadığı demokrasi kavramı ile bir iç içe geçme ya da bütünleşme olgusu içine girdiği aşamada, ortaya çıkan farklı durumun belirtilmesini hedefleyen yeni bir kavramın ortaya çıkmasıyla birlikte siyasal literatür “kapitokrasi” adıyla yepyeni bir kavram kazanmaktadır. Bu kavramın öne çıkmasıyla birlikte gerçek anlamı halk yönetimi olan ve halkın egemenliğini temsil eden demokrasi kavramı, geriye düşmekte ve onun yerini sermaye egemenliği başlığı altında kapitokrasi kavramı almaktadır. Kapitalist sistemin temelini oluşturan sermaye düzeninin son dönemlerde fazlasıyla değişmesi ve   sermaye birikiminin aşırı düzeylerde gerçekleşmesi sayesinde, kapitalizm bir ekonomik yaşam düzeni olmaktan çıkarak, kendi çıkarları doğrultusunda siyasete müdahale eden ve daha da ileri giderek kendi çıkarları doğrultusunda yeni yaşam düzenleri kuran alternatif yeni yapılanmalar ile öne çıkmıştır. İşte bu aşamada siyaset ile ekonominin birbiriyle karışması sayesinde şimdiye kadar siyasette kendi adamları ile söz sahibi olan patronlar artık devlet yönetimin de sürekli kalıcı görevler almaya başlamıştır.  Kendilerinin devlet idaresinde öne geçmesiyle ve doğrudan bir sermaye yönetimini var olan devletlerin üst noktasına taşımasıyla, demokrasi olarak belirtilen halk egemenliği düzeninin yerini patronların egemenliği almıştır. Siyasal güç oluşumu bu aşamada halkın elinden çıkarak patronların kontrolü altına girmiştir. Önemli bir toplumsal yapı değişikliğini gösteren bu durumu, sermayenin kalemşorları görmezden gelerek ve gene eskisi gibi demokrasi kavramını siyasal çıkarcı bir çizgide kullanarak, halk kitlelerini aldatmaya çalışmışlar ama bu konuda ki yeni aldatma senaryolarına karşı halk kitleleri tepki göstererek geçmişin birikiminin ortaya çıkardığı bilinçli bir tavır ile, bu kavram sömürüsüne son vermişlerdir. Yaşanan gerçekler doğrultusunda bugünün gerçek dünyasında artık demokrasinin yerini sermaye egemenliği anlamında kapitokrasi rejimi almaktadır.

               Bu makalenin başlığında yer alan ikinci yeni kavram olarak, Prekarya kavramı da kapitalist rejimin uygulamaları sonucunda ortaya çıkan, düzensiz ve dengesiz durumu ve bu durumun yükünü taşımakta olan toplum kesimlerini ifade etmektedir. Dünyanın egemen güçleri olan sermaye sınıflarının ortaya koydukları girişimler sonucunda, kapitalizmin dayandığı iki toplum kesiminden burjuvazi kendi ülkesinin dışına açılarak küresel bir yapılanma içine girmiştir. Dışa açılarak yabancı sermaye ile bütünleşen burjuvazi ulusal olmaktan çıkarak, küresel bir güç konumuna geldiğinde hem kendi çalışan kitleleri hem de dünya halklarına karşı çok büyük bir egemen güç olarak örgütlenmeye başlamıştır. Dünya devleti arayışları içinde kendine yeni bir yer arayan burjuva sınıfları artık ulusal çizgiden uzaklaşarak, küresel hegemonya arayışlarının temsilcisi konumuna gelmiştir. Dışa açılan burjuva sınıflarının böylesine bir olumsuz süreç içinde emperyal güçlerle işbirlikçilik nedeniyle ulusal yapıları bozulmuştur. Küreselleşme ile birlikte burjuvalar ulusal burjuvazi olmaktan çıkarken, kent soylu sınıfların karşıtı olan toplum kesimleri de çalışan halk kitlelerinin bütünleşen toplumsal gücü olarak oluşturdukları proletarya oluşumunu yitirmeye başlamışlardır. Sermayenin çok büyümesi burjuvazi ile birlikte çalışan halk kitleleri ve işçi sınıfını baskı altına alarak ve dağıtarak ortadan kalkmasına neden olmuştur. Geleceğin sosyalist devletini kuracak olan proletarya sınıfı, Karl Marks’ın dile getirdiği gibi uzun bir  oluşum sürecini  daha tam olarak  tamamlayamamış ve  siyasal  gelişmeler sonucunda  çökerek  ortadan kalkmıştır.  Sanayileşmenin başlarında kurulan ilk fabrikaların çevresine bakıldığında yüzlerce ya da binlerce işçi kulübeleri öne çıkarken, aynı zamanda fabrikanın çevresindeki   tepelerde güvenlik düzeni içerisinde sermaye sahibi patronların yaşamaya başladıkları görülmektedir. Binlerce işçiyi kurdukları fabrikalarda çalıştıran olarak kapitalistler hem fabrikanın giderlerini hem de fabrikalardaki üretim düzenlerinin masraflarını karşılamak amacıyla gereksinme duydukları sermaye oluşumunu, yeni kurdukları fabrikaların gelirlerinden karşılamak durumundaydılar. Sermaye sahibi patronlar giderek kapitalistleşirlerken, kurulan yeni düzen uluslararası alanda bütün ekonomik yapılanmaları kendi içine almasıyla, eskisinden çok daha farklı yeni bir sistemin oluşumu çizgisinde daha gelişmiş kapitalizme giden profesyonel bir yol açılıyordu.

                 Küreselleşme oluşumu sürecinde ulusal burjuvaziler tekelci şirketlerle bütünleşerek daha üst düzeyde bir ekonomik zenginlik peşinde koşuyordu. Dışa açılmanın getirdiği ekonomik bütünleşme yolunda burjuva sınıfları eski ulusal yapılarından uzaklaşıyorlardı. Burjuvazi yüz yıllarca gelişen banka sistemine teslim olarak finans kapital oluşumuna yönelirken, sanayileşme geride kalıyor ve paradan para kazanma döneminin öne çıkmasıyla birlikte tüm sanayi yatırımları duruyordu. Endüstrinin küçültülmesiyle birlikte işçi sınıfının küçülmesi de dolaylı olarak gerçekleşme yoluna girince, Karl Marks’ın dile getirdiği muhteşem işçi sınıfının tarihteki yerini alarak geçmişte kaldığı görülüyordu. Burjuvazinin milli devletten vazgeçmesiyle başlayan küreselleşme olgusu içinde tekelci şirketler küresel güç haline gelirken, burjuvazinin karşısında yer alan proletarya denen işçi sınıfı da ortadan kalkma aşamasına geliyordu. Devletlerin kurumlaşması sayesinde kurulmuş olan burjuvazi ve proleterya dengesi, son zamanlarda ortadan kalkıyor ve bunun sonucunda da işçi sınıfı erimeye mahkum ediliyordu. Marksizmin ortaya koyduğu gibi sermaye arttıkça gelirler yatırımlara gitmiyor, nüfus artmasına rağmen bu doğrultuda ekonomik kalkınma gerçekleşmiyordu. İleri bankacılık sistemine dayalı olarak oluşturulan finans kapital düzenlerinde, bankada yatan para faiz gelirleriyle bir yüksek burjuvazi yaratıyor ve eskisi gibi yatırım yapan ya da ulusal çıkarlar doğrultusunda ticaret yapan eski milli burjuvazi yerini çok uluslu işbirlikçi zengin sınıflara bırakıyordu. İnsanlığın geleceğini bir proletarya devrimine bağlayanların çok yanıldıkları böylece siyasal ve ekonomik gelişmeler ile ortaya çıkıyordu. Onlara göre kapitalizm geliştikçe işçi sınıfı da güçlenecek ve bir büyük proleterya devrimi ile işbirlikçi ve sömürücü   finans kapital düzeni bir düş olarak ortadan kalkacaktı.

                Yirminci yüzyıla kadar dünyadaki gelişmeler normal yollardan sürüp giderken, Marks’ın görüşleri fazlasıyla önem taşıyordu. Kapitalizmin aşırı sermayeci tutumu beraberinde sömürüyü de getirdiği için ulusal burjuvaziler kendi devletleri aracılığı ile kendi ülkelerini ve halklarını istismar ederek zenginleşme yoluna gidiyorlardı. Ne var ki, yirmi birinci yüzyıla girerken gündeme gelen üst burjuvazinin dışa açılarak bir küresel ekonomi arayışına girmeleri yüzünden, ulus devlet dengelerinin bozulmaya başladığı görülmüştür. Marks’ın dediği gibi burjuvazinin zenginleşmesi yatırımlar ile olmamış aksine banka sistemi üzerinden zenginleşme devam edince, eski burjuvazi ve proleterya dengesi bozulmuştur. Aşırı zenginlerin küresel ekonomi imparatorluğuna yöneldikleri aşamada burjuvazi ile birlikte işçi sınıfı da tarihin tozlu sayfalarındaki yerini almaya doğru yönlendirilmiştir. Bir anlamda Karl Marks’ın ortaya koyduğu doktrin doğrultusunda öne çıkacağı ifade edilen, proleterya oluşumu yeni dönemde zayıflamaya başlamıştır. Küçülerek fazlasıyla zayıflayan işçi sınıfında devrim yapacak güç kalmayınca, beklenen proleterya devrimi bir türlü gerçekleşememiştir.

                İşçi sınıfı yeni bir dünya düzeni getirmek isteyen egemen güçlerin karşısına bir toplumsal güç olarak çıkamayınca, şirketler üzerinden kurulmaya çalışılan yeni dünya düzeni giderek elektronik yapılanmayı esas almaya başlamıştır. Matbaa devrimi denilen gazete ve dergi yayınları ile insanlığın Ortaçağdan çıkışı gerçekleştirilmeye çalışılmış ve daha sonra da bugünkü modern dünyanın oluşumu gündeme gelmiştir. Aradan beş yüz yıllık bir dönem geçtikten sonra, elektronik alanda devrim yapılması sonrasında basımevlerinin önemi kalmamış, gazete, dergi, kitap ve diğer yayınlar basımevlerinden alınarak masaüstü elektronik aletlerin üretimi öne geçmiştir. Bütün fabrika ve iş yerlerinde elektronik devrimi kurallarına göre yeniden yapılanmalar tamamlanınca, bin kişilik fabrikalar da on kişi çalışmaya başlamış, işyeri ya da fabrika çevrelerinde eskisi gibi işçi lojmanlarına dayanan yeni yerleşim alanları kurulamamıştır. Elektronik devrim sayesinde bin kişilik fabrikalarda işçi sınıfı çalışırken, on kişilik işyerlerinde ise daha çok uzman ve tekniker insanlar istihdam edilmeye başlanmıştır. Toplumsal ve ekonomik değişimler yüzünden küçülmeye başlayan işçi sınıfı, elektronik devriminin gelmesiyle birlikte, iyice ortadan kalkma aşamasına gelmiştir. Ekonomik düzenin değiştirilmesiyle birlikte öne çıkan işçi sınıfı erimesine son noktayı elektronik devrim koyarak , küresel dönemin insan toplumu  proleteryanın yerini alarak öne geçmiştir . Dünyada nüfus hızla artarken, çalışanların da sayısı zaman içinde artma eğilimleri göstermiştir. Ne var ki, toplumların büyüyerek genişlemesine tamamen ters düşen bir gelişme olarak, çalışanların kitlesel oluşumlardan uzaklaştırılarak bir işçi sınıfı örgütlenmesinin önü kesilmek istenmiştir. Soğuk savaş sonrasında içine girilen küreselleşme aşamasında    proletaryanın bir toplumsal sınıf ya da güç kaynağı olarak devrim yapma şansını elde edememesi yüzünden, tarihin dönüm noktasında çalışan halk kitleleri için gerçek bir emekçi devrimi yapılamamıştır.

                İşçi sınıfının tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte bir proletarya devrimi umudu kalmamıştır. İnsanlığı kurtaracak bir proleterya devrimi sonrasında bütün dünyada eşitlik ve adalet sağlayacak bir proleterya diktatörlüğü, devrim yapılamadığı için gerçekleştirilememiştir. İşçi sınıfı köklü bir devrim yapabilse, bunun sonucunda oluşturulacak proletarya diktatörlüğü sayesinde her türlü eşitsizliğe son verilecek ve devletin getirmiş olduğu yeniliklerin dağıtımında, işçiler ile birlikte toplumun diğer kesimlerinden gelecek olan katılımcılar da adil bir bölüşüm çizgisinde haklarına düşen paylarını alabileceklerdi. Orta çağ sonrasında başlayan toplumsal dönüşüm süreci içinde gündeme gelmiş olan haksızlıklar ve eşitsizliklerin öne çıkardığı sınıf farklılıklarının ve sınıflar arası kavga ve çekişmelerin sona erdirileceği bir toplumsal barış düzeni hedeflenirken, geçmişin   eşitsizliklerinin yarattığı bir proletarya sınıfının geleceğinden bahsedebilmek zor olmaktadır. Çalışan halk kitleleri için devrimci demokrasi isteyenler, aynı zamanda tüm iktidarın Sovyet adı verilen küçük toplumsal örgütlere devredilmesin de hassas davranıyorlardı. Siyasal devrimde görev alacak proletaryanın üstlendiği misyonuna uygun bir duruma getirilmesi, ana mesele olan sınıf savaşı doğrultusunda emekçi güçlerin örgütlenmesi sayesinde olabilecekti. Kapitalizmden komünizme geçiş için düşünülen büyük proletarya devriminin gerçekleşebilmesi için kapitalist devleti bile ortadan kaldıracak devrimci bir potansiyelin işçi sınıfı içinde yerleştirilmesi düşünülüyordu. Tüm insanlığın komünal bir toplum düzeni çatısı altında eşit bireyler olarak bir araya getirilmesi, büyük proletarya devrimi sayesinde gerçekleşecek bir yapılanma ile mümkün olacaktı. Ne var ki, sosyal koşulların zaman içinde değişikliğe uğraması noktasında ortaya çıkan dönekler, devrimci yollarından dönerlerken gerçek anlamda bir proletarya devriminin önünü keserek, emekçi kesimlerin sınıf mücadelesi doğrultusunda örgütlenmeye gitmesine engel oldular. Burjuva demokrasisinden proleterya diktatörlüğüne geçiş için gerekli olan devrimci adımların atılması proleterya denen işçi sınıfının ortaya çıkarak örgütlenmesine bağlı bulunuyordu. Her ülkede örgütlü bir konuma gelecek olan proleterya güçleri, uluslararası alanda da bir dayanışma içerisinde olabilmek üzere ,  komünist enternasyonel  yapılanmasına da  yönelmek zorunda  kalıyorlardı .

                Yirminci yüzyılın başlarında gerçekleştirilen Sovyet devrimi aracılığı ile kutsallaştırılan proleterya kavramı, sosyalist sistemin üç çeyrek yüzyıl içinde çöküşe geçişi ile birlikte sahip olduğu büyüyü kaybetmiştir. Bütün dünya ülkelerinde sosyalist devrimler gerçekleştirmeye dönük proletarya oluşumları da sistemin çöküşü sonrasında çözülme noktasına gelmişlerdir. Güçlü bir devletin çatısı altında gerçekleştirilecek proletarya devrimi ile, bu devlet çalışan halk kitlelerinin egemenliği altına girecek ve bu yoldan gerçekleştirilecek proletarya diktatörlüğü tarih sahnesine çıkarak, geleceğin komünist dünyasını kuracak bir biçimde etkinliğini artıracaktı. Bir yüz yıla yakın bir süre devam eden sosyalist toplum yapılanması geleceğe dönük umutları artırırken, birden devreye giren ileri kapitalist siyasal sistemin araya girmesi üzerine sosyalist devlet geride kalırken, bu yapının beslemiş olduğu proleterya diktatörlüğüne geçiş hedefinin de bir düş olmaktan ileri gidemediği anlaşılmıştır. Emekçi insiyatifine dayanan sosyalist devlet yapılanması geride kalırken, bu arayışın toplumsal kaynağı olarak proleterya gerçekliğin ötesine düşerek bir özlemin yansıması olarak yeni bir konuma sürükleniyordu. Proleteryanın bir güç ve potansiyel olma şansını yitirmesine rağmen benzeri toplumsal yapılardan gelen yoksul, işsiz ve okumamış toplum kesimleri gene varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu tür insanların bir araya gelmesi ile ortaya çıkan yeni tehlikeli sınıfa, eski proleterya benzeri ve bu kavramın kökünden kaynaklanan yeni bir kavram olarak Prekarya adı verilmiştir. Yirminci yüzyılın proleteryası geride kalarak tarihe mal olurken, bunun devamı olarak yirmi birinci yüzyılın Prekaryası devreye giriyordu. İşsiz güçsüz gezen ve hiçbir işe yaramayan toplum kesimlerine eskiden isim olarak verilen, işsiz güçsüz boşta gezenler anlamında lümpen proleterya kavramı yerine, günümüzün dağınık gerçekliğini tanımlama doğrultusunda Prekarya kavramı devreye giriyordu. Özellikle eski Marksist kesimlerin bir türlü kabul edemedikleri sosyalist sistemin çöküşü sonrasında ortaya çıkan sosyal tabloda işsiz, güçsüz ve sorunlu yeni perişan toplum kesimleri yeni dönemde Prekarya adı altında kavramlaştırılmaya çalışılıyordu. Bu kesimlere ek olarak yarı zamanlı çalışanlar, hiçbir güvencesi olmadan iş yapanlar, proje bazlı sözleşmeler ile geçici olarak çalıştırılanlar, ülkenin alt kesimlerinde var olabilmek ya da bir şeyler yapabilmek uğruna çaba gösterenler de problemli kimlikleri ile gene Prekarya kavramının çatısı altında dikkate alınabiliyorlardı. Kapitalist sistemin devam ettiği sürece altta kalarak ezilenler ya da toplumun içinden dışlanarak yer altı dünyasının içinde karanlıklarla boğuşanlar da gene aynı kavramın içinde tanımlanabiliyorlardı. Toplumun problemli kesimlerinden gelen herkesin içinde yer alabileceği çizgide oluşan Prekarya, bir anlamda sınıflaşamayan dağınık sosyal kesimleri de içinde barındıracak bir çizgide gelişimini sürdürüyordu. Ucuz işlerde düzensiz olarak çalışan, belirsiz koşullarda görev yaparak güvencesiz bir yaşamın içinde mücadele edenler de Prekarya oluşumunun en önde gelen temsilcileri olarak bu kavramın içeriğinin daha açık biçimde öne çıkmasını sağlıyorlardı. Öfkeli işsizler ya da sosyal güvencesiz halk yığınları,problemli toplumların başlıca olumsuz göstergeleri olarak öne çıkıyorlardı.

                Yeni dönemde küresel bir imparatorluk olarak yoluna devam etme durumunda olan yeni kapitalizmin belirsiz bir geleceğe sahip olması ve hiç kimseye güvence vermeyen bir tartışmalı konumda bocalaması yüzünden, insanların çoğunluğu eskisinden daha ağır koşullarda bir yaşam kavgası vermek zorunda kalıyorlardı. Kendisi için sınıf olamayanlar diğer toplumsal sınıfların kıyısında ve kenarında dolaşıyorlar ama onların içine giremedikleri için sürekli olarak bir dışlanma senaryosu ile karşı karşıya kalıyorlardı. Emeğini ve işgücünü beş paraya satan güvencesizler ile kendi çıkarını tam olarak bilemediği için ezilenler ve zor durumda kalanların da içinde yer aldığı yeni bir yapılanma dönemi gene Prekarya kavramının ortaya serdiği gerçeklikler olarak görülüyordu. Toplum içindeki çeşitli bunalımların ve istikrarsızlıkların altında kalan bu güçsüzler topluluğunun, her yönü ile problemli olan yapılarından kaynaklanan sorunların çözüme kavuşturulması her geçen gün sosyal devletlerin işleri   olarak insanların önüne çıkmaktadır.  Odaksız ve toplum içi tepkilerin yönlendirdiği bozuk kesimlerin çıkarlarının savunulması ve onların daha iyi durumlara doğru kalkınabilmeleri için yeni ekonomi ve sosyal programlarının uygulanması gibi konular, yaklaşık bir asırlık sorun olarak bütün dünya toplumlarının önüne çıkmıştır. İstihdam sorununun çözümü ve geliştirilmiş sosyal kalkınma plan ve programları ile çalışan emekçi kesimlerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için batı dünyasında sosyal devlet uygulamalarına geçiliyordu. Sosyalist sistemin proleteryayı kurtaramadığı bir tarihsel dönüm noktasında, sosyal devletler bütün dışlanmışları kendi çatısı altında toplayarak gerçekçi sosyo-ekonomik kalkınma programlarına yöneliyorlardı.

                Küresel ekonomik çöküşün ortaya çıkardığı bütün sorunlar alt tabakaları büyük bir geleceksizlikle tehdit ettiği noktada, ilgili toplumların kendini koruma ve de savunma reflekslerinin devreye girerek bozulmuş olan sosyal dengelerin yeniden kurulmaya çalışıldığı da göze çarpmaktadır. Her gün yeni üniversiteler ve yüksek okullar açılırken, diplomalı işsiz sayısı artmakta, okumuş yazmış ve bir meslek sahibi olmuş insanların iş bulamadığı bir ortam da aydın işçilerin sayıları artmakta ama bunların herhangi bir biçimde istihdam edilmeleri gibi bir sorun henüz çözümsüzlük noktasında durmaktadır. Okuyan kesimlerin sahip oldukları ilerici düşünceler ya da somut çözüm önerileri çare olmakta yetersiz kalıyor, yalnızlığa mahkum olanlar beklenen aktiviteleri gösteremeyince bu sefer toplum sorunlarının giderek çözümsüzlük çizgisinde umutsuz ortamlara doğru kaydığı görülmektedir. Alt kimlikçi politikaların insanların kimliğini birbirinden ayırdığı aşamalarda, her türlü dayanışma ya da ortak girişimlerin zamanla devre dışı kaldıkları anlaşılmaktadır. İnsanlarda var olan endişelerin zaman içerisinde öfke ve tepki göstermelere doğru insanları sürüklemesi, sık sık görülen bir olumsuz durum olarak ortaya çıktığı göze çarpmaktadır. Giderek artan nüfus yapılarının gereksinmesi olan kamu hizmetlerinin karşılanması çizgisinde, fazlasıyla yetersiz kalan durumların ortaya çıkmasının önlenebilmesi için gösterilen çabaların bile yeterli olamaması yüzünden, birçok yeni sorun birbiri ardı sıra kontrolsüz bir biçimde devreye girmeye başlamıştır.

                Elektronik uygarlığının yalnızlığa sürüklediği bugünün insanı, insani gereksinmelerini karşılayabilme doğrultusunda hareket etmek zorunda kalmaktadır. Bugünün elektronik uygarlığının içinde her gün bocalayan ve kaybolmamak için mücadele edenler de Prekarya gruplarının diğer kesimlerinde yer almaktadırlar. Eğitimli işsizlik toplulukları birçok yeni açılan üniversite ya da yüksek okullarda görülebilmektedir. İklim sorunları ve açlık ya da işsizlik gibi olumsuz durumların ortaya çıkmaları insanları yaşadıkları ülkelerde zor durumlara sürüklediği için, bugünün önde gelen sorunları arasında ülkeler arası göç olgusu büyük bir yer kaplamaktadır. Zorlamaların ortaya çıkardığı göçler yüzünden devletler ve toplum düzenleri zor durumlarda kalmaktadır. Prekarya kavramından yeni bir proleterya yaratma doğrultusunda bazı farklı girişimler de gündeme gelmekte ve insanlık da bu yoldan bir şeyler yapmaya çalışmaktadır. Elektronik devrimin sanayi uygarlığını ortadan kaldırması yüzünden işsizliğe mahkum edilen çağımızın insan toplulukları, böylesine bir çıkmazdan kurtulabilmenin yollarını aramaktadır. Yüksek öğretimi sonuna kadar okuyarak kendini yetiştirenlerin işsiz kaldığı bir dünyada hiç kimsenin çalışma hakkını kullanabilmesi mümkün olamamaktadır. Göçmenlerin kalıcı olmaları devletleri zor durumda bırakırken, bu gibi nüfus uzantıları   kamu hizmeti açısından yerleşik kamu düzenlerini ortadan kaldırmaktadır.

                Prekarya toplulukları sahip oldukları sorunlu durumları nedeniyle kamu hizmetlerinden tam olarak yararlanamadıkları için, bu kesimden gelenlere bazı     toplum bilimciler kısmi vatandaş diye isim takmaktadırlar. Normal vatandaşlara oranla bazı eksikleri olan Prekarya topluluklarının içinde yer alan ülke vatandaşları, bir anlamda yarı vatandaş statüsüne benzer bir biçimde kısmi vatandaş olarak nitelendirilmektedirler.  Geçici olarak çalışanlar, yarı zamanlı istihdam edilenler, sınırlı bazı işleri yapanlar da aynı kategori içinde düşünüldükleri için gene bu tür Prekarya oluşumları ile kamu yönetimleri uğraşmak zorunda kalmaktadırlar. Belirli alanlarda okuyanlar ya da çalışanlar gelecekte istikrarlı bir iş düzenine yönelmektedirler. Bunlar aynı zamanda stajyerlik çalışmalarını da aynı doğrultuda görmektedirler. Esnek emek piyasalarında kamu güvencesi olmadığı için her türlü istikrarsızlık durumunda, birçok sorun Prekarya topluluklarının önüne çıkarak ciddi tehditler oluşturmaktadır. İyi bir toplumun bu tür sorunlu kesimler ile diyalog kurabilen ve empati yaparak onları anlayabilen yöneticilere her zaman için gereksinmesi vardır. Toplumsal hafıza içinde Prekarya’ya yer verilmesi ile sorunların aşılması doğrultusunda olumlu ortamlar yaratarak, kamu kurumlarının çözüm üretme konusunda harekete geçmeleri sağlanmaktadır. Prekarya içinde yer alan sorunlu toplulukların arasında sürtüşmeler çıkması var olan sorunları çözümsüzlüğe itebilmektedir. Bu nedenle her türlü sorunların aşılabilmesi ve hızla çözüm üretilebilmesi doğrultusunda, devletler ile Prekarya toplulukları arasında yakınlaşma ve birlikte çalışma ortamlarının yaratılması gerekmektedir. Prekarya topluluklarının birbirleriyle çekişme ve çatışma aşamasına geldiği noktalarda, bu gibi topluluklarının kendileri ile savaşma gibi çok tehlikeli ortamlara sürüklendiklerini görerek, istenmeyen durumların ortaya çıkmasını engelleme doğrultusunda kamu yönetimlerinin yeni  önlemler alınması   gerekmektedir.

                Küreselleşme olgusu yıkıcı , parçalayıcı ve çökertici etkilerini bütün dünya ülkelerine  yaydığı bir çizgide , işçi sınıfı gibi kimlik sahibi bütün toplumlar ile birlikte devletlerin halklarını ya da ulusal yapılarını zamanla yok etmektedir. Bu nedenle demokrasiler dayandıkları halk tabanını ellerinden kaçırmışlardır. Bir anlamda küresel emperyalizm ekonomi ve elektronik üzerinden dünyaya egemen olurken var olan devletler ile birlikte bunların dayandığı halk kitlelerini de ellerinden kaçırmışlardır. Bir anlamda bütün dünya ülkelerinde yaşayan halk kitleleri, kendi çıkarları ve kazanımlarını koruma çizgisinde yaşamlarını sürdürme şansını giderek ellerinden kaçırmışlar ve bu yüzden dünya platformu kaybolan halklar müzesine dönüştürülmüştür. Kendi ülkesi ve ulusu için bir şeyler yapmak çabası içinde çırpınan bugünün vatanseverleri, namuslu aydınları ve geleceğin hazırlığı içinde olan gençlerin arkasından kimse gitmemekte ve herkes olan biteni seyrederek, kendisini tehlikeye atmadan bu dönemi geçirmeye kalkarken, dünyayı günümüzdeki çıkmaz noktaya getirerek ciddi bir sorunlu durum yaratan günümüzün küreselci egemen kesimleri, bildiği yollardan giderek başladıkları işi tamamlamaya çalışmaktadırlar. İnsanlar özgürlük, eşitlik ve kardeşlik temellerine dayanarak bugünün ulusal yapılanmalarına erişmişlerdir. Ekonomi ve elektronik üzerinden bütün dünyayı altüst ederlerken tüm insanlığı, insan ırkını ve kazanılmış bütün hakları yok edebilecek tehlikeli girişimlere kalkışmaktadırlar. Paradan para kazanan süper emperyalistlerin sömürge düzeni devam ettiği aşamada sadece proletarya görünümündeki işçi sınıfı yok olmamakta, aksine bütün toplum ve devlet düzenlerinin geleceği ortadan kalkmaktadır. Günümüzde kapitokrasi uygulamaları ile   halk kitleleri darmadağın edilirken, aynı zamanda devlet ve kamu düzenleri de ortadan kaldırılmaktadır. Dünya haritasının bir köşesinde halk kitleleri olarak yaşama şansını giderek kaybetmekte olan insanlar, yeniden halk olabilmek ve halklaşarak sosyal ve siyasal güçlükleri aşabilmek için geçmişten gelen mücadelelerini bugün de sürdürmek zorunda kalmaktadırlar. Her türlü ayırımın ötesinde her şeyi ortaklaşa paylaşabilme doğrultusunda insan topluluklarının yeniden halklaşmaları kaçınılmazdır.

                Yüzyıllarca her türlü yalanlar ve sahtekarlıklar kullanılarak aldatılan insanoğlunun günümüzde yeniden silkelenerek kendisine dönebilmesinin zamanı çoktan gelmiş ve geçmektedir. Önce toplumsal sınıfları daha sonrada ise bütün halkı hedef alan bir doğrultuda toplumların çökertilmesi senaryolarına karşı çıkılması gerekmektedir. Yaşam boyu daha güzel günler arayışı içinde olan halk kitleleri ve insanlık, günümüzde toplumsal sınıfların tasfiyesi üzerinden yok olmaya doğru sürüklenmektedir. Bu doğrultudaki gelişmeler sürekli olarak dışarıdan dayatıldıkça hak ve özgürlüklerini koruma ve savunma durumundaki insan kitleleri daha zor koşullarda bir var olma mücadelesini yeniden vermek zorunda kalmaktadırlar. Halk kitlelerinin isteklerini ve gereksinmelerini karşılamaktan giderek uzaklaşan kapitokrasi yönetimleri, kendi sermaye düzeni çıkarlarına öncelik verdikleri için dünya halklarının bir araya gelerek toparlanmasına fırsat bırakmayan bir biçimde her türlü zorbalıklarına ve zorlamalarına devam etmektedirler. Halk kitlelerinin hareketlerini ve taleplerini sürekli olarak popülizm kavramı altında suçlayarak, milyonlarca insanın gereksinmelerinin karşılanmasına izin vermemektedirler. Ekonomi ile zor durumda bırakılan ve elektronik ile toplumsal yaşamdan dışlanan halk kitlelerinin kendi çıkarları doğrultusunda ağırlıklarını, siyasal gelişmelere karşı ortaya koymalarına hiçbir zaman izin verilmeyerek, başlamış olan yıkım operasyonunun tamamlanmasına öncelik verilmektedir. Halk kitlelerinin kendisini yok edecek bir sürüklenmeye izin vermemesi ve bu gidişe bir dur demesinin zamanı artık gelmiştir.

                Dünyanın bugün düşürüldüğü çıkmaz çukurun yaratıcısı olan egemen güçler, bu olumsuz gidişlere karşı gelecekte hiçbir şey yapamayacak gibi bir görüntü vermektedirler. Bu olumsuz durum zamanla daha da netleşmeye başlamıştır. Proleteryayı yok edenler ile dünya halklarını parçalayarak ve çökerterek ortadan kaldırmaya çalışanlara karşı, demokrasileri ortadan kaldıran kapitokrasilerin yapacak hiçbir şeyleri yoktur. Finans- kapital düzeninin büyük patronlarına karşı proleterya olma şansını elinden kaçırmış olan yeni Prekarya’cıların yapabilecekleri hiçbir şey kalmamıştır.  Şimdi yeniden tarihin itici gücü olan halk kitlelerini yeniden inşa etmenin zamanı gelmiştir. Günümüzün çıkmazından kurtulabilmek üzere halk kitlelerinin yeniden silkelenerek kendine gelmesi ve bu doğrultuda bir dünya halkları kurultayı oluşturmasının zamanı gelmiştir. Kapitokrasinin çözüm üretmediği, Prekarya’nın etkin bir biçimde devreye giremediği bugünün koşullarında dünyanın kötü gidişini durduracak bir çizgide dünya halkları organizasyonu gibi büyük bir kitlesel uyanışa her geçen gün daha fazla gereksinme duyulmaktadır. Uyanacak halk kitlelerinin kasıtlı olarak sürdürülen aldatma senaryolarına karşı yeni bir dünya halkları birliğinin örgütlenmesi gerekli görülmektedir. İnsan kitlelerini insanlıktan çıkaracak biçimde robotlaşmayı gündeme getiren, insan hakları diye diye insanlığı robotlaştıran bir elektronik imparatorluğa herhangi biçimde dünya halklarının teslim olması kabul edilemeyecek bir olumsuz senaryodur. Dünyaya gelmiş olan bütün insanların eşit koşullarda var olacağı ve daha iyi bir dünya için dayanışma içinde eşitlikçi bir yaklaşım doğrultusunda hareket edeceği bir yeni küresel alternatifi, dünya halkları birliğinin gündeme getirmesi gerekmektedir. Dünyanın önüne konacak yeni bir alternatif sayesinde kapitokrasinin önü kesilecek, Prekarya’nın zayıflığı giderilerek örgütlü bir halklar dayanışması hareketine dönüştürülerek, emperyalist çizgideki küresel yönlendirmelerin önü kesilerek, daha insancıl bir dünya için özgürlükçü ve eşitlikçi bir alternatifin ortaya konmasıyla birlikte, bütün dünya halklarının kardeşçe bir araya gelerek her türlü emperyalist saldırı ve baskıya karşı insanlığın kazanımlarının savunulması sağlanabilecektir. Demokrasilerin ilk dönemlerinde olduğu gibi dünyanın yeniden halk kitlelerinin yönetimine girmesi ile birlikte, Proleterya ya da Prekarya konuları geride kalacak ve bunların yapamadığı toplumsal çıkış ve muhalefeti dünya halkları birliği üstlenerek yerine getirmeye çalışacaktır. Birleşmiş Milletlerin yetersiz kaldığı bu aşamada Dünya Halkları Birliği gerekli olan merkez konumunu insanlık adına kullanacaktır.    

              Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

15 Ekim 2020 Perşembe

KIBRIS DÜNYANIN MERKEZİ OLUYOR? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN Söyleşi

 KIBRIS DÜNYANIN MERKEZİ OLUYOR?

Soru: Doğu Akdeniz’de güncel gelişmeler giderek artmakta ve bu bölgede son yıllarda başlamış olan gerginlik giderek tırmanmaktadır. Bundan sonraki gelişmeler nasıl bir yönde gelişebilir?

Anıl ÇEÇEN: Doğu Akdeniz’deki gelişmeler son yıllarda ortaya çıkan siyasal gerginliklerin içinde en etkili olanıdır. Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında ABD’nin orduları ile körfez bölgesine gelmesi üzerine savaş başlamış ve bugüne kadar Orta Doğu ülkelerinin çeşitli bölgelerinde yayılmıştır. Geçen yüzyılın birikimi ile bu yüzyılın başlarında çizilen sınırlar üzerinden belirlenen günümüzün Orta Doğu yapılanması, yirminci yüzyılın ikinci yarısında eskimiş ve bunun üzerine İngiliz –Fransız antlaşması ile kurulmuş olan Orta Doğu devletlerinin varlığı ve haklılığı tartışılmaya başlanmıştır. Birinci Dünya savaşının galibi İngiltere yanına ortağı olan Fransa’yı alarak hatları ve sınırları çizmiş ve ortaya bugünkü modeli ile bir Orta Doğu haritası çıkmıştır. Bugün bu bölgede yeni tartışma ve gerginliklerin ortaya çıkmasının ana nedeni ikinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen yeni yapılanmadır. İkinci dünya savaşının galibi olan ABD savaş sonrasında bölgeye gelerek dünyanın merkezi alanında geleceğe dönük bir biçimde kendi projeleri yönünde yerleşebilmenin yollarını aramıştır.

                İkinci Dünya Savaşı sonrasında merkezi bölgeye gelen ABD kendi içinde barındırdığı Siyonist lobileri de buraya taşıyarak geleceğin İsrail devletinin kuruluşunu gerçekleştirmiştir. Bu durumda İngiliz-Fransız ortaklığının çizmiş olduğu merkezi alan haritasını ABD ve onun yavrusu İsrail beğenmemiş ve giderek geçmişten gelen bu yapılanmayı bozacak ya da geride bırakacak çeşitli girişimlerde bulunmuşlardır. Son dönemde devam etmekte olan güncel gelişmelerin, ikinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan ABD-İsrail ikilisinin yeni bir yapılanma arayışlarından kaynaklandığı açıkça görülmektedir. Bugün Kıbrıs ile birlikte bütün Doğu Akdeniz bölgesinde ortaya çıkan sıcak olaylar ve çatışmalar, günümüzde var olan dünya konjonktürünün bir sonucudur. Soğuk savaş koşullarında kurulmuş olan bölge düzeni, küreselleşme aşamasına geçilmesiyle birlikte eskimiş ve bu nedenle de dünyanın yeni hegemon güçleri olan ABD-İsrail ikilisinin, buralara gelerek kendi çıkarları ve hegemonyaları doğrultusunda   arayışlara girmelerinin nedeni olmuştur. ABD bir süper güç olarak dünyaya tam olarak egemen olamayınca, bunun üzerine merkezi alana gelerek buralarda kalıcı bir yapılanmanın yollarını aramaya başlamıştır.

                Dünyanın jeopolitik haritasına bakılırsa Orta Doğu ile Doğu Akdeniz bölgelerinin komşu oldukları ve dünyanın hem batısına hem de doğusuna yönelik bir çizgide ortak bir konuma sahip oldukları açıkça ortaya çıkmaktadır. Küreselleşme aşamasında gündeme getirilen Irak, Suriye, Yemen ve Libya savaşları ABD-İsrail ikilisinin yönlendirmeleri ile birbiri ardı sıra devam etmiş ve geçmişte kurulmuş olan siyasal düzenlerin geride kalmasına yol açmıştır. Son döneme kadar sürdürülen Orta Doğu savaşları bir sonuç vermeyince o zaman bu bölgenin yanı başında yer alan Doğu Akdeniz   giderek yeni savaş alanı olarak öne çıkartılmaya çalışılmıştır. Çeşitli bölgelerde var olan enerji kaynakları yeterli olmayınca, Orta Doğu kuyularından sonra bir de Doğu Akdeniz enerji yatakları gündeme gelmiştir. Kıbrıs’ın tam ortasında yer aldığı Doğu Akdeniz bölgesi bir petrol ve doğal gaz yatağı olarak öne çıkarken, enerji kaynaklarına tam anlamıyla egemen olmak isteyen büyük güçler ve enerji şirketleri emperyal devletlerin askeri varlığından yararlanarak ve savaş öncesi dönemde bu alanda her türlü politik girişimlere yönelerek bir çekişme ve çatışma ortamının önünü açmışlardır.

Soru: Gerginliğin ısındığı bölgelerde neler oluyor?

Anıl ÇEÇEN: Yeryüzündeki petrol ve doğal gaz kaynaklarına sahip olan emperyalist devletler ve onların ortağı konumundaki tekelci enerji şirketlerinin ellerinde, her türlü bilgi ve teknolojik donanım bulunduğu için bunlar yer altındaki durumu da iyi bilmekteler ve bu doğrultuda enerji kaynağı olan bölgelere gelerek demir atmaktadırlar. Denizlerde demir atanlar karalarda da enerji depolarının üzerine serilerek buralardan toprak almaya ya da yeni inşaat yöntemleri ile yerleşerek, rakiplerinin gelmelerine engel olmaya çalışmaktadırlar. Gerginliğin ısındığı bölgeler genel olarak petrol ve doğal gaz kaynaklarının bulunduğu alanlar olarak öne çıkmakta ve her türlü çekişmelerin merkezi konumuna doğru sürüklenmektedirler. Gerginliğin ısındığı bölgeler bugün için anlaşmazlığın ortaya çıktığı noktalar olmasına rağmen, buralar geleceğin enerji savaşlarının çatışma alanları olarak dünya gündeminde yer almaya devam edeceklerdir. Doğu Akdeniz’in böylesine bir konuma sürüklenmesi yüzünden, enerji kaynakları peşinde koşan büyük ülkeler ve firmaların hem Kıbrıs’ta hem de Doğu Akdeniz’e kıyısı olan devletlerin topraklarında ya da kıyılarında demir atarak yerleşmek için çaba sarf ettikleri göze çarpmaktadır. Bugünün koşullarında gerginliğin ısındığı yerlerin yarının savaş alanları olmaya doğru yöneldikleri anlaşılmaktadır. Bu yüzden bölge devletleri aralarındaki komşuluk ilişkilerini güvence altına alabilmek için, yabancı devletlerin ya da tekelci şirketlerin bu alanda yerleşmesine kesin olarak karşı çıkmaktadırlar.

Soru: Gerginliğin kısmen serin ya da soğuk olduğu bölgelerde ne olacak?

Anıl ÇEÇEN: Dünya bölgeleri harita üzerinde birbirine bağlı ya da komşuluk biçiminde özel konuma sahip olan bir durumdadır. Osmanlı İmparatorluğu sonrasında merkezi alan üzerinde    kurulmuş olan otuz civarındaki devlet hem birbirleriyle komşu hem de aynı coğrafyanın devamı durumunda oldukları için, gerginliğin kısmen serin ya da soğuk geçtiği yerleri de ikinci derece gerginlik noktaları olarak görmek mümkündür. Bu nedenle Doğu Akdeniz bölgesinde yer alan ülkeler Orta Doğunun komşu ülkeleri ile birlikte bütünsel bir güvenlik gereksinmesi içinde bulunmaktadırlar.  Bu doğrultuda birinci dünya savaşı sonrasında Sadabat Paktı, İkinci dünya savaşı sonrasında Bağdat paktı ve yirminci yüzyılın son dönemlerinde de sosyalist bloka karşı gerekli görülen bir güvenlik şemsiyesi, CENTO adı altında bir merkezi bölge ittifakını tarih sahnesine çıkarmıştır. Bugün de CENTO sonrası dönemde ortaya çıkan güvenlik eksikliğini gidermek üzere Amerikan ordusunun Central Command adı verilen merkezi bölümünün, Suudi Arabistan toprakları üzerinde kurulu bulunduğu artık gizlenemeyecek derecede gün ışığına çıkmıştır.

                Enerji yataklarının bulunduğu kıymetli arazilerin üzerine emperyalist ülkeler yerleşirken, bu toprakların sahibi olan bölge devletlerinin kendi arazilerine sahip çıkması ve bu doğrultuda gerekli olan her türlü korunma ve savunma hazırlıklarını tamamlamaları, bir yaşamsal gereksinim olarak öne çıkmaktadır. Gerginliklerin ve bunun sonucu olan sıcak çatışmaların bütün kıtalar üzerinden merkezi alana yönelmesiyle birlikte, bu ülkelerde geçmişten gelen kamu düzenlerinin bozulduğu ve emperyal projeler doğrultusunda yeni yapılanmalara doğru komşu ülkelerin baskı altına alındıkları artık açıkça kesin bir durumdadır. Dünya savaşları sonrasında kurulmuş olan dünya dengelerinin sarsılması üzerine barış antlaşmaları ya da iş birliği protokollerinin kesin bağlayıcılıkları ortadan kalkmış, değişen durumlara göre yeniden ele alınan ve değiştirilen barış protokollerinin uluslararası alanda eskisinden daha fazla görüldüğü, herkesin farkına vardığı bir günümüz gerçeğidir. Serin ve soğuk ülkelerdeki  durum sıcak bölgelerdeki gelişmelere göre yeniden ele alınarak düzenlenmek durumundadır. Eskisine benzer yeni güvenlik örgütlenmeleri ya da bölge barışının gerçekleştirilmesi gereklidir.

Soru: Dünya fokur fokur kaynarken, Türkiye Cumhuriyeti’nin durumu nedir?

Anıl ÇEÇEN: Sovyetler Birliği varken dünyada bir yüzyıla yakın sürdürülmüş olan soğuk savaş, küreselleşme aşamasına geçiş ile birlikte ortadan kalkmıştır. Bu aşamadan sonra dünyanın süper gücü olarak ABD yeni bir hegemonya arayışına girmiş ve bu doğrultuda Basra körfezine gelerek işgal ve savaş yolları üzerinden merkezi    coğrafyanın tam sahibi olmaya yönelmiştir.  İsrail’in güvenliği gerekçesini kullanarak önce körfeze daha sonra da Irak ve Suriye gibi iki komşu ülkeye taarruz eden ABD, İsrail Siyonizminin yönlendirmesi altında birçok yolu deneyerek yeni bir dünya düzeni oluşturmaya yönelmiştir. Yeni dünya düzeni kurabilmek için bütün dünya ülkelerinin üzerine giden ABD, bu nedenle birçok ülkeden dışlanmıştır. Dengeleyici bir karşıt güç olarak Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine ABD eski sosyalist ülkelerde yeni yapılanmalara gitmiş ve bunlar üzerinden hegemonyasını pekiştirebilmenin çabası içinde olmuştur. Körfez savaşıyla içine girilen yeni dönemde saldırı ve işgal savaşlarının sayısı fazlasıyla artmış ve Kıbrıs’ın tam ortasında yer aldığı Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde de fazlasıyla etkili olmuştur.

                Türkiye batı blokunun baskıları yüzünden Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasındaki yeni döneme hazırlıksız yakalanmıştır. Bu yüzden de değişen dünya koşullarından ulusal çıkarları doğrultusunda tam olarak yararlanamamıştır. Orta Doğu savaşları zaman içinde Türkiye’yi de baskı altına alınca, Atatürk Cumhuriyeti zorlu günler yaşamaya başlamış ve batılı müttefikleriyle sürekli olarak birçok konuda karşı karşıya kalmıştır. Dünya savaşları sonrasının Türkiye’si olarak Türk devleti batılı müttefikleri tarafından sürekli olarak yalnız bırakılmıştır. Zamanında sınır karakolu olarak sosyalist sisteme karşı kullanılmış olan Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk döneminde olduğu gibi yakın komşularıyla bir bölgesel ittifak aramış ve bu doğrultuda bazı girişimlerde bulunmuş ama batılı müttefiklerinin engellemeleri yüzünden yalnızlıktan kurtulamamıştır. Ayrıca yarım yüzyılı aşkın bir süre Avrupa Birliği’ne üye olmak için çaba gösteren Türkiye Cumhuriyeti bu girişimde de başarısız olmuş ve batılı devletlerin Türklere karşı gösterdikleri çifte standartlı tutumlar yüzünden, Türkiye kendisi için yeterli bir güvenceye sahip yeni bir korunma şemsiyesi oluşturamamıştır. Dünyanın her bölgesindeki sıcak çatışmalar barışı tehdit etmiş ve Türkiye’nin de güvencesiz bir ortama doğru sürüklenmesine yol açmıştır. Türkiye’nin batı destekli kadrolar yüzünden bu aşamada tam bağımsız bir dış politika izleyemediği görülmüştür. Sıcak çatışmaların en fazla Doğu Akdeniz ve bölge ülkeleri üzerinden Türkiye’yi tehdit etmesi de Türkler için barış yolunu zaman zaman ortadan kaldırmıştır. Dünya   siyasal bir kaosa sürüklenirken, Türkiye gene eskisi gibi güçlü bir devlet olarak direnmiş ve emperyalizme karşı koyarak bölge barışının gerçekleşmesine katkıda bulunmuştur.

Soru: ABD seçimleri nasıl sonuçlanır ve ne gibi etkiler gösterebilir?

Anıl ÇEÇEN: ABD seçimlerinde Trump ve Biden karşılıklı aday gibi görülüyorlar ama Rusya Trump’ı, Çin de Biden’i destekleyerek ABD seçimlerini var olan dünya çekişmesinin tam ortasına koymaktadır. Rusya ile paslaşarak üstünlüğünü korumaya çalışan ABD, günümüzde Avrupa ülkeleri ile birlikte Çin’i de karşısına alarak yeni bir dünya hegemonya yapılanması oluşturmaya yönelmektedir. Bir anlamda Trump ulus devletleri savunurken, Biden’da küreselleşme sürecinin yeni temsilcisi olarak ortaya çıkmaktadır. Bugünkü dünya düzeni son yılların hızlı tırmanışından sonra bir durgunluk aşamasına gelmiştir.  Trump’ın kazanmasıyla birlikte Pentagon ve Amerikan derin devletinin yeni dünya düzenini katı kurallara bağlayarak bütün dünya ülkeleri üzerinde baskıları artıracağı konusunda dünya kamuoyunda olumsuz bir beklenti vardır. Trump otoriter bir kişilik olarak Avrupa ve Çin’e karşı ulus devletlerin birlikteliğini öne çıkaracakmış gibi durmaktadır. Trump seçilirse, Türkiye Cumhuriyeti ile birlikte K.K.T.C, de sahip olduğu devlet hakları ile yoluna devam edebilecektir.

Soru: Dünyada dengeler değişirken Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ne gibi yeni olaylar ve gelişmeler ile karşı karşıya kalabilir?

Anıl ÇEÇEN: Aradan geçen zaman dilimi içinde dünyada dengeler değişirken ve yeni dengeler ortaya çıkarken bu gibi gelişmeler öncelikli olarak dünyanın orta alanında fazlasıyla etkili olacaktır. Sovyet sonrası dönem için ABD’nin hazırladığı Büyük Orta Doğu Projesi ile birlikte, ABD’nin sırtından bölgeye gelerek devlet olan İsrail’de bir Siyonist oluşum olarak, Büyük İsrail Projesini Orta Doğu ülkeleri ile birlikte diğer Doğu Akdeniz ülkeleri için de öne sürmektedir. Böylesine emperyal proje dayatmaları bütün bölge ülkelerini parçalanmaya doğru sürüklemektedir. Türkiye Cumhuriyeti’nin böylesine bir dağılma ve çöküş senaryosuna alet olmamak için, Türkiye’nin kurucusu Atatürk’ün izinden giderek yeni bir Merkezi Devletler Topluluğu oluşumunu tıpkı eskiden gündeme getirilen Sadabat Paktı gibi bir ittifakı, Türkiye komşuları ile iş birliği yaparak bütün bölge ülkelerinin çatısı altında toplanacağı yeni bir güvenlik şemsiyesini n kurulmasını sağlamalıdır. Böylesine bir iş birliği kurularak yeni bir örgütlenme ile ortaya çıkılması sayesinde, yeni Sadabat Paktı olarak Merkez Devletler Birliği (MEDEP) adı altında bir Bağdat Paktı ya da bir CENTO girişimi öne çıkarılabilir. Böylece bölge güvenliğinin sağlanması üzerine Kıbrıs adası da Türkiye ile birlikte bu güvenlik şemsiyesinin altına girerek, emperyalist rekabet savaşlarının kendisini tehdit etmesini önleyebilecektir. Türkiye Avrupa Birliği’nin içine alınmadığı bu aşamada, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz ülkeleri ile bir araya gelerek emperyalizme karşı dayanışma içine girebilir.

                Yeni dönemde Amerikan seçimleri sonrasında ABD’nin eskisinden farklı bir savaş süreci başlatması söz konusu olabilir. ABD dünya hegemonyasını korumak üzere Avrupa’nın önünü kesmekte ve Çin’in de ilan ettiği ipek yolunu kapatmaya çalışmaktadır. Avrupa –Amerika, İngiltere-İsrail, Almanya-Rusya devletlerinin çekişmeleri içinde merkezi coğrafyada sıcak çatışmalar ve yeni savaşlar birbiri ardı sıra öne çıkabilir. ABD bu gibi savaş senaryolarının önünü kesmek üzere kendisine bağlı olan Nato kuvvetlerini Orta Doğu ülkelerine gönderebilir. Nato genel merkezi Brüksel’den Lefkoşa’ya, taşınabilir . Bir anlamda Kıbrıs adası Nato gibi emperyalist bir batı savunma sisteminin eline geçebilir. Bu çizgide hem ABD hem de Fransa adadaki İngiliz üslerinin yanısıra Kıbrıs’a gelerek yan yana askeri üsler kurmuşlardır. Güney Kıbrıs’ta ise bir Ortadoks dayanışması içinde binlerce Rus şirketi ve iş adamı yer aldığı için, Rusya’da onları korumak üzere Suriye sonrasında Güney Kıbrıs’ta yeni bir askeri üs açabilmenin çabası içinde olmuştur. Dünyanın bugün geldiği noktada Avrupa ve Amerika karşı karşıya gelirken, Avrupa’nın tam ortasında yer alan tarafsızlık adası olarak korunan İsviçre devleti, milliyetçi akımlar yüzünden parçalanabilir ya da zamanla dağılabilir. İşte böylesine bir aşamada dünyanın en büyük bankaları olan İsviçre bankaları üzerinde kavga ve çekişmeler çıkabilir. Bu durumda Nato ile Kıbrıs’ı güvence altına alan ABD, İsviçre Bankalarını da İsrail’in istekleri doğrultusunda Kıbrıs’a taşıyarak, batı kapitalizminin sermaye birikimini Nato’nun koruması için yepyeni düzenlemeler yapılabilir. İsviçre Bankaları ile birlikte Nato’nun da Kıbrıs adasına gelmesi, Kıbrıs’ı dünyanın yeni ekonomik merkezi konumuna getirecektir. Dünya haritasında yeryüzünün tam merkezinde yer alan Kıbrıs adası bir uçak gemisi görünümünde varlığını korurken, jeopolitik merkezi konumunun yanı sıra batı hegemonyasının ve de batı sermaye düzeninin yeni merkezi olarak, tarih sahnesine farklı bir yapılanma içinde yeniden çıkmaktadır. Böylece batı dünyası, merkezdeki varlığını daha da pekiştirerek geri çekilmemekte ve Çin ile birlikte Hindistan ve İran gibi doğu güçlerinin önünü keserek, Nato gibi bir ortak güvenlik örgütü sayesinde hem Doğu Akdeniz’de hem de Orta Doğu bölgesinde yeni dönemin barış yapılanması oluşturulmaya çalışılacaktır. Sermaye ve Nato merkezi konumu ile Kıbrıs yeni dönemde dünyanın hem askeri hem de ekonomik merkezi konumuna getirilecektir. Acaba Kıbrıslılar böylesine yeni bir yapılanmaya hazır mıdırlar?

 

Soru: Bu aşamada Kuzey Kıbrıs’taki başkanlık seçimlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Anıl ÇEÇEN: KKTC başkanlık seçimlerinden şimdiye kadar İngiltere ve Türkiye’nin desteklediği adaylar arasında çekişme olurdu, çünkü adanın uluslararası tarafları garantör ülkeler olarak Türkiye ile İngiltere idi. Rumlar güney bölgesinde oldukları için KKTC’nin yönetimi İngiltere ile Türkiye arasındaki ilişkiler sürecinde yönlendirilirdi. Şimdi ise çok farklı bir durum ortaya çıkmıştır, o yüzden ikiden fazla aday bugün ilk kez seçimlere girmektedir. Bunun da sebebi dünyanın artık çok kutuplu bir döneme girmesidir. ABD’deki İsrail lobisi bu büyük ülkeyi merkeze çekerek kendi planları doğrultusunda yönlendirmesi yüzünden, bugünkü dünya düzeninin patronu konumundaki Atlantik ittifakı ortadan kalkmıştır. Artık İngiltere ile ABD kendi dünya planları doğrultusunda hareket etmekte ve birbirleri ile dünyanın her yerinde rekabete girmektedirler. Bugüne kadar Türkiye karşıtı adayları destekleyen Atlantik ittifakı bu aşamada ayrı adayları desteklemektedir. Kıbrıs ile ilgili hiçbir uluslararası hukuk bağlantısı olmayan ABD, Orta Doğu ve Doğu Akdeniz ülkeleri üzerinden adaya dolaylı girişler yapmakta ve İngiltere ile uzaklaşarak daha fazla İsrail politikalarına angaje olmaktadır. Birinci tur seçimlerinde İsrail’de, Avrupa Birliği ve Almanya gibi ayrı adayları dolaylı olarak desteklemişlerdir. Birinci tur da doğu bölgesinin patronları olarak Çin, Hindistan, Rusya ve İran seçimleri izlemekle yetinmişler ve ikinci aşamada kendi çıkarları doğrultusunda uzlaşma ve destek arayışlarına girmişlerdir. Bugünkü aşamada ABD-İsrail ikilisinin İngiltere’nin dışında davranarak Amerika’ya yakın duran adaya destek verecekleri görülmektedir.

                Batı ittifakının dağılması yüzünden Amerika ile Avrupa’nın da yolları ayrılmış, İngiltere Çin ile yeni bir ortaklığa girerken, ABD Hintli bir kadın senatörü Hindistan ile yakınlaşma görüntüsünde yeni başkan yardımcısı adayı olarak belirlemiştir. Trump Rusya desteği ile seçimleri kazanmaya çalışırken ABD İngiltere ile karşı karşıya gelmiş ama güçlü İsrail lobilerinin bastırması üzerine, ABD İsrail’in zorladığı Büyük İsrail Projesi doğrultusunda İsviçre Bankaları ile Nato’nun Kıbrıs’a gelerek yerleşmesine dolaylı yollardan yakın durmuştur. Kıbrıs yeni dönemde Kapitalist sistemin merkezi yapılmaya çalışılırken, hem paranın kurumları olan İsviçre Bankaları hem de bunların güvenliğini sağlayacak batı sisteminin güvenlik örgütü olarak Nato Kıbrıs’a gelmek durumunda kalacaktır. Güney Kıbrıs’ta Rusya’nın sağladığı üstünlüğe benzer bir durumu Almanya, Çin ve Fransa gibi ülkeler KKTC’de elde etmeye çalışacaklarından Kıbrıs başkanlık seçimlerinin ikinci turu yoğun pazarlıklar ve yeni ittifak arayışları içinde geçecektir. Başkanlık seçimlerinde ilk kez ABD ağırlıklı olarak hareket etmekte çünkü Orta Doğu’daki Büyük İsrail Projesi ABD’deki Siyonist lobiler tarafından açıkça desteklenmektedir.

                Birinci tur seçimleri kazanan milliyetçi çizgideki adayı Türkiye açıktan desteklemektedir. Birinci turdaki çekişmeleri kazanan milliyetçi adayın normalde ikinci turu da kazanması gerekir. Ne var ki, seçimlerden üçüncü olarak çıkan adayın partisi ile ikinci olarak çıkan adayın partisinin çok yönlü bölgesel bir ittifaka yönelmeleri, Büyük Orta Doğu projesi çizgisinde gündeme gelince, ABD ve İsrail desteği ile ilk turda ikinci gelen adayın başkanlığı öne çıkabilmektedir. Bu durumda yıllarca Avrupa Birliği üzerinden yönlendirilmeye çalışılan KKTC’nin, yeni dönemde Avrupa’dan uzaklaşarak ABD-İsrail ittifakı doğrultusunda kontrol altına alınacağı ve Büyük Orta Doğu görünümlü Büyük İsrail projesinin bir parçası olarak orta dünya yapılanmasında merkez konumuna getirileceği gibi bir yeni alternatif durum gündeme gelmektedir. İkinci planda kalan İngiltere, Almanya ve doğu bölgesinin büyük devletlerinin siyasal alanda böylesine bir emperyalist plana   karşı çıktıkları açıktır.

Soru: İkinci tur seçimlerinde genel olarak Kuzey Kıbrıs Türk’lerine nasıl bakılmalıdır?

Anıl ÇEÇEN: Dünya çok kutuplu bir yapılanmaya doğru sürüklendiği için Kuzey Kıbrıs bölgesinde yaşayan Türkler de bölünmüş durumdadırlar. Osmanlı bakiyesi ülkelerden olan Kıbrıs’taki Türklerin durumu bugün Kosova, Bosna, Batı Trakya, Kırım ve Azerbaycan’daki Türklerin durumuna benzemektedir. Çok uluslu ve kültürlü bir imparatorluk olan Osmanlı devleti ülke alanlarından geri çekilirken, birçok bölgede Türk toplulukları bırakmıştır. Bunların bir kısmı Türk kimliği ile eski Osmanlı ülkelerinde yaşamakta bir kısmı da ekonomik nedenlerle batı ülkelerine göç ederek oralarda kendilerine yeni bir gelecek arayışı içine girmektedirler. Kıbrıs bu ülkeler içinde özel bir konuma sahip bulunmaktadır . Diğer bölgeler gibi kıyıda köşede kalan bir ülke değil ama dünyanın tam ortasında merkezi konuma sahip olan bir büyük ada yapılanması içinde olduğu için hem jeopolitik hem de stratejik öneme sahip olan bir toprak parçasıdır. Uçak gemisi görünümünün ötesinde hem Orta Doğu’nun hem de Doğu Akdeniz’in kesişme noktası olarak Kıbrıs adası, bugünün dünya haritasında ki konumunu   muhafaza etmektedir. Başta ABD olmak üzere batının büyük devletlerinin gözlerinin Kıbrıs üzerinde olmasının asıl nedeni bu durumdur.

                Osmanlı uzantısı bir Türk devleti olarak KKTC Orta Doğu’nun tam ortasında bulunduğundan İngiltere’nin Yakın Doğu, ABD’nin Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail, Çin’in Yeni İpekyolu projelerinin tam ortasında yer almaktadır. Bu yüzden son yılların önemli çekişme merkezi konumuna gelen Kıbrıs’ta ortaya çıkan bu yeni durumun alacağı biçim, tavırları belirleyecek ve KKTC başkanlık seçimleri de bu duruma göre sonuçlanacaktır. Kıbrıs’lı Türkler başkanlık seçimlerinin ikinci turunda tek değil iki seçime gireceklerdir. Seçim sandıklarında yeni başkan adayı için oy kullanırken Kıbrıs’lı seçmenler önce kim olduklarının sorusunu kendilerine sormak ve ona göre oy kullanmak   gibi bir durum ile karşı karşıyadırlar. Son zamanlarda Türk kimliğine karşı çıkışlar Türkiye’de gündeme gelirken, Osmanlı uzantısı olan bölgelerdeki Türk toplulukları için de yeni kimlikler oluşturulmaya çalışılmaktadır. Alt kimliklerin ötesinde bir üst kimlik çatısı altında yaşamakta olan ulus devlet vatandaşlarının, kendi alt kimliklerini yeniden gündeme getirdikleri görülmekte ve bazı eski Osmanlı uzantısı bölgelerde Türk kimliği dışlanarak Müslüman ya da gayrimüslim kimlikleri üzerinden hareket edilmektedir. Türkler daha çok Müslüman kimliğinin verdiği destek ile birliklerini pekiştirmeye çalışırlarken, gayrimüslim unsurların tarihten gelen din ve mezhep çatışmalarının etkisiyle hareket ettikleri birçok yerde gündeme gelmektedir.

                Kuzey bölgesinde yaşamakta olan   KKTC vatandaşlarının bir kısmının devletin adından “Türk” isminin kaldırılmasını istemektedir.  Bu doğrultuda var olan kuzey bölgesi devletinin adını “Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti “olarak değiştirilmesi konusunda ısrar ettikleri zaman zaman gündeme getirilmiştir. KKTC’nin adından Türk isminin silinmesini isteyenler, Türklüğü ve İslam’ı dışlarlarken İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu, İsrail’in Büyük İsrail İmparatorluğu ya da ABD’nin Büyük Orta Doğu Projeleri gibi emperyalist bölgesel projeleri destekliyor görüntüsü vermektedirler. Hukuk’un beşiği olduğunu iddia eden Avrupa Birliği ‘de, uluslararası hukuka göre KKTC’nin garantörü olan Türkiye’yi dışarıda bırakan Avrupa Birliği’ne KKTC’yi hukuka aykırı biçimde dahil etmeye çalışmaktadır. Avrupa Birliği de bu aşamada kendi adayı ile KKTC’nin başkanlık koltuğunu doldurmanın hesaplarını yapmaktadır. KKTC’nin geleceğini belirleyecek olan başkanlık seçimlerinde KKTC’nin bugünkü bağımsız yapısı ile yoluna bağımsız devam edebilmesi için, bu seçimlerde Türkiye’nin adayının desteklenmesi zorunlu görünmektedir. KKTC’nin bugüne kadar gelmesini sağlayan Türkiye Cumhuriyeti’nin desteklediği aday kuzey bölgesinin Türk ülkesi olarak kalması için zorunlu görünmektedir. Türkler kesinlikle Kuzey Kıbrıs’ın bir Türk devleti olarak kalabilmesi için Türkiye’nin adayını topluca desteklemelidirler.

Soru: Kıbrıs seçimleri Kıbrıs sorununu nasıl etkiler?

Anıl ÇEÇEN: Kıbrıs artık iki toplumla bir yapıdan çok uluslu bir yapılanmaya doğru sürüklenmektedir. Son dönemlerde Kıbrıs’ın artan turizm potansiyeli Kıbrıs adasına doğru bir yerleşme süreci başlatmıştır. Orta Doğu iklimine sahip olan ama Avrupa ayarında bir ülke olarak, Kıbrıs adasının son zamanlarda batılı ülkelerden gelen göç dalgalarına maruz kaldığını görülmektedir. Özellikle Amerikan ve İngiliz pasaportu taşıyanlar ile geleceğin bölgesel yapılanmasında İsrail’i destekleyen lobilerin temsilcisi olan önemli bir miktarda insanın yeni Kıbrıs vatandaşı olarak adaya yerleşmeye yöneldikleri açıkça görülmektedir. Seçimler Kıbrıs ile ilgili tartışmaları tırmandıracağı için, adanın batılı ülkeler nezdindeki itibarı daha da yükselecektir. Dünya kumar turizminin getirdikleri ile doğu batı ekseni içinde merkezi konumu ile Kıbrıs geleceğin merkezlerinden birisi olurken kesinlikle bir Orta Doğu yapılanması içinde olacaktır.

                Kıbrıs’ta Avrupa Birliği dönemi artık bitmiştir. Hukuka aykırı bir biçimde Avrupa Birliği’ne dahil edilen Güney Kıbrıs Rum yönetiminin artık uluslararası hukuka uygun olarak kendine dönmesi ve merkezi coğrafyanın yapılanması noktasında, Kuzey Kıbrıs ile hiçbir bağlantısının kalmadığını görmesi gerekmektedir. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi bir Hrıstıyan dayanışması içinde Rusya, Fransa ve Amerika ile İngiltere ile olduğu gibi yeni bağlantılar içine girmesi, KKTC ile iyice uzaklaşmasına giden yolu açmıştır. Hrıstıyan ülkeler Kıbrıs ile ilgili bir yarış içine girerken, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Azerbaycan, Türkmenistan ve Pakistan gibi Türk ve Müslüman ülkeler ile gelecekte yeni ilişkiler geliştirerek, Güney Kıbrıs’ın ötesinde kendine göre yeni bir yol çizecektir. Böylece Kıbrıs adasının güneyi ve kuzeyi ile iki farklı dünyada geleceğe doğru ilerleyecekleri şimdiden ortaya çıkmıştır . Kıbrıs adası yeni dönemde Pekin-Londra arasında çizilmiş olan ipek yolu üzerinde bir köprü görevini görerek bulunduğu coğrafya içinde yeni yapılanmalara da merkezi katkı sağlayarak, barışa hizmet edecektir .  Yeni dönemde Kıbrıs artık bir Avrupa sorunu olarak görülmeyecek, ama bir Orta Doğu ya da Doğu Akdeniz sorunu olarak siyasal gündemin en başlarındaki yerini koruyacaktır.

Soru: Yeni dönemde Türkiye Kıbrıs için ne yapmalıdır?

Anıl ÇEÇEN: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bugünlere gelmesi Türkiye Cumhuriyeti’nin destek ve yardımları ile sağlanmış olan bir durumdur. Türkiye gene eskisi gibi yardımlarına devam etmeli ve KKTC devletini ayakta tutacak kadroları iyi yetiştirerek devletin yönetiminde yer almalarını sağlamalıdır. KKTC halkının büyük çoğunluğunun Türkiye’den maaş alması gibi bir çarpıklıktan kurtulabilmek için de KKTC sınırları içerisinde kendine yeterli olabilecek bağımsız, ekonomik yapının oluşturulması öncelikle sağlanmalıdır. Ancak o zaman büyük devletlere muhtaç olmaktan çıkacak bir KKTC kendi bağımsız yolunda yürüyüşüne devam edebilecektir. Bağımsız Türk devletlerinin kurmuş olduğu Türk Konseyi çatısı altında Kıbrıs Türklerinin desteklenmesi ve korunmalarının güvence altına alınması gerekmektedir. Türkler hem Kıbrıs’ta hem de Anadolu’da var olabilmek için birbirlerine yardım edecek daha güçlü bir dayanışma düzenini seçimler sonucunda acilen oluşturmalıdır.

NOT: Daha geniş bilgi için, Anıl ÇEÇEN’in ‘KIBRIS ÇIKMAZI’  isimli kitabının okunması önemlidir.