28 Mayıs 2021 Cuma

TÜRKİYE‘Yİ TÜRKÇÜLÜK KURDU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKİYE‘Yİ TÜRKÇÜLÜK KURDU

                 Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti devletini Türkçülük akımı kurmuştur. Türklerin tarihin en eski dönemlerinden bu yana var olmaları ve birçok devlet kurmalarına rağmen, sadece Türklerin var olması Osmanlı sonrası dönemde yeterli olmamış, Türkler imparatorluğun başında bulunmalarına   aynı zamanda devlet gücüne sahip bulunmalarına rağmen, büyük bir Türk devleti olan Osmanlı imparatorluğunu kaybetmek durumunda kalmışlardır. O dönemin koşullarında imparatorluklar cihan savaşı ile birlikte ortadan kalkarlarken dünyanın her yerinde ulus devletlere yönelme süreci başlamış ve bunun sonucunda da Osmanlı sonrası dönemde eski imparatorluk toprakları üzerinde alt kimlikler üzerinden ulus devlet arayışları öne çıkmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayılan devletler olmaları nedeniyle, kozmopolit toplum yapılarına sahip olduklarından, devletin dağılma noktasında her kafadan bir ses çıkmış ve bu durumun sonucunda da belirli bölgelerde toplanmış olan alt kimlikli etnik ve kültürel toplulukların yaşadıkları alanlar üzerinde özgürlük arayarak, daha küçük devlet yapılanmaları ile birlikte ayrı devlet oluşumlarına yönelmişlerdir. İmparatorlukların merkezleri çökünce, merkezlere karşı başkaldıran büyük şehirler ya da bölgesel toplulukların kendi devletlerini kurma yoluna girerek, geleceğin ulus devletlerini yaratmayı da kapsayan bir yeni yapılanma dönemi gündeme gelmiştir. Dünya savaşı her kıtada önemli değişiklikler meydana getirdiği için, yeni durumlara uygun yapılanmalara yönelerek devlet sayısını artıracak ölçüde adımlar atılmıştır. Bu yüzden imparatorluklar sonrasında yeni devletler çağımızın ulus devlet kimliği ile ortaya çıkmışlardır.

                Ulus devletlerin kurulması aşamasında ya uluslar önceden oluşmuş ve daha sonraki aşamada kendi devletlerini kurmuşlardır ya da imparatorlukların parçalanması sonrasında ortaya çıkan daha küçük topraklar üzerinde yaşayan insan toplulukları, kendisini korumak üzere önce bir devlet kurar ve ikinci aşamada da devletin yapacağı sosyal ve kültürel çalışmalarla yeni kurulan devlet kendi ulusunu oluşturarak, devletin ulusal toplum ile bütünleşmesini sağlar. Bu ayırımla konu ele alındığında, Türk devletinin tarih sahnesine çıkışında her iki yoldan gelen farklı etkilerin bulunduğu görülmektedir. Bu açıdan tarih öncesi dönemlerden gelen bir çizgide Türkler her dönemde var olmuşlar ve kendilerini temsil eden hanedanlar üzerinden Türk devletleri kurmuşlardır. N e var ki, uluslaşma olmadığından hanedanların kurucu şefleri aynı zamanda devletin başı olmuş ve yeni devletler ülkedeki siyasal güce sahip olan Türk asıllı kralın ya da imparatorun hegemonyası altında belirli dönemlerde kendi toprakları üzerinde egemen olmuşlardır. Millet esaslı devletlerde geçmişten gelen uluslaşma sürecinin ortaya çıkardığı ulusal yapı zamanla kendi ulus devletini kurabilmektedir. Devlet esaslı siyasal yapılanmalarda ise, tüm devletler kendi ulus devletini ilan ederek uluslaşma sürecinin esaslarına uygun bir çizgide dünya haritasındaki yerlerini almaya çalışmaktadırlar. Böylece devlet ya da millet esaslı ortaya çıkışlar sayesinde dünya haritasındaki ülkeler, imparatorluklardan ulus devletlere dönüşmüş ve bunların özünde yer aldığı siyasal oluşumlar yirminci yüzyılı ulus devletler çağı haline getirmiştir.

                Türkiye’de ise özel konum nedeniyle, Müslüman milletten laik ulus devlete geçiş süreci yaşanmış ve bütün toplum laiklik esası ile dinsel yapı ve yaşamın dışına çıkarılarak millet ve devlet dengesi kurulmasına çalışılmıştır. Bu çabaların sonucunda Müslüman millet ile laik devletin birlikte var olabilmesi için çalışılmıştır. Türkiye’nin bulunduğu Orta Doğu bölgesinde İslamiyet çok ağırlıklı olduğu için genelde İslam devlet modeline uygun devletler Osmanlı sonrasında bölgeye yayılmışlardır.  Bunların içinde sadece Türk devleti laik bir cumhuriyet olarak Atatürk tarafından kurulmuştur. Tüm bölge ülkeleri için emsal oluşturabilecek yeni devlet yapılanması, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında gündeme getirilerek tartışma alanında her yönü ile incelenmeye çalışılmıştır. Arap kökenli ülkeler de din etkisi çok fazla olduğu için bu ülkelerde Arap kökenli olmanın üzerin pek fazla durulmamıştır. Orta kuşakta yer alan bütün Arap devletlerinin hepsinin Müslüman olması ümmetçilik üzerinden bir İslam milleti yaratmış gibi bir ortam hazırlamıştır. Müslüman ülkelerde daha çok din ağırlıklı bir İslam milliyetçiliği öne geçince Arap ülkelerinde yeni yapılanma Müslümanlık üzerinden oluşturulmuştur. Arap ülkeleri eskisi gibi din etkisiyle yeni devlet biçimine geçerken, Arap milliyetçiliğinin gereklerini yerine getirerek, Türkiye’de olduğu gibi laik bir devlet kurarak Arap milliyetçiliğinin dengelenmesi düşünülmemiştir. Ulus devletler çağında Arap topluluklarının eskisi gibi İslam devleti modelinde ısrar ederek laik devlet yapılanmasına geçmemeleri kurdukları devletlerin çağdaş anlamda laik bir düzen getirmemesi gibi olumsuz bir durum yaratmıştır. Laiklikten uzak kalan siyasal yapılanmaların nasıl orta çağ düzeni içinde kaldıklarını zamanla Orta Doğu ülkelerinde görmek mümkün olabilmiştir. Türkiye çağdaş bir devlet olmaya yönelirken, Ortaçağ değerlerine ve düzenine karşı çıkmıştır.  

                Türkiye Cumhuriyeti Türk halkının katılımı ile kurulurken köklü bir devrim yapılmış ve din devletinden vazgeçilerek daha işin başında çağdaş bir düzen oluşumuna öncelik tanınmıştır. Laik devletin kuruluşu beraberinde Müslüman milletten Türk ulusuna geçiş dönüşümünü de gerçekleştirmiştir. İmparatorlukların çatısı altında koruma altına alınmış olan din düzenlerinin yeni dönemde devam ettirilmesi, ülkelerin koşullarına göre ayarlanmış ve orta kuşakta yer alan Müslüman ülkelerde dinin toplumsal yaşamda ağırlığını devam ettirmesi laik devlet düzenleri kurulmasını önlemiştir. Türkiye’de ise Osmanlı döneminden kalma gayrimüslim nüfusun ağır basması nedeniyle modern Türk Cumhuriyeti kurulurken, Müslümanlar ile birlikte gayrimüslim toplum kesimlerinin de yer alarak katıldığı birçok kültürlü toplum yapısı içinde yeni bir ulusal oluşuma öncelik verilmiştir. Üç kıta ortasında kurulan çağdaş cumhuriyetin beraberinde laik bir devlet düzeni getirmesinin ana nedeni olarak, Balkanlar ve Kafkaslar bölgelerindeki çok dinli yapıların rolü görülmüştür. Kuzey Asya’dan ve Balkanlar’dan gelen Musevi ve Hristiyan dini mensubu olan bazı Türk asıllı toplulukların Türkiye’ye gelirken bu farklı dinleri ile birlikte geldikleri görülmüş ve bu durumun etkileri ile birlikte Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde görülen laik düzeninin de toplumla birlikte kaynaşmaya çaba gösteren bu kesimlerin talep ve isteklerinin yansımaları üzerinden kurulmuştur. Cumhuriyetin ilanı sırasında üç büyük tek tanrılı dinin içinden gelen kesimlerin temsili ile çağdaş laiklik düzenine geçiş sağlanmıştır. Bu noktada, ulus devletlerin çıkışı ile imparatorluktan gelen düzenler tümüyle yıkılmıştır.

                Osmanlı devleti gibi çok uluslu bir imparatorluğu dağılışı aşamasında, Balkan bölgesinde İslam ve diğer iki tek tanrılı dinin çekişme ve çatışma içine sürüklenmesi yüzünden çok insanın öldürülmesi de yeni devletin kuruluşu sırasında dikkate alınarak, bu gibi olumsuz durumların önlenmesi için de laiklik düzeninin kurulması öncelikle gündeme getirilmiştir. Osmanlı yönetiminin farklı din taşıyan toplum kesimlerine hoşgörülü davranması nedeniyle, bu devletin barışı Balkanlar ve Kafkasya bölgelerinde olduğu gibi Orta Doğu ülkelerinde de dini kesimler arasında barış ortamı kurularak korunmuştur. Avrupa kıtasının büyük ve gelişmiş Hristiyan ülkeleri laiklik düzenini kabul etmelerine rağmen, kıtanın doğusunda yer alan eski Osmanlı ülkeleri kendi aralarında bir Balkan savaşı yürüterek bu bölgenin kan gölüne dönüşmesine yol açmışlardır. Balkan bölgesinde üç büyük dine mensup birçok insan yüzyıllarca Osmanlı barışı altında varlıklarını sürdürmelerine rağmen, dağılma aşamasına gelindiğinde, Vatikan destekli Hristiyan topluluklar Müslümanlar ve Musevilere saldırarak önce kendi ulus devletlerini kurmaya ve ikinci aşamada ise bu devletlerin sınırlarını genişletmeye kalkışmayla bölge barışını yıkarak, Müslüman ve Musevi nüfusların yok edilmesine çaba göstermişlerdir. Bütünüyle Hristiyan bir Avrupa isteyen Vatikan bu doğrultuda Hristiyan toplulukları kışkırtırken, yeni dönemdeki ulusal yapılanmanın ötesinde yeniden Ortaçağ karanlığını yansıtan toplu katliamların birbiri ardı sıra gündeme gelmesine yol açmışlardır. Bu durumda Balkan ülkeleri Osmanlıdan ayrılırken ulusçuluk hareketi etkisiyle ulus devlet olarak ortaya çıkmışlar ama Avrupa kıtasını Hristiyanlığa dayanan tek bir din devleti yapmak isteyenler ise, yeniden din savaşlarını hortlatarak dünya barışını ortadan kaldırmışlardır. Uluslaşma süreçleri bütün devletleri iç çatışma ve karışıklıklara sürüklerken, bir yandan da yeni alt kimliklerin yarattığı farklı ulus devletler ortaya çıkmıştır.

                Türkiye Cumhuriyeti’ni Türkler kurmuştur. Kendi halinde dünyanın çeşitli bölgelerine yayılarak yaşamlarını sürdürmekte olanların ya da ekmek kavgası doğrultusunda geçim sorunlarını karşılamaya çalışanların, böylesine çağdaş bir devlet kuramayacakları açıktır. Bu nedenle Türk devletinin arkasında kendi halinde yaşayan Türkleri değil ama tarihten gelen bilgi birikimi, dünya siyaseti ve insanlığın içinde bulunduğu konjonktürler hakkında bilgi sahibi olan ve bu doğrultudaki çabaları sistemli bir yönde kullanan Türklerin oluşturdukları, Türklük bilinci ve buna dayanan Türkçülük hareketi Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin dünya haritasındaki yerini almasına giden yolu kat ederek, bugünlere kadar gelebilmiştir. Böylesine bir süreci başlatan ve bugünlere kadar getiren siyasal oluşum Türkçülük hareketi olmuştur. Bir anlamada bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’ni yaratan siyasal ve toplumsal gücün Türkçülük hareketi olduğu bilinmektedir. Bugün Türkiye Cumhuriyeti adı ile bir Türk devleti çağdaş dünyada var olabiliyorsa, bunun arkasında örgütlü bir yapılanmanın ve stratejinin bulunduğunu görmek gerekmektedir. Türk  ulus devletine doğru  gidişin hem öncüsü hem de örgütleyicisi durumunda  olan bir Türkçülük akımının belirli bir zaman dilimi sonrasında ortaya çıkarak öne geçtiği ve örgütlenerek son hedef olan bağımsız Türk devletini kurduğunu, tarihteki gelişmeler göstermekte ve buralardan gelen gerçekler de geleceğin  cumhuriyet kuşaklarına  bugünkü Türk devletinin nerelerden geldiğini ve nasıl bir süreç içinde bugünkü yapılanma modeline eriştiğini  ve neden Atatürk’ün devlet modeline yönelindiğini iyi görmek gerekmektedir .

                Türkçülük hareketine yön gösteren Türklük olgusu ile bugünlerde Türk dünyasının elinde olan bilgi birikiminin her yönü ile ele alınarak incelenmesiyle, Türklük olgusundan Türkçülük hareketine nasıl geçildiği çeşitli yönleriyle öne çıkmaktadır. Tarih öncesi dönemde dünya tarihinde yer almış olan proto -Türkler’den başlayarak, bugünün yaşanan dönemlerine kadar Türklük olgusunu ve Türklerin konumunu her yönü ile ele alarak incelemek, Türklük üzerinden Türkçülük hareketinin aydınlığa kavuşmasını ve bugünün Türkçülük hareketinin her yönü ile Türk kamuoyu tarafından öğrenilerek bilinmesini sağlayacaktır. Bu gibi gerçeklerin incelenmesi sayesinde varılacak yeni siyasal bilinçlenme ile Türkçülük hareketinin gelişmesi ve Türklük olgusunun bugünün dünyasına daha ağırlıklı bir biçimde girmesini günümüzün genç Türk kuşakları sağlayacaklardır. Türkçülük hareketinin eseri olan Türk devletinin gelecekteki yeri ve yükselişi bir Türklük bilinci içinde, genç kuşakların nöbeti devralarak daha üst düzeydeki hedeflere ulaşılması ile mümkün olabilecektir. Yirminci yüzyılın başlarında neden böyle bir Türk devletinin kurulduğunu ve bu devletin nasıl bir yüzyılı geride bırakarak, yirmi birinci yüzyıla geldiğini Türk dünyasının iyi bilmesi ve bu bilgi üzerine Türk devletine sahip çıkılarak, çağdaş cumhuriyet yönetiminin sonsuza kadar yaşamasını sağlayacak bir atılımın gerçekleşebilmesi için bu çizgide yeni adımların atılması gerekmektedir.

                Kurtuluş savaşı sonrasında devlet kurulurken bütün eski Osmanlı vatandaşlarına Türklük statüsü normal koşullarda tanınmıştır. Ayrıca terk edilen Osmanlı topraklarından göçmen olarak merkezi ülke olan Anadolu topraklarına  gelen eski Osmanlı ahalisini de, merkeze geldikten sonra aynı statü tanınarak işin başında homojen bir toplum yapısı ile ulus devletin inşasına girişilmiştir. Osmanlıların farklı alt kimliklerden gelmesi kuruluş aşamasında bazı zorluklar yaratmış ama Kemalist devlet bilinçli bir ulus devletçi yaklaşımı kararlı bir biçimde uygulayarak, üniter bir devletin halk tabanının uluslaşmış bir yapıda ortaya çıkarılması hedefi doğrultusunda, tabanının ulusal çizgide örgütlenmesi için çaba gösterilmiştir. Yeni devletin nüfusu imparatorluk alanından geldiği için farklı kimlikler önceleri korunmaya çalışılmış ama göçmenlerin getirilerek ülkenin çeşitli bölgelerine yerleştirilmesi sırasında, bu kozmopolit nüfusun kaynaştırılmasına olanak sağlayan ve zaman içinde ulusal kaynaşmayı gerçekleştirecek bir entegrasyon sürecinin hızla devreye sokulmasıyla, ulus devletler çağında uluslaşma sürecinin tamamlanmasına çalışılmıştır.

                Balkan savaşlarının kaybedilmesiyle birkaç milyonluk büyük bir Balkan göçmeni grup Anadolu yarımadasına gelerek Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni vatandaşları olmaya çalışıyorlardı. Daha sonraki yıllarda Mübadele Antlaşması ile belirli kurallara bağlanacak olan nüfus kaydırma operasyonlarında Anadolu Hristiyanları ile Balkan Türkleri takas edilerek yeni ulus devletin tabanında daha istikrarlı bir homojen yapılanmaya gidilmesi için çaba gösterilmiştir. İngilizler alt kimlikçi bir federasyonu Osmanlı mirasından çıkarmaya çaba gösterirken, Türkçülük hareketinin bilinci temsilcisi olan milli kadrolar savaş koşullarında yepyeni bir ulusu tarih sahnesine çıkarıyorlardı. Balkanlar elden gittikten sonra Anadolu’nun geleceği için mücadele eden Kuvayı Milliye hareketi, Balkan göçmenlerini batı Anadolu bölgesine yerleştirerek vatan savunması sırasında bu kadrolardan yararlanmaya çalışıyordu. Bulgar ve Makedonya asıllı Balkan göçmenleri ayrı ayrı   bölgelere yerleştirilirken hem grup oluşumlarına hem de bölge dengelerine dikkat edilerek ,yeni devletin nüfus coğrafyasının dengeli bir biçimde olmasına çaba gösteriliyordu . Birinci Dünya savaşı ilerledikçe Anadolu yarımadası daha da önem kazanıyor ve Türk devletini çevreleyen bölgelerden akın akın insanlar, Atatürk Cumhuriyetine gelerek ve vatandaşlık statüsü alarak Anadolu topraklarına yerleşmek için can atıyorlardı. Daha önce ilan edilmiş olan Misakı Milli sınırları doğrultusunda vatan ilan edilen alanının, göçmen dalgaları ile doldurulması için çalışılırken, dünya devletleri ailesine üye olabilecek düzeyde yeterli ve güçlü bir ulus devlet kurulması için çaba harcanıyordu. Anadolu’nun zengin toprakları vatan olarak ilan edildikten sonra, bu yeni vatanın her bölgesinin gelecekte Türk ulusu ile uyumlu bir bütünleşme sürecine girebilmesi hedefleniyordu.

                Anadolu Müslümanları Avrupa kaynaklı Haçlı ordularına karşı direnerek işgal ordularının ülkeden çıkmasını sağlıyorlardı. Anadolu’da Müslüman Türklere karşı savaşan tüm orduların daha çok Hristiyan asıllı olmaları yüzünden Müslümanlar bu duruma karşı çıkarak silahı alıp dağa çıkıyorlar ve ülkede direnme noktaları oluşturarak Avrupa merkezli haçlı ordularının önlerini keserek saldırgan orduları Akdeniz’e doğru püskürtüyorlardı. Anadolu’nun gayrimüslim gruplarını İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi Hristiyan kökenli   emperyalist ülkeler kontrol altına alarak, Türk ve Müslüman Anadolu halkına karşı kullanabilmenin arayışı içine giriyorlardı. İngilizler Yunanlıları, Fransızlar Ermenileri, Ruslar Gürcüleri Türklere karşı kullanırken, sahip oldukları gayrimüslim yapıların verdiği avantaj olarak beliren yakınlıkları Türk ve Müslüman direnişine karşı kullanıyorlardı. Doğu Anadolu’da Gürcü, Rum ve Ermeni asıllı imparatorluk kalıntısı Müslüman olmayan nüfus topluluklarının Osmanlı sonrası dönemde de sahip oldukları haklar üzerinden varlıklarını sürdürmeleri meselesi  öne çıkarken, Kemalist rejim batılı düşmanların topluca saldırılarına karşı  eski Osmanlı ahalisi olan  Anadolu halkını bir araya getirerek, uluslaştırabilmenin  yollarını arıyordu. Savaş uzayıp gittikçe Anadolu: Müslümanları  Ankara’da merkezi olarak örgütlenen Kuvayı milliye hareketinin çatısı altında toplanıyordu. Doğu Anadolu’da Gürcistan ve Ermenistan meselelerini Rusya aracılığı ile çözüme kavuşturan Türkiye Cumhuriyeti, Anadolu’nun ortası ile kuzeyi ve güneyinde oluşan cephelerde işgal orduları ile savaşmak zorunda kalıyordu. Merkezi alandaki savaş bir Müslüman ve Hristiyan çatışmasına dönünce, gelecekte merkezi coğrafya toprakları üzerinde hak iddia etmeye çalışan Siyon hareketinin Suriye ve Çanakkale savaşları sırasında Siyon Katır birlikleri kurarak, geleceğe doğru bir hazırlık içinde girdikleri anlaşılmıştır.  Nitekim Müslüman ve Hristiyan nüfusların dışında kalan Musevi grupları da Anadolu yarımadasının batı bölgelerine yerleşerek, geleceğin Orta Doğusunda Büyük İsrail projesi doğrultusunda yer kapmaya çalıştıkları görülmektedir. Özellikle Balkan savaşları ve mübadele uygulamaları sırasında fazlasıyla hareketlilik kazanan Musevi gruplar, Anadolu ile Balkanlar arasında bir batı köprüsü kurarak etkin olmaya çalışmışlar, Anadolu bölgesinde gündeme gelen bütün siyasal gelişmeleri ya yakından izleyerek ya da içine girerek siyasal açıdan da etkinliklerini geliştirmeye çalışmışlardır. Ülkenin daha çok batı bölgesine yerleşen bu gruplar daha çok deniz kenarında yer alan il ve ilçeleri yeni yerleşim merkezlerine dönüştürmeye çalışırken, Kemalist rejimden yana çıkarak hiçbir biçimde azınlık hakkı talep etmemişler ama bütün siyasal gelişmelerin de içinde yer almışlardır. Bu tür bir tutum başlangıçta sorun çıkarmamış ama zamanla birçok sorunun doğmasına yol açmıştır.

                Türkiye  Türk ve Müslüman bir devlet olarak Türkçülük akımının etkisiyle kurulmaya çalışılırken, öncelik gayrimüslim sorununun çözülmesine tanınmıştır. Yedi yüzyıl boyunca Hristiyan ordular ile savaşmak zorunda kalan Türkler ve Müslümanlar, Gürcüler, Ermeniler, Pontuslular  gibi  Hristiyan Anadolu’da yeni bir ulus devletin kaynaştırıcı ortamında aynı çatı altında bir araya gelirlerken, Anadolu yarımadası üzerinde bir Hristiyan devlete izin verilmemiştir, Musevilerin nüfusu devlet kurmaya yetecek düzeyde fazla olmadığı için, bu gruplar Birinci Dünya savaşı yıllarında Sion Katır birlikleri aracılığı ile geleceğin sinyallerini vermeye çalışmışlardır. Bu doğrultuda Türk ve Müslüman ahalinin içinde fazlasıyla Musevi asıllı vatandaşların yer almasıyla birlikte, ulusal kurtuluş savaşı sonrası dönemde siyonizmin Büyük İsrail projesi, bölgenin ana süreci olarak gündeme getirilerek tüm bölge ülkelerine dayatılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti açıkça dünya kamuoyu önünde laik devlet ve Müslüman millet modeli ile kurulurken, aynı dönemde Sion katır birlikleri sonrasında, bu kez Sion insan birlikleri çeşitli alanlarda devreye sokularak geleceğin merkezi coğrafyasının kuruluşu aşamasında İsrail merkezli bir yapılandırmanın öncülüğü örgütlenmeye çalışılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti böylesine bir siyasal sürecin tam ortasında tarih sahnesine çıkarken, bölgesel bir imparatorluğa karşı bir ulus devlet bilinci ve gücü olarak kimlik kazanmaya çalışmıştır. Ne var ki, geleceğe dönük bölgesel federasyon modelleri dışarıdan dinler adına zorla bölge ülkelerine dayatılırken, Türkiye’ye de bu doğrultuda baskılar yapılmış ve hatta Türk dış politikası bu doğrultuda uluslararası güç merkezleri tarafından bu doğrultuda ayarlanmaya çalışılmıştır. Osmanlı sonrasında merkezi alandaki bütün gelişmelerin arkasında Büyük Orta doğu, Yeni Bizans ya da Büyük İsrail gibi bölgesel federasyon projelerinin baskılarla dayatıldığı bu aşamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk ve Müslüman bir ulus devlet olarak yoluna devam etme konusunda fazlasıyla zorlandığı görülmüştür.

                 Üç büyük dinin var olma , çekişme ve çatışma süreçlerinin devam edip gittiği merkezi bölgenin geleceğindeki belirsizlik bu işlerin tam göbeğinde kurulması ve geleceğe dönük olarak kurumlaşması sırasında ,dış güçlerin fazlasıyla devreye girerek  kendi plan ve programları doğrultusunda  Türkiye’nin iç işlerine karıştıkları, kendilerine yakın kadroların işbaşına getirilmeleri ve hatta kendi yetiştirdikleri elemanları devlet ve toplum yönetiminde öne çıkararak, yeni Orta Doğu planları doğrultusunda  farklı yapılanmalar için bunlardan  fazlasıyla yararlanıldığı görülmektedir.  Dinin siyasete alet edilmesi gibi bir olumsuz gelişmenin toplumsal tabana din ve inanç merkezleri üzerinden yayılması, iki dünya savaşı sonrasında orta dünyaya barışın gelmesini önlemiştir. Cumhuriyetin kurucu kadrosu bütün bu gelişmeleri bilerek izlediği için, yeni başkent Ankara’da güçlü bir merkezi yönetimin kurulmasına öncelik verilmiştir. Dinlerin ve mezheplerin kavga ve çekişme alanlarının tam ortalarında bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkan Türkiye’nin devlet modeli, içinde bulunduğu merkezi alanının öne çıkardığı siyasal sorunların birinci derecede muhatabı olarak, her aşamada bölgesel planların dayattığı projelerle karşı karşıya kalmıştır. İmparatorluğun mirası bir Müslüman halk tabanını kendisine vatandaş tabanı olarak kabul eden Türk devleti, gelecek kavgalarının çok yoğun yaşandığı bir süreçten geçerken, yüz yıl önceden kalan çeşitli siyasal ve ekonomik sorunlarla karşı karşıya gelmektedir. Proje dayatmalarının Türkiye’nin önünü kestiği aşamalarda, Türkiye bu bölgenin ana sorunu olan din kavgalarından kurtulmak üzere Avrupa tipi bir laiklik anlayışını kabul ederek yoluna devam etmek istemiştir. Ne var ki, Türk devletinin laik yapısını yanlış anlayarak, bir anlamda İslam karşıtı bir tutuma doğru sürüklemeleri, Türk modeli olarak geliştirilen laik devlet Müslüman millet beraberliğini bozarak bir barış ortamını çekişme ve çatışma yapılanmasına dönüştürmesi, emperyalist güçlerin merkezi alandaki Türk devlet modelini ortadan kaldırmasının ana nedeni olarak öne çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyeti böylesine bir çıkmaz içinde olduğunu bilerek hareket ettiği için kendi modeli üzerinde bugüne kadar ısrar ederek bölgedeki istikrarlı durumun ortadan kaldırılmasına izin vermemiştir. İmparatorluk sonrasında bir ulusal kimlik ve devlet yapısı inşa edilmeye çalışılmasının ana nedeni bu durum olarak görünmektedir. Din esaslı imparatorlukların parçalanmasıyla ulus devletlerin önü açılırken, devletlerin ulusal yapıları ve ulus toplum tabanlarının zayıflatılmasıyla sonuç alınmaya gidilmiştir.

                Türkiye çok uluslu bir toplumdan bir ulus devlet çıkararak ülkenin birliğini din üzerinden sağlamaya çalışırken, diğer yandan İslamın dışındaki dinler, siyasete dini karıştırarak ve dinsel örgütlenmelerini güçlendirerek, ulus devletleri tasfiye etmenin arayışı içinde olmuşlardır. Musevilik ve Hristiyanlık bu doğrultuda orta dünyada etkinlik sağlamaya çalışırken, Türk ulus devleti hem laik yapısı ile hem de güçlendirilmiş ulusal tabanı ile harekete geçerek, her türlü çok kültürcü ya da kozmopolit siyasal girişimlere karşı üniter ve ulusal yapılanması ile karşı duruyordu. Laik devlet ile dengelenen Türk Müslümanlığı her türlü alt kimliğin geride bırakılacağı bir entegrasyon planı olarak devreye sokulurken, çağdaş bir cumhuriyetin çatısı altında bütün vatandaşlar laiklik düzeninde eşit yurttaşlar olarak benimseniyorlardı. Fransız filozoflarının ortaya koyduğu ulus devlet modelini Türkiye kabul ederken Ernest Renan’ın ulus tanımını ve uluslaşma modelini kabul ederek din esaslı devletlere karşı direnme yoluna gidiyordu. Renan’ın tanımına göre, dil, din, ırk, kültür, vatan, ahlak, ortak yaşam ve ekonomi gibi unsurların bir araya geldiği bir vatandaşlar topluluğunun ulus olarak benimsenmesi Türk modelinin ilk esasıdır. İkinci esası ise, Atatürk’ün dile getirdiği gibi “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir” prensibidir. Türkiye’nin geliştirdiği Türklük olgusu, geleneksel klasik Fransız anlayışına dayanan milliyet anlayışı ile, Türkiye Cumhuriyeti’ne dayanan yurttaşlık anlayışının bir arada ele alınmasıyla oluşturulan karma bir ulus devlet yapılanmasıdır.  Burada Türk milliyeti ile Türk yurttaşlığı birlikte uygulamaya sokulurken, Türklük olgusunun cumhuriyetçi bir çizgide birlikte ele alınmasıyla oluşturulan karma sentezci yaklaşım, Türkiye Cumhuriyeti devletinin temelini ortaya koymaktadır.”  Türkiye ahalisi din ve ırk farkı olmaksızın vatandaşlık bağı ile Türk olarak kabul edilir. “biçimindeki bir  madde Türk anayasasında bir dönem yer almış ve Kemalist devlet modelinin anayasaya yansıması olarak geçerlilik kazanmıştır. Çok uluslu Müslüman millet sentezi olarak görülen Türkiye Cumhuriyeti modeli, hem devlet millet kaynaşmasına hem de devlet ile milletin ayrı ayrı statülerde olmasına dayanmaktadır. Bu doğrultuda Türk-İslam sentezi gibi yaklaşımların emperyalist ülkeler tarafından kullanılarak, Türkiye’nin hem Türk dünyasına hem de Müslüman dünyaya karşı emperyal çizgide kullanılması gibi bazı senaryoların zaman zaman ortaya çıkması nedeniyle, Türk devleti gene emperyalist çekişmelerin tam ortalarına doğru sürüklenmektedir.

                Türkiye  Cumhuriyeti kuruluş aşamasında  bütün Müslümanları vatandaş olarak benimsemiştir.  Gayrimüslim toplulukları azınlık olarak görerek onlara azınlık hakkı tanımıştır. Ne var ki, cumhuriyetin çağdaş bir yapılanmaya laiklik ilkesini benimseyerek yönelmesi aşamasında, Museviler azınlık haklarından vazgeçerek çağdaş cumhuriyetin eşit vatandaşları olarak, bütün hak ve özgürlükleri kullanmak istemişlerdir. Türklük temelinde bir araya gelemeyen Türkiye vatandaşlarına Müslümanlık bir birlik modeli olarak öneriliyor, ya da alt kimlikli yurttaşların Türkçe öğrenmeleriyle de Türklük olgusu hayata geçiriliyordu. Türkiye’nin komşusu olan Arap ülkeleriyle yüzyıllarca imparatorluk çatısı altında birlikte yaşamaları, Misakı Milli sınırları içinde Türk asıllı olmayan Müslümanlar ile Türk asıllı Müslümanların birlikte ve eşit koşullarda yaşayabilmelerinin Türk devlet modeli çatısı altında mümkün olabildiği öne çıkmıştır. İslamiyet Müslüman toplulukların Türkler ile bütünleşmesini sağlarken, diğer dinlere mensup olanlar bu durumun dışında kalarak hak ve özgürlüklerini kullanamaz bir noktaya geliyorlardı. Bu gibi gayrimüslim Türk vatandaşları için de Kemalist devlet “Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları düzenleyerek gayrimüslimlerin Türkleşmelerini gerçekleştirmeye çalışıyordu. Müslümanlar İslam üzerinden Türkiye ile bütünleştirilirken, gayrimüslimlerin de Türkçe üzerinden Türkleştirilmeleri sağlanarak, homojen bir uyumluluk düzeni Türk devletinin çatısı altında uygulanmaya çalışılıyordu. Trakya bölgesinde bu doğrultuda yapılan çalışmaların bir kısmı ters tepince, Kemalist yönetim gereken önlemleri alarak, gene toplumsal taban üzerinde kaynaştırıcı ve bütünleştirici girişimlerde bulunuyordu. Diğer ulus devletler gibi Türk devleti de toplumsal tabanını ulusal entegrasyon programları ile bütünleştirmeye çabalarken, Türkiye’yi bölmek isteyen emperyalist politikalar doğrultusunda, Türkiye asimilasyoncu olarak gösterilmekten kurtulamıyordu. Entegrasyon kavramını görmek istemeyenler   asimilasyon kavramıyla uluslaşmayı durdurmaya çalışıyorlardı.

                Cumhuriyetin ilk yıllarında devlet öncülüğünde Türkiye toplumunun hızla uluslaştırılabilmesi için çeşitli ulusçuluk projeleri hazırlanarak toplum içinde uygulanmalarına çalışılıyordu. Bu çizgide hareket eden bir Kemalist aydın Türkiye halkının Türkleşmesi doğrultusunda on ilke öneriyordu:

1-Türkçe konuşulmalı, 2-Türkçe dua edilmeli, 3- Çocuklara Türkçe isim konulmalı ,4-Çocuklar Türk okullarına gönderilmeli, 5-Türklerle aynı ortamlarda yaşamalı, 6-Okullarda Türkçe eğitim yapılmalı,  7-Türk toplumuyla bütünleşilmeli, 8-Vatandaşlık hakları kullanılmalı, 8 -Ekonomide görev üstlenmeli, 9-Azınlık zihniyeti terk edilmeli, 10- Eğitimde sadece Türkçe kullanılmalı,

                Bu on ilke doğrultusunda hem yerleşik Türklerin hem de eski imparatorluk ülkelerinden gelen göçmenlerin hızla cumhuriyetçi bir çizgide, Türk olabilmelerini sağlama doğrultusunda seferberliklere kalkışılması gerekiyordu. Zamanla Türkçe öğrenemeyen, ya da Müslüman tabana karşı çıkan bazı gayrimüslim grupların çeşitli tepkileri ile karşılaşılmış ama savaşlar sonrası dönemde, zamanla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkes, Türkiye anayasasında güvence altına alınan cumhuriyetin temel ilkeleri hedefinde, düzenli ve güvenli devlet politikaları uygulama alanına getirilince, Türk toplumunun yüzde doksanı bir ortak rıza oluşumu içinde devlet ile uyum içinde yaşamaya ve çalışmalara yönelmişlerdir. Türk devletinin yaptığı bilinçli programlar aracılığı ile Türk toplumunun daha üst düzeyde uluslaşmasının gerçekleştirilmesi aşamalarında, asimilasyon suçlamalarıyla entegrasyon stratejilerinin önlerinin kesilmesi, Türk ulus devletinin geleceği açısından dikkatle izlenmesi gereken durumlardır. Bu doğrultuda ulus devletler arasında sürüp giden ulusal rekabet çekişmelerinin belirli bir ölçüde uluslaşma süreçlerine zarar verdikleri, bütün dünya ülkelerinde görülmekte olan bir durumdur. Türk ulus devleti Atatürk ve arkadaşları tarafından sağlam temeller üzerine kurulduğu için gelecekte bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti emin adımlarla yoluna devam edebilecektir.

                Kemalist dönem geride kalmıştır ama henüz Türkiye Cumhuriyeti anayasası yürürlüktedir. Atatürk’ten gelen temel ilkeler ve onun ortaya koyduğu devlet modeli, günümüzde Atatürk karşıtı çevreler tarafından paradigmanın iflası gibi uydurma senaryolarla devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Küresel emperyalizmin yeni dünya düzeni politikalarında ulus devlet düşmanlığı öne geçerken, Türklerin ulus devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti hem kapitalist hem de komünist bakış açıları ile küçümsenerek, yıkılmaya çalışılmakta ve bu gibi haksız ve yersiz saldırılara da paradigma gibi ne olduğu belli olmayan bazı yeni kavramlar öne çıkarılarak ve insanlarda akıl ve fikir kargaşası yaratılarak sonuç alınmaya çalışılmaktadır. Sovyetler Birliğinin çökertilişi gibi Kemalist devlet modelini de benzer bir biçimde devre dışı bırakmaya hevesli saldırgan ve yıkıcı unsurların, emperyalist ve Siyonist devlet modellerini Türkiye üzerinde geçerli kılmak üzere Atatürk’ün devlet modelini dünya haritası üzerinden silmek üzere, küresel kapitalizmin finanse ettiği uydurma paradigma senaryoları ile Türkiye Cumhuriyeti’ni karşı karşıya getirmektedirler. Unutulmasın ki, Türk devletinin kuruluşunun arkasında on bin yıllık tarihi birikim ile, yüz elli yıllık Türkçülük birikimi vardır. Bu durumu iyi anlayabilmek için Türk tarih tezi ile birlikte, Türkçülüğün tarihinde birbiri ardı sıra ortaya çıkan gelişmeleri bir bütünlük içerisinde incelemek gerekmektedir. Anadolu yarımadası üzerindeki Türkiye’yi, Türkçülük hareketi ile birlikte Türk ulusunun kurduğunu hiçbir zaman unutmamak gerekmektedir. Atatürk bütün bu birikimi Türkiye’ye kazandıran bir kurucu önder olarak, günümüzde gene Türklere yol göstermeye devam etmektedir. Bu yüzden Türkler, Türkçüler ve Atatürkçüler gelecekte birlikte mücadele edecektir.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

18 Mayıs 2021 Salı

TÜRKİYE’DE ANA MESELE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKİYE’DE ANA MESELE

                Türkiye Cumhuriyeti bir Türk devletidir ve Türklüğün ana vatanı olarak kabul edilmiştir. Osmanlı sonrası dönemde bir ulus devlet kurulması için karar alındığında, ortada çok gelişmiş bir ulusal yapı bulunmuyordu. Üç kıta arasında yer alan merkezi bir konumda bulunan Anadolu yarımadası, yedi yüz yıl Osmanlı imparatorluğunun merkezi toprakları olarak hizmet vermiş olan Anadolu toprakları, daha sonraki aşamada bir ulus devletin merkezi alanı olarak önemli bir misyonu yerine getiriyordu. Daha önceki dönemlerde Roma, Bizans ve Selçuklu İmparatorlukları zamanında da benzeri bir misyonu yerine getiren Anadolu yarımadası, bugünün koşullarında eski imparatorluk mirası bir yükü üstlenirken, gene benzeri bir işlevi yerine getiriyordu. Dünyanın ortasında yer alan merkezi coğrafya, sürekli olarak imparatorlukların yayıldığı bir alan olmasına rağmen, çevresinde yer alan bölgelerin öne çıkardığı bir nüfus sorunu ile karşı karşıya kalmıştır. Eskiden büyük devletler ve imparatorluklar merkezi alanda yayılırken, daha sonraki dönemde ulusların tarih sahnesine çıkması ile birlikte içine girilen ulus devletler çağında da Anadolu yarımadasının sahip olduğu milli sınırlar içerisinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti tarih sahnesine çıkıyordu.

                Müslüman ümmetinden ve Osmanlı devletinden uzaklaşmanın başlaması ile birlikte Anadolu halkı yeni bir ulusal gelecek ararken, Müslümanlıkla birlikte bir de Türkleşme dönemi başlamış ve bu doğrultuda Anadolu yarımadasındaki yeni ulus devletleşme ortaya çağdaş bir ulusal cumhuriyetin çıkışını sağlamıştır. Avrupa kıtasında yaşanan Rönesans ve reformların getirdiği yenilikler, bir yeni oluşum olarak aydınlatma devrimini yaratınca ortaçağ dönemi geride kalmış ve yeni dönemde bilim ve kültüre dayanan bir yeni yapılanma sayesinde, o dönemde dünyayı yöneten Avrupa devletleri zaman içerisinde uluslaşmanın öncülüğünü yapmışlardır. Orta çağ boyunca küçük küçük şehir devletlerinde yaşamaya çalışan insanlık, aydınlanma devrimi sonrasında bilimin ve kültürün temellendirdiği yeni ve yakın çağlara uzanarak modern çağların ulus devlet yapılanmasına doğru bir gidişi gündeme getiriyordu. Etnik ve dini cemaatlerin siyasal aktivizasyonu ile birlikte önce bir kültürel canlanma ve toplumsal yaşama geçiş ve daha sonraki aşamada ise, vatan ve soy konularında ortaya çıkan bilinçlenme ile birlikte uluslaşmanın ilk adımları atılıyordu. Osmanlı devletinin sürekli savaşlara girmesi nedeniyle zayıf düşmesi yüzünden kamu düzeni çöküşü ile karşı karşıya kalınmıştır. Avrupa kıtasının büyük devletleri merkezi alanda güçlü bir devlet görmek istemedikleri için, yok etme politikalarını düzenli olarak kullanmışlardır. Özellikle Almanya ve Rusya arasında merkezi alana sahip çıkma hedefi doğrultusunda çekişmeler yaşanırken, Osmanlı devleti sürekli savaşmak zorunda kalıyor ve bu süreçte de birçok ülke ve bölge imparatorluğun elinden çıkarken, bu topraklar üzerinde yaşayan bölge halklarının bir kısmı da kopup giden topraklar ile birlikte, Osmanlı hegemonya alanından çıkarak, yeni ulus devletlerin oluşumu için elverişli ortam yaratıyorlardı. Osmanlı’nın toprak kaybı özellikle Balkanlar bölgesinde yeni ve küçük ulus devletçiklerin kurulmasına giden yeni bir süreci olayların önüne getiriyordu. Balkanlar’daki milliyetçilik rüzgarları Müslümanları ve Yahudileri bu bölgedeki yerleşik düzenlerinden uzaklaştırırken, mikro milliyetçilik akımları üzerinden yeni ulus devletler birbiri ardı sıra dünya sahnesine çıkıyorlardı.

                Hristiyanlar ve Müslümanlar arasında giderek artan gerilimler ve siyasal çekişmeler ortalığı karıştırınca Osmanlı millet sisteminden gelen toplum yapısı dağılma noktasına geldi ve Balkanlar’daki etnik azınlıklar Osmanlı hegemonyasına karşı çıkarak, küçük küçük ulus devletlerini kurarak modern çağlarda diğer ulus devletler ile rekabet ve çekişme içinde siyasal yapılanmalarını tamamlamaya çalıştılar. Balkanlardaki Hristiyan uluslar sahip oldukları dinsel birliktelikten giderek, homojen bir ulus devlet oluşturma yolunda emin adımlarla ilerliyorlardı. Önce küçük devletlerini kuranlar daha sonraki aşamada rakip komşu devletlere karşı güçlenmek doğrultusunda, devletlerini büyütmek amacıyla komşu devletlere saldırıya geçerek hegemonya kavgasına girişiyorlardı. Din üzerinden uluslaşmaya yönelmek ve kendi dini  üzerinden yeni bir ulus yaratma girişimlerinde, bu kez Osmanlı sonrasında kurulan Hristiyan küçük devletler  tarih sahnesine çıkarak dünyanın jeopolitik merkez bölgesinde  Müslümanlığa karşı Hristiyanlığın Avrupa ve Vatikan destekli uzantılarını oluşturarak, yeni kurulan Türk devleti için Hristiyanlık dininin geçmişten gelen bir batı baskısı siyasal kutuplaşma  yoluyla  kurulmakta olan yeni cumhuriyetin, Musevilerin kontrolü altında bir Türk devleti olmasına giden yolun önü kesilmek isteniyordu. İmparatorluğun çöküşü ve dağılması üzerine Vatikan komutasındaki Hristiyan dünya, Balkanları bir geçiş köprüsü konumunda kullanarak Anadolu yarımadası ile bağlantısını geleceğe dönük bir biçimde korumak istiyordu. Vatikan merkezli Hristiyan Avrupa gelecekte komşu olacağı ya da daha yakın ilişkiler içinde olacağı, Asya kıtasına yönelik olarak genişlemek ve orta dünya bölgelerinde yeni Hristiyan küçük devletler kurarak, bunlar ile bir merkezi bir ittifak çatısı altında bir arada olmayı hesaplıyorlardı. Ne var ki, Balkan savaşları ile başlayan Hristiyan-Musevi çekişmesi daha sonraki aşamada Hristiyan-Müslüman çekişmesine dönüşerek Hristiyanlık dünyasının Yunanistan üzerinden önce merkezi alana daha sonraları da Asya kıtasına yayılma planlarını ortadan kaldırıyordu.

                Balkanlar da ortaya çıkan bu dinler arası çatışma, Balkan savaşları ve daha sonraki aşamada da Çanakkale savaşları ile devam ediyor ve Müslüman nüfusun ağırlıkta olduğu eski Osmanlı bölgelerinde Müslüman halk ile Hristiyan topluluklar arasında bir iç savaş süreci gündeme geliyordu. Osmanlı ahalisi içinde  nüfusun dörtte üçe yakın büyük çoğunluğunun Müslüman olması nedeniyle Ermeni, Rum, Bulgar ve Süryaniler gibi Hristiyan dinine sahip bulunan topluluklar, Birinci  Cihan savaşına doğru yavaş yavaş imparatorluk arazisi sürüklenirken, Osmanlı devletinin gayrimüslüm kalıntıları olan Hristiyan  nüfusun önemli bir kısmı  Akdeniz limanlarından  gemi ve vapurlara binerek  imparatorluk sahasının dışına çıkarak, Avrupa ve Amerika kıtalarındaki boş olan sömürge devletlerinin topraklarına giderek yerleşiyorlardı. Böylece Birinci Dünya savaşının başlaması üzerine merkezi coğrafyadan batı ülkelerine doğru göç hareketleri artıyordu. Hristiyanlık dininin bütün dünyaya yayılması hakkındaki Vatikan projesi böylece uygulama alanına sokulurken, Osmanlı Hristiyanları daha çok Güney Amerika ülkelerini yeni yurtları görerek buralara yerleşiyorlardı.  Amerikan kıtasının da Avrupa kıtasında olduğu gibi Hristiyanlığın birleştirici çatısı altında Vatikan’ın hegemonya alanının genişlemesi, Osmanlı Hristiyanlarının kıta değiştirerek Güney Amerika ülkelerine gitmeleri sayesinde gerçeklik kazanıyordu. İlk bin yılda Avrupa Hristiyanlaşırken, ikinci bin yılda Amerika kıtasının Hristiyanlaşmasına Osmanlı göçmenleri Kuzey ve Güney Amerika kıtalarına yerleşerek yardımcı oluyorlardı. Milat döneminden sonra iki bin yıl devam eden bu kavganın bugünkü uzantısında Vatikan’ın Asya kıtasını da Avrupa gibi bir Hristiyan kıtasına dönüştürme projesinin ilk adımları o dönemde atılmak istendiği için, Türkiye’nin Trakya ve Ege bölgelerinde yeni Hristiyan devletler kurarak buralardan Asya kıtasının içlerine doğru bir yayılma hazırlığı göstermişlerdir. Dinler arasındaki bu kavga bölge ülkelerini derinden etkilerken, Birinci Dünya savaşı sonrasında Osmanlı imparatorluğu dağılırken, Avrupa Musevileri göç ve mübadele yolu ile eski imparatorluk topraklarına yerleşerek, Avrupa kıtasında iki bin yıl süren din kavgasını Orta Doğu bölgesine taşımışlardır.

                Din kavgası yüzünden Avrupa da kurdurulmayan Yahudi devletinin önce Balkanlar’da sonra Ege bölgesinde kurulması için Musevi lobileri çok baskılar uygulamışlar ve en sonunda Yahudi devleti olarak İsrail yirminci yüzyılın ortalarında kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti tam bu arada bir devlet olarak kurulma şansını elde etmiştir. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Rusya’da bir Sovyet devrimi gerçekleştirilerek, Rusya’nın kontrolü altında kalan dünyanın beşte bir toprak parçaları üzerinde dinsizlik düzeni kabul edilmiş ve bu doğrultuda bütün camiler ile kiliseler kapatılmıştır. Dünyanın kuzey bölgesinde bir dinsizlik düzeni kurulurken ve bu durumun ortaya çıkardığı dinsizlik uygulaması tüm Asya kıtası üzerinde uygulamaya geçirilirken, Sovyetler Birliği ile müstakbel İsrail arasında kalan orta bölgede eski Osmanlı toprakları merkeze alınarak bir Türk devleti kurulmuştur. Ne var ki, SSCB gibi bir  kocaman imparatorluk Rusya merkezli olarak örgütlenirken, İslam dünyasının tam ortasına Avrupa’da kurulamayan İsrail devletinin kurulması, Rusya merkezli dinsizlik düzeninin geçerli olduğu Sovyetler Birliğinin, İslam dünyasına karşı oluşturduğu dinsizlik düzeni dengesi arasında mümkün olabilmiştir. Hristiyan Avrupa ülkeleri kendi ülkelerinde Yahudi devleti kurulmasına izin vermezlerken Amerikan Yahudi lobilerinin özellikle Hazar lobisinin destekleyerek örgütlediği Sovyetler Birliği gibi bir dev ülke, dinsizlik düzeninin temsilcisi olarak büyük İslam coğrafyasını dengeleyerek, ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail devletinin Orta Doğu bölgesinde kurulmasının önünü açmıştır. Merkezi alanda İsrail kurulmadan önce bir sosyalist imparatorluğun oluşturularak büyük İslam potansiyelinin tam ortasında Yahudi devletinin kurulması çok zor olmuş ve bu devletin kurulmasından sonra geçen yarım yüzyılı aşkın süre merkezi alanı sürekli savaş bölgesine dönüştürmüştür. Dinsizlik imparatorluğu İslamın gücünü dengelerken, dünyayı Amerika’dan yöneten Musevi lobilerinin destekleri ile ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail, Orta Doğu’da bağımsız bir devlet olarak kuruluyordu. Birinci Dünya savaşı sonrasında kurulması planlanan İsrail devleti, Edirne’den göç eden Türk asıllı bir Yahudi asıllı olan İngiliz başbakanı Churchil’in karşı çıkması yüzünden, İsrail kurulamamış ve savaşı kazanan İngiliz başbakanı Siyonistlerin yoğun çalışmaları sonucunda, genel seçimleri kaybederek muhalefete düşmesi yüzünden, İsrail’in kurulabilmesi için yeni bir yol açılmış ve bu yol insanlığı İkinci Dünya savaşı felaketine sürüklemiştir. Siyonistler Hitler gibi anormal birisini bularak ve onun üzerinden Nazizm’i örgütleyerek ve sonunda Almanya ile Sovyetler Birliğini savaştırarak kutsal topraklar ilan edilen Filistin bölgesinde Yahudi devletini kurmuşlardır.

                Türkiye Cumhuriyeti kurulurken Sovyetler Birliği dünyanın ikinci büyük gücü olarak Asya’nın kuzey bölgesinde egemenliğini sürdürüyor ve bu doğrultuda da bölgedeki bütün İslam devletlerini dengeleyerek İsrail devletine karşı bir büyük İslam savaşının gündeme gelmesini önlüyordu. Bu çerçevede İsrail devletini ilk tanıyan devlet Sovyetler Birliği oluyor ve ABD’nin de hemen tanıdığı İsrail oluşumunu tanımak Türkiye’nin önüne yeni bir görev gibi getiriliyordu. Amerika ve Rusya’nın tanıdığı İsrail devletini Musevi lobilerinin yoğun desteği ve baskıları ile Türkiye Cumhuriyeti de tanımak zorunda kalıyordu. İkinci dünya savaşına kadar Türkiye bölgedeki İslam devletleri ile olan ilişkilerini ayarlayarak, Sovyetler Birliği ve batılı emperyalist devletlere karşı bölgesel savunma ve dayanışma ittifakları oluşturmaya  çalışırken, İsrail devletinin kuruluşu Amerikan Musevi lobileri aracılığı ile  tamamlanmaya çalışırken, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu Cumhurbaşkanı Atatürk bölge devletlerinin karşı çıktığı İsrail yapılanmasına karşı uzak duruyor ve batı dünyasından bölgeye transfer edilen bu Siyonist devletin dünya barışını tehdit edeceğini görerek de bu oluşuma destek vermiyordu Merkezi coğrafya İsrail devletinin kurulması doğrultusunda yeniden yapılandırılırken, Sovyetler Birliği’nin tam da dünya savaşı sırasında New York borsasından gönderilen milyonlarca dolar maddi yardımın, Troçki tarafından Moskova’ya gönderilmesi ile Kızıl Ordu kurularak, bütün Rusya ve komşularının bir araya  geldiği büyük  ideolojik imparatorluk kurularak orta dünya alanları tümüyle bu büyük yapılanmanın hegemonyasına terk ediliyordu. Solculuk görünümünde bir dinsizlik düzeni Müslüman dünyanın tam ortasında farklı dinden bir devlet yapılanmasının yerleştirilmesini daha kolay bir duruma getiriyordu. Osmanlı imparatorluğunun yerine, Büyük İsrail Federasyonu planının uygulanabilmesi doğrultusunda elverişli bir ortam hazırlanıyordu. Nitekim daha sonra ortaya çıkan birçok gerçek böylesine bir uluslararası planın olduğunu ve gelecekte bütün bölge devletlerinin bu emperyalist proje doğrultusunda yeniden yapılandırılması gerektiğini, birçok siyasal gelişme ortaya koymuştur. Sovyetler Birliğinin kurulması sonrasındaki Orta Doğu konjonktürü Yahudi devleti olarak İsrail’i öne çıkarmış ve bunun sonucunda bölgedeki eski Osmanlı toprakları, Avrupa’dan gelen ulus devlet modeli üzerinden İngilizlerin Sevr planı aracılığı ile dönüştürülmeye çalışılmıştır. Yüz yıl önce İngiliz planı ile ulus devletleri bölgeye taşıyan uluslararası konjonktür, bugün de Büyük İsrail planı doğrultusunda eyalet devletlerini gündeme getirerek var olan devletlerin içinden en az on küçük devlet çıkartmak üzere bölge savaşlarını Orta Doğu’da sürdürmektedirler.

                İşte Türkiye Cumhuriyeti iki bin yıllık dinler savaşı Avrupa’dan Asya kıtasına taşınırken tam o dönemin ortalarında kurulmuştur. Dinler açısından bir yanı ile Hristiyan dünyası, diğer yanı ile İslam dünyası ve üçüncü olarak da Asya kıtasında var olan ülkelerin arka planda yer aldığı kozmopolit dinler dünyası arasında sıkışıp kalan Türkiye Cumhuriyeti, aynı zamanda SSCB gibi dinsizlik rejimi ile Orta Doğu’nun tam ortasında yer alan bir ülke olarak, kuruluşu sırasında dinler arası diyalog sağlayacak bir laiklik modeli esas alınmıştır. Hristiyan Avrupa ile Müslüman merkezi bölge arasında kalan bir ülke olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin Avrupa’nın yanında Müslüman ülke olarak yer almasını Vatikan ve Avrupa ülkeleri uygun görmemiş ve engelleme yapmışlardır. Sınır komşusu olarak İslam ülkelerini Balkanlar’da görmek istemeyen Hristiyan Avrupalılar yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk başta kuruluşu sırasında laikliği zorlamışlar ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk anayasasında yer alan ama sonradan değiştirilen maddelerinde var olan “Türkiye Cumhuriyeti’nin dini İslam’dır “hükmü kaldırılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin laiklik yapılanmasının önü açılmıştır. Batı dünyasından gelen bu baskılar Türk devletinin Müslüman devlet olmasını önlemiştir. Bu süreçte doğudan gelen rüzgarlar ‘da Musevilik dininin etkileri bir Yahudi devleti olarak İsrail’in önünü açarken, Türkiye bu kez doğudan da laiklik talepleri ile karşılaşarak İslam coğrafyasının tam ortalarında bir din ve ırk devleti olarak kurulan İsrail devletine merkezi coğrafya da bir şemsiye görevi görmüştür. Rusya’da kurulan SSCB rejimi İslam coğrafyasının önünü keserken dinsizlik görüşünün ağırlığı Asya ülkelerine taşınıyordu. ABD’nin desteklediği Rusya’daki Sosyalist devrime karşı denge olarak İngiltere’nin örgütlediği Çin’deki Maocu dinsizlik düzeni, tamamlayıcı bir yapılanma olarak devreye giriyordu. Bu gibi yeni oluşumlar cihan savaşı ile başlayan değişimlerin yeni halkaları olarak devreye giriyordu. İkinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan yeni dengeler, İsrail’in kuruluşuna giden yolu açıyor ve bu doğrultuda yeni gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkarak, uluslararası konjonktürün biçimlenmesinde etkin oluyordu.

                Yukarıda açıklanan nedenlerle, Türk devletinin nüfusunun yüzde doksanının Müslüman olmasına rağmen devlet kuruluşta İslam devleti olarak kurulamıyordu. Bu duruma hem Avrupa hem Rusya karşı çıkarken, İsrail’de Osmanlı vatandaşlığından Orta Doğu Musevilerinin durumunu dikkate alarak, Türkiye’nin bir İslam devleti olmasına karşı çıkıyordu. Dünyanın merkezinde bir devlet kurarken kurucu öncü kadro çevre ülkelerinden gelen büyük baskılarla karşı karşıya kalıyordu. Bu aşamada kurucu önderin başkanlığında yapılan özel toplantılarda bir ara Türk devleti kurulurken Türk ulusunun da Hristiyan olması öneriliyor ve uzun tartışmalardan sonra Türklerin Hristiyanlığa geçmesi çeşitli itirazlar yüzünden kabul edilmiyordu. Kurucu kadro Hristiyan Batı dünyası ile Müslüman dünya arasında bir orta yol ve denge oluşturabilmek üzere laik devlet modelini ana gövde olarak kabul ediyordu. Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu sırasında sürekli olarak Hristiyan Avrupa ile din konularında çekişirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da yeni kurulan İsrail ile de İslam devleti konusunda birçok tartışmalar ve gerginlikler birbirini izlemiş, Türk vatandaşı olarak Türklüğün içinde yer alan birçok Musevi vatandaş, din konularına karışırken ya da tarikatların önderliği gibi alanlarda rol alarak etkili olmaya çalışırken, Türkiye’de din yönetimi alanında birçok yeni sorun ortaya çıkmıştır. Bu sorunlar dini konuları öne çıkarmış ve soğuk savaş sonrası dönemde, Türkiye’de açıktan İslamcı partiler kurularak siyaset sahnesinde özgürce yer alabilmişler ve zaman içinde toplumu kucaklayıcı bir büyüklüğe kavuşarak, uzun süreli iktidar olma şansını da elde etmişlerdir.  Halk kitleleri giderek genişleyen Müslüman tabanı temsil eden partileri desteklemeye başladıklarında, cumhuriyetin kurucusu ve öncüsü olan Atatürk’ün partisini de kitlesel olarak Türkiye’nin gayrimüslim vatandaşları desteklemeye başlamıştır. Bu ayırımın giderek kamplaşmaya dönüşmesi ile birlikte, Türkiye son yıllarda içinden çıkılmaz bir sarmala sürüklenerek, dinler arası çekişme alanı haline gelmiştir. Dinler arası çekişmelerin tarihte olduğu gibi savaşlara dönüşme ihtimali bugün yüksek görünmektedir.

                Türklerin ana vatanı olarak kabul edilen Anadolu yarımadasında Türklüğün ve Türkçülüğün ana sorunu olarak dinin öne çıktığı görülmektedir. Tarih boyunca dinler arası çekişme ve çatışmalar yaşanmış ve bunların uzantıları günümüze kadar gelmiştir. Türkiye gibi üç kıtanın tam ortasında yer alan bir ülkenin bu dinler ve tarikatlar arasında çekişmelerden fazlasıyla rahatsız oldukları ve bu yüzden de uluslaşma süreçlerinin önünün kesildiği, ya da dinci kesimler ile laik kesimler arasındaki çekişmelerin çatışmalara dönüşerek kamplaşmalara yol açtığı anlaşılmaktadır. Rusya’daki Türkler Şaman, Hristiyan ya da Musevi dinlerine sahipler, Türkiye’deki Müslümanların bir kesimi ise ya Hristiyan ya da Musevi dinlerine mensup görünüyorlar, bu nedenle de dini kimlikleri ön plana geçtikçe, ulusal kimlikleri geri giderek Türklük ile mesafeli bir duruma düşüyorlar. Dinin ana belirleyici olduğu yapılanmalar içinde kimlikler ortaçağ dan bu yana dine dayalı olarak belirlenmiştir. Ne var ki, on sekizinci yüzyılın getirdiği bir yenilik olarak ulus devletler öne geçerken, zamanla ulusal kimlikler bunların uzantısı biçiminde gerçeklik kazanmışlardır. Dini örgütlenmelerin güçlü olması nedeniyle din esaslı cemaatler ya da tarikatlar uluslaşma akımına karşı çıkarak direnmişler ve bu yoldan uluslaşma süreçlerinin önünü kesmeye çaba sarf etmişlerdir. Üç yüz yıllık bir geçmişe sahip olan uluslar dinler kadar tarihi ağırlığa sahip olmadıkları için dinlerle olan çekişmeli süreçte ulusların ve ulus devletlerin zayıf kaldıkları, buna karşılık dini grupların küresel şirketler tarafından desteklenerek ulus devletlerin karşısına çıkarıldıkları anlaşılmaktadır. Bir taraf ta uluslar ve ulus devletler ittifakı varken, bunlara karşılık küreselleşme süreci içinde emperyal şirketler ile tarikatların iş birliği yaparak ortaya çıktıkları anlaşılmaktadır. Tekelci büyük sermayenin dünyayı kendi imparatorluğuna çevirme noktasında, şirketler ile devletler kapıştığı için küresel emperyalizm hem ulusları hem de ulus devletleri karşısına alarak yıkmak ve eritmek çabası içindedir.

                 Anadolu yarımadası üzerinde kurulan Türk devletinin hem Orta Asya’dan gelen bir ulus sorunu hem de Orta Doğu bölgesinden gelen din sorunu bulunuyordu. Dünyanın ortasında kurularak çağdaş uygarlığın içinde yer almayı hedefleyen Türklerin hem dini hem de dili ve kültürü batının önde gelen ülkelerinden çok farklı bir yapıda olduğu için, Türklerin modernleşme çabaları her zaman için batı dünyasının dışında gerçekleşmiş ve batılıların görmezden geldikleri boşa kürek sallanan bir çabanın sonucu olarak değerlendirilmiştir. Hristiyan dünya sürekli olarak küçümsediği Müslüman ülkelerle Türkiye’yi sürekli olarak karşılaştırmış ve her zaman için, Atatürk Türkiyesi’nin çabalarını küçümseyen bir yaklaşım içinde olmuştur. Hristiyanların Müslüman ve Musevi toplulukları Avrupa dışına atması yüzünden bir Türk devleti çağdaş bir cumhuriyet rejimi olarak bile Avrupa Birliği’ne üye yapılmamaktadır. Eski Osmanlı eyaletlerinin Hristiyan olanları Avrupa Birliğine tam üye yapılırken Avrupa’nın tam ortasında yer alan eski Osmanlı eyaletleri olarak Bosna ve Arnavutluk Müslüman kimlikleri nedeniyle dışarıda tutulmakta ama Slovenya ve Hırvatistan gibi Hristiyan ama küçük Avrupa devletleri Avrupa Birliği’ne tam üye yapılarak tam anlamıyla bir çifte standart uygulanmaktadır. Eski imparatorluk coğrafyasının üç kıtaya birden dağılması yüzünden, bu kıtalardan gelen yansımalar doğrultusunda farklı yapılanmalar ulus devletlerin içinde görülmüş ve bu yüzden de eski imparatorluk döneminde olduğu gibi homojen yaklaşımlar geliştirerek bütün bölge ülkelerini bir araya getiren birliktelik ya da uluslararası yapılanmalar şimdiye kadar tam olarak gerçekleştirilememiştir.

                Kırım-Kazan-Kafkasya üçgeni arasında planlanan ve öncelikle Rusya’da kurulmak istenen Türk devletinin bu bölgede kurulamaması yüzünden, Türkçüler Rusya’dan kovularak İstanbul’a geldiklerinde Türk devletini Anadolu yarımadası üzerinde kuruyorlardı.  Rusya’daki Türk topluluklarının bazılarının Hristiyan diğerlerinin de Musevi olması yüzünden, kuzey bölgesi Türkleri arasında İslamiyet fazla yaygınlaşmamıştı. Osmanlı devletinin Müslüman bir devlet olması yüzünden kuzey Türklerinin içindeki Müslümanlar Anadolu’ya gelerek, Türk dünyasında İslamın etkilerini daha da güçlendirmeye çaba gösteriyorlardı. Kuzeyden gelen Türkler Anadolu’nun Müslümanlığına destek olurlarken, Orta Doğu bölgesinde yer alan tarikatlara karşı mesafeli davranarak sahip oldukları Türk kimliğini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda yer alıyorlardı. Türk kimliği kuzeyli Türkler arasında ön planda geliyor, dini ya da kültürel diğer alt kimlikler ikinci planda bırakılarak Ruslar’ın sonradan egemen olduğu eski Hazar ülkesinde, Türklüğün yeniden tarih sahnesine çıkabilmesi için hazırlıklar yürütülüyordu. Rusya’dan gelen Müslümanlar Anadolu topraklarında yaşamaya başladıktan sonra bu yarımadayı vatan olarak benimsemişlerdir. Özellikle  Rus emperyalizmine karşı Tuna boylarında direnen Osmanlı yönetimi sırasında Namık Kemal ve benzeri vatansever yazar ve ozanlar, Rus emperyalizmine karşı Tuna boylarında uzun süreli bir direnişi örgütleyerek, Rusya’daki Türkçü birikimin  Balkanlar üzerinden Osmanlı devletine de yansıması için  çaba göstermişler ama, Balkan bölgesindeki heterojen nüfus yapısı yüzünden, bu vatanseverlik çıkışı  Osmanlılardan daha çok Balkan savaşları ile imparatorluktan kopan küçük ulus devletler de vatanseverlik ve benzeri ulusalcı yaklaşımlar, Balkanlara Rus emperyalizminin girişini önlemiş ama bir Osmanlı milliyetçiliği yaratarak, Balkan topraklarında bir büyük kucaklaşmayı yaratamamıştır.  Din farklılığı Balkanların Osmanlı devletinden kopmasının arkasında yatan ana meseledir. Namık Kemal yıllarca uğraşmasına rağmen bir vatan şairi olarak Balkan Hristiyanlarına fazla bir mesaj verememiş ve bu nedenle de Osmanlının çöküşü durdurulamayarak hızla dağılma gerçekleşmiştir. Osmanlı milleti yaratılamayınca Türk kimliği sonradan Rusya’daki birikim üzerinden imparatorluk ahalisine yansıtılmıştır.

                Savaşlar aracılığı ile Osmanlı devletinin elinden çıkan bütün ülke ve bölgelerdeki ahali merkeze dönerek göçmenler aracılığı ile Anadolu yarımadasına gelerek yerleşiyordu. Osmanlı bitme noktasına geldiğinde gayrimüslüm topluluklar ülkeyi terk ediyorlar ama elden çıkan topraklarda yaşamını sürdüren Türk toplulukları ve Müslüman cemaatler, Anadolu topraklarına gelerek her kente yerleşiyorlardı. Balkan savaşları sonrasında Türkiye’nin elinde sadece doğu Trakya bölgesi kalıyordu. Bütün ahalisi Türk asıllı olmasına rağmen batı Trakya’nın da yeni Türk devleti çatısı altına girmesini, Balkanlar da yeni kurulmuş olan küçük Hristiyan devletlerin büyüme isteği yüzünden Osmanlı dönemi sonrasında, ilk Türk cumhuriyetinin kurulduğu Batı Trakya bölgesinin de Türklerle kaynaşmasına izin verilmiyor ve bu bölge hiç ilgisi yok iken, Haçlı bir bayrak altında kurulmuş olan Hristiyan devleti olarak Yunanistan’a bağlanıyordu. Böylece Osmanlı topraklarının önemli bir merkezi olan Rumeli bölgesi Yunanistan’a verilerek İngiliz himayesinde bir Hristiyan yapılanması eski Osmanlı alanlarında örgütleniyordu. Yunanlılar din üzerinden milliyetçilik yaparak Hristiyan dünyasının önde gelen devletlerinin desteğini alırken, Anadolu’ya dönerek yerleşen Osmanlı Müslümanları da yeni dönemde bir milliyetçi çatı olarak Türklüğü kabul ederek ulusal çatı altında bir araya gelmeye çalışıyorlardı. Avrupa’daki din çekişmelerinin Osmanlı topraklarına yansıyarak bu ülkenin arazisi üzerinde iç savaş senaryolarını devreye soktukları noktadan sonra, imparatorluğu yöneten elit kadro artık çok uluslu ya da dinli kozmopolit yapıların birlikte yola devam etmeleri konusunda, umutlarını kaybederek gelecek için karamsarlık çizgisine kayıyorlardı. Yüzlerce yıl değişik din ve kültürden insanları çatısı altında bir araya getirerek örgütleyen bir imparatorluğun sona erdiğini Balkan yenilgisi açıkça ortaya koyuyordu.

                Çok dinli ve kültürlü bir kozmopolit yapılanmadan çıkarak uluslaşma sürecine doğru yol alan Osmanlı devletinin son çare olarak örgütlediği İttihat ve Terakki Cemiyeti, Balkan savaşı sonrasında Anadolu yarımadasını kurtarmak üzere devreye girerek resmen emperyalist güçlere karşı mücadeleye başlıyordu. Anadolu halkının yanı sıra son dönemlerde elden çıkan eski Osmanlı bölgelerinden gelen Müslüman ve Türk gruplar Anadolu’ya yayılarak yerleşirken, imparatorluğu ayakta tutmak üzere Türklüğün güçlendirilmesi amacıyla Türkçe bütün okullarda zorunlu eğitim dili haline getirilerek, farklı dillerde eğitim yapan azınlık okulları kontrol altına alınıyordu. Türkçe eğitimin başlatılmasıyla birlikte bütün ülkede bir Türkleştirme süreci başlatılarak, Türkçe eğitim üzerinden halk kitlelerinin ulusallaşmasına çaba gösteriliyordu. İttihat ve Terakki  bu aşamaya kadar benimsemediği Türkçülük akımını, son noktada kabul ederek geride kalan halkın uluslaşarak bir var olma mücadelesini örgütlemeye çalışıyordu. Artık gayrimüslimler ile yollar ayrılıyordu.

                Osmanlıcılık yaparak Osmanlı milleti yaratmakta çok geciken imparatorluk yönetimi, son aşamada varlığını koruyarak yoluna devam etmek için, Türkçülüğü ulusal bir devlet ve toplum düzeni oluşturmak amacıyla benimsiyordu. Balkan savaşları imparatorluğu bitirirken, burada başlayan savaşın daha sonra Osmanlı cephelerine dağılmasıyla birlikte Türkçülük akımı, Türk ulusalcılığı olarak Türk kökenli grupları emperyalizme karşı örgütleyerek, Kuvayı Milliye direnişini yürütmüştür. Devlet çöktükçe içinde tek sağlam kalmış çekirdeğin Türklük olduğu anlaşılınca, mücadele bütünüyle Türklük ve Türkçülük üzerinden yürütülerek, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yol açılmıştır. Son aşamaya kadar Osmanlıları destekleyen Müslüman Araplar daha sonra bir İngiliz kışkırtmasıyla Türkleri arkadan vurunca, bu kez Türk orduları aynı zamanda Müslüman birliklerin arkadan saldırılara geçmeleri gibi, askeri senaryolarla da uğraşmak zorunda kalmışlardır. Misakı Milli andı hazırlanırken Doğu Trakya’da yeni Türk devletinin sınırları içine alınarak, Anadolu ve Trakya düzeni kurulmuştur. Arapların kopuşundan sonra Anadolu halkı, büyük bir çoğunlukla Türkleşerek batı emperyalizmine karşı güçlü bir var olma savaşı veriyordu. Bu nedenle Türk ulusunun savaş alanında ortaya çıktığını ve bu durumun da yeni Türk devletinin kuruluş aşamasında güçlenme sağladığını artık Türkler görmeye başlamıştı. Abdülhamit savaş alanlarından geri çekilirken, doğu Anadolu’da bir Ermeni isyanı çıkması ve Ermeniler üzerinden Rusya ve Fransa gibi batılı emperyalistllerin, Türklerin elinden Müslüman topraklarını almak üzere yeni geliştirilen Hristiyan dayanışmasının, Kafkasya ve Hazar bölgelerinde Ermeni savaşları aracılığı ile sonuca gideceği gibi planlar yüzünden, Doğu Anadolu toprakları bir savunma savaşının geçtiği yer olarak öne çıkıyordu. Beş yıl süren ulusal kurtuluş savaşı sırasında Ermeni sorunu Suriye’ye tehcir yolu ile çözüme kavuşturulmaya çalışılıyordu. Osmanlı yönetimi katliam yerine tehciri uygulayarak daha insancıl bir seçeneğe yöneliyordu. Ermeni meselesi Osmanlılara karşı olduğu gibi, yeni Türkiye için de batının uzantısı bir Hristiyan işgali olarak görülüyordu. Osmanlının eski ahalisi olarak Ermeniler Müslüman karşıtlığını öne çıkarırken Türkler belgede yeni bir düzen kurulabilmesi için hem tehcir hem de mübadele antlaşmalarını birlikte uygulayarak, eski dönemi bitirmek için çaba göstermişlerdir.

                Din meselesi Türkiye’nin olduğu gibi bütün devletlerin de önde gelen meselesidir. Dünya tarihine bakıldığında önce Museviler, sonra Hristiyanlar ve son olarak da Müslümanlar öne çıkarak kendi din anlayışları çizgisinde dünyadaki olayları ve gelişmeleri kontrol etmeye çalışmışlardır. Hristiyanlar ve Müslümanlar bütün dünya ülkelerinde çekişirken, Museviler merkezden her iki dinsel tabanı da tarikatlar ve siyasal örgütler aracılığı ile  yönlendirerek evrensel bir düzeni hedeflemişlerdir. Dünyayı yönettiği öne sürülen İllimünati isimli gizli dünya devletinin bir yöneticisi, birinci dünya savaşının imparatorlukları ortadan kaldırdığını, ikinci dünya savaşının ise İsrail devletini kurduğunu , ve gelmekte olan üçüncü dünya savaşının da dinleri ortadan kaldıracağını  açıkça yazmıştır. Şimdi durduk yerde bir cihan savaşının olamayacağını, ancak böyle bir savaş için ortamı hazırlayacak olayların çıkartılmasıyla birlikte, insanlığın savaşlar çıkmazına saplanıp kalacağını artık herkes görebilmektedir. İslam aleminin Ramazan Bayramı gecesinde İsrail’in Müslümanların kutsal yeri olarak Mescid’i Aksa Camisinin bombalaması, bir üçüncü dünya savaşı çıkartabilecek nitelik taşıyan bir büyük saldırıdır. Olay gecesi sonrasında ortaya çıkan çatışmalar bir haftaya yakın bir süredir devam etmekte ve üçüncü dünya savaşı senaryolarını akıllara getirmektedir. Dinler arası savaş gene Müslümanlar ile Hristiyanlar arasında olacak ve böylece yüz yılda kurulabilen, küçük İsrail devleti Büyük İsrail Federasyonuna dönüştürülerek, Büyük İsrail hayalleri ile oyalanacak din savaşçıları kutsal toprakların ve ırmakların yer aldığı merkezi alanda üçüncü bir büyük savaşa yönlendirileceklerdir. Son dönemdeki gelişmelere bakıldığında Orta Doğu ile birlikte Balkanlar’da yeni çatışma ortamı olarak devreye girmektedir. Hristiyan Avrupa ile Müslüman Orta Doğu karşı karşıya gelerek savaşırsa, o zaman   dünyanın bütün merkezi alanı sonunda Yahudilere kalır. Böylesine projelerde din gene ana sorun olarak öne çıkarılırsa, o zaman kıyamet senaryolarına yaklaşıldığı anlaşılmaktadır. Günümüzde Türkiye’nin ana meselesi din sorunudur ve bu sorun ancak ulusal kimliklerle aşılabilmelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN  

 

11 Mayıs 2021 Salı

TÜRKİYE CUMHURİYETİ TÜRKÇÜLÜĞÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKİYE CUMHURİYETİ TÜRKÇÜLÜĞÜ

                 Türklük tarihin en eski olgularından birisidir ama Türklüğün uzantısı olarak yirminci yüzyılda dünya haritasında yerini almış olan Türkiye Cumhuriyeti, son yüzyıllarda insanlığın yaşamış olduğu siyasal gelişmelerin bir sonucu olarak tarih sahnesindeki yerini almış olan bir devlet modelidir.  Bu yapısı ile yüz yıl önce tarihsel gerçeklik kazanmış olan Türk devleti bu dönemde yeni bir yüzyılın içine doğru sürüklenirken, geçmişten gelen yapısı ve modeli giderek tırmanan bir düzeyde tartışılmaya çalışılmakta ve yeni bir dünya düzeni kurmak isteyen egemen güçlerin, kendi çıkarları ve projeleri doğrultusunda farklı bir çizgide yeni baştan kurulmaya çalışılmaktadır. Ortalıkta egemen güçlerin çıkarları doğrultusundaki plan, program ve projeler uçuşurken, Atatürk’ten Türk ulusuna miras kalmış olan çağdaş cumhuriyet ve ulus devlet yapılanmalarının giderek tasfiye girişimleri ya da güç merkezlerinin çıkarlarına uygun düşecek bir biçimde dönüştürülmek üzere fırsat kollandığı yeni bir aşamaya gelinmiş bulunmaktadır. Yüz yıl önce gerçekleştirilemeyen alternatif devlet yapıları yeni güç dengelerine paralel bir biçimde öne sürülürken, son dönemlerde gündeme getirilen değişik ve farklı devlet modelleri doğrultusunda, Atatürk cumhuriyeti baskı altına alınmaya ve güdümlü politikalar aracılığı ile Türk ulusunun çıkarlarına aykırı düşecek yeni bazı macera girişimleri doğrultusunda  ortaya Türklük ya da Türkiyecilik modelinden giderek uzaklaşılan, yeni öneri paketleri ya gizli  oturumlarda ya da uluslararası toplantılarda açıktan gündeme getirilerek, Türk ulusundan bu doğrultularda önemli ölçülerde ödün talepleri ile, Türkiye Cumhuriyeti devletinin önü  her yönü ile kesilmeye çalışılmaktadır.

                Türkiye ve Türklük karşıtı kesimler ya da siyasal ve ekonomik merkezler, imparatorluk çöküntüsü üzerine gerçekleştiremedikleri plan ve projelerini bugün yeniden dayatarak, yüz yıl önce gerçekleştiremediklerini bir yüzyıl sonra yeniden denemek üzere siyasal gündemin önüne koyarak, Türk ulusu ve devleti ile eskisi gibi hesaplaşmaya başlamışlardır. Bu yönde ortaya çıkan girişimler incelendiği zaman uluslararası alanda güçlü yere sahip batının önde gelen devletleri ile, Türk toplumu içinde var olan etnik, dinsel ve kültürel alt kimlikli topluluklar arasında yeni yakınlaşmalar ve geleceğe dönük projeler çizgisinde iş birlikleri ve ortaklıkların kotarıldığı ortaya çıkmıştır. Dünyanın merkezi bölgesinde yer alan  ve Anadolu  ile Trakya bölgelerinde yeni devlet yapılanmalarını öne çıkaran  yeni haritalara bakıldığında, bunların hepsinde  bugünkü çağdaş ulus devlet olarak varlığını koruyan Türkiye Cumhuriyeti’nin devre dışı bırakıldığı ve bunun garantisi olan Misakı milli sınırlarının ortadan kaldırıldığı, yerine daha küçük ve eyalet modeli parçalı yapılanmaların öne çıkarılarak Türk toplumu içinde yer alan ve bugüne kadar varlığını koruyarak günümüze kadar gelen etnik, dinsel ve kültürel cemaat yapılarına, eskisinden çok farklı yeni devlet modelleri hazırlandığına tanık olunmaktadır. Bu gibi düşmanca girişimlere yüz yılı aşan bir süre içinde muhatap olan Türk devleti yirmi birinci yüzyılın yeni dünya düzeni çerçevesinde, dünyanın merkezi alanında eskisi gibi büyük orta boy bir ulus devlet olarak bırakılmak istenmemekte, iki yüz ulus devletin geleceği tartışılırken beş bin alt kimlikli kültürel yapıdan siyasal bir yeni oluşuma nasıl geçileceği, giderek artan bir tempoda tartışma konusu yapılmaktadır. Büyük ulus devletler alt kimlikçi yeni siyasal rüzgarlar doğrultusunda paramparça yapılmaya çalışılırken, Yugoslavya modeli çözülme ve dağılma projeleri her devletin ya elinden ya da üzerinden geçmektedir. Devletler arası rekabet düzeni içinde her ulus devlet kendisini korurken, parçalayıcı senaryo saldırılarına karşı kendini her yönden korumaya almaktadır. Ulus devletler hem kendi çıkarları için korunma senaryolarına hem de uluslararası alanda karşı etkinlikler sağlayarak denge kurmak amacıyla daha aktif politik ve diplomatik yeni girişimlere girmek zorundadırlar.  Bu tür girişimlerin birbirini izlemeye başladığı dönemlerde her devlet önce kendi varlığını korumak ve güvenliğini savunmak için yeni önlemler almak zorundadır.

                İnsanlık dünya kıtalarına yayılırken  önce tek tanrılı dinler ile  bu dağılımı gerçekleştirmiş ve daha sonra yaşanan gelişmeler sürecinde de üzerinde yaşanan toprak parçasının vatan olarak benimsenmesiyle, bu bölgede topluca yaşamakta olan insanlar ülkesel birlik oluşturmak üzere  daha büyük bir toplumsal yapılanma sağlanması için çaba gösterirlerken, savundukları çıkarlarını sistematik bir bütün içinde bir ilkeler bütününe doğru yönlendirerek, bugünkü milliyetçilik ya da ulusalcılık akımlarının ortaya çıkması için zemin hazırlamışlardır. Her ülkede modern toplumlar uluslaşma süreci içinde ortaya çıkarken, kendi çıkarlarını gerçekleştirmek ve diğer ülke ya da devletler ile yarışmak doğrultularında kendiliğinden milliyetçilik akımlarına doğru yönelmişlerdir. Türkiye Cumhuriyeti de yirminci yüzyılın başlarında imparatorluktan ulus devlet modeline geçiş aşamasında kurulurken, kendi vatanını, milletini ve de siyasal yapılanmasını düşünerek hareket etmek zorunda idi. Her devlet kuruluş aşamasında ya dışarıdan ya da içeriden bir inisiyatif sayesinde kuruluşunu tamamladığından bu güç merkezinin kimliği ve gelecek planı, ulus devletlerin kuruluşunda ana faktör olarak dikkate alınmalıdır. Kuruluş sırasında ya uluslar oluşmuştur ve ikinci aşamada kendi devletlerini kuracaklardır ya da dünya planı doğrultusunda üzerinde yaşanılan toprak parçasında bir ulus devlet kurulması için bir uluslararası inisiyatif devreye girerek, kurulmuş olan ulus devletin kendi ulusunu yaratması çizgisinde hazırlıkları ve gelişmeleri yönlendiren bir iradeyi ortaya koyabilmektedir. Bu açıdan, İtalya devletini kurmuş olan kadronun başındaki liderin artık sıranın İtalyan ulusunu oluşturmaya geldiği hakkındaki değerlendirmesinin arkasında çok büyük bir siyasal gerçeklik yatmaktadır. Önce devlet kuruluyorsa, sonradan örgütlenen toplumsal yapının adı devlet ulus olarak kabul edilmektedir. Ama önce toplumsal oluşum olarak uluslaşma tamamlanıyorsa, kurulmakta olan devletin adı buna göre ulus devlet olarak benimsenmektedir.

                Türkiye ‘de uluslaşma olgusu Kuvayı Milliye yıllarında tamamlandığı için önce Osmanlı ahalisinden Türk ulusunun oluşumuna geçilmiş ve savaş koşullarında çok kısa bir zaman dilimi içinde Türkleşme tamamlanarak, Türk devleti bölgesel kongreler  yapılması ve  Türk Ocaklarının yurt düzeyinde  örgütlenmesi üzerine, Türkçülük akımının  Misakı Milli sınırları içerisinde yaygınlık kazanması sonrasında, Türkler ve Türkçüler ulus devletler çağına girilirken, kendi ulus devletlerini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurmuşlardır. Daha önceden oluşmuş bir Türkçülük akımı bir milliyetçi potansiyel olarak ortaya çıkarken Osmanlı ahalisinden geri kalan nüfus, Türkçülük akımını yeni bir kimlik olarak benimseyerek, Türkleşen toplumun daha sonraki aşamada kendi devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmasına giden yolu açıyordu. Osmanlı döneminden kalma bazı toplulukların alt kimlik kullanması gibi bir durumun yeni dönemde önü kesilirken, yurt düzeyinde örgütlenen Türk Ocakları örgütlenmesi aracılığı ile Türkçülük akımı alternatif bir milliyetçilik ideolojisi olarak toplumun önüne çıkarılıyordu. Osmanlı devletinin teslim olması ve ülke topraklarına batılı emperyalist devletlerin girerek işgalcilik yapmaları  sürecinde ,düşmana karşı antiemperyalist savaş öncelik kazandığından, emperyal ulus devletlere karşı çıkış ,onlarla savaşma ve işgal edilen ülke topraklarını geri alma gibi durumlar, Osmanlı ahalisinin hızla uluslaşma sürecine girmesine ve bu doğrultuda Türk kimliğinin benimsenerek yeni bir üst kimlik konumunda, eski Osmanlı ahalisi için farklı bir seçenek olarak öne çıktığı görülmektedir. Daha önceki dönemler de bir ulusal göç olgusuna bu topraklarda rastlanmadığı için, Anadolu halkı hem çok parçalı hem de bir imparatorluk coğrafyasının kozmopolit sosyolojik yapılanması olarak ortada duruyordu. Bu aşamada Birinci Dünya savaşını kaybederek Osmanlı devletinin çöküşüne yol açanların, yeniden bir imparatorluk düzeni oluşturarak Anadolu’nun merkezinde yer alacağı bir büyük devlet yapılanması kurmak amacıyla, Orta Doğu bölgesini bırakarak ve Orta Asya topraklarına yönelerek, Türk dünyasını Rus ve Çin emperyalizmlerinin elinden kurtarmaya öncelik verdikleri görülmektedir. Savaşı kaybedenler Orta Asya bölgesinde hayal peşinde koşarlarken, vatansever Türkler, Orta Doğu’nun zorlu koşullarında büyük bir ulusal kurtuluş savaşına yönelerek, Türk Ocakları çizgisinde bir Türkçülüğün önünü açıyor ve Anadolu yarımadasını Türkiye adı ile Türkçülüğün ve Türklerin ana vatanı konumuna getiriyorlardı.

                Anadolu toprakları hem dünyanın merkezi ülkesi olarak zamanla önem kazanıyor hem de üç büyük tek tanrılı din tarafından kutsal topraklar olarak da ilan ediliyordu. Sırasıyla Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık gibi üç büyük tek tanrılı din Orta Doğu toprakları üzerinde yaygınlık kazanarak din esaslı devlet yapılanmalarına yöneliyorlardı. Roma imparatorluğu öncesinde bölgede Musevilik dininin öne geçmesi ama daha sonraki aşamada Roma imparatorluğu aracılığı ile Hristiyanlık dininin merkezi alanda yaygınlık kazanması sonrasında, Avrupa kıtasına da bu yapılanma sıçrayınca, üçüncü büyük tek tanrılı din olarak Müslümanlık sekizinci yüzyılda merkezi alanda dünya sahnesine çıkmış ve kısa bir zaman diliminde etkinlik sağlayarak, orta dünya bölgelerinde yaygınlık kazanmıştır. Milattan sonra yaşanan iki bin yıllık tarih üç büyük tek tanrılı dinin hem dünya hegemonyası hem de merkezi alan egemenliği için çekişmesini ortaya çıkarmıştır. Orta dünyanın tam merkezinde yer alan Anadolu yarımadası da böylesine bir sürecin fazlasıyla etkisi altında kalmış ve dinler arası çekişme ve kavgaların ortaya çıkardığı güçler dengesine göre gündeme gelen yeni siyasal yapılanmalar da bu yarımada üzerinde birbirinden farklı devlet modellerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bu coğrafya dinler arasındaki çekişme ve yayılma yarışı olarak ele alındığında Musevilik, Hristiyanlık ve Müslümanlık olarak üç din tarzı siyaset Orta Doğu bölgesinin yönetiminde ön planda etkili olmuştur. Dinlerin giderek artan etkileri devlet yapılanmalarında çok etkili olmaya başladığında, din ve devlet ilişkilerinin normal bir dindarlık ve ateistlik çekişmesinin ötesinde daha farklı bir rotada ayarlanmak istenmesi, dinlerin ötesinde sonradan ortaya çıkan ulusların çekişmeleri ya da hegemonyaları üzerinden, dinden uzaklaşan bir laik yapılanma arayışını da Orta Doğu ve Avrupa bölgelerinde gündeme getirmiştir.

                İki eski tek tanrılı din olarak Musevilik ve Hristiyanlık bölgede egemenlik yarışına girdiğinde Roma ve Bizans imparatorlukları üzerinden Helenizm, Avrupa’nın doğusu üzerinden merkezi alanda Hristiyanlığın daha etkili olması gerçeğini öne çıkarmıştır. Ne var ki, önce Roma ve daha sonra da Bizans imparatorluklarının dağılmaları üzerine   Avrupa merkezli on iki Haçlı seferi ile orta dünya    Vatikan merkezli Hristiyanlık düzeni çerçevesinde ele geçirilmeye çalışılmış ve Haçlı seferlerine karşı çıkan Selçuklu İmparatorluğunun, Kuzey Asya’dan harekete geçerek  merkezi alanlara göç etmesi ve daha sonra da Selçuklu İmparatorluğunun merkezi bir devlet olarak kurulmasıyla birlikte, yeniden Roma ve Bizans hegemonyasının orta alanda meydana çıkmasına izin verilmemiştir. İsa’nın ortaya çıkışından sonra Musevilik ve Hristiyanlık her yerde çekişme sürecine girdikleri için, Orta Doğu’da bu nedenle meydana çıkan otorite boşluğunun giderilmesinde İslamiyet önemli bir rol oynamıştır. İslam önce Emevi ve daha sonra da Abbasi hanedanları aracılığı ile merkezi imparatorluklara dönüşerek kutsal topraklar üzerinde etkisini yaygınlaştırırken, iki büyük dünya savaşının çıkmasına neden olan siyasal gelişmeler bu topraklar üzerinde birbiri ardı sıra gündeme gelerek, insanlığın bir kıyamet senaryosu ile karşı karşıya gelmesi gibi olumsuz durumlar da yaratılmıştır. Avrupa üzerinden Orta Doğuya gelerek hegemonya kuran Romalılar ve Bizanslılar gibi Hrisiıyan uygarlıklar, Helenizm gibi bir sosyokültürel oluşumun etkisiyle hareket etmişler ve Helenizm ile İbranilik tartışılırken, Roma ve Bizans imparatorluklarının içeriden çökertilmesi gibi olumsuz gelişmelere de yol açmışlardır. Helenizm Hristiyanlığı temsilen Avrupa üzerinden bölgeye gelirken, İbranilik de Museviliğin uzantısı olarak Hristiyanlığın yerini alan Helenizm ile karşı karşıya kalmıştır. Bölgede tam anlamıyla bir düzen kurulabilmesi dinler arası çekişmeler yüzünden hep geride kalmıştır. Romalılar bölgeye geldiklerinde var olan iki Yahudi devletini yıkarak açıktan bir İsrail ve Yahudi karşıtlığını öne çıkarıyorlardı. Sonraki aşamada ise Hristiyanlığın Roma ve Bizans çöküşü sonrasında merkezi alanda etkinlik kurmasını önlemek üzere, Emevi ve Abbasi gibi Müslüman imparatorluklar ile birlikte, daha sonraki aşamada da  Selçuklu ve Osmanlı gibi iki Türk imparatorluğu devreye girmiştir. Bugün gelinen noktada orta dünyanın geleceği eskisinden çok farklı bir noktaya doğru sürüklenmek istenmekte ve dünyanın merkezi alanı bütünüyle bölgesel bir yeni imparatorluğa dönüştürülmek istenmektedir. İki büyük Türk imparatorluğu sonrasında bir Siyonist imparatorluk planı bölge halkına dayatılmaktadır.

                İmparatorluklardan ulus devletlere geçiş sürecinde merkezi alanda hiç ulus devlet bulunmamasına rağmen, yeni dünya düzeni  oluşturma sürecinde yirminci yüzyılın başlarında her bölgede olduğu gibi ,merkezi alanda da ulus devlet yapılanması öne geçiyordu. Ülkenin önde gelen düşünce birikimini temsil eden kadrolar imparatorluk sonrasında önce Osmanlı ulusu yaratmaya öncelik vermişler ama bu konuda başarılı olamayınca da bu kez Orta Doğu’nun üç tek tanrılı dininden bir İslam ulusu yaratarak Osmanlı devletinin devamlılığını sağlayamaya çalışmışlar ama Balkanlar’da yaşamakta olan gayrimüslim topluluklar İslam ulusu oluşumuna karşı çıkınca, üçüncü aşamada  Türk asıllı bir halk çoğunluğunun imparatorluk sınırları içinde yaşamasını dikkate alarak, yeni  kurulacak ulus devletin buna dayanarak Türk ulusu kimliği ile örgütlenmesi  gerektiğine inanarak, Osmanlı sonrası dönemin hazırlıklarını Türk kimliği ve Türklük olgusu üzerinden  tamamlamaya öncelik vermişlerdir. Böylece daha sonra Türkiye adını alacak olan Anadolu yarımadası üzerinde  Türklüğün ve Türklerin ana vatanı olarak  Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol açılmıştır. Bu coğrafyanın iki bin yıllık tarihi incelendiği zaman doğu ve batı arasında esen siyasal rüzgarların bölge haritalarını değiştirdiği ve bu doğrultuda da ortaya çıkan göç hareketlerinin de bölge ülkelerindeki nüfus yapılanmalarını yönlendirdiği görülmüştür. Sürekli göçler nedeniyle Kafkaslar ve Balkanlar küçük topluluklardan oluşan yeni bir yapılanmaya sürüklenmiş ama bu iki bölge arasında yer alan Anadolu yarımadası üzerinden bir ulus devlet oluşturulurken, geçmişten gelen bütün göç dalgalarının miras olarak bıraktığı belirli nüfus kalıntılarının, Osmanlı imparatorluğu döneminde de bölge nüfusunun yeniden yapılanması ya da ortaya çıkan farklı durumlara göre biçimlenmesi ,Osmanlı ahalisinin oluşumunu  yakından etkileyerek yarımada üzerinde ulus devlet oluşumunu sağlamıştır.

                Orta Doğu bölgesinin tarihi Anadolu merkezli olarak incelendiğinde herhangi bir, ülke ya da bölgeden topluca bir nüfus göçüne rastlanmamaktadır. Öncelikle Türkistan’dan çok büyük bir Türk göçünün tarihin herhangi bir döneminde gerçekleşmediği görülmektedir. Ne var ki, Anadolu yarımadasının üç kıtanın tam ortasında yer alması nedeniyle her dönemde kıtalar arasındaki göçler ve yeni siyasal yapılanmalar doğrultusunda farklı devlet biçimleri uygulamada öne çıkarken, nüfusun da bu duruma göre yenilenmeye doğru sürüklendiği göze çarpmaktadır. Türkistan’dan toplu bir göç hiçbir zaman Anadolu üzerinde olmamış ama Milattan sonra yaşanılan iki bin yıllık dönemde Türkistan ve civarındaki Türk ülke ve topluluklarından ayrı ayrı ve azar azar belirli Türk kökenli toplulukların, Ön Asya bölgelerine indikleri ve bu sırada içlerinden bazı grupların da Anadolu’nun çeşitli bölgelerine gelerek yerleştikleri görülmüştür. Bugünkü Türkiye nüfusu bu nedenle iki bin yıllık dünya ve Orta Doğu tarihinin bir uzantısı olarak ele alınmalıdır. Asya’dan Avrupa’ya veya tamamen tersi biçimde Avrupa’dan Asya’ya veya Afrika’dan Asya’ya gibi göçler tarihin her döneminde devam etmiş ve her göç olayının gerçekleşme döneminde, bazı boyların ya da kalıntıların merkezi coğrafya da kaldıkları ve zaman içerisinde bölge halkları ile kaynaşarak ortak yaşama katılmaları her zaman için gündeme gelmiştir. Tarih içinde Romalıların Bizanslaşması ya da Selçukluların Osmanlılaşması gibi dönemsel nüfus dönüşümleri ile de karşılaşılmış ve bu gibi değişimlerin bölge halkları ile birlikte Anadolu halkını da yakından etkilediği anlaşılmıştır. Orta ve Kuzey Asya’dan dünya sahnesine çıkmış olan Türk topluluklarının zaman içinde dünyaya açılmaya çalıştıkları aşamada, ilk geldikleri yer Anadolu’nun tam ortasında yer aldığı Ön Asya toprakları olmuştur. Bugün Anadolu yarımadasının geleceğinin bir ulus devlet olarak yeniden yapılandırma dönemine gelindiğinde Türklük olgusunun esas alınması ve buna dayalı bir biçimde Türk kimliğinin öne çıkarılmasının ardında yatan tarihsel geçmişin dikkate alınmasıyla birlikte, Osmanlı adına kurulamayan ulusal yapılanmanın Türklük adına yapılabildiği açıkça görülmüştür. Her türlü engel ve baskılara rağmen, birbiriyle yarışan emperyalist plan ve projelerin devre dışı bırakılarak, Türklük olgusu üzerinden Türkçülük akımına dayanılması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin bilimsel kaynaklardan gelen özel ulusal yapılanmasının öne çıkarılarak dikkate alınması yüzündendir. Tarihte yer almış olan Türklerin öncülüğünde Türkçülük yapılarak Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti kurulmuştur.

                Anadolu yarımadası üzerinde Türk devleti kurulması Türkçülük hareketlerinin birbiri ardı sıra yükselmesi ve bunların sonucunda da çeşitli toplantılar ile uluslararası alanda Türkçülük toplantılarının birbiri ardı sıra yapılarak geleceğe dönük kararlar alınmasıdır. Rusya’da çarlık yönetimi çöktükten sonra ortaya çıkan otorite boşluğu döneminde birbirini izleyen dört Türkçülük Kongresi yapılarak bir Türk devleti kurma çalışmaları öne geçmiş ama bunlardan sonuç alınamayınca, Rus polisi Türkçülük Kongreleri düzenleyen Türkçüleri Rusya’dan kovmuştur. Rusya’dan kovulan Türkçülerin bir kısmı Türkiye’ye gelerek Türk Ocakları çatısı altında örgütlenmiş, bir kısmı da Almanya, İsviçre ve de Fransa gibi Avrupa ülkelerine dağılarak Avrupa devletlerinin desteği ile yeni bir Türk devleti arayışı içinde olmuşlardır. Rusya’daki dört Türkçülük Kongresinden sonra beşinci Kongre Birinci Dünya savaşı çıkmadan İsviçre’nin Cenevre kentinde yapılmıştır. Bu toplantıya Türkiye ve Rusya’dan gelen Türkçüler ile birlikte Jön -Türk hareketinin önde gelen temsilcileri de katılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın son yıllarında İsviçre’nin Basel kentinde toplanan Birinci Siyonist Kongre de dünyanın önde gelen Siyonistleri, Filistin’i anavatan ilan ederek bu ülkede İsrail devletini kuracaklarını açıklamaları dünya kamuoyunda önemli dalgalanmalar yaratınca, Cenevre’de toplanmış olan Türkçülük akımının öncüleri de Japonya’dan Polonya’ya kadar uzanan geniş coğrafya içerisinde neresinin Türklerin ana vatanı olması gerektiği tartışılmıştır. Asya kıtasının ortalarının ve kuzey bölgelerinin Türk asıllı toplulukların yaşadığı bölgeler olması ve Hazar göçleri ile birlikte   Doğu Avrupa bölgesinde yeri asır devam eden Osmanlı hegemonyasının bıraktığı izlerden yola çıkılarak, Türklerin anavatanlarının neresi olması gerektiği her yönü ile tartışılarak önemli bir karara varılmıştır. Cenevre Türkçülük Kongresi sırasında, Türkçülüğün önde gelen temsilcileri Siyonistlerin Filistin’i anavatan ilan etmesi nedeniyle Türkçüler’de eski çağlardan kalma Proto-Türk toplulukların yaşadığı bölgeleri öncelikle dikkate alarak Anadolu yarımadasını Türklüğün ve Türkçülüğün anavatanı olarak ilan etmişlerdir.

                Cenevre toplantısı sonrasında Rusya, Osmanlı devleti ve Avrupa ülkelerine dağılmış olan Türkçülerin çalışmaları, giderek daha fazla bir biçimde Anadolu merkezli olarak yürütülmeye başlanmıştır. Bu doğrultuda Rusya’daki Türkçüler yavaş yavaş Anadolu şehirlerine gelerek yerleşmeye başlamışlardır. Osmanlı dönemi Türkçüleri ise İstanbul, İzmir ve Ankara gibi merkezlere gelerek, gelecekte verilecek bağımsızlık mücadelesi için ön hazırlıklara girişmişlerdir. Cenevre toplantısı için İsviçre’ye gelmiş olan Jön-Türkler, daha önce bu ülkeye yüksek öğrenim için gelmiş ve Osmanlı devletini kurtarmak için çeşitli siyasal çalışmalar yapan diğer Türkleri ve Türkçüleri de devreye sokarak, güçlü bir Türk devleti kurulabilmesi doğrultusunda iş birliklerine girişmişlerdir. Bu arada Türk Ocakları’nın İsviçre şubesi açılmış ve böylece Avrupa’daki Türkçüler, İsviçre Türk Ocağı aracılığı ile Türkçülüğün anavatanı olarak ilan edilen Anadolu yarımadasına doğru yönlendirilmişlerdir. Türkler Türk devleti kurulması yolunda ilerlerken, Türklük ve Türkçülük kavramlarının her yönü ile tartışılarak içeriğinin tarih, sosyoloji ve coğrafya biliminin verileri ile doldurulmasına dikkat edilmiştir. Tarih boyunca üç kıtada at koşturmuş olan Türk boyları, kurdukları devletler ile farklı coğrafyaların egemen gücü olmuşlar ama her dönem değişikliğinde de farklı güç merkezleri oluşumu yüzünden çeşitli coğrafyalar arasında nüfus kaymaları ortaya çıkararak, göç olayları üzerinden ciddi nüfus değişiklikleri yaşamışlardır. Göçler ve nüfus değişiklikleri Türkleri her dönemde farklı devletler kurmaya yönlendirmiştir. Tarih boyunca kurulmuş olan Türk devletleri arkalarında önemli sayıda insan topluluğu bıraktığı için, bu gibi eski nüfus yapılanmaları aracılığı ile günümüze gelmiş olan Türk toplulukları, dünya haritasının çeşitli yerlerinde varlıklarını koruyarak hareket içinde olmuşlardır. Türk devletinin öncüleri bu yüzden kendilerine bir Türkçülük tabanı ararken zorluk çekmemişler ve eski Türk topluluklarının yaşamlarını sürdürdükleri coğrafyalarda yeniden keşiflere yönelerek birbirinden çok farklı Türk asıllı topluluklar ile karşı karşıya gelmişlerdir. Bu nedenle ilk Türkçüler Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda adım atarak ilerlerken, bu gibi topluluklar ile yakın ilişki ve bağlar kurulmuş, ayrıca yeni anavatan ilan edilen Anadolu yarımadasının her tarafında ve bu alanı çevreleyen orta dünya bölgelerinde, çeşitli Türk boyları ve akraba topluluklar ile karşılaşılmıştır.

             Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Atatürk, dünyaya Türk asıllı birisi olarak geldiği için kendisini çok şanslı olduğunu söyleyerek, Türklüğü ve Türkçülüğü överek göklere çıkarmış ve bu doğrultuda yeni kurulmakta olan devletin bir Türk devleti olması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Atatürk bir tarihçi olmadığı için, Türk tarihinin derinliklerinde Türklük aramamış ama bir subay olarak sahip olduğu jeopolitik bilgi birikimi ile tarih ve coğrafyanın kesişme noktalarını yerinde tespit ederek, Anadolu bölgesi üzerinde müstakbel Türkiye Cumhuriyeti devletinin kuruluşunu örgütlemeye çalışmıştır. Atatürk Türk ulusu adına Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuş olan Türkçü hareketin öncü lideri olduğu için, Türklük konusunu devlet olgusu ile birlikte ele almıştır. Onun Türklük ile ilgili olarak söylediği sayısız vecize bugünün Türkçülük hareketi ve Türk ulusu için yön gösterirken, devletin kurucu unsuru içinde belirleyici olan hukuk kadroları, Atatürk’ün “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk ulusu denir “ biçimindeki açıklamasını devletin temel bilgi dayanak noktası olarak kabul etmişlerdir. Atatürk Türk devleti ya da Türklük tanımlarını yaparken dış Türkler ya da Türk boylarının çatısı altında yaşadıkları Türki devletleri değil ama, Türkçülük akımının öncülerinin anavatan olarak ilan ettikleri Anadolu yarımadası üzerindeki, Türkiye Cumhuriyeti devletinin sınırları içinde yaşayan Türk vatandaşlarının birliğinden doğan Türk toplumunu ve Türkçülüğü öne çıkarmaktadır. Dünyanın merkezi alanında bağımsız bir Türk devleti, Türklük kimliği ile varlığını sürdürürken ve bu alanın çevresinde bulunan diğer devletlerin çatısı altında onların vatandaşı olarak yaşayan Türk alt kimliğine sahip topluluklar varken, Atatürk bunları bir yana bırakarak yeni kurulan Türk devleti ile bağlantılı bir Türk ulusu ya da benzeri biçimde Türklük açıklaması yapması, Türkiye Cumhuriyeti devletinin ne kadar çağdaş hukuk birikimine uygun kurulduğunu göstermektedir.

                Batının önde gelen devletlerinin kamu hukuku birikimi içinde yer alan “Temel Norm” anlayışı bütün devletlerin olduğu gibi Türkiye Cumhuriyeti’nin de kendi iç yapısında ya da çekirdek devlet olarak tanımlanan alt yapısında temel dayanak noktası olarak ele alınan bir kural vardır ve bu ilke temel norm olarak da devletin anayasal kamu hukuku düzeninin içeriğini belirlemektedir. Yeni kurulmuş olan Türk devleti bir cumhuriyet yapılanmasına dayanmaktadır ve bu doğrultuda cumhuriyet rejimini kuran devletin temelindeki cumhurun temsilcisi olarak Türk vatandaşlarından oluşan bir Türk toplumu varsa, o zaman devletin kurucusu olan Türk toplumu içinde geçmişten gelen alt kimliği doğrultusunda hareket eden insanların da Türk devletinin vatandaşı olarak yer almaları ve burada devlet ile  halk kaynaşması içinde hareket eden toplumun vatandaşlık bağı aracılığı sayesinde devlet  rejimi ile bütünleşmeleri öne çıkmaktadır. İngiltere bir imparatorluktur ve devleti en üst düzeyde temsil eden imparator devleti yasalardan aldığı yetki ile yönetir. ABD bir federasyondur ve bu federal yapılanmanın içinde yer alan eyaletler, Amerikan devletinin bir parçası olarak, her dört senede bir yapılan genel seçimler sayesinde devletin yönetilmesine aracı olurlar. Anayasalarında her devletin temel kuralları bulunmakta ve bu kurallar doğrultusunda ulus devletlerin çatısı altında uluslar ve devletlerin biçimlenmesi sağlanmaktadır. Bu doğrultuda Türkiye’ye bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti Türklerin kurmuş olduğu bir ulus devlettir ve bu devlet ulus kaynaşması içinde yer alan her T.C. vatandaşı, Türk ulusunun bir parçası olarak diğer Türklerle birlikte eşit hak ve özgürlüklere sahiptir. Bu durumda, Türk devletinin kuruluşunda yer alan her Türk vatandaşı ya da onların çocukları farklı bir alt kimlikten gelseler bile vatandaşlık bağı sayesinde eşit koşullarda devlet ve ulus kaynaşmasının içinde yer almaktadırlar. Bu durumda, Türk anayasasına göre bütün Türk vatandaşları eşit koşullarda ve kazanılmış haklarıyla Türk ulusunun ve toplumunun temsilcisi olarak kabul edilmektedir. Türkiye devleti bir cumhuriyet olduğuna göre cumhuriyet rejimi ile yönetilecek ve bu durumda cumhuru temsil eden Türk toplumu, Türklüğünü devletin temel normunda var olan Türkçülük akımından alacaktır. Türk devletinin cumhuriyet olması, cumhurbaşkanlığınca yönetilmesi ve devlete hukuken bağlı olan Türk vatandaşlarının farklı alt kimliklerinin ötesinde bir üst kimlik olarak ve Türk vatandaşlığı statüsünü kullanarak, Türk devleti çatısı altında kendi kendini yönetim hakkını ve özgürlüğünü elde etmeleri, Türk devletinin temel normunun gereğidir. 

                İmparatorluk sonrasında Anadolu yarımadası üzerinde bir ulus devlet kurulurken bütün merkezi coğrafyanın yapısı ve özellikleri dikkate alınarak hareket edilmiştir. Bu doğrultuda nüfusun çoğunluğunun Asya kökenli olması  ile Türkiye’nin Avrupa’nın yanı başında kurulması gibi bir ana çelişki kuruluş sırasında giderilmeye çalışılmıştır. Türklerin Asya kökenli olmaları milliyet oluşumunun Kuzey Asya bölgelerinden gelmesini, bir yönü ile de Rusya Türklerinde gelişen milliyet arayışının canlı bir biçimde devletin kimliğinin belirlenmesinde etkin olmuştur. Avrupa kıtasındaki Osmanlı aydınları millet fikri ekseninde bir ulus ve ulus devlet arayışına yöneldikleri zaman, Avrupa tipi bir ulus devlet olma gereksinmesi öne çıkmıştır. Bu aşamada milliyet fikri Rusya üzerinden Anadolu’ya taşınırken araya Balkanlar bölgesinden gelen Avrupa tipi ulus oluşumu girmiştir. Böylece Anadolu ahalisi Osmanlı dönemi sonrasında Türk olarak kabul edilmiş ve Türklük ile Türkçülüğün anavatanı olarak bu merkezi yarımada benimsenmiştir. Milliyetlerin oluşumu aşamasında Türkleşme çizgisindeki bir milliyet gerçeği Anadolu yarımadası üzerinde ortaya çıkarken, Avrupa tipi Balkan ulusçuluğu Balkan savaşı sonrasındaki göçler ve mübadele oluşumları çerçevesinde ortaya çıkmıştır. Bu nedenle, eski Osmanlı döneminden gelen ahalinin büyük çoğunluğu yeni ulus devletin vatandaşları olarak Türk devletinin nüfus idarelerinde Türk olarak kayıtlara geçmiştir. Balkan ülkeleri katı bir ulusçuluk ile imparatorluktan koparlarken, Anadolu’yu merkez topraklar bilerek gelip yerleşen eski Osmanlılar yeni Türk devletinin eşit koşullarda vatandaşları olarak Türk nüfusuna geçirilmişlerdir. Millet kavramı Avrupa ülkelerinde milliyetleşme süreçlerinin tamamlanmasına yardımcı olurken, Türkiye’de Asya tipi milliyetleşme ile Avrupa tipi ulus devlet kaynaşması devletin kuruluş aşamasında birlikte ortaya çıkarak, Türkiye sentezinin gerçekleşmesi aşamasında etkili bir rol oynamışlardır. Bu nedenle Türk devleti hem Avrupa hem de Asya kökenli vatandaş topluluklarını içinde barındırmaktadır.

                Tarihteki Türk devletlerinden ileri gelen Türk kavmiyetçiliği fikri, Köktürk imparatorluğunda başlamış ve daha sonraki Türk devletleri aracılığı ile de devam ederek, Osmanlı   devletinin son aşamasına kadar gelmiştir. Türkiye Cumhuriyeti devleti kurulurken, tarihin derinlerinden gelen Türk kavmiyetçiliği, Türklerin ana vatanı olarak kabul edilen bu topraklarda, Türklüğün çağdaş ulus devletlerde olduğu gibi yeniden örgütlenmesine temel dayanak noktası olmuştur. Devlet kuruculuğunda birleştirici bir ortam yaratılması için, Türk kavmiyetçiliği çıkış noktası olmuş ve daha sonra Türk milliyeti oluşumu bunun üzerine benimsenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine giden yol da Türk toplulukları bir araya gelerek uluslaşma olgusunun alt yapısını hazırlamışlardır . Türkler hiçbir zaman zorla ya da baskı ile devlet kurmaya yönelmemişler, aksine devletlerin çöküş ya da dağılma aşamalarında öne geçerek, Türk kavmiyetçiliğinden gelen güçle yıkılan devletlerin yerine yeni siyasal yapılanmaları gündeme getirebilmişlerdir. Devlet kuran Türk toplulukları varlıklarını koruyarak geleceğe doğru yollarına devam edebilmişlerdir. Devlet kuramayan Türk toplulukları ise değişim süreci içinde eriyerek varlıklarını koruyamamışlar ama daha sonra devlet kuran Türk toplulukları ile kaynaşarak yeni Türk devletlerinin nüfus yapılanmasını oluşturmuşlardır. Türklerin sürekli devlet kurmaktan ileri gelen yüksek kültür ve uygarlık birikimi, geçmişin değerlerini bugüne taşımakta ve bu doğrultuda Türklük olgusu ile Türkçülük akımının güç kazanmasını sağlamaktadır. Batı ülkelerinden kaynaklanan emperyalizm sürekli olarak Orta Doğu ve Asya coğrafyalarına doğru saldırdıkça, bölge halkları da Selçuklu ve Osmanlı imparatorluğu çatıları altında direnerek teslim olmamıştır. Bugün Türkler Türkiye vatandaşı olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin çatısı altında toplanmışlardır. Önümüzdeki dönemde dünya yeniden kurulurken, Türkler artık tek başına değil ama Türk dünyasını oluşturan diğer devletler ile birlikte savunma ve korunma gereksinmelerini karşılayacaklardır. Türkiye Cumhuriyeti Türklük ve Türkçülüğe sahip çıkarken, Türk kimliği en üst düzeyde güçlendirilecek ve hem kendisini Türk görenler, hem de vatandaşlık yolu ile Türkiye Cumhuriyetine hukuken bağlananlar da Türk olmanın onuruna, Türkiye Cumhuriyeti Türkçülüğü  sayesinde sahip olacaklardır. Bu nedenle, söylenecek tek söz “Ne mutlu Türküm diyene”dir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN