ANKARA KALESİ
MÜBADELE VE ULUS DEVLETLER
Ulus
devletler tarih sahnesine çıkarken ülke boyutlarını ve toplumsal tabanın alt
kimlikli dayanak noktalarını belirleyerek, dünya haritası üzerindeki yerlerini
belirlemektedirler. İnsanlığın dünya haritası üzerindeki dağılımları ülkelerin
jeopolitik konumlarını değiştirirken aynı zamanda nüfus hareketleri de ülke ve
devlet yapılanmalarının netlik kazanmasında önemli boyutlarda katkılar
sağlamaktadır. İnsanlığın yeryüzü toprakları üzerinde yayılması ve zaman
süreçleri içerisinde bir dağılım yapılanmasının gündeme gelmesiyle birlikte,
geçmişten gelen devlet yapıları sarsılmakta ve değişen nüfus haritası üzerinden
devletler arası sınır boylarında önemli değişiklikler öne çıkarken yeni ortaya
çıkan dağılım haritaları üzerinden, devletler kendi toplumsal yapılarını
yeniden gözden geçirme aşamasına gelmektedir. Dünya tarihinin her döneminde
ortaya çıkan nüfus hareketlerinin devletlerin siyasal yapılarını etkilemesi
nedeniyle, devletler arasında nüfus kaydırması yapılması ,ya da belirli etnik
grupların karşılıklı olarak takas edilerek ülke değiştirmelerine yönelik
adımlar ve benzeri girişimler, uluslararası hukuk alanında da yenilikler getirerek ve komşu devletler arasında nüfus gruplarının yer değiştirmelerine yol
açarak, devletlerin ülke ve millet unsurları arasında bütünleşme yaratacak
düzeyde kaynaşma ve benzeri toplumsal açılımların öne çıktığı görülmektedir.
Dünya diplomasi tarihi bu açıdan önemli örneklerle dolu olduğu için bugüne
gelene kadar devletler arası nüfus değişimi alanında, birçok gelişme ciddi
boyutlarda bir literatür oluşturmuştur.
Fransız
devriminin Avrupa ülkelerine yayılmasıyla birlikte dünya büyük bir dönüşüm gerçekleştirmiş
yirminci yüzyıla kadar devam edip gelen dinler arası çekişmelerin yerini, Fransız
devrimi sonrasında ortaya çıkan ulus devletler arası rekabet almıştır. On beşinci
yüzyıl sonrasında Avrupa kıtasında başlamış olan Rönesans ve Reform hareketleri
devrimci bir açılım getirmiş ve bu gibi oluşumların dünya düzenini derinden
sarsmasıyla başlayan aydınlanma devrimi ve modernleşme süreci, insanlığı
ortaçağın ağır din baskısından kurtararak bugünün ileri toplum düzenlerinin
ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Fransız devrimi böylesine bir sürecin köşe başı
olmuş ve devrim sonrasında dünya düzeni dinler arası ilişkilerden uzaklaşarak
ulus devletler arasında daha farklı yeni bir düzene oturmuştur. Devletlerin
tarihi incelendiği zaman böylesine yeni bir düzenin yavaş yavaş gündeme
gelmekte olduğu anlaşılmaktadır. İlk çağlardaki ilkel komünal yapılar orta çağ
yıllarına gelindiğinde derebeyliklere ve kent devletlerine dönüşmüştür. Daha
sonraki aşamada öne çıkan kentler arası çatışma ve çekişmeler krallıkları öne
çıkarmış, böylesine bir yöneliş krallıkları imparatorluklara doğru
yönlendirirken, bu oluşum sürecinde daha sonraki aşamada imparatorluklar
hegemonya savaşlarına sürüklenirken, imparatorluklar parçalanma aşamasına
gelmiş ve Fransız devrimi sonrasında da kral devletlerden ulus devletlere halk
kitlelerinin bir araya gelmesinden oluşan ulusal yapıların siyasal inisiyatifi
ele almasıyla birlikte geçilebilmiştir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik
esaslarının bir arada uygulama alanına getirilmesiyle birlikte, yeni dönemde
eskisinden farklı bir devlet düzeni yapılanmasına doğru adımlar atılmıştır.
Uzun süre belirli alanlarda da bir araya gelerek birlikte yaşam sürdüren halk
toplulukları krallık ve imparatorlukların baskılarına karşı çıkarak direnirken,
kendilerini güvence altına alacak ortak yönetim düzenleri oluşturarak, büyük
devletlere karşı kendi ulusal yapıları doğrultusunda, daha küçük ve orta boy
ülkelerde ulusal devlet yapılanmalarına kalkışmışlardır. Kralların yerini
halklar alınca belirli bölgelerde yaşamakta olan halk topluluklarının zaman
içinde kazandıkları ortak değerler üzerinden, yeni bir sosyal ve kültürel
yapılanmaya doğru yönlenerek ve kendi ulus devletlerinin sınırlarını çizerek, bu
doğrultuda ülke ve toplum bütünleşmesi sağlayarak, çağdaş ulus devletlerin
tarih sahnesine çıkması sağlanmıştır. Fransız devrimi sonrasında yaşanan üç
asırlık gelişmeler dünya haritasını bugünkü durumuna getirmiştir.
Uzun
süre aynı yerde yaşamak ve birlikte hareket etmek insan toplulukları içinde
yeni çizgiler ortaya çıkarırken, zaman içinde oluşan sosyal ve kültürel
yapılanmalar da toplum içinde yaşayan ulusların kimlik kazanmasına yardımcı
olmuştur. Zaman içinde kazanılan ortak değerlerin halk kavramının ötesinde yeni
bir benzerlikler oluşumuna yönlenmesi buna dayalı olarak uluşma sürecine
katkılar sağlamıştır. Var olan halk
kitlelerinin içinden yeni bir benzerlikler coğrafyası çıkarmak, insanlığın
ulusal toplumlar çağına girmesini kolaylaştırmış ve daha sonraki ulus devletler
aşamasının ön hazırlıklarını oluşturmuştur. Ortak vatanda aynı sınırlar içinde
yaşayan ve ülkenin nimetlerini kardeşlik dayanışması içinde bir araya getirmesi
ve ortak geçmişten aynı geleceğe dönük birliktelikler uluslaşma olgusunun
tamamlanmasına giden yolları açmıştır. Dağınık ve rastlantısal halk
kitlelerinin ötesinde daha düzenli ve belli bir kimliğe sahip olan uluslar
yeryüzünde siyaset sahnesinin önüne çıkmaya başlamışlardır. Modernleşmenin
getirmiş olduğu bilimsel devrimler toplum yapılarında yenileşme getirince, halk
kitlelerinin uluslaşma süreçleri daha da hızlanmış ve kısa bir süre sonra
ulusların bir arada yaşamakta olduğu çağdaş bir uluslar dünyası kendiliğinden
gündeme gelmiştir. On altıncı yüzyıl boyunca krallıkların yaptığı antlaşmalar
üzerinden aynı devlet çatısı altında halk kitleleri uluslaşma şansını elde
ederek, ortak vatan üzerinde sürdürülmekte olan beraberliğin yansıması
konumunda, dünya devletleri bir uluslararası düzen içindeki halk kitleleriyle tamamen
rastlantısal olarak bir araya gelebildiği gibi, zaman içerisinde planlı nüfus
kaymaları ya da göçler yolu ile de bir birlikte yaşam düzenine gelebilmişlerdir.
Devletlerin kuruluş aşamasında var olan ayrı toplulukların aynı ulusun
evlatları konumuna gelmeleri daha kolay gerçekleşirken, devletin kuruluş
aşaması tamamlandıktan sonra, belirli grupların başka ülkelerden gelerek aynı
ulus devletin çatısı altına girmeleri ve zaman içerisinde toplumun bütünüyle
birlikte ortak hareket etme sürecinde aynı ulusun parçalarının birlikteliğinin
pekişmesi, diğer ulus devletler arasındaki rekabet düzeni ve çekişmeler
açısından zamanla önem kazanmıştı.
Halk
kitlelerinin tamamen rastlantısal olarak belirli zaman diliminde ya da belirli
bölgelerde bulunmaları sayesinde, ulusal toplumlar orada bulunan herkesi içine
alabildiği ya da temsil edebildiği ölçülerde bir geçici yapıya sahip
bulunmaktadırlar. Dünyanın çeşitli bölgelerinde uluslar uzun zaman süren oluşum
uluslaşma dönemlerine sahip oldukları için birbirlerinden çok farklı
özelliklere sahip olarak ortaya çıkabilirler. Her bölgede yaşayan halk
kitleleri birbirlerinden farklı karakterlere sahip olarak oluşum süreçlerini
tamamlamaktadırlar. Halklar içinde bulundukları konjonktürün yaşanılan bölgeye
etki yaratması aracılığı ile birbirlerinden farklı biçimlerde öne çıkarlarken, diğer
ulusal oluşumlar, dünyanın öbür bölgelerini biçimlendirmişlerdir. Halklar
tarihin belirli bir anında bölgesel koşulların oluşumu ya da etkilemesi
aracılığı ile ortaya çıkarlarken, uluslar böylesine bir durumdan çok farklı bir
uzun süreli doğuş veya inşa dönemine sahip olmak durumunda kalmaktadırlar. Bazen
ortak özelliklerin kazanılması zaman alırken, uluslararası alandaki
değişikliklerin de var olan siyasal yapıları etkileyerek ulusal süreçleri
dışardan etkilediği görülmektedir. Halk kavramı belirli bir anda ve yerde
bulunan bütün insanların toplamını ifade ederken, uluslar uzun süre bir arada
yaşamış ve ortak kültür ile toplumsal bir yapıya sahip olan topluluklar olarak,
bugünkü ulus devletlerin sosyal tabanını oluşturan sosyal yapılardır. Halkların
anlık geçici ulusların ise uzun süreli kalıcı durumları yansıtması nedeniyle, bütün
ulusal toplulukların birlikte sosyal yaşamının geleceğe dönük olarak
kurumlaşması, istikrar hedefine dönük olarak ulus devletleri ulusal toplum
yapılarının ötesine giderek, daha güçlü bir hukuk ve siyaset düzeni
çerçevesinde kalıcı kılmak gerekmektedir. Dünya nüfusunun her yıl oldukça hızlı
bir genişleme süreci içinde olması dikkate alınarak, ulus devletler ile dünya
haritasında yer alan ulusal toplumlar ve ulus devletlerin güvenliği açısından yerleşimin
yeniden ele alınarak daha etkili bir düzene kavuşturulma çabaları gelinen son
aşamada önem kazanmaktadır. Çağdaş toplumlarda gerçekleşmekte olan ulusal yapılanma,
toplumları bütünleştirmeyi hedeflerken, uluslaşma olgusu hız kazanmakta ve
halkların uluslaşması oluşumu da daha üst düzeylerde bir hareketlilik
kazanmaktadır. Bazı ülkelerde uluslaşma süreçleri hızlanırken halklaşma olgusu
uluslaşmaya zemin hazırlamaktadır.
Soğuk
savaş sonrası dönemde küreselleşme aşaması gündeme gelirken, ulus devletlerin
ötesinde küresel şirketlerin uluslararası alanda gücü ele geçirerek ekonomi
üzerinden dünyayı yönlendirmeye çalışmaları, var olan ulus devletler ile yeni
gündeme giren küresel sermaye arasında büyük bir çekişme başlatmış ve dünya
düzeni bu gibi gerginlikler yüzünden ciddi bunalımlarla karşılaşmıştır. Devletlerin
çoğunun ulusal bir yapıda olmasına rağmen şirketlerin içindeki yabancı
unsurlar, küresel şirketlerdeki ulus karşıtı çizginin devletlere doğru
yayılmasını sağlamıştır. Çok kültürlülük adı altında ulus düşmanlığı tırmandırılırken,
şimdiki küresel şirketlerin kozmopolitan yapılanmasının ulus devletlere doğru
yansıtılması öne çıkarılmaktadır. Böylece uluslararası alanda karşılaşılan,
siyasal çekişmeler küresel şirketler aracılığı ile ekonomi üzerinden ulus
devletlere doğru dayatılırken, Fransız devrimi sonrasında gündeme gelmiş olan
ulus devletler dönemini sona erdirmek çizgisinde birçok kültürlü ve alt kimlikçi
toplumsal modeli güncelleştirerek, ulusal toplum yapısının çökertilmesine, ulus
devletlerin yıkılmasına çok kültürcü toplumsal yapılanmaların ulusal toplumlara
son verdiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Ulus devletler küresel saldırılar
karşısında bocalarken çok ulusluluk üzerinden var olan toplumsal yapıların
dağıtılması yolu ile amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Eski dönemlerden gelen
bazı istisnai uygulamalarda bazı devletlerin çatısı altında farklı kökenden
gelen nüfus yapılarına yer verilmiştir. Bazılarında ise bu tür uygulamalara yer
verilmeyerek aynı ulustan olan ya da benzeri biçimde aynı etnik toplulukların
temsilcilerinin bir arada yaşadığı ülkeler ya da çalıştığı şirketler konusu, gene
farklı kimliklerin çekişmesini ya da bazı istisnai durumlarda ortaklaşa hareket
edildiğini göstermektedir. Birbirinden çok farklı din, kültür ve etnik
kökenlerden gelen insanların bazı ülkelerde ya da devletlerin çatısı altında
kozmopolit bir yaşam düzenine yöneldikleri görülebilmektedir. Çok uluslu
imparatorluk ya da krallık devletlerinde farklı kimliklere izin verilirken, benzeri
uygulamalara ulus devlet çatısı altında yer vermek mümkün olamamaktadır. Bazı uluslar benzerlik dayanışması
üzerinden hızla kendi ulus devletlerini kurabilirken, böylesine bir koruyucu
şemsiye yaratamayan ulus ötesi ya da öncesi toplumsal varlıkların da dünya
haritası üzerinde yeni bir yerleşim yeri ararken, gene ulus devletlerin kapısını çalabilmektedirler.
Ulusal olmayan bölge devletleri ya da federasyon modellerinde ulusal kimliği
olmayan insanların koruma sağlamak üzere komşu devletlerin yönetimlerinden
yardım talep etmeleri, uluslararası alanda çok görülen bir durumdur. Bugünün
dünya haritasına bakıldığı zaman var olan iki yüz den fazla devletin hepsinin
ulus devlet olmadığı, bazılarının halk devleti, bazılarının da ülke devleti ya
da bölge devletlerinin yapılanması içinde var olmaya devam ettikleri
görülebilmektedir. Bu gibi devletler ulus devlet olmadığı için farklı kimlikler
taşıyan kişiler ya da topluluklar; bölge, ülke ve de halk devletleri içinde yer
alarak yaşamlarını sürdürebilirler. Birleşmiş Milletler ve buna bağlı
kuruluşların geliştirmiş olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri ve
uygulamaları, ayrı kökenden gelen kişilerin bu
açıdan dışlanamayacağını ve diğer insanlar gibi bu kişilerin de uluslararası insan hakları sisteminin
verilerinden yararlanabileceğini gündeme getirirken, insan ilişkileri düzeninde
yabancıların yeri ya da ulusal kimlik dışında kalanların ulusal toplum içinde
karşı karşıya kaldıkları zıt durumlar ve bu gibi gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlar, bütün
devletlerin önünde çözülmesi gereken meseleler olarak dünya gündemine gelmektedir. Uluslaşabilen insan
toplumları kendi ulus devletlerini kurarken, ulus olma sürecini tamamlayamamış
ve bu yüzden siyasal oluşumların gerisinde kalmış olan dağınık insan
toplulukları da her devletin dayandığı insan unsurunun farklılığı yüzünden birbirinden
ayrı devlet modellerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Orta çağ döneminden
kalan şehir devletleri ve benzeri küçük yapılanmalar aynı zamanda bölgesel
federasyonların çatısı altında eyalet statüsü altında bir araya gelerek ve böylece
ulus devletlere karşı varlıklarını koruyarak yollarına devam edebilmektedirler.
İlk çağlardaki kavim ya da kabile yaşamını aşamayan geri kalmış halk
toplulukları bu yapıları ile hiçbir zaman uluslaşamamış ve kendi ulus
devletlerini kuramamışlardır. Uluslaşamayan topluluklar içinde yaşayan insanlar
alt kimliklerini korudukları gibi aynı zamanda bu tür bir kimlikle dünya
sahnesine çıkarak kendileri için uygun gördükleri ülkelerde yaşama hakkını
kullanmaktan geri kalmamaktadırlar.
Yirminci
yüzyıla girerken yaşanan iki büyük dünya savaşı uluslararası devletlerin
konumlarını değiştirmiştir. İmparatorluklardan ulus devletlere geçişi sağlayan
cihan savaşları sonrasında dünya yeni bir döneme girerek artın nüfus ve
gereksinmelerin zorladığı çizgilere doğru yönelmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklardan
ulus devletlere geçiş aşaması hem uzun hem de zorluklarla dolu bir biçimde
gerçekleşmiştir. Birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası koşullarda tarih
sahnesine önce Türk ulusu daha sonra da Türk devleti çıkmıştır. Bir yandan
ulusal kurtuluş savaşı vererek Türk ulusu dünya sahnesine çıkıyor, diğer yandan
da yeni bir ulus devlet kurulması çizgisinde Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti
kuruluyordu. İmparatorluk tasfiye edilirken, Türk asıllı olmayan eski Osmanlı
ahalisinin yeni kurulan Hristiyan ya da Müslüman devletlerde değil ama Osmanlı
mirasının temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti
devletinin sınırları içinde barındırılmalarına karar verilmişti. Türkiye
devleti kurulurken eski Osmanlı ahalisinin ulusal sınırlar içinde yer almasına
dikkat edilmiş ve Misakı Milli andı ilan edilirken, Türklerin ve Müslümanların
birlikte ve çoğunlukta olduğu imparatorluk topraklarına öncelik verilerek
haritalar çizilmiş ve eski devletten yeni devlete geçerken Osmanlı ahalisinden
Türk vatandaşlığına geçiş aşaması sırasında, Misakı Milli andı ile ilan edilen
eski imparatorluk topraklarına öncelik verilmiştir. Eskiden Osmanlı devletinin
bir parçası olan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu topraklarından imparatorluk
geri çekilirken, bu bölgelerden göç ederek Türklerin ana vatanı ilan edilen
Anadolu topraklarına erişmek için göçe kalkışarak, Türk devleti sınırları
içinde yerleşmeye çalışan göçmenlerin talepleri doğrultusunda gereksinme
duyulan yeni kentlerin kurulması ve eski
Osmanlı kentlerinin yeniden düzenlenerek ülkenin bir ulus devlet olarak yeniden yapılanması için gereken adımlar
atılarak, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir de ulusal kuruluş aşaması
cumhuriyet rejiminin ilan edilmesi ile dünya kamu oyuna açıklanıyordu. Bu tür
bir yol izlenerek ulus devlete giden yolun açılması sağlanıyor ama aynı zamanda
eski Osmanlı topraklarından gelen Osmanlı ahalisi de yeni devletin yurduna kabul
edilerek geleceğin Türk devletinin çatısı altında, mübadeleye giden yolda bu oluşumun
ilk adımları atılıyordu.
Bir
hukuk terimi olan mübadele kavramının Osmanlı devleti gibi uluslararası bir
imparatorluk devletinin sona ermesiyle birlikte gündeme gelmesi gayet doğal bir
durumdu. Üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı devleti aynı zamanda üç yarımada
üzerine kurulmuş bulunan bir devlet yapılanmasına sahipti. Batılı emperyalistlerin
kışkırttıkları Balkan savaşları ile Balkan yarımadası, Avrupalı
emperyalistlerin isyana kışkırttığı Arap ülkeleri ile Arabistan yarımadası
savaşlara sürüklenerek Osmanlı sınırlarının dışına çıkıyordu. Üçüncü yarımada
ise coğrafya kitaplarında Küçük Asya olarak tanımlanan Anadolu yarımadası Türk
ulusunun bir ulusal kurtuluş savaşı verdiği merkezi alan olarak, Osmanlı
devleti sonrasında bütün emperyalist büyük devletlerin hedefi haline gelirken, Kuvayı
Milliye mücadelesinin zafer ile sonuçlanması üzerine yeni kurulan bağımsız
Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi haline geliyordu. Eski Osmanlı ülkesinin merkezi
topraklarını oluşturan Anadolu yarımadası zamanla eski Osmanlı ülkelerinden gelenlerin de yer alabileceği
bir modern devlet yapılanmasına gidiyordu. Balkan topraklarında yaşayan
Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı ahalisi, Balkan savaşları sonrasında Türkiye
topraklarına geldiğinde Osmanlı devletinden Türk devletine geçiş aşamasında
barış antlaşmalarının hemen sonrasında imzalanan mübadele sözleşmeleri ile, eski Osmanlı halkının yeni
Türk devletiyle hukuki bütünleşme içine girmesi mübadele antlaşmaları ile
devreye sokuluyordu. Batılılar Wilson prensipleriyle öne çıkarak Sevr
Antlaşmasını zorla imzalatırken, ulusal kurtuluş savaşı ile Sevr Antlaşması
yırtılarak Lozan Antlaşmasına giden yolun önü açılıyordu. Sevr haritası ile
imparatorluk topraklarını parçalayan emperyalizme karşı direnmesiyle Arap ve
Balkan yarımadalarına karşı Anadolu yarımadası Türklerin elinde kalıyordu. Wilson’un
istediği Hristiyan devletlerin Anadolu toprakları üzerinde kurulmalarına izin
verilmiyordu. Ama bu bölge ve ülkelere karşı eski Osmanlı tutumu sürdürülerek
bütün Osmanlı azınlıklarının devletleşemediği aşamada kurulması düşünülen
gayrimüslim devletlerin ahalisi olamayanlar, Osmanlı devletinin mirasçısı
olarak belirlenerek, yeni kurulan Türk devletinin gelecekteki vatandaşlığına giden
mübadele yolu açılıyordu.
Ulus
devletlerin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan ana oluşum, uluslaşma sürecinin
tamamlanmasıdır. Ne var ki, Avrupa ülkelerinde üç yüzyıllık bir oluşum süreci
sonrasında tarih sahnesine çıkan ulus devletlerin uluslaşma sürecini zaman
içerisinde tamamlamaları için çabalar birbiri ardı sıra gündeme gelirken, önce
büyük devletler daha sonra da orta ve küçük boy devletlerin sahip oldukları
ulusal kimlik doğrultusunda toplumsal entegrasyon süreçlerini tamamlamaya
çalıştıkları görülmektedir. Tarih boyunca yaşanan savaşlar, göçler ve sürgünler
dünya haritasında yer alan bütün devletleri derinden sarsarken, başarısız
devletlerin dünya haritasından silinmesi gibi
olumsuz durumlar da, yeni devletlerin gündeme gelmesini ve her kurulan
devletin hızla uluslaşma sürecini tamamlayarak daha güçlü bir merkezi yapılanma
üzerinden uluslararası alana açılarak normal
koşullarda olması gereken devletler arasında rekabet düzeni içinde kendilerine
düşen yerlerini almak üzere , ulus devletler hem ülke bütünlüğü hem de tek bir
devlet çatısı altında ulusal toplumun tüm üyelerini bir araya getirmek
yükümlülüğü altındadırlar. İmparatorluklar sonrası dönemde ulusal sınırlar
içindeki ülke vatandaşlarının bir kısmının uluslaşma sürecini tamamlayarak
uluslaşma sürecinde belirleyici olmaya çalıştıkları, kendilerini ulusal
toplumun bir parçası olarak göremeyenler
ya da sahip oldukları alt kültürler üzerinden kendi kimliklerini tanımlamaya
çalışan azınlık gruplarının ulus devlet vatandaşlığı statüsü içinde bir
araya gelmeleri, normal hukuk yolları ile ancak mübadele uygulamaları üzerinden
tamamlanabildiği görülmektedir. Bu açıdan ulus devletin dünya sahnesine çıkmış
olduğu Avrupa kıtasındaki ulus devletlere baktığınız zaman, hemen hemen
hepsinde ortaya çıkan bütünleşme süreçleri içinde devletin ulusu içinde
bütünleşen vatandaşların ulusal birliğin ve kimliğin temsilcileri olarak
toplumsal alanda etkinlik sağladıkları görülebilmektedir. Devletin ulusal
kimliği dışında kalan alt kimlikli toplum kesimlerinin ya da başka devletlerin
vatandaşı olan grupların, eşit koşullarda bir ulus devletin vatandaşlığına kabul
edilmeleri mübadele ve benzeri hukuk uygulamaları ile sürdürülebilmektedir.
Mübadele
genel olarak devletler arası ya da toplumlar arası antlaşmalarla uygulama
alanına getirilmektedir. İmparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına
geçilirken, kendisini Türk diye tanımlayan ya da Hristiyan dünyanın
yanında Müslüman kimliği ile birlikte
hareket eden Türkler yeni bir dünya düzeni kurulurken, ülkenin doğu-batı ya da
kuzey-güney sınırlarının yanında uzanıp giden eski İmparatorluk topraklarında
yaşayan halk kitlelerinin yeni harita üzerinde kurulan devletlerden birisinin
kimliğini kazanma hakkı herkes için geçerliyken, bu hakkını Türkiye Cumhuriyeti
vatandaşı olma doğrultusunda kullanan Türkler ve Müslümanlar, daha sonraki aşamada Türkiye
Cumhuriyeti devletinin ilgili makamlarına başvuruda bulunarak mübadele uygulamaları içinde hareket ederken imparatorluğun merkezi toprakları
üzerinde yeni bir ulus oluşturulması uygulamalarına katkıda bulunmuşlardır. Türk
devletinin kurulmasıyla birlikte gündeme gelen göçler, yer değiştirmeler ve de
alt kimlik yapılanmaları gibi sorunlar, ulus devletin kurulmasıyla birlikte yeni
bir hukuk düzeni içinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Böylesine bir yeni
yapılanma arayışı Avrupa’daki ulus devletlerin kuruluşu sırasında uygulanan
batılı yöntemler aracılığı ile gerçekleştirilerek, bugünkü Avrupa kıtası
üzerinde yer alan modern bir kıtasal oluşum düzeninin önü açılmıştır. Dağılan
imparatorluk yerine merkezi konumda bir ulus devlet kurulurken, Türkiye yeni
harita oluşumu sırasında merkezi bölgedeki göç alan ülke olarak, eski Osmanlı
hinterlandı üzerinde kendisi ile sınır komşusu
olan devletlerin ahalisine sınırlarını açık tutmuş ve bu doğrultuda
gelişen uygulamaları belirli bir devlet düzenine kavuşturmak üzere, önce
mübadele uygulamalarına başlamış ve daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyetinin
resmen ilan edilmesi üzerine de ahali değişimi anlamında göçler yolu ile gelen
komşu halkların temsilcileri mübadil olarak kabul edilerek ve mübadele antlaşmaları resmen imzalanarak bölge halkına
ilan edilmiştir Osmanlı döneminde Evladı-Fatihan olarak ilan edilen fethedilen
ülkelerin sınırları içinde barınarak, Osmanlı sonrasında da bu bölgede yaşamak
durumunda kalan halk kesimlerine mübadele antlaşması her yönü ile
uygulanmıştır. Bu açıdan Türk devleti yönetimi herhangi bir ayrılık ya da
ayrıcalık düşünmemiştir.
Türkiye
yirminci yüzyıla bir ulus devlet olarak girerken bu yeni yapılanmaya uygun bir
plan hazırlanarak, daha sonraki aşamada mübadele ile ilgili antlaşmalara uygun
düşen bir zemin hazırlanmıştır. Tarihsel süreç içerisinde ulus devletlerin
siyasal alana çıkması ve böylece imparatorlukların dağılması gibi bir oluşum
yirminci yüzyılın başlarında uluslararası konjonktürde etkin olunca, Türkler
Osmanlı imparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti dönemine geçmişlerdir. Türkler
tarih sahnesine Orta Asya bölgesinde çıkmalarına rağmen resmi adı ile bir Türk
devletine Orta Doğu toprakları üzerinde sahip olmuşlardır. Bu durum Türklük
olgusunu bir kimlik olarak Türklerin birlikte yaşadıkları alanlara taşırken, Türklük
kimliği hem doğuştan gelen yönleri ile Orta ve Kuzey Asya’da yaşamını
sürdürmektedir hem de Orta Doğu bölgesinin tam ortasında yer alan Türk devletinin
vatandaşlık bağı üzerinden belirlenen siyasal kimliğini ifade etmektedir. Bu
ikili kimlik konusu Türk devleti ile Türk dünyası arasında doğal bir bağ
oluşturmakta ama aynı zamanda Türk dünyasında yaşamakta olan Türk asıllı Rusya
Federasyonu vatandaşlarını da diğer ülkelerde yaşamlarını sürdürmekte olan
devletler ve toplum yapıları içinde diğerlerinden farklı bir durum ortaya
çıkarmaktadır. Dünyanın merkezi imparatorluğunu oluşturan Osmanlı devleti, üzerinde
yaşadığı Orta Doğu bölgesinin nüfus boylarına coğrafi komşuluk varken, Türk
dünyasında yaşamakta olan ondan fazla Türk devleti arasında da tarihi bir
yakınlık öne çıkmaktadır. Coğrafya bilimi ile tarih bilimi Türkler ve Türk
boyları için ayrı yönler gösterirken, Türk devleti ve milleti ciddi irredentizm
sorunları ile karşı karşıya gelmektedir. Tarih boyunca kurulmuş olan
imparatorlukların geride kaldığı bir dünya yeniden düzenlenirken, bu aşamada
yirminci yüzyılın getirmiş olduğu ulus devletler döneminin de aşılması
gerektiği konusunda bugünün siyasal merkezleri devreye girerek var olan
devletlerin üzerinde büyük baskılar uygulamaktadırlar. Sınır ötesi milli
kimlikli toplumları gündeme getirerek onlarla daha geniş bir alanda
birlikteliklere yönelmek irredentizm sorununu canlandırırken, yüz yıllık ulus devletler
düzenini de sarsarak yıkmaktadır.
Ulus
devletlerin bugününü yüz yıl sonra yeniden değerlendirirken, üzerinde durulması
gereken kavramların en başlarında mübadele kavramı gelmektedir. Dünyanın her
bölgesine yayılmış olan halk kitlelerinin bölgesel imparatorluklar çerçevesinde
bir yaşam düzenleri varken, onları böylesine bir düzenden çekip çıkararak, aynı
alt kimlikli insanların alt kimlikler üzerinden belirli bölgelere toplanması ve
bu doğrultuda göçlerin ve nüfus kaydırma planlarının uygulama alanına
getirilmesiyle ulus devletler kurulmuştur. İmparatorluklardan ulus devletlere
yönelirken bu tür uygulamalara yeniden bölgesel devletlere dönme eğilimleri
doğrultusunda yönelmek, önümüzdeki dönemde küresel sermaye ile ulus devletler
arasında çok ciddi çekişme ve çatışmalara yol açacaktır. Emperyalizm ile
irredentazm kıskacına sürüklenmekte olan ulus devletler, bugünün dünyasında alt
kimlikçilik ile küresel bir kaos ortamına doğru sürüklenmektedirler. İmparatorluklardan
ulus devletlere geçilirken ulusal kimliklerin daha kolay oluşturulabilmesi için
uygulanan mübadele antlaşmaları yeniden gündeme getirilmeye ve iptal edilerek geçersiz
kılınmaya çalışılmaktadır. Bu tür antlaşmalar ile dağınık akraba topluluklarını
bütünsel ulus devletlere dönüştürme planlarından bugün vazgeçilirse, o zaman
ulus devletlerin varlık nedenleri yeniden ele alınarak tartışılacak ve mübadele
antlaşmalarının ortadan kıldırılması gibi konular, alt kimlikçi etnik
topluluklar üzerinden ulus devletlerin parçalanarak eyalet devletlere geçiş
için küresel emperyalizm tarafından desteklenen yıkıcı operasyonların önünü
açabilecektir. Yirminci yüzyılda 20 imparatorluktan 200 ulus devlet çıkartan
küresel emperyalizm, yüzyıl sonra bugün 200 ulus devletten 2000 eyalet devleti
ortaya koyarak ulus devletleri yıkıma doğru sürüklemektedir. Bu aşamada ulus
devletlerin kuruluşunun temel taşları olan mübadele antlaşmalarının
korunmasıyla ulus devletler yoluna devam edebilecektir. Ne var ki, eğer
mübadele antlaşmaları korunamazsa o zaman ulus devletleri bekleyen dağılma ya
da irredentist sonuçlar verebilecek olumsuz gelişmeler, egemen güçlerin kaos
senaryolarına yardımcı olarak, emperyalist güçlerin çok istediği üçüncü dünya
savaşına giden yolun önünü açabilecektir. Bu durumda ulus devletlerin
emperyalizme karşı ortak mücadeleye girmesi insanlık için zorunludur.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN