18 Aralık 2022 Pazar

MÜBADELE VE ULUS DEVLETLER - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

MÜBADELE VE ULUS DEVLETLER 

                Ulus devletler tarih sahnesine çıkarken ülke boyutlarını ve toplumsal tabanın alt kimlikli dayanak noktalarını belirleyerek, dünya haritası üzerindeki yerlerini belirlemektedirler. İnsanlığın dünya haritası üzerindeki dağılımları ülkelerin jeopolitik konumlarını değiştirirken aynı zamanda nüfus hareketleri de ülke ve devlet yapılanmalarının netlik kazanmasında önemli boyutlarda katkılar sağlamaktadır. İnsanlığın yeryüzü toprakları üzerinde yayılması ve zaman süreçleri içerisinde bir dağılım yapılanmasının gündeme gelmesiyle birlikte, geçmişten gelen devlet yapıları sarsılmakta ve değişen nüfus haritası üzerinden devletler arası sınır boylarında önemli değişiklikler öne çıkarken yeni ortaya çıkan dağılım haritaları üzerinden, devletler kendi toplumsal yapılarını yeniden gözden geçirme aşamasına gelmektedir. Dünya tarihinin her döneminde ortaya çıkan nüfus hareketlerinin devletlerin siyasal yapılarını etkilemesi nedeniyle, devletler arasında nüfus kaydırması yapılması ,ya da belirli etnik grupların karşılıklı olarak takas edilerek ülke değiştirmelerine yönelik adımlar ve benzeri girişimler, uluslararası hukuk alanında da yenilikler getirerek  ve komşu devletler arasında nüfus gruplarının yer değiştirmelerine yol açarak, devletlerin ülke ve millet unsurları arasında bütünleşme yaratacak düzeyde kaynaşma ve benzeri toplumsal açılımların öne çıktığı görülmektedir. Dünya diplomasi tarihi bu açıdan önemli örneklerle dolu olduğu için bugüne gelene kadar devletler arası nüfus değişimi alanında, birçok gelişme ciddi boyutlarda bir literatür oluşturmuştur.

                Fransız devriminin Avrupa ülkelerine yayılmasıyla birlikte dünya büyük bir dönüşüm gerçekleştirmiş yirminci yüzyıla kadar devam edip gelen dinler arası çekişmelerin yerini, Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan ulus devletler arası rekabet almıştır. On beşinci yüzyıl sonrasında Avrupa kıtasında başlamış olan Rönesans ve Reform hareketleri devrimci bir açılım getirmiş ve bu gibi oluşumların dünya düzenini derinden sarsmasıyla başlayan aydınlanma devrimi ve modernleşme süreci, insanlığı ortaçağın ağır din baskısından kurtararak bugünün ileri toplum düzenlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Fransız devrimi böylesine bir sürecin köşe başı olmuş ve devrim sonrasında dünya düzeni dinler arası ilişkilerden uzaklaşarak ulus devletler arasında daha farklı yeni bir düzene oturmuştur. Devletlerin tarihi incelendiği zaman böylesine yeni bir düzenin yavaş yavaş gündeme gelmekte olduğu anlaşılmaktadır. İlk çağlardaki ilkel komünal yapılar orta çağ yıllarına gelindiğinde derebeyliklere ve kent devletlerine dönüşmüştür. Daha sonraki aşamada öne çıkan kentler arası çatışma ve çekişmeler krallıkları öne çıkarmış, böylesine bir yöneliş krallıkları imparatorluklara doğru yönlendirirken, bu oluşum sürecinde daha sonraki aşamada imparatorluklar hegemonya savaşlarına sürüklenirken, imparatorluklar parçalanma aşamasına gelmiş ve Fransız devrimi sonrasında da kral devletlerden ulus devletlere halk kitlelerinin bir araya gelmesinden oluşan ulusal yapıların siyasal inisiyatifi ele almasıyla birlikte geçilebilmiştir. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik esaslarının bir arada uygulama alanına getirilmesiyle birlikte, yeni dönemde eskisinden farklı bir devlet düzeni yapılanmasına doğru adımlar atılmıştır. Uzun süre belirli alanlarda da bir araya gelerek birlikte yaşam sürdüren halk toplulukları krallık ve imparatorlukların baskılarına karşı çıkarak direnirken, kendilerini güvence altına alacak ortak yönetim düzenleri oluşturarak, büyük devletlere karşı kendi ulusal yapıları doğrultusunda, daha küçük ve orta boy ülkelerde ulusal devlet yapılanmalarına kalkışmışlardır. Kralların yerini halklar alınca belirli bölgelerde yaşamakta olan halk topluluklarının zaman içinde kazandıkları ortak değerler üzerinden, yeni bir sosyal ve kültürel yapılanmaya doğru yönlenerek ve kendi ulus devletlerinin sınırlarını çizerek, bu doğrultuda ülke ve toplum bütünleşmesi sağlayarak, çağdaş ulus devletlerin tarih sahnesine çıkması sağlanmıştır. Fransız devrimi sonrasında yaşanan üç asırlık gelişmeler dünya haritasını bugünkü durumuna getirmiştir.

                Uzun süre aynı yerde yaşamak ve birlikte hareket etmek insan toplulukları içinde yeni çizgiler ortaya çıkarırken, zaman içinde oluşan sosyal ve kültürel yapılanmalar da toplum içinde yaşayan ulusların kimlik kazanmasına yardımcı olmuştur. Zaman içinde kazanılan ortak değerlerin halk kavramının ötesinde yeni bir benzerlikler oluşumuna yönlenmesi buna dayalı olarak uluşma sürecine katkılar sağlamıştır.  Var olan halk kitlelerinin içinden yeni bir benzerlikler coğrafyası çıkarmak, insanlığın ulusal toplumlar çağına girmesini kolaylaştırmış ve daha sonraki ulus devletler aşamasının ön hazırlıklarını oluşturmuştur. Ortak vatanda aynı sınırlar içinde yaşayan ve ülkenin nimetlerini kardeşlik dayanışması içinde bir araya getirmesi ve ortak geçmişten aynı geleceğe dönük birliktelikler uluslaşma olgusunun tamamlanmasına giden yolları açmıştır. Dağınık ve rastlantısal halk kitlelerinin ötesinde daha düzenli ve belli bir kimliğe sahip olan uluslar yeryüzünde siyaset sahnesinin önüne çıkmaya başlamışlardır. Modernleşmenin getirmiş olduğu bilimsel devrimler toplum yapılarında yenileşme getirince, halk kitlelerinin uluslaşma süreçleri daha da hızlanmış ve kısa bir süre sonra ulusların bir arada yaşamakta olduğu çağdaş bir uluslar dünyası kendiliğinden gündeme gelmiştir. On altıncı yüzyıl boyunca krallıkların yaptığı antlaşmalar üzerinden aynı devlet çatısı altında halk kitleleri uluslaşma şansını elde ederek, ortak vatan üzerinde sürdürülmekte olan beraberliğin yansıması konumunda, dünya devletleri bir uluslararası düzen içindeki halk kitleleriyle tamamen rastlantısal olarak bir araya gelebildiği gibi, zaman içerisinde planlı nüfus kaymaları ya da göçler yolu ile de bir birlikte yaşam düzenine gelebilmişlerdir. Devletlerin kuruluş aşamasında var olan ayrı toplulukların aynı ulusun evlatları konumuna gelmeleri daha kolay gerçekleşirken, devletin kuruluş aşaması tamamlandıktan sonra, belirli grupların başka ülkelerden gelerek aynı ulus devletin çatısı altına girmeleri ve zaman içerisinde toplumun bütünüyle birlikte ortak hareket etme sürecinde aynı ulusun parçalarının birlikteliğinin pekişmesi, diğer ulus devletler arasındaki rekabet düzeni ve çekişmeler açısından zamanla önem kazanmıştı.

                Halk kitlelerinin tamamen rastlantısal olarak belirli zaman diliminde ya da belirli bölgelerde bulunmaları sayesinde, ulusal toplumlar orada bulunan herkesi içine alabildiği ya da temsil edebildiği ölçülerde bir geçici yapıya sahip bulunmaktadırlar. Dünyanın çeşitli bölgelerinde uluslar uzun zaman süren oluşum uluslaşma dönemlerine sahip oldukları için birbirlerinden çok farklı özelliklere sahip olarak ortaya çıkabilirler. Her bölgede yaşayan halk kitleleri birbirlerinden farklı karakterlere sahip olarak oluşum süreçlerini tamamlamaktadırlar. Halklar içinde bulundukları konjonktürün yaşanılan bölgeye etki yaratması aracılığı ile birbirlerinden farklı biçimlerde öne çıkarlarken, diğer ulusal oluşumlar, dünyanın öbür bölgelerini biçimlendirmişlerdir. Halklar tarihin belirli bir anında bölgesel koşulların oluşumu ya da etkilemesi aracılığı ile ortaya çıkarlarken, uluslar böylesine bir durumdan çok farklı bir uzun süreli doğuş veya inşa dönemine sahip olmak durumunda kalmaktadırlar. Bazen ortak özelliklerin kazanılması zaman alırken, uluslararası alandaki değişikliklerin de var olan siyasal yapıları etkileyerek ulusal süreçleri dışardan etkilediği görülmektedir. Halk kavramı belirli bir anda ve yerde bulunan bütün insanların toplamını ifade ederken, uluslar uzun süre bir arada yaşamış ve ortak kültür ile toplumsal bir yapıya sahip olan topluluklar olarak, bugünkü ulus devletlerin sosyal tabanını oluşturan sosyal yapılardır. Halkların anlık geçici ulusların ise uzun süreli kalıcı durumları yansıtması nedeniyle, bütün ulusal toplulukların birlikte sosyal yaşamının geleceğe dönük olarak kurumlaşması, istikrar hedefine dönük olarak ulus devletleri ulusal toplum yapılarının ötesine giderek, daha güçlü bir hukuk ve siyaset düzeni çerçevesinde kalıcı kılmak gerekmektedir. Dünya nüfusunun her yıl oldukça hızlı bir genişleme süreci içinde olması dikkate alınarak, ulus devletler ile dünya haritasında yer alan ulusal toplumlar ve ulus devletlerin güvenliği açısından yerleşimin yeniden ele alınarak daha etkili bir düzene kavuşturulma çabaları gelinen son aşamada önem kazanmaktadır. Çağdaş toplumlarda gerçekleşmekte olan ulusal yapılanma, toplumları bütünleştirmeyi hedeflerken, uluslaşma olgusu hız kazanmakta ve halkların uluslaşması oluşumu da daha üst düzeylerde bir hareketlilik kazanmaktadır. Bazı ülkelerde uluslaşma süreçleri hızlanırken halklaşma olgusu uluslaşmaya zemin hazırlamaktadır.

                Soğuk savaş sonrası dönemde küreselleşme aşaması gündeme gelirken, ulus devletlerin ötesinde küresel şirketlerin uluslararası alanda gücü ele geçirerek ekonomi üzerinden dünyayı yönlendirmeye çalışmaları, var olan ulus devletler ile yeni gündeme giren küresel sermaye arasında büyük bir çekişme başlatmış ve dünya düzeni bu gibi gerginlikler yüzünden ciddi bunalımlarla karşılaşmıştır. Devletlerin çoğunun ulusal bir yapıda olmasına rağmen şirketlerin içindeki yabancı unsurlar, küresel şirketlerdeki ulus karşıtı çizginin devletlere doğru yayılmasını sağlamıştır. Çok kültürlülük adı altında ulus düşmanlığı tırmandırılırken, şimdiki küresel şirketlerin kozmopolitan yapılanmasının ulus devletlere doğru yansıtılması öne çıkarılmaktadır. Böylece uluslararası alanda karşılaşılan, siyasal çekişmeler küresel şirketler aracılığı ile ekonomi üzerinden ulus devletlere doğru dayatılırken, Fransız devrimi sonrasında gündeme gelmiş olan ulus devletler dönemini sona erdirmek çizgisinde birçok kültürlü ve alt kimlikçi toplumsal modeli güncelleştirerek, ulusal toplum yapısının çökertilmesine, ulus devletlerin yıkılmasına çok kültürcü toplumsal yapılanmaların ulusal toplumlara son verdiği açıkça ortaya çıkmaktadır. Ulus devletler küresel saldırılar karşısında bocalarken çok ulusluluk üzerinden var olan toplumsal yapıların dağıtılması yolu ile amaca ulaşılmaya çalışılmaktadır. Eski dönemlerden gelen bazı istisnai uygulamalarda bazı devletlerin çatısı altında farklı kökenden gelen nüfus yapılarına yer verilmiştir. Bazılarında ise bu tür uygulamalara yer verilmeyerek aynı ulustan olan ya da benzeri biçimde aynı etnik toplulukların temsilcilerinin bir arada yaşadığı ülkeler ya da çalıştığı şirketler konusu, gene farklı kimliklerin çekişmesini ya da bazı istisnai durumlarda ortaklaşa hareket edildiğini göstermektedir. Birbirinden çok farklı din, kültür ve etnik kökenlerden gelen insanların bazı ülkelerde ya da devletlerin çatısı altında kozmopolit bir yaşam düzenine yöneldikleri görülebilmektedir. Çok uluslu imparatorluk ya da krallık devletlerinde farklı kimliklere izin verilirken, benzeri uygulamalara ulus devlet çatısı altında yer vermek mümkün olamamaktadır. Bazı uluslar benzerlik dayanışması üzerinden hızla kendi ulus devletlerini kurabilirken, böylesine bir koruyucu şemsiye yaratamayan ulus ötesi ya da öncesi toplumsal varlıkların da dünya haritası üzerinde yeni bir yerleşim yeri ararken, gene ulus devletlerin kapısını çalabilmektedirler. Ulusal olmayan bölge devletleri ya da federasyon modellerinde ulusal kimliği olmayan insanların koruma sağlamak üzere komşu devletlerin yönetimlerinden yardım talep etmeleri, uluslararası alanda çok görülen bir durumdur. Bugünün dünya haritasına bakıldığı zaman var olan iki yüz den fazla devletin hepsinin ulus devlet olmadığı, bazılarının halk devleti, bazılarının da ülke devleti ya da bölge devletlerinin yapılanması içinde var olmaya devam ettikleri görülebilmektedir. Bu gibi devletler ulus devlet olmadığı için farklı kimlikler taşıyan kişiler ya da topluluklar; bölge, ülke ve de halk devletleri içinde yer alarak yaşamlarını sürdürebilirler. Birleşmiş Milletler ve buna bağlı kuruluşların geliştirmiş olduğu uluslararası insan hakları sözleşmeleri ve uygulamaları, ayrı kökenden gelen kişilerin bu  açıdan dışlanamayacağını ve diğer insanlar gibi bu kişilerin de  uluslararası insan hakları sisteminin verilerinden yararlanabileceğini gündeme getirirken, insan ilişkileri düzeninde yabancıların yeri ya da ulusal kimlik dışında kalanların ulusal toplum içinde karşı karşıya kaldıkları zıt durumlar ve bu gibi  gelişmelerin ortaya çıkardığı sorunlar, bütün devletlerin önünde çözülmesi gereken meseleler olarak dünya  gündemine gelmektedir. Uluslaşabilen insan toplumları kendi ulus devletlerini kurarken, ulus olma sürecini tamamlayamamış ve bu yüzden siyasal oluşumların gerisinde kalmış olan dağınık insan toplulukları da her devletin dayandığı insan unsurunun farklılığı yüzünden birbirinden ayrı devlet modellerinin ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Orta çağ döneminden kalan şehir devletleri ve benzeri küçük yapılanmalar aynı zamanda bölgesel federasyonların çatısı altında eyalet statüsü altında bir araya gelerek ve böylece ulus devletlere karşı varlıklarını koruyarak yollarına devam edebilmektedirler. İlk çağlardaki kavim ya da kabile yaşamını aşamayan geri kalmış halk toplulukları bu yapıları ile hiçbir zaman uluslaşamamış ve kendi ulus devletlerini kuramamışlardır. Uluslaşamayan topluluklar içinde yaşayan insanlar alt kimliklerini korudukları gibi aynı zamanda bu tür bir kimlikle dünya sahnesine çıkarak kendileri için uygun gördükleri ülkelerde yaşama hakkını kullanmaktan geri kalmamaktadırlar.  

                Yirminci yüzyıla girerken yaşanan iki büyük dünya savaşı uluslararası devletlerin konumlarını değiştirmiştir. İmparatorluklardan ulus devletlere geçişi sağlayan cihan savaşları sonrasında dünya yeni bir döneme girerek artın nüfus ve gereksinmelerin zorladığı çizgilere doğru yönelmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklardan ulus devletlere geçiş aşaması hem uzun hem de zorluklarla dolu bir biçimde gerçekleşmiştir. Birinci dünya savaşı öncesi ve sonrası koşullarda tarih sahnesine önce Türk ulusu daha sonra da Türk devleti çıkmıştır. Bir yandan ulusal kurtuluş savaşı vererek Türk ulusu dünya sahnesine çıkıyor, diğer yandan da yeni bir ulus devlet kurulması çizgisinde Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti kuruluyordu. İmparatorluk tasfiye edilirken, Türk asıllı olmayan eski Osmanlı ahalisinin yeni kurulan Hristiyan ya da Müslüman devletlerde değil ama Osmanlı mirasının temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içinde barındırılmalarına karar verilmişti. Türkiye devleti kurulurken eski Osmanlı ahalisinin ulusal sınırlar içinde yer almasına dikkat edilmiş ve Misakı Milli andı ilan edilirken, Türklerin ve Müslümanların birlikte ve çoğunlukta olduğu imparatorluk topraklarına öncelik verilerek haritalar çizilmiş ve eski devletten yeni devlete geçerken Osmanlı ahalisinden Türk vatandaşlığına geçiş aşaması sırasında, Misakı Milli andı ile ilan edilen eski imparatorluk topraklarına öncelik verilmiştir. Eskiden Osmanlı devletinin bir parçası olan Balkanlar, Kafkaslar ve Orta Doğu topraklarından imparatorluk geri çekilirken, bu bölgelerden göç ederek Türklerin ana vatanı ilan edilen Anadolu topraklarına erişmek için göçe kalkışarak, Türk devleti sınırları içinde yerleşmeye çalışan göçmenlerin talepleri doğrultusunda gereksinme duyulan  yeni kentlerin kurulması ve eski Osmanlı kentlerinin yeniden düzenlenerek ülkenin bir ulus devlet olarak yeniden yapılanması için gereken adımlar atılarak, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir de ulusal kuruluş aşaması cumhuriyet rejiminin ilan edilmesi ile dünya kamu oyuna açıklanıyordu. Bu tür bir yol izlenerek ulus devlete giden yolun açılması sağlanıyor ama aynı zamanda eski Osmanlı topraklarından gelen Osmanlı ahalisi de yeni devletin yurduna kabul edilerek geleceğin Türk devletinin çatısı altında, mübadeleye giden yolda bu oluşumun ilk adımları atılıyordu.

                Bir hukuk terimi olan mübadele kavramının Osmanlı devleti gibi uluslararası bir imparatorluk devletinin sona ermesiyle birlikte gündeme gelmesi gayet doğal bir durumdu. Üç kıtaya yayılmış olan Osmanlı devleti aynı zamanda üç yarımada üzerine kurulmuş bulunan bir devlet yapılanmasına sahipti. Batılı emperyalistlerin kışkırttıkları Balkan savaşları ile Balkan yarımadası, Avrupalı emperyalistlerin isyana kışkırttığı Arap ülkeleri ile Arabistan yarımadası savaşlara sürüklenerek Osmanlı sınırlarının dışına çıkıyordu. Üçüncü yarımada ise coğrafya kitaplarında Küçük Asya olarak tanımlanan Anadolu yarımadası Türk ulusunun bir ulusal kurtuluş savaşı verdiği merkezi alan olarak, Osmanlı devleti sonrasında bütün emperyalist büyük devletlerin hedefi haline gelirken, Kuvayı Milliye mücadelesinin zafer ile sonuçlanması üzerine yeni kurulan bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesi haline geliyordu. Eski Osmanlı ülkesinin merkezi topraklarını oluşturan Anadolu yarımadası zamanla eski Osmanlı ülkelerinden gelenlerin de yer alabileceği bir modern devlet yapılanmasına gidiyordu. Balkan topraklarında yaşayan Müslüman ve gayrimüslim Osmanlı ahalisi, Balkan savaşları sonrasında Türkiye topraklarına geldiğinde Osmanlı devletinden Türk devletine geçiş aşamasında barış antlaşmalarının hemen sonrasında imzalanan mübadele  sözleşmeleri ile, eski Osmanlı halkının yeni Türk devletiyle hukuki bütünleşme içine girmesi mübadele antlaşmaları ile devreye sokuluyordu. Batılılar Wilson prensipleriyle öne çıkarak Sevr Antlaşmasını zorla imzalatırken, ulusal kurtuluş savaşı ile Sevr Antlaşması yırtılarak Lozan Antlaşmasına giden yolun önü açılıyordu. Sevr haritası ile imparatorluk topraklarını parçalayan emperyalizme karşı direnmesiyle Arap ve Balkan yarımadalarına karşı Anadolu yarımadası Türklerin elinde kalıyordu. Wilson’un istediği Hristiyan devletlerin Anadolu toprakları üzerinde kurulmalarına izin verilmiyordu. Ama bu bölge ve ülkelere karşı eski Osmanlı tutumu sürdürülerek bütün Osmanlı azınlıklarının devletleşemediği aşamada kurulması düşünülen gayrimüslim devletlerin ahalisi olamayanlar, Osmanlı devletinin mirasçısı olarak belirlenerek, yeni kurulan Türk devletinin gelecekteki vatandaşlığına giden mübadele yolu açılıyordu.

                Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan ana oluşum, uluslaşma sürecinin tamamlanmasıdır. Ne var ki, Avrupa ülkelerinde üç yüzyıllık bir oluşum süreci sonrasında tarih sahnesine çıkan ulus devletlerin uluslaşma sürecini zaman içerisinde tamamlamaları için çabalar birbiri ardı sıra gündeme gelirken, önce büyük devletler daha sonra da orta ve küçük boy devletlerin sahip oldukları ulusal kimlik doğrultusunda toplumsal entegrasyon süreçlerini tamamlamaya çalıştıkları görülmektedir. Tarih boyunca yaşanan savaşlar, göçler ve sürgünler dünya haritasında yer alan bütün devletleri derinden sarsarken, başarısız devletlerin dünya haritasından silinmesi gibi  olumsuz durumlar da, yeni devletlerin gündeme gelmesini ve her kurulan devletin hızla uluslaşma sürecini tamamlayarak daha güçlü bir merkezi yapılanma üzerinden  uluslararası alana açılarak normal koşullarda olması gereken devletler arasında rekabet düzeni içinde kendilerine düşen yerlerini almak üzere , ulus devletler hem ülke bütünlüğü hem de tek bir devlet çatısı altında ulusal toplumun tüm üyelerini bir araya getirmek yükümlülüğü altındadırlar. İmparatorluklar sonrası dönemde ulusal sınırlar içindeki ülke vatandaşlarının bir kısmının uluslaşma sürecini tamamlayarak uluslaşma sürecinde belirleyici olmaya çalıştıkları, kendilerini ulusal toplumun bir parçası olarak  göremeyenler ya da sahip oldukları alt kültürler üzerinden kendi kimliklerini tanımlamaya çalışan  azınlık gruplarının  ulus devlet vatandaşlığı statüsü içinde bir araya gelmeleri, normal hukuk yolları ile ancak mübadele uygulamaları üzerinden tamamlanabildiği görülmektedir. Bu açıdan ulus devletin dünya sahnesine çıkmış olduğu Avrupa kıtasındaki ulus devletlere baktığınız zaman, hemen hemen hepsinde ortaya çıkan bütünleşme süreçleri içinde devletin ulusu içinde bütünleşen vatandaşların ulusal birliğin ve kimliğin temsilcileri olarak toplumsal alanda etkinlik sağladıkları görülebilmektedir. Devletin ulusal kimliği dışında kalan alt kimlikli toplum kesimlerinin ya da başka devletlerin vatandaşı olan grupların, eşit koşullarda bir ulus devletin vatandaşlığına kabul edilmeleri mübadele ve benzeri hukuk uygulamaları ile sürdürülebilmektedir.

                Mübadele genel olarak devletler arası ya da toplumlar arası antlaşmalarla uygulama alanına getirilmektedir. İmparatorluk düzeninden ulus devlet yapılanmasına geçilirken, kendisini Türk diye tanımlayan ya da Hristiyan dünyanın yanında  Müslüman kimliği ile birlikte hareket eden Türkler yeni bir dünya düzeni kurulurken, ülkenin doğu-batı ya da kuzey-güney sınırlarının yanında uzanıp giden eski İmparatorluk topraklarında yaşayan halk kitlelerinin yeni harita üzerinde kurulan devletlerden birisinin kimliğini kazanma hakkı herkes için geçerliyken, bu hakkını Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma doğrultusunda kullanan Türkler ve  Müslümanlar, daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyeti devletinin ilgili makamlarına başvuruda bulunarak mübadele  uygulamaları içinde hareket  ederken imparatorluğun merkezi toprakları üzerinde yeni bir ulus oluşturulması uygulamalarına katkıda bulunmuşlardır. Türk devletinin kurulmasıyla birlikte gündeme gelen göçler, yer değiştirmeler ve de alt kimlik yapılanmaları gibi sorunlar, ulus devletin kurulmasıyla birlikte yeni bir hukuk düzeni içinde çözüme kavuşturulmaya çalışılmıştır. Böylesine bir yeni yapılanma arayışı Avrupa’daki ulus devletlerin kuruluşu sırasında uygulanan batılı yöntemler aracılığı ile gerçekleştirilerek, bugünkü Avrupa kıtası üzerinde yer alan modern bir kıtasal oluşum düzeninin önü açılmıştır. Dağılan imparatorluk yerine merkezi konumda bir ulus devlet kurulurken, Türkiye yeni harita oluşumu sırasında merkezi bölgedeki göç alan ülke olarak, eski Osmanlı hinterlandı üzerinde kendisi ile sınır komşusu  olan devletlerin ahalisine sınırlarını açık tutmuş ve bu doğrultuda gelişen uygulamaları belirli bir devlet düzenine kavuşturmak üzere, önce mübadele uygulamalarına başlamış ve daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyetinin resmen ilan edilmesi üzerine de ahali değişimi anlamında göçler yolu ile gelen komşu halkların temsilcileri mübadil olarak kabul edilerek   ve  mübadele  antlaşmaları resmen imzalanarak bölge halkına ilan edilmiştir Osmanlı döneminde Evladı-Fatihan olarak ilan edilen fethedilen ülkelerin sınırları içinde barınarak, Osmanlı sonrasında da bu bölgede yaşamak durumunda kalan halk kesimlerine mübadele antlaşması her yönü ile uygulanmıştır. Bu açıdan Türk devleti yönetimi herhangi bir ayrılık ya da ayrıcalık düşünmemiştir.

                Türkiye yirminci yüzyıla bir ulus devlet olarak girerken bu yeni yapılanmaya uygun bir plan hazırlanarak, daha sonraki aşamada mübadele ile ilgili antlaşmalara uygun düşen bir zemin hazırlanmıştır. Tarihsel süreç içerisinde ulus devletlerin siyasal alana çıkması ve böylece imparatorlukların dağılması gibi bir oluşum yirminci yüzyılın başlarında uluslararası konjonktürde etkin olunca, Türkler Osmanlı imparatorluğundan Türkiye Cumhuriyeti dönemine geçmişlerdir. Türkler tarih sahnesine Orta Asya bölgesinde çıkmalarına rağmen resmi adı ile bir Türk devletine Orta Doğu toprakları üzerinde sahip olmuşlardır. Bu durum Türklük olgusunu bir kimlik olarak Türklerin birlikte yaşadıkları alanlara taşırken, Türklük kimliği hem doğuştan gelen yönleri ile Orta ve Kuzey Asya’da yaşamını sürdürmektedir hem de Orta Doğu bölgesinin tam ortasında yer alan Türk devletinin vatandaşlık bağı üzerinden belirlenen siyasal kimliğini ifade etmektedir. Bu ikili kimlik konusu Türk devleti ile Türk dünyası arasında doğal bir bağ oluşturmakta ama aynı zamanda Türk dünyasında yaşamakta olan Türk asıllı Rusya Federasyonu vatandaşlarını da diğer ülkelerde yaşamlarını sürdürmekte olan devletler ve toplum yapıları içinde diğerlerinden farklı bir durum ortaya çıkarmaktadır. Dünyanın merkezi imparatorluğunu oluşturan Osmanlı devleti, üzerinde yaşadığı Orta Doğu bölgesinin nüfus boylarına coğrafi komşuluk varken, Türk dünyasında yaşamakta olan ondan fazla Türk devleti arasında da tarihi bir yakınlık öne çıkmaktadır. Coğrafya bilimi ile tarih bilimi Türkler ve Türk boyları için ayrı yönler gösterirken, Türk devleti ve milleti ciddi irredentizm sorunları ile karşı karşıya gelmektedir. Tarih boyunca kurulmuş olan imparatorlukların geride kaldığı bir dünya yeniden düzenlenirken, bu aşamada yirminci yüzyılın getirmiş olduğu ulus devletler döneminin de aşılması gerektiği konusunda bugünün siyasal merkezleri devreye girerek var olan devletlerin üzerinde büyük baskılar uygulamaktadırlar. Sınır ötesi milli kimlikli toplumları gündeme getirerek onlarla daha geniş bir alanda birlikteliklere yönelmek irredentizm sorununu canlandırırken, yüz yıllık ulus devletler düzenini de sarsarak yıkmaktadır.

                Ulus devletlerin bugününü yüz yıl sonra yeniden değerlendirirken, üzerinde durulması gereken kavramların en başlarında mübadele kavramı gelmektedir. Dünyanın her bölgesine yayılmış olan halk kitlelerinin bölgesel imparatorluklar çerçevesinde bir yaşam düzenleri varken, onları böylesine bir düzenden çekip çıkararak, aynı alt kimlikli insanların alt kimlikler üzerinden belirli bölgelere toplanması ve bu doğrultuda göçlerin ve nüfus kaydırma planlarının uygulama alanına getirilmesiyle ulus devletler kurulmuştur. İmparatorluklardan ulus devletlere yönelirken bu tür uygulamalara yeniden bölgesel devletlere dönme eğilimleri doğrultusunda yönelmek, önümüzdeki dönemde küresel sermaye ile ulus devletler arasında çok ciddi çekişme ve çatışmalara yol açacaktır. Emperyalizm ile irredentazm kıskacına sürüklenmekte olan ulus devletler, bugünün dünyasında alt kimlikçilik ile küresel bir kaos ortamına doğru sürüklenmektedirler. İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken ulusal kimliklerin daha kolay oluşturulabilmesi için uygulanan mübadele antlaşmaları yeniden gündeme getirilmeye ve iptal edilerek geçersiz kılınmaya çalışılmaktadır. Bu tür antlaşmalar ile dağınık akraba topluluklarını bütünsel ulus devletlere dönüştürme planlarından bugün vazgeçilirse, o zaman ulus devletlerin varlık nedenleri yeniden ele alınarak tartışılacak ve mübadele antlaşmalarının ortadan kıldırılması gibi konular, alt kimlikçi etnik topluluklar üzerinden ulus devletlerin parçalanarak eyalet devletlere geçiş için küresel emperyalizm tarafından desteklenen yıkıcı operasyonların önünü açabilecektir. Yirminci yüzyılda 20 imparatorluktan 200 ulus devlet çıkartan küresel emperyalizm, yüzyıl sonra bugün 200 ulus devletten 2000 eyalet devleti ortaya koyarak ulus devletleri yıkıma doğru sürüklemektedir. Bu aşamada ulus devletlerin kuruluşunun temel taşları olan mübadele antlaşmalarının korunmasıyla ulus devletler yoluna devam edebilecektir. Ne var ki, eğer mübadele antlaşmaları korunamazsa o zaman ulus devletleri bekleyen dağılma ya da irredentist sonuçlar verebilecek olumsuz gelişmeler, egemen güçlerin kaos senaryolarına yardımcı olarak, emperyalist güçlerin çok istediği üçüncü dünya savaşına giden yolun önünü açabilecektir. Bu durumda ulus devletlerin emperyalizme karşı ortak mücadeleye girmesi insanlık için zorunludur.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 Aralık 2022 Perşembe

ALMANYA‘NIN HATASINI TÜRKİYE TEKRARLAMAMALI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

ALMANYA‘NIN HATASINI TÜRKİYE TEKRARLAMAMALI  

                Rusya devlet başkanı Putin’in Rus ordularını Ukrayna sınırlarına doğru sürmesi ile birlikte, üçüncü dünya savaşı resmen başlama noktasına gelmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında içine girilen küreselleşme döneminde, çeyrek yüzyıllık bir küresel emperyalizm dönemi başlatılmış ama artan dünya nüfusunun ortaya çıkardığı dev ülkeler ve devletlerin her açıdan uluslararası alanda devreye girmeleriyle birlikte, küresel bir emperyalist düzenin ortaya çıkması önlenmiştir. Global bir hegemonya ile tek bir dünya devleti ortaya çıkarmaya çaba gösteren batı emperyalizminin, bu girişimleri sonuçsuz kalmıştır. Böylesine bir siyasal gelişmeyi beklenmedik biçimde gündeme getiren büyük dünya devletleri küresel saldırganlıkları önlediği aşamada da yeni dünya düzeni çok kutuplu bir yapılanma içinde öne çıkmıştır. Bir tarafta batı dünyasının emperyalist büyük devletleri dururken diğer yandan da doğu dünyasının önde gelen büyük devletleri küresel hegemonya yarışına kalkışarak, dünyanın patronluğunu ele geçirmek üzere öne çıkmışlardır. ABD’nin içinde sürekli devam eden Siyonistler ile Anglo-Saksonların kavgaları tek bir dünya devleti oluşumunu önlerken, Almanya, Rusya, Çin, İran Hindistan, Avustralya, Brezilya, Arjantin, Nijerya ve Güney Afrika gibi alanı geniş ve nüfusu fazla olan ondan fazla ülke, çok kutuplu dünya yarışında ortaya çıkarak, ABD, Büyük Britanya ile Büyük İsrail arasında sürüp giden dünya egemenliği kavgasında yeni kutup merkezleri ya da hegemonya adayları olarak öne çıkmaktadırlar. Sosyalist blokun dağılması sonrasında yaşanan çekişmeler yüzünden tek bir dünya devleti kurulamazken, yeni dönemde yukarıda isimleri sayılan ülkeler ve devletler arasında sert bir çekişme dönemine girilecek gibi bir kaotik durum, yavaş yavaş gözler önüne çıkmaktadır. Dünyanın hazırlıksız yakalandığı böylesine bunalımlı bir durum, içinde yeryüzünde geçmişten gelen bütün düzenlerin ağır ağır çözülme aşamasına geleceğini de açıkça göstermektedir. Uluslararası ilişkiler ve devletler arası yoğun temasları, böylesine bir yeni dönemin göstergesi olarak emperyal merkezler savaşa doğru yönlendirilmektedir.

                Rusya’nın harekete geçmesiyle birlikte ortaya çıkan yeni durumda, Avrupa ve Asya kıtalarının kuzey bölgesinde yeni bir dönemin önü açılmış ve bu doğrultuda Rus uçakları ile ordusu uzun yıllar birlikte yaşadığı Ukrayna sınırlarını geçerek, dünyanın en geniş topraklarına sahip olan ülkelerin başında gelen bir ülkeyi işgal ederek kuşatmışlardır. Birinci ve İkinci Dünya savaşlarının yürütüldüğü Kuzey ve Doğu Avrupa toprakları üzerindeki Rus ordusu, tıpkı cihan savaşları sırasındaki gibi saldırı ve işgal hareketlerini birbiri ardı sıra gündeme getirerek tırmandırdıkça, Üçüncü dünya savaşı yorumları ve tartışmaları uluslararası kamuoyunu işgal etmeye başlamıştır. Orta ve Doğu Avrupa bölgelerinin önde gelen büyük ülkesi olarak Almanya dünya savaşları sırasında hedef ülke haline gelerek geleceğe dönük olarak kullanılmaya başlandığı bu sırada, bölgelerdeki sıcak çekişme ve çatışmalar açıktan bir savaş sürecine dönüşmüşlerdir Batı emperyalizminin dünyanın merkezi alanına yönelik askeri girişimleri orta ve doğu Avrupa ülkelerini savaş alanına dönüştürmüş ve Atlantik güçleri olan Birleşik Amerika ile Birleşik Krallık yönetimlerinin geçmişten gelen siyasal birikimlerinin yeni deney sahası olarak  Avrupa kıtasının kuzey ve doğu bölgelerinin kullanıldığı ve çeşitli senaryoların uygulanma alanına aktarılması gibi, yeni bir durumun gündeme gelmesine elverişli ortamlar yaratılmıştır. Tam bu aşamada geçmişten gelen iki dünya savaşında yaşanan olaylar ve siyasal gelişmeler incelendiği zaman, bugün de her iki cihan savaşına benzer oluşumlar çerçevesinde, çeşitli savaş oyunlarının ya da siyasal senaryoların gene eskisi gibi batı dünyasından doğu bölgesine dönük biçimde öne çıkarılmaya çalışıldığı görülmektedir. Orta ve doğu Avrupa’da dağınık bir biçimde yaşayan ve üç yüzden fazla yerleşim bölgesinde, parçalı bir biçimde yaşamakta olan Alman toplulukları önce bir siyasi rüzgar daha sonra da savaş fırtınaları ile büyük bir cihan savaşına yönlendirilirken, politikanın ve savaş oyunlarının her türlü hile, komplo  ve askeri manevraların uygulama alanına getirildiği görülmüştür.

                Yüz yıllar öncesinden başlayarak bugünlere kadar gelen  siyasal dünya konjonktürü, Atlantik güçlerinin Avrupa ve Asya toprakları gibi dünyanın merkezi alanını ele geçirme aşamasına  gelmesiyle  birlikte, önce Avrupa ve daha sonra da Asya toprakları üzerinde Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin çekişmelere sürüklenmesiyle birlikte, Avrupa’nın ortalarında yer alan Almanya iki kez dünya savaşına sürüklenerek  önce yıkılmış ve daha sonrada yok edilerek dünya haritası üzerinden silinmek istenmiştir. Okyanusları ele geçiren İngiliz emperyalizmi önce orta ve doğu Avrupa bölgelerinde hegemonya kurmaya çalışırken, Akdeniz ve Baltık denizi gibi su yollarından merkezi alanlara girmiş ama birinci cihan savaşı yeni bir düzen kurmak için yetersiz kalınca, bu kez savaş Avrupa kıtasını geride bırakarak Asya topraklarına sıçramıştır. Tam bu aşamada Sovyet devriminin gerçekleştirilmesi ile Alman emperyalizminin önü kesilmiş ve sosyalist sistemin kurulmasıyla birlikte bütün Rusya ve Osmanlı toprakları savaş alanına dönüşmüştür. Osmanlı devletinin parçalanması ve Rusya’da rejim değişikliği dünya dengelerini köklü bir biçimde sarsmıştır. Dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupa emperyalizmi zamanla dünya yönetiminde etkinliğini kaybederken, orta Avrupa’nın büyük devleti olarak Almanya hiçbir biçimde emperyalizme kayamamış ve Atlantik güçleri merkezi alana girdikçe, Avrupa kıtasının dışında hegemonya alanları yaratarak Kuzey Afrika bölgesinde, Etiyopya gibi kendisine bağımlı yeni sömürge ülkeleri kurmağa çalışmıştır. İki Avrupalı güç olarak İngiltere ve Fransa Afrika kıtasının kuzey bölgesini işgal ederken, 1826 yılında Osmanlı topraklarına gelerek, Amerikan emperyalizminin uzantısı olarak bölgenin özel yerlerine yerleşen ABD okulları ve askeri tesisleri gizli bir düzen içerisinde, merkezi coğrafyanın her bölgesine yayılarak, Birinci ve İkinci dünya savaşlarının cephelerini oluşturmuşlardır. Okyanuslardaki hegemonya savaşları, merkezi dünya toprakları ortaya çıktıkça yeryüzü kıtaları üzerinde yayılmaya başlamıştır.

                Bütün dünyayı işgal eden İngiliz ve Fransız emperyalizmleri Atlantik bölgesi ortakları olarak hem orta hem de doğu Avrupa bölgelerine dayanışma içinde girerlerken, orta Avrupa ülkesi olarak Almanya savaşı kaybederek, ciddi bir çöküş süreci içine giriyordu. Almanya tarımın ötesine giderek dünyanın önde gelen sanayi ülkesi konumuna gelirken, Avrupa’nın ortalarına sıkışıp kalmak istemiyor aksine diğer emperyalist Atlantik ülkeleri gibi dünya denizlerine açılarak, en üst düzeyde sömürgecilik uygulamalarını İngiltere ve Fransa gibi ülkelere karşı ilerletmek istiyordu. Osmanlı yönetimi zamanla Doğu Avrupa topraklarını batılı ülkelerinin provakasyonları ile terk etmek zorunda kalınca, Almanya bir doğu Avrupa ülkesi olarak İngiliz, Fransız ve İtalyan devletlerine karşı, Balkan savaşları ile birlikte Çanakkale savaşında da Alman generaller ve subaylar, Osmanlı ordusunun yönetimini üstlenerek merkezi alanda ki dünya devletinin çöküşünü erteliyorlardı. Osmanlı devleti savaşta yenilince, İngiliz Fransız ve İtalyan orduları Osmanlı topraklarını paylaşmak üzere, ülkenin her tarafına girerek Türk yönetimi açısından geçerli olan hegemonya düzenine son veriyorlardı. Almanya birinci savaş sonrasında çökertildiği için bir an önce toparlanarak, dünyanın önde gelen sanayi gücü olarak öne çıkmak ve savaş alanında kaybettiği güç potansiyeline, ekonomik gelişme projeleriyle ulaşabilmek için yeni stratejiler geliştiriyordu. Avrupa tarihinde iki bin yıllık bir süre içinde Hristiyanlık, bir tek tanrılı din olarak Vatikan yapılanması üzerinden tüm Avrupa ülkelerini ele geçirirken, dünya ekonomisinin çatısı konumundaki bu kıtada bir Yahudi devleti kurulmasına izin verilmiyordu. Birinci dünya savaşını kazanan İngiliz başbakanı Churchil Edirne’li bir Yahudi aileden gelmesine rağmen, Avrupa toprakları üzerinde bir Yahudi devletinin kurulmasına karşı çıkıyor ve bu nedenle de İngiltere’de etkili olan Yahudi lobisinin baskılarıyla savaş sonrası genel seçimleri kaybederek geri çekilmek zorunda kalıyordu. Birinci dünya savaşı ile birlikte imparatorluklar parçalanarak ulus devletlere giden yol açılırken, bir imparatorluk kadar geniş topraklarda yaygın olan Alman topluluklarının  geleceği tartışma konusu oluyor ve bu aşamada büyük sanayisi ile Almanya bir durgunluğa sürüklenirken, Avusturya gibi çok uluslu bir ülkedeki Yahudi sermayesinin İngiltere, Fransa ve ABD tarafından desteklenerek, kısa zaman içinde dünyanın en zengin ülkesi ve bu konumu ile de patronu haline getirilmesine karşı, bütün Almanya ülkesi ve milletiyle birlikte, Alman toplumunun ulusal refleksleri tepki gösteriyordu.

                İkinci dünya savaşının uyduruk kahramanı Adolf Hitler Siyonistler tarafından Nazizm görevine hazırlanırken, bütün dünya ülkeleri yarım kalan savaşın bitmemesini hayretle izliyordu. Bu aşamada Atlantik ülkelerinin Siyonistler tarafından yönetilmesi yüzünden Almanya, Rusya ve Osmanlı gibi merkezi alan devletlerinin çökertilerek Atlantikçi emperyalistlerin ve Siyonistlerin desteklediği batı Avrupa ülkelerinin öne çıkarılması, merkezi alanda yeni bir dönemin önünü açıyordu. Bu aşamada  iki bin yıldır Avrupa kıtası üzerinde kurulamayan Yahudi devletinin, Kutsal topraklar adı verilen  orta dünya bölgesinde kurulması  gündeme gelirken, bir büyük dünya savaşının hemen sonrasında böylesine büyük bir yeni yapılanmanın, bölge ülkeleri açısından katlanılamayacak ağır bir yük olarak görülebileceği ve bu yüzden ciddi tepkilerle karşı karşıya gelineceği görülünce, bu tepkilerin bir araya getirilmesiyle oluşabilecek yeni toplumsal ortam da Nazizm adı verilen yeni bir ideolojinin Siyonizm adı verilen eski bir ideolojinin birikimleri üzerinden geliştirilebileceği ve bu doğrultuda Alman toplumu ile devletinin birlikte kullanılarak, ikinci dünya savaşı senaryolarıyla İsrail’e giden yolun açılabileceğini düşünmeye başlayan bazı Siyonist merkezler, fazla zaman yitirmeden sonunda İsrail’in kurulabileceği bir ortama kavuşturulacak olan orta dünya bölgesindeki gelişmeleri, birbiri ardı sıra dünya gündeminin önüne getiriyorlardı. Bu doğrultuda atılan adımlar Birinci dünya savaşı sürecini ikinci bir dünya savaşına taşıyarak imparatorlukların egemen olduğu orta alanda, önce Türkiye daha sonra da İsrail devletleri yeni ulus devletler olarak Avrupa dışı bir bölge olan Orta Doğu’da dünya sahnesine çıkıyorlardı. Avrupa kıtasında başlayan dünya savaşları sürecinin, birinci savaştan ikinci savaşa götürülmesi için yeni bir senaryoya ihtiyaç duyuluyordu. Normal koşullarda olağan bir senaryo ile karşılanamayacak bu gereksinmenin, akıl ve gerçek dışı unsurların da içinde bulunacağı ve siyasal alandaki zorunlulukları bugünlere taşıyarak bir komplo yapısında çözümler getirmesi gerekiyordu.

                Ulus devletler çağında Siyonistlerin ayakta kalabilmesi ancak bir Yahudi devletinin Avrupa dışı topraklarda kurulabilmesi ile mümkün olabiliyordu. Tarihin ilk dönemlerinden bu yana yaşanan dönemler birbiri ardı sıra izlendiğinde Siyonistlerin her dönemde ön planda oldukları ve kendi çıkarları ya da planları doğrultusunda hareket ederek, perde arkasından dünyadaki siyasal gelişmeleri yönlendirdikleri görülüyordu. Ekonomi üzerinden dünyayı yöneten ticaret burjuvazisi her dönemde olayları izleyerek, bunları kendi çıkarları çizgisinde yönlendirmeye kalkıyorlardı .Böylesine bir genel tutumu izleyen ticaret burjuvazisi, kapitalist sistem içindeki sermayeyi yönlendirme amacıyla birinci savaş sonrası aşamada, bu paylaşım savaşının sonuca bağlanması ve ulus devletlerin kuruluşu sonrasında, İsrail’in bir Yahudi devleti olarak kutsal topraklarda ortaya çıkması üzerine, İlluminati  isimli gizli örgütün üçüncü dünya savaşı senaryosunun devreye girmesi bekleniyordu. Ne var ki, orta dünyada böylesine bir Yahudi devletinin küçük bir devlet olarak kurulması sorunu çözemiyor ve bu nedenle de buralarda bulunan küçük devletlerin teröre yönlendirilmesiyle, sonunda İslam dünyasının tam ortasında bir Musevi devletinden dünyayı kurtaracak bir üçüncü dünya savaşına gereksinme duyuluyordu. İşte bu hedef çizgisinde önce ikinci ve daha sonra da üçüncü dünya savaşları çıkartılarak merkezi alandaki dünya barışı bozulacaktı. Aslında Birinci dünya savaşı sonrasında Almanya’nın yaşadığı ekonomik çöküntü yirminci yüzyılın ortalarında ikinci dünya savaşı için elverişli bir ortam yaratmıştı. Bu konuda Hitler’in “Kavgam“ isimli kitabı incelendiğinde Yahudi iş adamlarının üstün bir sınıf oluşturduğu  ve bu durum üzerinden batı sömürgeciliğini doğu Avrupa  ile  Asya bölgelerine getirerek eşitsizlik koşulları altında sermayenin patronluk düzeni kuruluyordu. Siyonistler dünya sermayesinin sahibi olarak kendi kontrolleri altında bir yeni düzene yönelirken, ikinci dünya savaşını yaratabilecek düzeyde komploları, kışkırtıcı bir üslup içinde dünya basınına ve medyasına taşıyorlardı. İşte böyle bir ortamda, Adolf Hitler gibi görevlendirilmiş bir deli Avusturya’dan getirtilerek Almanya için devşiriliyordu. Almanya’da Hitler gibi bir Siyonist senaryoya uygun akılsız birisi bulunamadığı için Viyana meyhanelerinde her gece kafa çeken bir üçüncü sınıf ressam, geleceğin “Führeri” ya da önderi olarak bir eğitim döneminden geçiriliyordu. Sahne sanatları konusunda yetiştirilen yeni önder bozuntusu, savaşın hem öncüsü hem de yöneticisi oluyordu.

                Dünya tarihi incelendiği zaman bugünkü İsrail devletinin gerçek kurucusunun Thedor Hertz, Golda Mayer, ya da Menahem Begin gibi siyaset adamları değil, ama Adolf Hitler gibi sonradan olma bir sahte komutan ve Siyonistler tarafından gerçek amaç olan İsrail’in kuruluşunun önderliği için özel olarak yetiştirilen maceracı bir sokak serserisi olduğu görülmektedir. Hiçbir biçimde akıl sahibi siyaset adamlarının ya da askeri komutanların veremeyeceği saçma sapan kararları alarak, durduk yerde dünya savaşı çıkarma potansiyeline sahip olan bu Avusturyalı göçmen kimliğindeki  bir serserinin maceraları yüzünden, dünyanın en kanlı savaşı çıkartılmış ve savaşın sonuçları kullanılarak Siyonizmin ana hedefi olan İsrail devleti kurulmuş ve Yahudi devletinin kurulması için iki büyük dünya savaşı komplolar aracılığı çıkartılmıştır .Böylece iki cihan savaşı sonrasında Siyonizm kendi devletini kurma şansını elde etmiştir. Ne var ki, devletin kurulması ile mesele bitmemiş asıl sorun kuruluş sonrası dönemde kendini göstermiştir. Yeni devletin iki dünya savaşı sonrasında kuruluşundan sonra, devletin yoluna devam etmesi yani devamlılığının sağlanması gerekmektedir. Bunun için de üçüncü bir dünya savaşı çıkartılarak, küçük devlete komşu olan bütün büyük devletlerin parçalanması isteniyordu. Bir anlamda İngilizlerin Yirminci yüzyılın başlarında öne sürdüğü Sevr haritası ve projesinin devamı olacak ve bu çizgide merkezi coğrafyayı parçalanmış bir çöküş ortamına doğru sürükleyerek, merkezi alanda İsrail’den daha büyük bir devlet bırakmayarak Sevr planı doğrultusunda İsrail’in güvenliği sağlanacaktır. Ayrıca Kudüs kenti kutsal bir yerleşim merkezi olarak Büyük İsrail’in merkezi olarak benimsenirken, İsrail devleti üzerinden Kudüs önce İsrail’in sonra Orta Doğu’nun daha sonra da Büyük İsrail Federasyonu kurulduğu zaman da dünyanın başkenti olacaktır. Siyonist planlar Museviler için bir hegemonya düzeni öngörürlerken, geleceğin dünyası için hayal olan bir düzeni dile getirerek olmayacak işleri öne çıkarmaktadırlar. İkinci dünya savaşına giden yolda Siyonistler in yetiştirdiği bir kukla olan Hitler figürünü iyi anlamak ve incelemek gerekmektedir. Kendisine verilen dersler ile aldığı eğitimin gereği olan her türlü rolü iyi başaran Hitler, geleceğin dünyası için Siyonistlerin bütün isteklerini yerine getirerek, Siyonist İsrail devletinin kurulmasını sağlamıştır.

                Almanya’da olamayacak kadar olumsuz bir lider bozuntusu olarak Hitler, egemen güçler adına dünya olaylarını yönlendirerek geleceğin dünyasında belirleyici olurken, Avusturya’daki Yahudi hegemonyasını açıkça ortaya koyarak, mazlum millet konumundaki Alman asıllı halk topluluklarına sahip çıkarak açıktan Alman milliyetçiliği yapmıştır. Savaş koşullarında diğerlerine oranla daha sert bir çizgide aşırı milliyetçilik çizgisinde bir Nazizim ideolojisini gündeme getirerek savunabilmiştir. İşte buna benzeyen bazı çelişkili durumlar karşısında Hitler, Avusturya Yahudilerini dayanak noktası yaparak Alman dünyasının kurtarıcı babası rolüne soyunmuştur. Vatansever milliyetçi aydınların ya da saldırı, komplo ve siyasal saldırıları karşısında sıkışan bütün ulus devletlerin gösterdikleri direnişler ve yürüttükleri mücadeleler, zaman içerisinde Alman toplumu içinde etki ve yansımalara neden olabilmiştir. Bir anlamda ikinci dünya savaşının ortaya çıkmasına yol açan gelişmelerin arkasında Alman milliyetçi refleksinin bulunduğu açıkça görülmektedir. Birinci dünya savaşı sonrasında çökmüş olan Alman devleti hiçbir güçlü bir ortam bulunmamasına rağmen, Siyonizmin tezgahladığı gibi bir yeni dünya savaşını Nazizmin ana çizgisi olarak görmüş ve son derece olumsuz koşullarda olmasına rağmen, Rusya’ya karşı savaş açarak ikinci dünya savaşını başlatması, normal koşullardaki bir devlet yöneticisi ya da Alman milliyetçisi toplum kesimlerinden gelebilecek bir tutum ya da davranış biçimi değildir. Aslında böylesine bir olumsuz durumu ortaya çıkaran nedenler topluca ele alınarak tartışıldığı zaman, Siyonistlerin oyununa gelen bir Almanya’nın yüzyılların sorunu olan Siyonistlerin oyununa kurban gittiği söylenmektedir. Almanlar kendi sanayilerine ve ordularına dayanarak bütün Avrupa kıtasında üç yüzden fazla yerleşim yerine dağılmış Alman topluluklarını tek bir çatı altında toplarken, Siyonist komploların etkisi altında kalarak haksız savaşın karşı cephesini oluşturacak Alman milleti, kendi ülkesine tam olarak sahip çıkamamıştır. Sanayi gücünü askeri güce dönüştüremeyen Almanlar ekonomik güçlerini savaş alanında kullanamazken, Siyonist savaş senaryolarının istemeden karşı tarafını temsil ederek, dünya savaşı yaratan çok olumsuz bir konuma sürüklenmişlerdir.

                Nazizmin Siyonizm tarafından yaratıldığı yönündeki iddialar tarihsel konjonktür içinde ele alındığı zaman, olayların birbirini doğrulamasıyla durum daha doğru bir çizgide anlaşılabilmektedir. Alman milleti tarihin bir aşamasında çok dağınık bir biçimde yaşayan Alman asıllı toplulukları daha sonraki aşamada bir Alman ulus devleti kurulması olgusu öne çıkınca, bu gereksinme doğrultusunda Prusya devletinden uzaklaşarak Almanya devletini Deutschland adı altında yeniden kurabilmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında iki dünya savaşı peş peşe gündeme gelirken, orta Avrupa’da yaşayan Alman toplulukları Alman ordusunun büyük gücü altında toplanarak, Rus tehlikesinden kurtulabilmek çizgisinde direnç hareketleri geliştirmişlerdir. Alman devleti Alman topluluklarını toparlayabilmek çizgisinde hareket ederken, Avrupa’nın orta ve doğu bölgelerinde büyük bir devlet arayışlarının gündeme geldiği görülmektedir. Dünya savaşları sırasında Hitler ve ailesine karşı olumsuz tutumlarını sürdüren Alman asıllı bazı kişiler, son dönemlerde dünyayı yıllarca uğraştıran bu adamın hem anne hem de baba tarafından Yahudi asıllı olduğunu ortaya koyan bazı belgeleri gündeme getirmişlerdir. Gerçek kimliğini devletinden ve milletinden saklayan bu savaş oyuncusu, güç merkezlerinin özellikle de Siyonistlerin etkisi altında hareket edebilmiş ve böylece içine girdiği bütün oyun sahnelerinde kendisine düşen rollerini aksatmadan yerine getirmiştir. Dünyayı yöneten imparatorlukların içinde her zaman var olarak yaşamlarını ekonomik sektör içinde geliştirmeye çalışan Yahudiler, geleceğin dünyası için yeni senaryo ve planları gündeme getirirlerken İngiltere ile İsrail arasında kalmaktadırlar. İngiltere dünya devletinin kurucusu olarak İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkarken, bugün gelinen aşamada İsrail de kendisinin merkezinde yer alacağı bir büyük İsrail devletinin kurulmasına çaba gösterirken, İngiltere ile olan ilişkilerin yeniden düzenlendiğini ileri sürmektedir. Avrupa Birliği çatısı altında yapılan her referandum oylamasından İskoçlar için gündeme getirilen özerklik konusu yavaş yavaş Avrupa ülkelerinde yaygınlık kazanırken var olan Avrupa ulus devletlerinin çok zor durumda oldukları göze çarpmaktadır. Önümüzdeki aylarda İskoçya ile birlikte hareket edecek bir İsrail desteği, İskoçya’yı bağımsızlaştırarak Britanya imparatorluğunun yıkılmasına neden olabilir.

                Geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan milliyetçilik cereyanları idealist topluluklar tarafından taklit edilerek bugüne doğru getirilirken, üçüncü dünya savaşı senaryolarının yeniden öne çıkarılarak savunulmaya çalışıldığı bugünkü dünya konjonktüründe, savaş tehditleri yeniden hızla yükselmeye başlamıştır. Siyonizm kutsal topraklarda kendi devletini kurarken, Alman milliyetçiliğinin zaaflarından yararlanmasını bilmiştir. İkinci dünya savaşına giden yolda, Alman milliyetçiliğinin konumunu Rusya karşıtı bir çizgiye çekerek savaş çıkarmayı iyi bilen Siyonizm, bugün de son yüz yıllık zaman dilimi içinde Türk milliyetçiliğinin zaaflarını benzer biçimde Türk Birliğini oluşturma gibi bir ulusal misyona terk etmeden, kendi Siyonist politikaları doğrultusunda bunlarla oyun oynamayı bir marifetmiş gibi göstererek, olayları yeni bir savaş sürecine doğru sürüklemektedirler.  Almanların zor durumuyla oynamasını bilen Siyonizm, geçen yüzyılda Almanlar ile Rusları karşı karşıya getirirken, Almanya ve Almanları zor bir dönemeçten geçmeye alet etmiştir. Bugün de aynı oyun bu kez gene Armageddon savaşı senaryoları aracılığı ile, gene Rusya ve Türkiye arasında cereyan edebilecek savaş senaryoları aracılığı ile gündeme getirilmektedir. Geçen yüzyıldan kalma bir sorun olarak Türk dünyasının bölünmüşlüğü ve dağınıklığı, bu yıl içinde alınan bir uluslararası toplantı kararı aracılığı ile Türk Devletleri Teşkilatı kurularak, Çin, Rusya ve Hindistan gibi Türklerin de büyük devlet yapılanmasına doğru yönlendirildiği bir aşamada bir Rusya-İran ve Türkiye savaşı çıkarılmamalıdır. Geçen dönemde Siyonizmin oyunu Rusya ile Almanya’yı savaştırarak ikinci dünya savaşına doğru dünyayı sürüklerken, aynı Siyonizmin benzeri bir savaş senaryosunu gerçekleştirme çizgisinde, Türkiye’nin Almanya’nın geçen yüzyılda yaptığı yanlışı yapmayarak, Alman devletini ve toplumunu çökertecek bir güce sahip olan Rus ordusu ile Türkiye devleti ya da ordusu yanlış bir hesaplaşma girişimine kalkışmamalı ve bu doğrultuda yeni bir kanlı senaryo ile hesaplaşma içine girmemelidirler. Başta Atatürk olmak üzere filler ile yatağa girilmeyeceğini iyi bilen Türk devletinin kurucuları, Türkiye’nin yoluna devam edebilmesi için Rusya ve İran gibi büyük devletlerle savaşmayı düşünmemelidirler.

                Hazar devletinin dağılması üzerine merkezi coğrafyaya gelen Selçuklular, eski bir Hazar kolu olarak dünyanın ortalarını işgal etmeye başlamaları sonrasında, Orta Doğu bölgesindeki siyasal gelişmeler sürekli olarak savaş olgusunu öne çıkarmıştır. Türkler merkezi alana egemen olma doğrultusunda üç kıtada savaş seferlerine çıkarken, dünya barışı sürekli olarak bozulmuş ve dünya egemenliğine soyunan Selçuklular ile, daha sonraki aşamada dünya haritasında merkezi imparatorluk olarak Osmanlı devletinin bin yılı aşkın bir süre savaşlar ile uğraşmak zorunda kaldığı ve bu yüzden de kalıcı bir dünya düzeni kurarak, evrensel bir barış ortamını bir türlü gündeme getiremediği göze çarpmaktadır. Selçuklu ve Osmanlı çizgilerinde merkezi coğrafya halkı bir büyük imparatorluğun çatısı altında yaşama şansını elde ederek, toplumsal barış ve kişisel güvenlik sorunlarını çözmeye çaba göstermişler ama, böylesine kutsal bir hedefi bölge jeopolitik yapısının kayganlığı yüzünden bir türlü gerçekleştirememişlerdir. Üç büyük kıta arasındaki bağlantı noktalarının bir arada ele alınmasıyla ortaya çıkan orta dünya alanının kalıcı bir barış düzenine sahip olamamasının arkasında, Asya, Avrupa ve Afrika gibi kıtalardaki yeni siyasal gelişmelerin dünyaya egemen olma doğrultusunda  merkezi alan toprakları üzerinde etkili otorite merkezli yeni yapılanmalara yönelmeleri yüzünden sorunlar çıktığı ve bu yüzden de kalıcı bir barış düzenine bu topraklar üzerinde kavuşabilmenin neredeyse olanaksızlığı gibi bir görünüm, merkezi alan üzerinden  kalkışılan hegemonya düzeni oluşturma  çabalarının başarısız kalması gibi bir sonucu  öne çıkarmaktadır. Merkeze gelen topluluklar kendilerinin merkezinde yer alacakları bir yeni düzeni diğer devletlere ve halk kitlelerine komşu olan topluluklara benimsetemedikleri gerçeği karşısında, geçmişteki gelişmelerin yeniden ele alınarak bölgesel düzeyde komşuluk ilişkilerinin geliştirilmesi doğrultusunda, kalıcı barış ve güvenlik oluşturma girişimlerinin daha üst düzeyde kurulabilmesi gerekmektedir. Ancak böylesine bir hedefe varabilmek için de yeni geliştirilmekte olacak çok yönlü uluslararası ilişkiler sürecinde, kalıcı ve güven verici girişimlerin geliştirilmesine gerek olduğu anlaşılmaktadır.

                İkinci dünya savaşı öncesinde “Kavgam” isimli kitabın yazarı olarak Adolf Hitler’in Avusturya yaşamı, işsizlik ve açlık dönemi ile dolu geçen sefalet yılları Hitler’in sosyalizme yönelmesinin temelini oluşturmuştur. Avusturya yıllarında bir Yahudi ve zenginlik düşmanı olarak yetişen Hitler’in daha sonraki aşamada Almanya’ya gelerek Nasyonel Sosyalist partinin başına geçirilmesi ve yeni ülkesinde   geleceğin önderi sıfatını kazanması, belirli bir program içinde hazırlanarak Siyonist merkezler tarafından yoğun eğitim programları ile Hitler’e aktarılıyordu. Sosyalist Hitler Alman milliyetçiliğinin başına geçince, Yahudi düşmanlığı gündeme getirilerek Nasyonel bir sosyalizm projesi öne çıkarılıyordu Hitler’in Avusturya yıllarında biçimlenen milliyetçi ve Faşist karakteri daha sonraki aşamada Avusturya Yahudilerine düşmanlık çizgisinde belirginlik kazanmıştır. Hitler’de Avusturya deneylerinin sonucu olan olarak gelişen saldırgan bir kişiliğin belirginlik kazanması, Nazi ordularının Avusturya üzerinden bütün doğu Avrupa ülkelerine saldırarak, Siyonizmin istediği merkezi coğrafya savaşı çizgisinde  bir ikinci cihan savaşının dünyanın ortasında meydana çıkmasına giden yolu açmıştır  Siyonizm Hitler’in önderliğinde bir Nazizim hareketini  Alman orduları üzerinden dünya kamuoyunun önüne çıkarırken, önce Atlantik ülkelerine karşı bir savaş senaryosu pompalanmıştır. Tarih boyunca birbirlerine karşı hiç düşman olmayan Almanlar ile Rusların son aşamada karşı karşıya gelmesi, Nazi ordularının Yahudi olmakla suçladığı bütün Doğu Avrupa ülkelerinin, tarihin tozlu sayfaları arasında kaybolmuş “12 Kabile “ suçlaması ile birlikte, topluca Yahudilik suçlamalarını ve bu doğrultuda Siyonizmin tırmandırılmasını hızlandırmıştır. Hitler’in Avusturya incelemeleri Siyonizm olgularını ve suçlamalarını son derece hızlandırırken, bu yönden çıkartılan karışıklık ortamının sağladığı çamur atma senaryolarının günümüzde Rus düşmanlığını körükleyerek savaş ortamını gündeme getirildiğini göstermektedir. Hazar imparatorluğu uzantısı olan çeşitli göç dalgalarının Asya topraklarından Avrupa topraklarına doğru yönelişi gündeme getirilirken, her doğu Avrupalı insanın geçmişi açısından hesap vermesini ve kişilik sorgulamasını Siyonizmin iktidarı açısından zorunluluk kazanıyordu. Her Doğu Avrupalının Siyonistlikle suçlanması aslında Siyonizmin İsrail idealine hizmet ediyordu.

                Hitler Viyana merkezli bir Siyonizmi Avusturya yıllarında yaşadıktan sonra tüm Doğu Avrupalı topluluklara düşman olunca, Nazi orduları önce Polonya ve daha sonra da diğer doğu Avrupa topraklarına girerek batı bölgesinin içinden çıkan bir hegemon güç olarak tüm doğu bölgesini işgale kalkışıyordu. Bu yüzden Napolyon gibi bir Moskova senaryosunu sonu hüsranla biten bir macerayı yaşamamak üzere, eski Hazar imparatorluğunun merkezi olan Hazar bölgesini hedef olarak seçerek, Kırım üzerinden Hazar’a ulaşacak bir köprü kurmanın arayışı içine giriyordu. Bu nedenle doğu Avrupa ülkelerini çiğneyerek doğuya açılıyordu. Ne var ki, aynı Hitler “doğuya doğru” savaş senaryosu içinde Balkan ülkelerini ele geçirerek daha sonraki aşamada da Hazar bölgesine sıçrama yapmayı denemek istiyordu. Ne var ki, o aşamada Hitler’in Hazar yolu üzerinde bir köprü olarak duran Türkiye’yi pas geçtiği ve Türk ülkesine dokunmayarak, savaşın Türkiye üzerinden Orta Doğu bölgesine sıçramasının önlenemeyeceğini de Hitler iyi biliyordu. İki bin yıllık süre içinde Avrupa topraklarında kurulamayan İsrail’in Orta Doğu bölgesinde kurulabilmesi için, Avrupa kıtasındaki savaşın Orta Doğu bölgesine gelmemesi gerekiyordu. Hitler bunu iyi bildiği için Yunanistan işgali sonrasında Türkiye’ye girmeyerek savaşı Avrupa kıtasından Hazar bölgesine taşımış ve böylece Orta Doğu bölgesinde İsrail’in devlet olarak örgütlenebilmesi için elverişli bir barış ortamını, Orta Doğu bölgesine yönelik olarak korumaya çaba gösterdiği o dönemin koşullarındaki Nazi politikaları içinde açıkça belli oluyordu. Bu durumda yeni İsrail’in üçüncü kez eski İsrail toprakları üzerinde kuruluşu yolunda, Siyonistlerle Naziler arasında bir iş birliği, dayanışma ve ortaklık aşamasına gidildiği söylenebilmektedir.

                Dünya tarihinin gözler önüne serdiği gibi iki bin yıl önce Orta Doğu topraklarında kurulmuş olan İsrail devletinin üçüncü kez kutsal topraklarda kurulabilmesi için geliştirilen Siyonizm akımının temsilcileri, Nazilerle iş birliğine giderek ve karşılıklı ilişkiler geliştirerek anti ulus devlet politikalarını nasyonalizm görünümünde uygulayarak, gerçek amaçlarına ulaşabilmişlerdir. Hitler gibi nasyonalist bir önderin yetiştirilmesi Siyonizmi başarılı kılarken, daha sonraki aşamalarda dünyayı sürekli savaş, terör ve kargaşa gibi olumsuzluklarla karşı karşıya getirmiştir. Bugün gelinen son aşamada var olan sorunlar çerçevesinde, ikinci dünya savaşı öncesindeki Almanya’daki milliyetçilik olarak, Nasyonel Sosyalizm akımının iyi incelenmesi gerekmektedir. Halk kitlelerinin gereksinmeleri için geliştirilen bu siyasal hareketin nasıl bir anda Faşizme dönüştüğünün iyi incelenmesi ve bu çizgide provakasyonların önlenmesi, dünya barışı için bugün bilinmesi gereken önemli konular olarak ele alınmasında yarar vardır. Yüz yıl önceki koşullarda Almanya’nın milliyetçiliğe gibi yönelmesi bir durum, bugünün koşullarında Türkiye açısından önem kazanmaktadır. Alman devleti orta ve doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan tüm Alman asıllı toplulukları bir büyük Alman devleti kurarak, tıpkı Rusya ve Çin’de olduğu gibi büyük bir şemsiye ya da çatı altında toplamayı hedeflerken, aşırı milliyetçilik nedeniyle Avrupa kıtasında ikinci cihan savaşının yolunu açmışlardır. Yüz yıl sonra ise bugün dün Sovyetler Birliği çatısı altında yaşayan bütün Türk ülkeleri ve topluluklarının bir araya gelerek, Çin ve Hindistan’da olduğu gibi bir büyük Türk devleti arayışı, günümüzde hedefe doğru tırmandırılmaktadır. Almanlar aşırı milliyetçilikle savaşa ve bölünmeye doğru sürüklenirken, yüz yıl sonra benzeri bir olumsuz siyasal süreçte, Türkiye’yi giderek içine alacak üçüncü dünya savaşı benzeri bir kıyamet senaryosu yaratılarak, tıpkı Almanya gibi savaş koşullarında Türk devleti dağılma tehlikesi ile karşı karşıya getirilebilir. Türk Devletleri Teşkilatının kurulması ile birlikte, Türk milliyetçiliği bütün Türk dünyasını Rusya ve Çin gibi büyük bir bölgesel Türk devletinin çatısı altında toplanması için harekete geçilmesiyle, Türklerin yeniden birleşmeleri sağlanarak   ve diğer ülkelerdeki Türk topluluklarının Türk devletlerinin birliği içinde bir araya gelmeleri, yeni dünya düzeni içinde bütünleşmiş bir Türk dünyası ile yer alınması, dünya dengelerinin yeniden tesisi için zorunlu görünmektedir. Dün Hitler yüzünden Almanya’nın yaptığı hatayı bugün Türkiye tekrarlayamaz. Türkçülük ve milliyetçilik çizgisinde yapılacak çalışmaların tamamen tersi bir çizgide, Rusya ve İran ile Türkiye’nin savaşması artık düşünülemez. Bugün Irak ve Suriye üzerinden geliştirilen savaş stratejilerinin bundan sonra İran ve Rusya’ya karşı dayatılmasına, Türkiye hiçbir biçimde aracı ya da alet olamaz. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

14 Kasım 2022 Pazartesi

KAPATILAMAYACAK HALKEVLERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

 KAPATILAMAYACAK HALKEVLERİ     

              Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, dünyanın tam ortasında böyle bir ulus devlet yapılanmasına birçok emperyalist merkez karşı çıkmıştır. Geleceğin dünyası için kendi plan ve projeleri doğrultusunda devlet yapılanmaları peşinde koşan hegemonyacı büyük devletler, hiçbir zaman kabul etmek istemedikleri Türkiye Cumhuriyeti devlet modeline karşı çıkarak, sonuna kadar verdikleri bir büyük mücadele ile Atatürk’ün kafasında uzun mücadele yıllarında biçimlenmiş olan üniter ve merkezi ulus devlet projesine her zaman için karşı çıkmışlar ve bu doğrultuda karşı çıkamadıkları zamanlarda da dünya konjonktürünün zorlamış olduğu yeni merkezi yapılanmalar doğrultusunda, batı emperyalizmine tepki olarak geliştirilmiş olan savunmacı devlet modeli olan Türkiye Cumhuriyeti’ni, Lozan Barış Antlaşması ile kabul ettikleri aşamada, bu durumu geleceğe dönük olarak kalıcı değil ama geçici bir olgu olarak gördüklerini söylemekten çekinmemişlerdir. Konuşma ve yazı ortamlarında geçici bir durum olarak onaylar göründükleri Türkiye Cumhuriyeti’nin bir parantez olarak görülmesi gerektiğini belirterek, Türk devletinin kurulmasını sağlayan tüm barış sözleşmelerini imzalamışlardır. Ne var ki, imza aşamasından sonra her fırsatta bu kurucu sözleşmelerin geçici olarak görülmesi gerektiğini ve bu doğrultuda ortaya çıkmış olan yeni siyasal düzenlemenin kalıcı olmadığını belirtmekten çekinmeyerek, yıllar süren ulusal kurtuluş savaşının Türk ulusu için kalıcı olarak kabul edilmiş bir son aşama olması gerekirken, bu durumun geçici olduğunu vurgular bir biçimde ortaya çıkan tablonun bir parantez olarak benimsenmesi gerektiğini söyleyerek, Birinci Dünya savaşı sonrası dönemde savaş koşulları ile birlikte ortaya çıkmış olan yeni merkezi düzene başından beri karşı çıkmaktan geri kalmamışlardır. Sözleşmelerin imza aşamasına gelinmesinden sonraki aşamada öne çıkarılan parantez kavramı sıklıkla kullanılarak, Misak-ı Milli sınırları içinde var sayılan Türkiye Cumhuriyeti batının önde gelen emperyalist devletleri tarafından sonuna kadar parantez ilan edilerek, bu durumun geçiciliği dünya kamuoyuna açıklanmaya çalışılmıştır.

                Türk devletinin kuruluş aşamasında uluslararası hukuk düzenine göre kişilik kazanmasıyla birlikte kalıcı bir düzen oluşmasına rağmen daha ilk aşamada bu durumun geçici bir aşama olduğunun belirtilmesi ve bu noktadan sonra da Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı sürekli olarak kullanılan parantez ifadesi, Türkiye’nin batı ülkeleri ile ilişkilerinde sürekli olarak bir siyasal çıkmazı öne çıkararak, Türk devletinin dünya kamuoyu önünde küçük düşürülmesine giden yolu açmıştır. Normal koşullarda kalıcı olmayan ve geçici durumlar için ifade edilen parantez tanımlamasının, barış antlaşmalarının imzalanma aşaması ile birlikte yapılmaya başlanması, batı dünyasının uygar olduğunu iddia eden büyük devletlerinin dünya uluslarına karşı ne derecede emperyalist ve düşman konumlar içinde olduklarını göstermektedir. Bu yüzden Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılını tamamlama aşamasında emin adımlarla yolunda ilerlerken, gene bir asır önceden gündeme sokulmuş olan, istenmeyen parantez suçlamalarını bazıları anti-Türk çizgide yeniden gündeme getirerek çamur atma oyunlarına girişmiş görünmektedirler. Birinci Dünya Savaşı sonrasında resmen kurulmuş olan ulus devletler içinde en önde gelen önemli devletlerden birisi olarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin çağdaş devletler ailesinin onurlu bir üyesi olarak kabul edilmesi gerekirken, bu yeni devleti geçici kalmaya mahkûm etme çizgisinde parantez suçlamaları daha da tırmandırılarak ortalık karıştırılmaya çalışılmaktadır. Küresel emperyalistler dünyayı bir kaos ortamına doğru sürüklerken, doğu ve batı blokları arasında bir merkezi coğrafya devleti olarak öne çıkarılmış olan Türkiye Cumhuriyeti’ne karşı geliştirilen geçici olma değerlendirilmesinin hem Türkiye hem de uygar dünya düzeni açılarından kabul etmek pek mümkün görülmemektedir. Türk devletinin toprakları üzerinde gözü olan ve bu coğrafyada kendi çıkarları doğrultusunda kukla devletler oluşturmak isteyen batının önde gelen emperyal devletleri, kendi hegemonya çıkarları için Türkiye Cumhuriyeti’nin kalıcı olmasına açıktan karşı çıkmaktadırlar.

                Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında, Türk ulusunun bir kurtuluş savaşı vererek oluşturduğu cumhuriyet devletinin sonsuza kadar yaşayacağını, Türklerin kurucu önderi olarak Atatürk açıkça dile getirmiştir. Cumhuriyetin her yerde ve aşamada sonsuz düşmanları olduğunu iyi bilen Atatürk, bütün bu gibi tehlikelere karşı en son noktaya kadar direnileceğini belirterek, devletin sonuna kadar yaşayacağını açıkça ilan etmiştir. Anadolu toprakları üzerinde Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları zamanından bu yana yaşayan Türkler, kendilerini dünyanın merkezi coğrafyasından atacak olan bu tür emperyal girişimlere ve projelere karşı her zaman için karşı çıkmayı bir görev olarak görmüşler ve Türk sınırlarına dönük olarak geliştirilen saldırılara karşı her zaman hazır durarak ülke güvenliğini ve Türk ulusunun siyasal ve ekonomik çıkarlarını her aşamada gerektiği gibi korumasını bilmişlerdir. Cumhuriyetin geleceğe dönük bir hedef çizgisinde sonsuza kadar ayakta kalacak bir biçimde korunması tüm düşmanca girişimlerin önünü kestiği gibi, aynı zamanda devletin sonsuza kadar devamlılığını sağlayan bir biçimde tam bağımsızlık için gerekli olan hazırlıkların tamamı ile her zaman için bir vatan savunmasının canlı olarak yapılabilmesi ihtimalini yüksek tutmaktadır. Bu aşamada parantez kavramının geçicilik ifade eden yönü ile, Atatürk cumhuriyetinin sonsuza kadar sürüp gidecek bir devamlılık içinde olabilmesi için her türlü geçici koşullardan uzak kalarak sürekli bir mücadele halinde yoluna devam etmesi gerekmektedir. Devletlerin devamlılığı prensibi ile parantez kavramının geçici bir karaktere sahip olması özelliği açıkça bu aşamada karşı karşıya gelerek çatışma ortamı yaratmaktadır. Devletlerin devamlılığı ilkesi vazgeçilmez bir yaşamsallık ortaya çıkardığına göre, devletlerin diğer özelliklerinin de bu doğrultuda ortaya konması ve geliştirilmesi zorunlu olmaktadır. Devletler kendi toplumlarının güvenliği için devamlılık göstermek durumunda oldukları için aynı zamanda sahip oldukları kamu kurumları ile birlikte, varlıklarını sonsuza kadar sürdürmek ile yükümlü bulunmaktadırlar. Devlete bağlı olan kamu kurumları ile birlikte devletin kendi sınırları içinde kalarak kendine has özelliklerini sonsuza kadar devam ettirmek istemeleri, normal talepler olarak her zaman için devrede olabilmektedirler.

                Devletler sahip oldukları modeli ve siyasal yapılanmaları sonsuza kadar koruyarak sürdürürken, aynı zamanda kendi siyasal modellerinin de kavgasını vermek durumunda kalmaktadırlar. Her devlet sahip olduğu farklı özellikler taşıdığı kadar, aynı zamanda diğer devletlere benzeyen asgari koşullara ya da kamusal örgütlenmelere sahip olmak durumundadırlar. Bu çerçevede devletlerin kamuoyuna açık kamusal örgütleri olduğu gibi, aynı zamanda devlet sisteminin düşünce temelini temsil eden ideolojik kamu kurumlarına da sahip olmaları gerekmektedir. Tarih ve coğrafya bilimlerinin içinden çıkarak devletleşme şansını elde eden siyasal yapılanmaların, sonsuza kadar özelliklerini ve yapılanma modellerini korurken, sadece kaba kuvvete dayanan maddi yapılara değil ama aynı zamanda, ülke ve devletlerin özelliklerine göre gündeme gelen devletin ideolojik aygıtlarına da sahip olmaları gerekmektedir. Her devletin içinden çıktığı bölgelerin özelliklerine ve koşullarına göre biçim kazanan devletlerin ideolojik kurumları üzerlerine düşen  görevleri yerine getirirken, toplumların egemen sınıfların çıkarları doğrultusunda yönetilmelerini sağlayan  siyasal sistemin temel dayanak noktasını oluşturan güçlü toplum katmanlarının etkilerini yansıtan devletin ideolojik aygıtları üzerinden kamuoyu tartışmalarına müdahale ederek ülke güvenliğini  kendi elleri ile koruyabilmeleri gereksinmesinin toplumun gerekli adımları atmasıyla birlikte güvence altına alınabilmeleri sağlanabilmektedir. Bir toplumun içinde bulunan çeşitli sosyal sınıf ya da katmanların öne geçmesiyle birlikte başlayan süreçte, sınıf çatışmaları görüldüğü için her devlet bu gibi durumları önlemek ya da kontrol altına alabilmek için egemen sınıfların ya da toplum kesimlerinin kendi devletlerinin rakip devletlere karşı korunabilmesi hedefini gerçekleştirme doğrultusunda harekete geçebildikleri görülmektedir. Devletlerin kendi toplumlarının içine doğru örgütsel bir derinliğe kaymaları durumunda her devletin ideolojik aygıtları ortaya çıkarak, devlet ve kamu düzenini tehdit eden saldırılara karşı kendini koruma görevlerini yerine getirmektedirler. Bu tür sorunların aşılmasında ideolojik aygıtlar devletlere kendini koruma ve savunma haklarını vermektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında yer alan Türk Ocakları ile birlikte, daha sonraki aşamada toplum devletin modeline göre yeniden yapılandırırken, Atatürk tarafından kurulmuş olan Halkevleri ile birlikte Millet Mektepleri ve de Köy Enstitüleri gibi örgütlenmelerin yeni kurulmakta olan devletin ideolojik kurumları olarak, devreye girdikleri ve kurucu irade tarafından da sorunların aşılabilmesine katkı sağladıkları anlaşılmaktadır. Türk milleti yaratılırken Millet Mektepleri aracılığı ile millet olmanın esasları ve eğitimi ile birlikte kırsal alanda köylerin canlandırılması sağlanırken, Köy Enstitüleri gibi örgütlenmelerde genç cumhuriyet devletinin öncelik tanıdığı konular olarak ele alınmış ve ülke içindeki sorunların aşılmasında, bunların ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda devreye girmeleri sağlanmıştır. Türk devleti olabilmenin esasları Türk Ocakları yapılanması ile Rusya’da başlayan, İsviçre ve Almanya gibi Avrupa devletlerinde sürdürülen toplantılar dizisi sonucunda bu potansiyelin Osmanlı mirasına sahip çıkan Türkiye Cumhuriyeti’ne yansımasıyla, yurt dışında ön hazırlıkları tamamlanan ulusal bir yapılanma olarak Türk Ocakları tanınmış Türkçülerin bir araya gelmesiyle ikinci Meşrutiyet yıllarında İstanbul’da kurulmuştur. Türk Ocaklarının ülke düzeyine yayılması üzerine imparatorluk sonrasında gündeme getirilen yurt düzeyindeki Türk Ocakları, ulusal kurtuluş savaşının öncüsü ve hazırlayıcısı konumuna gelirken, Türk devletinin kuruluşuna giden ulusal kurtuluş yolunun örgütlü bir biçimde ortaya çıkmasına katkı sağlamıştır. Atatürk kurtuluş savaşı sırasında Türk Ocağı kurulan il merkezlerine giderek ve oralarda ulusal kurtuluş mücadelesi doğrultusunda konuşmalar yaparak, Türk ulusunun ülkesi ve devleti ile birlikte toplu bir biçimde kurtuluşunun savaşını vererek, çağdaş dünyaya Türkiye Cumhuriyeti adı altında milli bir devlet kazandırmıştır. Batının önde gelen ulus devletleri emperyalist saldırı ve işgalleri ile Türklüğü tarih sahnesinden silmek üzere harekete geçtikleri aşamada, çok geniş alanlara yayılmış olan Türk toplulukları merkez ülke olan Anadolu yarımadası üzerinde toplanarak batıdan empoze edilen Türklüğü yok etme operasyonuna karşı Türklük üzerinden direnirken, Türk Ocakları aracılığı ile Türklük olgusuna sahip çıkılarak, bunu bütünüyle korumak doğrultusundaki savaş kazanılmıştır.

                Türklerin sırtına bir ateşten gömlek giydirilmek amacıyla Misakı Milli sınırları içinde kurulan Türkiye devletinin toprakları emperyalist saldırılara uğramış ve bu doğrultuda, Türkiye işgal edilerek harita üzerinden Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyeti silinmek istenmiştir. Türk Ocaklarının yarattığı ulusal bilinçlenme Türk ulusunun yeniden şahlanarak varlığını koruması ve çağdaş dünya düzeninde hak ettiği onurlu yeri elde etmesine yardımcı olmuştur. Avrupa kıtasının yanında bir ulus devlet kurulurken işe yarayan Türkçülük akımı ve Türk Ocakları örgütlenmesi ulus devletler topluluğu olan Avrupa’nın yanında işe yararken, daha sonraki aşamada gündeme gelen Rus devrimi ve Sovyetler Birliği oluşumu Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı Avrasya coğrafyasını yakın bir baskı altına almasıyla birlikte, Türk devletinin dayandığı ulusal toplum yapılanmasının etnik ve dinsel alt kimlikler üzerinden baskı altına alınması, İngiltere ve Fransa gibi batının önde gelen emperyalist devletlerinin  kendileri ulus devlet olmalarına rağmen Sovyetler Birliğine komşu olan Türkiye coğrafyasında da Osmanlı ahalisinin  halkçılığı esas alan  alt kimlikler üzerinden kendi cumhuriyetlerini kurmaları  gündeme getirilerek, halkçı cumhuriyetçilik akımı Türk dünyası üzerinde genelleştirilerek, böylesine bir yapılanma üzerinden Türkiye toprakları beş ya da altı cumhuriyet olarak Sovyetler Birliği’ne bağlanmak isteniyordu. Bir yanı Avrupa diğer yönü Asya toprakları olan  Türkiye Cumhuriyeti’nin, Sovyet devrimi sonrasında  sahip olduğu ulus devlet yapılanmasını ve de Misakı Milli sınırlarını ortadan kaldırarak, ülkeyi bir çok küçük devletçiklere bölecek bir yapılanmayı önlemek üzere, Atatürk ulus devlet kurgusunun korunmasını gerçekleştirmek üzere  halkçılık esasına dayanan yeni bir örgütlenme aracılığı ile mikro milliyetçilik denen bölücülüğe karşı, halkçılık ve de cumhuriyetçilik ile çözüm geliştirmeye yönelerek, devletin ulusal kurtuluş ve kuruluş aşamaları tamamlandıktan sonra üçüncü aşamada cumhuriyetin kurumlaşması çizgisinde, Türkçülük üzerinden kurduğu ulus devletin küçük ulus devletçiklere bölünmesini önlemek amacıyla cumhuriyetin geleceğe dönük olarak kurumlaştırılacağı üçüncü aşamada Türk Ocakları kapatılarak Halkevleri kurulmuştur.

                Halkevlerinin kuruluşu ile birlikte gündeme getirilen halkçılık ilkesi, aynı etnik kökenden gelenlerin oluşturduğu ulusçuluk ya da ulusalcılık akımlarına farklı etnik kökenden gelen halk kitlelerinin, aynı ülkede beraberlik içinde yaşayabilmeleri ve mikro milliyetçilik akımları düzeyinde ülkeden kopma ya da parçalanma aşamalarına gelmelerini önlemek üzere başvurulmuştur. Atatürk devletin kurucusu olarak ülkenin birlik ve beraberliğine öncelik verirken, kurmuş olduğu Türk cumhuriyetinin sonsuza kadar yaşayabilmesinin yollarını aramıştır. Devrimin üçüncü döneminde Atatürk devletin geleceğe dönük kurumlaşmasını hedeflerken, Dil Kurumu ya da Tarih kurumu gibi geleceğe yönelik kurumsal yapıları kurmaya başladığında bunların isminin başına Türk adını eklemiş ama Türk Ocaklarının da sonraki aşamada Halkevleri’ne dönüşmesini sağlayarak, ülke içindeki etnik grupların arasında kalıcı bir denge oluşturmak üzere yeni bir kurumlaşma oluşumunu başlatmaya yönelmiştir. Devlet ile birlikte ülkede kamu düzeninin kurulması sırasında örgütlenen Dil ve Tarih kurumlarının adlarının başında “Türk” sıfatı ad olarak korunurken, ülke içindeki diğer alt kimliklerin de benzeri bir biçimde  mikro milliyetçilik istedikleri ve bu çizgide kendi etnik isimleri ile anılacak halk cumhuriyetleri arayışı içinde oldukları gündeme gelince, Atatürk devlet ile birlikte kurumların isimlerinin başında “Türk” adını korurken, devletin bir Türk devleti olarak kurulmasına yardımcı olan Türk Ocakları kuruluşunun ismini değiştirerek aynı çatı altında gerçekleştirilmiş olan  ve yurt düzeyindeki devlet ile toplumu bir araya getiren halk örgütlenmesine de Halkevleri adı verilmiştir. Türk Ocaklarına benzer başka alt kimliklerin üst kimlik örgütlenmesine gitmesine izin vermeyerek ve bu doğrultuda ülkedeki Misakı Milli sınırları içinde gerçekleştirilmiş olan üniter, ulusal ve merkezi  bir bütünlükle temsil edilen Türkiye Cumhuriyeti devletinin devleti ile milletini kaynaştırmak üzere  yeni bir yaklaşım, kurumlaşma düzeyinde gündeme getirilerek I920’lerde kurulmuş olan ulus devlet yapılanması, aradan on yılı aşkın bir süre geçtikten sonra I930’lu yıllarda gerçekleştirilen kurumlaşma oluşumu aracılığı ile cumhuriyetin gelecek yüzyıllarda ortaya çıkabilecek yok edici gelişmelere karşı bir önlem olarak ulus devlet ile halkçı cumhuriyetçilik ile bütünleştirilmeye çalışılmıştır. Bu çerçevede Türk Ocakları Halkevlerine dönüştürülürken, Osmanlı ahalisinden geride kalan ve kendisini Türk olarak görmeyen halk kitleleri halkçılık esasına dayanan bir cumhuriyetin eşit haklara sahip olan vatandaşları konumuna getirilerek uluslaştırılan Türk toplumunun iç çatışmalara kayması önlenmiştir.

                Sovyetler Birliği içinde yer alan küçük halk cumhuriyetlerinin bir benzeri olarak Orta Doğu’daki Arap topraklarında  küçük İsrail’in kurulmasına giden yol açılınca ve de merkezi coğrafyada Büyük İsrail Federasyonunun kurulmasına giden gelişmeler birbiri ardı sıra gündeme getirilince, benzeri bir mikro milliyetçi bir yapılanma Sovyetler Birliği adını almış olan mega devlet yapılanması  üzerinden ileri sürülmeye başlanınca, Orta Doğu bölgesinde geleceğe yönelen Büyük İsrail tipinde bir Federasyon yapısında yeni bir bölgesel büyük  devletin çok büyük oranda yeni bir emperyalizm olarak öne çıkarılmasını önlemek amacıyla, Atatürk kendi kurmuş olduğu ulus devleti sonuna kadar koruyabilme yolunda mücadele etmiştir. Atatürk önce kurtuluş savaşını kazanarak ulus devletin yolunu açmış, ikinci aşamada ise çağdaş bir yapılanma içinde örgütleyerek kurmuş, üçüncü aşamada ise geleceğe dönük bir kurumlaşmayı gündeme getirdiği noktada ise dünya konjonktürü ile Asya’nın kuzeyinde Sovyetler Birliği üzerinden, ya da Asya’nın güneyindeki Orta Doğu bölgesinde ise var olan ulus devletleri parçalayarak oluşturulacak mikro milliyetçi eyalet yapılanmaları üzerinden, Atlantikçi emperyalist devletlerin  Büyük İsrail, Büyük Orta Doğu ya da Yakın Doğu Konfederasyonları  projeleri aracılığı ile merkezi coğrafyanın merkezi devletini parçalamalarına izin vermemek ile her türlü emperyal müdahalelere rağmen bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin sonsuza kadar var olabilmesi hedeflenirken, Atatürk iç savaş ya da bölgesel çatışmalara doğru gidebilecek siyasal gelişmeleri önlemek ve de ülke içindeki halk kitlelerinin  güçlü bir siyasal entegrasyonunu sağlamak üzere, ulusçuluk ilkesinin getirdiği ulus devletin  yanı sıra halkçılık ilkesinin de anayasal bir kural haline getirilmesiyle, halkçı bir cumhuriyet rejimi kurulmuştur. Atatürk modeli devlet, ulus devlet ve halkçı cumhuriyet kaynaşması ile kurulmuştur.

                Cumhuriyetin üçüncü aşamasında geleceğe dönük kurumlaşma aşamasına gelinmiş ve bu doğrultuda, Atatürk Türkiye modeli devleti sentezci bir yaklaşım içerisinde kurarak, yoluna devam etmiştir. Türk devletinin kuruluşu aşamasında dayanak noktası olarak Türk Ocakları örgütlenmesi yeterli bir yapılanma olarak ortaya çıkmıştır. Ne var ki, kuruluş aşaması tamamlandıktan sonra devlet yapısının çökmemesi ya da tasfiye edilmesi gibi bir emperyalist maceraya Türkiye Cumhuriyeti’nin sürüklenmemesi için, kurulmuş olan devlet düzeninin hem devamlılığının sağlanması hem de bu devlet modelinin, cumhuriyetin sonsuza kadar sürmesi çizgisinde kurumlaşmasının adımları Atatürk’ün son döneminde atılmıştır. Atatürk Sovyetler Birliği  gibi ulusalcı ve dinci olmayan farklı bir siyasal  yapılanmanın ağır baskıları altında, böyle bir büyük yapılanmanın bir gerçek olduğunu ve Türk dünyasının böylesine bir büyük siyasal yapının Türk ve İslam dünyalarının tepesinde bir hegemonya merkezi olarak kurulduğunu konuşmalarında dile getirdiği gibi, yakın gelecekte Türklerin tarihin her döneminde devlet kurduğu topraklar üzerinde gene eskisi gibi bağımsız devlet yapılarının çatısı altında yeniden özgür siyasal düzenler kurabileceğini, özellikle cumhuriyetin onuncu yılı nedeniyle yapmış olduğu konuşmalarında Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına bir hedef olarak belirtmiştir. Bir dünya ihtilali ile kurulmuş olan Sovyetler Birliği’nin Türk ve İslam dünyalarının yanı başında  bir büyük baskı düzeni getiren modelinin kalıcı olamayacağını her fırsatta vurgulamaktan kaçınmayan Atatürk, hem komünizme giden yolda sosyalist hareketleri izleyerek, halkçı cumhuriyet deneylerini incelemeye çalışmış hem de batı dünyasındaki yeni gelişmelerin ulus devletleri nasıl etkilemekte olduğunu yakından izleyerek Türkiye için değerlendirmeler yaparak, doğu ve batı dünyaları arasında sıkışıp kalan Türk devletinin geleceğini güvence altına alarak kurumsal bir model oluşturacak bir biçimde yönlendirilmesi için Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih kurumlarını oluşturarak kurumsallaşma çalışmalarını kesin ve kalıcı  bir çizgide örgütlemeye çaba göstermiştir.

                Ulusal kurtuluş savaşı sırasındaki anti-emperyalist tavır Atatürk’ün kararlı tutumu sayesinde devletin kuruluşu aşamasında da sürdürülürken, ülkenin tepesindeki büyük çatıyı oluşturan Sovyetler Birliği’nin yeni bir emperyalist merkez olmaya yönelmesi aşamasında, Türk devletinin anti-emperyal bir çizgide tam bağımsız bir devlet olarak varlığını koruyabilmesi açısından, geleceğe dönük kurumlaşmanın adımları kararlı bir siyasal yaklaşım çerçevesinde birbiri ardı sıra atılarak, gelecekte geri adım atılabilecek hassas konularda koruyucu bir duvarı  oluşturulmaya çalışılmıştır. Dışa dönük yapılanma içinde uluslararası hukuka göre davranılırken, içe dönük yapılanmada ise ulus devlet çatısı altında daha katı bir milliyetçiliğe kayılmaması için Türk Ocaklarından Halkevlerine geçiş aşaması kurumlaşmanın temeli olarak gerçekleştirilmiştir. Devlet yapısı ulusal olmasına rağmen, katı bir milliyetçi gelişmenin ülkeyi alt kimlikler çatışmasına götürebileceği endişesi halk kavramına dayanan halkçılık anlayışının devreye sokulmasını gündeme getirmiştir. Ulus kavramının benzerlikler üzerinden tam anlamıyla bir ülkesel entegrasyonu ifade etmesi beraberinde bir de uluslaşma sürecini gündeme getirmiştir. Avrupa ülkelerinde ulus devletlerin dünya sahnesine çıkmasını sağlayan uluslaşma süreçleri, iki yüz yılı aşkın bir zaman dilimi içinde Avrupa kıtasının ulus devletlerini çağdaş uluslar ailesinin içine dahil ederken, Atatürk genç Türkiye Cumhuriyeti’nin de böylesine bir hedefe yönelerek çağdaş dünyanın içinde yer alacağını her zaman için dile getirmiştir. Ne var ki, batı ülkelerinde iki yüz yıllık uzun bir zaman dilimi içinde gerçekleşen ulusal yapılanmalara benzer bir devlet modeli, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu sırasında yirmi yıllık daha küçük bir zaman dilimi içinde Türk devriminin öncü kadrosu tarafından tamamlanmaya çalışılmış ama uluslararası konjonktürün getirdiği baskılar ve iki büyük dünya savaşının uluslararası alanda büyük tahribatlar meydana getirmesi yüzünden  bu kadar kısa bir zaman içinde batı tipi ulus devlet modeli kurulabilmiştir. Ne var ki, cumhuriyetin kurucu önderi Atatürk’ün ömrünün kısa olması yüzünden devlet modelinin tam olarak kurumlaşması sağlanamamış ve bu yüzden de Osmanlı döneminden geride kalan ahali içinde farklı alt kimliklere sahip kişiler bütünüyle uluslaşamadıkları için, Atatürk kurmuş olduğu ulus devletin  içe dönük halkçı girişimler üzerinden entegrasyonunun tamamlanmasına dikkatli bir biçimde öncelik vermiştir.

                Halkevleri böylesine bir kurumlaşma çabasının biçimlenen örgütü olarak tarih sahnesine çıkarken yoğun araştırma ve incelemeler yapılmıştır. Atatürk son döneminde kurumlaşmaya yönelik çalışmalarını sürdürürken, sadece devlet kurucusu olarak hareket etmemiş ama aynı zamanda bir ulusun ortaya çıkmasını sağlayacak millet kurucusu olarak da hareket etmiştir. Bu nedenle bir ulusun tarih sahnesine çıkması sırasında dayanak noktası olan dil ve tarih alanlarında devletin dışında sivil bir kurumlaşmaya ağırlık vermiştir. Benzeri bir çalışmayı Türk Coğrafya Kurumu ile Türk Hukuk Kurumu gibi diğer alanlarda da Atatürk sonrasında kurumlaşma atılımları, her alanda sürdürülerek cumhuriyet devriminin her alanda kalıcı bir kurumsallaşma yolu ile istikrarlı bir biçimde geleceğe yönelmesi hedeflenmiştir. Siyasal alanda her dönemde çeşitli yenilikler gündeme gelebilmekte ve bu gibi değişken durumların istikrarsızlık yaratması yüzünden bazen devrimci atılımların kısa bir süre sonra karşı devrimci gelişmeler ile karşı karşıya kaldığı görülmektedir. Bu çerçevede kısa ömürlü olan çeşitli devrimci adımların bir süre sonra tamamen tersi yönde bir karşı devrim saldırılarına direnemeyerek, ortadan kalkma gibi olumsuz bir dönüşüm devreye girebilmektedir. Türkiye’de Atatürk’ün öldüğü gün karşı devrimci dönemin başladığını öne süren bilimsel çalışmalar kamuoyu önünde gündeme   getirilerek tartışılırken, kurumlaşma aşaması öncesindeki Türk Ocaklarının kapanması ile Halkevleri düzenine geçişin ilk adımları atılmıştır. Asya gibi doğu dünyasının merkezi üzerinde Avrupa tipi bir batılı devlet modeli kurabilmek son derece zor olmuş ve kurtuluş ile kuruluş gibi ilk iki aşamada  başarılı olan Kemalist devrim gene Atatürk’ün başlattığı üçüncü aşamadaki kurumlaşma aşamasında sarsıntılar geçirmiş ve karşı devrimci girişimler Atatürk sonrası dönemde devreye girerek, kurucu önder Atatürk’ün bir büyük sentez girişimi ile geliştirmiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletini zora sokarak devrimin temel ilkelerinden ödün verilmesi yoluna  sapılmıştır. Kendi temel ilkelerine doğru dürüst sahip çıkamayan Kemalist devrim yirminci yüzyılın ikinci yarısına girerken başlatılan askeri darbeler aracılığı ile, kendine özgü bir model ile kurulmuş olan Atatürk cumhuriyetinin, kurumlaşmasının tamamlanamaması yüzünden o dönemin geride kalması gibi olumsuz bir durumun ortaya çıkmasına giden yol açılmıştır.

                Dünyanın doğusunda batı tipi bir devlet kurmanın zorluklarını iyi bilen Atatürk, Türk Ocaklarından Halkevlerine geçiş yaparken karşı devrimci saldırı ya da girişimler ile karşı karşıya kalınacağını iyi bilerek kurumlaşmanın adımlarını atarken, Kemalist devrim için koruyucu bir şemsiyeyi Halkevlerinin kuruluşu ile oluşturuyordu. Böylece alt kimlikler çatışması kışkırtılarak ülkenin küçük küçük ulus devletlere bölünmesi gibi olumsuz bir duruma halkçılık ilkesi benimsenerek izin verilmiyordu. Laiklik ilkesi sayesinde ülkede din dışı çağdaş bir yönetim oluşturulurken, farklı dinlere mensup olan toplulukların tıpkı imparatorluk döneminde olduğu gibi beraberce ve birlikte yaşam düzenleri içinde yaşayabilmelerinin temelleri atılıyordu. Halkçılık ilkesi milliyetçilik üzerinden kurulmuş olan ulus devletin varlığını da hassas dengeler içinde güvence altına alıyordu. Fransız devriminin laiklik, cumhuriyetçilik ve milliyetçilik ilkeleri, Sovyet devriminin devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkelerinin anayasa ve yasalarda yer almasıyla birlikte doğu ve batı dengeleri ülkede yeniden kurulurken, Halkevleri devrimlerin bekçiliğine soyunan Türk halkının altında toplandığı Atatürk evleri konumuna gelerek, karşı devrimci girişimlere karşı Kemalist devrimin hem koruyuculuğu hem de geleceğe dönük güvenli yapılandırılmasının toplum merkezleri olarak yeni bir misyon üstleniyordu. Bir Fransız filozofun geliştirmiş olduğu devletin ideolojik aygıtları teorisi üzerinden konuya bakıldığında, Türk devletinin kurtuluş ve kuruluş aşamalarında Türk Ocaklarının devletin biçimlenmesine yardımcı olan bir ideolojik kurum olarak öne çıktığı görülmektedir. Devrimin üçüncü adımı olan kurumlaşma aşamasına gelindiğinde, Atatürk’ün organize ettiği halkçı cumhuriyet modeli devrimin kalıcı bir biçimde kurumlaştırılması açısından yararlı olduğu ve bu nedenle de Atatürk devrimini tümüyle ortadan kaldıracak bir karşı devrimin bütünüyle etkinlik sağlayamadığı görülmüştür. Halkevleri devrimin halk okulları olarak her dönemde kendisinden beklenen toplumsal ve kültürel görevleri, cumhuriyetçi bir misyonun gerekleri olarak yerine getirmiştir.

                 Cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken, Atatürk devriminin örgütü olan Halkevleri bugünün Türkiye’sinde demokratik kitle örgütleri arasında yer alarak, ülkedeki geçmişten gelen siyasal yapılanmanın sivilleşmeye doğru bir yöne kanalize edilmesi doğrultusunda çalışmalarını sosyal ve kültürel alanda sürdürmektedir. Atatürk devrimlerinin bir örgütü olan Halkevleri devrimin kurumlaşması döneminde, Türk Dil ve Tarih Kurumları ile birlikte Atatürk ideallerinin gerçekleşmesi çizgisinde misyonunu her aşamada yerine getirmeye çalışmaktadır. Türk devletinin farklı koşullardan gelen bugünkü yapılanmasının temelinde yer alan Halkevleri, bir anlamda devletin ideolojik aygıtı olarak da görülebilmektedir. Özellikle batı dünyasından gelen liberal kesimlerin Halkevlerini açıkça Kemalist rejimin ideolojik kurumları olduğunu öne sürmesi ve bu doğrultuda sürekli olarak yayınlar ve suçlamaları kamuoyu önüne getirmesi yüzünden, batı emperyalizminin Atatürk Türkiye’sinden hıncını, Halkevlerinin kapatılmasına ve bu doğrultuda suçlanarak toplumsal etkinliklerinin kaldırılması  üzerine ara rejimlerde ve askeri yönetimler sırasında bu örgüt suçlanarak yargılanmış ve kapatılarak Atatürk devriminin kaleleri konumundaki Halkevlerinin, Türkiye’nin geleceğinde etkili rol oynamasının önü kesilmek istenmiştir. Atatürk ve devrimin öncü kadrosu Halkevlerini kurarken ve daha sonraki dönemlerde çalışmalarını yönlendirirken cumhuriyetin temel ilkelerine uygun düşen bir devlet modelinin oturtulması için çok çaba harcanmış ve bunların sonucunda da ülkenin bütün kentlerinde Halkevi şubeleri açılmış ve bunlara bağlı olarak da beş binden fazla  köyde de Halk Odaları kurulmuştur .Kemalist devrimin son aşamasında geliştirilen Halkevlerinin kuruluşu sırasında  batı Avrupa ülkelerindeki benzer durumlar ve örgütler incelenerek yararlanılmıştır. Almanya’daki halk yüksek okulları, Çek Cumhuriyeti’ndeki Sokol adını taşıyan halk okulları ile Danimarka’daki halk eğitimi kurumları dikkate alınarak, Türkiye için yeni bir yaygın eğitim modeli bir sentez çalışması ile geliştirilmiştir. Halkevleri 1930’lu yılların ürünü olarak Türk toplumunu yeniden yapılandırırken, 1940 ‘lı yıllarda ikinci dünya savaşı sırasında, Köy Enstitüleri daha ileri ve halkçı bir eğitim modeli olarak Kemalist cumhuriyetin öne çıkardığı bir uygulama olarak tarih içindeki yerini almıştır.

                Atatürk cumhuriyet devriminin üçüncü aşamasında Halkevlerini kurarak toplumsal devrimi millet ve devletle bütünleştirerek ortaya diğer ülkelerden çok farklı bir devlet  modeli  koymuştur. Sosyalist Sovyetler Birliği ile Siyonist İsrail arasında kalan bölgede yeni bir tampon devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetini diğerlerinden farklı kılan  model olarak, Rusya’daki Sovyetler ile birlikte İsrail’de gündeme getirilen, Kibutz’lar arasında kalan  ama her ikisine de benzemeyen bir toplumsal yapılanma, Halkevleri üzerinden gerçekleştirilmeye çalışılmış ama ikinci dünya savaşı sonrasında gündeme gelen uluslararası karışıklık ortamında bu konuda istendiği gibi bir sonuç alınamamıştır. Orta çağ Avrupa’sında görülen derebeylik sisteminin devletin farklı modeli olarak gündeme getirilmesi, Halkevleri gibi Avrupa tipi bir bölgesel toplum kurumlaşması olarak devrimin tabana inerek halk kitleleri ile bütünleşmesi açısından olumlu yansımalar getirmiştir. Halkevleri devrim döneminin sonlarında gündeme gelirken, devletin farklı bir model olarak gündeme getirilmesinde temel dayanak noktası olmuştur. Cumhuriyetin kurucuları tarafından böylesine bir model istendiği için rejimin toplumsal tabanını, Halkevleri aracılığı ile güçlendirerek halkçı cumhuriyetin temelleri atılmıştır. Sosyal ve kültürel çalışmaları ile Türk toplumunu çağdaş dünyaya açan ve hayatta en gerçek yol gösterici olarak bilim ile kültürü seçen bir devrimci iktidarın uluslararası alandaki gelişmeler ve yaşanan konjonktürün etkileri ile farklı bir devlet modeli Türkiye’de gündeme getirilirken, ülkede huzur ve istikrar sağlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı devletinin son döneminde ortaya çıkan isyan ve başkaldırıların ortadan kaldırılması doğrultusunda, Türkiye ulus devletini halkçı cumhuriyet yaklaşımı ile bütünleştirerek geleceğini güvence altına alabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bu nedenle de her türlü saldırı ve haksızlığa karşı Türk devleti kendi, özgün modeline dayanarak kendisini korumuş ve kendi modelini güçlendirerek bölgedeki Türk ve İslam devletlerine emsal olabilecek farklı bir modeli deneyler sonucunda geliştirmiştir. Türkiye bu tür olayları fazlasıyla yaşayarak bugünlere geldiği için hiç kimse devrimci atılımların önünü kesememiştir.

                Parantez kavramı iki büyük dünya savaşı arasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni tanımlamak için kullanılmış bir kavramdır. Bu makalenin başlığında yer alan parantez kavramı aslında Türk devleti için kullanılmış olan bir kavramdır. Yedi yüzyıllık bir imparatorluk sonrasında çöken Osmanlı devletinin merkezi alanında çağdaş bir ulus devletin kurulması, batılıları ve batıcıları çok şaşırtmış ve hiçbir biçimde Türklere  yakıştıramadıkları çağdaş bir cumhuriyet devletinin temel siyasal yapılanmasını, yeni kurulan Türk devletinin kullanmasını geçici  bir parantez olarak gördüklerini söyleyen batılılara karşı, Türk devleti  bir parantez olmadığını ve çağdaş bir devlet olma hedefi çizgisinde  kesin kararlı olduğunu, köklü bir devrim yaparak ve  bu devrimi daha sonraki aşamada kurumlaştırarak ve batı emperyalizminin saldırılarına karşı kurumsal bir devamlılık içinde olacağını açıkça dile getirerek, hiçbir biçimde parantez kavramına yakın durmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet yaşayacağını her fırsatta dile getiren kurucu önder Mustafa Kemal, böylesine büyük bir iddiayı taşıyacak derecede güçlü bir devlet yapılanmasını süreklilik içinde hazırlarken, Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının geçici olduğu söylenen parantezi kapatma gibi bir kavramsal yaklaşım Atatürk’ün sonsuzluk arayan tutumu çerçevesinde anlamsız kalmaktadır. Kemalist rejim Atatürk ilkelerine uygun bir biçimde kurumlaşırken, gelip geçici parantezler olgusunu ortadan kaldıracak bir biçimde güçlenebilmenin çabası içinde olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına girerken arkasında bıraktığı yüz yıllık zaman diliminin getirdiklerini iyi değerlendirerek genel bir sonuca varmak durumundadır. Böylesine bir tutum ile devletler ya da örgütler için kesin karara varılabilir.

                 Parantez kavramını devletler ya da siyasal rejimler açısından ele alarak incelemek mümkün olduğu gibi, aynı zamanda böylesine bir parantez kavramının devletlere paralel olarak oluşturulan kamu kurumları içinde kullanılması mümkündür. Halkevlerinin şimdiye kadar süren etkinlikleri zaman zaman durdurulacak bir biçimde ele alınarak incelenirken, bu kuruluşların kurulması için belirli makamlar tarafından izin ya da onay verilmesi gündeme getirilebilmektedir. Halkevleri Demokrat Partinin iktidara gelmesi ile ve 12 Eylül Nato darbesi sırasında, cumhuriyet tarihi içinde iki kez kapatılmış ama daha sonraki gelişmelerin getirdiği özgürlükçü ortam çerçevesinde bu Atatürk kuruluşları yeniden açılarak eğitim ve kültür çalışmalarını sürdürebilmişlerdir. Türkiye üzerinde etkili olan batılı emperyalist devletlerin baskıları ile her dönemde kapatılmaya çalışılan Halkevleri örgütü, ara rejimler sırasında karşılaştığı haksız ve hukuk dışı tutumların hedefi olarak zorlansa da iyi yetişmiş kadroların devreye girerek gerçekleri ortaya koymaları ile Halkevleri bir cumhuriyet kurumu olarak varlığını sürdürebilme şansını elde etmektedir. Devletler için kullanılan parantez kavramının Halkevleri gibi demokratik kitle kuruluşları ya da devletlerin kendi modellerine uygun olarak ele alınarak incelenmesiyle, Atatürk’ün devlet modeli açıklığa kavuşabilir. Devletlerin varlıklarına karşı tehdit oluşturan parantez suçlamaları aynı zamanda Halkevleri gibi kamu kurumları ya da demokratik kitle kuruluşları için de kullanılabilmektedir. Ne var ki, bu gibi durumlarda gündeme getirilen parantez suçlamalarının gerçeklere oturmadığı bir noktada, parantez iddiaları sonuçsuz kalarak tartışmaların dışına düşmektedir. Devletin ideolojik kurumları ile birlikte genel gidişe ters düşen parantez kurumlar olarak da öne çıkarılan Halkevlerinin, sürekli olarak kapatılmak istenmesi batı emperyalizminin talepleri doğrultusunda gündeme gelmektedir. Türkiye’de Halkevleri ile birlikte Köy Enstitülerinin de kapanması istenirken, gene batının malum emperyalist devletleri Türk halkının geleceğini baskı altına almaktadırlar. Sol kuruluşlar olarak tanımlanın her iki kamu yararına kuruluşun ülkenin geleceği için yoğun çalışmalar yürütürken, haksız suçlamalarla hedef haline getirilmeleri ülkede var olan hukuk devleti düzeninin yürürlükten kaldırılmasına giden yolu açmaktadır. Her on senede Atlantikçi ya da Siyonist darbe senaryolarının askeri yönetim kurması, Halkevleri gibi halk örgütlerinin yargılanacağı ya da cezalandırılacağı bazı aşamaları öne çıkarmaktadır. Devletler gibi örgütlerin de sonsuzluk arayışı içinde olduğu bir dava platformunda, var olan kuruluşlara yönelik suçlamalar fazla yargılama yapılmadan ele alınarak karara bağlanırken, devletler için de uluslararası alandaki kazanılmış haklarının kaldırılmasını zamanla gündeme getirebilmektedir.

                Atatürk bir ulus devlet kurarken Osmanlıcılığın ya da İslamcılığın yetersiz kaldığını tıpkı Yusuf Akçora’nın Üç Tarzı Siyaset isimli kitabında ileri sürdüğü ve dile getirdiği gibi bir ulusal kimliği benimseyerek, o kimliğin varlığı ve doğruluğu çizgisinde yeni bir açılım yapılmasını görüyordu. Ulusal kurtuluş savaşı dönemine bakıldığı zaman, ülkeyi işgal eden batılı emperyalistlere karşı var olan Kuvayı Milliye kuvvetleri ile karşı çıkılıyor ve düşman birlikleri Misakı Milli sınırları dışına doğru geri gönderilirken, gerçek anlamda bir ulusal kurtuluş savaşı veriliyordu. Ulusal bir kurtuluş savaşı savunması üzerinden İmparatorluk toprakları üzerinde bir ulusal toplum oluşumu daha henüz o aşamada ortaya çıkmamıştı. İmparatorlukların bittiği bir aşamaya gelinmesine ve Osmanlı coğrafyasında birçok cephede batılı ülkelerin işgal girişimleri ve bu gibi gelişmelere karşı, Osmanlı ahalisinin savunma savaşlarının birbiri ardı sıra gündeme geldiği görülmektedir. Bir yandan dünya imparatorluğuna soyunan İngiltere ve Fransa gibi batının önde gelen büyük devletlerinin merkezi coğrafyayı işgal girişimleri ve diğer yandan da orta dünyanın her bölgesinde eskiden beri var olan Osmanlı topraklarında ortaya çıkan alt kimlikli milliyetçilik isyanları birbiri ardı sıra tarih sahnesine giriyorlardı. Burada ilk aşamada batı dünyasının emperyalist saldırılarına karşı, bu gibi haksız ve işgalci hareketlere karşı birinci aşamada kurtuluş arayışı öne çıkıyordu. Bu ilk aşamada ulusal bir güç birliği zorunlu hale gelince, emperyalizme karşı ulus devleti gerçekleştirecek olan Kuvayı Milliye akımı işgalcilere karşı ulusal çizgide karşı çıkarak direnenlerin öncülüğünde kuruluyordu. Dış düşmana karşı iç devletin ve imparatorluk sonrasında geride kalan halk kitlelerinin emperyalizme karşı çıkarak direnmesi, o dönemde hem devletler arası hem de ideolojiler arasında büyük çekişmelere neden oluyordu. Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar sonrasında dünya yeni bir düzene doğru yol alırken önce geçmişten gelen devletler arası çekişmeler tarihin yeni sayfalarını dolduruyor, daha sonrada yeni bir dünya düzeninin dayanacağı ilkeler aranırken geçmişten gelen devrimlerin uzantısı olarak ideolojiler öne çıkıyordu.

                İnsanlığın dünya kıtalarına yayılma döneminin uzantısı olan imparatorluk devletleri geride bırakılırken üç yüz yıla yaklaşan son dönemde, belirli toprak parçaları ya da ülkelerde birlikte yaşamaktan gelen birlikteliklerinin geliştirdiği ulusal kültür yapılanmaları aracılığı ile ulus devletler tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlardı. Ulus devletlere geçilirken imparatorluklar parçalanıyor ve bunun sonucunda da daha küçük ve orta boy ulus devlet yapılanmaları öne çıkıyordu. Milliyetçilik hareketleri dünyanın her bölgesinde ulus devlet oluşumlarına uygun bir zemin hazırlarken, imparatorluk kimliği ya da din anlayışı üzerinden yeni bir ulus yaratmak, ya da siyasal gündeme gelen eskisinden farklı kimliklerin belirli bölgelere yayılarak sınırları belirlenmiş ülkelerde devlet kurmaları birbirini izleyen gelişmeler sayesinde dünya haritasında önemli bir değişimi gündeme getiriyordu. Osmanlı kavramının yetersiz kaldığı, İslam kavramının değişik etnik toplulukları bir ulus haline dönüştüremediği aşamada, yeni kurulmakta olan Anadolu devletini çevreleyecek sınır bölgelerde yaşamakta olan halk kitleleri içinde en yoğun kimlik olarak Türklük olgusunun önem kazandığı ve bu nedenle hem Orta ve Kuzey Asya, hem de Avrupa topraklarında yaşamakta olan  halk toplulukları içinde genişlik kazanan Türklük olgusunun, Türk milleti oluşumuna doğru yöneldiği  ulusal kurtuluş çizgisinin Kuvayı Milliye önderlerinin dikkatini çekmesiyle birlikte, Türkçülük akımı yeni Türk devletinin siyasal kimliğini temsil eden bir kavram olarak öne çıkmış ve Türkiye halkının siyasal temsilcilerinden oluşan Büyük Millet Meclisine siyasal bir isim olarak bu doğrultuda “Türkiye” kavramı benimsenmiştir. Batı emperyalizminin Osmanlı imparatorluğunu yıkarak ve ortadan kaldırarak düşündüğü merkezi coğrafyada eyaletlere dayanan çok uluslu bir bölgesel konfederasyon peşinde koşması yüzünden yerel direnişler savaşın yayılmasına yol açıyor ve farklı cephelerde birbirinden ayrı ulusal yapılanmaların kendiliğinden gündeme geldiği görülmekteydi. İşte cumhuriyetin ilk aşaması olarak öne çıkan ulusal kurtuluş mücadelesi bu aşamada verilerek tamamlanıyordu. Orta Asya üzerinden gelen Avrasya birikiminin de Sovyetler Birliği oluşumu ile devreye girmesi üzerine ulusal kurtuluş savaşı sırasında devletin kurulmasını sağlayan TBMM resmen Ankara’da ilan ediliyordu.

                Parantez kavramı aslında Türkiye Cumhuriyeti açısından ortaya atılmış bir sözcüktür. Önceden hazırlanmış plan ve programlar doğrultusunda imparatorluk sonrasında çok kültürlü ve küçük eyaletlerden oluşacak bir büyük konfederasyonu hedefleyen Düveli Muazzama oluşumu, yeni bir dünya yapılanması aracılığı ile orta dünya alanındaki her türlü siyasal yapı ve kalıntıları temizlemek üzere harekete geçiyordu. Burada emperyalist bir kural ortaya konuluyor ve bu doğrultuda orta çağ kalıntısı olarak görülen Osmanlı devleti, Türklerin ve Osmanlıların yaşadıkları topraklar üzerinden süpürülmek isteniyordu. Emperyalistlerin orduları Osmanlı ülkesine girerek ve Osmanlı topraklarında var olan eski devlet düzenini yıkarak yeni bir dünya düzeni oluşturmaya çalışırken, eski bir Türk devleti olan Osmanlı devletine saldırarak, yeni bir orta dünya imparatorluğunu batı hegemonyası içinde gerçekleştirmeye çalışıyorlardı. İşte her şeyin bittiği o aşamada bir Osmanlı subayı olarak Kuvayı Milliye örgütlenmesinin başına geçen Mustafa Kemal Atatürk, emperyalizmin plan ve programlarını bozarak, bunlara karşı kurulmak istenen Türk ulusunun var olma projesi anlamında Türkiye Cumhuriyeti projesini yavaş yavaş uygulama alanına getiriyorlardı. Kuvayı Milliye kuvvetleri Misakı Milli sınırları içinde her yerde harekete geçerek, ulusal bir toplu direnişin yansımalarını savaş cephelerine taşıyorlardı. Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail veya Yakın Doğu Konfederasyonu gibi büyük alanlara yayılmış bir federasyon devleti İstanbul merkezli olarak oluşturulmak isteniyordu. Böylesine bir yeniden yapılanma batı emperyalizminin ana hedefi olarak ortaya konuluyor ve hızlı bir biçimde projeler hayata geçilerek Türk ulusu ve devleti dünya haritası üzerinden silinmeye çalışılıyordu. Onların bu planları ve uyguladıkları hareket tarzı kesin olarak hedefe taşınmak istenirken Osmanlı devletinin kurucu unsuru olan Türkler yok farz edilerek bütün merkezi alan ele geçirilerek, yeni dünya devleti merkezi bölgenin merkezi konuma sahip olduğu bir büyük devlet yapılanmasıyla birlikte batı emperyalizminin eline geçmesi amaçlanıyordu.

                Ulusal kurtuluş savaşı sırasında saldırı, işgal ve yıkım kural, geçmişten gelen yapının dönüştürülmesi ya da yenilenerek yapılanması emperyalistler tarafından istisna olarak görülüyordu. Bu çerçevede Osmanlılar ve Türkler için hiçbir gelecek şansı tanınmıyor, topları ve tüfekleri ile bütün emperyalist güçler merkezi alana saldırırken, devleti tasfiye hedefi çizgisinde Türk topluluklarının başka ülkelere gönderilmesi gibi var olan hukuk düzenini bozacak çeşitli girişimlere kalkışıyorlardı. Emperyalizm daha önceden hazırlayarak uygulama alanına getirmiş olduğu plan ve projelerinden vazgeçmeyerek bunları sonuna kadar bastırarak gerçekleştirmeye çalıştığı için, Birinci Dünya Savaşının Osmanlı cephesindeki gelişmeler bütünüyle daha önceden belirlenmiş kurallara uygun bir biçimde siyasal gündeme getiriliyordu. Burada Düveli Muazzama adı verilen o büyük dünya devleti oluşumunun giderek artan baskı ve saldırılarına karşı var olma ya da yok olma derecesinde ciddi bir savaş verilirken, kurallar ana esaslar olarak sonuna kadar geçerliliğini korumakta, ama böylesine bir duruma ters düşebilecek kural dışı ya da beklenmeyen gelişmeler istisna durumları olarak izlenerek değerlendirilmeye çalışılıyordu. İstisnaların kaideleri bozmayacağına dair var olan inanç çizgisinde birbiri ardı sıra çok fazla istisnai durumun ortaya çıkmaması amacıyla ve daha önceki hazırlıkların istisnai durumlar çerçevesinde geçerliliğini sağlamak üzere, kural dışı olaylar ve gelişmelerin  gelip geçici istisnai görünümlerin korunması  için istisnai açılımlar ya da değerlendirmeler yapılarak  daha önceden görülemeyen siyasal gelişmeler karşısında hiçbir şeyden vazgeçmeyerek, birbirini izleyen istisnai durumların daha da artarak bir karşı program oluşumuna gidebilecek gelişmelere karşı çıkmak üzere, tüm istisnai durumları çatısı altına alarak kapsayacak bir yeni büyük oluşumun devreye girmesi için  gelinmiş olan yeni aşamadaki koşullar yakından izlenerek  ve ana fikir ile buna dayanan  projelerden vazgeçmeyerek bir parantez aşamasına gelinmesine karar verilebilir, ya da böyle bir durumun ortaya çıktığı ileri sürülerek hedefe varma sürecinde geri dönülmemek üzere yeni koşul ve durumları dikkate alabilecek toplu bir esneklik anlamında parantez açılmasına karar verilebilirdi. Böyle bir durum siyasal koşullar arasında yeni ortaya çıkan dengelere göre de karara bağlanabilir zorluklar ya da problemlerin aşılması çizgisinde de hedeften kopmamak üzere parantez açılabilirdi.

                Bu makalenin başında yer alan parantez kavramı hem siyasal alanda hem de sosyal ya da kültürel anlamda kullanılabilen bir kavramdır. Orta Doğu’nun geleceği için hiçbir plan ya da projede yer almayan konular sorunlar olarak öne çıktığı aşamada, daha geniş alanlara ya da konulara yayılan yeni parantez uygulamalarının kendini gösterebileceği ortamlar gündeme gelebilmekte ve bu nedenle yeni parantez uygulamalarına da sonraki aşamalarda yer verilebilmektedir. Türkiye için tarihsel süreçte açılmış olan parantez, gelip geçici koşulların zorladığı türden değil ama bütünüyle var olup olmama gibi bir yol ayırımında öne çıkmaktadır. Hiçbir batılı ülke bugünkü Misakı Milli sınırları içinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti ya da başka türde bir Türk devletine yanaşmamakta ve bu merkezi alan devletinin Avrupa ya da batı bloku içinde yer almaması için çaba göstermektedir. Türk kurtuluş savaşı Türklerin zaferi ile sonuçlandığı için Türk ulusu varlığını ve bağımsız devletini bugüne kadar sürdürerek, dünya haritasının tam ortasına ismini yazdırmaktadır. Batılılar Türkiye’yi harita üzerinden silebilmek için her şeyi göze alabilirken, ana hedefleri Orta Doğu’da bir büyük federasyon kurarak kendilerine bağlamaktır. İşte böylesine bir çelişki Birinci Dünya Savaşının cephelerini Osmanlı topraklarına taşımıştır. Böylesine hegemonya gelişmelerine rağmen merkezde batı hegemonyası tam olarak kurulamamıştır. Bu çerçevede batı ülkelerinin yöneticileri büyük projelerinden vazgeçmek gibi bir olumsuz duruma sürüklenirken, yenilgiyi kabul etmemek üzere istisnalar üzerinden paranteze giden yolu açmış ve görmek istemediği Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız bir devlet olarak kabul ederek yola devam edebilmenin koşullarını aramaya başlamıştır. Aslında batı merkezli bir yeni dünya düzeni yolunda giderken, bu hedeften vazgeçmemek üzere, parantez kavramı kullanılarak Türk devleti ile normal ilişkiler kurulmaya çaba gösterilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti sonsuza kadar yaşayabilme amacıyla geleceğe dönük yaşam kavgası verirken, emperyalistlere karşı kazanılan savaşı esas alarak kazanılmış hakları üzerinden geleceğin hazırlıklarını tamamlama noktasına gelmiştir.

                Türkiye’deki cumhuriyet yönetimini gelip geçici görenler, beklemedikleri bir biçimde Türk varlığını karşılarında giderek güçlenen bir biçimde gördükleri zaman umutsuzluğa kapılarak Türkiye’yi otoriter, faşist ya da benzeri bir biçimde aşağılayıcı saldırılarda bulunmaktadırlar. Özellikle Cumhuriyetin yüzüncü yılına gelinmesi aşamasında Türk devletinin topyekun ele alınarak yeniden değerlendirilmesi hedeflenerek, cumhuriyetin yüz yıllık bir parantez olduğu, bu yüzden yüzüncü yılına gelinen bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılması gerektiği cumhuriyet düşmanı çevreler tarafından  yeniden seslendirilmekte ve yüz yıllık parantezin artık sona erdirilmesi çizgisinde yüz yıl önceki değerlendirmelere yeniden yönelinmesi gerektiği abartılarak, Türk ve dünya kamuoyuna Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldıracak önerilerde bulunmaktadırlar. Tam bu aşamada Doğu Anadolu bölgesinde Büyük Ermenistan devleti kurdurmak isteyen bir yazarın, “Yüz yıllık parantez “ başlığını taşıyan bir özel kitabı cumhuriyetin yüzüncü yılına doğru yayınlamasının rastlantı  olmadığı ve Birinci dünya savaşının geçici koşullarında bir parantez yaratmak üzere gösterilen hoşgörünün anlamı kalmadığı öne sürülerek, Ermenistan benzeri küçük devletçiklere Orta Doğu Federasyonu adı altında yer verilmesiyle Türkiye haritasına ülkenin her bölgesinde etnik ve dinci eyaletler ile küresel parçalayıcılığın yerleştirilmesine çalışılmaktadır. Küreselleşme olgusu emperyalizmin yeni türü olarak tüm dünya kıtalarına yayılırken, Osmanlıyı yok eden Balkanizasyon yapılanması sırasında küçük eyaletler aracılığı ile büyük devletin nasıl yok edildiği açıkça görülmüştür Osmanlı imparatorluğunu haritadan silen Balkanizasyon projesinin, günümüzdeki adı ile Globalizm adı altında küresel Balkanizasyon girişimlerine hedef olma konumundadır. Daha önceki aşamada Balkanizasyon dayatmalarına direnebilen Türk devletinin, günümüzde yeni bir küresel Balkanizasyon uygulaması üzerinden yok edilmeye çalışılması yapılmaktadır. Türkiye’nin dostları olarak görünen batılı emperyalistlerin, Türkiye’yi yok edebilecek terör saldırılarına destek vermesi ve silah yardımı yapması, bugün Türkiye’nin varlığını tehdit eden en olumsuz girişimler olarak görünmektedir. Yüz yıl önceki bölücülük oyunlarına karşı çıkabilen Türkiye bugün komşuları ile dayanışma içinde tekrar yeni bir direniş mücadelesine kalkışabilir. Söz konusu parantez kaldırılsa da Türkiye ayağa kalkabilir.

                Emperyalizm dünyanın beş kıtasında büyük bölgesel federasyonlar peşinde koşarken, tam o aşamada merkezi coğrafya da çağdaş bir ulus devletin kurulması bütün hazırlıkları boşa çıkarmış ve beklenmeyen bir gelişme olarak egemen güçlerin açmış olduğu bir parantez olarak adlandırılmıştır. Atatürk ve arkadaşları büyük emperyalist devletlere karşı çıkarak merkezi coğrafya da kendi ulus devletlerini kurarak Türk ulusunu yok olmak gibi bir tehlikeli bir gidişten kurtarmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti bağımsız tam bağımsız bir devlet olarak yoluna devam ederken batılı emperyalistlerin hiç boş durmayarak Türk devletinin önüne çeşitli komplolar, terör senaryoları, askeri rejimler çıkartarak birçok engel çıkardıkları görülmüştür. Bu çerçevede genç Türkiye Cumhuriyeti ciddi bir var olma savaşı yürütürken, küreselleşme döneminde emperyalizmin geçen yüzyıldan getirdiği egemen olma planlarının yeniden devreye sokulduğu görülmektedir. Türk devletini ortadan kaldıran yaklaşımlar yeniden ortaya atılırken, Sovyetler Birliğinin dağıldığı ama buna karşılık merkezi alandaki sonradan olma bir küçük devlet olarak İsrail’in önem kazandığı ve bu doğrultuda Büyük İsrail projesine yönelen bir hegemonya oluşturmak üzere bölgede terörü, çatışmaları ve bölücülük hareketlerini desteklediği halk kitleleri tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Devletin kurucusu Atatürk Sovyetler Birliği ile iyi ilişkiler içine girerek, Hrıstıyan Avrupa kıtası ile düşmanlık yapmamaya dikkat etmiş ama Siyonizmin ana hedefi olan Büyük İsrail projesine karşı çıkmıştır. Eski bir asker olan Atatürk Büyük İsrail Federasyonunun kurulması durumunda önemli mücadeleler vererek kurmuş olduğu ulus devletin ortadan kalkacağını iyi biliyordu. Irak ve Suriye gibi devletlerin kuzeyinde öne çıkarılan farklı etnik ve dini kimliklere dayanan eyalet devletlerinin sonunda Türk devletini parçalayacağını çok iyi bildiği için Arap ve Müslüman toprakları üzerinde kurulacak farklı dinden bir devletin kurulmasını savaş nedeni olarak görüyordu. Irak’ın kuzeyinde oluşturulacak farklı bir devlet komşu devletleri bölerek ve İsrail’in önünü açarak, rahatlamasını sağlayacak ama Türkiye’nin güneydoğu bölgesi ile bütünleşmeye gidebilecek böylesine bir yapılanma İsrail’i daha iyi bir konuma getirirken, Türkiye Cumhuriyeti’nin bölünmesine giden tüm yolları emperyalizme doğru açacaktı. Prof. Dr. Yalçın Küçük’e göre Atatürk bu jeopolitik nedenle İsrail devletine karşı çıkıyordu.

                Büyük bir mücadele ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti devleti geleceğe doğru emin adımlarla ilerlerken, batılı emperyalistler gene bu devletin önünü kesme çizgisinde Atatürk Cumhuriyetini engelleyebilmenin arayışları içine giriyorlardı. Atatürk Cumhuriyetinin güçlü bir ulus devlete yönelen yapılanması emperyal güçler tarafından engellenemediği için, son aşamada  ret edilemeyecek bir parantez olarak görülmüş ve böylece genel gidişten sapma olmadan Şark meselesinin Türkiye sorunu çözülmeye çalışılmıştır. Dünya konjonktürü küresel şirketlerle ulus devletleri karşı karşıya getirdiği için, ulus devletlerin var olan üniter, ulusal ve merkezi yapılarını korumaları gerekiyordu. Cumhuriyetin yüzüncü yılına girildiği bu aşamada, Türk devleti de geçmişten parantez tanımı ile gelirken, devletin bu özelliğinin aslında parantez olarak devletin ideolojik kurumu olan Halkevlerinden geldiğini, yüz yıl sonra bugün iyi görmek gereklidir. Dışarıdan bakıldığında devlete verilmiş bir imtiyaz olarak görülen parantez yapılanması, Türk Ocakları sonrasında kurulan Halkevleri ile açıklanmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk aşamasında kurulan Avrupa tipi ulus devlet mücadelesi Türk Ocakları ile açıklanırken, ikinci aşamada devletin kuruluşu sırasında Türklüğü kabul etmeyen halk topluluklarının, devletin eşit vatandaşları olarak halkçı cumhuriyetin birer parçası olması benimsenmiştir. Üçüncü aşama olan cumhuriyetin kurumlaşması sırasında, Atatürk ciddi bir devlet aklı kullanarak devletin modeli açısından Halkevleri aracılığı ile yola devam edilmesine karar vermiştir. Ne var ki, ilk genel seçimler sonucunda Demokrat Partinin iktidara gelmesi üzerine Halkevleri örgütü kapatılarak, yeniden Türk Ocakları yapılanmasına geri dönülmüştür. Daha sonraki aşamada iktidara gelen askeri rejim Halkevlerini yeniden kurarken, diğer yandan Türk Ocakları örgütlenmesi de Demokrat Parti üzerinden yeniden kurulmuştur. Günümüzde Türk Ocakları ve Halkevleri aynı toplumun içinde ve cumhuriyetin çatısı altında bir arada yaşarken, Türk devletini zorlayan sorunlara birlikte karşı çıkarak ulusal sorunlara karşı ortak mücadele etmek zorundadırlar.

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN