MİSAK–I MİLLİ‘DEN MAVİ VATANA
Türkiye
Cumhuriyeti Misak-ı Milli andı üzerine kurulmuş bir ulus devlet olarak, Osmanlı
İmparatorluğunun merkezi topraklarında yapılandırılmış bir çağdaş siyasal
örgütlenmedir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında Türklerin imparatorluğu
yıkılırken, İstanbul’da düşman işgali koşulları altında toplanmış olan Osmanlı Meclisi
Mebusan’ı kendisini feshetmeden önce son toplantısında aldığı karar
doğrultusunda, ulusal bir andı Misak-ı Milli adı altında kabul ederek dağılmış
ve meclis üyeleri bu alınan karar çizgisinde, Misak-ı Milli sınırları içinde
kalan vatan topraklarının kurtarılması için ulusal kurtuluş savaşına
başlamışlardır. Dünyanın merkezi alanında yüzlerce yıl hüküm sürmüş olan
Osmanlı imparatorluğu dağılırken, emperyalist ülkelerin işgali altında kalan
vatan topraklarının kurtarılması için zorunlu olan ulusal kurtuluş savaşının hedefleri
ve sınırlarının iyi belirlenmesi gerekiyordu. Silahların bırakılmasından sonra
Türk ve Müslüman halk kitlelerinin yaşamlarını sürdürdüğü merkezi toprakların kurtarılması
için eski devletin parlamentosu bir ulusal andı kabul ederek, geleceğin
müstakbel ulus devletinin sınırları Misak-ı Milli antlaşması ile çiziliyordu.
Türkiye Cumhuriyeti’nin Trakya’dan başlayan batı sınırları doğrultusunda,
Anadolu yarımadasını çevreleyen bir haritalama işlemi tamamlanıyordu. Böylece
bütün Anadolu yarımadası Doğu Trakya bölgesi ile birlikte, Türklerin anavatanı
olarak ilan ediliyor ve daha sonra da bu vatan topraklarını işgalden kurtarmak
üzere de bir ulusal kurtuluş savaşı başlatılıyordu.
Türkler
için sınır denilince ya da vatan toprakları akla gelince, dile getirilen resmi kavram
her zaman için Misak-ı Milli oluyordu. İmparatorluk sonrasında yeni bir ulus
devlet kurulurken, ana vatan olarak kabul edilen Anadolu yarımadası Küçük Asya
konumunu korurken, bunun yanına küçük bir toprak bölgesi olan Doğu Trakya’da
ekleniyordu. Devlet deyince akla gelen ülke kavramı doğrultusunda vatan
sınırları belirleniyordu. Her devletin var olabilmek için dayanak noktası olması
gereken vatan toprakları, dünya kıtalarının içinde yer alan karalar bölgesinden
çekip çıkarılarak harita üzerine konuluyordu. Devlet konumundaki bir siyasal
örgütlenmenin sınırları belirlenirken önce kara sınırları belirleniyor ve daha
sonraki aşamada da karaları çevreleyen ya da içinden geçerek parçalayan
denizler, göller ve akarsuların konumları teker teker çizilerek açığa
kavuşturuluyordu. Böylece devletler sınırlarının çizilmesiyle birlikte kara
ülkesi belirginliğe kavuşturuluyor ve sonraki ikinci aşamada da deniz ülkesi
adı verilen su ülkesinin sınırları çizilerek açıklığa kavuşturuluyordu. Sınırlar
içinde uzayıp giden kara ülkesini çevreleyen ya da parçalayan su bölgeleri, devletlerin
aynı zamanda deniz ülkeleri olarak benimseniyordu. Devletlerin su alanları
genel olarak kara sınırlarını çevrelediği için, kara ülkesinin yanı sıra geride
kalan kısımlar devletlerin deniz ülkesini gündeme getiriyordu. Genel olarak su barındırdığı
için mavi rengin yaygınlık kazandığı bu bölge, ülke yönetimi ya da vatandaşları
açısından mavi vatandaşlık olarak tanımlanabilmektedir. Ülkeler dünya
haritalarında yer kazanmaya başladı mı, hemen ülkelerini genişletebilmek amacıyla,
kara ülkesinin yanında bir de su ülkesi ya da karasuları bölgesi ilan ederek
gelecekteki nüfus artışı eğrilerinin getirmiş olduğu beklentilerin realizasyonu
çizgisinde, kara sınırlarını çevreleyen su bölgeleri ya da parçaları
devletlerin deniz ülkesi olarak kayıtlara geçirilmektedirler. Ayrıca iç
denizler, göller ve akarsular da gene kara parçası içinde dikkate alınarak
incelenmektedir. Kara sularının yanında uzanıp giden kara parçaları esas
alınırken, kara suları devletlerin deniz ülkesini oluşturmaktadır. Bu nedenle her
ulus ya da devlet kara ve deniz ülkelerinin sahibi olmak durumundadır.
Türkiye
üç tarafı denizlerle çevrili bir yarımada üzerinde yayılmakta olan bir büyük
devlettir. Yarım ada konumunda olmak nedeniyle Türkiye kara ülkesi kadar deniz
ülkesine de ağırlık vermek durumunda kalmıştır. Yarım yüzyıllık cumhuriyet
tarihi sürecinde Türk devleti kara ülkesine paralel bir biçimde deniz
ülkesindeki hakları ile uluslararası hukuktan gelen karar ve uygulamaları,
kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yerine getirmeyi başarabilmiş bir devlet
olmasını bilmiştir. Üç büyük kıtanın tam ortasında kurulmuş olan Türk devleti,
kıtalararası yakınlık ve ilişkiler ağı doğrultusunda birçok hukuksal ve siyasal
sorunlarla karşılaşmış ama her defasında bunlara karşı ülke çıkarlarının
korunması büyük bir potansiyel kullanılarak, kazanılmış haklar ve çeşitli
alanlardaki çıkarlar açısından her zaman gerekli olan girişimler başarı ile
gündeme getirilmiştir. Cihan savaşı sonrasında cumhuriyet devleti kurulurken ve
ilk yüz yıllık dönem tamamlanırken Misak-ı Milli kararları doğrultusunda ilan
edilen kara ve deniz ülkeleri üzerindeki bütün haklar, yerinde uygulamalar ile
bugünlere gelene kadar korunabilmiştir. Ne var ki, dünya yirmi birinci yüzyıl
sürecinde yoluna devam ederken, farklı durumlar ortaya çıkmış ve değişen güç
merkezleri ile birlikte ortaya çıkan yeni jeopolitik koşullar karşısında yeni
durumlara uygun düşecek yepyeni bir açılımın, Türkiye’nin kara suları üzerinden
ortaya konulması gerektiği anlaşılmıştır. Bu zamana kadar Misakı Milli
antlaşması ve diğer uluslararası belgeler üzerinden, yürütülmekte olan kara
suları politikalarının yetersiz kaldığı görülünce yeni bir strateji oluşturmak
üzere Türk devleti çeşitli girişimlerde bulunmuştur.
Atatürk’ün
Misakı Milli kavramından sonra, Türkiye’nin denizler alanında gereksinmelerinin
artması nedeniyle, yeni bir siyasal açılım olarak Mavi Vatan kavramı öne
çıkarılmış ve bu çizgide önemli bir yeni adım atılmıştır. Batı emperyalizminin
yeni bir dünya düzeni oluşturabilmek amacıyla, dünya karaları ve denizlerine
yeni yayılma ve işgal girişimlerini gündeme getirmesi dolayısıyla, Türkiye üç
tarafını çevreleyen denizler üzerinden karasularını yeniden yorumlayarak
hareket etmek zorunda kalmış ve yeni dönemde Anadolu ve Trakya bölgelerinin
daha güvenlikli bir ortama kavuşabilmeleri amacıyla, Mavi Vatan yaklaşımına
geçilmiştir. Mavi Vatan kavramını Türk genel kurmayı sadece denizler için değil
ama aynı zamanda masmavi gökler içinde kullanmış ve böylece deniz ile hava
kuvvetlerinin aynı kavramın çatısı altında bir araya gelerek daha etkili bir
vatan savunması için yola çıkmışlardır. Son yıllarda özellikle Doğu Akdeniz
bölgesinde ortaya çıkan enerji yatakları bütün dünya ülkelerinin dikkatini
çekince, dünyanın merkezi orta denizi olan Akdeniz ilgi çekmiş ve birçok ülke
gemilerini Doğu Akdeniz bölgesine göndererek, yeni enerji kaynaklarından
yararlanabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Batının önde gelen emperyalist
ülkeleri Akdeniz’in enerji kaynaklarından daha fazla yararlanabilmek için
gemilerini bu büyük denizin kara sularında yüzdürürken, merkezi coğrafyanın
merkezi ülkesi olarak Türkiye’nin Akdeniz kıyısında en uzun şeride sahip olan
ülke konumunda olduğu gözlerden kaçırılmaya çalışılmıştır. Emperyal ülkeler her
zamanki gibi gene işi bir an önce bitirmeye çalışmışlar ama bu kez Türkiye
Cumhuriyeti bir Mavi Vatan direnişine yönelerek hem kendi ulusal çıkarlarını
hem de bölgedeki komşusu olan Akdeniz ülkelerinin hak ve çıkarlarını, daha
etkili bir koruma sistemine kavuşturabilme doğrultusunda adımlarını artırmıştır.
Anadolu sahilleri kadar, yavru vatan Kuzey Kıbrıs Türk devletinin çıkarları da
gündeme getirilerek ve Akdeniz’in
doğusunda T.C-K.K.T.C iş birliğinin somut adımları atılarak, Mavi Vatan
anlayışı içinde iki Türk devletinin somut çıkarları her türlü emperyalist
saldırılara karşı güçlü bir biçimde savunulmuştur. Türkiye Mavi Vatan planını
açıkladıktan sonra, karasuları ve denizler üzerinden gelen her türlü tehdit ve
saldırıya karşı çıkarak, uygarlıklar denizi olan Akdeniz suları üzerinde çıkarlarını
korumasını bilmiştir. Yirmi birinci yüzyılın yeni dünya düzeni oluşturulması
aşamasında, Türk devleti kara ülkesinin dışına çıkarak Mavi Vatan anlayışı
doğrultusunda, Doğu Akdeniz bölgesinde denizler üzerinden bir barış ortamı
yaratmayı hedeflemiştir.
Birinci
dünya savaşı sürecinde Ege adalarının Türkiye’nin ellerinden nasıl
kopartıldığını iyi bilen Türk devletinin ilgili makamları, bölgede sınırı
olmayan emperyalist devletlerin oyunlarını önlemek ve bu tür manevralar
yüzünden sıcak çatışmalara meydan vermemek üzere dikkatli bir tutum izlemiştir.
Atatürk sonrası dönemde Ege adalarını geri alamayan Türkiye daha sonraki
yıllarda İngiliz inisiyatifinin çevirdiği oyunlar yüzünden, Ege adalarını
kaybetmek durumunda kalmıştır. Lozan ve diğer uluslararası antlaşmalar
doğrultusunda silahsız kalması gereken Ege adalarının silahlı bir konuma
getirilerek, İngiltere’nin oyunları sonucunda Ege adaları Türkiye’ye
bırakılacağına Yunanistan devletine teslim edilmiştir. Hrıstıyanlık dayanışması
çerçevesinde Türkiye’nin komşusu olan Yunan devletini muhatap alan batılı
güçler, Osmanlı ülkesinin parçası olan Ege adalarını Türkiye’den uzak tutmuşlardır.
Batı bloku dağılırken ve Avrupa Birliği parçalanırken, Rusya, Çin ile İran gibi
doğunun büyük devletleri Akdeniz’e girerken, Atlantik güçleri olarak ABD,
İngiltere ve Fransa’nın birlikte hareket etmesi yüzünden, Türkiye ile birlikte Akdeniz’deki
kıyıdaş ülkelerin hepsi savaş tehdidi ile karşı karşıya gelmişlerdir. ABD
Atlantik ülkelerini yanına aldığı gibi Yunanistan ve İsrail gibi gayrimüslim
ülkelerle de bir araya gelerek ortak hareket etmiş ve bu yüzden de bölgedeki
Müslüman ülkeler in enerji güvenliği tam olarak sağlanamamış bir durumda kalmıştır.
Soğuk savaş döneminden kalma bir güvenlik örgütü olarak Nato ittifakının
Atlantik ülkelerinin saldırgan politikalarına karşı Türkiye’yi yeterince
koruyamadığı ortaya çıkınca, bölge ülkesi olarak Türkiye’nin kara suları ve
onun uzantısı olarak deniz sahalarındaki haklarının ve güvenliğinin korunması
gerektiği için Türk Silahlı Kuvvetleri Mavi Vatan açılımını devreye sokmuştur. Bu
durumda Nato’nun büyük ülkeleri enerji kaynaklarına el koyarken, bölge
ülkelerine yönelen yeni tehditler yaratılmıştır.
Emperyalist
çıkarları uğruna terörü kullanmayı ve alt kimlikçilik hortlatması ile bölge
halklarını birbirine karşı kullanmayı iyi bilen Atlantik emperyalistleri, Doğu
Akdeniz sahasında hukuka aykırı olarak gönderdikleri gemiler ile her türlü
manevralara kalkışarak dünyanın bütün maden ve enerji kaynaklarını istedikleri çizgide
kullanabilmenin hesapları ile uğraşmışlardır. Birinci Dünya savaşı sonrasında
bölgeye gelen emperyalist güçler, Osmanlı topraklarında bulunan büyük petrol
alanlarına el koymuşlar ve Orta Doğu bölgesinde yeni küçük devletler kurarak,
ayrıca Osmanlı hegemonyasının geçerli olduğu toprakları birbirinden ayırarak,
merkezi bölgede bulunan bütün enerji ve maden yataklarını ele geçirebilmenin
çabası içinde olmuşlardır. Dünya savaşı sonrasında bölgeye gelen iki
emperyalist ülke olarak İngiltere ve Fransa, Osmanlı’dan geriye kalan bölgeleri
maden ve enerji kaynaklarını dikkate alarak bölmüşlerdir. O dönemde dünyanın
patronu konumunda olan İngiltere, yedi kız kardeş adı verilen yedi büyük petrol
şirketine Basra körfezindeki petrol kaynaklarını paylaştırmıştır. Büyük tekelci
şirketlerle ortak çalışan batı emperyalizmi körfez ya da Doğu Akdeniz
bölgelerinin paylaşımı söz konusu olunca ortak çıkarları doğrultusunda paylaşımı
gerçekleştirerek, Osmanlı devletinin mirasçısı olarak kurulmuş olan Türkiye
Cumhuriyetinden malları kaçırır gibi hareket etmişlerdir. Bu yönde iş birliği
yaparak Osmanlı hinterlandının batının yeni sömürgesi olmasının önünü
açmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti dünya savaşı sonrasında bağımsız bir devlet
olarak dünya sahnesinde yerini almak için ayrıca bir de ulusal kurtuluş savaşı
vererek, geleceğin bağımsız düzenini kendi çıkarları doğrultusunda oluşturarak
ve yüz yıl sonra Türkiye’nin Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerindeki yeni
hegemonyasını kurmaya çalışmıştır. Lozan Antlaşması sonrasında Türkiye bağımsız
bir devlet olarak dünya haritasındaki yerini alırken, karasuları üzerinden Türk
devletinin komşu denizler üzerindeki hakları uluslararası hukuka göre güvence
altına alınarak, Mavi Vatan açılımının
önü açılmıştır. Türkiye bu aşamada Mavi Vatan açılımını ilan ederek bir adım
daha öne çıkıyorsa, bu olumlu gelişme yüz yıl önce verilen ulusal kurtuluş
sınavının her açıdan başarıyla gerçekleşmesi sayesinde olmuştur. Yüz yıl sonra
bugün o gün atılan adımlar tamamlanmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti devlet olarak kurulduktan sonra batı emperyalizmi ile sürekli uğraşmak
zorunda kaldığı için Amerika ve Avrupa ülkelerinde Türkiye hep Balkanlar
üzerinden değerlendirilmiş ama hiçbir zaman Türkiye bir Doğu Akdeniz devleti
olarak görülmemiştir. Türkiye eski Osmanlı’nın uzantısı bir ülke olarak
batılılarca Balkanlar üzerinden kara ülkesi olarak görülmüş ama hiçbir zaman
Türkiye’ye bir deniz devleti yaklaşımı içinde bakılmamıştır. Özellikle Lozan
antlaşması sırasında Ege denizinin bir Yunan denizi olarak ilan edilmesi ve bu
denizdeki adaların birkaç tanesi dışında hepsinin Yunan adaları olarak ilan
edilmesi yüzünden, Türk devleti bir deniz devleti olarak ortaya çıkamamış
aksine Anadolu yarımadası üzerinde bir kara devleti görünümü, Türkiye’yi Avrupa
kıtasından daha uzaklaştıracak birtakım gelişmeler yüzünden fazlasıyla öne
çıkartılmıştır. Ege adalarını yüz yıl önce Yunanistan’a bırakan Atlantik
emperyalizminin bugün bu adalara sürekli olarak çıkarma yaptığı gibi hukuk dışı
manzaralar ile karşı karşıya gelinmektedir. Son dönemde ABD’nin Avrupa Birliği
yüzünden iflas etmiş olan Yunanistan’a gelerek yeni yirmi askeri üs ile yerleşmesi
ve burayı üs olarak kullanarak, Ege denizi ve adaları üzerinde yeni hegemonya
planlarını gerçekleştirmek üzere saldırı ve işgal gibi girişimlere hazırlandığı
görülmektedir. Türkler ulusal kurtuluş savaşında İngiltere destekli Yunan
işgalini önleyerek Yunanlıları Akdeniz’e dökmüştür ama Türkiye’nin Ege kıyıları
yanında kuzeyden güneye doğru dağılmış olan yüzlerce Yunan adasının Türklerin
elinden alınarak, bugünkü yeni Atlantik işgali için bu bölgenin hazırlandığı
anlaşılmaktadır. İngiltere sonrasında ABD’nin ikinci dünya savaşı sonrasında
Orta Doğu bölgesine gelişi de Atlantik güçlerinin merkezi alan hegemonyası
doğrultusunda yeni bir saldırı ve işgalin öncü adımı olmuştur. Yunanistan
İngiltere gibi ABD’nin de Orta Doğu bölgelerine yayılma stratejilerinin ana
üssü konumuna getirilmiştir. Böylece Ege adalarını ele geçirme ve adalar
üzerinden Anadolu yarımadasına yönelik bir askeri harekatın çizgisi yirminci
yüzyılın başlarında genel hatlarıyla ortaya konulmuştur.
Türkiye
Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinden kalma bütün bölge sorunları ile muhatap
olduğu için bu sorunların bugünkü uzantıları ve yarattığı handikaplar ile de
her zaman için boğuşmak zorunda olmuştur. Her dönemde dünyanın karşılaştığı yeni
jeopolitik gelişmeler, hemen merkezi alana yansımalar gösterdiği için
Türkiye’nin kara parçaları ile kara suları üzerindeki pozisyonları sürekli
olarak değişim göstermiştir. Bu nedenle de Türk devletinin hakları ile
kazanımlarının tehdit ve tehlikeler ile muhatap olmak zorunluluğunda kaldığı
anlaşılmaktadır. Soğuk savaş sonrası dönemde merkezi alana yönelik geliştirilen
Büyük Avrupa, Büyük Orta Doğu, Yakın Doğu ve Büyük İsrail gibi hegemonya
projelerini uygulama çabaları, tüm bölge ülkeleri ile birlikte bölgenin merkezi
ülkesi olan Türkiye’yi de fazlasıyla tehdit etmiştir. Geçen asırdan kalan Sevr
projesi doğrultusunda Anadolu topraklarını bölmeye çalışan emperyalistler,
Türklerin kara ülkesini paramparça ettikten sonra deniz ülkesini de parçalı bir
yapılanmaya sürükleyeceklerini açıkça ifade etmeye çalışmışlardır. Türk devleti
son elli yıldır emperyalizmin bölücü saldırıları ile uğraşırken bugün de Doğu
Akdeniz bölgesindeki saldırı ve bölgeyi işgal ederek ele geçirme senaryoları
ile de boğuşmak zorunda kalmıştır. İşte bu aşamada daha fazla gerilememek ve
Kuvayı Milliye mücadelesinin kazanımlarını korumak üzere, kara suları üzerinden
Mavi Vatan açılımı gündeme getirilmiştir. Türkiye sınırları ile birlikte kara
sularına da sahip çıkarken, kara sularının kara ülkesinin bir tamamlayıcı
parçası olduğunu uluslararası hukuka uygun bir biçimde ortaya koymuştur. Balkan
ülkelerinin Avrupa Birliği üyesi yapılması ve bu doğrultuda Kıbrıs’ın güneyinde
yer alan küçük Rum devletinin de
Akdeniz’den kaynaklanan bazı kara
sularına dayanan hakları ileri sürmeleri yüzünden, ortaya yeni bir durum çıkmış
ve bu nedenle de Türk devleti geçmişten gelen hak ve çıkarları doğrultusunda Türkiye merkezli bir Mavi Vatan çıkışı ile,
bölgedeki denizler üzerindeki konumunu koruyarak ve emperyalist projelere karşı çıkmayı
bir vatan görevi görerek, Mavi
Vatan projesini yeni bir savunma
haritası ile ortaya koymuştur.
Mavi
Vatan projesinin adında yer alan mavi kavramı hem suyun hem de havanın rengi
olarak benimsenmiş ve böylece Türklerin kara ülkesinin yukarıdan hava, çevreden
ise su alanları ile çevrili olduğu vurgulanarak, bu yaklaşımdan kaynaklanan hak
ve çıkarlara toplu bir biçimde sahip çıkılmaya çalışılmıştır. Mavi Vatan
anlayışı bir program olarak ortaya konulurken uluslararası hukuktan ve
kararlardan doğan bir yeni hukuk düzeni ortaya konarak, emperyalist devletlerin
saldırı ve işgal girişimleri doğrultusundaki çıkarlarının tehdit ettiği
ülkelerin korunması hedeflenmektedir. Türkiye bu çıkmazı bölgedeki komşusu olan
ülkeler ile paylaşmak ve bu doğrultuda her ülkenin kendi kara suları
doğrultusunda Akdeniz üzerinde doğan haklarını dikkate alarak hareket etmek
zorundadır. Türkiye emperyalist saldırı ve tehditlere karşı çıkarak kendisini
savunurken, bu aşamada komşu ülkeler ile bir araya gelerek bir ortak savunma
planı için önlemler alarak hazırlıklar yapmalıdır. Gerekirse Avrupa Birliği
gibi bir Merkezi Devletler Birliği kurularak karalardaki haklar gibi karasuları
üzerindeki haklar da Mavi Vatan projesi doğrultusunda savunulabilecektir.
Uluslararası deniz hukukunun temel kavramları olan kara suları, kıta sahanlığı,
hava sahası, münhasır ekonomik bölge , askeri üsler, yarım ada ve bağımsız
adalar gibi terimlerin her birinin birbirini tamamlayan anlamları olduğu ve
bunların belirli bölgelerin özelliklerine göre değişiklikler gösterdiği, dikkate
alınırsa o zaman bugün Doğu Akdeniz ve Kıbrıs üzerinden geliştirilmek istenen
uluslararası buhranın önlenmesi için geçmişten günümüze uzanan bir çizgide
oluşturulmuş olan uluslararası deniz hukukunun asgari koşulları çizgisinde Mavi Vatan projesi, Doğu Akdeniz kıyılarında
çıkartılmaya çalışılan büyük enerji savaşının önlenmesini sağlayacaktır. Akdeniz’de
en uzun sahil bandına sahip olan Türkiye’nin bölge dışı emperyal merkezlerden
gelen her türlü saldırılara karşı, Mavi Vatan başlığı altında bölgedeki
komşularını yanına alarak dış saldırılara karşı çıkmasının anlamı dünya barışı
için önemli olacaktır.
Ege
adalarının tamamına yakınını Yunanistan’a vererek Türkiye’yi Kaş körfezinin
karşısında yer alan Meis adasının çevresine hapis etmek, hiçbir biçimde haklı
ya da adil değildir. Türkiye gibi sekiz yüz bin kilometre karelik bir vatana ve
seksen beş milyon nüfusa sahip olan ve aynı zamanda Akdeniz’in en geniş sahil
bandını kendi karasuları içinde barındıran bir ülkenin, normal koşullarda
Akdeniz havzasındaki maden ve enerji kaynaklarından en üst düzeyde yararlanması
doğal bir hak durumudur. Ne var ki, Osmanlı devleti dağılırken enerji
kaynaklarının bulunduğu bölgelere el koyan batılı emperyalistler bu kez de yüz
yıl sonra aynı oyunu oynamaya yönelerek eskisi gibi saldırı, işgal ve sömürgeciliklerine
devam etmeye çalışırlarken, Türkiye’nin Mavi Vatan açılımı üzerinden haklı bir
savunma ve eşitlikçi bir yeni düzen peşinde koşması, bölge barışı açısından normal
karşılanması gereken bir durumdur. Mavi Vatan ile Türkiye kararlı bir tutum
izleyerek hem komşularını kendisine bağlamalı hem de bölge dışı emperyal
ülkelere karşı direnirken, bölge ülkeleri ile bir üst birlik oluşumu
çerçevesinde hareket edebilmelidir. Her dönemde aldatıcı manevralar aracılığı
ile oyun kuran dış güçlerin bu kez aynı oyunları oynamasına izin vermeyen bir
yaklaşımın, bölge ülkelerinin dayanışmaları ile sağlanması gerekmektedir. Bölge
ülkelerinin Akdeniz’in barındırdığı
maden ve enerji yatakları konusuna ulusal çıkarları doğrultusunda sahip
çıkmaları ile yeni saldırı ve işgal girişimlerinin önlenmesi sağlanacaktır.
Akdeniz’de kıyısı olan kıyıdaş ülkeler öncelikle kendi kara sularında var olan
maden ve enerji kaynaklarına tam anlamıyla özgür ve bağımsız bir biçimde sahip
çıkmalıdırlar. Öncelikle kaynakların yer altı ve su altı haritalarının
çıkartılması ve komşu ülkelerin iş birliği ile bunların bölge haritaları olarak
birleştirilmeleri gerekmektedir. Birinci Dünya savaşı sonrasında ülke sınırları
çizilirken batı emperyalizminin el koyduğu kaynak ve yataklar onların elinden
alınarak ve Akdeniz’in geniş su alanında kıyıdaş ülkelerin çıkarları
doğrultusunda değerlendirilerek yeni bir yapılanmanın adımları atılabilmelidir.
Bir bölge ülkesi olan Yunanistan’ın işgal edilerek bir işgalci üssü konumunda
bölge ülkelerine karşı kullanılmasına kesinlikle izin verilmemelidir.
Güney
Avrupa’nın Hrıstıyan ülkeleri ile birlikte, Doğu Akdeniz’in tek Yahudi devleti
olan İsrail’in sahip oldukları konumlarının bölge ülkelerine karşı
kullanılmasına tepki gösterilerek bu gibi olumsuz durumların önüne geçilmesi
zorunludur. Akdeniz’in en büyük donanmasına sahip olan Türkiye’nin artık yeni
dönemde bir petrol ya da doğalgaz ülkesi konumuna gelmesi gerekmektedir. Basra körfezinin petrol şirketleri üzerinden
paylaşılmasına benzer bir yeni paylaşım senaryosunun bugün ABD ve Avrupa
Birliği öncülüğünde yenilenmeye çalışıldığı görülmektedir. Bu durumda Akdeniz’in
en uzun sahiline sahip olan Türkiye’nin, bu aşamada son derece dikkatli bir
çizgide hareket etmesi gerekmektedir. İsrail’in öncülüğünde Türkiye karşıtı bir
paylaşım birlikteliğini Yunanistan, Kıbrıs Rum kesimi ve Mısır gibi ülkeler ile
yapmak isteyenler, batılı emperyal ülkelerle de bu birlikteliği geliştirerek Akdeniz’in
yeni enerji haritasını çizerken en uzun sahil sahibi olarak Türkiye’nin kara
suları ve buna dayalı su alanı dikkatlerden kaçırılarak, yirminci yüzyılın
başlarında olduğu gibi gene Türkiye’nin elinden enerji kaynakları alınmaya
çalışılmaktadır. Yüz yıl önceki haksız bölüşümün yeni bir benzerini uygulamaya
getirmek isteyen küresel güçlerin zorlamalarına karşı, bölge ülkelerinin
dayanışması aracılığı ile sağlanacak bir alternatif enerji planı Mavi Vatan
açılımı ile uygulama alanına aktarılabilirse, o zaman Türkiye ile birlikte
diğer bölge ülkelerinin de Akdeniz’in enerji kaynaklarından gereksinmeleri
karşılığında eşit yararlanabilmeleri mümkün olabilecektir.
Sovyetler
Birliği dağıldıktan sonra Orta Doğu’da meydana gelen otorite boşluğunun ABD,
Rusya ve İsrail gibi ülkeler aracılığı ile doldurulmaya çalışılması, orta dünya
ülkelerinde sürekli sıcak çatışmalara neden olmuştur. Dün Orta Doğu
bölgesindeki ülkeleri baskı altına almaya çalışan batılı emperyalistler, bugün
de Doğu Akdeniz bölgesinde egemen olabilmenin çabalarını yeniden göstermektedirler. AB ve ABD patentli
çevreleme kuşağı değişen jeopolitik dengelerden yararlanarak egemen olmak
istemekte ve bu doğrultuda dünyanın diğer büyük güçlerinin merkezi alana
gelerek öne çıkmasını önlemeye çalışmaktadırlar. Anadolu yarımadası üzerinden
Asya, Kafkasya ve Orta Doğu petrollerinin tam olarak Batı ülkelerine taşınması
önlenince, batının gelişmiş ülkeleri alternatif kaynakları Doğu Akdeniz’de
bulmaya ve çıkarmaya çalışmışlardır. Hukukun temel ilkelerinden birisi olan
hakkaniyet ilkesi doğrultusunda Doğu Akdeniz sorununa bakıldığı zaman, bölgedeki
kaynakların öncelikle eşitlik çizgisinde kıyıdaş ülkeler arasında bölüşülmesi
ve daha sonra da egemen devletler olarak Akdeniz ülkelerinin batının zengin
ülkelerinin bu bölgedeki enerji kaynaklarından eşitlikçi ve adil bir düzen
çerçevesinde yararlanmalarını sağlamak gerekmektedir. Bölgedeki devletler
arasında gerçekleştirilecek iş birliği düzeni içinde kaynakların yerlerinin ve
sahiplerinin açıklıkla belirlenmesi, enerji çatışmalarının bölgeden uzak
kalmasını sağlayarak dünya barışına katkı sağlayacaktır. Meis çıkmazına
hapsolmak istemeyen Türkiye’nin karasuları üzerinden deniz vatanı çizgisine
yönelmesi sırasında önce Girit Adası ile bir araya gelerek deniz ülkesi
sınırlarını genişletmek ve daha sonra da Türkiye’nin tam karşısında yer alan
Libya devleti ile de bir araya gelerek bir deniz ülkesi sınırı daha çizmek
gerekmektedir. Böylece Türkiye’nin deniz yetki alanı 40 bin kilometre karelik
bir deniz sahasından çıkarak 190 kilometrekarelik beş misli daha büyük bir
alanda devreye girerek, Akdeniz’in en uzun sahil şeridine sahip olan ülkesinin dünyanın
orta denizi olan Akdeniz’in güvenliği ile yakından ilgilenmesi gerekeceği yeni bir
ortam hazırlamıştır. Maden ve enerji haritalarının kesinlik kazanmasıyla sondaj
çalışmalarının başlatılması gündeme gelmekte ve bu doğrultuda denizlerin
altındaki toprakların hızla kazılması gerekmektedir. Kazı işlerinin yanı sıra, çıkan
petrol ya da doğal gazın yeni kurulacak boru sistemleri ile bekletilmeden
satışa arz edilmesi ve uluslararası pazarlara ihraç edilmesi sorunu vardır.
Bölge devletleri arasında imzalanacak bir Mavi Vatan protokolü ile bu gibi
konular karara bağlanmalı ve kıyıdaş ülkelerin istekleri doğrultusunda
enerjiden elde edilen gelirlerin bölge ülkelerinin gereksinmeleri doğrultusunda
kullanılmasına dikkat edilmelidir.
Fransa,
İtalya ve İspanya gibi Avrupa’nın önde gelen emperyalist devletleri birer
Akdeniz ülkesi olarak, Doğu Akdeniz enerji yatakları ile yakından
ilgilenmektedirler. ABD ise Avrupa’ya Akdeniz’i bırakmamak üzere Yunanistan’a
gelip yerleşebilmektedir. İngiltere ise bir Atlantik ülkesi olarak Akdeniz ile
yakından ilgilenmekte ve bu denizin kıyısında yer alan birçok ülkenin kurucusu
olarak gene eskisi gibi enerji kaynakları üzerinde hak iddia ederek, Doğu
Akdeniz sorununun daha da büyüyerek tırmanmasına yol açmaktadır. Osmanlı
imparatorluğu sırasında bütün Akdeniz’i bir Osmanlı gölü haline getirmiş olan
Türk hegemonyası, bugünün koşullarında yeniden dikkate alınırsa o zaman Mavi
Vatan açılımının tarihten gelen kökleri günümüzde sorunun çözüme kavuşturulması
açısından yardımcı olabilecektir. Daha önceki dönemlerde bir Roma imparatorluğu
gölüne dönüşen Akdeniz havzasının günümüzde, Yunanistan üzerinden bir ABD
gölüne dönüştürülmesi ABD işgali sonrasında tartışma konusu yapılmaktadır. Doğu
Akdeniz’in yeni devleti olarak İsrail ise, tarihten gelen Büyük İsrail projesi doğrultusunda Doğu Akdeniz
bölgesinde yayılmaya çalışırken, Kuzey Kıbrıs’ın Karpas bölgesinde geniş topraklar alarak ada üzerinde
hak iddia edecek üçüncü devlet konumuna gelmekte, Azerbaycan’da askeri üs
kurmakta ve ABD baskıları aracılığı ile Arap devletleri ile çok yakın bağlar
kurarak ve yeni siyasal ittifaklara yönelerek, Doğu Akdeniz bölgesinin yeni güç
merkezi olma iddiası ile öne çıkarak etkin olmaya çalışmaktadır. İşgalci
hegemonya oluşturulması sırasında birçok sıcak çatışma gündeme geldiği için,
Doğu Akdeniz sorunu çözümden giderek uzaklaşmakta ve Orta Doğu bölgesinde
çıkartılamayan büyük savaşın bu kez Doğu Akdeniz’de çıkartılarak savaş isteyen
lobi ve emperyalist ülkelerin talepleri doğrultusunda, çıkar kavgalarının
savaşlara dönüşebileceği gibi karamsar görüşler bugünün koşullarında gündeme
getirilebilmektedir.
Mavi
Vatan projesi ile yeniden Akdeniz inisiyatifi geliştirmek isteyen Türkiye
Cumhuriyeti, ABD ve AB ikilisinin zorlamaları ile küreselleşme sürecine uyum
politikaları doğrultusunda limanlarını satışa çıkararak kabotaj hakkından
vazgeçmiştir. ABD, Fransa, İngiltere
gibi büyük devletler kendi
limanlarındaki kabotaj haklarını, deniz ülkelerini korumak ve kara suları
üzerinden açık denizlere dönük çalışmalarını sürdürebilmek için, ülke
limanlarının ulusal çıkarlar doğrultusunda yönetilmesini gerçekleştirmek üzere, kabotaj haklarını
ellerinde tutarak deniz ticareti yapma
özgürlüğünü korumuşlardır. Türkiye’nin şimdiye kadar yaptığı en önemli
hatalardan birisi kabotaj hakkından vazgeçmek ve limanlarını Çin, ABD, Rusya ve
İsrail gibi emperyalist ülkelere satarak deniz ülkesini kontrol etme yetkisinin,
yabancıların eline verilmesi gibi ülkenin ulusal çıkarlarına aykırı bir
olumsuz durum yaratılmıştır. Kabotaj hakkının korunması kara suları ve
bağlantılı açık deniz bölgelerinin yönetilmelerinin sağlanması açısından
zorunlu bir yetkidir. Limanlarını satan ülkeler daha sonraki aşamada limanları
alan büyük devletlerin ekonomik ambargolarına tanık olduğu için günümüzün acil konusu satılmış olan limanların
geri alınması olacaktır. Fransa limanlarını Çin’e satmazken Cibuti ve Güney
Kıbrıs gibi deniz kenarı ülkelerde askeri üsler kurabilmektedir. Limanlarına
sahip çıkamayan ülkelerin kara sularını koruması da beklenemez ve o nedenle Mavi
Vatan gibi açılımlar da tam anlamıyla uygulama alanına geçirilemez. Benzeri bir
biçimde ABD kendi limanlarını yabancı devletlere satmazken,
kendi çıkarlarına uygun gördüğü limanları dünya devletlerinin elinden
almaktadır. Bu gibi durumların ortaya koyduğu gibi yeniden limanlar arasındaki
taşıma ve ticaret yapma hakkı olan Kabotaj hakkının yasal düzenlemeler
yapılarak tesisi öncelikle yerine getirilmelidir. Kabotaj hakkının Türk
milletinin bağımsızlığı açısından önem taşıması nedeniyle bu hakkın yeniden
tesisi doğrultusunda satılmış olan limanların da geri alınarak, yeniden Türk
vatandaşlarının yönetimine bırakılması zorunlu görünmektedir. Misakı Milli
anlayışı ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin önce satılmış limanlarını
geri alması, daha sonra da deniz ülkesi üzerinden bir Mavi Vatan açılımı
yapması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız geleceği açısından önem taşımaktadır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder