27 Ekim 2018 Cumartesi

ANKARA KALESİ TÜRKİYE CUMHURİYETİ 100 YILLIK BİR PARANTEZ DEĞİLDİR Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

ANKARA KALESİ-203
TÜRKİYE CUMHURİYETİ
100 YILLIK BİR PARANTEZ DEĞİLDİR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 27.11.2018
Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken , bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar . Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak , ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar , Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini , geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler . Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da , küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar , geçici bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta , cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak , bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği ,açıkça dile getirilmektedir . Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken , o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin , değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek , Türk devletinin geleceğini n olmadığını ,artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler .
Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devleti tasfiye kararı almaya hakları yoktur.
Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının ,bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı almaya hakları olmadığı gibi, Türk ulusunun dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama güvencesini de tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir . Herkesin hem etnik kökeni , hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir . Herkes kendi kimliğine veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir . Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye kalkışabilirler . Dünya tarihi bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir . Her devlet belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir , daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da siyasal hareketler gündeme gelebilir . Bu gibi süreçlerde halen var olan ya da geçmişten gelen devletler ,kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler .Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler . Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir . Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa , her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı , geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin başarılı devletler olarak yollarına devam ettikleri , kendini yenileyemeyenlerin ise ,başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir .
Atatürk Cumhuriyetinin defterini dürme çabaları
Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini dürme doğrultusunda yüzüncü yıldönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken ,bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler , Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek ,tehcirin yüzüncü yılında tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler , gene bir parantezin kapatılmasından söz etmektedirler . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında , Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal devletin ,ya da çağdaş cumhuriyetin yapılanmasını bir türlü kabül edemeyenler , Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler .Bu doğrultuda birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta ,her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti , merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır .Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında ,Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır . Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere siyaset sahnesinin diğer aktörleri de , Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar . Uluslarası ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı , biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı , Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek , ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak durmayı tercih edebilirdi .
Kasıtlı olarak parantez kavramını Türkiye’nin geleceği doğrultusunda kullanan kararlı kişiler,
Kasıtlı olarak parantez kavramını Türkiye’nin geleceği doğrultusunda kullanan kararlı kişiler, yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü ve çağdaş bir ulus devleti orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmakta ve bu kavramdan hareket ederek Türk devletinin kalıcı esas devlet olmadığını ve bu nedenle de ancak bir parantez durumu ile açıklanabilecek geçici bir statüye sahip olduğunu ,Türk kamuoyuna genel anlamda benimsetmeye çalışan Türkiye karşıtları , Türklerin bağımsız devletini bir parantez kıskacı içine alırlarken , bu devletin aslında kalıcı olmadığını ve tüm parantezler gibi geçicilik gösterdiğini ,Türk kamuoyuna anlatmaya çalışmaktadırlar . Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının , Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını , normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu olamayacağını açıkça dile getirmekten çekinmemektedirler . Normal bir yazı düzeninde nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa ,Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek ,geçicilik parantezi içinde açıklanmaya çalışılmaktadır . Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar , parantez olarak kabül ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu , bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını , tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi ,Türk devletinin de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini , her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar . Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda ,ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir . Ne var ki , bütün devletler ,geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir .
Siyaset bilimi açısından!..
Siyaset bilimi açısından konu ele alındığı zaman , Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda değerlendirme yapmak gerekmektedir . Spangler’in teorisine göre , devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta , büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler . Sosyoloji ve siyaset bilimi teorisi açısından ,devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir . Her devletin önce bir var olduğu ,bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma oluşumları ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler . Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta ,vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için ,aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir . Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar , bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak ve sona erdiren örneklerden yararlanarak bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için ,parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır . Devlet güçleri , değişen siyasal ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman , geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler . Aksi durumlarda ise , devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır . Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler ,siyasal yapılanmaların devam edip etmemesi ,ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır .

Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır . Bu noktada , bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği konum ile birlikte , büyük devletler arasındaki hegemonya çekişmesi sürecinde güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da öne geçme gibi durumlar da belirleyici olabilmektedir . Bu çekişme süreci içinde , devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken, hem kendilerini korumaya öncelik vermekte hem de diğer devletlerden öne geçerek kendi çıkarları doğrultusunda dünya haritasının belirli bölgelerinde emperyal hedefler için etkili olabilmektedir . Bu gibi durumlarda , bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir . Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de , bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte , bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene , siyasal güç merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi , bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir . Bu çerçevede , bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi ,ya da geleceğe dönük olarak sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir . Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri belirlenebilmekte ve bu doğrultuda dünya haritası yeniden biçimlenmektedir . Devletler arası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta ,bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği yeni durumların etkinliği ile değerlendirilebilmektedir . İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe bir durumdadır .

Türkiye Cumhuriyeti , dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da emperyal projelerin hedefine aldığı bir ülkedir . Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında , Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk devletinin ,varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir ,çünkü parantezci yaklaşımlar ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği açıkça ifade edilebilmektedir . İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu , ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir . Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken , hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır . Ne var ki , Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni güç dengeleri içinde Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine ,Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken , geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak ,ulusal kurtuluş savaşı zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır .Osmanlı devleti hiçbir zaman geçici bir parantez konumunda olmamış ama , cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına zorla getirilmiştir .

Osmanlı sonrası dönemde ,bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir . İlk proje , üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur . İngilizler , geri çekilen Osmanlı devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında dörtlü bir federasyon modelini ,kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden ,böylesine bir emperyal bağımlılık projesi hazırlayıcılarının planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir . Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken , ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir . Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken ,bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda, merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını da coğrafi bölgeleri esas alarak ,yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu . Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması , Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri tam anlamıyla ortada bırakmıştı . Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda devlet olarak varlığını sürdürebilecek bir yeni devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti ,Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde tarih sahnesine çıkıyordu .

Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak ,dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı . Ne var ki , bu aşamada artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken , Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek , bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde uygulama alanına getiriliyordu . Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar bölgesine doğru yöneldikleri aşamada ,Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile , Troçki Moskova’da Kızıl Orduyu kurarak Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu . Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu . Böylece , Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri , Avrupa devletleri birbirini yok ederken ,dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek , Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu . Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon ,geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu . Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal , Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen Bolşevik kadro sayesinde gerçekleştiriliyordu . I871 Paris komününden ders alan kapitalistler , kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere , hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir hareket ile Komünist ihtilal yaratarak , İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı .

İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken , Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek , yer yüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı . İşte böylesine bir süreç içerisinde ,kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada , Anadolu halkı ayağa kalkarak bir ulusal kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak , çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ni kuruyordu . Sovyet ihtilali sonrasında bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu . Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla , batı emperyalizmi ile Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu . Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için , Türkiye gibi orta boy bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması , savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda katkı sağlıyordu . Bu nedenle , bazı batılı ülkeler Türklere bu coğrafya da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen , karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır . Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken , Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu durumdan yararlanan Türk ulusu da , Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir .

Anadolu toprakları üzerinde Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabül ederek ,Türklerin Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek zorunda kalmışlardır . İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek emperyal planların ertelenmesi projesine ,dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır . Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları , yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir . Onlara göre , Sevr planının tamamen red edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi , kuzey bölgesinde oluşturulan sosyalist blokun yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir . Sosyalist blokun yaşadığı sürece , Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da Nato yapılanması Türkiye’ye taşınarak , Türk devletinin batı ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır . Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar , daha sonraki aşamada da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar , Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir .

Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü varolan dünya dengeleri nedeniyle , yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için , doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için bir çok yerde yüz yıllık parantez tanımlaması kasıtlı bir biçimde dile getirilmiştir . Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken ve bir asırı geride bırakırken , batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek , Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler . Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için ,bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek, istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler . İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı , Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman , yirminci yüzyılın başlarında dünya haritasının ortalarında yerini alan ,bir siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir . Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline , soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler , yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler .

Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta ,Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında sunulmaktadır .Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hrıstıyan devlet kurmak ve Gregoryen Klisesinin hegemonyasını binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen gayrimüslim lobiler ,açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak , Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar .Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslar arası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır .

Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman ,açılan parantez yüzünden özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir . Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği ve bu yüzden özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır . Türk ulusu ,yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken ,yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama toplumun diğer kesimlerinin bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir . Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta , batı emperyalizminin Anadoluya Balkanizasyonu taşıması gerektiği ve bu doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği ,dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır . Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile , Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan gayrimüslim entelektüel , Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır .

Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve 2015 yılına doğru gidilirken , Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hrıstıyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır . Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için , Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir . Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler , bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır . Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda Türklerin ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir . Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar , Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak , böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı ülkelerinin bir çoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta ,karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında Osmanlı devletinin var olduğu unutularak , Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır . Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması , tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu zavallı Filistinliler’den sorması gibi ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır . Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi ,Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez . Uluslar arası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere günümüzde yeni açılımlar yapmak zorundadır .

Türkiye Cumhuriyeti , ne tez , ne anti tez,ne de parantez değildir . İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti ,günümüzde uluslar arası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi konumuyla çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır . Bir çok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti , kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi, ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için , böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir . Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak , her türlü parantez kıskacının aşılmasında ,Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar . Türkiye Cumhuriyeti tez,antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak ,yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır.
(İlk Yayın Tarihi: ANKARA, 20.11.2014 & 20 Kasım 2014)

19 Ekim 2018 Cuma

ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -Mustafa Kemal ATATÜRK’ten Türk ulusuna yadigâr kalmış olan emperyalizm karşıtı "milli devlet modeli" zorlanmaktadır.

ATATÜRK’ÜN DEVLET MODELİ 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


Türkiye Cumhuriyeti son günlerde son derece ilginç tartışmalara sahne olmaktadır. Atatürk’ün devlet modeli her yönden saldırıya uğratılırken, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir durum yaratılarak, Türk devletinin tasfiyesi sürecine devam edilmek istenmektedir. Dünyanın ve merkezî bölgenin son yıllarda içine sürüklendiği gelişmeler sonucunda, yeni devlet modellerinin aranması ve bu doğrultuda var olan eski siyasal yapıların zorlanması çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti de çok ciddî bir sınavdan geçmektedir. Küreselleşme adına empoze edilen girişimler, Avrupa Birliği’nin bitmek tükenmek bilmeyen talepleri, küçücük İsrail’in Amerika Birleşik devletlerini arkasına alarak, Türkiye’yi bir yerlere sürükleme çabaları, ABD’nin dünyanın en büyük gücü olarak ayakta kalabilmek için geliştirdiği yeni politikaların hepsi gelip dünyanın merkezindeki Türkiye üzerinde odaklanmakta ve Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalmış olan devlet modelini zorlamaktadır. Küresel sermayenin bütün dünyayı babalarının çiftliğine dönüştürmek amaçlı yeni sömürge planları da bu duruma ek olarak katlanılmaz külfetleri bütün dünya halklarına ve devletlerine dayatmaktadır.
Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan özel Amerikan üniversitesi
Tam bu aşamada, Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan bir özel Amerikan üniversitesinde, dünyanın hiç bir ülkesinde görülmemiş bir sivil anayasa sempozyumu düzenlenmiş ve buraya gelen Anayasa Mahkemesi Başkanı, bazı neoliberal mandacı ve cemaatçi kadrolarla beraber, var olan Türkiye Cumhuriyeti anayasasına karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkış normalin ötesine giderek, sivil anayasa görünümünde bir federasyon devleti arayışlarını tırmandırırken, Yüksek Mahkeme Başkanı Türk Anayasası’nın değişmez maddelerinin değişmesini açıkça talep etmiştir. Ertesi gün basına geniş olarak yansıyan bu istek, beraberinde yeni anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Eskiden beri federasyoncuların üniter devlete karşı çıkan girişimleriyle, cemaatçilerin laik devlete karşı çıkan tutumları devam edip giderken, Türk devletinin aynı zamanda millî ve merkezî siyasal yapılanmasını güvence altına alan, değişmez maddelerin değiştirilmek istenmesi kamuoyunda haklı olarak ciddî bir kuşku ve tepki yaratmıştır. Neredeyse bir yüzyıla yakın bir süredir, ulusal, üniter, merkezî ve laik bir devletin çatısı altında yaşamakta olan Türk ulusunun, emperyalizmin istekleri ya da planları doğrultusunda eskisinden çok farklı bir yöne çekilmek istenmesi, artık en üst noktada anayasal düzeni hedef alması, ülkemiz açısından ciddî tehditler oluşturmaktadır. Bütün hukukçular gibi, Yüksek Mahkeme üyeleri ve başkanlarının da bu durumu yerinde bilmeleri gerekmekte ve anayasa ile ilgili konuşurlarken, Türkiye Cumhuriyeti devlet sistemini bilerek hareket etmeleri gerekmektedir. Bu durumu dikkate almayan sorumsuz demeçler ya da ayaküstü konuşmalar eskiden buyana Atatürk’ün devlet modeline karşı mücadele eden işbirlikçi çevrelerin ekmeğine yağ sürmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez. 
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez. Dördüncü maddeye göre, bu değişmez maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu maddelerin değiştirilmesini teklif etmek, var olan anayasal düzene göre suçtur. Böylesine bir anayasal suçun kovuşturulması ve değiştirme isteyenlerin anayasal suç çerçevesinde anayasal yargıya çıkarılmaları gerekmektedir. Ne var ki kadı konumundaki kişilerin böylesine bir konuma sürüklenmeleri noktasında, kimin kimi yargılayacağı konusu çok ciddî bir anayasal sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ne var ki, var olan anayasayı sözü ve ruhu ile uygulamak konumunda bulunan bir yüksek yargıcın, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler ile ilgili değişiklik önermesi, Türkiye’de var olan siyasal bunalımın en üst düzeydeki bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Mızrağın çuvala sığmadığı bir aşamada, kralın çıplak olduğunu bir yüksek yargıç dile getirmektedir. Böylesine bir aşamaya gelinmesi dikkate alınarak ilgili ve yetkili kesimlerin ve makamların sorunun aşılabilmesi doğrultusunda üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Aslında hiç kimsenin uyumadığı ve herkesin herkesi izlediği bir aşamada, sözlerin ve yazıların anlamı daha da ağırlaşmakta ve maksadı aşan durumlar ortaya çıkmaktadır. İyi niyetli gibi dile getirilen sorunların arkasında başka plan ve programların olduğunun anlaşılması, her kesimi olduğu kadar hukukçuları da rahatsız etmekte ve tartışmaların başka yönlere kaymasına neden olmaktadır.
Genel bir durum muhasebesi yapabilmek!..
Son yıllarda birbiri ardı sıra yaşanan olaylar artık genel bir durum muhasebesi yapabilmek için yeterli bilgi kaynağı yaratmıştır. Herkes gizli niyetlerini başka söylemlerle gündeme getirmeye çalışmakta ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısını zorlayıcı ya da değiştirici yeni adımlar, “değişim” görünümü altında kamuoyuna dayatılmaktadır. Atatürk’ün kurduğu devlet modelini bir türlü kabul etmek istemeyen emperyalistler, yerli işbirlikçileri aracılığı ile çeşitli metot ve yöntemlerle kendi kafalarının içinde gizledikleri planları gerçekleşebilme hedefi doğrultusundaki ciddî dayatmaları demokrasi, insan hakları, küreselleşme, değişim, Avrupa Birliği gibi karşı çıkılamayacak kavramların arkasına saklanarak sürdürmektedirler. Küreselleşme döneminin ilk yıllarında ilgi ile izlenen bu tutum aradan yirmi yıl geçtikten sonra artık kabak tadı vermiştir. Küresel emperyalizm giderek evrensel faşizme dönüşürken hâlâ ulus devletleri zayıflatma kampanyalarının demokrasi görünümüyle sürdürülmek istenmesi, çok ciddî boyutlarda tepki ile karşılaşmaktadır. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin yollarının ayrıldığı bir aşamada sanki böyle birlik varmış gibi hareket etmek ve Türkiye’nin de gelecekte bu birlik içinde yer alacağı şeklinde davranmak, açıkça Türk ulusu alay etmektir. Avrupa Birliği’ni bir manivela gibi kullanmak isteyen emperyalizm ve siyonizm Türkiye’yi kendi istedikleri planlara doğru sürüklerken, bu kıtasal birliğin bitme noktasına gelmesi yeni bir durumdur ve artık eskisi gibi Avrupa üzerinden sürdürülen aldatmacalarla Türk devleti Ortadoğu’da İsrail ve Amerikan oyunlarına alet edilemeyecektir. İnsan hakları gibi kutsal bir kavramın Yugoslavya’da ve Irak’ta emperyalist amaçlı kullanılması da, artık bu kavramın siyasal manipülasyonlarda kullanılmasını zorlaştırmıştır. Türk ulusuna karşı yıllardır sürdürülen oyunlar ve sahtekârlıkların arkasında yatan gerçek niyetler ortaya çıkmış ve Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmak isteyen büyük bir oyunla ile Türkiye’nin karşı karşıya olduğu anlaşılmıştır. Değişim görünümlü her türlü emperyal plan devre dışı kalırken, bu kez de sivil anayasa görünümlü bir başka oyun sahnelenmek istenmekte ve yeni bir anayasa dayatmasıyla gene Atatürk’ün kurduğu merkezî, ulusal, üniter ve laik devlet modeli ortadan kaldırılmak istenmektedir. Diğer bir değişle, siyasal girişimlerle gerçekleştirilemeyen tasfiye operasyonu sivil görünümlü hukuk adımları ile tamamlanmaya çalışılmaktadır. Son sivil anayasa girişimi ve bu doğrultuda anayasanın değişmez maddelerinin değiştirilmek istenmesi, böylesine yeni bir oyun ile Türk ulusunun karşı karşıya olduğunu açıkça göstermektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır.
Anayasaya göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır. Bu Atatürk’ün devlet modelidir. Bu modelin arkasında kurucu irade olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi bulunmaktadır. Dünyanın merkezindeki çok uluslu imparatorluk olarak Osmanlı Devleti çökünce, geride kalan topraklarda bir millî devletin kurulmasına giden yol son Osmanlı Meclisi’nde alınan ulusal ant kararı ile başlatılmıştır. Misak-ı millî özgün adı ile alınan karar doğrultusunda Türk ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu merkezi bölgeler bir millî devletin çatısı altında yeniden bir araya getirilmek üzere bir Ulusal Kurtuluş Savaşı verilecektir. Bu doğrultuda başlatılan Millî Mücadele, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda yürütülmüş, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, meclis hükümeti sistemi içinde yeni millî devletin kuruluşu tamamlanmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı zafere ulaştırıldıktan sonra, Lozan Antlaşması ile bütün dünya yeni millî devleti tam bağımsız bir siyasal yapı olarak tanımıştır. Sivas Kongresi kararları doğrultusunda merkezî, ulusal ve üniter bir devlet kurulmuştur. Daha sonraki aşamada meclise sunulan “Halkçılık Bildirisi” ile de ilk anayasanın temelleri atılmıştır. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşuna giden yol tarihsel süreç içerisinde aşama aşama gerçekleştirilmiştir. Atatürk halktan aldığı yetki ile hareket ederek, Osmanlı Devleti’nin bitme aşamasında kabul edilen ulusal anta yaraşır bir biçimde yeni ulus devleti, merkezî ve üniter bir yapıda oluşturmuştur. Atatürk’ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı Halkçılık Bildirisi incelenirse, her türlü bölücülüğe, eyalet ve federasyon sistemlerine alternatif olarak halk egemenliğine dayanan bir temsili rejimin temellerinin atıldığı ve daha sonra da cumhuriyet ilân edilerek bunun anayasal bir sisteme dönüştürüldüğü görülmektedir. Atatürk’ün devlet modelinin arkasında, Mîsak-ı Millî, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları ile Lozan Antlaşmasının maddelerinin bulunduğunu iyi bilmek gerekmektedir. Mustafa Kemal daha sonra kendi hazırladığı Halkçılık Bildirisi ile ilk anayasanın temel çerçevesini çizerek, ortaya ulusal egemenliğe dayanan bir merkezî ve üniter bir devlet yapısı koymuştur. Cumhuriyetin ilânı ile halk egemenliği bir rejime dönüştürülmüş, yeni partilerin kurulmasıyla demokrasiye geçiş denemeleri yapılmış ama İkinci Dünya Savaşı koşullarının baskısıyla demokrasiye geçiş savaş sonrası yıllara ertelenmiştir.
Mustafa Kemal Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren ve 1960'a kadar Anayasa'da kalan, özenle korunan altı ilke,
Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren altı ilke, Türk devlet yapısının temel taşları olmuş ve Atatürk’ün devlet modeli bu altı ilke doğrultusunda geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmıştır. Fransız Devrimi’nden gelen cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleriyle beraber, Rus Devrimi’nden gelen devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin Türkiye gerçeklerinde yeni bir sentez oluşturabilmesi için Atatürk önemli çalışmalar yapmış ve en sonunda belirlenen altı ilke Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ten gelen devlet modelinin temel taşları olarak Anayasa’daki yerlerini almışlardır. İki kutuplu dünya sisteminin tam arasında kalan merkezî coğrafyada bağımsız bir devlete yönelen Atatürk, Batı ve Doğu Blokları’nın temelinde yatan iki büyük devrimden gelen ilkeleri Türkiye gerçeğinde kaynaştırmak istemiş ve böylece kutuplardan hiç birisine dahil olmadan dünyanın ortasında bağımsız bir devletin temellerini atmıştır. Böylece Batı Bloku’nun sömürgesi ya da sosyalist sistemin bir eyaleti olmaktan Türkiye’yi kurtaran Atatürk, kurmuş olduğu devlet yapısını, geleceğe dönük olarak bağımsız bir yolda ilerleyebilmesi için, kendine özgü ilkelerle diğer ülkelerden farklı bir sisteme kavuşturmuştur. Atatürk’ün bu kendine özgü devlet sistemine Batılı ülkeler “Kemalist Devlet” isim takmışlar ve günümüze kadar Atatürk’ün devlet modeli Kemalist Devlet olarak devam edip gelmiştir. Tam bağımsızlığı kendi kaderi olarak tanımlayan Atatürk, kurmuş olduğu devleti de geleceğe dönük olarak tam bağımsız bir biçimde ayakta kalacak tarzda kurumlaştırmıştır. Bu nedenle, geçen yüzyılın sonlarına doğru sosyalist sistem yıkılmasına rağmen, Atatürk’ün devlet modeli ayakta kalarak zamanımıza kadar varlığını sürdürmüştür.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, "tam bağımsız ve güçlü; Ulusun Devletini özenle koruma yanlısı" sert ve katı bir sisteme sahiptir.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, sert ve katı bir anayasal sisteme sahiptir. Dünyanın ortasına emperyalist güçler saldırırken, bu bölgedeki devletleri tehdit ettikleri için, Atatürk gelecekte de bu tür saldırılara karşı direnebilecek bir devlet yapısını bağımsız ve güçlü bir biçimde kendi modeli ile ortaya koymuştur. Bu nedenle, Türk Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Özgürlükler ve otorite dengelenirken, güçlü yürütme ile devletin gücü artırılmış ve böylece her türlü saldırıya karşı devletin bağımsızlığı güvence altına alınmak istenmiştir. Atatürk, cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğine 10. yıl söylevinde bir siyasal miras bırakırken, her türlü gaflet, delâlet ve hıyanete karşı gelecek kuşakları uyarmıştır. Bugün yaşanan olaylar dikkate alınırsa, ülkenin kuşatıldığı devlet ve kamu kurumlarının içeriden ele geçirildiği bir aşamada Türk Devleti’nin kurucusunun ne derece uzak görüşlü olduğu bir kez daha kanıtlanmaktadır. Anayasa’yı uygulamakla görevli yüksek yargıçların, değişmez maddelerin değiştirilmesini önerme noktasına gelmeleri ve bu yoldan Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına aracı olmaları konusu da gene Atatürk’ün ne derece haklı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Emperyalist saldırı, ekonomik sömürgecilik ya da psikolojik savaş yolları ile Türk Devleti’nin Atatürk’ten gelen modelini değiştiremeyenlerin, bu kez hukuk yolunu deneyerek, Anayasa’nın değişmez maddelerini hedef aldıkları görülmektedir. Türk Devleti’nin çatısını oluşturan Anayasa’nın bu tür girişimlerle değiştirilmek istenmesi, Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına giden yolu açacaktır.
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri de ilk üç madde ile beraber bir bütün oluşturdukları için değiştirilemeyecek maddeler arasında yer almaktadır. Atatürk’ün sözlerine ve eylemine yapılan atıflar, başlangıç hükümlerini de Atatürk’ün devlet modelinin bir bölünmez parçası hâline getirmiştir. Türk Devleti’nin bir cumhuriyet olması, cumhuriyetin temel nitelikleri olarak toplumun huzuru, millî dayanışma, adâlet anlayışı, insan haklarına saygı, Atatürk milliyetçiliğine bağlılık, demokratiklik, laiklik ve sosyal hukuk devleti, Atatürk’ün devlet modelinin temel taşlarıdır. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi doğrultusunda üniter devlet ile, başkentin Ankara olması çerçevesinde merkezi devlet ilkeleri de gene Atatürk’ün devlet modelinin bölünmez parçalarıdır. Anayasal çerçevede korunmakta olan devrim yasaları da gene Atatürk’ün devlet modelinin olmazsa olmaz ilkeleridir. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ve özü Atatürk’ün bu devlet modelinin temel esaslarıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir esas devlet olarak ele alındığı zaman, bütün bu ilkelerin bir araya gelmesinden oluşan Atatürk’ün devlet modeli ile beraber ortak bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk Devleti’ni başka devletlerle karşılaştırırken özünde var olan Atatürk’ün kendine özgü modelini görmezden gelmek mümkün değildir. Atatürk düşmanları ve emperyalizmin işbirlikçisi ulus düşmanları Atatürk’e saldırırken, aynı zamanda onun devlet modeline de karşı çıkmaktalar ve tarihsel sürecin bir ulusal kazanımı olan bu devlet modelini devre dışı bırakarak, Türkleri başka tür devlet modellerine zorlamaktadırlar. Anayasanın değişmez maddeleri içinde yer alan bu modelin dayandığı bütün ilkeler Türk Anayasa Hukuku’nun temel prensipleri olarak, Anayasa Hukuku’na ve devlet yaşamına yön göstermektedirler. Kanun koyucular ve anayasa yapıcılar bu gerçekleri dikkate alarak hareket etmek durumlundadırlar, aksi takdirde Türkiye’de bir hukuk devletinin varlığından söz edebilmek son derece zorlaşabilir. Bütün yasalar hazırlanırken olduğu gibi anayasa değişiklikleri sırasında da, Atatürk’ün devlet modelini oluşturan değişmez maddelerdeki ilkelerin esas alınması zorunluluğu vardır.
Atatürk’ün devlet modelini savunmak,
Atatürk’ün devlet modelini savunmak, esas devletin siyasal ve hukukî yapısını ortaya koymaktadır. Bu tutumun derin devlet tartışmaları ile uzaktan yakından hiç bir ilgisi yoktur çünkü, bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’daki değişmez maddelerde belirtilen Atatürk’ün devlet modelini taşımaktadır ve bu modelin ilkelerine dayanmaktadır. Derinlik aynı zamanda bir yeraltı çağrışımı yaptığı için, Atatürk ilkelerine ve devlet modeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını korumak ve savunmak bir esas devletçilik olarak, derin devlet yaklaşımlarından uzak düşmektedir. Esas devlet Teşkilat-ı Esasiye kanunundan gelen bir kavram olarak bütünüyle anayasal ve yasal yapılanmayı ifâde etmekte ve kesin olarak bir gizlilik ortaya koyan derin devletçilikle tamamen zıt bir anlam taşımaktadır. Türk anayasa sistemi bir pozitif hukuk yapılanmasıdır ve bu doğrultuda yürürlükte olan uygulamayı temsil etmektedir. Bütün hukuk işlemlerinin yürürlükteki anayasa ve ilkeleri doğrultusunda yapılması ve yasalar ile diğer hukuk düzenlemelerinin buna göre yapılması gerekmektedir. Derin devletçiliğin suç kokan yaklaşımlarına karşılık esas devletçiliğin hukuksal yapılanması, anayasal sistem doğrultusunda Atatürk’ün devlet modelinin korunması için elverişli bir ortam yaratmaktadır. Ciddî hukukçular, pozitif sistemin korunması için öncülük yaparlarsa ve üzerlerine düşen görevleri yerine getirirlerse, Türk Devleti dış baskı ve yönlendirmelerle içine sürüklenmiş olduğu devlet krizinden kısa zamanda kurtulma şansını yakalayabilecektir. Burada maddî çıkarlara teslim olmamış ve sâdece hak ile hukukun sesini dile getirecek hukukçuların öncülüğüne gereksinme vardır. Ancak bu yoldan, siyasal senaryolara karşı Atatürk’ün devletini ayakta tutabilmek mümkün olacaktır.
Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu
Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu ile, Atatürk’ün devletini korumak ya da savunmak bir ideolojik devletçilik olarak adlandırılmaktadır. Bazı siyonist İkinci Cumhuriyetçilerle beraber emperyalizm işbirlikçisi neoliberaller tarafından geliştirilen bu söylem tarzı, Türk Anayasası’nda var olan ve hâlen yürürlükte olan Atatürk’ün devlet modelinin savunulmasını ya da korunmasını daha işin başında mahkûm etmekte, bu tutumu ideolojik devletçilik biçiminde suçlayarak, neredeyse pozitif hukuk düzeninin savunulmasını olanaksız bir duruma düşürmektedirler. Emperyal merkezler tarafından geliştirilmiş olan bu psikolojik savaş yaklaşımı ile, Türk Devleti’ni tasfiye süreci hızlandırılmak istenmekte ve her türlü koruma ya da savunma girişimi en baştan suçlanarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Kendileri, neoliberalizmi, postmodernizmi, siyonizmi ciddî ideolojiler olarak savunurlarken ve bu ideolojilere dayanarak Atatürk’ün devlet modeline açıktan saldırırlarken, ulusal, üniter ve laik bir yapıya sahip olan Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Burada ciddî bir ideolojik saldırı vardır ve bu Türk ulusunun, Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Türk ulusu uyuyorsa, bu ideolojik saldırılar hedefini bulabilir ama Türk ulusu uyumuyorsa o zaman bu ideolojik saldırılar bir emperyalist safsata olmaktan ileri gidemez.
Ulusal iradenin kurucu bir irade olarak kabul ettiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir.
Tarihsel süreç içerisinde Türk ulusu kurtuluşunu kazandığına göre, ulusal iradesinin kurucu bir irade olarak kabul edildiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir. Türk Devleti’nin kurucu iradesi Türk ulusunun Kurtuluş Savaşı’nda ortaya koymuş olduğu bağımsızlık iradesidir. Sonradan iktidara gelmiş olan siyasal partilerin ya da askerî rejimlerin anayasa yapmaları kurucu irade olarak kabul edilemez. Onlar, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk ulusu adına kurucu iradeyi temsil ederek devleti kuran Atatürk’ün izleyicileridir. Sonraki iktidarlar devleti kuran iradenin doğrultusunda hareket ederek kurulmuş olan devleti yönetmişlerdir. Onların yaptığı anayasa ya da yasalar da bir kurucu irade aramak yanlıştır, çünkü kurucu irade tektir ve o da devleti kuran Türk ulusu ile onun temsilcisi olan Atatürk’ün iradesidir. Devlet modelini ideolojik devlet olarak suçlamak da yanlıştır ve kurucu iradeyi ortadan kaldırmaya yönelik bir siyasal manevradır.
Emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri
Devletin kurucu iradesine ve devletin temelinde kurucu iradeden gelen modele, emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri resmî ideoloji olarak karşı çıkmaktadırlar. Var olan anayasal düzeni resmî ideoloji olarak suçlamak ya da çamur atmak, bir anlamda pozitif anayasal düzeni kabul etmemek ve açıktan karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Ilımlı İslâm modelini getirmek isteyen cemaatçiliği sivil toplumculuk olarak görmek, alt kimlikleri örgütleyerek etnik topluluklar yaratmayı gene aynı doğrultuda başka bir tür sivil toplumculuk olarak düşünmek, gene resmen geçerli olan anayasal düzeni resmî ideoloji diye suçlayanların bir psikolojik savaş taktiğidir. Bu tür oyunlar dünyanın her yerinde devlet modeline ya da anayasal düzene karşı çıkanların kendi muhalefetlerini gizledikleri girişimlerdir. Son zamanlarda Türkiye’de de özellikle federasyoncuların bu tür tavırlar içine girdikleri görülmekte, Anayasa’nın temelini oluşturan Atatürk’ün devlet modeli resmî ideoloji adına dışlanırken, sivil toplumculuk görünümü altında cemaatçilik ve etnikçilik meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bölgede hegemonya projeleri peşinde koşan emperyal dış güçler de bu tür siyasal senaryoları hem örgütlemekte hem de finanse ederek Türkiye’deki siyasal gelişmeleri belirli yönlere doğru çekmeye çalışmaktadırlar. Esas devleti korumak, anayasal düzeni savunmak; resmî ideoloji ya da derin devletçi suçlamalarıyla önlenmeye çalışılmaktadır. Ve bu tür emperyalist ağızlar, ülkede ciddi bir kafa karışıklığı yaratmakta ve Türk insanının devleti ile rejimine olan güvenini sarsmaktadır. Emperyalizmin saldırısına karşı bir var olma savaşı vererek tarih sahnesinde kalan Türk ulusunun bu tür siyasal oyunlara karşı daha güçlü bir biçimde karşı koyması gerekmektedir, aksi takdirde devlet düzeninin korumak her geçen gün daha da zorlaşacaktır.
Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır.
Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır. Anayasanın başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri, Türk devletinin dayandığı temel normdur. Her devletin temelinde bir temel norm yatmaktadır. Büyük hukuk bilgini Hans Kelsen’in ortaya koyduğu gibi, her devlet bir anayasaya dayanır ve her anayasada da devletin dayanağı olan bir temel norm bulunur. Amerikan devleti bir federasyondur. İngiliz devleti bir krallıktır. İsrail devleti bir din devletidir. İran devleti bir İslâm devletidir. Türk devleti de bir ulusal ve üniter bir merkezî devlettir. Devletin kurucu iradesini temsil eden Atatürk, Türk ulusu adına bu devlet modelini anayasal sistemin temel normu hâline getirmiştir. İşbaşına gelen iktidarlar bu temel norma uygun olarak hareket etmek durumundadırlar. Türk devleti yıkılmadıkça ve yerine yeni bir devlet kurulmadıkça, Atatürk’ün devlet modeli Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında bir temel norm olarak varlığını sürdürecek ve geleceğe dönük olarak devletin bu ilkeler doğrultusunda kurumlaşmasını sağlayacaktır. Demokrasi kavramını alt kimlikleri yasallaştırma doğrultusunda kullananlar ulusal bir demokrasi olamayacağını gösterme çabası içerisinde, yeni bir Sevr haritası yaratarak alt kimlikli eyaletlere dayanan bölgesel federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedirler. Tam bu aşamada, Türk devletinin dayandığı temel norm görmezden gelinerek Atatürk’ün devlet modeli tasfiye edilmek istenmektedir. Türk devletinin kuran temel norm görmezden gelinirken, küresel imparatorluk ardında koşan tekelci sermayenin iktidarına dönük bir yapılanma doğrultusunda Türkiye yeni bir temel norma ve devlet yapılanmasına sürüklenmek istenmektedir. Türk devletini kurmuş olan Türk ulusunun artık iradesine sahip çıkarak, Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelinin geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi için yeniden millî mücadele ruhuna yönelmesinin gerekliliği her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki dönemde, devletin temelindeki ulusal ve üniter devlet temel normuna sahip çıkanlarla, emperyalizmin gerçekleştirmek istediği çok uluslu eyalet ve federasyon yapılanması ardında koşanlar arasında bir siyasal çekişmenin yaşanacağı görülmektedir. Türk ulusu kısa zamanda toparlanarak Atatürk’ün devlet modeline sahip çıkarsa, böylesine bir çekişme yaşanmadan toplumsal barış içerisinde Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük olarak gelişmesini sürdürebilecektir. Toparlanma olmaz ve çekişme yaşanırsa, böylesine bir sürecin nerede duracağını şimdiden kestirebilmek olanaksızdır. Yeni bir dünya düzeni arayışı aşamasında Türk ulusunu belirsizliklere sürüklemeye hiç kimsenin hakkının olmaması gerekir. Atatürk’ün devlet modeli Türk ulusunu gelecekte güvence altına alabilmek açısından son derece yeterli bir sistemdir. Türk ulusu bu gerçeği bilerek hareket ederse bir çok emperyalist oyun bozulabilecektir.

18 Ekim 2018 Perşembe

Erdoğan ‘DEVLET’ ile anlaşır!.. "Nuray BAŞARAN" Mart Seçimleri sadece "YEREL" bir seçim değildir. (NGAZETE, 16 Ekim 2018-Ankara)

ERDOĞAN ‘DEVLET’ İLE ANLAŞIR
Nuray BAŞARAN 
NGAZETE
E-postanuraybasaran@gmail.com
Yerel seçimler için partilerde hummalı bir çalışma sürerken; bugün yapılacak Devlet Bahçeli ve Tayyip Erdoğan görüşmesinden kimsenin kuşkusu olmasın ki bir ittifak ve anlaşma çıkacaktır.
Neden?
Her ne kadar hukuki olarak yerel seçimlerde resmi bir ittifak mümkün olmasa da, aslında 15 Temmuz darbe girişimi gecesinden bu yana Erdoğan ve Devlet Bahçeli arasında başlayan ‘ortaklık’ , olmazsa olmaz bir şekilde devam ediyor.
Bu ittifakın bitmesi ya da tek taraflı bitirilme lüksü de, her iki taraf için de ne yazık ki mümkün değil. Uzun bir zaman dilimi içinde de görüş ayrılıkları olsa da iki lider bunları aşmak mecburiyetinde. Gerekçe, önce ülke sonra kendilerinin bekaaları!…
Durum tespiti bu olunca ve bugün her ne kadar gözler Devlet Bahçeli ve Erdoğan görüşmesine çevrilse de, şimdiden diğer partiler bu ortaklığın devam edeceğinden hareketle hesaplarını yaparlarsa daha çok yol kat etmiş olurlar.
Bu çerçevede birkaç saat sonra gerçekleşecek olan Devlet Bahçeli ve Erdoğan görüşmesinde özellikle MHP’nin bazı illerde şu ana kadar yaptığı adayların desteklenmesi bekleniyor. Bu iller arasında Adana, Mersin gibi yerler bulunuyor. Ankara ve İstanbul’da ise bazı ilçelerde MHP’li adaylara doğrudan ya da dolaylı destek verileceğine de artık kesin gözüyle bakılıyor.
Tabii yerel seçimlerin başarı noktasında en önemli belirleyicisi ise üç büyük şehir olacak. Bir de dünkü yazımda belirttiğim gibi güvenlik ve ülke stratejisi açısından önemli iller var.
Bu noktada bugün başkent Ankara’dan başlayacak olursak, aslında henüz hiçbir parti daha adayını netleştirmiş değil. Bu seçimlerde Ankara’da Melih Gökçek faktörünün olmaması, Ak Parti’nin adeta kimyasını bozmuş durumda. Elbette Ak parti içinde Melih Gökçek’ten belediyenin alınmış olmasından memnun olanların sayısı oldukça fazla. Ancak bununla beraber, bu koltuğun kiminle doldurulacağı da hala bir o kadar soru işareti. Zira partinin içinden gelen, uzun yıllar teşkilatlarla iç içe olmuş ve belediyecilik tecrübesi olan aday bulmakta zorlanıldığı gerçeği var. Her ne kadar İç İşleri Bakanı Süleyman Soylu adı kulislerde konuşulsa da , Soylu’ nun İzmir’den aday olma olasılığının daha yüksek bir ihtimal olduğu gelen bilgiler arasında.
Öte yandan hem Ankaralı, hem de belediye tecrübesi olan Mansur Yavaş ise, şu anda tüm muhalefet partilerinin doğal Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı adayı konumunda. Kim elini daha çabuk tutarsa, Mansur Yavaş o partinin adayı olacak gibi. Nitekim Meral Akşener, Yavaş’a ilk çağrıyı yapan lider. Daha önceki seçimlerde CHP adayı olan Yavaş’a CHP’nin yaklaşımı ise şimdilik mesafeli. CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu bu seçimlerde ‘kazanacak’ adaylarla yola devam etme kararı aldığı için ,tüm adaylar deyim yerindeyse ince elenip sık dokunuyor. Bu durum Ankara’da da geçerliliğini koruyor. Mansur Yavaş’ın yanı sıra Bülent Kuşoğlu ismi de Ankara için düşünülen isimler arasında yer alıyor. CHP’nin Ankara’da en çok merak edilen adaylarından birisi de kuşkusuz Çankaya Belediyesi ile ilgili. Mevcut Çankaya Belediye Başkanı ile ilgili bazı sıkıntılar uzun zamandır CHP kulislerinde konuşulurken, son noktada Kılıçdaroğlu’nun Alper Taşdelen’e son kez vize verebileceği olasılığının da yüksel olduğu gelen bilgiler arasında.
Yarın Çukuova’nın stratejik illerindeki adayların son durumunu ve İstanbul başta olmak üzere diğer illerde kesinleşmiş ve partilerin konuşulan sürpriz adaylarını paylaşacağım. Bu arada söz konusu Bahçeli –Erdoğan görüşmesinde ‘af’ konusunun çerçevesi de netleşecek. 5 yıllık ceza indirimi 7 yıla çıkacak mı beklentisi yaşanırken; bugün af konusundaki yol haritası ve orta yol da bulunmuş olacak.
Kaynak: ERDOĞAN ‘DEVLET’ İLE ANLAŞIR - Nuray Başaran
MART SEÇİMLERİ, SADECE ‘YEREL’ BİR SEÇİM DEĞİLDİR
Nuray BAŞARAN
NGAZETE
E-posta: nuraybasaran@gmail.com
Evet , evet Mart 2019 seçimleri sadece yerel seçim değildir. Tam tersine yerel seçim üzerinden küresel dengeleri de değiştirecek ve küresel güçlere de cevap verecek bir farklı seçimle karşı karşıyayız.
Neden?
Suriye’de 98 milyar varil petrol var. Türk kesiminde 48 milyar varil petrol var. Petrol olunca da Amerika, ‘ bu bölgeden gitmeyeceğim’ diyor ve buraya yerleşiyor. Ve bölgede ‘Garnizon Devleti’ kuruyor.
Bu çerçevede Türkiye ve Amerika karşı karşıya kaldığında da, (yani NATO anlamını kaybettiği bir dönemde) yaklaşan yerel yönetimler seçimleri öncesinde , bu bölgelerdeki belediyelerde normal bir belediyecilik yapılmayacağı gerçeği ile karşı karşıya olduğumuz ortadadır.
Gelişmelere baktığımızda, bölgede olaylara Arapların karışması, Kürtlerin sürüklenmesi, PKK’nın ortalığa çıkmasıyla, karışık bir dönemden geçtiğimiz ve bir güvenlik sorunuyla karşı karşıya olduğumuz açık.
Nitekim Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan, bu hafta Isparta’dan ilan etti ki, Fırat’ın Doğu’su da temizlenecek.
Bu nedenle de yaklaşan yerel yönetim seçimleri öncesinde, Türkiye’de bazı belediyelerde ‘güvenlikçi’ bir seçim ve belediyecilik yapılması mecburiyeti var.
Bu bir yönüyle sınırların içinde Türkiye’nin savunması, bir yönüyle de savaş koşullarını yönetecek bir belediyecilik ihtiyacını beraberinde getirmektedir...
Çünkü buradaki savaş koşulları, sadece Suriye savaşı olmaktan çıkmış görünmektedir.
Ortadoğu Savaşı ise artık sadece Ortadoğu savaşı değildir. Artı Doğu Akdeniz Savaşıdır.
Bunları takip edecek Hatay’da, Antalya, Adana, Mersin arasında bir hakkı koruyacak, (hem içeriyi koruyacak, hem de bölgesel gelişmelerde oyunu oynayacak) , ülke adına Türkiye’nin oyununu oynayacak bir yapıya ihtiyaç vardır. En azından buna hazırlıklı olmak mecburiyeti ortadadır.
Nitekim mevcut hükümet de her gün zaten savaş koşullarıyla karşı karşıyadır. Bir gün Almanya, bir gün Amerika, bir gün İsrail…
Tablonun sıkıntılı olduğunu artık tüm Türkiye yaşayarak öğreniyor.
Görünen o ki, İran’da terör olayları tırmandırılacak. Kuzistan Bölgesi- İran Kürdistan’nın güneyi- Arap bölgesidir. İran’daki Araplar, acemlere karşı kışkırtılacak. Ve belki de bizde yerel seçimlerin yapılacağı tarihlerde bölge alev alev yanacak. En azından gelişmeler bunun ip uçlarını veriyor.
İşte tam da bu noktada daha önce yazdığım ‘Çukurova’ya Dikkat’ yazımdaki gibi, artık bu yerel seçimlerde partilerin adaylarını sadece partili olması sebebiyle belirlemesinin yeterli olmayacağı gerçeğiyle karşı karşıyayız. Partilerin belediye başkan adaylarındaki aradığı kriterleri bu noktaya taşımamaları ülke problemine dönüşeceğinden ; seçimi de güvenlik öncelikli tercihler belirleyeceğinden, bu seçimin galibi GÜVEN VE GÜVENLİKÇİ tercihler kazanacak.
Peki bu çerçevede hangi illerde, hangi kriterler ve hangi isimler bu yükü taşıyabilir? Başkentten İstanbul’a… Ege Cumhuriyeti yapılmaya çalışılan İzmir’den, Trakya Cumhuriyeti ilan edilmeye çalışılan Edirne’den Tekirdağ’a kadar şartları ve isimleri yarın yazacağım.
Kaynak: MART SEÇİMLERİ, SADECE ‘YEREL’ BİR SEÇİM DEĞİLDİR - Nuray Başaran

13 Ekim 2018 Cumartesi

NURAY BAŞARAN'IN "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" ADINA SEÇTİĞİ MAKALE: "GARNİZON DEVLETİ Levent DEMİR" NT GAZETE (13 Ekim 2018-Cumartesi, ANKARA)

GARNİZON DEVLETİ
Levent DEMİR
Amerika’nın son gönderdiği silahlardan anlaşılıyor ki, ABD bölgeden çekilmeyecek. Ve yerleşecek. Silah sevkiyatından anlaşıldığı kadarıyla, Fırat’ın doğusundan Kafkasya’ ya doğru bir açılımla da savaş sürecinin tırmandırılacağı anlaşılıyor.
OLAYLARI ANLAMAK!..
Olayları anlamak için geçen yıl Washington’ da İsrailli bir diplomat ile Suudi Arabistanlı bir diplomat ortak basın toplantısını hatırlamakta fayda var. Bu diplomatlar söz konusu toplantıda çok önemli bir açıklamada bulundular. 
O kadar açık ve bir o kadar da önemli.
Hem Arabistan’ın , hem israil’in büyük Kürdistandan yana olduklarını açık açık dillendirdiler.
Bu çerçevede İsrailli Büyükelçi ile Suudi komutan, İran ve Türkiye’nin önünün kesilmesi için de adeta start verdiler. İki büyük devletin (İran ve Türkiye’nin) Orta Doğu’daki savaş sürecine müdahalesini önlemek için, İsrail ile Arabistan’ın işbirliği içinde olduğunu da çekinmeden söyledi.
Bununla da kalmayıp dayanışma içerisinde, Türkiye ile İran’ a karşı bu ülkelerin Orta Doğu’ya müdahalesini önlemek üzere Büyük Kürdistan’ı desteklediklerini resmen açıkladılar.
Bugün Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ta ortaya çıkan otorite boşluğu alanlarında, artık Kürtlerin yerel yönetimlerden, bir otonomiye doğru yönlendirilmek istendiği açıktır. İran’a ve Türkiye’ye karşı kullanılmak üzere ise , Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’taki Kürt bölgeleri de birleştirilmeye çalışılmaktadır.
Suriye’ de başlamış olan savaş süreci
Suriye’ de başlamış olan savaş süreci, Irak’ta devam eden savaş süreciyle birleştiğinde ise, Orta Doğu’da Türkiye ve iran ile Arap ülkelerinin arasına girmek üzere , bir büyük Kürdistan hedeflendiği anlaşılmaktadır.
İşte bu büyük Kürdistan’ın toprağı olacak bölgede; Amerika ve İsrail, binlerce tır silahı getirerek, buradaki terör gurubu olan PKK - PYD ve YPG’ye aktarmaktadırlar.
Amerika’nın bu aşamadan sonra Orta Doğu’dan geri çekilmeyeceğini ve yeni gönderilen silahlarla bu bölgede Türkiye ve İran’ın önünü kesmek üzere bir bölgesel devlet oluşturmaya yöneldiklerini açıkça görüyoruz.
ABD’nin bu aşamada, gönderdiği silahlar ve oluşturduğu onlarca askeri üs ile bu coğrafyada yeni dönemin hegemon gücü olarak varlığını korumak istediği de ortadadır.
Son zamanlarda açıklanan Suriye’nin batı bölgesindeki topraklarda, Suriye’de 98 milyar varil petrol rezervinin bulunması ve Kuzey Suriye’ye yakın olan Türkiye’nin güney doğusunda da 48 milyar varil petrolün bulunması da Amerika’nın bu coğrafyada, geleceğe dönük bölgedeki enerji kaynaklarını eskisi gibi şirketlerin üzerinden yönetmek istediğini göstermektedir.
İşte bu aşamada dünyada bu yeni oluşumun adı ; savaş sürecinde ortaya çıktığı içindir ki, bir askeri terimle açıklanmış ve güvenlik arayışındaki savaşın tırmandırılması noktasında, Kuzey Suriye ve Kuzey Irak’ın müstakbel Kürdistan’ın toprakları olarak İlan edilmeye çalışılmaktadır. Bu aşamada burası fiilen Amerikan askeri güçleri tarafından bir ‘GARNİZON DEVLET’e dönüştürülmüştür.
Yeni kurulmakta olan GARNİZON DEVLET, Suriye ve Irak’ı parçaladığı gibi , gelecekte Türkiye ve İran’a yönelik askeri saldırıların da merkezi olabilecektir. Ayrıca Fırat’ın doğusu üzerinden İran’a yönelirken, aynı zamanda savaşın Kafkasya’ya kadar uzamasına yol açacaktır.
Yeni GARNİZON DEVLET, bu aşamada Araplar ortaya çıktığı için, devam etmekte olan savaşın 3. dünya savaşına giden yolda, Orta Doğu’da barış arayışlarını ortadan kaldırarak, bütün bölgeyi savaşa sokacaktır.
O nedenle Türkiye, bir an önce komşularıyla bir araya gelerek bölge devletlerini ortadan kaldırıp parçalayan, Türkiye ile birlikte bütün bölge devletlerini tehdit eden, yeni GARNİZON DEVLET’e karşı, uluslararası kamuoyunun desteğiyle yeni barış girişimlerine kalkışması zorunlu görülmektedir.
Kaynak: GARNİZON DEVLETİ - Levent Demir

6 Ekim 2018 Cumartesi

"GÜNÜN VE GÜNDEMİN NABZI" NURAY BAŞARAN & NGAZETE (Al Halep'i Ver Hatay'ı., Fırat'ın Doğusu Kafkasya'ya Uzanmamalı., ypg Türkistan'a Girmemeli., Çin'in Avustralya'yı İşgali Önlenmeli.)

AL HALEP’İ VER HATAY’I…
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
NURAY BAŞARAN
NGAZETE.COM
Hatay meselesi, Türkiye’nin bağımsızlığı sürecinde savaşmadan, diplomasi ile topraklarına kattığı önemli bir kazanımdır.
Malum jeopolitik ve jeopolitiği okumak, ülkelerin kaderlerini değiştirir. Evet coğrafya bir kaderdir ülkeler için…Bugün bu gerçek artık çok iyi bilinmektedir. O döneme bugün baktığımızda, Hatay’ı Türkiye’nin almasının Avrupa’daki konjonktürün sonucu olduğu apaçık ortadadır.
Çünkü bu gözle bakınca bugün görülmektedir ki, Osmanlı yıkılırken Lübnan ve Suriye’yi kendi hegemonyasına bağlayan Fransa, Hitler Almanya’sına karşı Türkiye’yi savaşa sokmak için Hatay’ı bize vermiştir.
Ki Hatay savaşmadan diplomasiyle topraklarımıza kattığımız ve şimdi de stratejik önemi çok büyük olan bölgedeki önemli ilimizdir.
Ve o konjonktürde, o gün, o diplomaside kilit rolü oynayanlar Gaziantep Musevi Türkleridir.
Tayfur Sökmenoğlu ve Ailesi, Hasan Celal Güzel, Barlaslar, Göğüşler.. bunlar Gaziantep’in Musevi Türk Aileleridir. O dönemde gelecekte bölgede İsrail’in kurulmasından sonra Ortadoğu’nun dizaynı için Hatay’a hem giriyorlar, hem de örgütlüyorlar. Hatay’ın örgütlenmesinde Gaziantep Musevi Türklerinin özel rolü var.
Onların organizasyonu ile Hatay önce devlet oluyor, sonra aşamalı olarak Türkiye’ye katılıyor. İsmet İnönü de, o dönem sonuna kadar Hitler Almanya’sına karşı savaşa girebileceklerini söylese de, o dönem Fransızları bir nevi oyalıyor. Ve Fransa o dönemde, orada yalnız kalıyor. İngilizleri yanlarına alsalardı belki olabilirdi ama o dönem İngilizler de bu konuda yan çiziyor. Bu doğrultuda Hatay meselesi çözülüyor.
Hatay, Osmanlı döneminde Halep ile tek bir eyalet. O dönemde Hatay, Halep eyaletine bağlı. Bu çerçevede Hatay ve Halep’te yaşayan ailelerin yarısından fazlası birbiriyle akraba. Bu akrabalık, bayram günlerinde sınırlar açılarak kutlanmaktadır. Böylece Osmanlı’dan gelme bu beraberlik, hala bugün sürdürülmektedir. Hatay’ın Türkiye’ye bağlanması, Halep Türkmenlerinden kopmasını değil, aksine ortak bir birlik ve gelecek arayışını gündeme getirmiştir.
Bu noktada Orta Doğu’nun sınırları çizilirken, 1. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında 2. Dünya Savaşı’nın çıkması ve o noktada saldırgan bir Almanya faktörünün çıkması -İtalya ile beraber- ki, İtalya da Akdeniz’den saldırıyor. Bu saldırganlıklar karşısında Hatay’ın Türkiye ile bütünleşmesine, dünyanın büyük devletleri açıktan karşı çıkamamışlardır. Ve o doğrultuda Hatay, Türkiye ile bütünleşmiştir.
Ama Suriye bunu bir türlü kabullenememiştir. Çünkü Suriye’nin esas sınırları içinde Hatay hep gösterilmiştir. Bugün de Hatay’ın Suriye haritalarında, Suriye içinde gösterildiği sır değildir. İşte bundan yararlanan belirli çevreler- özellikle Suriye’yi parçalamak Türkiye’yi bölmek isteyen- çevreler, Türkiye’yi Halep Savaşı’na doğru sürüklemekte ve bu doğrultuda da Hatay, Halep ile birlikte gündeme getirerek , eskiden çözülmüş Hatay’ı sorunmuş gibi gösterilmektedir. Böylece bugün bölge haritası yeniden çizilirken, Kuzey Suriye’de bir Hatay-Halep birlikteliği yaratılmak istenmektedir.
Suriye Devleti zaten ortadan kalkarken, Kuzey Suriye’de böyle bir birlikteliğin oluşması Türkiye’nin Mısak-ı Milli sınırlarının bozmaktadır. Sorun bununla da kalmayıp, Türkiye’yi kendiliğinden bir Arap ülkesi olan Suriye ile karşı karşıya bırakmaktadır. Ortadoğu keşmekeşinde , Türkler ve Arapların savaşın karşı cephesi durumuna gelmesine zemin hazırlamaktadır. Türk basınında da zaman zaman Halep’teki Türkmenler dile getirilmektedir. Ve Hatay’daki Türkmenlerle akrabalıkları işlenmektedir. Ve önümüzdeki dönemde , bu iki vilayetin tıpkı Osmanlı’da olduğu gibi tek bir eyalet olması tartışılmaktadır.
Bu çerçevede; Türkiye eğer İsrail ve Amerika’nın zorlamalarıyla Kuzey Suriye’de savaşa tam olarak girerse, (ki şu anda yarı yarıya girmiş vaziyetteyiz) TAM olarak girerse, sonunda bölge yeniden çizilirken, Hatay’ın tekrar Halep ile birlikte Arap Bölgesi’nde kalabileceği olasılığı görülmektedir.
Bu çerçevede Türkiye gelecekte Halep’i kurtarayım derken, Hatay’ı elinden kaçıracaktır. Yani Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olacaktır. Ve böylesine bir hatalı süreç içerisinde, Türkiye-Suriye ile birlikte bölünme sürecine girebilecektir. O nedenle, şu aşamadaki acil konu: Bu coğrafyadaki milli sınırların- Misak-ı Milli sınırlarının- korunması ve kesinlikle gelecekte Hatay’ı tartışma konusu yapabilecek Halep macerasına Türkiye’nin sürüklenmemesi gerekmektedir.
Kaynak: AL HALEP’İ VER HATAY’I… - Nuray Başaran
FIRAT’IN DOĞUSU KAFKASYA'YA UZANMAMALI
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
NURAY BAŞARAN
NGAZETE.COM
Son yıllarda Orta Doğu’da en çok konuşulan bölgenin adı : Fırat’ın Doğusu!
Hem de bölgedeki bütün savaşlar sanki orada oluyormuş gibi gündemimizde. Oysa bu bölgede savaş olmamasına rağmen…
Peki ama neden?
Sanırım var olan savaş süreci , Fırat’ın doğusu üzerinden geleceğe dönük tırmandırılmaya çalışılıyor.
Peki Fırat’ın Doğusu neresi?
Fırat’ın Doğu’su dediğimiz zaman ( haritaya baktığımızda ), karşımıza çıkan bölge Kuzey Irak’tır. Kuzey Irak ise, yıllardır Irak Savaşı sonrasında merkezi yapı çöktüğü içindir ki , bağımsız bir Kürdistan’ın örgütlenilmeye çalışıldığı topraklardır.
Bugüne kadar (kurulması için çok çaba sarf edilen) emperyalizmin ve siyonizmin elbirliği ile ortaya çıkarılmaya çalışıldığı bir Kürdistan projesini bir türlü istendiği gibi kurulamadığı için , bir hayal olmaktan öte gidememiştir. Ama bu davadan vazgeçmemek üzere, emperyalist ve Siyonistler yine Kürdistan’ı oluşturmak için hiç bu amaçtan dönmemiş ve şimdi Kuzey Irak Kürdistan’ının önünü açmak üzere, Fırat’ın Doğusu kavramını gündeme getirmişlerdir. Ve Fırat’ın batısındaki savaş sürecini , Fırat’ın doğusuna aktarmak için İran’ın Irak’taki hakimiyetinin önünü kesecek şekilde, Kuzey Irak’taki Kürdistan projesine devam ettiklerini görmekteyiz. Bu nedenle de, Kuzey Irak’taki sorunu sürekli tekrar ederek savaşı yavaş yavaş Kuzey ırak üzerinden İran’a ve İran üzerinden de Kafkasya’ya doğru yönlendirmeye çalıştıklarını da artık net görmekteyiz.
Görünen resimde Irak devleti , son yıllarda toparlanma çabalarına girmesine rağmen bunu gerçekleştiremedi. Bu nedenle de merkezi gücünü yeniden oluşturamadığı için, giderek İran’ın hegamonyasına doğru sürüklendi. İran ise, şii devlet modeliyle, Orta Doğu’daki bütün Şii topluluklara yönelik emperyal yönelişe kalkıştı. Bu noktada İran, Irak’ın da Şii nüfusunun fazla olması nedeniyle , Irak’ın 3’ te 2’ sinde hakimiyeti ele geçirdi. Irak’ın 3 ‘te 2 ‘sinde İran fiili hegamonyayı ele geçirdi. Böylece bu bölgedeki batı güçlerini, başta Amerika ve İsrail’i çok rahatsız etti. Bu nedenle savaşı yeniden Kuzey Irak’a taşıyarak İran’ın önünü kesmeye çalışam emperyalim ve Siyonizm işbirliği, Fırat’ın Doğu’sundan askeri birliklerini yeniden Kuzey Irak’a taşıdı. Şimdi bu bölgeye Kürdistan olmadan önce, İran’a yönelik savaşın bir ön cephesi haline getiriliyor dersek yanlış olmaz.
İran da bunu gördüğü için; Lübnan, Yemen gibi Şii nüfusa sahip bölgelerdeki gücünü, bir Şii dayanışmasıyla Kuzey Irak’a getirdi. Böylece İran , Orta Doğu’daki Sunni yapı üzerinden bir İran karşıtlığını kendi ülkesine tehlike yaratacak bir cephe oluşumunun önünü kesmeye çalışmaktadır.
Yeni dünya düzeni projelerine baktığımız zaman,; İran’ın 5’e bölündüğünü, Kafkasya Bölgesi’nin Rusya’nın elinden alındığını, Kuzey Kafksya’da Rusya’ya karşı bir Çerkezistan bağımsızlık savaşı hazırlandığı görülüyor. Bu doğrultuda Hristiyan- Rusya ‘ya karşı Kafkas Müslümanlarının harekete geçiriliyor. Ayrıca Rusya’nın Kırım’ı işgalini tanımayan Amerika ve Avrupa Devletlerinin, Kafkasya’da Abazya, Osetya Gürcistan gibi Hristiyan devletlerle, batı yakından ilgilendiği içindir ki Kafkas Müslümanları boşlukta kalmaktadır. ABD ve İsrail ikilisi de, bir Müslüman yeni devlet olarak, Kuzey Kafkasya’da bağımsız Çerkezistan’ı örgütlemeye çalışmaktadır.
Bu çerçevede Fırat’ın Doğu’sundan, Irak’ın Kuzeyi’nden, İran’ın Kuzeyi’ne –Kuzeybatı’sına yönelebilecektir. Bunun sonucunsa askeri hareketlerin tamamı , Kafkasya’ da bugün var olan siyasi düzeni ve haritayı ortadan kaldırabilecektir.
Böyle bir durum beraberinde, savaş ortamını genişletir. Bunun içindir ki , çok büyük petrol ve doğalgaz kaynaklarının bulunduğu Kafkas ve Hazar bölgeleri emperyal güçler arasında savaş alanına dönüşecektir. Böylece Kafkasya üzerinden, Arap dünyasındaki sıcak savaş Türk dünyasına taşınabilir.
Türkiye, doğu komşusu olan İran’la ve Kuzey komşusu olan Rusya ile batı emperyalizmine ve siyonizme karşı ortak bir işbrliğine girmiştir. Bu aşamada eğer gerekli önlemleri almazsa, emperyalizm ve Siyonizmin oyununa alet olarak ittifak içine sürüklendiği iki büyük ülke İran ve Rusya ile sıcak savaşa girmek zorunda kalmaktadır.
Kafkas Müslümanlarını kışkırtan emperyalizm, siyonizmin desteği ile Ürdün’deki Çerkezleri de yeniden Kafkasya’ya taşımak istemektedir. Böylece Kafkasya’daki Müslüman nüfusu arttırmak Rusya’nın önünü kesmek gibi planları da düşündüğü ortaya çıkmaktadır.
Türkiye bu aşamada, Azerbaycan’ı da yanına alarak, Rusya ve İran ile kurmuş olduğu Astana dayanışmasını son Tahran zirvesinde görüldüğü gibi, en üst seviyede sürdürmeliyiz. Ve buradan bir bölgesel güvenlik yapılanması ortaya çıkarılabiir.
Aksi takdirde Fırat’ın Doğu’su; manevraları devam edecektir. Kuzey Suriye’den Kuze Irak’a , Kuzey Irak’tan İran’ın Kuzey Batısına ve Rusya’nın güney sınırlarına sıcak savaş taşınırken ; Türkiye ‘de buna alet olarak komşularıyla savaşa girmek zorunda kalacaktır. Ve savaş sonrasında harita yeniden çizilirken, Türkiye’de parçalanma tehdidiyle karşı karşıya kalacaktır.
Kaynak: FIRAT’IN DOĞUSU KAFKASYA'YA UZANMAMALI - Nuray Başaran
YPG TÜRKİSTAN’A GİRMEMELİ !
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
NURAY BAŞARAN
NGAZETE.COM
Ya da Türkistan’a girmesi önlenmeli!!!
Soçi Zirvesi ve son gelişmeler bölgede barışın yanı sıra, dikkat ve hız gerektiriyor. Elbette zirvede alınan kararlar çok önemli ve bunlara perde arkası bilgileri ile değineceğim.
Ancak hem Akdeniz’deki hareketlilik hem de ABD’nin bölgede yığdığı silahlar, doğrusunu isterseniz şimdi her zamankinden daha dikkat gerektiriyor. Kaldı ki buna dün itibarıyla Rus uçağının düşürülmesi de eklenmiş durumda..
Önce ABD’nin bölgeye yığdığı binlerce tır silahtan başlayalım. 1000 tır silah ancak ve ancak Çin ile olan savaşın arka cephesini oluşturmak olarak açıklanabilir diye düşünüyorum.
Geçen hafta gazetelere düşen 500 uçak, 17 bin tır dolusu silah, bugünlerde Amerika’nın silah şirketleri tarafından Amerika’ya teslim ediliyor. Bu silahların parası da, Sunni dayanışmanın patronu olan Suudi Arabistan’a ödetiliyor.
Bu bir 3. Dünya savaşı planı değildir de nedir?
Neden?
Hiçbir Emperyal ülke, bu kadar büyük bir silah potansiyelini durduk yerde oluşturmaz. Ya da dünyanın bir başka yerine taşımaz. Ya da böyle bir organizasyona girerek savaş coğrafyasında bu silahları savaş alanında dağıtmaz da ondan...
Artık herkes herkesi biliyor. Çok büyük savaş planı var. Ki bu kadar silah bu bölgeye gidiyor. Basına yansıyan gelişmeler ve siyasi tartışmalar da aslında bugün İdlib’de katı bir şekilde sürdürülen savaşın, Orta Doğu’nun kuzeyinden Orta Asya’ ya doğru taşınmaya çalışıldığını gösteriyor.
Neden?
Bugün dünya hegamonyasının peşinde koşan Amerika, en büyük rakibi olan Çin’in Pasifikte önünü kesemiyor. Durum böyle olunca da Amerika, Ortadoğu’da İsrail üzerinden kurmak istediği yeni hegemonya düzenini tehdit etmeye başlayan Çin’in önünü kesmek üzere, Orta Doğu Savaşı’nı Orta Asya’ya taşımaya çalışıyor.
Amerika ve Çin çekişmesinin ana üssü ise Pakistan olarak karşımıza çıkıyor. Jeopolitik mecburiyetlerden dolayı bugün, Orta Asya’da Amerika Pakistan’ı askeri yardımlarla kontrol altına almaya çalışıyor. Buna karşılık Çin de ekonomik yardımlarla Pakistan’a destek oluyor. Afganistan ise, Pakistan üzerinden Çin, ( Orta Asya’dan) Orta Doğu’ya inmeye çalışıyor. Yeni İpek yolu güzergahı Çin’i Orta Asya üzerinden Orta Doğu’ya bağlama noktasına geldiği aşamada ise, Amerikan emperyalizmi bunu önlemek için bu kez Türkistan’ı kullanmayı hedefliyor. Ki bu bağlantıyı Türkmenistan sınırları içerisinde, Orta Asya’nın doğusunda yer alan doğu Türkistan sınırları içerisinde Çin’e karşı bir ayaklanma hareketini örgütleyerek kesmeye çalıştığı görülüyor.
Bu çerçevede özellikle Uygurların bağımsızlık savaşını, Doğu Türkistan’ı Çin’in kontrolünden koparmak için destekliyor. Bu doğrultuda Uygur bağımsızlık savaşı, Çin’in siyasi düzenini çökertmek üzere terörist bir yapılamaya dönüştürülmek isteniyor. Ve Çin’i parçalamaya dönük olarak kullanılmak isteniyor.
Amerika Çin’i Pasifik’te yenemediği noktada, Çin’in ekonomik olarak dünyaya açılmasını önlemek istiyor. Yeni İpek Yolu ile Çin’in Asya- Avrupa ve Afrika kıtalarını kendisine bağlamasını önlemek üzere, Doğu Türkistan’da bir siyasi kalkışma hareketi örgütlemek ve buradan kaynaklanacak bir terör savaşını Çin’in iç bölgelerine taşımaya yöneldiği görülüyor.
Bu çerçevede de YPG’yi Amerika, özelikle Çin’in Orta Doğu ve Akdeniz’e yönelmesini önlemek ve bu doğrultuda savaşı Orta Asya’ ya yaymak için kullanmak istemektedir. Bunun içindir ki, binlerce silahı YPG’ye vermektedir. Ancak sorun şudur ki Amerikan ordusu, Çin ile savaşacak kadar askere sahip değildir. Bu nedenle de Amerika ve İsrail ikilisi, Doğu Türkistan’da Çin ile savaşacak bir öncü güç olarak PKK- PYD- YPG bütünleşmesinden oluşan bir Peşmerge ordusunu Orta Asya ve Doğu Türkistan’a yönelik olarak hazırlamaktadır.
Sonuç:
Eğer Amerika’nın bu operasyonu önlenemezse; 3. Dünya Savaşının Orta Doğu üzerinden, Orta Asya’ya açılan çizgide gelişmesi önlenemeyecektir.
Kaynak: YPG TÜRKİSTAN’A GİRMEMELİ ! - Nuray Başaran
ÇİN’İN AVUSTURALYA’YI İŞGALİ ÖNLENMELİ
Gazeteci, Araştırmacı-Yazar
NURAY BAŞARAN
NGAZETE.COM
Ya da Çin Avusturalya’yı işgal etmemeli .
Neden?
Bu cümle ile başladım. Çünkü tüm dünyanın gözleri Orta Doğu ve buradan çıkabilecek bir 3. Dünya Savaşı’na kilitlemişken aslında başka bölgelerde de aynı riskler artık netleşiyor.
Bu gelişmeleri görebilmenin yolu, tarih ve jeopolitik bilimi ve o bilimleri iyi okumaktan geçiyor. Bu çerçevede olayları değerlendirip okuduğunuzda , Orta Doğu gibi görünen risk ve bu bölgedeki dengelerin aslında nereden ses verip, nerelerde bir 3. Dünya savaşını tetikleyebileceği de açıkça görülebilir.
Bu konuda kısaca yakın tarihe bakarak değerlendirmede bulunmak doğru olur.
2. Dünya Savaşındaki süreçte Amerika, dünya hakimiyetine soyunduğunda , Japonya buna karşı çıkarak Pasifikte ABD’ye karşı öne geçmek için Avusturalya’ yı işgal etmeyi planladı. Ancak bu doğrultuda çalışmaları devam ederken, birden Hawaii adalarında bombalar patladı. Ve bir Japon saldırısı gündeme geldi. Hawaii saldırısından sonra , ABD bunun karşılığını vermek zorunda kaldı ve 2.Dünya Savaşını sona erdiren iki büyük atom bombası Japonya’nın Hiroşima ve Nagasaki kentlerine atıldı.
İnsanın atom bombasıyla tanışmasını sağlayan bu gerilim sürecinde de Japonya geri çekilmek zorunda kaldı. Çünkü ABD atom bombalarıyla 2. Dünya Savaşını kazandı.
Bugün Japonya ve Almanya 2. Dünya savaşının mağlupları olarak ABD’nin kontrolünde yaşamaktadır. 2. Dünya Savaşı sürecinde Pasifik hakimiyeti nedeniyle Japonya ve ABD karşı karşıya gelirken, bugünün dünyasında da yine Pasifik’te 3. Dünya Savaşı gündemdedir.
Bu kez de Pasifik’te ABD ve Çin karşı karşıyadır. Sarı ırkın temsilcisi bir dev ülke olarak 1 milyar 400 milyon nüfusuyla Çin dünya hakimiyeti kurmaya taliptir. Bu nedenle de Pasifik Okyanusunda ABD ile karşı karşıyadır. Bu doğrultuda da 3. Dünya savaşının tırmandığı yeni bölge artık Pasifiktir.
Yani bugün ABD, soğuk savaş sonrası aşamasında dünya hakimiyetini sürdürmek için Orta Doğu’da savaşmak zorunda kalırken, aslında asıl rakibi olan Çin ile Pasifik’ te ve Asya kıtasında karşı karşıya bir noktaya gelmiştir.
Daha önceki yazılarımda değindiğim gibi Suriye savaşının yeni gelişmeleri çerçevesinde konuya baktığımızda; savaş senaryoları İdlib üzerinden Suriye’nin bütününe yönelmiştir. Bununla da kalmayıp Fırat’ın doğusu üzerinden Kafkasya’ya doğru bir gelişme göstermiş ve Kafkasya ile beraber Ortadoğu Savaşının Orta Asya’ya doğru gelişme göstermiştir. Bu açık olarak görülürken Orta Asya’daki Türkistan’ın bugün Çin işgalinde bulunan doğu bölgesine yönelik ABD’ nin, Orta Doğu’daki terör örgütlerine silah dağıtarak bu bölgede isyan çıkartmak çabası içinde olduğunu da görmemek mümkün değildir. Amaç, Orta Doğu Savaşı ile Orta Asya’yı da savaşın içine sokarak Çin’i arkadan kuşatmaya yöneldiğini görüyoruz. İşte bu aşamada Çin gibi büyük bir devlet, ABD ile Pasifik Okyanusunda karşı karşıya gelmektedir. Ayı zamanda ABD, Orta Doğu ve Orta Asya üzerinden Çin’i sırtından vurma gibi bir noktaya geldiğini de gelişmeler ortaya koymaktadır.
Çin bu aşamada dünya ekonomisini ele geçirirken ve ABD’ nin üstünlüğüne son verirken, bu noktada Orta Doğuya gelmektedir. Bu noktada da ABD, Çin’in önünü hem pasifikte kesmekte, hem de Orta Doğu ve Orta Asya üzerinden Çin’i arkadan vurmaya çalışmaktadır.
Yeni dönemde Çin böylesine bir kuşatma ile karşı karşıya kalırken, bu kuşatmayı yarmak ve Pasifik Okyanusunda rahatlamak için, Japonya’nın 2. Dünya savaşında yapamadığı bir girişimi gündeme getirecek gibi görülmektedir.
Japonlar ABD’nin önünü kesmek için Avusturalya’ yı işgale çalışırken, iki atom bombasıyla bitme noktasına gelmiştir. Bugün Çin, Japonya’nın 10 misli büyüklüğünde bir ülke olarak ABD’nin dünya hakimiyetine son vererek süper güç olma yolunda ilerlemektedir. Avusturalya kıtasını Çinlilerin işgal riskinin olduğu da anlaşılmaktadır. Çinliler, 7 692 km'lik bu kıtayı mutlak bir şekilde ele geçirerek Büyük Okyanus üzerinden dünyaya kendi egemenliklerini yeni bir dünya düzeni olarak kabul ettirmeye çalışmaktadırlar.
ABD’nin çok yönlü geliştirdiği stratejilere karşı Çin, bir Anglosakson ülkesi olan Avusturalya’yı ele geçirerek ABD’ye cevap vermek yoluna gidebilir.
Özetle, yeni dönemde 3. Dünya savaşı riski sadece Ortadoğu ve Orta Asya’da değil, ama aynı zamanda Pasifik Okyanusunda da ortaya çıktığı artık görülmektedir. Ve İngiltere ile bir araya gelen Çin, Asya kıtasında ‘İpek Yolu’ ile 3 kıtanın ekonomik kontrolünü ele alırken, yani Avrupa, Ortadoğu, Afrika, Asya ile . Avusturalya’ yı da işgal ederek bu hegemonya mücadelesini tamamlayacak gibi görünmektedir. Dünyanın geleceğindeki savaş riskini kaldırmaya çalışanlar , acilen ve öncelikli olarak Çin’in Avustralya’yı işgalini de önlemek zorundadırlar.
Kaynak: ÇİN’İN AVUSTURALYA’YI İŞGALİ ÖNLENMELİ - Nuray Başaran