27 Ocak 2020 Pazartesi

HAARP TEKNOLOJİSİ İLE SUNİ DEPREM - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


 HAARP TEKNOLOJİSİ İLE SUNİ DEPREM
       
       Türkiye’yi derinden sarsan büyük Marmara depreminin yeni bir yıldönümü daha gündeme gelirken, bu vesile ile deprem olgusu birçok yönü ile kamuoyunda ele alınmış ve konunun uzmanı bilim adamlarının katkılarıyla, iki binli yıllara girilirken gerçekleşen bu doğal afet açıklanmaya çalışılmıştır. Her yıl Ağustos ayının başlarında basın tarafından Marmara depremi yeniden ele alınırken, Türk kamuoyu deprem üzerinde uyarılmaya çalışılmış ve bu doğrultuda önemli bilgiler ile tartışmalar birbirini izlemiştir. Üç kıta arasında sıkışmış bir konuma sahip bulunan Anadolu yarımadası deprembilimciler tarafından her yönü ile ele alınarak incelenirken, son yıllarda çok sık yaşanan deprem olaylarının normal olup olmadığı, yerkabuğu hareketleri içerisinde doğal bir seyir içerisinde gerçekleşip gerçekleşmedikleri çok sık tartışma konusu olmaktadır.  Bu doğrultuda önemli açıklamalar ve yayınlar birbirini izlemektedir. İnsanlık tarihi yakından incelendiğinde, birçok medeniyetin depremler sonucunda yıkıldığı ve yeraltına sürüklendiği görülmüş ve bu doğrultuda çeşitli tarihsel gelişmeler açıklanmaya çalışılmıştır. Ahlak düzeyinin düştüğü kentlerde ya da ülkelerde Tanrının gazabının büyük depremlerle gündeme geldiği ve Sadom ve Gamora kentlerinin yer altına gömülmesi gibi büyük depremler örnek olaylar olarak, kutsal kitaplarda değinilmiştir. Bu gibi konuların, dinsel boyutlarda ele alınması da, bir yeryüzü felaketi olan depremlerin yanlış yollara sürüklenen insanlığı yeniden doğru yola çekme doğrultusunda Tanrının bir yaptırımı olarak gerçekleştiği şeklinde bir inanışı da öne çıkarmıştır. İnsanlık tarihinin ilk dönemlerinden bugüne kadar gelişen tarih çizgisi içinde, çok büyük dönüşümlere ya da çöküşlere neden olan büyük deprem olayları yaşanmıştır. Bunların hangisinin Tanrının gazabı ile ya da doğal gelişmelerin iteklemesiyle gerçekleştiği bugün bile tartışma konusudur. İlahiyatçılar konuyu Tanrının gazabı ile açıklarlarken, deprembilimciler de o dönemlerin jeolojik gelişmeleri ile konuyu aydınlatmaya çalışmaktadırlar.

     İki binli yıllara girerken gerçekleşen, büyük Marmara depremi binlerce insanın yaşamına mal olurken, Marmara Denizi kıyısındaki kentleri de toprağın derinlikleri içine çekmiş ve büyük bir tartışmayı alevlendirmiştir. Bu depremin başlamasından önce Marmara Denizi’nin dibinde büyük bombaların patlatılmasıyla yeryüzü hareketliliğinin sağlandığı gibi inanılması güç fikirler öne sürülürken, Marmara depremi başlamadan hemen önce gökyüzünde büyük parlamaların olduğu ve göz kamaştıran bazı ışınların etkisiyle böylesine büyük bir zelzeleye bölgenin sürüklendiği ileri sürülmüştür. Böylece, bu büyük depremin doğal olarak kendiliğinden gerçekleşmediği ama bazı güç merkezlerinin planları doğrultusunda suni olarak yaratıldığı açıkça öne sürülerek savunulmuştur. Türkiye’nin en hassas bölgesinde, Türk donanmasının doğal sığınağı olan bir coğrafyada büyük bir yer sarsıntısının askeri hedefleri olduğu öne sürülürken, bu deprem sırasında Gölcük’te Orta Doğunun güvenliği ile ilgili çok önemli bir gizli toplantı yapıldığı ve bu toplantıdan dışlanan güçlerin suni deprem yaratarak toplantıyı engellemeye çalıştıkları bazı çevreler tarafından ileri sürülmüştür. Deprem sonrasında İsrail’den çok hızlı bir biçimde ekipler gelerek, toplantıya katılan bazı uzmanları kurtarmaya çalışmaları da basına yansıyınca tartışmalar daha da alevlenmiş ve bu büyük depremin suni olarak siyasal amaçlı bir çizgide gerçekleştirildiği açıkça savunulmuştur.
        Marmara depremi tartışmaları iki binli yılların başlarında çeşitli yönlerde gelişerek yayılınca, bunun üzerine, aynı zamanda Fransa vatandaşı olan bir Türk hanım gazeteci “Bir Gece“ isimli bir roman yayınlayarak bu tartışmalara bir başka boyut kazandırmaya çalışmıştır. Yazılarıyla Atlantik emperyalizmine karşı çıkan bu cesur kadın gazeteci, Türk halkını uyarmak ve deprem konusunda bilinçlendirmek üzere kaleme aldığı romanında, bir gece Türkiye’nin çok büyük bir deprem olayı ile sarsılarak uyanacağını ve bu doğal afet sonucunda Türkiye’de birkaç milyon insanın öleceğini, batı ittifakının içinde yer alan Türkiye’nin dostları adına Amerikan Birleşik Devletleri ordusunun kendisine bağlı olan NATO birlikleri ile Türkiye’ye gelerek, yardım yapıyormuş görünümünde bütün Türk ülkesini istila edeceğini açıkça yazmıştır. İki binli yıllara girerken Amerikan ordusunun Nevada çöllerinde Milenyum tatbikatları yapması ve bu sırada benzeri senaryolar doğrultusunda merkezi bir büyük ülkeye bir büyük işgal harekâtı düzenlemesi gibi konular basın ve medya organlarına yansıyınca, ABD’nin Avrasya stratejisinin ilk adımının Türkiye’ye yerleşmek olduğu ileri sürülmüştür. ABD ve NATO dost ve müttefik ülke olan Türkiye ile küresel politikalar doğrultusunda ters düşünce, bu merkezi ülkenin kontrol dışına çıkmaması için bütünüyle işgal edilmesi gerektiği konusunda batılı ülkeler arasında bir fikir birliği oluşmuş ve batı bloğunun patronu konumundaki ABD’de kapitalist sistemin jandarması olan NATO birlikleri ile Türkiye’yi bir gün işgal edeceği açıkça yazılıp söylenmiştir. ABD’nin NATO ile birlikte Türkiye’yi milenyum planları doğrultusunda işgal etmesi Avrupa Birliğinin planlarını bozacağı için, Fransız vatandaşı bir kadın gazeteci küçük bir roman kaleme alarak bu doğrultuda Türk kamuoyunu uyarmıştır.(1)
       Uydurma yalanlar ile Irak’ı bir askeri saldırı sonucunda işgal eden ABD, nükleer silahları gerekçe göstermiş ama bu konunun yalanları ortaya çıkınca Amerikan dışişleri bakanı Birleşmiş Milletlerde bütün dünyadan özür dileyerek istifa etmek zorunda kalmıştır. Ne var ki, batı emperyalizmi bütün dünyayı küresel bir imparatorluk çatısı altında mutlak bir egemenliğe bağlamaya çalıştığı için, gene bu doğrultuda büyük komploları gündeme getiren yalanlar söylenilmeye devam edilmiş, dünya ülkeleri kendilerini korumak üzere nükleer silahlanmaya yöneldiği noktada batı emperyalizminin üçüncü dünya savaşı tehdidi ayyuka çıkmıştır. Amerikan şirketlerinin dünya ülkelerinin doğal zenginliklerini ele geçirmeyi hedeflediği bir aşamada, batı kapitalist sisteminin ordusu konumundaki Amerikan askeri birlikleri her ülke için ayrı ayrı ele geçirme, işgal etme ya da bu ülkelerdeki devletleri çökertme operasyonlarını birbiri ardı sıra gündeme getirmiştir. Önce Irak’ta denenen bu tür girişimler başarılı olunca, arkadan Libya, Tunus, Mısır ve Suriye gibi batı sistemine direnerek kendi çıkarlarını savunan Arap devletlerine yönelik bir çizgide geliştirilmiş, ama ABD sömürgesi konumundaki Suudi Arabistan, Katar ve Bahreyn gibi Arap krallıklarına hiç bir biçimde dokunulmamıştır. Teslim olan devletler hemen tam bir sömürgeye dönüştürülürken, direnen ülkeler için çeşitli senaryolar geliştirilerek emperyal saldırı ve işgal girişimleri birbiri ardı sıra uygulama alanına getirilmiştir. Arap baharı adı altında, bütün İslam coğrafyası siyasal bir zelzeleye doğru iteklenirken, dünyanın başka bölgelerinde Marmara depremi gibi doğal olaylar birbirini izleyerek, önemli siyasal dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde araç olarak kullanılmıştır. Hedef ülkelerin ele geçirilmesi doğrultusunda devletlerin çökertilmesi olduğu için, Makyavelist bir yaklaşım doğrultusunda akla gelen bütün senaryolar bu doğrultuda kullanılmışlardır. Deprem senaryolarının bu çizgide en çok başvurulan yöntemler içinde yer aldığı zamanla öne sürülmeye başlanmıştır.

          Endonezya, Malezya, Filipinler ve Japonya gibi Büyük Okyanustaki ada devletleri sürekli olarak depremler ile sarsılırken, kuzey buz denizindeki buzların erimesi sonucunda okyanusların yükseldiği öne sürülmüş ve bu nedenle gelecekte okyanus adalarında yaşamın mümkün olamayacağı ifade edilerek, ada devletlerindeki sürekli depremler açıklanmaya çalışılmıştır. Ne var ki, Amerikan emperyalizmine en çok direnen ülkelerden birisi olan Endonezya sürekli olarak depremler ile dövülürken, yüz binlerce insanını kaybetmiş ama aynı zamanda Timor ve Açe gibi adalarda da bağımsızlık düzenleri gündeme getirilerek bir bölünme sürecine doğru iteklenmiştir. Hindistan, Çin gibi doğunun büyük ülkeleri Amerikan baskılarına sürekli olarak karşı çıkarken, sayısız deprem olayını da birlikte yaşamışlar, Asya ülkeleri arasında saldırgan Amerikan emperyalizmine karşı bir işbirliği ve dayanışma düzeni oluşturma çabaları sürekli olarak birbirini izleyen deprem olayları yüzünden gerçekleşemez bir duruma gelmiştir. Beklenmeyen bir doğal afet ile Birmanya sarsılırken, ertesi gün Çin tam Birmanya’ya yardıma gideceği aşamada büyük bir deprem ile karşılaşarak komşu ülkeye yardım edemez bir duruma düşmüştür. Endonezya’yı saran deprem dalgaları giderek Malezya ve Filipinleri de dövmeye başlayınca, bu kadar çok depremin birbiri ardı sıra sürekli olarak gündeme gelmesinin normal olup olmadığı tartışılmağa başlanmış, Asya kıtasına karşı topyekün bir askeri saldırıya geçen batı emperyalizminin, bu büyük kıtanın direnişini kırmak, Çin, Rusya ve Hindistan gibi dev ülkelerin ABD’ye karşı çıkışlarını önlemek ya da işgale karşı halk hareketlerinin önüne geçmek üzere, bugün gelinen gelişmişlik düzeyinin en ileri teknolojileri üzerinden yapay depremler oluşturma siyasetinin izlenip izlenmediği sorusu, okuyup düşünen her insanın beyninin içine gelip saplanmıştır. Yüzyıllarca doğal afetlerle ve büyük depremlerle boğuşarak yaşamını sürdürebilen insanoğlu, bugün gelinmiş olan teknolojik gelişmişlik düzeyinde artık önceden planlanan bir biçimde gerçekleştirilen yapay depremler ile uğraşmak zorunda bırakılmıştır.
       Deprem konusu, bütünüyle bilimsel bir mesele olması ve bu konuda üniversiteler düzeyinde ciddi çalışmalar yapılmasına rağmen, dünyayı kendi çıkarları doğrultusunda bütünüyle kontrol etmek isteyen, küçük bir azınlığın tekelci yönetimini kurmak ve bu doğrultuda zenginlerin küresel hegemonya düzenini pekiştirmek isteyen batılı emperyalist güçlerin sahip oldukları para gücünü iyi kullanarak teknolojiyi kendi hedefleri doğrultusunda devreye soktukları ve bu doğrultuda batı hegemonyasına karşı çıkan ya da direnen ülkeleri dövmek ya da çökertmek hedefiyle suni depremlere başvurdukları yazılıp çizilmektedir. Küresel sermaye Türkiye’deki Bizans medyasını bütünüyle satın aldığı için bu gibi gerçekler kamuoyuna yansıtılmamakta, ya da bunları gündeme getirenlerin önü kesilerek ya da bu konuları açıklayanlara çamur atılarak, emperyalist hegemonya düzeni oluşturma doğrultusunda bütün engeller saf dışı edilmektedir. Teknolojik alanlardaki gelişmeleri takip eden bazı uzmanlar ya da gazeteciler yazdıkları makaleler ya da kitaplar ile halk kitlelerini aydınlatmaya çalışmakta, teknolojinin iyi ve yararlı hedefler doğrultusunda kullanılacağı gibi zararlı ve kötü amaçlı olarak da devreye sokulabileceğini ellerindeki kayıt ve belgelere dayanarak ortaya koymaktadırlar. Özellikle “Kıyamet Teknolojisi“ adı verilen HAARP teknolojisi konusunda önemli yayınlar yapılmakta ve bu teknoloji sayesinde, dünyanın her yerinde ya da atmosferin her köşesinde istenen doğal olayların gerçekleştirilebileceği ve bu doğrultuda istenirse her türlü doğal afet ya da felaketin bu yoldan gerçekleştirilerek insanlığın mahvına yol açılabileceği çeşitli yayınlar ile gündeme getirilmektedir. HAARP teknolojisi, bir kıyamet silahı olarak kullanılırken, finans kapitalin para babalarının satın aldıkları kadrolarla her türlü çılgınlığı yapabileceklerini ve böylece yeryüzünde yaşam savaşı veren insanlığa her türlü acıyı yaşatabilecekleri ortaya çıkmaktadır. (2)
         Para gücüyle her şeyi satın alabilen, küresel bir dünya imparatorluğu için her türlü tehlikeli yolu Makyavelist bir çizgide uygulayabilen çılgın kapitalistler bütün dünya ülkelerini ele geçirirken, buralarda yaşamakta olan halk kitlelerinin direnişini kırma doğrultusunda gerekirse yapay doğal olayları yaratabilmekte ve bunun en açık uygulama biçimi olarak da HAARP teknolojisi ile suni depremleri istedikleri anda ve gene istedikleri yerlerde anında devreye sokabilmektedirler. Yirmi birinci yüzyıla girerken gerçekleştirilen elektronik devrimi ile başlatılan uzay çağında artık akla gelebilen her türlü çılgınlık, elektronik yoldan ve uzaydaki uydular üzerinden her an gündeme getirilebilmekte, batı emperyalizminin istediğini yapmayan, verilen emirlere uymayan, batı hegemonyasına karşı açıkça çıkan ya da direnen devletler anında haydut devlet ilan edilerek cezalandırılmaktadırlar. Bu cezalandırma yöntemleri içerisinde de HAARP teknolojisi ile suni deprem oluşturma kozu en büyük silah olarak anında bir yaptırım biçiminde devreye sokulabilmektedir. Deprem kuşağı üzerinde bulunmayan Ankara batılı politikalara direndiği aşamada, son yıllarda beş kez Haymana üzerinden depremle uyarılırken, emperyalizmin askeri işgal ile girdiği Orta Doğu üzerinden Hazar bölgesine doğru yöneldiği bir aşamada bütün Doğu Anadolu bölgesi savaş alanına dönüşürken, bu savaş alanında komşu ülkeleri birbirine karşı kızıştırmak ya da kışkırtmak üzere bazı suni deprem senaryoları Irak, İran, Azerbaycan ve Türkiye hattında birbiri ardı sıra gündeme getirilebilmektedir. Normal koşullarda ara sıra deprem olan bu gibi sıcak çatışma alanlarında sürekli birbirini izleyen deprem olaylarının gerçekleşmesinin bir tesadüf olamayacağı, özellikle son yıllarda Van yöresinde fazlasıyla sarsıntı yaşanması, bu bölgede büyük bir savaş çıkartarak, bölge ülkelerini birbirine karşı kırdırmak isteyen emperyalizmin böylesine sürekli deprem oluşumunda rolü bulunduğu ve HAARP teknolojisi sayesinde bu gibi yöntemlere başvurarak, finans kapitalin istekleri doğrultusunda yeni bir bölgesel yapılanmanın önünü açabilme doğrultusunda suni depremlerin işe yaradığı söylenmektedir. Elektronik devrim ile uzay çağına geçen, uzaydaki uydular üzerinden gönderilen yüksek dalgalı frekanslar ile atmosferde ve yeryüzünde her türlü doğal değişimi yaratabilen bir teknolojik güç artık, dünya barışına katkı sağlamamakta aksine küresel imparatorluk peşinde koşan bir avuç zenginin çılgın senaryolarına yardımcı olarak bölgesel savaşlar çıkartılmasına katkı sağlamaktadır. Bugün gelinmiş olunan teknolojik üstünlük düzeyinde, her devletin ve bütün insanlığın böylesine bir tehlikeli durumu bilerek hareket etmesinde dünya barışı açısından büyük yarar vardır. (3)
         Amerika Birleşik Devletlerinin Alaska merkezli olarak geliştirmiş olduğu “High Frequency Active Auroral Research Program “ yapılanması kısa adıyla HAARP projesi olarak uygulama alanına getirilmiş ve son yıllarda yoğun bir biçimde bütün dünyaya yönelik çeşitli bilimsel ve de olgusal girişimlerde kullanılmıştır. Önceden planlanarak yaratılan olguların bir kısmı fizik bilimlerin inceleme konusuna girerken, yaratmış olduğu küresel etkiler yüzünden siyasal bilimlerin de alanına girmektedir. Böylesine bir makalenin bir kamu hukukçusu ya da siyasal bilimci olarak kaleme alınmasının arkasında da böylesine bir neden yer almaktadır. Güneşten gelen yoğun hidrojen fışkırmaları sonucunda uzaya yayılan fotonların, Kuzey ve Güney kutuplarındaki iyonlar ile çarpışmasıyla enerji dönüşümüne uğrayarak farklı dalga boylarında ışımaları bu projede temel alınmaktadır. Kuzey ya da güney kutuplarında görülmelerine göre kuzey ya da güney ışıkları olarak da adlandırılmaktadırlar Geceleri gökyüzünde genellikle çeşitli renklerde görülen tülleri hatırlatan bu ışınlar farklı dalga boylarında kullanılarak çok yüksek frekanslı dalgalar halinde yeryüzüne gönderilebilmekte ve bu doğrultuda uzaya gönderilmiş olan uydular aracı olarak kullanılarak, yeryüzünün her bölgesinde istenen doğal olaylar suni olarak yaratılabilmektedir. Yüksek frekanslı dalga boylarının uydular aracılığı ile gönderildiği bölgelerde suni depremler gibi fırtınalar, seller, kuraklıklar ve tsunami gibi büyük dalgalar yapay biçimlerde yaratılarak, yeryüzünün doğal alanlarında büyük değişiklikler yapılabilmektedir. Rusya’da çok büyük kuraklıkların ortaya çıkması, Sri Lanka’nın büyük dalgaların altında kalması, Hindistan’ın Tsunamilerle dayak yemesi, Çin’in zaman zaman büyük deprem dalgaları ile karşı karşıya kalması Alaska merkezli HAARP projesinin doğal sonuçları olup olmadığı son zamanlarda çok yoğun bir biçimde tartışılmaktadır. New Orleans bölgesini basan büyük sel dalgalarının Misissipi Irmağı üzerinden ABD’yi tehdit ettiği bir aşamada Katrina adı verilen bu doğal afetin arkasında benzeri bir silahı kullanan Rusya’nın bulunup bulunmadığı tartışma konusu olmakta, ABD’nin bu fırtınaya bir Rus adın olan Katrina adını koymasıyla Rusya’nın karşı atağını dünya kamuoyuna açıkladığı bazı çevrelerde dile getirilmektedir. ABD’nin geliştirmiş olduğu HAARP teknolojisine karşı Rusya, Çin ve Hindistan’ın da benzeri teknolojiler geliştirdiği ve bu doğrultuda karşı ataklara geçebileceği de gene ilgili kesimler tarafından dile getirilmektedir. Katrina doğal afetini Rusya’nın ABD’ye karşı bir yapay afet girişimi olarak görenler, artık eskisi gibi HAARP teknolojisinin batı emperyalizmi tarafından serbestçe kullanılamayacağını ve bu yüzden varılan yeni aşamada bir dehşet dengesinin kendiliğinden oluştuğunu belirtmektedirler.

        ALASKA’nın GAKONA bölgesinde kurulmuş olan HAARP tesisi, bir anlamda ıssızlığın ortasındaki canavar gibi bütün dünyayı tehdit etmektedir. ABD’nin zamanında parayla Rusya’dan satın aldığı bu en geniş deniz aşırı eyaletinde, HAARP yapılanması geleceğe dönük bir dünya hegemonyası doğrultusunda kurulurken aslında, bütün dünya barışı da tehdit altına alınmıştır. Amerikan halkından ve dünya kamuoyundan kaçırılırcasına, en kuzeydeki ALASKA bölgesinin HAARP merkezi olarak seçilmesi de bu projenin barış amacından daha çok savaş amaçlı hazırlandığını göstermekte ve insanların göremeyeceği bir yerde bu proje bütün dünyayı etkileyecek düzeyde oluşturulmaktadır. Bu makale teknolojik bir çalışma olmadığı için, konunun sadece sosyal ve siyasal boyutları incelenmekte ve böylesine bir tesisin insanlığın yaşam biçimini değiştireceği gibi aynı zamanda yerkürenin kaderi üzerinde söz söyleme ya da egemen olma olanağını, tesisin kurucusu olan Amerikan devletinin eline vermektedir. Bu tür değerlendirmeleri komplo olarak niteleyen dünyanın önde gelen güçleri ya da batılı devletlerin yönetimleri, kendi hegemonyaları söz konusu olduğu zaman her türlü teknolojik gücü kendi amaçları doğrultusunda seferber edebilmektedirler. Bu tür büyük bir proje insanlığın bütünüyle yararına kullanılabileceği gibi aynı zamanda doğal afetlerin yerini alacak yapay felaketlerin de hazırlayıcısı olabilmektedir. Tamamen dünyadaki gelişmelere yönelik bir biçimde geliştirilen HAARP projesi, insanlığın yararına olduğu kadar tümüyle insanlığın zararına yol açabilecek hegemonya girişimleri için de kullanılabilmektedir. Özellikle, küreselleşme döneminin başlamasından bu yana geçen çeyrek yüzyıllık zaman dilimi içinde gündeme gelen olaylar bu durum açıkça göstermiştir. İnsanlıktan kaçırırcasına gizli geliştirilen HAARP projesi artık bir gerçeklik olarak ortaya çıktığı ve açıklığa kavuştuğu için, bütün devletler buna karşı korunma mekanizmaları geliştirmeye yönelmiştir. Ayrıca dünyanın çeşitli üniversitelerindeki ilgili kürsülerde HAARP benzeri yeni teknolojik projeler üzerinde yoğun çalışmalar başlatılmıştır. Bazı meraklı bilim adamları, son yıllarda karşılaşılan doğal gelişmeleri ve bu doğrultuda gündeme gelen doğal afetleri bir de yapaylık açısından inceleyerek, HAARP projesi ile ilgili bilimsel değerlendirmeler yapmaya başlamışlardır.
        Küresel emperyalizmin hedefleri doğrultusunda, yeryüzündeki bütün ülkeleri ele geçirmek ve buralarda yaşamakta olan ulusal toplumları dağıtarak yeniden halk kitleleri düzeyinde bir edilgen toplumsal yapılanmayı gündeme getiren küreselcilik akımı, bilimi çılgın amaçlar doğrultusunda kullanmaya başladığı bu aşamada teknolojinin en üst düzeydeki verilerinden de yararlanmaktadır. Bir teknolojik proje olan HAARP’ın emperyalizmin elinde bir hegemonya silahına dönüşmesi, insanlığın geleceği açısından son derece karamsar yorumlara yol açabilmekte ve bu doğrultuda bir kaotik ortamı da beraberinde getirmektedir. İkinci dünya savaşı gibi bir büyük çılgınlık dönemine tepki olarak geliştirilen bazı bilimsel çalışmalar dünya kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekince, o dönemin Yugoslavya’sından çıkan Nikolay Tesla isimli bir bilim adamı önem kazanmıştır. Kendi laboratuarında suni deprem yapabilen bu bilim adamı ABD tarafından Amerika’ya kaçırılınca, yapmış olduğu çalışmalar sırasında hem laboratuarını hem de çalışma ofisini havaya uçurarak, suni deprem yapılabileceğini deneylerle kanıtlamıştır. İkinci dünya savaşı sonrası ortamında, Tesla’nın öncülüğünde yapılan fizik deneyleri giderek gelişmiş ve HAARP projesine giden yolda ABD’ye yön göstermiştir. Elektrikten yola çıkan ve elektroniğin zenginliklerini keşfeden Tesla, çok yüksek frekanslı elektronik dalgaları şok darbeler biçiminde gönderdiği yer ve bölgelerde yer altı sarsıntıları yaratabilmiş ve böylece suni depremin önünü açmıştır. Mitolojide meleklerin çalgısı olan HAARP aletinin adı bu kez, şeytanların uygulayacağı projeye ad olarak verilince artık meleklerin HAARP isimli müzik aletini çalmayacağı ama bu adın melekleri de yok edecek çılgın bir projenin adı olarak önem kazanacağı belli olmuştur. HAARP projesi insanlığı dünyanın çeşitli bölgelerinde zangır zangır titretirken, HAARP çalgısının mutluluk veren sakinleştirici sesi giderek kaybolmuştur. Edison’un bulmuş olduğu doğru akımları tersine çevirerek son derece güçlü şok dalgalara yayan Tesla, insanlığı aydınlatan elektriğin yanı sıra insanlığı karanlıklara sürükleyecek bir elektronik dalga yayılmasını ortaya çıkarmıştır. İnsanlığın gelecekte bir elektromanyetik savaş süreci içerisine girmesi aşamasında son derece önem kazanan HAARP projesi, giderek her türlü çılgınlıkla beraber tüm insanlığın kaderini belirleyebilecek bir düzeye gelmiştir. Bilimi kontrolden çıkartacak derecede akla gelebilecek her türlü çılgınlığa yol açabilen HAARP teknolojisinin, durdurulması ve dengelenebilmesi doğrultusundaki girişimler de son yıllarda birbiri ardı sıra öne çıkmış ve insanlık herhangi bir teknolojik çılgınlığın HAARP projesi ile gündeme getirilmesine karşı arayışlarını sonuç elde etme doğrultusunda hızlandırmıştır.
         Nikolay Tesla teknolojisi, HAARP projesinden önce, Sovyetler Birliğini pes ettiren ve savaşmadan teslim olmasına neden olan Yıldız Savaşları projesinde de esas alınarak uygulanmıştır. Dünya egemenliği doğrultusunda karşı güç olan Rusya’yı teslim alan, Sovyetler Birliği gibi karşı kutbu dağıtan bir yüksek teknolojinin ürünü olan Yıldız Savaşları aslında tam olarak ne olduğu bütün dünya tarafından anlaşılmadan uygulamaya getirilerek Sovyetler Birliği gibi dünyanın en büyük emperyal ikinci gücü tasfiye edilmiştir. Uzaydan ve başka gezegenlerden gelebilecek her türlü saldırıya karşı dünyayı atmosferin üzerinde bir koruma ağı ile savunmayı hedefleyen Yıldızlar Savaşı projesi aslında Tesla teknolojisinin ilk uygulama planı olarak ortaya çıkarılmıştır. Çok yüksek frekanslı şok elektronik dalgalar aracılığı ile yeryüzünde ve atmosferde her türlü doğal olayı yaratabilme gücü, Yıldız Savaşları projesinde uzaydan gelebilecek her türlü tehlikeye ya da başka gezegenlerden dünyaya saldırabilecek yüksek uygarlıkların girişimlerine karşı bir koruma mekanizması olarak kullanılabilecekti. Uzay savaşı gücü ile gündeme getirilen Yıldız Savaşları teknolojisi aynı zamanda dünya hegemonyasını teknik olarak bitirdiği için, Sovyetler Birliği savaşmadan teslim olmuş ve daha sonraki aşamada Rusya Federasyonu, Amerika’nın elinde bulunan bu yüksek düzeydeki teknolojik birikimi dengeleyecek yeni arayışlara girmiş ve bu doğrultuda Çin, Hindistan, Brezilya, Almanya ve Fransa gibi büyük devletler ile ortak çalışmalara girişerek dünya için bir barış dengesi oluşturmaya yönelmiştir. Yıldız Savaşları teknolojisi ile karşı gücü tasfiye edenler, şimdi de HAARP teknolojisi ile yeryüzünde mutlak bir egemenliğin arayışı içine girerek, dünya devletlerini çökertme ve dolayısıyla yeryüzü halklarını da yeniden köleleştirmenin arayışı içine girmişlerdir. Yüksek enerji nakli ile dünyanın her köşesinde her istenen şeyin yapılabileceği inancı giderek batılı merkezlerde yaygınlık kazanmaya başlayınca, BRİC ülkeleri adı verilen Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya yeni dünya dengeleri arayışına girerek, Atlantik emperyalizminin çılgınlıklarına dur diyebilecek bir denge mekanizmasına öncelik vermiştir. Bu dört büyük ülke, HAARP teknolojisinden meydana gelebilecek her türlü çılgınlığa karşı dünya barışını yeniden kuracak bir çizgide, Almanya ve Fransa’yı da yanlarına alarak hem uzay çalışmalarına hem de elektronik teknolojinin dengeleyici geliştirilmesine öncelik vermektedirler.
         Yeryüzünde küresel bir imparatorluğu mutlak anlamda kendi kontrolu altında kurmak isteyen Atlantik emperyalizminin askeri merkezi olan Pentagon, yerküre ile beraber atmosferi de denetimi altına almaya çalışırken atmosferin üzerindeki iyonosfer tabakasını da militarize etmeye çalışmakta, uzaydaki uydular ile beraber uzay istasyonları kurarak dünyayı uzaydan yönetme dönemini başlatmaya çaba göstermektedir. Uyduların yanı sıra uzay istasyonlarının da Pentagon merkezli bir askeri yapılanma içerisine yönlendirilmesiyle beraber, HAARP teknolojisini uzay üzerinden dünyanın her yerinde kullanılabileceği yeni bir dönem açılmaktadır. İnsanlığın yararına çeşitli deneylerin yapılmasına öncelik verilmesi gerekirken, uzay istasyonlarının tamamen küresel hegemonya doğrultusunda askeri amaçlara yönlendirilmesi önümüzdeki dönemde dünya barışını tehdit edecek gibi görülmektedir. Bu durumdan rahatsızlık duyabilecek bütün büyük devletler zaten başlatmış oldukları uzay çalışmalarını askeri hedeflere yönelterek karşı savunma sistemlerine öncelik verecekler ve böylece dünyadaki çekişme uzaya taşınacaktır. Dünyanın merkezi kadar dünyanın ötesindeki başka evrenlere ulaşabilecek arayışların barış ve bilimsel gelişme amaçlı olması gerekirken, askeri rekabet ve silahlanma yarışı çizgisinde sürdürülmesi, tıpkı Mars gezegeninde olduğu gibi bir toptan yok oluş olgusunu dünyanın önüne çıkartabilecektir. Böylesine olumsuz bir sonuca doğru dünyayı sürüklemekte olan, batılı emperyalist büyük devletlerin gelinen noktada durup düşünerek dünyanın geleceği ve küresel barış açısından yeniden düşünmeleri gerekmektedir. Yıldızlardan ya da uzaydan gelebilecek her türlü tehlikeye karşı örgütlenmiş olan Yıldız Savaşları projesinin günümüzde, HAARP teknolojisinin kazandırdığı teknik güç ile bir Evrensel Barış projesine doğru yönlendirilmesi gerekmektedir. İnsanoğlu gelmiş olduğu yeni aşamada kendi varlığını yok edecek çılgın teknolojilere değil ama kendi geleceğini güvence altına alacak ve dünyayı uzaydan gelebilecek her türlü tehlike ve tehdide karşı koruyabilecek Evrensel Barış projelerine gereksinmesi bulunmaktadır.
     HAARP teknolojisinin önümüzdeki dönemde insanlığa yönelik çeşitli komplolarda kullanılmaması için, bu teknolojinin emin ellerde bulunmasını sağlamak, böylesine can alacı önemdeki bir teknolojinin herhangi bir çılgınlık uğruna kullanılmasını önlemek bugün gelinen noktada insanlığın en temel sorumluluklarından birisidir. Beklenmedik bir anda bir büyük doğal afet ile karşı karşıya kalmamak için yapılan bilimsel çalışmalarda, bu gibi durumların yapay doğrultuda yaratılmalarını önleyecek ve bunlara karşı dengeleyici mekanizmalar getirecek yeni adımlara gereksinme duyulmaktadır. Dünya gücünü tekeline almak isteyen çılgınlara karşı bütün insanlığın ortak bir tutum içerisine girmesi ve HAARP teknolojisinin getirdiği olanakların savaş ya da komplolar yapmak için değil ama bunların önlenebilmesi ve evrensel barışın güvence altına alınabilmesi için seferber edilmesi gerekmektedir. Karşı güç dengelerinin acilen oluşturulmasıyla üçüncü dünya savaşı gibi istenmeyen felaketlerin ya da kıyamet senaryolarının önlenebilmesi mümkün olabilecektir. Tüm insanlık beklenmedik gelişmeler ile karşılaşmamak için uyanık olmak ve bu doğrultuda elbirliği içinde dayanışma sağlamak zorundadır.
1-Mine Kırıkkanat, Bir Gece (roman ) İstanbul, 2002.
2-Jerry Smith, Kıyamet Silahı HAARP, Koridor Yayınları, İstanbul 1998.
3-Aydoğan Vatandaş, HAARP, Kıyamet Teknolojisi, TİMAŞ Yayınları, İstanbul,2004.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


20 Ocak 2020 Pazartesi

İYONYA DEVLETİ KURULAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


       İYONYA DEVLETİ KURULAMAZ

         Mayıs ayının ortalarında, Türkiye her sene iki Anadolu çıkışını beraberce ele alarak tartışır. 15 Mayıs Yunanlıların İzmir’e çıkışını, 19 Mayıs ise Atatürk’ün Samsun’a ayak basışını gündeme getirmektedir. Tarihsel olarak Yunan ordusunun İzmir’e ayak basışı, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının Samsun’a çıkışını tetiklemiştir. Altı ay önceden İstanbul’a gelerek bir Anadolu harekatı için hazırlıklara başlayan Mustafa Kemal, Yunanlıların Ege bölgesine girmesinden hemen sonra Karadeniz’e çıkarak Anadolu’nun kurtarılması için ulusal kurtuluş savaşına başlıyordu. Yunanlılar Anadolu’nun Ege bölgesini işgal etmek amacıyla İzmir’e çıkarken, Atatürk ve arkadaşları da Türk ulusu adına Samsun’a çıkarak Karadeniz bölgesinden Anadolu’nun kurtuluş savaşını başlatıyordu. Tarihin garip bir cilvesi olarak Anadolu, işgal girişimleriyle beraber kurtuluş mücadelelerine de aynı dönemde sahne oluyordu. Tarihin çelişkisi, o dönemde dünyanın merkezinde yer alan Anadolu yarımadasında bir kez daha farklı bir örnek ile gündeme geliyordu. İmparatorluğun çöküşünden sonra Anadolu’ya yönelen işgal girişimleri, Türk halkının direnişini ve kurtuluş mücadelesini de tepkisel olarak kışkırtıyordu. Bu çerçevede, 19 mayıs Samsun çıkışının arkasında I5 mayıs İzmir işgalinin yeri olduğunu iyi bilmek gerekmektedir.

           Yunan ordusunun Ege bölgesine girişinin ikinci yansıması, bu bölgede yeni bir siyasal yapılanmaya gidilmesi olmuştur. İzmir’e girerken bölgedeki Rum ahali Yunanlılara yardımcı olmuşlar ve bölgedeki Rum köyleri Yunan ordusuna bağlı olarak Ege’de bir dayanışma içerisine girerek, devletsizlik ortamının bu bölgeden kaldırılması için çaba göstermişlerdir. Eski Bizans döneminden kalma bir Rum egemenliği ideolojisi olan Megalo İdea doğrultusunda, bu bölgede tıpkı eski Bizans öncesi dönemde olduğu gibi bir İyonya devleti kurmaya kalkışmışlardır. Yunan ordusu İzmir’i ele geçirdikten sonra bu kenti merkez olarak seçmiş ve İzmir üzerinden diğer Ege kentlerine doğru yayılmaya başlamıştır. Yunanlılar İzmir merkezli bir İyonya devleti ilan ederek, bu yeni siyasal yapılanmaya bağlı olarak askeri birlikleri yeniden düzenlemişlerdir. Ayrıca yolları ve işletmeleri işgal ederek İyonya devletine bağlı bir ulaşım ve haberleşme sistemi oluşturabilmenin ön hazırlıklarını yapmışlardır. Böylece, Yunan askerinin Anadolu’ya çıkışı bir geçiçi işgal olmaktan çıkarılarak geleceğe dönük bir doğrultuda kalıcı bir İyonya devletinin ön hazırlıkları ile kurumsal bir yapıya dönüştürülmek istenmiştir. Osmanlı imparatorluğunun teslim olmasından sonra, İkinci Meşrutiyet döneminde kurulmuş olan Mavri Mira ve Etniki Eterya gibi Rum milliyetçisi ırkçı dernekler de, Ege bölgesinde Rum köylerine dayanan bir siyasal yapılanmayı İzmir’in başkent olacağı  yeni bir İyonya devleti çatısı altında örgütleyebilmek için, aynı doğrultuda işbirliğini geliştirerek bir an önce Büyük Yunanistan’ın İyonya eyaletini kurabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Yunanlıların Ege macerası bir anlamda ikinci bir İyonya devleti girişiminin ortaya çıktığı dönem olmuştur.
         İyonya kavramı tarihten gelen bir devlet ve bölge isimidir. İyonya bir anlamda İzmir’in güneyi ile kuzeyini bir araya getiren bölgenin adıdır. Eski Fokai ve Milet kentleri İyonya bölgesinin en önde gelen yerleşim yerleridir. Tarihin en eski yerleşim merkezlerinden birisi olan Anadolu yarımadasında gündeme gelen uygarlıklar zinciri içerisinde, İyonya’nın önemli bir yeri bulunmaktadır. Yunanistan bölgesine yapılan Dor saldırıları sırasında buradan kaçanların gelip yerleştikleri bölge olarak İyonya tarih sahnesine çıkmıştır. Tarihte yerini alan İyonya federasyonu oniki İon kentinin biraraya gelmesiyle beraber Ege bölgesinde kurulmuştur.
Sisam, Sakız, Milet, Efes, Teos, Kolophon, Fokai, Piren, Myus, Lebedos, Eritrai ve Smiryna gibi kentlerin birleşmesinden meydana gelen İyonya Federasyonu Romalılar Anadolu’ya gelmeden önce kurulmuş olan bir antik çağ devleti idi. İyonya siteleri bölge topraklarının verimli olması nedeniyle kısa zamanda zenginleşince Orta Doğu ticaretinin yeni merkezi konumuna gelmişlerdir. M. Ö. onuncu yüzyılda başlayan yerleşimler, birkaç asır içerisinde doruk noktasına çıkarak, İyonya’yı bir Önasya uygarlığı düzeyine getirmiştir.  M. Ö. beşinci yüzyılda Pers imparatorluğuna bağlanan bu site devletleri, bir süre sonra isyan ederek Atina kenti ile beraber bir Helen Birliği arayışı içerisine girmişlerdir. Ne var ki bu çabalar kısa zamanda sonuç vermeyince, Büyük İskender Makedonya’dan gelerek bütün Ön Asya bölgesini işgal edince, Ege bölgesindeki İyonya kent devletleri federasyonuna da son vermiştir. İyonya halkı tıpkı Persler döneminde olduğu gibi Makedonya imparatorluğuna da karşı çıkarak isyan etmiş  ve Ege adalarında yaşayan denizci halklarla bütünleşerek  bir Ege uygarlığı arayışı içine girmiştir. Bu aşamadan sonra İzmir’in civarındaki takımadalara İyonya adaları denilmeye başlanmıştır. İyonya bölgesi ile beraber takımadalarda İyonya ülkesi içerisinde kabul edilmeye başlanmıştır. Tarihin ortaya koyduğu gibi İyonya bir ülke adı olduğu kadar bu bölgede tarihin ilk dönemlerinde yer alan yerleşimlerin ortaya çıkarmış olduğu uygarlığın da adı olmuştur.

         Roma ve Bizans imparatorlukları öncesinde Ege bölgesinin adı olan İyonya, gene bir bölge adı olarak Osmanlı imparatorluğunun çöküşünden sonra da dile getirilmeğe başlanmış ve bu doğrultuda Yunan işgali bir İyonya devleti kuruluşuna dönüştürülmek istenmiştir. Etniki Eterya ve Mavri Mira gibi Rum milliyetçisi cemiyetlerin öncülüğünde Ege’nin Osmanlı dönemindeki Rum ahalisi örgütlenmeye başlamış, Helen ulusunun emperyal ideolojisi olan Megalo İdea düşüncesi doğrultusunda yeniden Ege topraklarında bir İonya devleti macerasına kalkışılmıştır. Rum askerlerinin bölgedeki Rum ahali ile kaynaşması ve onlarla bütünleşerek kısa zamanda bir İyonya devleti yapılanmasına yönelinmesi, Sevr Antlaşması sonrasında Anadolu’nun batı bölgesinde ciddi bir hareketlenmeye yol açmıştır. Rum köyleri Yunan ordusu ile kaynaşmaya yöneldikçe, Osmanlı devletinin Ege bölgesindeki Türk ahalisi bu durumdan rahatsızlık duyarak Yunanlılara karşı isyana kalkışmıştır. Sevr sonrasında devlet teslim olduğu için bir devletsizlik ortamında Yunanlılar hızla İyonya’yı kurma çabası içinde olmuşlardır. Türkler daha toparlanarak düzenli bir ordu kuramadıkları için sadece bölgesel direnişlerle bu emperyal oluşumu önlemeye çalışmışlardır. Çerkez Ethem ve ona bağlı olan askeri birliklerin o dönemde büyük yararları olmuş ve İzmir’de başlayan Yunan işgalinin Ege’nin güney bölgelerine yayılmasını önlemiştir. Yunanlılar Egede bir Çerkez direnişini önleyebilmek için, Çerkezlere Kuzey batı Anadolu’da devlet kurmak için yardımcı olacaklarını söyleyerek, Çerkez Ethem kuvvetlerini uzaklaştırmak istemişler ama bu oyunda başarılı olamamışlardır. Çerkez Ethem ve askerleri Müslüman oldukları için, yeni bir Haçlı emperyalizmine teslim olmayarak direnmiş ve savaşmışlardır. Böylece Roma ve Bizans İmparatorlukları öncesinde bu bölgede var olan İyonya devletinin yeniden kurulmasına izin verilmemiştir. Osmanlı sonrasında bir Yeni Bizans projesini devreye sokmak isteyen Haçlılar, Türk ulusunun büyük bir özveri ile zafere ulaştırdığı kurtuluş savaşı sayesinde  geri püskürtülmüşlerdi.
           Osmanlı İmparatorluğu sonrasında gündeme getirilen İyonya devleti oluşumu, küreselleşme süreci içerisine girildikten sonra yirmi yıldır yeniden konuşulmağa başlanmıştır. Özellikle, batı Anadolu’da yaşamakta olan gayrimüslim vatandaşların ülkedeki islami gelişmelerden rahatsız olarak, eskisi gibi bir Hıristiyan ya da gayrimüslim bir siyasal yapılanma arayışını yeniden Ege bölgesinde gündeme getirmeye çalıştıkları görülmektedir. Milattan önce onuncu yüzyılda başlamış olan İyonya macerasının bir üçüncü perdesini, yeniden tarih sahnesinde sunmak üzere bazı gayrimüslim unsurların batı ülkelerinin desteği ve önderliğinde girişimlerde bulundukları göze çarpmaktadır. Onların bu tür girişimleri küresel emperyalizmin global Balkanizasyon projesine uygun düştüğü için, dışarıdan yardım görmekte, batı emperyalizminin bütün kurumları ve tekelci şirketleri dünyaya yayılırken, Ege bölgesine de gelerek yerleşmektedirler. Osmanlı imparatorluğunun çöküş aşamasında Balkan bölgesindeki küçük halkların ayrı devletler oluşturarak bağımsızlıklarını elde etmesi, dünya siyaset sahnesine Balkanizasyon diye bir kavramı getirmiştir. Yeni dönemde küreselleşme rüzgarları Balkanizasyon sürecini Anadolu yarımadasına taşımakta ve her coğrafi bölgede ayrı bir küçük devletçik yaratabilme çabasını tırmandırmaktadır. Osmanlı devleti dağılırken birinci dönem Balkanizasyon sürecinde Balkan yarımadasında küçük küçük devletçikler ortaya çıkmıştır. Aradan geçen bir asırlık dönemden sonra, şimdi ikinci Balkanizasyon süreci Anadolu’da gerçekleştirilmeye çalışılırken, Ege bölgesinde bir İyonya devleti arayışına kalkışıldığı görülmektedir. Tarihin ilk dönemlerinden gelen İyonya olgusunun yeniden canlandırılmak istenmesi, günümüz konjonktüründe emperyal güçlerin ve onların bu ülkedeki gayrimüslim işbirlikçilerinin işlerine gelmektedir. Orta çağ sonrasında Akdeniz ticareti gelişirken, Avrupa’dan gelen gayrimüslimlerin deniz kıyısındaki kentlere yerleşerek bir Lövanten yapılanma oluşturmaları, bu tarihsel maceranın günümüzde yeniden hortlatılmasına giden yolu açmıştır. Lövantenler ve onlara bağlı olarak batı Anadolu’da yaşamakta olan gayrimüslimlerin yeni dönemde bir İonya devleti arayışı içine girmeleri, Türkiye cumhuriyetinin vatan topraklarının bütünlüğü açısından çok büyük bir bölücü tehditi gündeme getirmektedir.

        İki binli yılların başlarında Egeli işadamlarının, kamuoyuna kapalı olarak yaptıkları bir toplantıda, Avrupa Birliğinin Türkiye Cumhuriyetini içine almayacağı, bu nedenle Ege bölgesinin Türk devletinden koparak İyonya  Cumhuriyeti adı ile Avrupa Birliği içinde yer alması açıkça teklif edilmiş ve tartışılmıştır. Avrupa’ya girebilmek için Türk devletinden kopmayı bile göze alabilecek derecede hırslı davranan bu Egeli iş adamlarının hukuken Türk vatandaşları olmalarına rağmen bir Türk gibi hareket etmedikleri anlaşılmaktadır. Kendi çıkarları ve kazançları için ülkelerinden kopmayı, devletlerini parçalamayı, Türk kimliğinin ötesinde bir gayrimüslim kimlik ile Avrupa ile bütünleşmeyi hayal eden bu oportünist işadamlarının öncülüğünde, Ege bölgesinde gündeme gelmiş olan yeni İyonya projesinin Yunanistan devleti ve Rum lobileri tarafından da destek gördüğü anlaşılmaktadır. Özellikle, Amerika ve Avrupa ülkelerinde zengin ticaret yapılanmaları içerisine girmiş olan bu bölgenin eski Rum ahalisinin bugünkü torunlarının, dedelerinin yaşadığı bölge olan batı Anadolu’yu yeniden İyonya olarak görmeyi arzuladıkları anlaşılmaktadır. Batı Anadolu’yu yeniden İyonyalaştırma hedefi doğrultusunda dünyanın çeşitli ülkelerinden Ege bölgesine sermaye akışı hızlanmıştır. Yunan kilisesinin vakfının denetimindeki bir banka, Türkiye’nin önde gelen bankalarından birisini satın alarak Ege bölgesinin ekonomisinde öne geçen bir ekonomik yapılanmayı ısrarlı bir biçimde tırmandırmaktadır. Ege ve Trakya köylüsüne yarı fiyatına kredi açan bu banka, daha sonra da borcunu ödemede zorlanan Türk köylüsünün elinden arsalarını alarak bölgenin yeniden Rum inisiyatifinin denetimine geçmesini bankanın ekonomik ağırlığı üzerinden sağlamaktadır. Yunan ticaret odaları ve şirketleri de Ege bölgesindeki ekonomik kuruluşlarla ortaklıklarını artırarak, İyonya yolunda önemli bir adım daha atmaktadırlar. Özellikler Yunan sermayesi ile kurulan ortak içki şirketlerinin fabrikaları hep Ege  bölgesinin çeşitli ilçelerinde  fabrika sahibi olmuşlardır.
          Yunanistan devleti, Rum lobileri ve Egenin gayrimüslim ahalisi ile kıyılarda yerleşmiş olan Lövanten burjuvazi öncelikle şunu bilmek zorundadır; Türk ulusal kurtuluş savaşı önce Ege bölgesinde başlamıştır. Bu kutsal mücadele zaman içerisinde yükselerek zafere ulaşmış ve Yunan ordularını Akdenize dökmüştür. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, Türk ordularına ilk hedef olarak Akdeniz’i öne sürmüştür. Dünya uygarlığının beşiği olan Akdeniz gibi merkezi bir denizden Türklerin kopmaması için, Atatürk Türk ordularına Akdeniz'i başlıca hedef olarak göstermiştir. Türk orduları Yunan ordusunu yendikten sonra askerleri kıyılara kadar kovalayarak Akdeniz ve Ege kıyılarına dökmüştür. Bu aşamadan sonra Ege bölgesi de Türkiye Cumhuriyetinin Misakı Milli sınırları içerisinde hak ettiği yeri almıştır. Tarihin akışı tıpkı ırmaklar gibi ileriye doğru olduğu için, tarihi gelişme çizgisini kimsenin geriye çevirme hakkı olamaz. Geçen yüzyılın başlarında bir büyük işgal ve kurtuluş savaşına sahne olan Ege bölgesinin, yeniden yirmi asır öncesi gibi bir İyonya yapılanmasına dönmesi mümkün değildir. Ancak Megalo İdea gibi hayaller peşinde koşan Helen emperyalizminin duygusal yandaşları bu tür rüyalar görebilirler. Rüya görmek de yeni bir devlet oluşturabilmek için yeterli olamaz. Batı emperyalizminin güdümündeki küresel sermaye bütün dünyaya yayılırken, ulus devletleri ve üniter yapıları parçalamayı hedeflemekte ve bu doğrultuda, bir küresel Balkanizasyon sürecini dünyanın her köşesine taşımaktadır. Yeni Sevr haritaları da bu doğrultuda Türkiye’nin payına düşen planlardır. Doğu Anadolu’da Büyük Ermenistan ile beraber Kürdistan ve Pontus devletlerini oluşturmayı düşünen küresel emperyalizm, Türkiye’nin batısında da bir Trakya, İyonya, Anzak ve Bizans devletçikleri oluşturabilmenin arayışı içindedir. Egede ulusal kurtuluş savaşının ilk adımlarını atmış olan Türk milletinin, böylesine haçlı planlarına alet olması düşünülemez. Yunanlılar ve Rum lobilerinin,  Türkiye’nin Ege bölgesinde yeni bir İyonya kurabilmenin arayışından önce giderek azalmakta olan nüfus yapılarını düzeltmeleri gerekmektedir. Hızla azalmakta olan nüfus yapıları nedeniyle Yunanlıların kendi ülkelerini ve Ege adalarını ellerinde tutabilmeleri gelecekte pek mümkün görünmemektedir. Bu durumda, Helen ulusunun yeni İyonya projesi iflas etmektedir ama benzeri bir projeyi Türkiye’de yaşamakta olan Yahudilerin ya da Sabatayların devreye sokmaları ihtimali de bulunmaktadır. Özellikle son zamanlarda ülkenin giderek İslamcı bir çizgiye kayması, Türk Yahudilerini çok rahatsız ettiği için, onlar da ülkenin batısına çekilerek bir yeni İyonya devletinin çatısı altında kendi kimliklerine uygun bir yaşam düzeninin arayışı içindedirler. Türkiye’yi bugün yönetenlerin ve yetkili makamların bu gibi oluşumları izleyerek gerekli önlemleri almaları ülke bütünlüğü açısından zorunlu görünmektedir. Türkiye Cumhuriyeti yaşadıkça, İyonya devleti kurulamaz, kurulursa o zaman da Türkiye Cumhuriyetinden söz edilemez.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

16 Ocak 2020 Perşembe

TRAKYA CUMHURİYETİ KURULAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


       TRAKYA CUMHURİYETİ KURULAMAZ

                    
         Türkiye Cumhuriyeti son zamanlarda hem içeriden hem de dışarıdan zorlanmakta ve bu nedenle de Misakı Milli kararına dayalı olarak oluşturulmuş ve Lozan barış antlaşması ile uluslararası alanda resmen kabul edilmiş olan ulusal sınırlarını korumakta büyük güçlükler çekmektedir. Bu durumun son örneği olarak Erbil’de ABD ve İsrail zorlaması ile toplanan Abant zirvesinde alınan kararlar doğrultusunda, Türk devletinin Kuzey Irak’taki kukla siyasal oluşumun Türkiye’ye yamanmak istenmesi ve daha sonra da  Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile  bütünleştirilerek ayrı bir bağımsız devlet ilan edilmesi gibi bir büyük bölgesel  plan ile  Türk devletinin karşı karşıya gelmesidir. Bu nedenle hem ABD Lozan antlaşmasını tanımaktan kaçınmakta hem de Avrupa Birliği ülkeleri Türkiye’nin doğu sınırlarının belirsiz olduğunu öne sürmektedirler. Türkiye son yıllarda sürekli olarak bu yüzden doğu ve güneydoğu sınırlarını korumak zorunda kalmıştır. Benzeri bir durum, Doğu Karadeniz bölgesinde yeniden Pontus tartışmalarıyla gündeme gelmiş ve bu doğrultuda söz konusu bölgenin Türkiye’den koparak ayrı bir devletçik olarak  öne çıkabileceği  konuşulmaya başlanmıştır.

      Küreselleşme dönemine geçilmesiyle beraber, Türkiye doğu ve güneydoğu sınırlarını korumakta zorlanırken asıl tehlikenin batı sınırlarında ve Trakya bölgesinde  sinsi sinsi geliştiği ve Türkiye Cumhuriyetinin Avrupa kıtasındaki topraklarını oluşturan Trakya bölgesinin Türk devletinin ulusal sınırları içerisinden kopartılmak istendiği yavaş yavaş anlaşılmaya başlanmıştır. Özellikle son yıllarda Edirne merkezli bir Trakya Cumhuriyeti oluşturma doğrultusunda yürütülen gizli çalışmaların giderek arttığı ve  Türkiye’yi bir oldu bitti ile karşı karşıya bırakabilecek önemli bir siyasal oluşumun hazırlandığı gibi bir durum gelişmeler doğrultusunda  hissedilmeye başlanmıştır. Türkiye’nin dostu olduğunu söyleyen batılı  müttefiklerimizin  gizli çabaları ile Türkiye Avrupa kıtasından atılmak istenmekte, bu doğrultuda Misakı Milli sınırları içerisinde yer almakta olan doğu Trakya bölgesi tıpkı batı Trakya gibi Türk yönetiminden kopartılmak istenmektedir. Türk kamuoyundan gizlenmekte olan bu durum bizzat batılı ülkeler tarafından tezgahlanmakta ve Türkiye Cumhuriyeti önümüzdeki günlerde bir başka bölücülük girişimi ile tıpkı doğu bölgesinde olduğu gibi  batı sınırları civarında da uğraştırılmaktadır. Hedef Türklerin Avrupa  kıtasından kovulmasıdır. Daha önceleri Balkan savaşları sırasında Osmanlı İmparatorluğu nasıl  Avrupa’dan geri püskürtülmüşse, şimdi de Osmanlı devletinin devamı olan Türkiye Cumhuriyeti Balkan yarımadasından temizlenmek istenmektedir.
Trakya Cumhuriyeti projesi, Küresel Balkanlar planı ile  Amerika Birleşik Devletleri ve İsrail tarafından gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Bu doğrultuda  geçen yıl Dünya Bankası başkanı olan siyonizmin  önde gelen Temsilcilerinden  Wolfofitz  geçen sene Edirne’ye gelerek Trakya bölgesinin valileri ile bir bölge toplantısı yapmıştır. Bu toplantıya Türkiye’nin Trakya bölgesinin valileri ile beraber Yunanistan’ın Batı Trakya valisi ile  Bulgaristan’ın Kırcaali valisi de katılmışlardır. Bir uluslararası kuruluşun başkanı Edirne’ye gelerek bir bölge toplantısı yaparken, bölgede  halen var olan üç devletin valilerinin böylesine bir toplantıya katılmaları son derece ilginçtir. Toplantı Türk basınında da haber olarak yer almasına rağmen, kamuoyunda tartışılmasına  o aşamada izin verilmemiştir . Siyonizmin önde gelen temsilcilerinden birisi olan bugünkü Dünya Bankası başkanı , Amerikan başkenti ve devletini işgal etmiş neoconsevatif kadronun bir üyesi olarak  dünya hegemonyası için çaba gösterirken, Edirne’ye gelerek  Küresel Balkanlar planı doğrultusunda bir Trakya Cumhuriyeti oluşumunu bölgedeki üç ayrı devleti parçalayacak derecede gündeme getirmiş olması son derece ilginç ve üzerinde durulması gereken bir konudur. Bu doğrultuda ulusalar arası düzeyde  hazırlıklar devam etmesine rağmen, konunun Türk kamuoyundan kaçırılmak istenmesi iyi niyetli olmayan bir  durum ile karşı karşıya kaldığımızı açıkça ortaya koymaktadır. Türkiye doğudan olduğu gibi batıdan da bölünmek istenmekte ve bunu isteyen dost görünümlü batılı emperyalist ülkelerin oyununa getirilmek istenmektedir. Türkiye’nin Trakya bölgesinde yaşamakta olan bir milyonu aşkın Türk vatandaşı da böylesine bir emperyalist oyuna resmen alet edilmektedirler.Türkiye giderek arasının bozulduğu Avrupa birliği ve ABD ile artık açık açık Trakya bölgesinin geleceğini de konuşmak  durumundadır.

Üç yıl önce bir Kurban bayramında Bulgaristan’ın   Türk kenti olan Kırcaali’nin  Pazar meydanında elinde pankartlarla dolaşan bir grup insan, Balkanlar’da yaşamakta olan Türkleri, Pomakları, küçük Asyalıları ve diğer Balkan  halklarını   Trakya Cumhuriyeti çatısı altında birleşmeye davet eden bir gösteri düzenlemişlerdir. Bu olaydan sonra Bulgaristan ve Yunanistan’da Trakya Cumhuriyeti konuşulmaya başlanmış ama her nedense, böylesine bir devletin şimdiden başkenti ilan edilen Edirne’nin sınırları içerisinde yer aldığı Türkiye Cumhuriyetinde bu konu kamuoyundan gizlenmek istenmiştir. Bir milyonu aşkın Türk asıllı insanın yaşamakta olduğu güney Bulgaristan’ın Kırcaali kenti ile üç yüz bin civarında Türk asıllı insanın yaşadığı Yunanistan’ın Batı Trakya bölgesini, gene bir buçuk milyonu yakın insanın yaşamakta olduğu Türkiye’nin Trakya bölgesi ile bir araya getirecek  böylesine bir yeni yapılanma projesine karşı Yunanistan ve Bulgaristan devletleri ile beraber Türkiye Cumhuriyetinin de  söyleyeceklerinin olması gerekir. Her üç devlette kendi sınırlarına sahip çıkmak durumundadırlar. Her devletin, uluslararası hukuka göre devlet olmaktan gelen hak ve yetkileri doğrultusunda kendi sınır güvenlikleri için uygun gördükleri  bütün önlemleri  alma hakkı bulunmaktadır. Bu nedenle Trakya Cumhuriyeti gibi bir yeni devlet oluşturma projesi öncelikle, üç komşu Balkan ülkesinin tepkileriyle karşı karşıya kalacaktır. Böylesine emperyal bir projenin hazırlayıcılarının üç devletin tepkisini ve ortak   karşı çıkışlarını hesap ederek  davranmaları gerekmektedir.
             Uluslararası hukuka göre  sınırlarının korunması gereken üç ülkenin  batılı emperyalist  devletler tarafından karşıya alınması son derece ilginç bir durum yaratmaktadır. Böylesine bölücü ve karıştırıcı bir emperyal projenin böleceği üç hedef ülkenin kendi hakları doğrultusunda hareket ederek  Trakya Cumhuriyeti oluşumuna karşı çıkacaklarını doğal karşılamak gerekmektedir. Burada esas hedef alınan ülke Türkiye Cumhuriyeti olmaktadır çünkü zaten Yunanistan ve Bulgaristan Türkiye’den yüz yıl geride olmalarına rağmen sırf Hıristiyan oldukları için Avrupa Birliği içerisine  tam üye olarak alınmışlardır. Bir anlamda Yunan ve Bulgar devletlerinin Avrupa Birliğinin koruması altında oldukları düşünülebilir. Ne var ki, her ay düzenli olarak Edirne kentine gelmekte olan İngiliz, Hollanda ve Alman devletlerinin Avrupa Birliğinde görev yapan temsilcilerinin de sürekli olarak Edirnelilere Trakya cumhuriyetini empoze etmeleri garip bir durum yaratmaktadır. Eğer Edirne merkezli bir Trakya Cumhuriyetini ilan etme ortamını hazırlayabilirlerse, Türk devleti bir Müslüman ülkenin temsilcisi olarak Avrupa kıtasından atılacak ve daha sonra da Hıristiyan Bulgar ve Yunan devletlerinin Türk asıllı bölgeleri Trakya Cumhuriyeti çatısı altında bir araya getirilebileceklerdir. Avrupa Birliği bu aşamada asıl hedef olarak Türkiye’nin Balkanlardan ve dolayısıyla Avrupa kıtasından uzaklaştırılmasına  öncelik vermektedir. Umarız, Türkiye’nin Avrupa Birliği ile tam üyelik görüşmelerini yürütmekte olan  baş müzakereci ve yetkili makamlar bu durumun farkına varmışlardır, aksi takdirde yıllar sürecek bir müzakere döneminden sonra Türkiye hem Avrupa Birliği dışında kalabilir hem de Avrupa kıtasındaki topraklarını Trakya Cumhuriyeti oluşumu sonucunda elinden kaçırabilir. Beş milyona yakın Türk  asıllı nüfusun  üç ayrı devletin çatısı altında yaşamlarını  sürdürdüğü Trakya bölgesinde Türkiye’den ayrı bir  Trakya Cumhuriyeti düşünebilmek mümkün değildir . Eğer sınırlar değişecekse o zaman bütün Trakya Türkleri, Türkiye cumhuriyetinin çatısı altında bir araya gelebilirler. Emperyalistler böylesine bir toparlanmayı önlemek üzere  ayrı bir Trakya Cumhuriyeti ile bölge halkının Türk kimliğini ortadan kaldırmak istemektedirler.

     Hıristiyan Balkan ülkelerinin teker teker Avrupa Birliği çatısı altına alınarak batı Avrupa emperyalizminin kuklası bir  statüye sürüklendikleri yeni aşamada, Amerika Birleşik Devletleri NATO görünümünde Balkan bölgesine girmiş ve bütün Balkan ülkelerinde  askeri üsler kurmuştur. ABD, Avrupa Birliği Balkanlara girmeden bütün Balkan ülkelerini NATO’ya alarak buralarda gelecekteki hegemonya planlarına uygun olarak örgütlenmiş ve askeri üsler  oluşturmuştur. Polonya, Macaristan ve Çek Cumhuriyetinden sonra Romanya ve Bulgaristan’da ABD hem NATO hem de kendi üslerini kurarak, Balkan hegemonyasını Avrupa birliğine kaptırmamıştır. ABD üzerinde etkin olan İsrail lobileri ise  ABD gücünden yararlanarak yeniden Yahudilerin Balkanlara geri dönüş projelerini devreye sokmuştur. Özellikle Selanik merkezli bir Büyük Makedonya için çalışmakta olan Siyonist Yahudi lobileri, hem Yunanistan’ı bölerek Selanik ile Üsküf’ü birleştirmeye çalışmaktalar hem de bütün Makedonya kentlerinde yeni  sinagoglar yaptırarak bu  merkezi Balkan ülkesini geleceğin Yahudi devleti yapmak için uğraşmaktadırlar. Bugünkü İsrail devleti yıkılırsa ya da Yahudiler yeniden Orta Doğu’dan sürülürlerse, o zaman  alternatif İsrail’in  Makedonya’da kurulacağı anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, Büyük Makedonya için çalışmakta olan ABD ve İsrail devletleri Bulgaristan ile Yunanistan’ın parçalanmasını ve Türkiye’nin balkanlardan uzaklaştırılmasını doğal olarak desteklemektedirler. Büyük Makedonya için parçalanmak istenen Yunanistan’dan daha sonra  Girit ve Ege adalarının da ayrı devletler olarak uzaklaşmaları planlanmaktadır. Böylece  Selanik Büyük Makedonya’nın  başkenti olunca, Batı Trakya bölgesi de Trakya Cumhuriyeti için de kendiliğinden  yer alabilecektir.
         Küreselleşmenin durduğu yeni aşamada Balkanlar yeniden emperyal  güçler arası çekişmenin ana merkezi konumuna gelmektedir. Bu  doğrultuda yeni emperyalist politikalar Balkan yarımadasında gündeme getirilirken, ABD ve İsrail ikilisi Yeni Osmanlıcılık politikası ile Türkiye’yi Avrupa Birliği ve Rusya’ya karşı kullanmaya çalışmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde değişen koşulları dikkatle izlemeli ve Türkleri yeniden Avrupa’dan dışlayacak projelere kesinlikle izin vermemelidir. Ayrıca ABD ve İsrail’in bölgedeki maşası konumuna sürüklenebilecek bir Türkiye’nin Avrupa Birliği ve Rusya ile karşı karşıya getirilmesi oyunlarına da karşı çıkılmalıdır. Türkiye cumhuriyetini yönetenler, bu coğrafyada Selçuklu ve Osmanlı İmparatorluklarından gelen bin yıllık devlet geleneğine ve birikimine sahip olunduğunu her aşamada hatırlamalıdırlar. İki yüz yıllık devlet olan ABD ile altmış yıllık devlet olan İsrail’in devlet olma birikimi Türk devletinden fazlasıyla geride kalmaktadır. Avrupa birliği diye bir oluşum tam olarak gerçekleşemediği için, bugün  yeniden on dokuzuncu yüzyılın sonlarındaki siyasal tablo yeniden dünyanın gündemine oturmuştur. O dönemde Osmanlı İmparatorluğunu tehdit eden gelişmelerin benzerleri  bugün Türkiye cumhuriyetini uğraştırmaktadır. Gelecekte yeni dünya düzeni üzerine bir anlaşma sağlanamazsa, Balkanlar’da üçüncü bir Balkan savaşı, üçüncü dünya savaşına giden yolda  gündeme gelebilir. ABD,Avrupa Birliği ve İsrail üçlüsü, Balkan haritası ile oynayarak Trakya Cumhuriyeti ve Büyük Makedonya, Girit ve Ege Cumhuriyetleri, Tuna ve Çingene  devletleri gibi Kosova Cumhuriyeti benzeri  yeni siyasal oluşumlarla bölge devletlerini  tehdit edeceklerine, dünya barışı için Balkan ülkelerinin  bugünkü sınırlarını güvence altına almalıdırlar. Türk devleti Trakya bölgesine her zaman sahip çıkacak ve Balkan Türkleri ile dayanışmasını  daha da geliştirecektir. Trakya cumhuriyeti gibi bir  yeni bir Sevr  oluşumuna ya da böl ve yönet politikasına  Türk devleti hiç bir zaman alet olmayacak  ve Trakya Cumhuriyeti kurulamayacaktır.  

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

                          

10 Ocak 2020 Cuma

İSTANBUL TRAKYA’YI YUTAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


İSTANBUL TRAKYA’YI YUTAMAZ

Geçen ayın son haftasında, Tekirdağ’ın Saray İlçesinde, Atatürkçü Düşünce Derneği’nin Saray şubesinin öncülüğünde Marmara Çevre Platformu’nun son toplantısı yapıldı. Bazı bilim adamlarının katıldığı toplantıda bir gün boyunca Trakya bölgesinin geleceği, Marmara Çevre Platformuna üye olan sivil toplum kuruluşlarının katılımı ve desteği ile ele alınarak tartışıldı. Toplantıya katılan bilim adamları, sivil toplum kuruluşlarının uyanık bekçiliği karşısında, tüm gerçekleri dile getirerek Trakya bölgesinin kurtarılabilmesi uğrunda yapılması gerekenleri ve bilimsel açıdan önerilerini dile getirdiler. Bu toplantı sayesinde bütün Trakya bölgesi bir kez daha geleceğini tartışarak, karşı karşıya kaldığı yok olma çıkmazından kurtulabilmenin yolları üzerinde durdu. Katılımın yüksek olması sayesinde canlı geçen platform toplantısı sonrasında, Trakya bölgesinin içinde bulunduğu yok olma ve işgal edilme çıkmazları her yönü ile ortaya konularak, bölge halkının geniş katılımıyla bir kurtuluş planı üzerinde anlaşabilmenin mümkün olduğu görüldü. Her türlü baskıya direnen ve İstanbul ile Avrupa Birliği üzerinden çevrilen oyunlar ve senaryoların her yönü ile dile getirildiği bu platform toplantısında, uzaktan kumandalı bütün güdülemelerin bozulabileceği anlaşılmıştır. Bilim adamlarının ortaya koyduğu gerçekler ve önerilere, toplantıyı düzenleyen sivil toplum kuruluşlarının destek vermesi ve kitlesel destek sağlanmasıyla, Trakya bölgesinin geleceği hakkında başkalarının yetkili olmasına izin verilmeyeceği görülmüştür.

Avrupa kıtası ile Anadolu yarımadası arasında bir doğal köprü konumunda bulunan Trakya bölgesi, değişen siyasal koşullar nedeniyle geçmişten gelen geleneksel jeopolitik konumunu yitirme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Avrupa’daki kıtasal birleşme süreci ile yanı başında giderek devleşen bir İstanbul oluşumu karşısında Trakya bölgesi, kendi başına hareket edemez bir duruma geldiği için bu bölgenin geleceği ile ilgili kararlar başka yerlerde verilmeye başlanmıştır. Gene bölgenin geleceği ile ilgili plan ve programlar da bölge dışı merkezlerde oluşturularak bölgeye zorla kabul ettirilmeye çalışılmıştır. Avrupa kıtasındaki birlik oluşumu kıtanın doğal bir parçası olan Trakya bölgesinde ayrı bir cumhuriyet kurdurarak, burayı Türkiye’den koparabilmenin hesaplarını ve planlarını yaparken, Trakya’nın yanında bulunan bölgenin en büyük ve en kalabalık kenti İstanbul devreye girerek, Avrupa Birliğinin önüne kesercesine Trakya’yı kendi arka bahçesi ilan etmiştir. Avrupa Birliği süreci içerisinde Türkiye’nin başı Avrupa ile derde girdikçe İstanbul öne çıkmış ve Orta Doğu’daki yeni gelişmeler Türkiye Cumhuriyetinin doğu bölgelerini yakından etki altına aldığı aşamada, İstanbul kenti de ülkenin batı bölgesindeki en büyük merkez olarak, Marmara ve Trakya bölgelerine doğru genişleyerek ve bu bölgeler ile bütünleşerek ayrı bir İstanbul devleti konumunda Avrupa Birliği içinde yer almaya hazırlandığı görülmüştür.  Bu durum açıkça söylenmese de, Avrupa Birliği yetkilileri zaman zaman bu konuda konuşmuşlar, Türkiye Cumhuriyetini tam üyeliğe alamayacaklarını ama İstanbul kentini civarı ile beraber Avrupa Birliği içine almaya hazır olduklarını dile getirmekten çekinmemişlerdir. Edirne kentine gelen Avrupa Birliği temsilcileri Doğu ve Batı Trakya’yı birleştirerek, Bulgaristan’ın Kırcaali kentinin de eklenmesiyle oluşacak bir Trakya Cumhuriyetini Birlik içine üye alabileceklerini gizlice ifade ederlerken, İstanbul’a gelen Avrupalı temsilciler ise, İstanbul bölgesini hinterlandı ile beraber bir ayrı devlet olarak kıtasal birliğin içine alabileceklerini belirtmekten çekinmemişlerdir. Bu durumda, Edirne ile İstanbul kentleri Avrupalıların çabaları ile karşı karşıya getirilirken, Trakya bölgesinin geleceği için bir Avrupa ve İstanbul rekabeti ortaya çıkmıştır.
      Avrupa Birliği kendi çatısı altında yer alacak bir Trakya Cumhuriyeti için Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye gibi üç ayrı ülkeyi parçalamaktan çekinmezken, böylesine bir planı önlemek ve bölgeyi Avrupa’ya kaptırmamak isteyen İstanbul’un da Marmara ve Trakya bölgelerini kendi doğal hinterlandı ilan ederek, sahip olduğu büyük kentleşme olgusunu zaman içerisinde bir ayrı eyaletleşme sürecine yöneltmek istediği anlaşılmaktadır. Avrupa kıtasındaki küçük devletler, özellikle Yugoslavya gibi bir büyük federasyonun dağılmasından sonra yeniden Balkanlar’da moda olunca ikinci kez bir Balkanizasyon süreci doğu Avrupa bölgesinde yaşanmış ve bunun sonucunda küçük küçük devletçikler Avrupa Birliğine yeni eyaletler olarak katılmışlardır. Slovenya, Hırvatistan ya da Makedonya gibi küçük devletler Avrupa Birliğinin üyesi konumuna gelirken,  Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan gibi orta boy devletler Avrupalıların gözüne büyük görünmüş ve tıpkı Yugoslavya’yı dağıttıkları gibi bu orta boy Balkan devletlerini de küçük eyaletlere bölmek istedikleri aşamada Trakya Cumhuriyeti formülü kendiliğinden gündeme gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapay olarak çizilen sınırların anlamsızlığı gündeme getirilerek, bölgede halen var olan devletlerin dağılmasına giden yol açılırken, Trakya bölgesinde ayrı bir cumhuriyet oluşturulması düşüncesi açıktan tartışılmaya başlanmıştır. Türkiye Cumhuriyetini Osmanlı İmparatorluğunun mirasçısı olarak çok büyük bir devlet olarak gören Avrupa Birliğinin sürekli olarak Türkiye’ye yeni bir Yugoslavya modeli ile yaklaşmaya çalışması sonucunda, Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde ayrı devlet oluşumu bu kıtanın önde gelen büyük devletleri tarafından desteklenmişler ve bu tutumun doğal sonucu olarak da Trakya bölgesine bakış açıları yeni bir eyalet devleti yaratma doğrultusunda olmuştur. Bütün doğu Avrupa topraklarını birlik yönetimi altına almaya çalışan Avrupa, Türkiye’yi kıtanın dışına çıkarabilmek amacıyla Misakı Milli sınırları içerisinde bulunan Trakya bölgesini yeni bir yapılandırmadan sonra içine almayı hedeflemiştir.
      Türkiye’nin Avrupa Birliğine üyelik macerasının giderek uzaması ve çıkmaz bir sokağa gelerek saplanması üzerine,  Orta Doğunun çatışma ortamından uzak kalmak isteyen İstanbul kenti, Avrupa’ya daha yakın olabilmek üzere yeni bir yapılanmaya yönelmiş ve bu doğrultuda Marmara ve Trakya bölgesini yutarak genişlemeyi hedeflemiştir. Antik çağlardan bu yana insan toplumlarının yaşadığı Trakya bölgesini ele geçirmek ve kendi arka bahçesi olarak ilan ettikten sonra kendi merkezli bir yeni yapılanmaya zorlamak isteyen İstanbul kenti, Trakya’daki doğal yaşam alanları ile tarımsal üretim topraklarını yok edecek düzeyde bir bölgesel planı gündeme getirmiştir. Avrupa merkezli Trakya plan ve programları bölgeye açıktan ya da dolaylı yollardan dayatıldıkça İstanbul bu durumdan fazlasıyla rahatsız olmuş ve Trakya bölgesini Avrupa Birliğine kaptırmamak üzere bir yeni İstanbul planı devreye sokulmuştur. İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanan İstanbul Metropoliten planına bakıldığı zaman, bütün Trakya bölgesinin İstanbul kenti tarafından yutulduğu görülmektedir. Yetkisi olmamasına rağmen, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin kentin sınırlarını aşarak böylesine bir bölgesel plana, metropoliten plan adı ile kalkışması tam anlamıyla hukuk dışı bir girişim olarak ortalığı iyice karıştırmış ve Trakya bölgesinin geleceğini bütünüyle İstanbul kentinin insafına bırakmıştır. Kendi kentini düzenlemekten aciz bir belediye olarak İstanbul Belediyesinin kent sınırları dışında bir planlamaya yönelmesi açıkça hukuk dışı bir tutum olarak gündeme gelmiş ve tüm Trakya bölgesini hedef alarak da Trakyalıları İstanbul’a düşman yapmıştır. İstanbul’un geleceği için Trakya bölgesinin geleceğinin tehlikeye atılmasını hiçbir Trakya kenti kabul etmediği gibi, Trakya insanı da böylesine yok edici bir dış plana karşı sonuna kadar direneceğini bölgedeki sivil toplum kuruluşları ve platformlar aracılığı ile ortaya koymuştur. Tıpkı Avrupa Birliği gibi İstanbul kenti de kendi gelişme planları doğrultusunda Trakya bölgesini içine alarak eritmeyi ya da bütünleşerek yok etmeyi düşündüğü için, Trakyalılar her iki taraftan gelen bu gibi bütün girişimlere son yıllarda kararlı bir biçimde karşı çıkmışlardır. Son yapılan Marmara Çevre Platformu toplantısı da bu bölgesel direnişin açık bir göstergesi olmuştur.

        Avrupa ile İstanbul arasına sıkışıp kalan Trakya bölgesi aslında bugünkü hukuki duruma göre, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ulusal sınırları içerisinde yer alan bir coğrafi bölgedir. Türk devleti üniter bir yapıda olduğu için herhangi bir bölgesel yönetimi sahip olmayan Trakya’da bulunan il ve ilçelerde yaşayan halk kitleleri bir araya gelerek kendi kaderleri üzerine oynanan oyunlara karşı çıkmışlardır. Edirne, Tekirdağ ve Kırklareli gibi üç ayrı ilin topraklarının bulunduğu bu bölgenin doğusunda İstanbul iline bağlı olan bazı bölgelerde bulunmaktadır. İstanbul kenti bu nedenle, kendi topraklarından hareket ederek diğer üç ilin topraklarını da içine alan bir büyük bölgesel yapılanmayı İstanbul Metropoliten Planı olarak bölge illerine ve halkına dayatmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olan Ankara ise, Trakya bölgesine tıpkı diğer bölgelere bakışı gibi bir yaklaşımda bulunmakta ve Anayasal çerçevede var olan eşitlik ilkesi doğrultusunda diğer bölgelere dönük sürdürülen kamu hizmetlerinin bu bölgeye de aynen uygulanabilmesi için çaba göstermektedir. Başkent Ankara açısından, var olan hukuk devleti çatısı altında ülkenin bütün bölgeleri eşit bir konuma sahip bulunmaktadır. Bu doğrultuda hem ülkenin yönetimi hem de kamu hizmetlerinin yürütülmesi Ankara açısından öncelikli bir öneme sahiptir. Ankara devletin merkezi olarak bütün bölgelere eşit düzeyde yaklaşımlar geliştirmekte ve devletin olanakları çerçevesinde bölgelerin gereksinmelerinin karşılanmasına dikkat etmektedir. Devletin kuruluşu aşamasında Misakı Milli sınırları içerisinde yer alan Trakya bölgesinin, ülkenin birliği ve bütünlüğü içerisinde ele alınması ve Türkiye’nin üniter yapısı içinde geleceğe dönük bir yeni yapılanma sürecine yönlendirilmesi söz konusudur. Türk devletinin Avrupa kıtasındaki topraklarını meydana getiren Trakya bölgesinin Anadolu yarımadasının dışında düşünülmesi, Türkiye Cumhuriyeti açısından mümkün değildir. Türkiye Trakya’ya kendi kolu ya da bacağı olarak bakmakta ve ülke bütünlüğünün içinde bu bölgenin geleceğini diğer bölgelerle beraber düşünmektedir. Avrupa Birliğinin Türkiye’yi dışlayan ve Türk devletine karşı çıkan yapılanmasıyla, İstanbul’un başkent Ankara’yı devre dışı bırakan ya da Türk devletinin üniter yapısını ortadan kaldıran bölücü yaklaşımının, Trakya bölgesini yok etmesine Türk devleti izin veremez, ve bu duruma engel olmak görevinin de ilgili ve yetkili kamu makamları ya da kurumlarınca yerine getirilmesi gerekmektedir.
        İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından hazırlanmış olan Metropolitan plana göre, İstanbul’un bütün su ve doğal gereksinmelerinin karşılanacağı bölge olarak Trakya gösterilmektedir. Ayrıca, İstanbul kentinin yeniden yapılandırılması doğrultusunda uygulanacak de-santralizasyon  planının uygulama alanı olarak da Trakya bölgesi gösterilmektedir.  Doğal yapısı gereği bütünüyle bir doğal yaşam alanı ve tarımsal üretim bölgesi olarak şimdiye kadar varlığını sürdürebilmiş Trakya bölgesinin, İstanbul gibi giderek canavarlaşan bir büyük azman kent tarafından her türlü gereksinmeleri karşılayabilme doğrultusunda İstanbul kenti ile bütünleştirilmeye çalışılması tam anlamıyla Trakya bölgesinin İstanbul gibi bir dev kent tarafından yutulması anlamına geldiği açıktır. Böylesine bir durumu hiçbir Trakya ili ya da ilçesinin kabul etmesi mümkün olmadığı gibi ayrıca tümüyle Trakya halkının bu yok olma planına sonuna kadar direneceği de açıktır. Ne var ki, eski İstanbul Belediye başkanının siyasal iktidarda olmasından yararlanmak isteyen İstanbul kentinin bugünkü yönetimi bir işgüzarlık yaparak, İstanbul Metropoliten planını anayasa ve yasalara aykırı bir doğrultuda hazırlamaya kalkışmakta ve bu hukuk dışı girişiminin arkasında da siyasal iktidarın desteğini sağlamaktadır. Küresel planlara bağlanmış olan bugünkü ılımlı İslamcı iktidar, ulusal, üniter ve laik devlet yapılanmasına karşı çıkarken, bölgelerde eyaletlerin oluşmasına sıcak bakmakta ve bu doğrultudaki yerel gelişmeleri de desteklemektedir. Güneydoğudaki gelişmelerin bölgeselleşmeye doğru ilerlemesini dolaylı yollardan hoş gören bir siyasal iktidarın Türkiye’nin diğer bölgelerindeki eyaletleşme süreçlerine karşı da aynı yaklaşımı izleyeceği söylenebilir. Yerelleşme, bölgeselleşme, yerel yönetimler reformu ya da kamu yönetimi reformu adı altında benzeri girişimler sürekli olarak gündeme getirilmiş ve küresel emperyalizme bağlanmış batılı merkezler tarafından da desteklenmiştir. Trakya’nın geleceği ile ilgili yok olma süreci, kendi olgusu içinde değil ama Avrupalıların kıtasal birlik oluşturma ya da İstanbul’un, Ankara’daki devleti bir yana bırakarak kendi başına ayrı bir bölgesel devlet yapılanmasına yönelmesi nedeniyle gündeme gelmektedir. Bu doğrultuda Trakya halkı ya da platformları gibi Türk devleti de, Trakya bölgesine sahip çıkarak geleceğini koruyabilmek için, hem Avrupa Birliğinin bölücü girişimlerine hem de İstanbul kentinin civarındaki bölgeleri yutucu saldırgan girişimlerine karşı çıkarak yeni önlemler alması ve alternatif planlar hazırlayarak uygulamaya koyması gerekmektedir. İstanbul Belediyesi ekibinin devletin başında iktidar olarak bulunması, Ankara’nın başkent olarak İstanbul’u hizaya getirmesini önleyecek bir durum yaratmaması gerekmektedir.
       İstanbul Metropoliten Planı incelendiğinde, Trakya’nın bütünüyle geleceğine el konulduğu görülmektedir. İstanbul Belediyesi kendi kentinin planlarını hazırladıktan sonra Trakya bölgesinin de bütün planlarını hazırlamaya çalıştığı görülmektedir. Devlet Planlama Teşkilatının bütünüyle devre dışı bırakılmak istenmesi tümüyle hukuka aykırı olduğu gibi, Çevre ve Orman Bakanlığı ile Tarım Bakanlığının, Enerji Bakanlığının da bölgede dışlanması ve bu bakanlıklar ile ilgili kamu kurumlarının yetki alanlarına giren plan ve programlama işlerinin bütünüyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi tarafından yürütülmek istenmesi, Türkiye’de devlet düzenini açıktan bozmaktadır. Ne var ki, İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bu hukuk dışı girişimlerine karşı çıkması gereken hükümetin aynı partiden olması nedeniyle, İstanbul’un çevresine saldıran ve yutmaya çalışan azgın ve azman tutumunun devam etmesine yol açmaktadır. Bir kurdun kuzuları yemesi gibi, İstanbul kenti de civardaki il ve ilçeleri yutarak genişlemeye ve giderek artan nüfusunun sınırsız gereksinmelerini etraftaki il ve ilçelerin topraklarından sağlamaya çalışmaktadır. Trakya’yı İstanbul kentinin sınırsız bir biçimde artan gereksinimlerine uygun planlayacak böylesine bir girişimin, Trakya bölgesinin sonu olacağı ve bütün Trakya topraklarının İstanbul eyalet devletinin toprakları durumuna geleceği açıkça ortaya çıkmaktadır. Suyunu, toprağını ve tarım arazilerini İstanbul gibi bir büyük sanayi kentine kaptıracak olan Trakya bölgesinde eskisi gibi, insanların doğal bir ortamda yaşamlarını sürdürebilmeleri mümkün olamayacak, İstanbul gibi kozmopolit bir dev kentin bütün sorunları ve kirliliklerinin Trakya bölgesine taşınması kaçınılmaz olarak gerçekleşecektir. İstanbul kenti bir anlamda kendisini kurtarmaya çalışırken, açıkça Trakya’yı yok etmeyi düşünebilmekte ve İstanbul merkezli hazırlanan planların Trakya bölgesinin ayrı bir varlık olmasına izin vermediği anlaşılmaktadır. Sahip olduğu jeopolitik konumun bedelini ödemek zorunda kalan Trakya bölgesi, Avrupa kıtası ABD’ye karşı birleşirken, ya da buna karşılık küresel sermayenin İstanbul’a gelerek dünya ticaret merkezi kurması gibi iki ayrı ve rakip proje arasında kalarak ezilmektedir. Bu aşamada, Trakya’yı arada kalarak sıkışıp gitmekten kurtaracak tek merkez Ankara’dır. Ankara Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olarak bu duruma el koymak ve gereken önlemleri almak durumundadır. İstanbul kenti Trakya’nın her şeyini kendisi planlamaya kalkışırken, Türk devletinin ilgili bakanlıkları ve yetkili kamu kurumlarının devreye girerek böylesine bir istismara ya da hukuk dışı uygulamaya izin vermemesi gerekmektedir. İstanbul ve Avrupa ile karşı karşıya kalan Trakyalıların da Ankara’daki parlamentoda temsilcilerine çok dikkat etmesi ve gerçek anlamda Trakya bölgesinin çıkarlarını koruyacak milletvekillerini seçmesi gerekmektedir. Gerektiğinde iktidar partilerinin dış güçlerin ve de içerideki egemen çevrelerin baskılarına, özellikle İstanbul’u büyüterek Yeni Bizans ya da Dünya Ticaret Merkezi gibi emperyal projelerin İstanbul üzerinden bütün Marmara ve Trakya bölgelerini yok etmesi girişimlerine karşı çıkabilecek düzeyde ve güçteki siyasal kadroların, Türk devletinin başkentinde Trakya bölgesinin çıkarlarını temsil etmesinde zorunluluk bulunmaktadır.    
İstanbul kentinin giderek kontrol edilemez bir noktaya gelen nüfus yapılanması her açıdan bölge için problem oluşturmaktadır. Özellikle İstanbul’da yerleşmiş olan büyük sermaye sahiplerinin Marmara bölgesinde yoğunlaşan sanayileşme girişimleri bölgeye olan nüfus göçünün çok fazla olmasına yol açmıştır. Doğu, güneydoğu bölgeleriyle beraber iç Anadolu’ya da yatırım yapmayan sanayicilerin kendilerini güvenceye alma doğrultusunda İstanbul ve çevresine sanayi yatırımları yapmaları nedeniyle, İstanbul ve çevresi yaşanmaz bir duruma gelmiştir. On beş milyona tırmanan nüfus yapılanmasıyla İstanbul kentine su ya da gıda maddeleri sağlamak giderek mümkün olamamakta ve ortaya çıkan açığı da, Büyükşehir Belediyesi Trakya bölgesi üzerinden kapatmaya çaba göstermektedir. İstanbul’u rahatlatmak için sanayi tesisleri ile beraber nüfusun üçte birinin Trakya bölgesine taşınmak istenmesi beraberinde Trakya bölgesinin bitişini gündeme getirdiği için, böylesine bir girişimin Trakyalılar açısından kabul edilebilmesi mümkün gözükmemektedir. Doğu ve güneydoğu Anadolu bölgeleri gibi dağlık alanlar boş dururken, İstanbul sanayi tesislerinin Trakya gibi bir tarım alanına taşınmak istenmesi tam anlamıyla bir çılgınlık olarak görülmektedir. Fabrika sahiplerini ulaşım giderlerinden kurtarmak gibi düşünceler ile İstanbul çevresine sanayi tesislerinin taşınmaya çalışılması bir yeşil alan olan Trakya bölgesinin ölüme mahkûm edilmesi anlamına gelmektedir. Ayrıca beş milyonluk insan kitlesinin yeni toplu konut alanları aracılığı ile Trakya bölgesine kaydırılması da beraberinde ormanlık ve yeşil alanların ortadan kalkmasına neden olacaktır. Çevre yolları ve transit otoyolların büyük bir çevre yıkımı yarattığı Trakya’da benzeri girişimlerin sürdürülmesi, bu bölgenin yaşanılır alan olmaktan çıkarılması anlamına gelecektir. İstanbul’un ticaret merkezi olarak bir küresel mega kent konumuna dönüştürülmek istenmesi, beraberinde Trakya bölgesinin yok oluşunu da gündeme getirmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti devletinin, üyesi olmadığı Avrupa Birliği üzerinde yeterince etkili olabilmesi pek mümkün görünmemektedir. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir Avrupa Birliği ile boğuşan Türkiye sonunda bu birlik ile karşı karşıya gelmiş ve bu aşamada Trakya bölgesi Avrupa Birliği üzerinden Türkiye’yi Avrupa dışı bırakmak üzere öne çıkarılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti uygulayacağı dengeli dış politikalar yolu ile, Avrupa Birliğinin Türkiye’yi parçalayıcı girişimlerine karşı yeni dengeler oluşturarak ülkesinin birlik ve bütünlüğünü koruyabilmesi mümkündür. Ne var ki, tıpkı diğer seksen il gibi Türkiye’nin bir vilayeti olan İstanbul ile ilgili tek yetkili makam başkent Ankara’dır. Ankara’daki anayasal devlet ve bu devletin bütün ilgili ve yetkili kamu kurumları, Türkiye Cumhuriyetinin ulusal sınırları içerisinde yer alan her yer ve bölge ile ilgili olarak karar alma yetkisi, başkent Ankara’daki Türk devletinin elinde olduğu dikkate alınmalıdır. Ankara, Türk devletinin geleceğini planlarken hem Trakya’yı hem de İstanbul’u ayrı ayrı düşünmek ve iki bölgenin gereksinimlerini ulusal birlik ve bütünlük düzeni içerisinde bir çözüme bağlamak durumundadır. Türk devletinin üniter yapısını bozabilecek bir bölgeselleşmeye nasıl güneydoğu bölgesinde izin verilmediyse, aynı doğrultuda İstanbul ve Trakya bölgesi için de benzeri bir yaklaşımın geliştirilmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasasına göre, hiçbir ilin özel bir ayrıcalığı yoktur ve bu nedenle de hiçbir il için ayrıcalıklı bir yapılanma düşünülemez. Her il anayasa ve yasalar önünde Türkiye Cumhuriyeti açısından eşit bir konuma sahip bulunmaktadır. Küresel sermayenin ya da emperyalist güçlerin bölgesel plan ya da programları da hiçbir biçimde, Türk devletinin anayasal yapılanmasını bozamaz. Tarihten gelen bazı gerekçelere dayanarak, ya da dinler açısından bölgesel bir yapılanmayı düşleyerek hiçbir güç İstanbul uğruna Trakya bölgesini yok edecek bir yeni yapılanmayı Türk devletine dayatamaz. Küresel sermaye üzerinden dünyanın merkezine egemen olmak isteyen batı hegemonyasının İstanbul’u merkez tutarak bütün bölgeye karşı saldırganlık üssü haline dönüştürmesine, ne Türkiye ne de bölge devletlerinin izin vermemesi dünya barışı açısından zorunlu görünmektedir. İstanbul Metropoliten planı olarak öne çıkarılan çalışmanın arkasında İstanbul halkı değil ama küresel sermayenin Boğazın iki yakasında yaşayan işbirlikçi zengin burjuvazinin olduğu anlaşılmaktadır. Ulusal düzeyde yayın yapan medya ve basın organlarının İstanbul merkezli bir yapılanma içinde küresel sermayenin güdümünde yayın yapması da, Türkiye’nin yönetiminde İstanbul kentine ayrıcalıklı bir yer kazandırmış ve bu nedenle de İstanbul’da yuvalanmış olan büyük sermayenin çıkarları ile işbirliği yaptığı küresel sermayenin istekleri İstanbul üzerinden Türk devletine baskı ile kabul ettirilmiştir. Bu durum açıkça bilindiği için, Trakya halkı kendi başının çaresine bakarak hareket etmekte ve çok büyük bir baskı altında bunalan Ankara’ya güvenmeyerek kendi haklarını aramaktadır. İstanbul’un son yıllarda giderek artan baskı ve saldırganlıklarına karşı Ankara’daki devletin müdahale etmemesi ve hükümetin de kendi partisinden olan belediyeye sahip çıkan bir konuma gelmesi noktasında artık Trakya halkının kendi başının çaresine bakmaya kararlı olduğu anlaşılmaktadır. İş başa düşünce, bütün Trakya halkının bir araya gelerek hakkını ve hukukunu korumaya çalıştığı ve bu doğrultuda oluşturulan sivil toplum kuruluşları aracılığı ile de sesini yükselterek gerekirse daha da üst düzeyde mücadele etmeye kararlı olduğu görülmektedir. Ankara’dan ses çıkmayınca, İstanbul gibi dev bir kent ile karşı karşıya kalınca Trakya’lı kimseye güvenmemeyi ve kendi davasını kendi takip etmeyi öğrenmiştir.
      Bölgenin geleceği ile ilgili en yetkili kuruluş olan Trakya Üniversitesi, İstanbul üzerinden sürdürülen saldığı ve işgal girişimlerine karşı Trakya’nın geleceğine sahip çıkma doğrultusunda 2004 yılında rektör Prof. Dr. Osman İnci ile Prof. Dr. Emre Aysu’nun öncülüğünde bir “Trakya Alt Bölge ve Ergene Havzası Çevre Planı“ hazırlayarak kamuoyunun tartışmasına sunmuştur. İstanbul medyası tarafından sürekli olarak gündemde tutulan Metropoliten plana karşılık hazırlanan bu bölge kalkınma planı resmen onaylanmasına rağmen, yetkili kuruluşlara İstanbul üzerinden yapılan baskı ve engellemeler nedeniyle bir türlü uygulama alanına getirilememiş ve meydana gelen boşluktan İstanbul Belediyesi yararlanarak, iktidar partisinin kontrolü altındaki kamu kurumları üzerinden isteklerini Trakya bölgesine dönük olarak uygulamaya başlamıştır. İstanbul’un de-santralyizasyonu amacıyla, hem sanayi kuruluşları yavaş yavaş Trakya’ya doğru aktarılmaya başlanmış hem de giderek artan nüfusun yaşayabileceği toplu konut alanları  gene Trakya bölgesine doğru açılmaya başlanmıştır. Trakya Üniversitesi tarafından hazırlanan bölge kalkınma planı “Trakya İstanbul’un işgaline karşı direniyor “ başlığı altında kitap olarak da yayınlanmış ve İstanbul azmanının bu bölgeyi yutmasını önlemek üzere kamuoyunun önünde resmen tartışmaya sunulmuştur. Kitabın yayınından bir yıllık bir süre geçmesine rağmen, kitapta açıklanan Trakya Üniversitesi’nin planının ilgili ve yetkili çevrelerce ele alınarak değerlendirilmemesi,  Türk devleti üzerindeki küresel emperyal baskının devam ettiğini ve İstanbul Büyükşehir Belediyesinin bu durumdan yararlanarak yoluna devam ettiğini açıkça ortaya koymaktadır. İstanbul’a New York’u taşımaya kalkışanlar, Edirne’yi de küçük Manhattan olarak ilan etmekten çekinmemektedirler. Boğaz’ın iki yakasına yabancıları doldurmayı düşünenler, İstanbul’un yerli halkını da Trakya’ya boşaltmayı planlamaktadırlar. Bu durumda, İstanbul’un arka bahçesi olmaktan kurtulamayan Trakya’nın önümüzdeki dönemde fazlasıyla İstanbul’un saldırı ve işgaline uğrayacağı anlaşılmaktadır. İstanbul’a göçün önlenemediği sürece bu hastalıklı gelişmeyi kimsenin durdurabilmesi mümkün görünmemektedir. Trakya Üniversitesinin ve Marmara Çevre platformunun başlatmış olduğu hukuk mücadelesi de, yargıdaki siyasal çekişmeler yüzünden sonuç vermemiş ve Trakya bölge planının ortada kalması sağlanarak, İstanbul Metropoliten planının önü dolaylı olarak açılmıştır. Bir hukuk devletinde olmaması gereken bu durum, önde gelen siyasal nedenler ve yeni yapılanma planları doğrultusunda egemen güçler tarafından sağlanmıştır.
        Trakya bölgesi, bugün sivil toplum kuruluşları ve çevre platformları aracılığı ile İstanbul üzerinden üzerine gelen küresel saldırı ve işgal girişimlerine karşı var gücü ile direnmektedir. Bu nedenle İstanbul’un Trakya’yı yutması mümkün değildir. Dış destek ve küresel sermaye ortaklığı ile giderek azmanlaşan İstanbul’un çevresine ve ülke bütünlüğüne büyük zarar veren bu saldırgan ve işgalci tutumuna karşı, Türkiye’nin bütün bölgeleri ile beraber başkent Ankara’da karşı çıkmalı ve Türk devletinin güçlü girişimleri ile, İstanbul’un Trakya’yı yutmasına izin verilmemelidir. Dışarısı ile ortaklığa giren İstanbul’un mütareke İstanbul’u olarak yeniden devreye girmesi, emperyal güçlere teslim olması ve onların işbirlikçisi olarak bölgesel hegemonya planlarına karşı, başkent Ankara hiçbir şey yapmazsa ve seyirci kalırsa, o zaman tıpkı kurtuluş savaşı günlerinde olduğu gibi, bölge halkının Trakya ve Paşaeli Müdafai Hukuk Cemiyeti’ni yeniden oluşturarak bir var olma savaşı vermesi kaçınılmaz görünmektedir. İstanbul’un ticaret merkezi olması ya da Yeni Bizans’ın merkezi olması gibi dıştan destekli emperyal planlar, Trakya halkının haklı var olma mücadelesini hiçbir zaman önlememelidir. Trakya Türkiye Cumhuriyetinin kopmaz bir parçası olarak Balkanlardaki Türk varlığının temsilcisi olarak varlığını önümüzdeki dönemde de sürdürecek ve Türkiye ile Balkanlar arasında tarihi bir köprü olarak, Türkiye’nin güvencesi olacaktır ama hiçbir emperyal ya da işbirlikçi güç, Trakya’yı mütareke İstanbul’unun arka bahçesi yapamayacaktır. İstanbul Belediyesinin de bu durumu bilerek hareket etmesinde ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından büyük yarar vardır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN