30 Mayıs 2020 Cumartesi

YENİDEN ULUS DEVLETLER - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


YENİDEN ULUS DEVLETLER
                Amerika Birleşik Devletleri’ne son başkanın seçilmesiyle birlikte, bugünkü uluslararası konjonktür küreselleşme sürecine tam anlamıyla karşı bir çizgiye gelmiştir. Sovyetler Birliğinin yirminci yüzyılın bitimine on yıl kala dağılmasıyla iki kutuplu dünyanın sonuna gelinmiştir. Bu durumdan yararlanmak isteyen küresel sermaye, ABD’nin konumunu kullanarak tek kutuplu bir dünyayı küreselleşme aracılığı ile tek bir dünya devletine dönüştürmek üzere yola çıkmıştır.  Ne var ki aradan çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi geçmesine rağmen, bir türlü küresel patronların istedikleri gibi küresel bir dünya devleti kurulamamıştır. Uluslararası tekelci şirketlerin zorlamalarıyla küresel bir düzene yönlendirilen bugünkü dünyada bütün çabalara ve uzun uğraşlara rağmen, böylesine yeni bir yapılanma gerçekleştirilemeyince, zamanla dünya devletlerine halklarından büyük tepkiler gelmeye başlamıştır. İki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya bir türlü geçemeyen yerküre, aradan geçen otuz yıllık süre içerisinde, küreselleşmeye ve bunun doğrultusunda geliştirilen yeni emperyalizme karşı çıkan tepki hareketleri ile siyasal muhalefet girişimleri ile karşı karşıya gelmiştir. Tek merkezli bir dünya kurmak ütopyası ile yola çıkmış olan küresel sermaye, her türlü yolu deneyerek, açık ve gizli operasyonlar düzenleyerek bu amacı doğrultusunda olayları yönlendirmesine rağmen, bir türlü tek bir süper gücün etrafında toplanacak bir büyük dünya devleti kuramamıştır.

Sovyetler Birliğinin dağılma süreci ve sonrasında Amerika’nın başına gelen yeni başkanların ABD’nin çıkarları doğrultusunda küreselleşmeye sempatik bakmaları ve dolaylı yollardan bunu desteklemeleri, küreselleşme girişimini hızlandırarak öne çıkarırken, ABD tek süper güç olarak uluslararası yapılanmanın tam merkezinde durmuş ve bütün uluslararası kuruluşların bu doğrultuda yönlendirilmelerini planlı bir biçimde desteklemiştir. Soğuk savaş döneminde dünya siyaseti ve ekonomik ilişkileri de buz dolabına konulmuş bir durumda geleceğin yeni yapılanmasını beklerken, ABD kendi iç bütünlüğünü tam olarak gerçekleştirmeye çalışmış ve bu durumun getirmiş olduğu yeni güç ile de dünyadaki bütün sorunlara el koyarak dışarıdan müdahale etme yoluna gitmiştir. Soğuk savaş dengelerinde bir ok uluslararası sorun geri çekilmesine rağmen, siyasal patlamalarla sıcaklaşan sorunlara da ABD dünyanın en büyük gücü ve aynı zamanda jandarması konumunda açıktan müdahale ederek, o dönemin koşullarında çözüm üretmeye çaba göstermiştir. Soğuk savaş döneminin yirminci yüzyılın sonlarında, SSCB’nin dağılması üzerine o dönemin koşullarında getirilmiş olan siyasal çözümlerin pek de gerçekçi olmadığı ve yeni dönemin konjonktüründe eski sorunlara yeni yanıtların bulunması gerektiği bir siyasal gerçeklik olarak öne çıkmıştır. Bu arada geçen zaman zarfında sorunlara çözüm geliştirme doğrultusunda yeni arayışlar ortaya çıkmıştır.
Çin, Hindistan ve Brezilya gibi çok büyük ve aşırı nüfuslu büyük devletler o dönemlerde eski sömürgeler konumunda geride tutulmaya dikkat edilmiş ve sonraki döneme doğru yeni gelişmeler ortaya çıktıkça bunlar da tek kutuplu düzenden çok kutuplu düzene geçiş aşamasında dünyanın yeni kutup merkezleri olarak görünmeye başlamışlardır. Bugün eski dünyanın patronu olarak yoluna devam eden ABD’nin karşısına çok daha büyük bir dev ülke olarak çıkan Çin Halk Cumhuriyeti bugünün dünyasında tıpkı eski SSCB gibi yeniden iki kutuplu bir uluslararası düzene geçişin oluşumuna yol açmıştır. Çeyrek yüzyılda ABD dünyanın tek patronu olamayınca, bu kez nüfus ve arazi büyüklüğüne sahip olan büyük devletler yeni kutup merkezi adayları olarak öne çıkmışlardır. Bu aşamada iki kutuptan tek kutuba geçemeyen dünya yirmi birinci yüzyılda çok kutuplu bir düzene    doğru sürüklenmiştir. Batı bloku ile doğu bloku karışınca alan ve nüfus büyüklüğüne sahip olan yeni büyük ülkeler devreye girerek, küresel olayların gelişiminde belirleyici olmaya başlamışlardır. İki kutuplu dünya iki büyük federasyon dengesine oturmasına rağmen, ulus devletler dönemi imparatorlukların parçalanması sonrasında devam ediyordu. Batının sömürgeleri teker teker merkezden koparken ulus devlet statüsü içinde Birleşmiş Milletlere üye oluyorlardı. Yirminci yüzyılın başından sonuna kadar dünya haritasında yeni ulus devletler yer alınca, uluslaşma çizgisindeki oluşumlar sonucu devletlerin sayısı da iki yüzü geçiyordu.
Birleşmiş Milletlere üye olan devlet sayısı iki yüzü geçince, uluslararası alandaki gelişmeler genel olarak ulus devlet kriterlerine göre belirleniyordu. Var olan siyasal düzen içerisinde ulus devletlerin hepsi bir bütünün parçaları olarak ele alınırken, diğer yandan da gelmekte olan yeni yüzyılın zaman dilimi içinde ulus devletlerden eyalet devletlerine geçiş gibi bir yeni yapılanma, batı merkezli küresel emperyalizm düzeni çerçevesinde gündeme getiriliyordu. Bağımsızlığını yeni kazanmış olan eski sömürgeler giderek ulus devletleşmeye doğru gelişmeler gösterirken, emperyalist güçler geleceğin tek dünya yapılanmasını hazırlamak amacıyla, ulusal kimliklerin ötesine giderek ve alt kimlikler ile uğraşarak daha küçük boyutlarda eyalet ya da kent devletleri oluşturma çabası içine giriyorlardı. Yirminci yüzyılda eski sömürgeler uluslaşarak devletleşmeye çalışırken, geçmişten gelen bir sürecin sonucunda emperyalist aşamaya gelen büyük batılı devletler de ulus devletleri geride bırakacak bir çizgide yeni bir dünya düzenini oluşturmaya çalışıyorlardı. Küresel bir imparatorluk çatısı altında   ulus devletleri yeniden düzenlemek üzere  farklı  siyasal planlar ve programlarla hareket ediyorlardı  İmparatorluklar düzeni   iki kutuplu  bir yapılanmayla geride bırakılırken, kutupların çatısı altında güvenlik arayan yeni devletler önce  uluslaşabilmek  sonra da ulus devlet düzenlerini  koruyabilmek için ellerinden gelen gayretleri gösteriyorlar, hatta daha da ileri giderek Birleşmiş Milletler’e bağlı bulunan diğer uluslararası kuruluşların desteklerinden de yararlanıyorlardı. Evrensel anlamda oluşturulan yeni siyasal yapılanmalar eski sömürgelerin uluslaşmalarına yardımcı olurken, batının önde gelen emperyalist devletleri yeni bir yaklaşım geliştirerek ve ulus devletler düzenini geride bırakarak ve de eski sömürgeler üzerinden bölgesel hazırlıklarını tamamlayarak, beş kıta üzerinde uluslararası finans- kapitalin denetiminde küresel bir imparatorluk oluşturabilmenin öncülüğüne soyunuyorlardı.

Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla birlikte ABD’nin merkezinde yer alacağı bir evrensel imparatorluk arayışı öne çıkınca, uluslararası tekelci şirketler yeni dönemde küresel sermaye örgütlenmesi aracılığı ile bütün dünya devletleri üzerinde baskı düzeni kurarak, insanlığı ulus devlet dönemi sonrasına hazırlıyorlardı. Bütün uluslararası gelişmeler böylesine bir yönlendirme içine girince, uluslaşarak kendi ayrı ulus devletlerine sahip olan eski sömürge halkları iki arada bir derede kalıyorlar ve ne yapacaklarını bilemiyorlardı. Bir tarafta eski bir ulus devlet olarak sahip olunan siyasal yapı içinde uluslaşarak gelişmek süreci devam ediyordu. Öbür yanda ise tekelci şirketlerin küresel sermaye başlığı altında bir araya gelerek, örgütlü bir saldırıya geçmeleriyle de Birleşmiş Milletler üyesi ulus devletlerin gene bu örgütün karar alarak kabul ettiği insan hakları kavramı çerçevesinde, etnik ve dinsel alt kimliklerin öne çıkarılmasıyla, bölünmeye doğru bir eyaletleşme yapılanmasına yönlendiriliyorlardı. Yirminci yüzyıla girerken ve sonrasında imparatorlukların parçalanmasıyla ortaya iki yüz ulus devlet çıkartılırken, yüz yıl sonra gelinen küreselleşme aşamasında da yepyeni bir dünya düzeni oluşturmak üzere, Birleşmiş Milletler insan hakları bildirisi doğrultusunda ulus devletlerin parçalanmasını gündeme getirecek bir biçimde, iki bin eyalet devleti yapılanması olağanüstü bir biçimde batılı emperyalist merkezler tarafından destekleniyordu. İmparatorlukların parçalayarak ulus devletleri ortaya çıkaranlar şimdi de ulus devletleri iki bin eyalet devletinin öne çıkmasını sağlayacak biçimde bölerek, Birleşmiş Milletlere bağlı iki bin devletlik bir siyasal topluluk oluşturabilmenin arayışı içine giriyorlardı. Yirminci yüzyıl ulus devletler çağı olarak tarihte yerini alırken, yirmi birinci yüzyılda bağımsızlık kazanacak eyalet devletlerinin çağı olarak şimdiden gündeme getiriliyor ve ulus devletlerin böylece   geride bırakılacağı çok farklı bir döneme geçilmeye çalışılıyordu.
Büyük devletlerin uluslaşması kolay olmadığı için küçük devletlerin uluslaşmaları daha kolay gerçekleşebiliyordu. Küçük devletlerin normal olarak büyük devletlerin eyaletleri boyutunda oldukları dikkate alınırsa, bunların uluslaşmaları daha kolay oluyordu. Büyük ve küçük devletler yirminci yüzyılın uluslaşma sürecini ayrı ayrı yaşıyorlardı. Uluslaşma süreçleri ayrı etnik ve dinsel kökene sahip olan ülkelerin, bölgelerin ya da eyaletlerin  uluslaşmasına katkı sağlarken , aynı süreç büyük ulus devletlerin de zaman içerisinde parçalanmalarına giden yolu açıyordu . Küçük devletler bütünleşmek ve güçlenmek için uluslaşmaya ağırlık verirken, büyük devletler de uluslaşmanın zararlarını önleyerek,  getirdiği yeniliklerden yararlanabilmenin yollarının araştırması içindeydi  Çok büyük alanlara yayılmış olan büyük devletler, merkeze bağlı olan bütün eyaletlerin ve bölgelerin büyük devletin üst kimliği çatısı altında   bir araya getirerek bir üst ulusal kimlik çatısı altında uluslaşmalarına  giden yolu örgütlemeye çalışırken ,dünyaya egemen olmak isteyen batılı emperyal devletler ise, Birleşmiş Milletlere kabul ettirdikleri insan hakları protokolları ile  büyük devletlerin milli sınırları içinde yer alan bölgelerin eyaletleşerek, daha küçük devletler görünümünde ortaya çıkmaları için girişimlerde bulunuyorlardı. Beş büyük kıtada var olan imparatorluklar daha alt bir yapı olan uluslaşma süreci ile ortadan kaldırılırken, yüz yıl sonra aynı uygulamanın ulus devletler üzerinde yapılmasıyla, iki bin eyalet devleti öne çıkarılarak ulus devlet modelinin uygulama alanından silinmesi hedefleniyordu. Avrupa kıtasında   yirmiden fazla bölge bağlı olduğu ulus devletten ayrılarak tam bağımsızlığını isterken, aynı zamanda ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş sürecine uygun bir biçimde davranarak devlet sayısının iki yüz den iki bine çıkması için zemin hazırlamaktadırlar.
Küreselleşme dönemi ulus devletlerden eyalet devletlerine geçiş aşamasında öne çıktığı için küresel emperyalizmin merkezi gücü olan küresel sermayenin patronları, var olan ulus devletleri yok etmek üzere alt kimlikçilik üzerinden bölücülük yaparak, kendi çıkarları doğrultusunda ülkelerini eyaletleşmeye doğru yönlendiriyorlardı. Böylesine çelişkili bir durum yüzünden büyük ve küçük devletler karşı karşıya geliyorlardı. Büyük devletler bölünmemek için yeni ittifaklara girerken, küçük devletler de kendilerini koruyabilmek üzere yeni yeni bölgesel birlikteliklere yöneliyorlardı. Birleşmiş Milletlerin benimsediği insan haklarının alt kimliklerin hortlatılmasına meydan vereceğini gören bazı devletler, birliklerini koruyabilmek amacıyla bu gibi protokollardan uzak durmaya çalışırlarken, bazı büyük devletler de ülke bütünlüğünün bozulmaması için uluslararası sözleşmelerin ülkeyi bölünmeye götürmesine karşı çıkarak, yollarına eskisi gibi büyük bir devlet halinde devam edebilmenin arayışı içine giriyorlardı. Büyük devletlerin çeşitli ülke ve bölgeleri sınırları içerisinde barındırmaları gerçeğinden hareket edilirse, alt kimlikçiliğin küçük ulusçuluğa ülkeyi sürüklemesine izin verilmemesi gibi bir durumu önleyebilmek amacıyla, büyük devletin temel yapılanması doğrultusunda bir üst ulusçuluğun bütünlüğü kurtarmak ve sürdürmek üzere gereklilik kazandığı görülüyordu. Bu çelişkili durum ile ilgili olarak, eski Birleşmiş Milletler genel sekreteri makro ve mikro ulusçulukların bu yeni değişim aşamasında gündemde olduğunu açıkça dile getiriyordu. Bu konuda daha da ileri gidilerek yeni bir strateji belirlenmeye çalışılırken, öncelikle mikro ulusçuluklar ile ulus devletlerin parçalanması ve daha sonra da makro devletçilik yaparak daha büyük bölgesel devletlerin kurulması hedefleniyordu. Bu aşamada mikro milliyetçilik ulus devletleri ortadan kaldırmak için zorunlu görünürken, daha sonraki aşamada ise bölgesel ya da Avrupa Birliği örneğinde görüldüğü gibi kıtasal federasyonlara gidebilmek amacıyla, makro devletçilik küreselci merkezler tarafından öneriliyordu. Hedef iki yüz ulus devletten iki bin eyalet devletine geçiş olduğu için, mikro milliyetçilik ile makro devletçilik birlikte düşünülüyordu. Var olan büyük ya da ulus devletleri koruyacak çizgide bir makro milliyetçilik ile küçük devletleri ayakta tutacak bir mikro devletçilik ise düşünülmüyordu. Ne var ki, ana hedef iki bin eyalet devleti olunca mikro devletçilik eyaletcilik ya da insan haklarcılık olarak ulus devletlere karşı yeniden gündeme getiriliyordu.

Küreselci güçlerin planlarına göre, dünyayı büyük sermayenin yönetimine terk edecekleri için şirketlerin oluşturduğu yeni üst yapı üzerinden ulus devlet düşmanlığı düzenli bir biçimde yapılmaktadır. Sosyalist sistemin çöküşü üzerine güçlenen kapitalist blok tek merkez olarak dünyaya saldırmaya başlamış ama bütün çabalara rağmen bir türlü tek merkezli bir küresel düzeni istedikleri gibi kuramamıştır. Mikro milliyetçilik planları ile ulus devletlere saldıranlar aynı zamanda insan hakları görünümünde bölücülük girişimleri ile, Birleşmiş Milletler örgütü üyesi konumundaki ulus devletleri parçalayabilmenin her yolunu deniyorlar ama istedikleri parçalanma sonuçlarını alamıyorlardı. Çeyrek yüzyıl bir yanda küresel imparatorluk düzeni kurulurken, diğer yandan da tekelci şirketler aracılığı ile de eyalet devletlerine geçişin ön hazırlıkları tamamlanmaya çalışılıyordu. Ne var bütün çabalara ve girişimlere rağmen bir türlü istenen sonuç tam olarak elde edilemiyordu. Ulus devletlerin parçalanması için çalışan küresel sermaye bu doğrultuda Amerikan devletini de kullanmaya çalışırken, Amerika Birleşik Devletleri bünyesi içinde bu yeni durum nedeniyle yeni anlaşmazlıklar çıkıyordu. Amerikan devleti içinde yer alan küreselci kadrolar küresel sermaye merkezlerinin istek ve çıkarları doğrultusunda hareket ederken, Amerikan ulusal çıkarlarına öncelik veren devletçi ve ulusalcı kadrolar ile karşı karşıya geliyorlardı. Amerikan sermayesi ulusalcı-küreselci diye ayrılırken, devlet bürokrasisi ile siyasal kadrolar da benzeri bir biçimde karşı karşıya geliyorlardı. Amerikan devletinin çıkarları ulus devletin gereksinmelerinin karşılanmasını zorunlu hale getirmesine karşılık tekelci sermayenin küresel çıkarları doğrultusundaki politikalara doğru devlet zorlanıyor ve dünyanın en büyük devleti olarak ABD küresel sermayenin çıkarlarına alet olarak süper güç olma şansını bir türlü kullanamıyordu. Son çeyrek asrın ABD başkanlarının küreselci emperyalizme teslim olması yüzünden Amerikan ulusal çıkarları bütün dünyada tehlikeye giriyordu.
ABD için gerçek nükleer tehdit Kuzey Kore’den gelmesine rağmen, küresel sermayenin güdümündeki medya organları bu durumu görmezden gelerek, İran’ı başlıca nükleer tehdit olarak öne çıkarıyor ve bu nedenle de ABD kendisi için zorunlu olmamasına rağmen, Orta Doğu ülkeleriyle ilişkileri bozuluyor ve ciddi anlamda bir çıkar kaybına alet oluyordu. İran bir Orta Doğu ülkesi olarak ABD’ için değil ama İsrail için tehdit oluşturuyordu. İsrail için tehdit olan İran’ın nükleer çalışmaları İsrail lobilerinin denetimi altındaki medya üzerinden, sanki ABD’ye tehdit oluşturuyormuş gibi bir ters durum gerçeklere aykırı bir biçimde öne çıkarılıyordu. Amerikan medyası ile siyaset sahnesini de finanse ederek ele geçiren Siyonist lobiler, Amerikan devletini Büyük İsrail projesi doğrultusunda üçüncü dünya savaşına zorluyorlardı. Siyonizmin çıkarları için tanrıyı kıyamet senaryolarına sürüklemekten çekinmiyorlardı. Böyle bir savaşa girmenin tehlikelerini gören, üçüncü bir cihan savaşıyla hem ABD’nin hem de dünya düzeninin yıkılacağını gören ulusalcı çizgideki Amerikalılar, küresel emperyalizmin dayatmalarına karşı direnerek  Siyonizmin tehlikeli yıkıcı politikalarına karşı çıkıyorlardı . Küresel sermaye ile İsrail lobileri Siyonist kadroların elinde olduğu için, zamanla bunların aracılığı ile Amerikan devletinin ulusal çıkarlarına ters düşen siyasal gelişmelerle karşı karşıya kalıyordu. Kuzey Kore gibi gerçek bir nükleer güç olan ülke, arkadan ABD’yi açıktan tehdit ederken İsrail’i tehdit eden İran’ın on bin kilometre ötedeki ABD için öncelikle tehdit olarak gösterilmesi gibi bir yanlış yönelme, ABD’nin süper güç olma politikalarını fazlasıyla sarsmıştır. Küçücük İsrail’i kontrol edemeyen ve bu ülkenin lobilerinin elinde oyuncak durumuna sürüklenen ve dünya barışını korumakta zorlanan ABD, süper güç konumunu kaybedince küresel politikalardan vazgeçerek, ulusal politikalara öncelik vermeye başlamıştır. Küreselci sermaye baskılarıyla yeni bir dünya imparatorluğuna doğru sürüklenen ABD,  uluslararası politikalar yüzünden fazlasıyla ulusal çıkarlarını  kaybetme tehlikesi ile karşılaşmıştır . Dünya devleti iddialarını sürekli öne çıkarmasına rağmen , Alaska, Teksas ve Kaliforniya  gibi çok büyük eyaletlerin  ABD federasyonundan çıkarak bağımsız devlet olmaya çalışmaları , Amerika’nın önceliğinin  küresel imparatorluk değil ama kendi ulus devletini  korumak  amacıyla,  eyaletler arasında uyum  oluşturarak merkeze bağlılığı  yeniden güçlendirmek   olduğunu  göstermiştir .Bu aşamada  kendi ulus devletinin birliğini koruyamayan ABD’nin küresel imparatorluk peşinde  koşmasının  tam bir çelişki yarattığı anlaşılmıştır.
 Son başkan işbaşına gelene kadar, sürekli olarak Siyonist lobilerin kontrolü altındaki   ABD başkanlarını seçen Amerikan devleti, uzun süre bocaladıktan sonra, ABD’nin Genel Kurmay merkezi olarak görev yapan Pentagon’un devletin iç istihbarat örgütü olan Federal büro ile iş birliği yaparak, son seçimlerde küresel sermayenin göz boyayan kadın adayına karşı, sert bir kimlik ile tanınan karşı adayın başkanlık konumuna getirdikleri görülmüştür. Devletin dış istihbarat örgütü küresel sermayenin kontrolü altına sürüklenince, ilk kadın başkan senaryosuna teslim olarak ABD’yi üçüncü dünya savaşına sürükleyebilmenin koşulları yaratılmak istenmiştir. Çekişme ortamında kimsenin şans tanımadığı karşıt aday dikkatli bir senaryo ile başkanlık makamına taşınmıştır. Seçim kampanyasında Amerika’yı yeniden dünyanın en büyük devleti yapacağını söyleyerek her aşamada Amerika’nın ulusal çıkarlarına öncelik vererek ve ciddi bir ulusalcı politika izleyerek başkanlığı kazanan karşıt aday her türlü siyasal saldırı senaryolarına karşı ulusalcı politikalar ile ayakta kalarak Beyaz Saray denen üst yönetim makamına gelmiştir. İlk kadın başkan senaryosuna rağmen seçimleri kaybeden küresel sermaye Siyonist lobiler ile Armageddon isimli üçüncü dünya savaşı için ısrarlı biçimde çalışmalarını sürdürünce, seçimleri kazanan karşıt aday binlerce kamyon silahı Orta Doğu’ya götürerek bölge ülkelerine dağıtmış ve bunların paralarını da petrol kralı Suudilere ödeterek bölgedeki dünya dengelerini kontrol altına almaya çalışmıştır. Siyonizmin üçüncü dünya savaşını Orta Doğu’da önlemeye çalışan yeni başkan daha sonraki çalışma dönemlerinde de ulusal politikalardan yana olmuş ve bu doğrultuda Amerikan ekonomisini de ulusalcı yeni bir yapılanmaya götürmüştür.

Süper güç ABD küresel bir güç olma doğrultusunda tekelci sermayenin yönlendirmesine maruz kalınca, yeni başkan ilk kez ulusal ekonomiden söz etmeye başlamıştır. Küreselleşme döneminde yurt dışına gönderilen ve yabancı ülkelere yatırımlara zorlanan Amerikan sermayesini yeniden Amerikan ülkesine geri dönmesi için ikna etmeye çalışırken, ABD yavaş yavaş küresel politikalardan vazgeçerek ayakta kalma savaşı veren ulus devletlere açıktan maddi destek yardım programlarını başlatırken küresel şirketlere karşı da yeni ekonomik mücadeleleri başlatmıştır. Son   dönemde ABD ulusalcı politikalara yönelirken, bu kez Amerikan devleti ile ters düşen Siyonist sermayenin egemenliğindeki Şangay yapılanmasının bulunduğu ülkenin devlet başkanı konumunda olan Çin cumhurbaşkanı, katıldığı uluslararası toplantılarda açıkça küreselleşme akımını desteklediğini defalarca söylemiştir. Küreselci ABD’nin Siyonizm yüzünden ulusalcı noktaya geldiği gibi, eskinin Komünist Çin’inin başkanı da günümüzde küreselciliği savunarak diğer kapitalist ve emperyalist devletler ile ortak hareket etmeye başlamıştır. Çin’in başkenti Pekin bir komünist yapı olarak ayakta iken aynı dönem içinde Şangay kapitalist bir kent olarak yapılanmıştır. Washington ABD ulus devletinin merkezi olarak hareket ederken, New York kenti de sahip olduğu büyük Yahudi nüfus ile küresel sermayenin başkenti olarak davranmaya başlamıştır. ABD’de iki devletli yapı ortaya çıkarken benzeri bir gelişme Çin’de de öne çıkmıştır. Çin’de Pekin- Şangay, Rusya’da Moskova-Petersburg Türkiye’de  Ankara-İstanbul, İtalya’da Roma-Venedik  ya da Fransa’da Paris-Marsilya gibi ikili yapılanmalar, hem ulus devletlerin  milli ekonomik   düzen kurmalarını engellemiş hem de küresel sermaye ile ulusal ekonomi dengelerinin oluşumunda alternatif  roller  oynamıştır .
ABD başkanlığını tanımayan ve Siyonizme alet olan küresel sermaye, New York’tan Şangay’a taşınırken, İsrail bir köprü kurmaya çalışmış ve bunun sonucunda küresel sermaye İsrail merkezli olarak ABD’den dışlanan Amerikan sermayesini Şangay’a götürerek, yeni dünya düzeninde ABD’nin yerini Çin’in almasına yardımcı olmuştur. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi küresel sermaye her zaman yükselen yeni ülkenin içinde yer alarak buranın ekonomisini kontrol etmiş ama başka zamanlarda da düşmekte olan ülkeleri, batan geminin fareler tarafından terk edilmesine benzer biçimde öncelikle küresel sermaye terk etmiştir. Bugün de New  York kökenli Amerikan sermayesinin Siyonist çizgide  ABD’yi terk ederek Şangay üzerinden Çin’i merkez ülke konumuna getirdiği görülmektedir . Özellikle son dönemde internet sistemi aracılığı ile elektronik yeni yapılanmada da Çin’in merkez ülke olarak seçilmesi bu durumu doğrulamaktadır. Geçmişten gelen dünya düzeninin patronu olan Amerikan devleti, küresel sermayenin doğu bölgelerine yönelmesi yüzünden merkezi konumunu yitirirken, Amerikan devleti çok hızlı gelişen bir iç savaş ortamı ile karşı karşıya kalmıştır. New York merkezli küresel sermaye yeni dönemde Şangay merkezli bir yeni dünya düzeni oluştururken, Washington merkezli Amerikan ulus devletinin eski konumunu ve önemini elinden kaçırdığı anlaşılmaktadır. ABD yeni dönemde süper güç konumunu koruyamadığı için eyaletlerin karşıt politikalara yönelerek ulusal birliği tehdit etmesini önleyememiştir. Son olarak ortaya çıkan virüs sorunu sırasında New York merkezli doğu eyaletleri başkent Washington’a karşı ortak hareket edince, Washington da başkent olarak batıdaki en büyük eyalet olarak Kaliforniya’nın önderliğinde batı eyaletleri ile merkezi konumunu koruyabilmenin çabası içinde olmuştur. Sermaye bütün büyük ülkeleri merkez ve sahil yapılanmaları olarak ikiye bölerken, ABD’yi de son aşamada ikiye bölerek New York ile Washington’u karşı karşıya getirmiştir.
Corona virüs salgını senaryosunda da Çin’in küresel sermaye tarafından desteklenmesi ve ABD’li internetçilerin kendi ülkelerini bırakarak yeni dünya elektronik sistemini Çin ortaklığı altında Şangay merkezli bir konuma getirmeleri de Küresel sermayenin ABD’den uzaklaşarak Çin’e yaklaştığını açıkça ortaya koymaktadır. Dünya tarihinde çok benzeri görülen sermayenin ülke değiştirmesi sürecinde küreselciler İsrail güdümünde batıyı ve batı blokunun patronu ABD’yi terk ederek, gelecek için doğuyu ve doğunun patronu Çin’i tercih ettiklerini açıkça ortaya koymaktadırlar. Bu yeni durum karşısında ABD bocalarken, öncelikle ulus devlet düzenini korumaya dikkat etmiştir. Çin giderek Şangay merkezli bir yapılanma içinde gelişmeler gösterirken, küresel sermaye yakın zamanda Alaska, Teksas ve Kaliforniya gibi ABD’nin en büyük eyaletlerini Amerikan Federasyonundan ayırarak ABD’nin ulusal birliğini parçalamaya kalkışabilir. Geçmişten gelen süper güç üstünlüğünü kaybeden ABD, yeni dönemde varlığını koruyabilmek için merkezi gücü ile hem eyaletlerine tam olarak sahip çıkmak zorundadır, hem de ülkede yeniden küreselcilerin şimdiye kadar önlediği uluslaşma ve ulusal ekonomi oluşturma süreçlerini tamamlamak durumundadır. Komünist Çin’i küresel emperyalist yapanlar, sonunda kapitalist süper gücü de ulusalcı olmak noktasına getirmişlerdir. Önümüzdeki dönemde ABD artık eskisi gibi hegemonya sahibi olmak istiyorsa kesinlikle ulusalcı politikalar uygulayarak yoluna devam edebilecektir. Yeni dönemde dışlanan ABD, hem ulus devlet olmaya yönelecek hem de ulus devletleri küresel sermayenin hegemonyalarına karşı uluslararası alanda destekleyecektir. Sosyalist sistemin yıkılmasından bu yana kötülenen ve saldırılan ulus devlet olgusunun, bugün gelinen aşamada   eskisinden çok farklı yeni bir konuma da olduğu görülmektedir. Ulus devletler artık batı emperyalizmi tarafından eskisi gibi tehdit edilmeyecekler ve gelecekte Çin üzerinden kurulacak olan emperyalist yeni elektronik dünya düzeni içerisinde giderek zorlanacaklardır. Son dönemde ortaya çıkan yeni ekonomik ve siyasal gelişmeler yeniden bir ulus devlet dönemini de kendiliğinden bütün dünyada başlatabilecektir. Ulus devletlerin tekrar ön plana çıkmasıyla birlikte küreselcilerin zorlandığı ve savaş süreçlerinin önü kesilerek kalıcı barışa açılan yeni  bir dönem gündeme gelebilir.

Çeyrek yüzyıldır batılı emperyalistler tarafından zorlanan ulus devletler sürecinin iç ve dış çelişkiler yüzünden bir türlü tamamlanamaması göz önüne alınarak, yarım kalmış olan uluslaşma ve ulusal devletleşme oluşumlarının devamı sağlanarak, bunların dünya sahnesinde eskisinden daha güçlü bir biçimde yer almaları sağlanabilir. İkinci dünya savaşının galibi olan ABD’nin yeni dönemde üçüncü dünya savaşının yenilen tarafı olmaya doğru yönlendirilmesi için, bu doğrultuda hazırlanmış olan küresel sermaye merkezli çeşitli siyasal senaryolarının uygulama alanına getirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bu durum son zamanlarda birçok alanda yaşanan zorlama olaylar üzerinden fazlasıyla gözler önüne çıkmaktadır. Yeni ABD başkanı küresel sermayenin adayını yenerek işbaşına geldiğine göre, başkanlık makamına oturduğu devletin ulusal çıkarlarına eskisinden daha fazla önem vermek durumundadır. ABD’yi yeniden dünyanın en büyük devleti yapacağını, dış ülkelere gitmiş olan Amerikan sermayesinin yeniden ABD’ye geri getirileceğini ve önceliğin her alanda Amerikan devletinin olacağını dile getiren ulusalcı başkanın bu yeni tavrı ile, yarım kalmış olan ulusalcılık ve ulus devletleşme süreçlerinin ikinci kez siyasal gündem de öne çıkarak, tamamlanma yoluna gideceği bugünün koşullarında görülebilmektedir. Böylesine büyük bir dönüşüm içerisine girmiş olan dünyanın en büyük devletinin küresel şirketlerle kavga ederek geri çekilmesi ve kendi siyasal düzeninin içine dönerek toparlanmaya çalışması, bütün dünya ülkeleri açısından dikkatli bir biçimde izlenmesi gereken çok önemli bir oluşumdur. Bugünkü konumu ile üç yüz yıllık bir geçmişi geride bırakan bir süper devletin, ayakta kalabilmek ve yola devam edebilmek üzere ulusalcı politikalara yönelmesi, yeryüzü haritasında yer alan bütün ulus devletler için ders verici çok önemli bir olgudur. Yeni dönemde küresel bir düzen tam olarak kurulamadığı için ulus devletler var olma haklarını öne çıkaracaklar ve bu doğrultuda sonsuza kadar yol alabilmek üzere mücadelelerini sürdüreceklerdir.
Önümüzdeki yeni dönem yeniden ulus devletler çağı olacaktır. Bir avuç aşırı zengin patronun çıkarları için oluşturulmak istenen küresel imparatorluk projesinin ulus devletleri yeniden sömürgeleştireceği yaşanan gelişmeler doğrultusunda kesinleştiği için, insanlık yeniden ulus devletler uygulamasına dönerek ulusal çıkarlar doğrultusunda geleceğe yönelecektir. Her türlü baskı ve alt kimlikçi bölücü senaryolara karşı yok edilemeyen ulusal toplum yapısı ve ulus devletlerin temelinde var olan ulus kavramının karşıt kesimler tarafından ileri sürüldüğü gibi hayali cemaatlar olmadığı, aksine var olan ve yaşayan toplumsal ve siyasal gerçeklikler olduğunu bir kez daha bugünün dünyasında yaşanan olaylar ortaya koymuştur. Uluslar var olan ve yaşayan gerçeklikler olarak önümüzdeki dönemde kendilerini güçlendirerek, merkezi konumlarını koruyarak hem ulusal toplum hem de ulus devlet yapılanmalarının merkezinde yer aldıkları sağlam çekirdek özünü kararlı bir biçimde sürdürebileceklerdir. En büyük devlet ABD’nin yaşadığı çelişkili olaylar dizisinin de ortaya koyduğu gibi, küresel şirketler ile ulus devletler arasındaki çekişmeleri ulus devletler kazanmıştır. Şimdiye kadar büyük baskılarla yok edilemeyen ulus devletler önümüzdeki dönemde küresel şirketlerin emperyalist saldırılarına karşı, bölgesel ya da küresel karşıt örgütlenmeler aracılığı ile hem öz savunma yolları ile kendilerini koruyacaklar, hem de insanlığa zarar veren küresel emperyalizm saldırılarına karşı kendilerini koruyacak ulusal plan ve programları da devreye sokacaklardır. Gelecekte yeni bir dünya olacak ama şimdiye kadar yok edilemeyen çağdaş uluslar ailesi de böylesine bir uluslararası yapılanmanın temelini oluşturacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

25 Mayıs 2020 Pazartesi

19 MAYIS‘LARDA BİR ŞEYLER YAPMAK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


19 MAYIS‘LARDA BİR ŞEYLER YAPMAK

                 Türkiye Cumhuriyet’i ismini taşıyan merkezi devletin tarih sahnesine çıkmasını sağlayan bir ulusal kurtuluş savaşı olarak Kuvayı Milliye hareketi, tam yüz yıl önce Anadolu yarımadasının kuzey bölgesinin ortalarında yer alan Samsun şehrine, Türkiye’nin kurucu önderi Mustafa Kemal’in ayak basması ile başlamıştır. Bu noktada başlayan kurtuluş süreci, tam bir asırlık zaman dilimini geride bırakarak bu yıl içinde yüz birinci yıldönümüne erişmiştir. Kuvayı Milliye günlerinde Anadolu’nun her karışında hareket eden ve düşman birliklerine karşı koyarak tarihin en zor dönemeçlerinin tam ortasında bir kurtuluş mücadelesini başarıyla sonuçlandıran Türk ulusu, Birinci Dünya Savaşı sonrasında içine girilen ulus devletler çağında, her türlü emperyalist baskıya rağmen kendi ulus devletini kurmuştur. Türkler çağdaş bir cumhuriyet devleti statüsü ile şu an bir büyük siyasal gerçeklik olarak dünya haritasının tam ortalarında her türlü engele rağmen bugün varlığını sürdürebiliyorsa, Türk ulusu böylesine bir mutluluk verici eseri kurucu önder Mustafa Kemal’in Samsun’da ilk adımı atarak başlattığı var olma mücadelesine borçludur. Türk ulusu bu sayede haritadan silinmekten kurtulmuş, Türk devleti de bu zaferin doğal bir sonucu olarak merkezi coğrafyanın önde gelen güçlü bir ülkesi olmuştur. Böylece dünyanın ortalarında daha önce tesis edilen Türk egemenliği, yeni dönemde daha da güçlenerek Türkiye Cumhuriyeti modeli ile bugüne kadar yoluna devam etmiştir.

                Ulusal kurtuluş savaşı, aslında batının emperyalist devletlerinin askeri birliklerinin Misakı Milli sınırlarına girerek Türk şehirlerini istila ve işgal etmeye başladığı an başlamıştır. Vatan sathından toplu bir milli direniş olarak örgütlenen Kuvayı Milliye hareketinin ilk çıkışları, işgal ordularına karşı ülkenin çeşitli bölgelerinde yapılmıştır. Libya, Suriye ve Irak gibi eski Osmanlı eyaletlerindeki direniş savaşları sonuç vermeyince çatışmalar ana ülke olan Anadolu topraklarına sıçramıştır. İşte Türklerin anavatanını elinden alma mücadelesi kritik bir aşamaya geldiği noktada, kurucu önder yanında bir grup Kuvayı Milliyeci ile Samsun topraklarına ayağını basmıştır. Bu adım kendiliğinden bir tepki olarak değil ama dünya savaşı sonrasında başlayan işgal girişimlerine karşı, Osmanlı genel kurmayının başlattığı çalışmalar sonucunda yapılan hazırlıkların bir sonucudur. Cephe savaşları nedeniyle Libya ve Suriye eyaletlerinde   savaşan Mustafa Kemal, cephelerin geride kaldığı ve merkezi bir savaşın gündeme geldiği bir aşamada İstanbul’a gelmiştir. İmparatorluğun başkentinde altı aylık bir süre kalmış ve bu zaman zarfında ulusal kurtuluş savaşının hazırlıklarını, plan ve programlarını tamamladıktan sonra, ana ülke olan Anadolu’nun kurtuluşu amacıyla Samsun’a bir çıkış planı hazırlanarak devreye sokulmuştur.  Doğu, batı ve güney cephelerinde işgal birliklerine karşı savaşlar devam ettiği için o sıralar en sakin bölge olarak Kuzey Anadolu seçilmiş ve Karadeniz bölgesinin ortalarında yer alan Samsun kenti ne çıkış o dönemin jeopolitik koşullarına uygun bir biçimde kararlaştırılarak uygulanmıştır. Bir ara daha doğuda yer alan Trabzon’a çıkış düşünülmüş ama Doğu Karadeniz’deki Pontus isyanları ve yapılanması yüzünden ve bölgenin karışık olması dikkate alınarak orta Karadeniz’in merkezi olan Samsun tercih edilmiştir. Rotanın Trabzon’dan Samsun’a çevrilmesi üzerine Samsunlular civar illerden gelenlerin katılımları ile Atalarını geniş törenlerle karşılayarak gereken konukseverliği göstermiş ve Ata’larını bağırlarına basmışlardır. Yarımadanın doğusu, batısı ve güneyi işgal girişimleri ile uğraşırken, milli direniş için o dönemde en uygun yer olan orta Karadeniz’den başlayarak Kuvayı Milliye hareketinin bütün ülkeye yayılması sağlanmıştır.
                Mustafa Kemal Samsun’a hareket etmeden altı ay kadar İstanbul’da kaldığı zaman içinde Osmanlı Genel Kurmayı ile yakın çalışmalar içinde bulunmuştur. Bitmiş olan imparatorluktan geride kalan tek resmi makam olarak ülkenin ve ulusun kurtuluşu ile ilgili planların bu merkezde yapılması sırasında Mustafa Kemal’de çalışmalara ortak olmuştur. Bu arada ulusal kurtuluş savaşının önderliği için bütün Osmanlı generalleri tek tek ele alınarak incelenmiş ama karara varılmasında zorlanılmıştır. Samsun’a çıkış hareketine önderlik yapacak generalin işin başında belirlenmesi  için  o  sırada görevde olan on iki general  karşılaştırılarak  değerlendirmeler yapılmış ve sonunda Çanakkale Savaşındaki başarıları ile Türk halkının sevgi  ve saygı  gösterdiği bir komutan olarak, ulusal kurtuluş savaşının liderliğine  oybirliği ile Mustafa Kemal seçilmiştir .Genel kurmayın bu kararına ordunun hiçbir kademesinden tepki gelmemiş ve o dönemin koşullarında devleti temsil eden Genel kurmayın kararına  herkes uyarak  ve  Mustafa Kemal’in arkasında toplanarak onun liderliğinde bir kurtuluş savaşı başlatılmıştır. Mustafa Kemal’e karşı olan generaller bile bu savaş döneminde sorun çıkarmamak üzere verilmiş olan bu karara uyum sağlayarak kurtuluş savaşı cephelerinde kendilerine verilen bütün görevleri yerine getirmişlerdir.
                Osmanlı Genel kurmayında çalışmalar tamamlandıktan sonra Mustafa Kemal arkadaşları ile birlikte buradan ayrılırken, Cevat Çobanlı paşa yanına gelerek “Bir şey mi yapacaksın Kemal?” diye sormuş bu soruya cevap veren Mustafa Kemal   Evet paşam, bir şeyler yapacağım“  diyerek kalkmakta olan gemiye yetişmek üzere orayı hızla terk etmiştir. Ulusal kurtuluş planlarının bitmesinden hemen sonra 15 Mayıs günü Bandırma Vapuru ile yola çıkan yirmiden fazla Kuvayı Milliyeci, dört günlük bir seyahattan sonra Samsun’a gelerek Anadolu hareketini başlatmışlardır. Genel Kurmay’daki çalışmaların sona ermesinden sonra padişahı da bir devlet başkanı olarak ziyaret eden Mustafa Kemal, uzun sürecek bir kurtuluş mücadelesine devlet ve toplumun geniş desteği ile kalkışıyordu. Osmanlı devletinin teslim olması sonrasında ülkenin her yerinde isyanlar ve karışıklıklar birbirini izlerken, ülke tam anlamıyla devletsizlik ortamına sürükleniyordu. Türk ulusunun dünyanın önde gelen büyük imparatorluklarından birisini elinden kaçırması üzerine, bunun yerini alacak yeni bir Türk devleti kurulması misyonu, bu aşamada vatanı kurtaracak kahramanlarını bekliyordu. Mustafa Kemal’in bu işin başlangıcında lider olarak seçilmesi ve Osmanlı Genel Kurmayının da geride kalan devlet gücünü bu iş için seferber etmesi   ile birlikte, Karadeniz çıkışı devreye sokuluyor ve ulusal kurtuluş planı da bu aşamada uygulanmaya başlanarak ilk adım Samsun’da karaya çıkış olarak atılıyordu. Ulusal kurtuluş yolunda bir şeyler yapmak için yola çıkan Atatürk ve arkadaşları beş yıllık bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında tam bağımsız bir cumhuriyet devletini kuruyorlardı.

                Atatürk’ün Amasya tamiminde yazdığı gibi, vatan işgal altında, devlet bitmiş ama milletin azmi ve kararlılığının ülkeyi kurtaracağı inancı herkesin kafasından silinmediği için bu çizgide Kuvayı Milliye mücadelesi gündeme getirilerek uygulanıyordu. Milli mücadeleye kalkışılmasını önlemek üzere harekete geçenleri korkutan emperyalist çevreler, Atatürk ve arkadaşlarını Samsun’a götürecek Bandırma gemisinin de Karadeniz’in azgın sularında batırılacağı ve hepsinin öldürüleceği gibi olumsuz konuları kulislerde yayarak, devlet ve toplumun kendisini kurtarmak üzere desteklediği   ulusal kurtuluş hareketinin önünü kesmeye çalışıyorlardı. Rauf Orbay gibi üst düzey askeri komutanların bu doğrultuda yanlış bilgiler alarak bunları öne çıkarmaları üzerine tereddüdler uyanınca, Mustafa Kemal çıkmış olduğu yoldan geri dönmeyerek ve zaman kaybetmeden hemen Bandırma vapuruna binerek Karadeniz’in rüzgarlarına doğru açılıyorlardı. Yolda İngiliz gemilerinin kontrolü ile karşılaşmalarına rağmen yola devam ederek 19 Mayıs günü orta Karadeniz’in merkezinde toprağa ayak basıyorlardı. O gün törenlerle karşılanan Atatürk ve arkadaşları Samsun ve civar illerden gelen halk kitleleri ile bir araya gelerek görüşmelere başlıyorlardı. Samsun’un bu uğurlu günü civar iller ve ilçeler tarafından gelen vatandaşlarca da paylaşılırken, Samsun’a gelmiş olan öncü kadro elemanları   bölge halkı ile bütünleşerek onların desteği ile halkın beklediği milli mücadeleye giriyorlardı. Karadeniz bölgesinde var olan siyasal bilincin diğer bölgelere oranla biraz daha fazla olmasından da yararlanan öncü kadro, Samsun’dan sonra Havza ilçesine uğruyor ve Amasya iline gelince burada iki haftalık bir süre kalarak ve   telgraf tellerinden yararlanarak bütün ülkenin önde gelen kentleri ile haberleşiyorlardı. Samsun’dan Havza’ya geçerken arabanın bozulması üzerine yürüyüşe geçen kadro Mustafa Kemal’in önderliğinde  ”Dağ başını duman almış” marşını okuyarak  gidecekleri ilçeye doğru hareketlerini kesintisiz  sürdürüyorlardı.
                Mustafa Kemal’in Osmanlı devletinin son yönetimi tarafından Doğu Karadeniz bölgesine Pontus isyanlarını izlemek ve önlemek üzere gönderilmesi işi olmasa da Atatürk’ün daha önceleri yaptığı hazırlıklar doğrultusunda gene de ulusal kurtuluş hareketini başlatmak üzere Anadolu halkının içine doğru gideceği önceden kararlaştırılmıştı. Ne var ki,Osmanlı Genel Kurmayının yaptığı çalışmaların ciddiyetini görünce , bunun üzerine kendi hazırlıklarını Genel Kurmayın hazırlıkları ile birleştirerek daha güçlü bir ulusal çıkışın hazırlıklarının  tamamlanmasına destek veriyordu. Atatürk Birinci Dünya savaşı sonrasında barış düzeninin erken kurulamayacağını görerek hazırlıklarını bu durumu dikkate alacak bir biçimde genişletiyor ve Amasya merkezli bir yeni yapılanmayı Telgraf telleri aracılığı ile hızla örgütlemeye çalışıyordu. Bu arada devleti kurtarmak üzere İngilizler ile anlaşılmasını savunan bir mandacı oluşum Kuvayı Milliye’nin önünü kesmek için öne çıkıyordu. Ülkeyi işgal etmiş olan İngiliz emperyalizmine teslim olmayı bir türlü benimsemeyen Mustafa Kemal, İngiliz mandacılığı ile savaşmak üzere batılı emperyalistlerin iş birliğine karşı kendi halkının gücüne güvenerek ortaya çıkıyordu. O aşamada Osmanlı Genel Kurmayının desteğini almak Atatürk’ü bir İngiliz saldırısından koruyordu. Başlatılan milli direniş hareketi   Karadeniz’de isyan etmiş Rum çetelerinin ortadan kaldırılması için örgütleniyordu. Amasya’da yapılan çalışmaları daha sonraki aşamada gündeme gelen Erzurum ve Sivas Kongrelerinin hazırlıklarının da tamamlanmasını sağlıyordu Kendisini İstanbul’dan   uzaklaştırmak isteyen komutanların bu tutumundan yararlanan Mustafa Kemal, çökmüş Osmanlı’nın merkezinde kalmaktansa Anadolu’ya geçerek halkın içinde ulusal kurtuluş mücadelesini yönlendirmeyi daha doğru bir adım olarak görüyordu.
                İngilizlerin geldikleri gibi gitmeleri için ulusal kurtuluşçular ellerinden gelen her yolu deniyor ve bu doğrultuda Anadolu’da yayılan İngiliz işgallerine karşı ülkenin doğusunda, batısında ve güneyinde geniş alanda savunma cepheleri oluşturuyorlardı. Başkent İstanbul’un doğu Anadolu’ya uzak kalması yüzünden, ulusal kurtuluş hareketinin belirli merkezde örgütlendikten sonra ülkenin merkezi bölgesine taşınması gerekiyordu. Bu doğrultuda Anadolu’ya kuzey bölgesinin ortalarından girildikten sonra ülkenin içlerine doğru hareketin kadrosu ilerliyordu. Misakı Milli sınırları içinde bütün Anadolu’yu birleştirebilmek için öncelikle Kuzeyden ilerleyerek ülkenin doğu bölgesine gelinmesi gerekiyordu. Önce Sivas ve daha sonra da Erzurum bu doğrultuda yeni merkezler olarak belirlenmişti.  Amasya ‘daki hazırlıklar tamamlandıktan sonra önce Sivas’a gelinerek Erzurum kongresinin çalışmaları yapılıyor ve daha sonra Erzurum Kongresi sırasında Kuzey ve Doğu Anadolu bölge temsilcilerinin bir araya gelmeleri sağlanıyordu. Doğu Anadolu da bu hedef gerçekleştirildikten sonra Sivas’ta daha büyük bir kongre düzenlenerek ve Anadolu’nun bütün bölgelerinden seçilen temsilciler bir araya getirilerek, ülkenin Sevr haritası doğrultusunda bölgelere ayrılarak bir federasyon modeli devlet oluşturulmasına açıktan karşı çıkılıyordu. Ayrıca bu doğrultuda her türlü manda ve himayenin red edilmesiyle ilgili kararlı tutum, kongrelere egemen olduktan sonra, emperyalist devletlerin baskı ve yönlendirmeleri sonuçsuz kalıyordu.  Mustafa Kemal bir yandan geride kalan ordu birlikleri ile milli cepheleri oluşturmaya çalışırken, diğer yandan da devletsizlik ortamında Millet Meclisinin yokluğunu gidermek üzere kongreler aracılığı ile ulusal örgütlenme yapıyordu.

                Emperyalist devletlerin güdümündeki işbirlikçi basın, teslim olmuş İstanbul’da yayınlarına devam ederken, tam bir mütareke basını görünümünde teslimiyetçi bir çizgi izleyerek Türk halkını teslim olmaya doğru zorluyordu. Satılık mütareke basınına karşı halkta birikmiş olan tepkileri yerinde gören Mustafa Kemal, önce Sivas Kongresi sırasında İradei Milliye, daha sonrada yeni başkent Ankara’ya gelerek Hakimiyeti Milliye isimli gazeteleri çıkararak Mütareke basınına karşı Kuvayı Milliye basınını örgütlemeye çalışıyordu. Her türlü yalan ve sahtekarlıklarla dolu bir yayın etkinliği yürüten   mütareke basını, teslimiyetçiliğin bayrağını dalgalandırırken, Kuvayı Milliye basını Türk bayrağı altında ulusal bir direnişi ülke düzeyinde örgütlüyordu. Daha sonraki aşamada Atatürk Başkent Ankara’da düzenli olarak Ulus gazetesini yayınlayarak ulusal toplumun yaratılması, ulus devletin kurulması ve ulusal kurtuluşun zafere ulaşması hedefinde milli bir basın oluşturuyordu.
                Komutanına söylediği gibi, bir şeyler yapmak üzere ulusal kurtuluş yoluna çıkan Mustafa Kemal, bu çizgide emin adımlarla yürüyerek ülkenin bağımsızlığı için savaş veriyordu. Ayrıca, eski devletin teslim olması yüzünden ortaya çıkan devletsizlik durumunun ortadan kaldırılabilmesi için düzenlediği kongreler aracılığı ile milleti örgütlemek ve bu yapıya dayanarak daha sonra ulusal kurtuluş savaşını kurulacak milli meclis aracılığı yürüterek yeni devletin kuruluşuna geçmek istiyordu. Ülke çapında kongreler birbirini izleyerek devam ederken, Sivas Kongresinde ülkesel bütünlük sağlandıktan sonra Ankara’da yeni devletin kuruluşunun ana çekirdeğini oluşturacak, Millet Meclisi öncelikli olarak kuruluyordu. Bin yıllık Türk hegemonyasının geçerli olduğu topraklar üzerinde çağdaş bir Türk devletinin kuruluşunun ilk sayfaları tamamlanıyordu. Atatürk’ün uzun yürüyüşü sırasında Türk halkının geniş desteğini alarak kurmuş olduğu Millet Meclisi önemli bir dönemeç noktası idi. Eski başkent İstanbul’un teslim olması sonrasında önemli bir kararsızlık dönemi geçtikten sonra ülkeyi dolaşarak ve halk kitlelerinin desteğini arkasına alarak yeni merkez de   Türkiye Cumhuriyeti devletini kuran Atatürk, Türk tarihini kararsızlıktan kurtararak bugünkü istikrarlı yapısına kavuşmasını sağlayan ulusal önderdir. Halkçılığı bir ana ilke olarak benimsemiş olan kurucu önder halk kitlelerinin desteğini almadan hiçbir önemli adım atmamıştır. Böylesine geniş bir desteği elde edebilmek için işgal altındaki mütareke İstanbul’unu erken terk eden Mustafa Kemal, cephe savaşlarını teker teker kazandıktan sonra yeni başkentin tam ortasında devletin çekirdeğini oluşturacak Büyük Millet Meclisini 23 Nisan I923 Cuma günü büyük törenlerle açıyordu.
                İstanbul’daki çalışmaları ve temasları sırasında bir an önce Anadolu’ya geçilmesiyle birlikte oluşacak Kuvayı Milliye yapılanması ile ülkenin her yerine girmiş olan işgal güçlerinin Milli sınırların dışına çıkarılacağını kurtuluşun önderi olarak her fırsatta dile getiriyordu. Karadeniz’deki Rum köylerinin Türk güçleri tarafından rahatsız edilmesi gerekçe gösterilerek, bölgeye bir devlet görevlisi gönderilirken, Mustafa Kemal bu durumdan yararlanarak eline geçen Anadolu’ya gitme fırsatını değerlendiriyordu. Atatürk’ü Anadolu’ya gönderenler gayrimüslimlerin durumunu düzeltmeye öncelik verirlerken, Mustafa Kemal de yok edilmek istenen Türk halkının içine girerek bu ulusun bağımsızlığını elde etmeye çaba gösteriyordu. Türk ulusunun yok olmasını önlemeyi namus ve vicdan borcu olarak gören kurucu önder, karşı çıkarak savaştığı emperyalizmi kapitalist sistemin maddiyatçı yapılanması olarak tanımlarken, bir toplumu millet yapan manevi unsurları da göz önüne alıyordu. Enver Paşa Alman gemisiyle, Vahdettin ise İngiliz gemisiyle İstanbul’dan kaçarken, Atatürk bir Türk gemisi olan Bandırma Vapuru ile Anadolu’nun ortalarına giderek kurtuluş için ülkesi ve milletiyle bütünleşme mücadelesine giriyordu.  Anadolu halkı ile bütünleşme yolunda halkın gerçek temsilcisi olabilme doğrultusunda ordudaki görevlerinden istifa ederek, ulusal kongrelerde, Türk halkının gerçek temsilcileri ile bir araya geliyordu. Başkentlerde oturarak ülkenin kurtarılamayacağını iyi bilen ulusal kurtuluş öncüleri, halkla bütünleşerek yeni devlete giden yolu zamanla açıyorlardı.
                I9 Mayıs bir ulus devlete giden siyasal yolun başlangıcıdır. Bu çerçevede  bugünkü Türk kimliğinin Kuvayı Milliye mücadelesi sonrasında, Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu ile birlikte  öne çıktığı görülmektedir. Bugün çok tartışılan ulus devlet, ulusal toplum ve ulusal kimlik oluşumlarının ilk noktası, bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermek üzere Samsun’da atılan ilk adımdır. Tarih boyunca birçok devlet kurmuş olan Türkler, yirminci yüzyılın başlarında çağdaş anlamıyla ilk kez bir ulus devlet kurma şansını elde ediyorlardı. Ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı Avrupa kıtasının yanında modern bir ulus devleti çağdaş cumhuriyet kriterlerine uygun bir biçimde kurma görevi ile karşı karşıya kalan Türk ulusu, tarih boyunca iki yüzden fazla devlet ve de on altı adet imparatorluk kuruyordu.  Çağlar değiştikçe Türklerin bir devletten ötekine geçiş yaptığı ve bu arada kurulmuş olan Türk devletlerinin de kurucu önderin ya da etnik grubun ismi ile dile getirildiği bir sürecin sonunda yirminci yüzyıla gelindiğinde artık kurucu önderin adı ile değil ama ilk kez tarihin en eski uluslarından birisi olan Türk ulusu adına bir modern ulus devlet kuruluyordu. Uluslaşma sürecinin bu değişim noktasında Atatürk Timurlu, Selçuklu ve Osmanlı gibi kurucu hanedanların ya da önderlerin adı ile değil ilk kez tarihsel bir varlık olan Türklük adına bir ulusal cumhuriyet kuruyordu. Selçuklu ve Osmanlı İmparatorlukları sonrasında yeni bir Kemali İmparatorluğu kurulmayacaktı. Kurtuluş savaşı sonrasında   öne çıkan bir biçimde önce Türk devleti kurulacak ve bu siyasal yapılanma aynı dönemde hem uluslaşma hem de Cumhuriyetleşme oluşumlarını birlikte yaşatarak, belirli ilkelerin eklektik bir yöntem aracılığı ile kaynaştırılması üzerinden Kemalist bir devlet modeli kurulacaktı.
              I9 Mayıs’ta Samsun’a çıkan Mustafa Kemal’in hocasına söylediği gibi bir şeyler yapmak amacıyla yola çıkılıyor ama daha sonraları da yola çıkıldıktan sonra öne çıkan sorunlar ve gündemler üzerinden çok şeyler yapılmak zorunda kalınıyordu. Tarih boyunca dağınık bir biçimde var olmuş olan Türklük olgusu adım attıkça öne çıkıyor, yepyeni bir Türk devleti kurulurken geçmişte içine düşülen hata ve çıkmazlara yeniden sürüklenmemek için fazlasıyla dikkat edilmesi gerekiyordu. Tarihsel bir olgu olan Türklük konusunun çözüme kavuşturulması için sadece bir devlet kurmak yetmiyor, ülkeyi böylesine büyük bir uluslaşma oluşumuna getiren sosyal, kültürel ve siyasal konuların da ele alınarak çözüme kavuşturulmaları gerekiyordu. Türklük olgusu kişisel ve hanedan boyutlarının ötesinde bir bütün olarak ele alındığında uluslaşmaya giden yolların ayrıntıları ortaya çıkıyordu. Bu gibi çalışmaların yıllarca eksik ve hatalı bir biçimde ele alınmalarından sonra gelinen yeni aşamada hem tarihin hem de kültürün bilimsel boyutları ile ele alınmaları hem de yeni kurulan Türk ulus devleti oluşumuna paralel bir düzeyde incelenmeleri gerekiyordu. Sadece bir devlet kurmak ile işler bitmiyor ,konu geniş çapta sosyal ve siyasal boyutları ile ele alınarak incelenmeye başlandığında bilimsel çalışmaların zorunluluğu gündeme geliyordu . İşte bu yüzden devletin kurucu önderi Mustafa Kemal, kendisini Atatürk olmaya yönlendiren bilim ve kültür çalışmalarını da yapmak zorunda kalıyordu. Ulusal kurtuluşun ilk aşamasında Türklerin anavatanına ayak basarak bir süreç başlatılıyor ama daha sonra da bu doğrultuda bilimsel çalışmalar yapmak üzere, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil kurumu birlikte kuruluyordu. Aynı dönemde Başkent Ankara’da Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi de kurularak, Tarih ile birlikte, coğrafya ve kültürün birlikteliği önemle dikkate alınıyordu. Türk devleti kurmak üzere yola çıkanlar Macarların elinde kalmış olan Türkoloji biliminin temel derinliklerine girmek durumunda kalıyorlardı. Türk milletini yaratan olgunun Türk dili olması nedeniyle bir Türk Dil Kurumu, insanlığın uzun geçmişi içinde yer alan tarihsel geçmişin ortaya çıkarılabilmesi için ayrı bir Tarih Kurumunun kurulması, yeni devletin kurumlaşması idi.

                Dünya tarihini değiştiren, emperyalistlerin plan ve programlarını bütünüyle alt üst eden bir girişim olarak dünya sahnesine çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti oluşumu, bir yüzyıldan diğerine geçerken ortaya çıkmış olan devrimci sürecin bir sonucudur. Krallıklar ile imparatorlukların devrinin bittiği bir aşamada Osmanlı İmparatorluğunun eskisi gibi devam etme şansı yoktu. Nitekim bu doğrultudaki gelişmeler Avrupa kıtasının geleceğini belirleyince benzeri gelişmeler Balkanlar üzerinden Orta Doğu bölgesine de yansıyordu. İmparatorluklar dönemi geride kalırken, gündeme gelen ulus devletler çağı Balkanlar’daki gelişmelerden sonra Anadolu yarımadasının tam ortasında yer aldığı merkezi bölgede de bir Türk devletini yeni bir ulus devlet olarak siyasal gündemin önüne çıkarıyordu. Asya’nın kuzeyinde bir devrimci süreç yaşanırken, Anadolu’ya komşu olarak görünen Sovyetler Birliğinin devrimci bir atılım ile kurulduğu anlaşılıyordu. Sosyalist sistemin bir devrimci atılımla tarih sahnesine çıkması gibi bir oluşum komşu bölgeleri etkilemeye başladığında, bu kez de Sovyetler Birliği ile Orta Doğu bölgeleri arasında yer alan bölgede benzeri bir devrimci atılım gerçekleştirilerek Kemalist rejim kuruluyordu. Karadeniz kıyılarında başlamış olan ulusal kurtuluş hareketinin sonunda tüm bölgeyi kapsayan devrimci atılımların etkisi altına girmesiyle birlikte, devlet kuruluşunun yanında devrimci kararlar alınarak ve bu doğrultuda ödünsüz adımlar atılarak, Sovyet devriminin benzeri olmayan bir başka devrimci atılım Atatürk’ün önderliğinde Türklerin anavatanı olan Anadolu yarımadası üzerinde gerçekleştiriliyordu. O dönemde vatanları için bir şeyler yapmak üzere yola çıkanların sonunda uluslararası konjonktüre uygun olarak bir de devrim yapmak sorunu ile karşı karşıya kaldıkları görülmüştür. Kurtuluş yolunda atılan adım arkasından yeni adımları getirince   Kemalist devrim siyasal bir dönüşüm olarak ortaya çıkıyordu.
                Atatürk’ün deyişi ile, yorulmamak üzere yola çıkanlar hiçbir zaman yorulmazlar. Bir hedefi olan ve yaşamını bir ideale doğru yönlendiren insanlar hedefe ulaşana ve ideallerini gerçekleştirene kadar bu mücadelelerini sürdürürler. Hedefe giden yolda savaşçılar yolun sonuna kadar giderek amaçlarını elde etme doğrultusunda hem yapılması gereken şeyleri yapacaklar hem de aynı zamanda yapılamayacakları da yapmak için hazır olacaklardı. Her türlü olumsuz koşullara rağmen Kuvayı Milli mücadelesinin kazanılması büyük bir zaferdir.  Ulusal kurtuluş savaşının önderi ve arkadaşları bağımsızlık için yola çıkarken ana amaçları doğrultusunda bir şeyler yapmak üzere öne çıkıyorlar ve az zamanda çok işler yaparak, on yıllık bir zaman dilimi içinde çağdaş bir cumhuriyet devletini merkezi coğrafyanın tam ortasında kuruyorlardı. I9 Mayıs’ta karaya çıkanlar ülkenin orta yaş kuşağından gelen temsilcilerdi. Ne var ki, Atatürk ülkenin geleceğinin gençlerde olduğunu bildiği için cumhuriyeti hiç kimseye bırakmıyor sadece vatan için tertemiz duygularla dolu olan Türk gençliğine emanet ediyordu. Olumsuz koşulların aşılabilmesi ve dünyanın en büyük emperyalist devletlerine karşı başlatılan ulusal kurtuluş savaşının kazanılabilmesi için gerçek anlamda gençliğin kuvveti ve dinamizmine gereksinme vardı. Türk gençliği yaşamını sürdürürken geleceğe yönelik beklentileri ve umudunu   koruyarak ,Türk toplumunun geleceğe açılan yolunda  etkin bir biçimde öncülük yapacak   ve kurucu önder Atatürk’ün yolundan giderek  onun ve arkadaşlarının başlattıkları işleri tamamlayacaklardı .Kurtuluş savaşı sırasında  Atatürk’ün önderliğinde savaşa katılan Türk gençliğinin daha sonraki dönemlerde de aynı doğrultuda hareket ederek ,Atatürk ve Türk ulusu için canlarını feda ettikleri ve savaşın kazanılması için ellerinden gelen her şeyi yaptıkları görülmüştür . Atatürk’ün   Samsun’a çıkmış olduğu 19 Mayıs tarihini sonraki yıllarda Gençlik ve Spor Bayramı yapmasının sebebi, Samsun’a çıkarken Türk ulusu ve devletinin çıkarları için düşündüğü bir şeylerin yapılması doğrultusunda, bugünün gençliğini sürekli bir hareketlilik içinde geleceğin her türlü olumsuz gelişmelerine hazırlamak içindir. 19 Mayıs tarihi ile özdeşleşen kurtuluş mücadelesi ve yeni devletin oluşturulmasında geleceğin gençliğinin çıkış noktası gene Atatürk’ün yaptıkları olacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

17 Mayıs 2020 Pazar

KONTROL DIŞI DÜNYA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


KONTROL DIŞI DÜNYA 

                              KONTROL DIŞI DÜNYA sosyalist sistemin dünya imparatorluğu olan Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği isimli çok büyük devletin yıkılması üzerine, Amerika Birleşik Devletleri başkanlık danışmanı, Zbignew  Brzezinsky  tarafından yazılmış olan kitabın adıdır. İki bin yılına on kala Rusya Federasyonu sırtında büyük bir yük olan Sovyetler Birliği yapılanmasını ortadan kaldırması üzerine, dünyanın en önde gelen stratejistlerinden birisi olarak Brzezinsky bu tarihsel dönüşüme olan tepkisini bu kitap ile ortaya koymuş ve bundan sonraki aşamada artık dünyanın kontrol altına alınmasının olanaksızlığını gündeme getirmiştir. Dünya kamuoyu daha sosyalist sistemin dağılmasına ve Sovyet blokunun ortadan kalkmasına alışamadan, ABD üzerinden geleceğe dönük bir karamsarlık Polonya asıllı bu Yahudi bilim adamı tarafından ortaya atılmıştır. Yıllarca komünizm korkusu altında yaşamak zorunda kalan dünya ülkeleri, komünizm sonrasında özgür ve serbest bir ortam arayışı içine girerken, Amerika’nın önde gelen bir siyasal bilimcisi, artık dünyanın kontrol edilmesinin mümkün olamayacağını, soğuk savaş sonrası yeni dönemde geçmişte buzdolabına konulmuş olan bütün sıcak çatışma konularının ve sorunların teker teker insanlığın önüne geleceğini vurguluyordu. Soğuk savaşın sona erdirilmesiyle beraber sıcak olaylar ve gelişmeler ile geçecek yeni bir sıcak döneme dünyanın sürüklendiğini belirtiyordu. (1)

            Brzezinsky’nin kitabı tam yirmi yıl önce yayınlanmış ve sonradan adı küreselleşme dönemi olarak konulmuş olan tarihsel zaman diliminde birbiri ardı sıra ortaya çıkan gelişmeler bu kitabın yazarı olan bilim adamını doğrulamıştır. Sosyalist blokun çöküşünden sonra geçen çeyrek yüzyıllık süre içinde gerçekten de dünya kontrol edilemez bir duruma gelmiştir. Eskisi gibi ABD ve Rusya merkezli kutuplar olmadığı için kutup başı olan dev ülkelerin istekleri doğrultusunda kutup içinde yer alan ülkeler hareket etmemişler ve yeni dönemde her devlet dünya haritası üzerindeki yerini bağımsız ve özgürce belirleyerek sahip olduğu jeopolitik konumundan kendi çıkarları doğrultusunda yararlanmaya çalışmıştır. Devletlerin üzerindeki blok baskısı kalkınca ve kutup merkezi büyük devletlerin hegemonik emperyal yönlendirmeleri devre dışı bırakılınca, en küçüğünden büyüklerine kadar bütün devletler geleceğe dönük olarak kendi bağımsız geleceklerini aramaya başlamışlardır. Soğuk savaşın baskıcı yılları geride kalınca, bütün devletler buzdolabına konulmuş olan eski meselelerini gündeme getirmişler ve yeni dönemin koşullarında geçmişten gelen bu sorunları kullanarak daha iyi ve güçlü bir konuma gelebilmenin arayışı içinde olmuşlardı. Yirminci yüzyılın ilk yarısında iki büyük cihan savaşı yaşamış olan dünyanın soğuk savaş yıllarına geçilmesiyle beraber daha sakin bir duruma geçtiği görülmüştür. Ne var ki, bu sakinliğin var olan sorunların çözüme kavuşturulmasından değil ama kutup merkezlerinin kendilerine bağımlı hale getirdiği ülkelerin üzerinde kurmuş oldukları korku ve baskı düzeni ile sağlandığı görülmüştür. İnsanlık tarihinin ortaya koyduğu bir gerçek olarak korku ve baskı düzenlerinin geçiciliği zaman içerisinde tekrar ortaya çıkmış ve insanlık yeniden zincirleri kırma doğrultusunda baskı ve korku uygulamalarını geride bırakmak amacıyla özgürlükçü arayışlara girmiştir.  Sovyet kutbu içinde Macaristan ve Çekoslovakya bu yönde başı çekmişler, batı bloku içinde yer alan ülkelerin kapitalist sisteme teslimiyeti öne çıkınca bunun üzerine üçüncü dünya ülkeleri, başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin emperyal saldırılarına karşı çıkarak bağımsızlık arayışına doğru yönelmişlerdir. Vietnam Kamboçya ve çeşitli Asya ve Afrika ülkeleri, batı ve doğu bloklarının saldırgan emperyalizmlerine karşı uzun süreli ulusal kurtuluş savaşları vermek zorunda kalmışlardır.
            İki büyük dünya savaşı sonrasında iki büyük kutup bütün dünyayı kendi hegemonyası altına almaya çaba göstermiş ama, karşı karşıya gelerek bir üçüncü dünya savaşı çıkarmamışlardır. Avrupa merkezli dünya düzeni iki büyük savaş ile sona erdirilirken, bir yanda okyanusun ötesinde yeni bir dev Atlantik gücü olarak ABD merkez ülke konumuna gelmiş, bunun karşısında da Bolşeviklerin kurmuş olduğu sosyalist blokun patronu olarak Rusya Federasyonu da büyük Avrasya gücü olarak karşı tarafta dengeyi sağlamıştır. Yüz milyonun üzerinde bir insan kaybı yirminci yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkınca insanlık sürekli barış peşinde koşmuş ve geleceğe dönük olarak yeni bir uluslararası sistem oluşturularak Milletler Cemiyeti çatısı altında bir araya gelinmesine çalışılmıştır. İkinci büyük savaşın önlenememesi üzerine, bu savaş sonrasında bu kez de Birleşmiş Milletler örgütlenmesi gündeme getirilmiştir. Üçüncü dünya savaşını önlemek üzere oluşturulmuş olan bu uluslar arası örgütlenme sayesinde soğuk savaş dönemine girilmiş ve bütün dünya ülkeleri Birleşmiş Milletlere üye yapılarak öylesine küresel bir örgütlenmenin çatısı altında toplanmaya çalışılmıştır. Bir yanda soğuk savaşın getirdiği barış ortamı devam ederken diğer yanda da Asya ve Afrika ülkeleri batılı emperyalistlerden yakalarını kurtarabilme doğrultusunda ulusal kurtuluş mücadelelerini sürdürüyorlardı. Soğuk savaşın getirdiği barış ortamı eski savaşların geçtiği Avrupa ve Orta Doğu bölgelerinde görülüyor ama Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli bölgelerindeki sıcak savaşlar yüzünden soğuk savaşın barış ortamı bu bölgelere ulaşamıyordu.
             Avrupa merkezli dünya döneminde batının önde gelen büyük devletleri, bu kıta üzerinde örgütlenerek dünya kıtalarına açılıyor ve yeryüzü haritasındaki bütün toprak parçalarını kendilerine bağlı sömürgeler olarak ele geçiriyorlar ve geleceğe dönük bağımlı bir sömürge devleti yapılanmasında örgütlüyorlardı. On beşinci yüzyılda okyanuslara açılma ile başlayan sömürgecilik dönemi yirminci yüzyıla kadar devam ediyordu. Sömürgelerin uluslaşması ve giderek bağımsızlığa yönelmesi yirminci yüzyılın ikinci yarısında hızlanınca, Birleşmiş Milletlere üye olan ülke sayısı iki yüze yaklaşıyordu. İmparatorlukların çöküşü ile başlayan dönemde ise, bu büyük yapıların içinden kopan küçük yapılar devletleşerek kendi bağımsız düzenlerini kuruyorlardı. Endüstri devrimi batı Avrupa devletlerini kısa zamanda sanayileştirince, sömürgelerin bağımsızlıklarına kavuşması bir anlama sahip olamıyordu ,çünkü siyasal açıdan verilen bağımsızlık ekonomik bağımlılık ile dengeleniyordu . Sanayi devletleri, sömürge ülkeleri üzerinde eski hegemonyalarını ekonomi üzerinden sürdürürken, siyasal bağımsızlığın kazanılması pek bir anlam ifade etmiyordu. Özgürlük arayışı içinde bağımsızlık düşleri peşinde koşan dünya ülkelerinin, dışa açılma ve büyük devletler ile ekonomik ilişkilere girme girişimleri ile yeniden bağımlılık çemberi içine sürüklendikleri görülüyordu. Özgür dünya arayışı bir ütopya olmanın ötesinde ağırlık kazanırken, devletler arası çekişmeler ve çatışmalar   ağırlık kazanıyordu. Yeni kurulan devletlerin bağımsızlıklarını kazanmalarıyla, siyasal açıdan sömürgecilik sona eriyor ve böylece, Avrupa merkezli sömürge imparatorluklarının dünyayı kontrol altına alma dönemleri bitiyordu. Ne var ki, endüstri devrimi sayesinde birer sanayi merkezi haline gelmiş olan bu eski sömürgeci devletler yeni dönemde ekonomi üzerinden gene eski işlevlerini sürdürmeye çalıştıkları ve yeni dönemde kurulan ekonomik ilişkiler zamanla bağımlılık ilişkilerine dönüştürülerek uluslararası alanın gene batılı   devletlerin kontrolü altında olması sağlanabiliyordu. Emperyalistler siyasal bağımlılığın bittiği yerde ekonomik bağımlılığa devreye sokarak gene eskisi gibi dünyayı kontrol altında tutmaya devam etmek istiyorlardı. Eski sömürge devletlerinden kendilerine yeni rakip çıkmasını istemeyen batılı ülkeler hem kendi aralarında çekişiyorlar hem de dünyanın diğer devletlerini kontrol altında tutabilmek için yakınlaşarak iş birliğini sürdürüyorlardı.

               Yaşanan zaman dilimleri ve aradan geçen olaylar karşısında dünya halklarında bilinçlenme meydana gelince, bu birikim bir süre sonra eski sömürge olan ülkelerde politik bir uyanışın ortaya çıkmasına yol açıyordu. Her uyanış dayandığı bilinçlenme ile var olan düzene karşı çıkarken, beraberinde yeni bir düzen arayışını da gündeme getiriyordu. İnsanlar üzerinde geçmişten gelen kontrol mekanizmalarının birçok ülkede rahatsızlık yarattığı, bu tür baskılardan kurtulmak isteyen toplumların, emperyalizmin dayatmış olduğu boyunduruktan kurtulabilme doğrultusunda bir çıkış aradıkları ve bu doğrultuda dayanışma içine girdikleri aşamalarda daha rahat hareket edebilme ve daha özgür bir yaşam düzenine kavuşabilme şansını elde edebildikleri görülmektedir. Sömürgeci batılı devletler ile Asya-Afrika ülkeleri arasında sürüp giden bu çekişmelerin, yirminci yüzyılda bir aşamaya geldiği ve bu doğrultuda bir dönüşümün eşiğine gelindiği görülmektedir. Beş yüz yıllık sömürgeciliğe bir de yirminci yüzyılın soğuk savaş yıllarının eklenmesiyle merkez ülkeler ile çevre ülkeler mücadelesi dünyayı yavaş yavaş kontrol edilemez bir duruma getiriyordu. Sömürgelerin uyanışı siyasal bağımsızlık ile geçiştirilmeye çalışılıyor, ekonomik bağımlılık düzeni giderek pekiştirilirken soğuk savaşın baskı ortamından yararlanılarak uyanış sürecinin kopmaya ya da daha bağımsız hareket etmeye doğru bir gidişi gündeme getirmemesi için çaba sarf ediliyordu. Sömürgelerini elinde tutamayan batının önde gelen ülkeleri, Birleşmiş Milletler örgütlenmesinden yararlanarak bu ülkeler üzerinde eski etki ve baskılarını sürdürmeye yöneliyorlardı. Batı bloku dünyanın bütün kıtaları üzerindeki hegemonya düzeninden ya da baskı sistemlerinden vazgeçmiyor, değişen koşulları dikkate alarak ve yeni yöntemler uygulayarak batılı ülkelerin çıkarları doğrultusunda eskisi gibi patron kalmaya çalışıyorlardı. Beyazlar kendilerini üstün ırk olarak görüyorlar ve sarı ile siyah ırklar üzerinde beyaz ırkın mutlak üstünlüğüne inanarak ve bu doğrultuda sürekli bir hegemonya düzeni oluşturarak, tam anlamıyla bir ırkçılık örneği veriyorlardı.
              Çağdaş ve modern olduğunu sürekli olarak söyleyen batılı ülkelerin, çıkarları söz konusu olduğu zaman ırkçılık gibi geri kalmış ilkel bir yaklaşıma yönelmeleri, kapitalist sistemin ne denli bir ilkel ve çıkarcı hesaplar üzerine kurulmuş bir çağ dışı örgütlenme olduğunu açıkça ortaya koymaktadır. İlk çağlardan bugüne uzanan tarih çizgisi içinde insanlık dışı bir yaklaşım olarak öne geçen ırkçılığın gelişmiş batı ülkelerinde fazlasıyla görülmesi ve yeryüzünde yaşayan bütün halklar içerisinde sarı ya da siyah renge göre insanlar arasında ayırımcılık yapan ve daha da ileri giderek beyaz insanların üstün ırk olduğu inancı ile diğer ırklara karşı her türlü olumsuz uygulamayı haklı görebilen bir ırkçı anlayış insanlığın yüz karası olarak batı uygarlığının boynunda asılı bulunmaktadır. Kafalarının içinde ırkçı düşünceleri hala taşıyan ve bu gibi olumsuz düşüncelerden bir türlü vazgeçmeyen  sömürgeci ülkelerin aklı ve mantığı, batının dışındaki ülkelerde yaşamlarını sürdüren, bu ülkelerdeki devlet düzenlerinden yararlanarak ayakta kalmaya çalışan   milyarlarca insan, egemen güçler ve   patronların isteği doğrultusunda bütün dünyanın kontrol altında tutulması çabası yüzünden   hegemonyacı baskılardan kurtulamamakta ve  küresel emperyalizmin boyunduruğuna teslim olmak durumunda kalmaktadırlar . Batılı ülkelerin azınlıkta kalan nüfusları, bugünkü dünyanın milyarlara yaklaşan büyük nüfusları ortaya çıkan yeni dev ülkelerine karşı, gene de   baskıcı hegemonya girişimleri ile bir kontrol sistemi geliştirilmeye çalışılmaktadır. Az gelişmiş ülkelerin ve Asya-Afrika devletlerinin nüfusları son derece hızla artarken, milyarlık nüfusları ile dev ülkeler dünya sahnesine çıkarken ,geçmişten gelen eski devletlerin yeni dönemde de büyüklük taslamaları ya da  kaybettikleri imparatorluklarını yeniden oluşturma derdine düşen eski sömürgecilerin  milyarlık ülkeleri eskisi gibi kendilerine bağımlı tutabilmeleri giderek zorlaşmakta ama gene de huylu huyundan vazgeçmeyerek ,eskisi gibi hegemonya düzenlerini dünyayı kontrol altında tutma görünümü altında sürdürmeye çalışmaktadırlar. Üstünlük duygusu her zaman kontrol etme gereksinmesi yaratmakta, kendilerini üstün ırktan görenler ya da eskisi gibi büyük ülke olma iddiasını devam ettirmek isteyenler yeni yeni kontrol mekanizmaları yaratarak, kendilerine ters gelebilecek bazı gelişmeler ile karşı karşıya kalmak istememektedirler.
        Brzezinsky, batılı ülkelerin dünya ülkelerini baştan çıkaracak derecede bolluk üreten bir ekonomi ile etki altına alınmaya çalışıldığını ileri sürmekte ve bu yoldan ekonomik ilişkiler aracılığı ile kontrol sisteminin yürütülmek istendiğini açıklamaktadır. Yoksul ve geri ülkelerin ekonomik ilişkiler aracılığı ile bolluk ekonomilerini ile karşı karşıya bırakılması, son derece etkileyici bir sonuç vermiş ve birden ihtiyaç maddelerinin sınırsız üretimi sayesinde bolluk düzeni ile karşı karşıya bırakılan dünya ülkelerinin gevşeyerek yeniden batı emperyalizmine teslim olma noktasına geldiğini öne sürmektedir. Birden beklenmedik bir biçimde çeşitli bolluklar ile karşı karşıya bırakılan dünya halklarının başının döndüğü ve böylesine bir ruh durumu içinde emperyal etkilerin daha rahat sürdürülebildiği görülmektedir. Daha önce hiç görmedikleri ürünleri karşılarında görenler hızla gevşeyebilmekte ve yeniden gündeme getirilen bir kontrol mekanizmasına bağımlı kalmayı kabul edebilmektedirler. İnsanların çeşitli gereksinmelerinin ikna edici bir biçimde karşılanması ve yüksek düzeyde bir bireysel tatmin sağlanması ile   toplumların ya da   devletlerin   yeniden tavlanabildiği ve bağımlılık ilişkilerinin sürdürülmesiyle de kontrole devam edilebildiği özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısında birçok ülkede görülebilmiştir. İnsanların yiyecek ve giyecek gereksinimlerinin ücretsiz olarak karşılanması, çeşitli yardım programlarıyla bolluk görünümlerinin yaratılması geçmişten gelen denetim mekanizmalarının yeni koşullarda da sürüp gitmesine yardımcı olmuştur. Ekonomik ilişkilerin ürünü olan mal dağıtma ya da gereksinim karşılama, halk kitlelerini ele geçirme, elde tutma ve ikna etme açılarından fazlasıyla etkili olmuştur. Hediye dağıtma ve alma işlemleri yaygınlık kazandıkça insanlar bağımlılık düzeninden şikayet etmemeye başlamışlar ve böylece teslimiyetçi bir geleceğin önünü açmışlardır. Çeşitli armağanları ya da gereksinme duyulan maddeleri sosyal organizasyonlar üzerinden kazanan, zaman içinde emperyalist kontrol mekanizmalarına bağlı durumda olan kişiler kontrol mekanizmalarının sürdürülmesinde piyon olarak kullanılabilmektedirler.

            İki kutuplu dünya düzeninin sosyalist sistemin çöküşü üzerine dağılmasıyla beraber, Amerika Birleşik Devletleri’nin tek hegemonyacı güç olarak yola devam etmeye çalıştığı, bu durumda da iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünya düzenine geçiş için dıştan baskı ve zorlamaların birbirini izler bir biçimde ilgili mercilerle dayatıldığı anlaşılmaktadır. ABD küresel bir güç haline geldikten sonra önemli bir çelişkili durum ile karşı karşıya kalınmış ve Amerika her alanda devreye girerek güçlü kontrol mekanizmaları oluşturmaya yönelmiştir. Büyük devletler arasındaki geçmişten gelen çekişme ve çatışmaların daha da öne çıkmaları yüzünden, ABD istediği gibi küresel bir hegemonya düzeni oluşturarak emperyal kontrol mekanizmalarını sürdürebilmekte zorluk çekmektedir. Küresel üstünlük oluşturarak bütün dünyayı denetim altına alabilme düşüncesi ABD merkezli batı blokunda hızla yayılırken, batı sermayesinin güdümü altında yönlendirilen basın ve medya organları hem özgürlükleri, hem de insan haklarını yeni dönemde küreselleşmenin bir ürünü olarak gündeme getirerek kendisiyle büyük bir çelişkiye düşmüş olduğu görülmektedir. Koyun postuna bürünmüş kurt misali, emperyalizm yeni dönemde küresel kontrol mekanizmalarını geliştirirken, insan hakları savunucusu gibi kendisini kamuoyuna yansıtmaktadır. ABD’nin sahip olduğu otoriteyi ve gücü küresel anlamda kullanmasıyla denetim işlevleri kendiliğinden gerçekleşme şansını yakalayabilecektir.  O zaman da yeni dünya düzeni çerçevesinde kontrolün ortadan kalkması değil ama aksine daha da güçlenerek devam etmesi söz konusu olacaktır. ABD’nin küresel otoritesini evrensel düzeyde koruyabilmesi ve sürdürebilmesi  küresel kontrol açısından gene de yeterli olabilecek ama  bu büyük ülkenin sahip olduğu otoriteyi elinden kaçırmasıyla beraber de kontrol dışı dünya gerçeği ortaya çıkacaktır. Bu durumu dikkate alan ABD bir süper güç olarak sonuna kadar dünyanın denetimini tekelinde tutabilmek için elinden gelen her yolu denemektedir.
            Küresel liderlik yarışında rakiplerini geride bırakarak en büyük süper güç konumuna gelebilmeyi başarmış olan ABD’nin soğuk savaş dönemi sonrasında da benzeri bir konumu daha da güçlendirerek sürdürmeye eğilimli olduğu açıklık kazanmakta ve soğuk savaş döneminde çokça kullanılan komünizm korkusu, yeni dönemde sahneden çekildiği için bunun yerine geçerli olabilecek çeşitli korkular terör ve benzeri sıcak çatışma yöntemleri ile dünya halklarının önüne çıkartılmaya çalışılmaktadır. Ekonomik alanda ABD’nin başlıca rakipleri olan Almanya ve Japonya’nın daha fazla etkin olamayacağı, ekonomik alanda ABD ile yarışma şansını yaratabilen bu ülkelerin, ABD’nin sahip olduğu büyüklükleri elde etme şansları olmadığı için, bunlardan küresel bir güç çıkmasının mümkün olmadığı görülmektedir. ABD sahip olduğu büyüklükler ile ancak kendisiyle ülke, nüfus ve potansiyel büyüklükleriyle rekabet edebilecek Çin, Rusya, Hindistan ve Brezilya ile önümüzdeki dönemde çekişmek zorunda kalabilecektir. Bu dört dev ülke koşulların zorlamasıyla öne geçebilecek gerekirse, ABD’nin karşısına çıkarak yeni bir süper güç olarak öne çıkabilme şansına sahip durumdadırlar. ABD’nin yaptığı gibi geçmişten gelen emperyal geleneğe bu ülkeler de sahip çıkarlarsa o zaman dünyanın kontrolünün başka ellere geçmesi mümkün olabilecek ve hegemonya düzenin merkezi batıdan doğuya taşınabilecektir. Batı hegemonyasının sona erme aşamasına geldiği bir noktada doğulu büyük güçlerin devreye girmesiyle, eskisinden çok farklı bir hegemonya düzeninin getireceği denetim mekanizmalarına dünya ülkeleri ilk kez tanık olmak durumunda kalacaklardır. İki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya doğru yeryüzü zorlanırken, siyaset sahnesinde ön plana çıkmış olan doğunun dev ülkeleri bugünün dünyasını hemen çok kutuplu bir yapılanmaya dönüştürmüşlerdir.
       Brzezinsky’nin korktuğu kontrol dışı dünya yapılanması, ABD merkezli batı dayatmasına karşı tepkilerin Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında bir araya gelmesiyle gerçeklik kazanmıştır. Kısaca BRİCK ülkeleri adı verilen, batı karşıtı bloklaşma batının gündeme getirmiş olduğu Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında oluşturularak devreye sokulmuştur. Sovyet blokunun karşıt cephe olarak tasfiye olmasından sonra rakipsiz kalan batı blokunun ABD merkezli örgütlenerek küresel alana el koyması gerçekleştirilmeye çalışılırken, Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında dört büyük dev ülkenin batı karşıtı bir çizgide bir araya gelerek BRİCK grubunu oluşturmasıyla beraber, yeni karşıt blok bir anlamda doğu bloku olarak devreye girmiştir. Böylesine yeni bir bloklaşmanın ortaya çıkmasıyla beraber hem batı üstünlüğü tartışılmaya başlanmış hem de ABD merkezli bir küresel imparatorluğun kurulamayacağı anlaşılmıştır. Küresel sermayenin bütün zorlamalarına rağmen, bir türlü tek merkezli yeni dünya düzeni oluşturamayan Amerika Birleşik Devletleri, böylesine bir çizgide ilerleyemezken, duraklama içine sürüklenmiş ve daha sonraki aşamada da düşüşe geçerek kendi sorunlarıyla uğraşmaya başlamıştır. İstediği ölçülerde yeryüzüne yayılarak bir küresel imparatorluk düzeni kuramayan ABD bu yüzden karşılaştığı savaşlarda fazlasıyla kayıp vermiş ve büyük borç bataklarına sürüklenmiştir. Süper güç olmasına rağmen giriştiği haksız saldırı ve işgal savaşları nedeniyle ekonomik krizlerle boğuşmaya başlayan ABD, bütün dünyayı eskisinden daha güçlü bir çizgide kontrol etmeye yönelmişken, kendisinin bu yüzden düşme ve gerileme noktasına geldiği anlaşılmıştır. Her büyük uygarlık gibi ABD’nin de doğup büyüdüğü, gücünün en üst aşamasına geldiği ve bu aşamada durakladığı, daha fazla ileri gidemediği, durakladığı için gerilemeye başladığı ve bu yüzden eski gücünü yitirdiği anlaşılmaktadır. Osmanlı İmparatorluğunun Viyana kuşatmasından geri dönerek düşüşe geçtiği gibi Amerikan İmparatorluğunun da Bağdat kuşatmasından geri dönerek düşüş ve gerileme aşamasına sürüklenmiş olduğu öne çıkmaktadır.
         Sovyetler Birliğinin dağılmasından dünyanın merkezi coğrafyasında bir jeopolitik boşluk alanı çıkmıştır. Rus emperyalizminin gerilemesiyle Orta Asya, Orta Doğu ve Balkan bölgelerinde bir otorite boşluğu alanı ortaya çıkmıştır. Merkezi coğrafyada tarihin ilk dönemlerinden gelen dinler kavgası , devletler çekişmesi ve etnik kargaşaların yeniden gündeme gelmesiyle, ABD süper güç olarak bu bölgeye gelmiş, bölge ülkelerine saldırarak merkezi alana el koymaya çalışmıştır. İlk dönemlerden gelen devlet kurma hedefleri merkezi alanı sıcak bir çatışma havzasına dönüştürmüştür. Sovyet bloku sonrasında yeniden Rus emperyalizminin çevresindeki ülkeler üzerinde baskı ve hegemonya düzenleri oluşturmaya çalışması, tek merkezli dünya planlarını devre dışı bırakmıştır. Ruslar Sovyet imparatorluğunu elden kaçırdıktan sonra yeniden emperyal vizyon ile küresel hegemonya oluşturmaya çalışmış, ne var ki bu alanda istediği adımları atamayınca  zamanla daha içe dönük bir siyaset ile  kendi kontrol düzenini oluşturma çabası içinde olmuştur . Rusların geri çekildiği alanlarda yeni örgütlenmeler ve turuncu devrimler aracılığı ile bu ülkeleri ele geçirmeye çalışan ABD emperyalizmi, iki kutuplu kontrol düzeninden tek kutuplu kontrol düzenine doğru bir yöneliş içine giriyordu. Soğuk savaş yıllarında Amerika’yı Avrasya bölgesinin dışında tutarak başarılı olan Rus emperyalizmi yeni dönemde ülkeler üzerinden geliştirilecek yeni bir Rus emperyalizmini yakın çevre ülkeleri içinde örgütlemeye çalışmaktadır. Sovyetler Birliği’ne üye olan eski sosyalist ülkeler üzerinde batılı emperyalistlerin egemen olmasını önlemek üzere Rusya devreye girerek bu ülkeleri kendi elinin altında tutabilme doğrultusunda epeyce sıcak çatışma ile uğraşmak zorunda kaldığı için, ABD önderliğindeki batılı emperyalistler Avrasya bölgesinin çeşitli bölgelerinde istikrar sağlayabilecek bir kontrol düzenini gerçekleştirme yolunda zorlanmaktadırlar. Jeopolitik boşluk alanlarını ele geçirme doğrultusunda yürütülecek hegemonya girişimlerinin karşı karşıya kalması, kontrol dışı dünyanın önde gelen bölgelerinde gene gerginliklere ve sıcak çatışmalara yol açacağı açıkça görülmektedir.
         ABD emperyalizminin tek merkezli bir küresel imparatorluk oluşturarak bütün dünyayı küresel bir kontrol sistemi içine alma girişimleri, bütün dünyayı denetleme hayallerinin bugün de devam ettiğini göstermektedir. Dünyada yeni dev ülkeler siyaset sahnesine çıkarken, yeni oluşan ekonomik güç merkezleri dışa açılma ya da karşılıklı ilişkileri geliştirme doğrultusunda gündeme getirilecek çatışma ortamlarında halk kitlelerinin temsilcileri arkalarındaki toplulukların etkisiyle hareket etmektedirler. Tam kontrol sağlamanın arayışı içinde olanların zamanla bunun gerçekleşemeyecek bir hayal olmanın ötesine gitmediğini anlamalarıyla yaşanabilecek düş kırıklıklarına hazır olmak gerekmektedir. Sıcak sorunlara çözüm bulunamaması beraberinde ya çözümsüzlük ya da dış güçlerin istediği çözümleri gündeme getirebilecektir. Tam kontrolün sağlanamadığı kritik durumlarda nelerin olamayacağına bakarak nelerin olabileceği gibi gerçekçi alternatiflerin üzerinde durmak hem çözüm hem de yarar getirebilecektir. Bölgesel sorunların yaratabileceği gerginliklerin aşılması çabası gösterilirken, bazı denetim mekanizmalarından vazgeçilmesi gündeme gelebilecek ya da bu gibi mekanizmalara zarar verilerek, bir boşluğun ortaya çıkmasına yol açılabilecektir. Bütün devletler yeni dönemde ayakta kalabilmek ve küresel erozyondan paçalarını kurtarabilmek için siyasal konjonktürü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaya çaba göstereceği açıktır. Önlenemeyen siyasal gelişmelerin ortaya çıkmasıyla beraber eski dengeler ve koşullar hemen değişiklik gösterecek bunların bozmuş olduğu ya da tehdit ettiği durumlar, dünyayı kontrol etme iddiasıyla öne çıkmış olan plan ya da projelerde ciddi olarak ele alınmalıdır. Eskiden görülen Avrupa –Amerika rekabetine bugünün büyük devletleri de katılırsa, o zaman çok oyunculu bir denklem öne çıkacaktır. Çoklu dengeler içinde gene eskisi gibi güvenlikçi ve denetimci girişimlerin kendi açılarından sonuç alması fazla mümkün görünmemektedir. Böyle olunca da kontrol edilemeyen bir dünya olgusu ile karşı karşıya gelinmekte ve kontrol dışılığın getirdiği riskler devreye girebilecektir.

               Kontrol dışı dünya tanımlaması aslında fazlasıyla ağır bir hükmü başlık olarak ortaya atmıştır. Dünyanın büyük güçler ve devletler tarafından denetim altında tutulması çok eski bir kuraldır. Her büyük güç mutlak kontrol peşinde koşarken, diğer güçler de bu kontrol mekanizması içinde kendi çaplarında yer alabilmek için mücadele etmektedirler. Bu yüzden , dünya işlerinin yürütülmesinde böylesine bir çekişme ve rekabetin olduğunu iyi görebilmek gerekmektedir . Uluslararası ilişkiler düzeni büyük ve küçük devletler arasında oynanan büyük bir oyun olduğu için, bu oyunu kendi çıkarları doğrultusunda kazanmak isteyen büyük güçler daha önceden geliştirdikleri kontrol mekanizmaları ile mutlak bir sonuç peşinde koşarlar. Devletlerin açık örgütlerinin yanı sıra gizli örgütleri, yer altı ve yer üstü çalışan siyasal ve ekonomik güç merkezleri topluca bu büyük oyunun içinde yer alarak sonuca varmaya çalışırlar. İşte böylesine bir oyunun oynandığı dünya üzerinde büyük devletler ya da güçler sahip oldukları açık ve gizli potansiyellerin tamamını kullanarak dünyayı bütünüyle ele geçirmeye çalışmaktadırlar. Bu arada kendisini dünyanın jandarması ilan eden bazı devletler, askeri örgütler ya da girişimler ortaya çıkmakta ve bunlar dayandıkları güç merkezleri adına güvenlik ürettiklerini ileri sürerek, yeni dünya sürecini denetim altına almaya çalışmaktadırlar. İki kutuplu dünyada kutupların askeri örgütleri ile bir denge sağlanarak, yeryüzü güvenliği kontrol altında tutulabiliyordu. Şimdi ise bu denge ortadan kalktığı için, güvenlik örgütü olduğunu ileri süren bazı askeri örgütler açıktan saldırılara geçebilmekte, suçsuz ve masum insanların yaşadığı üçüncü dünya ülkelerini işgal ederek, milyonlarca insanın kaybına ya da ülke zenginliklerinin yağma edilmesine yol açarak insanlık açısından ciddi bir güvensizlik ortamı yaratabilmektedirler. Özellikle son yıllarda görülen haksız savaşlar ve haksız saldırı ve işgaller, emperyalistlerin dünyayı yeniden kontrol altına alma girişimlerinin örnekleri olarak öne çıkmakta ama kontrol peşinde koşanların ciddi anlamlarda suç işleyerek, insanlığın geleceğini tehlikeye sürükledikleri anlaşılmaktadır. Dünyanın kontrol altına alınmasından önce, dünyayı kurtardığını ileri süren emperyalistlerin saldırı ve işgallerinden dünyayı kurtarmak gerekmektedir.
              Dünyanın tam anlamıyla kontrol edilebilmesi ve her türlü tehditten uzak güvenlikli bir ortama kavuşturulabilmesi için yeni bir uluslararası örgütlenme modeline gereksinme bulunmaktadır. Birleşmiş Milletlerin yetersiz kaldığı, başta ABD olmak üzere İsrail ve İngiltere gibi saldırgan ülkelerin bu uluslararası kuruluşun kararlarını dinlemediği bir aşamada, dünyanın güvenlikli kontrolü için yepyeni kuruluşlara gerek vardır. Hem Birleşmiş Milletler hem de var olan askeri örgütler yerine, bütün devletlerin eşit olarak katılacağı bir uluslararası örgütlenmeye gidilmesiyle, istenen sonuçlar alınabilecektir. İki kutuplu dünya düzeninden daha fazla bir kontrol ancak, bütün devletlerin eşit olarak katılacağı bir dünya platformu ile oluşturulabilecektir. Böylesine eşitlikçi bir oluşumu büyük güçler engellemeyi bırakmaları gerekmektedir. Aksi takdirde büyük güçler arasındaki çekişmelerin bir üçüncü dünya savaşı felaketini gündeme getirmesini hiçbir güç önleyemeyecektir.  Dünyayı hiçbir devlet ya da emperyal güç kontrol etmemeli ama, bütün devletlerin eşit olarak yer aldığı yeni bir uluslararası düzenin oluşturulmasıyla beraber dünyanın denetiminin kendiliğinden sağlanabileceği eskisinden çok farklı bir yapılanmaya gidilebilmelidir. Bu aşamada hiç kimsenin başkasının aklına ihtiyacı yoktur ve görünen köy kılavuz istememektedir. Tehdit ve tehlike analizleri bütün açıklığı ile herkesin eşit katıldığı ortamlarda yapılabilmeli ve buralardan çıkacak katılımcı kararlar ile yeni güvenlik yapılanmasına daha fazla zaman yitirmeden gidilebilmelidir. Hiç kimsenin dünyayı kontrol etme hakkı bulunmamaktadır ama insanlığın üzerinde yaşadığı yeryüzünü kendi varlığı ve güvenliği açısından denetleme hakkı vardır. Tüm insanlık da bu hakkın ortak sahibidir.
1-Zbignew Brzezinsky – Kontrol dışı dünya ,İş Bankası yayınları ,,İstanbul I994

Prof. Dr.  Anıl ÇEÇEN