23 Temmuz 2020 Perşembe

ATATÜRK VE YUSUF AKÇURA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ATATÜRK VE YUSUF AKÇURA

                                         
             Dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk devletinin kuruluşunda son derece etkili olmuş olan bu iki isim, tarihsel süreç içerisinde bir dönem beraber bulunmuşlar ve bu dönemde bir iş birliği içerisinde olarak geleceğe dönük planlarının Anadolu üzerinde gerçekleşebilmesi için çaba göstermişlerdir. Günümüz koşullarında her yönden eleştiri konusu olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu sırasında son derece etkin olmuş olan bu iki isimin beraberce ele alınarak ortak bir değerlendirme içerisinde ele alınmasının bugünün tartışmaları açısından yararlı sonuçlar vereceği düşünülebilir. Türk devletinin kuruluşundan doksan yıl sonra, kuruluş sırasında etkin çalışmalar yapmış olan bu iki isim arasındaki bağlantının siyasal yönleriyle ortaya konulmasında, Anadolu’da bir Türk devletinin kuruluşunun arkasında yatan nedenlerin belirlenmesi açısından zorunluluk vardır. Anadolu’da Türk devletine karşı çıkanlar, eski imparatorluk coğrafyasından göç eden birçok topluluğun bugün Türkiye’de bir arada yaşadığını öne sürerek, bir Türk ulusundan sözedilemeyeceğini ve bu doğrultuda Türk ulusu olmadığı için de Türklerin kurmuş olduğu bir Türk devletinin gerçeklere uymadığını açıkça savunmaktadırlar. Bu nedenle son zamanlarda başta iktidar partisinin ileri gelenleri olmak üzere Türk kimliği rededilerek, yeni bir kimlik türü olarak Türkiyelilik gibi bir kavram öne çıkarılmaktadır. Küresel emperyalizmin güdümüne girerek, Yeni Bizans, Büyük İsrail ya da Yeni Orta çağ gibi plan ve projelere angaje olanlar, merkezi alandaki Türk devletini ortadan kaldırabilmek için redettikleri Türk kimliğinin silinmesi sürecinde Türkiyelilik kimliğini bir ara yaklaşım olarak geliştirmeye çalışmaktadırlar. Bütün bu gibi saçmalıkların sona erebilmesi için, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna öncülük eden iki büyük isimin beraberce ele alınarak bugünün koşullarında yeniden değerlendirilmeleri gerekmektedir.

          Anadolu’da Türkçülüğün öncüsü Yusuf Akçura, Türk devletinin kurucusu da Mustafa Kemal Atatürk’tür. Eğer bugün bu topraklarda Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir Türk ulus devleti varsa, Türk ulusunun fertleri böylesine bir oluşumu bu iki büyük öndere borçlu bulunmaktadırlar. Türk ulusunun bütün bireyleri, ulusal eğitim programı içerisinde devletin kurucusu Atatürk ile ilgili her konuyu öğrenmelerine rağmen, ne yazıktır ki, Osmanlı imparatorluğunun son dönemlerinde Türkçülük akımını bu topraklara getiren Türkçülüğün öncülerinden habersiz kalmaktadırlar. İsteyen bu konularda kütüphaneler dolusu kaynaklara erişebilmektedir ne var ki eksik eğitim sistemi nedeniyle Türkçülük akımının öncüleri ile bilgiler, eğitim sistemi içerisinde yeni kuşakların bilgilerine sunulmamaktadır. Atatürk ile ilgilenen ve kendisini Atatürkçü olarak tanımlayan bir çok kişinin bu nedenle Türkçülüğün öncülerini bilmedikleri hele Yusuf  Akçura’yı tanımadıkları  görülmektedir . Türkçülük denilince akla önce Ziya Gökalp gelmekte ama, Türkçülüğü bu ülkeye getiren Yusuf Akçura ile beraber İsmail Gaspıralı, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal ve Ahmet Ağaoğlu hatırlanmamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti’nin vatandaşı olarak kendilerini Türk kimliği tanımlayan Türk vatandaşlarının, Türkçülüğün öncülerini ve tarihini bilmemesi bu ülkede çok ciddi bir bilgi eksikliği yaratmıştır. Türkçülüğün kurucularının bilinmemesi, Atatürk’ün neden Türk devleti kurduğunun halk kitlelerince anlaşılamamasına yol açmıştır. Balkanlar’da doğmuş ve büyümüş bir Mustafa Kemal’in Osmanlıların Balkanlar’dan kovulmasından sonra, Anadolu yarımadası üzerinde bir Türk devleti kurmasının arkasında, Yusuf Akçura ve arkadaşlarının başlatmış olduğu Türkçülük akımının önemli bir rolü bulunmaktadır. Türkçülük olmasa Atatürk ve Atatürkçülük de olamazdı.

             Yusuf Akçura ve arkadaşlarının Kırım üzerinden Türkçülük akımını İstanbul’a taşımalarından önce, Avrupa ülkelerine giderek yabancı eğitimi alan gençlerin Osmanlı devletinde başlatmış oldukları JönTürk hareketinin de ülkenin geleceğinde önemli rolleri olmuştur. Yeni Osmanlı hareketi tutmayınca yerini Jön Türk akımı almış ve Avrupa ülkelerindeki ulus devlet akımı bu topraklara yansıyınca, çok uluslu siyasal yapıdan tek uluslu bir ulus devlete yönelirken, ikinci Meşrutiyet yıllarında Yusuf Akçura ve arkadaşlarının önce Türk cemiyeti sonra da Türk Ocakları aracılığıyla önemli ölçüde katkıları olmuştur. Jön Türk akımının yaratmış olduğu ortamı iyi kullanan Türk Ocakları örgütlenmesi, Yusuf Akçura’nın önderliğinde imparatorluktan ulus devlete geçişi gerçekleştiren siyasal odaklar olmuştur. Kırım doğumlu Tatarlar’ın öncülüğünde kurulmuş olan Türk Cemiyeti ve Türk Ocakları, çok kültürlü bir toplum yapısından sonra ulus devlete geçişte ana merkezler olarak hareket etmişler ve ülkede emperyalizme karşı verilen ulusal kurtuluş savaşının öncülük misyonunu yerine getirmişlerdir. Yusuf Akçura bütün bu oluşumların başlatıcısı olarak Türk tarihinde önemli bir yere sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda Yusuf Akçura’nın önemli bir kilometre taşı olduğu hatırlanırsa, günümüzün birçok tartışmasına açıklık getirilebilecektir. Atatürk gibi bir ulusal devlet kurucusu önderin tarih sahnesine çıkışının perde arkasında, yılların Türkçülük birikiminin taşıyıcısı ve bu topraklara getiricisi olan Yusuf Akçura’nın önde gelen bir rolü bulunmaktadır.
          Atatürk ile aşağı yukarı benzer tarihlerde doğan ve yaşayan Yusuf Akçura, bir Tatar Türk ailenin evladı olarak Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde doğmuştur. Kazan asıllı bir Tatar olmasına rağmen yaşamının önemli bir kısmı Kırım ve Rusya’nın çeşitli kentlerinde geçmiş ve daha sonraki aşamada da kuzey bölgelerinde elde ettiği Türkçülük birikimini güneye taşımak üzere İstanbul’a gelmiştir. Rusya’da I905 devriminde milliyetçi bir önder olarak rol aldıktan sonra, 1908 tarihinde ikinci meşrutiyetin ilan edilmesi üzerine İstanbul’a gelerek önce Türk Cemiyetini sonra da Türk Ocakları’nı kurmuştur. Eski Hazar İmparatorluğu döneminden kalma önemli bir Türk asıllı nüfusun Rusya’da yaşaması nedeniyle, Yusuf Akçura’nın yaşamı Rusya ve Türkiye arasında gidip gelmelerle geçmiş ve her iki ülkedeki Türk potansiyelinin beraberce var olabilmesi ciddi bir Pan Türkçülük akımını Yusuf Akçura   geliştirerek savunmuştur. Rus Çarlığı ve Osmanlı İmparatorluğu çatıları altında yüzyıllarca yaşayan Türk asıllı kitlelerin bir araya gelerek ortak bir büyük Türk devletini tarihte olduğu gibi yeniden kurmaları, Yusuf Akçura ve arkadaşlarının amacı olmuş ve bu doğrultuda başlattıkları Türkçülük çalışmalarını Pan Türkizm doğrultusunda geliştirerek sürdürmüşlerdir. Fransız devrimi sonrasında başlamış olan milliyetçilik cereyanlarının Rusya’ya ulaşması Ruslar’da güçlü bir milliyetçilik başlatmış, Rus olmayanlara karşı baskılar artınca Tatarların öncülüğünde bütün Türk asıllı boyları içine alan geniş ve güçlü bir Türkçülük akımı Rusya topraklarında Rus milliyetçiliğine karşı başlatılmıştır. Rusların Ortodoks fanatizmi ile karşılarına aldığı Yahudi toplulukları da ülkede denge kurabilmek üzere Türkçülüğü desteklemişler ve bu yoldan Rus milliyetçiliğinin aşırılığa kaçması önlenerek birlikte yaşamın yolları aranmıştır. Ne var ki, Rus milliyetçilerinin önce Yahudi soykırmına yönelmeleri daha sonra da Tatarları ülkeden kovmaya yönelmeleri üzerine tatarların öncülüğünde başlatılan Türkçülük hareketleri kısa zamanda gelişerek bölgenin geleceğin de gene eskisi gibi Hazar devleti zamanındakine benzer biçimde etkili olmaya başlamıştır. Ne var ki, Rus milliyetçiliğinin daha sonraları emperyalizme yönelmeleri üzerine önce Tatarlar ve Türkler ve daha sonra da Çerkezler bulundukları bölgelerden kovulmuşlardır.  Rusya’dan kovulanlar güneye inerek Ak ülke olarak gördükleri Anadolu topraklarında yerleşmeye başlamışlar, Birinci Dünya Savaşı sonrasında   bu bölgede bir Türk devletinin kurulabilmesi için canları ve başlarıyla çalışmışlardır. Yusuf Akçura ve Tatar asıllı arkadaşları, Türkçülüğün kuzeyden güneye inmesinde ve Ak ülkede bir Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda önde gelen bir taşıyıcı rolü yerine getirmişlerdir. Bir anlamda Atatürk’ün bir Türk devleti kurmak üzere tarih sahnesine çıkmasına giden yolu açmışlardır.
           Yusuf Akçura Türkiye’ye yerleştikten sonra zaman zaman Rusya ve Avrupa ülkelerine giderekm dünyadaki siyasal hareketleri hem izlemiş hem içinde olmağa çalışmıştır. Bu nedenle Rusya ve Osmanlı ülkesini çok yakından izleyerek hareket etmiş ve Avrupa ülkelerindeki çalışmaları da yakından izleyerek bunlardan yararlanmanın çabası içerisinde olmuştur. Bir anlamda on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla geçilirken, dünyadaki değişimi kavramağa ve bu sürecin içinde yer alarak değişimi Türkçülük doğrultusunda yönlendirmeye çalışmıştır. Ruslar ile Türkler arasında yaşanan savaşları ve gerilimleri yakından izleyen Akçura, Avrasya bölgesinde yaşamakta olan bütün Türk asıllı toplulukları bir araya getirecek Pan Türkizm akımını geliştirmeyi hedeflemiştir. Avrupa ülkelerinde Jön Türkler ile tanışan ve onlarla ortak çalışmalar yapan Yusuf Akçura, Türkçülük birikimini bu genç kadro aracılığı ile Osmanlı ülkesine taşımak istiyordu. Rusya’daki Tatar topluluğunun erken uyanması ve gelişmesiyle öne çıkan Türkçülük birikimini Akçura Jön Türklere aktarmak ve bunları örgütleyerek bütün Avrasya bölgesine yönelik bir Pan Türkizmin hazırlığını yapıyordu. Tatar reformculuğunun getirdiği Türkçü birikim Osmanlı devletinde Osmanlıcılık akımından Türkçülük akımına geçişi sağlıyordu. Dilde, fikirde ve işte birlik ilkesi doğrultusunda, Türk kökenli toplulukların bir araya gelmeleri ve ortak hareket ederek bir Büyük Türk Birliğini gerçekleştirmeleri düşünülüyordu. Rusların Panslavizmine ve Ortodoksçuluğuna karşılık PanTürkizmin de aynı zamanda Panislamizm ile iş birliği yapması gerektiği düşünülüyordu. Böylece Almanya’nın elinden Panislamizm akımı alınarak Rusya’nın Pan Ortodoksculuğuna karşı Avrasya bölgesinde etkinliği artırmak üzere kullanılması planlanıyordu. Yusuf Akçura hem Rus emperyalizmine hem de Avrupa ülkelerinin Avrasya’ya girmelerine karşı Türklerin ve Müslümanların beraberce ortak hareket etmelerinden yana bir Pan Türkizm çizgisi izliyordu. İşin içine Müslümanlar da girince Türkçülük akımının çalışma alanı kendiliğinden Rusya’dan Osmanlı ülkesine kayıyordu. İslamcılığın yanı sıra kültürel milliyetçiliğin de savunulması emperyalist saldırılara karşı daha güçlü bir Türkçülük akımının öne çıkmasına yardımcı oluyordu. Böylece savaş sonrasında bir Türk devletinin kurulabilmesinin şansı artıyordu.
           Üç tarzı siyaset ismini taşıyan makaleyi Mısır’ın başkenti Kahire’de yayınlanan bir dergide Yusuf Akçura kamuoyunun dikkatlerine sunduktan sonra, merkezi coğrafyada Osmanlı devleti sonrası yeni siyasal yapılanma bu yazı doğrultusundaki tartışmaların etkisiyle biçimlenmeye başlamıştır. Osmanlıcılığın olamayacağı belirlenince İslamcılık denenmek istenmiş ama buna da gayrimüslim kesimler karşı çıkınca geriye tek alternatif olarak Türkçülük kalmıştır. Hırıstıyan Balkan ülkelerinin elden gitmesinden sonra Abdülhamit’in Şam merkezli bir İslam İmparatorluğunu Anadolu ve Arap yarımadası üzerinde kurmaya çalışmasına Almanlar destek verince, İngilizlerin desteği ile Selanik’ten Hareket ordusu İstanbul’a gönderilerek Abdülhamit’in tahttan indirilmesi sağlanmış, İngiliz gizli servislerinin örgütlemesiyle Arap milliyetçiliği öne çıkınca, İslam’a dayanan bir büyük devletin Orta Doğu’da kurulabilmesi ihtimali devre dışı kalmıştır. Üç tarzı siyasetin ikincisi olan İslamcılık akımı da böylece devre dışı kalınca, bu kez üçüncü yol olarak Türkçülük akımı öne geçmiş ve Yusuf Akçura’nın örgütlediği Türk Ocakları sayesinde Türkçülük akımı Anadolu’nun her köşesinde hızla örgütlenerek geleceğin Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri atılmıştır.  Tarihsel süreç içerisinde Üç tarzı siyasetten tek tarzı siyasete geçiş kendiliğinden meydana gelmiş ve Türkçülük Osmanlı sonrası dönemde merkezi topraklarda tek geçerli düşünce akımı olarak yeni kurulacak devletin siyasal yapısını belirlemiştir. Faydacı ve pragmatik bir düşünce yapısına sahip olan Yusuf Akçura gerçekleşemeyecek hayaller yerine, gerçekleşebilecek hedeflerle uğraşmaya öncelik vermiş ve onun bu gerçekçi tutumu nedeniyle kısa zaman sonra bir Türk devleti dünyanın merkezinde kurulmuştur. Kahire’de yayınlanan Türk isimli gazetede yayınlanan üç tarzı siyaset makalesi, Osmanlı sonrası için bütün merkezi bölge halklarına ve ülkelerine bir anlamda yön gösteriyordu. Bir Osmanlı milleti yaratılamayınca, geniş alanlara yayılmış Türk asıllı toplulukların sahip olduğu Türk kimliğinde birleşilmesi en gerçekçi yol olarak görülüyordu. Yusuf Akçura dilleri, ırkları, gelenekleri, kültürleri ve dinleri aynı olan bütün Türklerin birliğini savunarak, bir büyük Türk imparatorluğunun yeniden oluşabilmesi için yoğun çaba harcıyordu. Türk dünyasını hedef alırken Türklüğü ve Türkçülüğü geliştirmeye çalışıyor, güçlü bir Türkçülük akımı sayesinde büyük bir Türk devletinin kurulabileceğini öne sürüyordu.
             Akçura sayesinde PanTürkizm akımı Osmanlı İmparatorluğu sonrası için Türklere ve Müslümanlara bir gelecek planı sunuyordu, o da bir büyük Türk devletinin çatısı altında bir araya gelmekti. Osmanlı İmparatorluğunun çok uluslu yapısı çerçevesinde Türkçülük ya da PanTürkizm akımı değerlendirildiğinde gayrimüslimlerin böylesine doğu kökenli bir akımın uzağında durmağa çalıştıkları görülüyor, Hırıstiyan toplulukların dışlandığı bir aşamada Müslüman kökenli topluluklar Türk kimliği çatısı altında bir araya gelmeye davet ediliyorlardı. Bu aşamada Yahudiler ikiye ayrılıyor, bir kısmı gizlice Yahudi kimliğini sürdürme yolunu seçerken, daha büyükçe bir kesimi de dönmeliği kabul ederek Müslüman toplum içerisinde bu toplumun kurallarına ve geleneklerine göre yaşamayı ilke olarak kabul ediyordu. Osmanlılar imparatorluk topraklarından geri çekilirken, merkezi ülke konumuna gelen Anadolu’ya birçok yerden milyonlarca insan göç ediyor ve göçmenler de Türk kimliği çatısı altında yaşamayı, kendi gelecekleri ve güvenlikleri açısından doğal karşılıyorlardı. Böylece, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Sevr antlaşmasının imzalanması üzerine Hırıstiyan ülkeler Anadolu’yu işgale yöneliyorlar, göç eden Müslümanlar Türk kimliği altında emperyalizme karşı savaş veriyor lar, dinlerinden dönmüş görünen Yahudi toplulukları da Hırıstıyanlara karşı Müslümanların yürüttüğü ulusal kurtuluş savaşını destekleyerek bağımsız bir Türk devletinin kuruluşunu, bölgedeki Arap ve Rus nüfus çoğunluğuna karşı denge oluşturabilmek doğrultusunda destekliyorlardı. Rusya’daki milli hareketin başından Anadolu’daki Türkçü hareketin başına geçen Yusuf Akçura, bütün bu gelişmelerde ön planda etkili oluyordu. Yeminindeki Osmanlı ve İslam kavramları nedeniyle, İttihat ve Terakki Cemiyeti üyeliğini kabul etmeyen Yusuf Akçura, tıpkı Atatürk gibi bu cemiyete uzak duruyor ve İttihatçıların orducu tutumlarına karşı daha halkçı bir örgütlenmeyi Mustafa Kemal gibi askeri kesimin dışında kalarak gerçekleştirmeye çalışıyordu. Zaman içerisinde Jön Türkler ile de ters düşen Akçura daha bağımsız ve gerçekçi düşüncelerle Türkçülük akımını geçerli kılmaya çalışıyordu. Ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Atatürk’ün hızla sivil bir rejim kurmasında ve orduyu siyasetin dışına çekmesinde böylesine bir tutumun fazlasıyla yararı olmuştur.

         Atatürk’ün gerçekleştirdiği Kemalist devrime kadar batıcı ve yenilikçi hareketler hep Tanzimat döneminin birer uzantısı olarak gündeme gelmiştir. Jön Türkler’de kendilerini Tanzimatın modernleşmeci kadrosu olarak gördüklerinde, Yusuf Akçura bu duruma karşı çıkarak Atatürk gibi daha kökten bir reformculuğu savunmuştur. Atatürk Tanzimatın tatlı su reformculuğundan uzaklaştıkça, bir Türk devletinin çatısı altında ulusal siyasal yapılanma için kökten reformcu girişimler zorunlu olmuştur. Tanzimat ülkede halk ile aydınlar ve zengin burjuvazi arasında ikilik yaratınca bir Türk ulusu yaratabilmenin çabası içinde olan Yusuf Akçura ve arkadaşları halkın içinde ve yanında olmuşlardır. Dili, dini ve kültürü bir bütün olan Türk dünyasının büyüklüğünü savunan Yusuf Akçura, böylesine bir hedefi gerçekleştirebilmek üzere, Rusya’daki Tatarların erişmiş oldukları gelişmişlik düzeyini Türkiye’ye taşıyabilmenin arayışı içine giriyordu. Osmanlı Türklerinin Rusya’da yaşayan kardeşlerinin gelişmişlik düzeyini örnek almaları gerektiğini sürekli olarak savunan Akçura, çıkardığı dergiler ve yazdığı makaleler aracılığı ile bu durumu Anadolu’ya taşıyabilmenin mücadelesini yapıyordu. Akçura’nın bu çabaları sonucunda, Ziya Gökalp ‘Üç Tarzı Siyaset” benzeri bir kitabı kaleme alıyor ve bunun adını da” Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muassırlaşmak“ biçiminde belirleyerek  Akçura’nın izinde bir çizgi izliyordu . Ziya Gökalp’in devreye girmesiyle beraber Akçura yalnızlıktan kurtuluyor ve Türkçü çizgide bir kadro oluşumu gerçekleştirilerek, toplumun hızla Türkleştirilmesi sağlanıyordu.
             Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde başlamış olan Pan Türkizm akımı, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan sonra Kemalist Türkiye’ye yardım ve katkı misyonunu üstleniyor ve Türk dünyası için örnek ülke olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden Pan Türkizm akımını sürdürmek aşamasına geliniyordu. Anadolu’da bir milli devletin Türkiye Cumhuriyeti olarak kurulmasında son derece önemli katkılar sağlamış olan Yusuf Akçura, sonraki aşamalarda Kemalist Türkiye’nin hızla gelişebilmesi için çalışmalar yapıyordu. Osmanlı sonrasında batı dünyası için gündeme gelmiş olan Doğu sorunun çözümünde Türkiye merkezli bir yolun izlenmesi için Yusuf Akçura öne çıkıyor ve Türk ile Slav toplulukları arasında sürüp gelmekte olan çekişmenin çözüme kavuşturulabilmesi için, güçlü bir Türkiye’nin yaratılmasına öncelik veriliyordu. Anglosaksonların, Fransızların, Hırıstiyanların ve Rusların bölgedeki hesaplarına karşı Türklerin güçlenebilmeleri için Almanya ile iş birliği yapmaları düşüncesi Akçura’ya tıpkı Abdülhamit ve İttihat Terakki gibi cazip geliyordu. Dar kapsamlı Tatarcılık yerine geniş kapsamlı bir Türkçülüğü Türk dünyasının geleceği açısından daha doğru bulan Yusuf Akçura, Türkiye Cumhuriyeti’ni böylesine güçlü bir yapılanmanın merkez ülkesi olarak görüyordu. Bu nedenle devletin ve yeni Türk üniversitesinin kuruluş çalışmalarında yer almış Ankara’daki devleti desteklemek üzere Ankara Hukuk Fakültesi ile Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinde dersler vererek, yeni Türk devletini yönetecek güçlü kadroların yetişebilmesi için çaba gösteriyordu. Ankara ve İstanbul’da yapılan bilimsel toplantılara delege olarak katılarak, yeni Türk devletinin bilimsel açıdan güçlenebilmesi doğrultusunda yoğun çaba harcıyordu. Devleti kuran partiye üye olarak önce İstanbul ve daha sonra da Kars milletvekili olarak Türkiye Büyük Millet Meclisinde görev yapmıştır. Bu arada, dil ve tarih kurumlarının kuruluş çalışmalarına katıldı, daha sonra da Türk Tarih Kurumu başkanlığına seçildi. Böylece, Yusuf Akçura sahip olduğu bütün bilgi birikimini hem bilimsel kurumlarda hem siyasal organlar da Türkiye’ye aktararak kısa zamanda Türkiye Cumhuriyeti’nin önemli bir gelişme göstermesine ciddi katkılar sağlamıştır. Bu tür çalışmalarla Cumhuriyetin onuncu yılı büyük coşkularla kutlanmıştır. Yusuf Akçura almış olduğu bilimsel ve siyasal görevler aracılığı ile Kemalist hareket içinde bir nefer olarak görev yaptı ve bütün birikimini Atatürk’e bir danışman olarak aktarma fırsatını buldu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun az zamanda büyük işler başarmasında Yusuf Akçura gibi önemli bir siyasal ve bilimsel birikime sahip olan danışmanın katkıları büyüktür. Akçura Rusya ve Avrupa ülkelerinde edindiği bilgileri ve gördüklerini sürekli olarak Mustafa Kemal’e aktararak O’nun bir Türk devleti kurarken tarihsel bilgi birikimine uygun olarak hareket etmesini sağlamıştır. Atatürk’ün büyük başarılarının perde arkasında var olan önemli uzmanlardan birisinin de Yusuf Akçura olduğu söylenebilir çünkü, cumhuriyetin ilanından ölümüne kadar uzun bir süre parlamentoda milletvekili olarak hep ön sıralarda yer almıştır.
           Atatürk, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bir Türk devleti kurmayı kabul etmiş ama Yusuf Akçura’nın Pan Türkizm düşüncesini benimsememiştir. Daha çok bir ideale dayanan bu yaklaşım, Anadolu coğrafyasının jepolitiğine o dönemin koşullarında pek uygun düşmüyordu. Bir asker olan Atatürk, jeopolitiğin inceliklerini iyi bildiği için bir bilim adamı olan Yusuf Akçura’dan bu açıdan ayrılıyordu. Atatürk daha işin başında Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında Pantürkizm, Panislamizm ve de Pan Turanizm gibi yayılmacı akımlardan uzak kalacaklarını, yalnızca Misakı milli sınırları içerisinde egemenlik haklarını savunacaklarını, kesinlikle Osmanlı İmparatorluğu gibi emperyalist bir politika uygulamayacaklarını söyleyerek, Yusuf Akçura’nın bütün Türk dünyasını bir araya getirme hedefinden uzaklaşıyordu. Türk devletinin halkçı ve çoğulcu bir yapıya dayanması gerektiğini savunan Akçura, ise geleceğe dönük olarak Türk dünyasının birlikteliğini Sovyetler Birliği emperyalizmine karşı savunuyor ve yaptığı tarih araştırmaları ile Türk dünyasının sosyalist rejime karşı ayakta kalabilmesinin hazırlıklarını yürütüyordu. Akçura’nın yasal olarak vatandaşı olduğu Kemalist devlet, O’nun özlemlerini tam olarak yansıtmıyordu ama gene de geleceğe dönük olarak çalışmaların sürdürülmesi gerektiğine inanarak, Türkiye’de kalmaya ve çalışmalarını ısrarla kamuoyuna taşımaya kararlı görünüyordu. Yaratacısı olduğu PanTürkizm’in gerçekleşemeyeceğini anlamasına rağmen bu doğrultudaki çalışmalarından vazgeçmiyor ve Türkiye Cumhuriyeti’ni bu doğrultuda güçlendirebilmenin yollarını arıyordu. Türklerin tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Asya stepleri ile Rusya arasında yaşamakta olan Türk topluluklarının ortak geleceğini Osmanlı ülkesinde dağınık bir biçimde yaşamakta olan Türk boyları ile beraber düşünmek, Yusuf Akçura için vazgeçilemeyecek bir kutsal düşünce idi.
          Atatürk’ün Misakı Milli sınırları içerisinde Anadolu Türkçülüğü ile yetinmesi bir yönü ile asker kişiliğinden gelen gerçekçi bir yaklaşımın sonucu idi. Bunu gören Yusuf Akçura Pan Türkizm açısından umutsuzluğa sürüklense de Anadolu Türkçülüğüne katkıda bulunmaya devam ediyordu. Yusuf Akçura’nın emperyalist Türkçülük anlayışı Atatürk’un ulus devlet içinde demokratik Türkçülük anlayışı ile tam olarak uyuşmuyordu. Ziya Gökalp’in zaman zaman öne çıkması Atatürk ile Yusuf Akçura arasındaki mesafenin dengelenmesi açısından yararlı oluyor ve bir anlamda milli sınırlar içerisinde ülke Türkçülüğü ile o dönemin koşullarında yetiniliyordu. Atatürk, Avrupa kıtasının yanı başında çağdaş bir cumhuriyet rejimi ve buna temel olarak da modern bir ulus devlet kurarken, her türlü emperyalist yaklaşımın ötesinde hareket etmek zorunda kalıyordu, çünkü Türkler bir imparatorluk kaybetmişti. Ruslar ise bir eski imparatorluk çökertmelerine rağmen yeni dönemin koşullarında yepyeni bir ideolojik imparatorluğun merkezi ülkesi olarak ayakta kaldıkları için Türkler’ den daha avantajlı bir konuma sahip bulunuyorlardı. Osmanlı ve Rusya Türkleri ayrı dünyaların insanları olarak bir türlü bir araya gelemiyorlar ve bu nedenle de Yusuf Akçura’nın idealize ettiği büyük Türk birliğine giden yol açılamıyordu. Atatürk bu durumu iyi bilen bir önder olarak geleceğe hazırlanıyor ve Sovyetler Birliğinin yıkılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini, cumhuriyetin onuncu yılındaki konuşmalarında dile getiriyordu. Türk Ocaklarında örgütlenen bazı Türkçülerin de sosyalist düşünce de olması, Moskova merkezli kurulmuş olan Türkiye Komünist Partisinin, Rusya ve Türkiye’de Türkçü çalışmalar yapması da Atatürk’ü kuşkuya düşürüyor ve bu nedenle aşırı bir Türkçü görünüm vermeden hareket etmeyi doğru buluyordu. Sovyetler birliği gibi bir büyük dev devlet yapılanmasının merkezi konumundaki Rusya’yı karşısına almayan Mustafa Kemal, Anadolu Türkçülüğü ile yetinirken, Rusya’daki Türkleri dile getirerek bir Rus tepkisi ile karşı karşıya kalmamaya dikkat ediyordu. Bu durum daha sonraki yıllarda Türk ocaklarının kapatılarak yerlerine Halkevlerinin açılmasına neden olacaktır, çünkü Türk Ocakları sürekli olarak Rusya’da yaşayan Türk topluluklarını dile getirdiği için, Rusya’nın büyük bir baskısı sonucunda imparatorluktan ulus devlete geçiş aşamasının bu köprü kuruluşları kapatılmış ve milli sınırlar içerisinde bir toplum entegrasyonuna öncelik veren Halkevleri projesi   devreye sokulmuştur. Bu gibi değişikliklere rağmen, Anadoludaki Türk devletinden umudunu kesmeyen Yusuf Akçura, Anadolu Türklüğünün gelişebilmesi için Türk kültürü doğrultusunda bir ulusculuğun ülkede etkili olmasına çalışıyordu. Atatürk milliyetçiliği doğrultusunda yapılan ulusalcı çalışmalarda Yusuf Akçura’nın sürekli olarak ön planda yer aldığı görülmüştür. Akçura, Türk Tarih Kurumunun kurucusu ve başkanı olarak Türkiye’de ilk ulusal tarih kongrelerini düzenlemiş ve Türklerin tarihten gelen kökenlerinin daha iyi belirlenebilmesi için çeşitli araştırma projelerini devreye sokmuştur. Türk Ocaklarının dergisi olan Türk Yurdu’ndan sonra Tarih kurumunun bilimsel yayın organı olan Belleten dergisinin de kuruculuğunu ve yöneticiliğini yaparak, Türk tarihi açısından önemli çalışmalara öncülük yapmıştır. Atatürk’ün istediği konularda araştırmaların yapılmasını, Atatürk’ün tarihe olan büyük merakının karşılanması konusunda gerekli kaynakların sağlanması gibi işleri hep Yusuf Akçura üstlenmiştir. Bir anlamda Atatürk’ün geniş bir tarih kültürüne sahip olmasını sağlayan uzmanlardan birisi olarak da Yusuf Akçura’nın o dönemde öne çıktığı görülmektedir. Atatürk de bu nedenle Akçura’ya güvenerek kendisinin tarih kurumunun kurucu başkanı olmasına yardımcı olduğu görülmektedir. Akçura ve Mustafa Kemal birlikteliği ve diyalogu sayesinde Anadoludaki Türk devletinin tarihsel açıdan doğru temeller üzerinde kurulduğu görülmektedir. Bu nedenle, birçok büyük soruna ve emperyal baskıya rağmen Türk devletinin doksan yıldır ayakta kalması temellerinin sağlam atılmasıyla açıklanabilir. Temellerin sağlam olmasının yanı sıra gene tarih bilinci ile doğru bir devlet modelinin seçilmiş olmasının da bu başarılı sonucun alınmasında etkili olduğu söylenebilir.

          Türk devletinin kuruluşu sırasında Atatürk’e çok yakın bir konumda olan Yusuf Akçura’nın Kemalizm’in biçimlenmesinde de etkili olduğu söylenebilir. Atatürk’ün düşünceleri ve yaptıklarının sistemli bir bütünü olan Kemalizm’in bir siyasal sistem ve akım olarak ortaya çıkmasında Yusuf Akçura bir uzman danışman olarak önde gelen katkılar sağlamıştır. Türk devletinin resmi tarih anlayışının oluşumunda, Güneş Dil Teorisinin geliştirilmesinde, milli bir Türk kültürünün yaratılmasında en önde gelen uzmanlardan birisi her zaman Yusuf Akçura olmuştur. Kemalist laiklik uygulamasının, Rusya’daki Türklerin ulusal kurtuluş hareketi olan Cedidizm’den farklı olması karşısında Yusuf Akçura’nın daha mesafeli hareket ettiği görülmüştür.  Akçura, Medrese eğitimine Müslüman halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanması doğrultusunda devam edilebileceğini, Tataristan kökenli bir Müslüman olarak savunabilmiştir. Devletin kuruluş aşamasında, Kazan ve Kırım kökenli Tatarlar ve Karayların Müslüman yapıya daha hoşgörülü bakmalarına rağmen, Selanik kökenli göçmen Sabatayların İslama daha mesafeli bakmaları nedeniyle, iş bir anlamda din kavgasına dönüşme eğilimi göstermiş, bu nedenle de Kemalist rejim sonraki aşamada daha sert bir laiklik anlayışının uygulayıcısı olmuştur. Rusya’da ortaya çıkan sosyalist rejimin katı bir Ateizm politikasını resmen uygulaması da Kemalist laiklik anlayışının sertleşmesinde önemli bir rol oynamıştır. Rusların Hırıstıyanlığına karşı Rusya Türkleri Müslümanlığı kendi kimliklerini korumak açısından daha yakın görmüşler, bu nedenle Tatar ve Karay kökenli göçmenler Türkiye’de İslam’a daha yakın durmuşlardır.  Makedonya kökenli Sabataylar ise, Yahudi kökenleri nedeniyle İslama daha mesafeli durmuşlar ve bu doğrultuda daha katı bir laiklik uygulamasından yana olmuşlardır. Rusya Türklerinin Hırıstıyan dünyası içinde yaşamaları, Osmanlı Türklerinin ise Müslüman bir ülkede yaşamaları nedeniyle ortaya çıkan farklılık, Türkiye’de yeni rejimin oluşumu sürecinde etkili olmuştur .ve Türk dünyasının geleceğinde dinin rolü üzerinde önemli fikir ayrılıklarının doğmasına yol açmıştır.
       Atatürk ve Yusuf Akçura, tarihin aynı döneminde birlikte yaşamışlar ve on dokuzuncu yüzyıldan yirminci yüzyıla doğru bir değişim aşamasının içinde yer alarak geleceğe doğru Türk dünyasının belirlenmesinde birlikte etkili olmuşlardır. O dönemin koşullarında gündeme gelen Sovyetler birliği modeli dışında kalarak, Osmanlı ülkesinin Türkleri ile beraber geleceğe doğru bir bağımsızlık düzenini yakalamışlar, Sovyet emperyalizminin esir aldığı Rusya Türkleri için fazla bir şeyler yapamamışlardır. Komünist rejimden kaçanların sığınağı konumuna gelen Türkiye Cumhuriyeti Sovyetler Birliği ile sınır komşusu olduğu için soğuk savaş döneminin zor koşullarında fazla hareket edememiş ve Orta Asya ile Rusya bölgelerinde yaşamakta olan Türkler için demir perde engeli nedeniyle ortak çalışmalar geliştirilememiştir. Bunu gören Atatürk, Türk ulusuna, Sovyetler Birliğinin dağılacağı günlere hazırlıklı olmak gerektiğini bir siyasal vasiyet olarak bırakmıştır. Yirmi yıl önce Sovyetler birliği dağılmış olmasına rağmen, batı emperyalizminin baskıları nedeniyle, Türk devleti   Atatürk ve Yusuf Akçura’nın ortak özlemi olan Türk dünyasının geleceğe dönük birliği için fazla bir şey yapılamamıştır. Sovyet sonrası dönem küreselleşme aşaması olarak ilan edilmiş ve sürekli olarak batı merkezli politikalar Avrasya bölgesi için dışarıdan empoze edilmeye başlanmıştır. Avrupa, Amerika ve İsrail merkezli batı üçgenine sıkıştırılmış olan Türkiye Cumhuriyeti, gelecekte Anadolu Türkleri ile Orta Asya ve Rusya Türklerini bir araya getirecek çalışmaları bir türlü gerektiği gibi devreye sokamamıştır. Artık Atatürk’ün Türkiyesi’nin Yusuf Akçura’nın özlemleri doğrultusunda bütün Türk dünyasının bir araya gelebilmesi doğrultusunda etkili çalışmalar yaparak hem merkez hem de öncü ülke konumuna gelmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti kendisini bu doğrultuda yönetecek siyasal iktidarları yıllardır beklemektedir. Batılı emperyalistlerin her türlü engellemesi aşılarak, Türk devletini bu doğrultuda yönetecek yeni bir iktidarın bir an önce işbaşına gelmesini sağlayacak mekanizmaları artık Anadolu Türklerinin daha fazla zaman yitirmeden devreye sokmaları gerekmektedir. Türk dünyası da bu doğrultuda Türkiye’ye yardımcı olmalıdır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

19 Temmuz 2020 Pazar

ATATÜRK VE SULTAN GALİYEV - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ATATÜRK VE SULTAN GALİYEV

              Ön Asya Türklerinin kurtuluş savaşçısı Mustafa Kemal Atatürk ile, Orta Asya Türklerinin bağımsızlık önderi   Sultan Galiyev aynı yıllarda yaşayan ve etkili olan önderlerdir. Atatürk’ten bir yıl önce doğan ve gene bir yıl önce idam edilen Sultan Galiyev Doğu Türklüğünün temsilcisi olarak bağımsız bir Turan İmparatorluğu peşinde koşmuştur. Atatürk, dünyanın jepolitik merkezi olan topraklarda, Ön Asya Türklüğünün egemenliğinin simgesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken, Sultan Galiyev’de Orta Asya ve Doğu Türklüğünün yaşadığı topraklarda egemenliğinin göstergesi olacak bir bağımsız devlet kurabilmenin çabası içerisindeydi. Bazen İdil-Ural, bazen Tatar-Başkırt bazen da Turan adını taşıyan devlet modelleri ardında koşmak, Doğu Türklüğünün ve Müslümanlığının önde gelen temsilcisi olarak Sultan Galiyev’in başlıca işi ve tarihsel misyonu olmuştur. On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru, Avrupa merkezli dünyanın doğusunda yer alan üç büyük imparatorluk çökerken, bu siyasal yapıların içerisinde yer alan halklar kendi başlarının çaresine bakmak üzere yeni devlet modelleri üzerinde durmuşlar ve her topluluk kendi devlet modelini kurmak için uğraşırken, diğer toplumlar ve halklarla karşı karşıya gelmiştir. Bu nedenle, Birinci dünya savaşı öncesinde Doğu Avrupa’daki Osmanlı topraklarında küçük halklar kendi ulus devletlerini kurma mücadelesine girince, Balkanizasyon denilen dağılma ve parçalanma süreci Osmanlı ve Avusturya İmparatorluklarını yıkmıştır. Aynı dönemde ise Rus Çarlığında milliyetçi ayaklanmalar gündeme gelince Rus devleti şiddete yönelen bir halkçılık akımını destekleyerek, Balkanizasyonun Rus devletini parçalamasını önlemiştir. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı sürecinde Rus İmparatorluğu çökme noktasına gelince, bu büyük yapı dağılmış ve sonrası için halklar arasında çekişme başlayınca, yirminci yüzyılın başlarından itibaren Rusya sınırları içerisinde yaşamakta olan Türk asıllı halk kitleleri kendi geleceğini aramaya başlamıştır. İşte bu mücadelenin ortaya çıkardığı   Asya Türklüğünün bağımsızlık önderi Sultan Galiyev olmuştur.

          Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkler, kendi devletlerinin kurucusu olan Mustafa Kemal’i çok iyi bilmelerine rağmen, Orta Asya ve Doğu Türklüğünün önderi olan Sultan Galiyev’i yeterince bilmezler çünkü, emperyalizm Orta Asya Türklüğü ile Ön Asya Türkleri arasındaki bağı kesmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen Sovyet devrimi, bütün Kafkasya ve Orta Asya bölgelerini sınırları içerisine alırken, Asya Türklerini bir açık hava hapishanesine demir perde uygulaması sayesinde hapsetmiştir. Dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan büyük Türk devleti olarak Osmanlı imparatorluğu da çökünce, geri çekilen topraklardan göçüp gelen Türk boyları Ön Asya Türk egemenliğinin merkezi olan Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Adriyatik’ten Çin seddine kadar uzanan büyük Türk dünyası  yirminci yüzlılın  koşullarında  ikiye bölünmüş , Ön Asya Türkleri Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti çatısı altında özgür bir biçimde bağımsızlığa kavuşurken , küresel dünya dengelerinin gündeme getirmiş olduğu Sovyet devrimi sayesinde Rus hegemonyasının egemen olduğu Sovyetler Birliği gibi bir büyük imparatorluk coğrafyasına  Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde yaşamakta olan bütün Doğu Türkleri  katılmak zorunda kalmışlardır . Ön Asya Türkleri Atatürk sayesinde özgürlüklerine ve bağımsızlıklarına sahip olurken, Orta Asya’nın Doğu Türkleri ise Rus hegemonyası altındaki bir baskı rejimine demir perde gerisinde kalarak yetmiş beş yıl süre ile mahkûm olmuşlardır. Bunun da nedeni, Doğu Türklüğünün simgesi olan Sultan Galiyev’in Atatürk gibi başarılı olamamasıdır. Ayrı coğrafyalarda Türk ve Müslüman asıllı halk topluluklarının bağımsız geleceği için mücadele eden iki büyük önderden Atatürk’ün batı emperyalizmine karşı başarılı olarak zafer elde etmesi Sultan Galiyev’in ise, Rus emperyalizmine karşı yürüttüğü bağımsızlık ve özgürlük mücadelesini kaybetmesi nedeniyle böylesine bir ayırım ortaya çıkmıştır. Atatürk’ün kurmuş olduğu bağımsız Türk devleti bu sene doksanıncı yılına girerken, Sovyet İmparatorluğunun dağılmasından bu yana yirmi yıl geçmesine rağmen, bütün Doğu Türkleri ve Müslümanları hala kendi bağımsız ve özgür geleceklerini aramaktadırlar. Yüzyılların Rus hegemonyasını sürdürmek isteyen Rus devleti bugün bile sınırları içinde veya yakınında yaşamakta olan Türk topluluklarına ya da devletlerine bağımsız olma hakkını tanımak istememektedir. Tarihi iyi bilen Ruslar , bugün egemen oldukları geniş topraklarda  uzun yüzyıllar Türk asıllı devletlerin ve imparatorlukların hüküm sürdüğünü çok iyi bilmektedirler.
           Milattan önce iki binli yıllarda başlayan göçler sayesinde Orta Asya Türkleri ana karalar boyunca yayılırken, bugünkü Rus topraklarında önce Hun İmparatorlukları daha sonra da Avar ve Hazar İmparatorlukları yüzyıllarca birer Türk devleti olarak hüküm sürmüşlerdir. Ruslar, Milat yıllarında bugünkü Ukrayna’nın başkenti olan Kiev dolaylarında bir küçük prenslik iken, Türkler Hazar imparatorluğu olarak bugünkü Rus coğrafyasının mutlak egemeni konumundaydı. Üçüncü yüzyıldan onuncu yüzyıla kadar devam eden büyük Hazar İmparatorluğu yedinci yüzyılda Avrupa’ya zorlanan Türk göçleri nedeniyle zayıflamaya başlayınca, Kiev’den Moskova’ya taşınan Rus Prensliği zamanla büyümüş ve bir Çarlık rejimi altında sonraki yıllarda bölgesel bir büyük imparatorluğa dönüşmüştür. Yedinci yüzyıl sonrasında göçler devam ettikçe Hazar ülkesi zamanla Rus ülkesine dönüşmüştür. Onuncu yüzyılda Hazar imparatorluğunun yıkılmasıyla da bütün Hazar topraklarının Rus hegemonyasına geçtiği görülmüştür. Bugünkü Çek Cumhuriyeti’ni, Finlandiya’yı, Estonya’yı, Macaristan’ı ve Bulgaristan’ı Avrupa kıtasında bağımsız devlet olarak oluşturan Türk kökenli halklar, Hazar topraklarını terk ettikçe Rusların önü açılmış ve zaman içerisinde eski Türk topraklarında büyük bir Rus egemenliği gündeme gelmiştir. Bu nedenle, Asya’nın kuzey bölgesinde tarih boyunca bir Rus ve Türk hegemonya çekişmesi yaşanmıştır. Yüzyıllarca süren büyük göçlere rağmen Türk asıllı halklar Asya’nın kuzeyinde, ortasında ve doğusunda varlıklarını sürdürmüşler, yirminci yüzyılın büyük devleti olan Sovyetler Birliğinin çöküşünden sonra da varlıklarını ayrı devletler halinde koruyabilmişlerdir. Bugün Rusya Federasyonu çatısı altında sekiz, Orta Asya ve Kafkasya’da beş ve Avrupa Birliği çatısı altında da beş olmak üzere Türkiye Cumhuriyeti ve KKTC ile beraber günümüzde tam yirmi adet Türk devleti bulunmaktadır. Ayrıca çeşitli devletlerin sınırları içerisinde yaşayan farklı Türk toplulukları da günümüzde çeşitli bölgelerde görülebilmektedir.  Türkler bugün Asya ve Avrupa kıtalarının çeşitli bölgelerinde yaşamaya devam ederken, Türkiye Cumhuriyeti de bu iki kıtanın tam ortasında bir doğu ve batı köprüsü olarak varlığını sürdürmektedir. Atatürk’ün eseri olan Türk devleti bağımsızlığını korurken, Sultan Galiyev’in aynı doğrultuda bir büyük Turan İmparatorluğu çatısı altında bir araya getirmek istediği Orta ve Kuzey Asya Türkleri ile Müslümanları hala günümüzde de bağımsız geleceklerini aramaya devam etmektedirler. Bununda başlıca nedeni, Atatürk’ün batı emperyalizmine karşı bağımsızlık mücadelesini kazandığı zaman diliminde, Sultan Galiyev’in Rus emperyalizmine karşı yürütmüş olduğu bağımsızlık mücadelesini kaybetmesidir. Eğer Sultan Galiyev’de Ruslara karşı yürüttüğü mücadeleyi kazanarak bağımsız bir Turan devleti kurabilseydi, bütün Avrasya kıtasında Türk egemenliği kurulmuş olacaktı. Sovyetlyer Birliğinin dağılmasından sonra bugünkü Avrasya kavgası o zaman çıkmayacaktı. Türklerin dağınık olmaları ve bir türlü Ruslar gibi merkezi yönetime sahip olamamaları yüzünden, Rusya ve Asya Türk toplulukları bir büyük devlet çatısı altında bir araya gelememişlerdir.
             Atatürk ile Sultan Galiyev beraberce ele alındığında ilk yapılması gereken şey, tarihsel süreç içerisinde bu iki önderin bir ortak değerlendirmeye konu edilmesidir. Yirminci yüzyılın başlarında Ön Asya Türklerinin merkezi coğrafya da bağımsız bir devlet kurma şansına sahip olabilmeleri ile, Kuzey ve Orta Asya Türklerinin böylesine bir şansı yakalayamamaları üzerinde durmak ve iki ayrı bölge Türklerinin neden bir ortak dayanışma içerisinde bir büyük Avrasya yapılanmasını kendi egemenlikleri altında yakalayamadıkları konusunu irdelemek gerekmektedir. Burada tarihsel koşullar ile beraber uluslararası konjonktürün önde gelen etkilere sahip olduğunu görmek gereklidir. Ayrıca, Atatürk’ün bir asker olarak sahip olduğu bilgi birikimini ve devlet aklını ustalıklı bir biçimde bağımsız yeni bir devlet için kullanması ile, Sultan Galiyev’in ise bir öğretmen olarak sahip olduğu entellektüel bilgi birikimini büyük Türk coğrafyasında devlet kurucusu olarak kullanamamasının üzerinde durmak gerekmektedir. İki ayrı coğrafyanın kendine özgü jeopolitik konumlarını Atatürk yerinde değerlendirebilirken, Sultan Galiyev bu konuda yetersiz kalmıştır, Sultan Galiyev’in çalıştığı alanın Türkiye topraklarının on misli büyüklüğünde olması faktörü dikkate alınırsa o zaman Atatürk’ün daha küçük bir ülkede yürütmüş olduğu bağımsızlık savaşında, Galiyev’den daha şanslı olduğu görülmektedir. Tarihin köşe başında doğu imparatorlukları çökerken, merkezdeki Türk devleti dağılmış ve İstanbul başkent olmaktan çıkmıştır. Türkler büyük devletlerini ellerinden kaçırırken, Ruslar Çarlık rejimi çökmesine rağmen gene de ayakta kalmışlar ve Moskova merkezli imparatorluk coğrafyasını yeni dönemde gene Moskova merkezli bir büyük ideolojik siyasal yapılanma çerçevesinde sürdürebilmişlerdir. Bu dönemde bütün Kuzey ve Orta Asya Türk toplulukları Sovyet imparatorluğu çatısı altında Rus hegemonyasına mahkûm edilmişlerdir. Üç çeyrek asır devam eden ideolojik imparatorluk, Rusya Türkleri için tam bir demirperde hapishanesine dönüşmüş, sosyalist sistemin çöküşü üzerine, bir kısım Türk devletleri bağımsızlıklarını yakalayabilmiş, diğerleri ise gene Rus hegemonyası altında federasyonun sınırları içerisinde Çeçenistan gibi baskı altına alınmışlardır. Sultan Galiyev’in denemiş olduğu üç tür devlet yapılanmasının devam edememesi nedeniyle, Rusya Türkleri hala Rus baskısı altında yaşam mücadelesi vermektedirler. Hazar’ın kuzey bölgesinde bir İdil-Ural ya da Tatar-Başkırt devletlerinin kurulması veya Orta Asya ile kuzey Asya Türklerini bir araya getirecek olan bir büyük Turan İmparatorluğunun kurulmuş olması, Türk dünyasının daha özgür ve bağımsız bir geleceğe yönelmesini sağlayabilecekti. Ne var ki, Sultan Galiyev dönemindeki mücadeleyi Rusların kazanması ve Türklerin yitirmesi yüzünden ortaya çıkmış olan dağınık tablo bugün değişmediği için mazlum Türk topluluklarının esareti günümüzde de devam etmektedir. Orta Asya ve Kafkasya Türkleri bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen, Rusya ve kuzey Asya Türk toplulukları gene Rusya Federasyonu’nun çatısı altında yaşamaya zorlanmaktadırlar. Türk devletlerinin yarısı bağımsız yaşarken, geri kalan yarısı da Rusya hegemonyası altında gene eskisi gibi esarete zorlanmaktadırlar. Sultan Galiyev ve arkadaşlarının Birinci Dünya Savaşı sırasındaki mücadeleyi kaybetmeleri nedeniyle ortaya çıkan olumsuz tablo yirmi birinci yüzyılın başlarında da devam etmektedir. Rusya Türklerinin Atatürk’ün elde etmiş olduğu zaferi sağlayamamaları yüzünden, büyük Türk dünyası Rus hegemonyasının baskılarına terk edilmiştir. İdeolojik imparatorluğunu elinden kaçıran Rus devleti, yeni dönemde gene eskisi gibi imparatorluk macerasını sürdürmek istediği için, sınırları içerisinde yer alan Türk ve Müslüman asıllı toplulukların bağımsızlıklarını bir türlü kabul etmemektedir. Özellikle, Çeçenistan’a karşı uygulanan ağır baskı ve katliam girişimleri böylesine bir olumsuz tutumun en açık göstergeleri olarak dünya tarihi içindeki yerini almıştır. Benzeri bir biçimde bağımsızlığa yönelen Tataristan’a karşı da Rus emperyalizmi elinden gelen tüm yolları deneyerek, Tatar Türklerini gene kendi çatısı ve baskısı altında tutmaya çalışmaktadır. Tüm halklar ve ülkeler bağımsız bir geleceğe doğru yönelirken, eskiden kalma baskı düzenleri içerisine Asya ve Rusya Türklerini hapsetmenin ne derece ters bir durum olduğu her geçen gün daha fazla ortaya çıkmaktadır. Sultan Galiyev yerine Stalin’in galip gelmesi ve tüm karşıtlarını temizlemesi sonucunda ortaya çıkan Türkler için esaret tablosunun günümüzde eskisi gibi sürdürülmek istenmesi geleceğin Rusya’nı bir çekişme ve çatışma alanına dönüştürecek gibi görünmektedir.
           Lenin ve Stalin karşısında mücadeleyi yitiren Sultan Galiyev bsir öğretmen olarak son derece bilgili ve kültürlü bir siyasetçiydi. Hapishanede kendisini anlatan bir kitap yazan Galiyev yoksul geçen bir çocukluk döneminden sonra kendisini okumaya ve yetiştirmeye vermişti. Tatar öğretmen okulunu bitirdikten sonra tatar Sosyalist Örgütünü kurarak siyasal önderliğe başlayan Galiyev, Tatar milliyetçiliği ile beraber sosyalist girişimlerini de sürdürüyordu. Daha sonra Kazan’a geçerek Mollanur Vahidov’un kurucusu olduğu Müslüman Sosyalistler Komitesine katıldı. Rusya’da yaşayanbütün Müslümanları sosyalist bir devlet çatısı altında bir araya getirmeyi hedefleyen bu komitede Mollanur Vahidov sonrasında Galiyev başkanlığa geldi ve bu görevini uzun süre yürüttü. Devrim sonrasında Moskova’da toplanan Komünist Partisinin kongresinde bütün milli komitelerin kapatılması karar altına alınınca, bu komitenin çalışmaları durduruldu. Sultan Galiyev komite başkanı olarak girişimlerini sürdürmeye devam etti ve böylece Moskova ile ters düştü. Tatar-Başkurt Meclisinin almış olduğu İdil-Ural devleti kurma projesi, yeni dönemde Moskova merkezli sosyalist sistemin tüm ülkeye egemen olmasıyla beraber duraklamıştır. Orta ve kuzey Asya Türkleri ile Müslümanları için öncü bir örnek hareketi örgütlemek için uğraşan Tatarlara karşı Rusların tepkisi giderek artmış ve belirli bir aşamadan sonra Tatar-Rus karşıtlığı tırmanmaya başlamıştır. SSCB yönetimi ülke içindeki iç savaşı gerekçe göstererek merkezi yönetim dışındaki bütün yerel ve bölgesel siyasal yapılanmaları yasaklamıştır. Moskova’nın direktifiyle Tataristan, Başkurdistan ve Çuvaşistan ayrı devletler olarak kurularak Rusya Federasyonu içerisinde eyalet statüsüne sahip oluyorlardı. Böylece Rusya’da Sultan Galiyev’in başlattığı girişimlerin ters tepmesiyle ulusal sorun daha da büyüyerek ülkenin gündemine oturuyordu. Merkeze bağımlı eyalete yapılanmasına karşı çıkan Tatarların ulusal özerklik talepleri Galiyev tarafından dile getirilince, Stalin Tatar hareketine karşı yeni önlemler almak zorunda kalıyordu. Rus hegemonyasına karşı bütün doğu halklarının desteğini arkasına almak isteyen Sultan Galiyev bu doğrultuda I9h20 yılının Eylül ayı içinde Azerbaycan’ın başkenti olan Bakü kentinde bir Doğu Halkları kurultayını Moskova desteği ile gerçekleştiriyordu. Batı emperyalizmine karşı bütün doğu halklarını bir büyük Turan İmparatorluğu çatısı altında bir araya getirmeyi hedefleyen Birinci Bakü kurultayı hem Rusya’da hem de savaş sonrasında bütün dünyada önemli etkiler yaratmıştır. Bu kurultaya Osmanlı devletinin son hükümetini temsilen Enver Paşa ile Anadolu hareketinin oluşturduğu Ankara hükümetinin temsilcisi olarak İbrahim Tali Öngören ‘de katılıyordu. Sultan Galiyev’in öncüsü olduğu bu kurultaya Türkiye Büyük Millet Meclisi hükümeti ilgisiz kalmıyor ve yeni kurulan Türk devletinin başkanı olarak Atatürk kendi adına bir temsilciyi Bakü Kurultayına göndererek Doğu Halkları içerisinde yer alıyordu. Rus komünistleri Enver paşayı emperyalistlerin adamı olarak görürken, Kemalist Türkiye’nin temsilcisi olan İbrahim Tali beyi bir antiemperyalist ve Doğu Halklarının temsilcisi olarak selamlıyorlardı. Galiyev Bakü Kurultayında ortaya çıkan ortamdan yararlanarak bütün Doğu Halklarını bir Mazlumlar ya da Sömürgeler Enternasyoneli adı altında bir araya getirmeyi planlıyordu. Moskova rejiminin sosyalist enternasyoneli bir Rus hegemonyasına sokması üzerine Galiyev buna tepki olarak Doğu Türkleri ve Müslümanlarının egemenliğinde yeni bir Mazlumlar Enternasyoneli arayışını gündeme getiriyordu.
         Sultan Galiyev’in sürekli olarak Moskova ile ve Rus hegemonyası ile ters düşen girişimleri sonucunda Bolşevik partiden atılması gündeme geliyordu. Sürekli olarak Stalin ile karşı karşıya gelen Galiyev partiden atıldıktan sonra gene anti Rus çizgide çalışmalarını sürdürüyor ve Tatarların öncülüğünde bir büyük Türk birliğini Turan devleti çatısı altında gerçekleştirmeyi hedefliyordu. Sovyetler Birliğini Büyük Rusya’ya dönüştürmek isteyen Bolşeviklere karşı mücadele başlatan Sultan Galiyev bu doğrultuda bütün doğu halklarının desteğini arkasına almak istiyordu. Stalin ile ters düşen Galiyev denge kurmak için Troçki’ye yanaşıyordu. Bu durumu önlemek isteyen Stalin milliyetçilik suçlusu olarak Sultan Galiyev’i hapse attırıyordu. İşçi sınıfı diktatörlüğü için proleterya felsefesine inanarak çalışan Bolşevikler, Sultan Galiyev’i hem milliyetçi hem de burjuva görerek mahkûm ediyorlar ve bu doğrultuda hapse attırarak Doğu Türklerinin Moskova’dan kopmasını önlüyorlardı. Rus hegemonyasına karşı Pantürkizm ve Panislamizm akımlarını bir büyük Turan yapılanması doğrultusunda   savunan Sultan Galiyev bir anlamda hem parti suçlusu hem de ideolojik hain olarak görülüyordu. Sonraki yıllarda partiye dönme isteği ret edilen Sultan Galiyev önce idama mahkûm edildi ve daha sonra da on yıl zorunlu çalışma cezası ile Kuzey denizindeki Solovki adasına gönderildi. Bir ara serbest bırakılan Sultan Galiyev daha sonra yeniden yakalanarak hapse atıldı.  Türkiye Komünist Partisi başkanı Mustafa Suphi ve arkadaşlarının öldürüldüğü gün Kazan’da kurşuna dizilerek öldürüldü.  Ülkesinden kaçmayı hiçbir zaman düşünmeyen Sultan Galiyev bir anlamda siyasal mücadelesinin kurbanı oluyordu. Rus hegemonyasında oluşturulan bir ideolojik diktatörlük her türlü ulusalcı hareketi tehlike olarak görürken, büyük Türk ve İslam milliyetçisi Sultan Galiyev’i ölüme mahkûm etmekten hiç çekinmiyordu. Sovyetler Birliği gibi bir sosyalist sistemin zaman içerisinde Rus diktatörlüğüne dönüşmesine karşı çıkan Sultan Galiyev, Rus düşmanlığı yapmıyor ama bir tatar olarak temsilcisi olduğu Türk ve İslam dünyasının eşit haklarını dile getirerek bunlar için yaşamını feda ediyordu. Lenin döneminin kısa sürmesi, Troçki’nin bir lider olmaktan çok aydın kimliği ile yetinmesi Stalin gibi katı faşist bir diktatörün önünü açıyor ve bu doğrultuda Sultan Galiyev de ortadan kaldırılması gereken bir engel olarak hedef alınıyordu.  Eski yardımcısı olan Mustafa Suphi’nin başına Karadeniz’de bir motor faciası düzenlenirken aynı gün ve saatlerde toplumdan soyutlanmış olarak hapislerde çürüyen Sultan Galiyev’de kurşuna dizilerek bir anlamda kim vurduya götürülüyordu. Böylece, Bakü Kurultayı ile başlatılmak istenen Doğu halklarının kurtuluşu ya da Asya Türklerinin özgürlüğü bir başka bahara erteleniyordu.
         Sultan Galiyev çok okumuş bir Tatar aydını olarak, Türkçülük, İslamcılık ve Sosyalizm gibi üç akımı kendi şahsında birleştiren yeni bir akımın temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkıyordu. Rus milliyetçiliğine karşı tepki olarak Rusya topraklarında Tatarların öncülüğünde doğan Türkçülük akımının Rus nüfus çoğunluğuna karşı başarıya ulaşabilmesi için Müslümanların da bu harekete katılması gerekiyordu. Bu doğrultuda Rusya Müslümanlarına da seslenen Galiyev, Rusya’da Bolşevik hareketi ile gündeme gelen sosyalizme karşı da ilgisiz kalamazdı. Rus asıllı bir sosyalizme karşı Türklerin ve Müslümanların da sosyalizmi savunmaları söz konusu idi. Bu durumda Sultan Galiyev, Rusya Türkleri ve Müslümanlarının kurtuluşu hareketini her üç ideolojiyi birlikte bütünleştirerek savunuyordu. Büyük bir Turan İmparatorluğu hedeflendiği için bu doğrultuda bütün Türk ve Müslüman toplulukların sosyalist bir rejim ile yönetilen Turan Federasyonu çatısı altında bir araya gelmeleri söz konusuydu. Turan Birliği bir anlamda Koloniler Devrimi ya da Sömürgeler Enternasyoneli’nin başlangıcı olacaktı. Rus hegemonyasına karşı inatçı bir biçimde direnen Galiyev’e göre doğu halklarının eşit katılımı olmadan sosyalist bir dünyanın kurulabilmesi mümkün değildi. Doğu halkları ile beraber bütün mazlum ulusların birleşmesi gündeme getiriliyordu. Galiyevcilik bir anlamda bütün mazlum ulusların bir araya gelme ve birleşme teorisi olarak öne çıkıyor ve antiemperyalizm doğrultusunda savunuluyordu. Rus hegemonyacılığının daha sonraları bir Rus sosyal emperyalizmine dönüşmesi nedeniyle Galiyev’in başlatmış olduğu mazlum doğuculuk felsefesine Mao Zedung sonrasında komünist Çin yönetimi sahip çıkmaya çalışmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında, Rusya’ya karşı ABD ve diğer batılı emperyalist ülkeler tarafından desteklenen Maoculuk akımı, Sultan Galiyev’in geliştirmiş olduğu anti Rusculuk çizgisinde doğunun mazlum uluslarının özgürlüğünü ve bağımsızlığını savunmuştur. Doğulu Türklerdin ve Müslümanların bir büyük çatı altında batı emperyalizmine ve Rus hegemonyasına karşı bir araya getirilmesi hem Galiyevciliğin hem de Maoculuğun temel düşüncesi olmuştur. Atatürk Türkiyesi ise batıya karşı ortaya çıkan Sovyetler Birliği güdümündeki sosyalist blok arasında hem tarafsızlığını hem de bağımsızlığını koruyabilmek için, Maoculuk gibi Rus düşmanlığı yapmamıştır. Galiyev’in Rus hegemonyacılığına karşı çıkan tutumunu Atatürk izlememiş, aksine Rus gücünü batı emperyalizmine karşı bir denge unsuru biçiminde kullanarak   merkezi coğrafyada yaşayan Ön Asya Türklerine bir bağımsız devlet kazandırmıştır. Rusya ve Türkiye’nin birbirinden çok ayrı olan jeopolitik konumları nedeniyle, Atatürk ve Sultan Galiyev’in Rusya’ya karşı tutumları arasında ciddi bir ayrılık görülmüştür.
          Sultan Galiyev’in düşüncesinde topyekun bir batı karşıtlığı bulunmaktadır. Her türlü emperyalizme karşı çıkan ve Türkler ile Müslümanların bağımsızlığını savunan bir yaklaşım içerisinde hem batı hem de Rus emperyalizmine açıkça karşı koyan Galiyev’in bu tutumunu Atatürk izlememiştir. Mustafa Kemal, Türkleri ezmek ve yok etmek isteyen batı emperyalizmine karşı Galiyev gibi karşı çıkarken, Sovyetler Birliğini bir batı karşıtı merkez ve blok olarak görmüştür. Kendisi de sol ve sosyalist düşüncelere açık bir önder olan Mustafa Kemal kurmuş olduğu devleti iki kutuplu dünyada bir merkezi model olarak oluştururken, iki kutba karşı eşit mesafede kalmış ve her iki kutbun ilkelerinden yararlanarak bir karma yapı ile siyasal bir sentezi ulus devlet çatısı altında gerçekleştirmeye çalışmıştır. Atatürk yeni devleti kurarken ilk anayasa için temel olarak hazırladığı halkçılık programında sosyalist bir anlayışı benimsemiş ve daha sonra Türkiye ile anayasasına konulan altı ilkeden üçünü, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik devletin temel yapısına almıştır. Antiemperyalizm de ve anti sömürgecilikte birleşen Kemalizm ve Galiyevizm, ortaya çıktıkları ülke farkı nedeniyle Rus devrimine farklı yaklaşmışlardır. Galiyev’in Rus hegemonylacılığına karşı tavrı açıkça gündeme gelirken, Atatürk Sovyet sistemini açıkça batı emperyalizmine karşı bir denge unsuru olarak kullanmıştır. Böylece, bitmiş olan bir imparatorluğun kalıntılarından bağımsız bir cumhuriyet devleti ortaya çıkarabilmiştir. Batılı emperyalistlerin ülkeyi içeriden ele geçirmelerine karşı, Sovyet dengesiyle yeni Türk devleti yeniden bağımsız olma şansını yakalayabilmiştir. Galiyev’in yardımcısı olan Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Partisi, Doğu Türkleri ve müslümanlarının haklarını   her türlü emperyalizme karşı savunurken, Galiyev’den farklı olarak Moskovacı bir çizgi izlemiştir. Atatürk’ün önderliğindeki Türkiye Cumhuriyeti hiçbir zaman Moskovacı bir çizgiye yönelmemiş ama Rus dostluğunu sürekli canlı tutarak batılı emperyal devletlerin Osmanlı imparatorluğuna yaptıklarını tekrarlamasını önlemek istemiştir. Kemalist Türkiye için Rus dostluğu emperyal devletlere karşı kullanılan en önemli bir siyasal koz olmuştur. Atatürk bu amaçla Rus dostu bir dışişleri bakanını sürekli olarak görevde tutarak, batılı emperyal devletlerin baskılarını dengelemeye çalışmıştır. Bir ulusal kurtuluş savaşı sonucunda antiemperyalist bir çizgide kurulmuş olan Türk devletine yardım edilmesi de Sovyetler Birliğinin öncülüğünde Sosyalist Enternasyonel tarafından karara bağlanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir sosyalist ülke olmamasına rağmen, gene de bir antiemperyalist devlet olması nedeniyle, batı emperyalizmine karşı dünya halklarının kurtuluşu için kurulmuş olan Sovyetler Birliği, ulusal kurtuluşçu Kemalist Cumhuriyeti yardım kararı almıştır. Bunun da nedeni, Atatürk ve Türkiye Cumhuriyeti’nin sürekli olarak Sovyetler Birliğine dostça bir yaklaşım içerisinde olmasıdır. Bu dostluk hiçbir zaman Türkiye’yi doğu blokuna kaydırmamıştır ama, batılı ülkeler bu durumdan çok rahatsız olmaları nedeniyle Atatürk sonrasında İnönü rejimini hemen Atlantik insiyatifinin kontrolu altına alarak Türkiye ile büyük komşusu Sovyetler Birliğinin arasının açılmasına yol açmışlardır.  Bu nedenle ikinci dünya savaşı sonrasında Stalin Türkiye’den toprak talep etmiş, Türk devleti de bunun üzerine Nato’ya üye olarak Atatürk’ün aktif tarafsızlık politikasından uzaklaşmıştır.

              Sultan Galiyev bütün doğu Türkleri ve Müslümanlarının özgürlüğü ve bağımsızlığı doğrultusunda çalışırken, bu doğrultuda Ruslar ile çatışmayı ve Rus hegemonyası ile savaşmayı göze alıyordu.  Mustafa Kemal ise elden giden bir büyük imparatorluktan geride kalan milli sınırlar içerisinde hareket ediyor ve kesinlikle sınır ötesi maceralara uzak duruyordu. Bu nedenle, Türk askerinin girdiği Azerbaycan’dan birlikleri geri çekerek Doğu sınırı olan Kafkasya’da Ermeni ve Gürcüleri hizaya getirdikten sonra Sovyetler Birliği ile anlaşmaya varıyordu. Atatürk, gerçekçi bir siyasal önder olarak Enver Paşa ve diğer İttihatçılar gibi geniş alanda macera aramıyor ve milli sınırlar ötesindeki Türk topluluklarının kurtarılması doğrultusunda girişimlerde bulunarak Rusya’nın husumetini çekmiyordu. Bu nedenle, Samsun’a çıktıktan sonra kendisiyle Havza’da görüşmeye gelen Birleşik Kafkasya Cumhuriyeti temsilcisinin Rusya’ya karşı yardım isteğine uzak duruyordu. Her türlü Turancı yaklaşıma uzak duran Atatürk, Bakü Kurultayına göndermiş olduğu temsilci aracılığı ile de batı emperyalizmine karşıt bir görüş sergilerken doğu halklarına umut vererek onları Ruslara karşı kışkırtmıyordu. Bunun üzerine Rusya, doğu Anadolu’da kendine bağlı bir Ermeni eyaletinden vazgeçerek, batılı emperyalistlere karşı bir tampon devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni dolaylı olarak desteklemeye başlıyordu. Türkiye’nin bu dikkatli tavrını, Mustafa Kemal Türkiye Büyük Millet Meclisini açış konuşmasında dile getirerek, bütün Panturanizm ve Panislamizm akımlarına yeni devletin uzak duracağını dünyaya açıklıyordu. Dünyada ve yurtta barışı ana ilke olarak benimseyeceğini açıklayan Atatürk, Misakı- milli sınırları dışındaki her türlü askeri maceraya açıkça karşı çıkarak Türk dünyasının beşte dördünün içinde bulunduğu Sovyetler Birliğini ürkütmekten çekiniyordu. Sultan Galiyev bu Sovyetler Birliği içindeki Türk dünyasını özgürlüğe kavuşturmak isterken, bu coğrafyanın dışında başka bir siyasal yapılanma olan Türkiye Cumhuriyeti Sovyet topraklarında yaşamakta olan büyük Türk dünyasını kendi geleceği için görmezden geliyordu. Kızılordunun kurulmasından hemen sonra bütün Kafkasya’nın Rus işgali altına girmesine sesini çıkarmayan Ankara hükümeti, batılı emperyalistlere karşı Sovyetler Birliği desteğini güvence altına alabilmek için Azerbaycan gibi yüzde yüz bir Türk devleti ile bütünleşmekten bile uzak duruyordu. Enver paşa Azerbaycan’da yüz bin kişilik Türk ordusu kurmaya çaba gösterirken, Türkiye Cumhuriyeti doğu sınırları üzerinde Sovyet yönetimi ile anlaşarak filler arasındaki tepişmede kendisini kurtarmaya çalışıyordu. Atatürk’ün bu dikkatli politikası sayesinde Ruslar Ankara hükümetini muhatap kabul ederek İstanbul’u devre dışı bırakıyorlardı. Ankara hükümeti kendisini Ruslara kabul ettirdikten sonra dünyaya tam anlamıyla bağımsız bir devlet olarak açılma ve askeri zaferlerini uluslararası antlaşmalarla batılı büyük devletlere kabul ettirme şansını yakalayabiliyordu. Bu nedenle, Türk devleti Azerbaycan ile birleşemiyor ve Kuzey Kafkasya’da kurulu bulunan Birleşik Kafkasya Cumhuriyetini Ruslara karşı destekleyemiyordu. Gene bu doğrultuda, Bakü Kurultayı sonrasında gündeme gelen doğu halklarının ulusal kurtuluş mücadelelerine   katkıda bulunamıyordu.
         Ön Asya’nın jeopolitik konumu ile  Kuzey Asya’nın koşullarının birbirinden çok farklı bulunması nedeniyle, Ön Asya Türklerinin önderi  olan Atatürk ile  Orta Asya Türklerinin lideri olan Sultan Galiyev  birbirlerinden çok ayrı politikalar izlemek zorunda kalıyorlardı .Yeryüzünde var olan güçler mücadelesi ile  büyük devletler arasında emperyal yarış, her bölgede farklı yansımalar yaratıyor ve  küçük ülkeler ve halklar kendilerini kurtarabilmek üzere bu devler ve kurtlar sofrasında birbirlerinden çok ayrı politikalar izeleyebiliyorlardı. Türk dünyasının iki önderi  Ön Asya ve Orta Asya’da emperyalizme karşı savaşırlarken, Atatürk batı emperyalizmi ile, Sultan Galiyev ise  Rus emperyalizmi ile mücadele etmek zorunda kalmışlardır. Her iki emperyalizm Türk dünyasına yönelik olmasına rağmen, Ön Asya ve Orta Asya Türklerinin birbirlerinden ayrı ve kopuk olmaları yüzünden Atatürk ve Sultan Galiyev arasında bir iş birliği olamamıştır. Her iki önder de aynı tarihlerde yaşamalarına rağmen, mücadele ettikleri toprakların birbirinden ayrılan jepolitik konumları nedeniyle farklı politikalara kaymak zorunda olmuşlardır. Kuzey Türkleri Rus emperyalizmline karşı bağımsızlık savaşı verirken, Ön Asya Türkleri bu durumdan tamamen farklı olarak batı emperyalizmine karşı vermiş olduğu var olma savaşı sırasında Rus devletinin oluşturduğu karşı blokun gücünden denge unsuru olarak yararlanmasını bilmiştir. Kemalizm her türlü emperyalizme karşı çıkmasına rağmen, Türkiye özelinde ülkenin jeopolitik konumu doğrultusunda büyük komşuyu uzak devlere karşı denge unsuru olarak devreye sokabilmiştir. Türkiye’nin ulusal çıkarları açısından anlaşılabilir bu durumun, Türk dünyasının bütünüyle kurtulması açısından  anlaşılamayacağı açıktır . Nitekim, Lozan Antlaşması sonrasında Türk dünyası, Atatürk’ü Azerbaycan’dan vazgeçtiği, Kuzey Kafkasya’daki Birleşik Kafkasya cumhuriyetine yardımcı olmadığı ve Sultan Galiyev’in gündeme getirdiği Kuzey ve Orta Asya Türklerinin özgürlüğüne uzak durduğu için ağır biçimlerde eleştirmiştir. İslam dünyası ise, halifeliğin kaldırılması doğrultusunda bütün İslam dünyasının sahipsiz bırakılması gibi bir durumun ortaya çıktığını öne sürerek Atatürk’ün politikalarına karşı çıkmıştır. Bin yıl önce göçler yolu ile Anadolu yarımadasına gelen Ön Asya Türklerinin Osmanlı sonrasında yeni bir bağımsız devlet çatısı altında ayakta kalarak varlıklarını sürdürebilmeleri açısından zorunlu olan her türlü politik yaklaşım Atatürk tarafından geliştirilmiş ve denenmiştir. Ne var ki, bütünüyle Türk ve İslam dünyasını kurtaracak bir büyük devlet gücü olmadığı için, Anadolu ve Asya Türkleri bir bütünsellik içerisinde özgürlüklerine sahip çıkamamışlardır. Sultan Galiyev ve Atatürk’ün farklı ülkelerde yaşamaları yüzünden ortak politikalara ve iş birliğine gidemedikleri görülmektedir.
        Osmanlı İmparatorluğunun dağılma aşamasında devleti ve ülkeyi kurtarabilmek üzere kurulmuş olan İttihat ve Terakki Cemiyeti   Balkanlar’da kurulduktan sonra hem İmparatorluğun hem de bütün Türk ve İslam dünyasının geleceği ile yakından ilgilenmiştir. Daha sonra partileşerek iktidara gelen bu cemiyetin işbaşında olduğu sırada ordu ve devlet teşkilatı yenilenmiş ve oluşturulan geniş istihbarat örgütü Fas’dan Endonezya’ya kadar tüm Müslüman topluluklar ile olduğu kadar Kuzey ve Orta Asya’da yaşamlarını sürdüren Türk toplulukları ile de yakından ilgilenmiştir. İttihat ve Terakki Partisi, iktidarı sırasında hem Pan Türkizm hem de Panislamizm siyasetleri izleyerek bir büyük Turan yapılanması ardında tıpkı Sultan Galiyev ve arkadaşları gibi koşturmuştur. İttihatçıların bu siyaseti nedeniyle, Sultan Galiyev ve arkadaşları İttihat Terakki Cemiyeti ile yakın ilişkiler kurmuşlar ve bu örgütün Rusya’da da yaygınlık kazanması için girişimlerde bulunmuşlardır. Stalin bu durumu da dikkate alarak Galiyev’in izlediği milliyetçi ve ittihatçı politikaları kendisinin yargılanması için gerekçe olarak kullanmıştır. İttihatçılığın bir Panturanist politikalar ile Rus düşmanlığı yapmasından ders alan Kemalist yönetim Misakı Milli sınırlarını esas alarak hiçbir biçimde sınır ötesi maceraya kalkışmayacağını açıkça ilan etmiştir. İttihatçılığın nasıl bir hayal olduğu zaman içerisinde ortaya çıktıkça hem İttihatçılar siyasal mücadeleyi kaybetmişler hem de Sultan Galiyev ve arkadaşları büyük dünya dengesi olarak gerçeklik kazanan Sovyetler Birliği içerisinde silinme aşamasına sürüklenmişlerdir. İttihatçılık da tıpkı Galiyevcilik gibi bütün Türk dünyasını batı emperyalizmine karşı birleştirmek isterken, tarih sahnesinden silinip gitmek zorunda kalmıştır. Çöken bir imparatorluğu yeniden toparlamak için hem birleşme hem de gelişme esas olmalıdır düşüncesiyle yola çıkan İttihatçılar, sonraki aşamada dünya dengelerini iyi hesap edemedikleri için tıpkı Galiyev ve arkadaşları gibi kaybetmek noktasına sürüklenmişlerdir. Kendi ülkesini kurtaramayan İttihatçıların Orta ve Kuzey Asya’da macera aramaları Galiyevci hareketi de olumsuz yönde etkileyerek Rus karşıtlığının artmasına ve Sultan Galiyev’in tasfiyesine giden yolun açılmasına neden olmuştur.  Çöken Rus İmparatorluğu üzerine kurulan yeni ideolojik imparatorlukta Ruslar gene merkezi rol üstlenince, Moskova rejimi Rusya Türkleri ne olduğu kadar Osmanlı ittihatçılarına da karşı olmuşlardır. Hatta Ruslar daha da ileri giderek İttihatçılara karşı açıkça Azerbaycan’dan vazgeçen Mustafa Kemali desteklemişlerdir. Sultan Galiyev ve arkadaşları bu durumu da yerinde değerlendiremeyerek hem Moskova’yı karşılarına almışlar hem de Bakü Kurultayı sonrasında Atatürk rejimi ile yakın ilişkiler kuramamışlardır.
          Atatürk ve Sultan Galiyev beraberce ele alındığında birisinin kazanan, diğerinin ise kaybeden lider olduğu görülmektedir. Atatürk bir asker olarak devlet adamı aklı ve dehası ile zaferi kazanmış ama Sultan Galiyev bir öğretmen aydın olarak sahip olduğu geniş kültüre rağmen yürüttüğü mücadeleyi kaybederek kurşuna dizilmiştir. Dünyanın yeni bir yüzyıla girdiği aşamada tarih sahnesine aynı anda çıkmış olan bu iki önderin jeopolitik konum nedeniyle politikalarının farklı olmasına rağmen gene de insanlık ve Türk dünyasının geleceği açısından sahip oldukları bazı ortak düşünceler olduğu görülmektedir. Atatürk gerçekçi bir lider olarak Avrasya’nın ortasında bağımsız bir Türk devletini kurarken bunu bütün Türk dünyasının özgürlüğü için bir ilk basamak olarak gördüğü anlaşılmaktadır. Mazlum ulusların uyanışını ve güneşin doğudan doğuşunu açıkça gördüğünü söyleyen Atatürk, bir anlamda Doğu halkları kurultayından gelen bir çizgide, Sultan Galiyev’in Büyük Doğu yapılanmasına yöneldiği söylenebilir. Cumhuriyetin onuncu yılında, Sovyetler Birliğinin bir gün dağılabileceğini dile getiren Atatürk, Sovyet coğrafyasında yaşamakta olan büyük Türk dünyasının özgürlük ve bağımsızlığı için hazır olunması gerektiğini açıkça ifade etmiştir. O günün koşullarında Sovyet dengesini ve sosyalist bloku batı emperyalizmine karşı denge unsuru olarak kullanan Atatürk’ün Sovyetler Birliğinin bir gün yıkılabileceğini daha o günden gördüğü anlaşılmaktadır. Doğudan doğan güneş gibi mazlum doğu uluslarının da bir gün bağımsız olarak dünya dengelerinde etkili olacağını o dönemin koşullarında gören Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun, Sultan Galiyev’in hedeflediği büyük doğu yapılanması ve Türk dünyasının kurtuluşunun bir gün gerçekleşeceğini gördüğü söylenebilir. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk dünyasındaki gelişmeler ve Avrasya coğrafyasında yaşanmakta olan olaylar da hem Atatürk’ü hnem de Sultan Galiyev’i doğrulamaktadır. Bugünün genç kuşaklarına düşen ulusal görev, yüz yıl önce Türk ve İslam dünyasının kurtuluşu için mücadele eden bu iki büyük önderin düşüncelerine sahip çıkmaları ve bir Atatürk- Sultan Galiyev sentezi aramalarıdır. Türkiye cumhuriyetinin emanet edildiği Türk gençliği ile Türk dünyasının çeşitli ülkelerinden gelecek olan yeni genç kuşakların, Atatürk ve Sultan Galiyev’in izinde giderek bir büyük yapılanmayı Avrasya kıtasında gerçekleştirmeleri gerekmektedir .Böylesine bir büyük proje Türkiye’nin önderliğinde bütün Türk devletleri ve topluluklarının katılımlarıyla sağlanabilirse , o zaman Avrasya süreci barış içerisinde  tamamlanır ve bölge dışı emperyal güçlerin bir Avrasya hegemonyasına  kalkışarak üçüncü dünya savaşı tehlikesi yaratmaları önlenebilir . Bu doğrultuda bir ilk adımın atılabilmesi için ikinci Bakü Kurultayı, Türkiye ve İran’ın öncülüğünde Azerbaycan’ın başkentinde bir an önce toplanmalıdır. Artık doğu halklarının yerini doğu devletleri ve Avrasya ülkeleri almalıdır. Türkiye’de bir büyük Avrasya devleti olarak, ikinci Bakü Kurultayı ile doğunun Türk ve Müslüman halkları ve ülkelerinin her türlü emperyalizme karşı dayanışma içerisine girebilmeleri için öncü bir dış politika yürütmelidir. Atatürk ve Sultan Galiyev’in bıraktıkları siyasal miras bugün için böylesine bir tarihsel misyonu zorunlu kılmaktadır. Çok kutuplu dünyada evrensel barışın kurulabilmesi böylesine bir oluşuma bağlı bulunmaktadır.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN



15 Temmuz 2020 Çarşamba

ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ATATÜRK VE ABDÜLHAMİT
Bugünün koşullarında yan yana gelmesi pek de mümkün görünmeyen iki büyük isimi bir arada ele almak, içinde bulunulan durumun daha iyi anlaşılabilmesi açısından yararlı olacaktır. Osmanlı tarihinde tahta II. Abdülhamit olarak çıkmış olan padişah ile Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, büyük önder Atatürk’ün artık beraberce ele alınarak değerlendirilmesinin zamanı gelmiştir. Dünyanın merkezi bölgesindeki cihan devletini dış saldırılar ve iç karışıklıklar yaratarak çöküşe mahkûm eden Batılı emperyalist devletlerin oluşturduğu düşünceler ve bu doğrultuda estirilen rüzgârlarla, Türkiye’de Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya gelmişlerdir. Bir yanda Abdülhamit’ten yana olan Müslüman kesimler ile bunun karşısında yer alan laiklikten yana olan Atatürkçüler, ya da Atatürk’ü savunan laikçiler saflaşması giderek Türk toplumunu ciddi bir yarılma ve dağılmanın eşiğine getirmiştir. Olayı sadece din açısından ele alanlar, Türk toplumunun böylesine bir saflaşmaya ve zaman içerisinde Türk devletinin bir dağılma aşamasına katkıda bulunmuşlardır. Konuya duygusal yaklaşan İslamcılar ile laikçiler de böylesine bir çıkmazın gündeme gelmesinde ve giderek ülkede ikili bir kamplaşmanın ortaya çıkmasında konu mankeni ya da siyaset figüranı olarak kullanılmışlardır. Gelinen bu noktada, konunun tek yanlı olarak ele alınamayacağı, tarihten ve uluslararası konjonktürden gelen çok farklı yönlerinin de bulunduğu görülmektedir. Bu nedenle Türk tarihinin iki önemli devlet adamı olan Atatürk ve Abdülhamit’in birlikte ele alınarak karşılıklı değerlendirilmesinin sadece din açısından yapılamayacağı anlaşılmıştır. Dinci bir yaklaşım bu iki büyük ismi karşı karşıya getirirken, konunun diğer açılardan ele alınmasını sağlayacak daha genel ve geniş açılı bir yaklaşım ise Türkiye Cumhuriyet’inin bugün içinde bulunduğu çıkmaz açısından önemli tarih derslerinin çıkarılmasını sağlayabilecektir.

Abdülhamit, Osmanlı İmparatorluğu çöküş süreci içerisinde başa geçen ve tam otuz üç yıl süre ile dünyanın merkezindeki bir cihan devleti yöneten kudretli bir padişahtır. Aynı zaman halife olarak ta İslam dünyasının etkili bir yöneticisidir. Osmanlı İmparatorluğunu sınırları içinde yönetirken aynı zamanda, güney ve doğu Asya’da yaşayan Müslüman toplumların da önderi olmuş ve Rusya’da yaşayan Müslümanları da yakından etkilemiştir. Abdülhamit’in Rusya Müslümanları ile yakından ilgilenmesinden Rus devleti rahatsız olmuştur ama Anadolu ulusal kurtuluş savaşına ilk yardım Rusya Müslümanlarından gelmiştir. Daha sonra Hint Müslümanlarının da Türk Kurtuluş Savaşına maddi yardım sağlamasında gene Abdülhamit’in panislamist politikayı bir halife olarak başarılı bir biçimde yürütmesinin son derece etkili bir rolü görülmektedir. Bir ön Asya devleti olan Osmanlı İmparatorluğu’nun Orta ve Güney Asya bölgelerindeki Müslümanlarla Abdülhamit aracılığı ile yakından ilgilenmesi, Rus İmparatorluğu ile beraber Batının önde gelen sömürge imparatorluklarını da korkutmuş ve Osmanlı halifesinin yönetimi altında bütün Asya Müslümanlarının bir araya gelmelerini önleyebilmek üzere her türlü oyuna kalkışmışlardır. Abdülhamit’in ciddi bir devlet adamı olarak, yönettiği İmparatorluğun yeryüzünde bulunduğu konumu iyi bilmesi, yeryüzünün jeopolitik yapısı doğrultusunda merkezi bir imparatorluğu ayakta tutabilmek üzere Batının saldırganlığına karşı Doğu bölgelerinde etkinlikler kurarak denge sağlama çabası içine girdiği anlaşılmaktadır. Böylesine bir devlet adamı yaklaşımı da modern bir devletin yönetimine uygun düşmektedir. Altı yüzyıllık bir uzun zaman sürecinden sonra düşüşe geçene bir imparatorluğun başı olarak, devleti otuz üç yıl ayakta tutabilmek ve giderek artan Batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı doğu-batı dengeleri aramak ancak modern bir devlet anlayışı çerçevesinde düşünebilirlerdi. Abdülhamit’in bu doğrultuda ki girişimleri daha sonraki dönemde Atatürk’ün önderliğinde yürütülen Türk Kurtuluş Savaşına Rusya ve Hindistan Müslümanların destek sağlamasına ve maddi yardımlarda bulunmasına yol açmış ve Türk milletini yeryüzünde yalnız kalmaktan kurtarmıştır.
Tarihsel süreç içerisinde Osmanlı İmparatorluğu’nun tarih sahnesinden çekilmesinden sonra, onun yerine devletin merkezi ülkesinde bir Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı verilmiş ve Mustafa Kemal Paşa böylesine milli bir mücadelenin öncüsü ve önderi olarak tarih sahnesine çıkmıştır. Dünyanın merkezi coğrafyasında topraklarda ve benzeri bir konumda bir büyük imparatorluk çökerken, geri kalan Türk topluluğu, elde kalan orta boy bir ülke olan Anadolu üzerinde Ulusal Kurtuluş Savaşına kalkışmıştır. Abdülhamit’in büyük çabalarla kurtaramadığı İmparatorluk yıkılınca yerine yeni bir devlet Atatürk’ün öncülüğünde kurulabilmiştir. Bu açıdan Atatürk ile Abdülhamit arasında çok önemli bir benzerlik bulunmaktadır. İkisi de dünyanın önde gelen emperyalist devletlerin saldırılarına karşı, merkezi coğrafyadaki bir devlet koruma ve kollama çabası içerisinde olmuşlardır. Abdülhamit çökmekte olan bir devleti kurtarmaya çalışırken, Atatürk yıkılan bir yapı sonrasında yepyeni bir devleti yeniden aynı coğrafya üzerinden kurma çabası içerisinde olmuştur. Bu ortak konum, Atatürk ile Abdülhamit’in beraberce ele alınarak değerlendirilmesinde ana çıkış noktası olarak kabul edilebilir. İki devlet başkanının dünya coğrafyasının getirdiği konum üzerinde benzeri bir jeopolitik nedeniyle, uluslararası ilişkilerde benzeri bir eğilim göstermeleri ve bir strateji ile devletlerini korumaya kalkışmaları daha kolay anlaşılabilmektedir. Dünyanın merkezindeki devletler hem doğu ile batı hem de kuzey ile güney arasındaki dengelere göre varlıklarını korumak durumundadırlar. İkisi de bu bilimsel gerçeği bilerek hareket etmişlerdir.
Abdülhamit bir cihan imparatorluğunun uzun süreli ve dirayetli bir padişahı olarak, Atatürk de ondan sonraki dönemde aynı topraklarda yepyeni bir devletin kurucusu olarak, devlet aklı denilen kavramın farkındaydılar. Her ikisi de uluslararası alanda geçmişten gelen devletler arası büyük oyunun ne olduğunu bilen ve bu doğrultuda kendi devletlerini koruyarak geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çalışan bir çabanın içerisinde olmuşlardır. Altı yüz yıl sonra çökmekte olan bir imparatorluğu ayakta tutabilmek ve gelecek yüzyıla taşımak gibi önemli bir misyonu başarıyla yerine getiren Abdülhamit, kurtlarla dans oyununu iyi oynamıştır. Rusya’ya karşı İngiltere’yi, İngiltere’ye karşı Almanya’yı kullanmasını başaran Abdülhamit’in, Almanya’yı da Fransa ile dengelemeye çalıştığı zamanlar olmuştur. O dönemin dört büyük emperyalist gücünü birbirine karşı kullanarak, bazen çatıştırarak bazen de dengeleyerek otuz üç yıl gibi uzun bir süre Osmanlı tahtını ayakta tutabilmiştir. Batılı güçler arasındaki bu çekişmede imparatorluk topraklarının işgaline karşıda doğulu Müslüman topluluklar ile yakınlaşarak dünyanın merkezinde bir doğu batı dengesi arayışını düzene kavuşturmak için önemli girişimlerde bulunmuştur.

Osmanlı İmparatorluğu aslında beş yüz yıllık bir egemenliği tamamladıktan sonra 1828 yılında Yunanistan’ın kopmasıyla yıkılma aşamasına gelmiştir. Ne var ki o dönemde dünya gücünü temsil eden İngiltere, kendisine karşı yeni bir büyük güç olarak Rusya ya da Almanya’nın çıkışını engelleyebilmek için Osmanlı devletinin ömrünü uzatmaya çalışmıştır. Londra büyükelçisi Mustafa Reşit Paşa bu doğrultuda, İstanbul’a geri gönderilerek Sadrazam yapılmış ve bu aşamadan sonra Osmanlı devleti üzerinde İngiliz baskısı giderek artmıştır. Rusya’nın bir büyük güç olarak güneye inmesini istemeyen İngiltere, kendisine rakip olarak ortaya çıkan Almanya’nın da doğuya doğru genişlemesini önlemek istemiş ve bu doğrultuda bitmiş olan Osmanlı devletini yarı himayesine alarak yirminci yüzyıla kadar bu devletin devam etmesini istemiştir. Tanzimat fermanı ile Osmanlı devletinin sanayileşmesi önlenmiş ve Osmanlı-İngiliz Ticaret Antlaşmasıyla Osmanlı ülkesi İngiltere için serbest pazar konumuna getirilmiştir. II. Mahmut bu aşamada başa geçmiş ve yaptığı reformlarla devlet ile orduyu yeniden düzenlemiştir. Bankerler aracılığı ile çökertilen Yeniçeri Ocağı basılarak feshedilmiş ve yerine yepyeni bir ordu kurularak Osmanlı devletinin ömrü bir yarım yüzyıl daha uzatılmıştır. On dokuzuncu yüzyılın son yarısında başa geçen Abdülhamit ise dirayeti ve otoritesi ile devleti toparlayarak, Osmanlı egemenliğinin yirminci yüzyılın başlarına kadar sürmesini sağlamıştır. Abdülhamit’in yaptıklarıyla daha sonra başa geçen İttihat ve Terakki iktidarı Birinci Dünya Savaşının sonuna kadar ülkeyi yönetebilme şansını yakalayabilmiştir. Gayrimüslim kesimlerin örgütlenmesiyle bir senaryo düzenlenmiş ve Abdülhamit tahttan indirilmiştir. Başa geçen İttihatçılar ise Abdülhamit’in yaptıklarına sahip çıkarak devam ettirmişlerdir. Bir anlamda İttihat ve Terakki iktidarı Abdülhamit’in devamı olmuştur.
On dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’nın en uzun asrı olmuştur. Çünkü bu dönemde gelişen olaylar ve saldırılar ile bu büyük merkezi devletin yavaş yavaş ortadan kalkmasına giden yolu açmıştır. II. Mahmut ile birinci yarıyı, II. Abdülhamit ile ikinci yarıyı kurtaran Osmanlı devleti, bu kritik yüzyılı geride bırakarak yirminci yüzyıla ulaşabilmiştir. On beşinci yüzyılda okyanuslara açılarak bütün dünya kıtalarını işgal ederek sömürgeleştiren, batının emperyal devletleri artık dünyanın merkezini de ele geçirerek kendi egemenliklerinde bir dünya hegemonyası arayışı içindeydiler. İngiltere ve Fransa’ya rakip olarak Almanya ve İtalya’nın ortaya çıkması, kuzey gücü olan Rusya’nın ise güneye inmeye çalışması sonucunda Birinci Dünya savaşına giden yol gündeme gelmiştir. Batılı güçler dünyanın merkezi ele geçirmek için birbirleriyle yarışırlarken, kuzey gücü olan Rusya ise önce Kırım savaşı, daha sonra Kafkasya savaşı ile güneye inmeye başlamış ve yirminci yüzyılın başlarında da büyük bir Balkan savaşı çıkartarak Osmanlının Avrupa bağlantısının önünü kesmiştir. Bu üç bölgede göç eden Türk ve Müslüman ahali, imparatorluğun merkez topraklarına yerleşerek devleti yeniden güçlendirmenin arayışı içinde olmuşlar ama bu konuda Müslümanlar ile gayrimüslimler anlaşamamışlardır. Abdülhamit ise İslam’ın halifesi olarak Müslüman ahali ile beraber hareket etmek zorunda kalmıştır.
İmparatorluğun Balkan ülkeleri zamanla Hıristiyan ülkeler olarak Osmanlı’dan kopunca geriye Müslüman ahalinin yaşadığı topraklar kalmıştır. Özellikle, Kuzey Afrika, Orta Doğu ve Anadolu’nun Müslüman topluluklardan oluşan bir nüfusa sahip olması nedeniyle, Abdülhamit İslam’ın halifesi olarak yeni bir panislamizm politikasına başlamış ve böylece dini kullanarak, Balkanlarda yaşanan kopmaların imparatorluğun diğer bölgelerine yayılmasını önlemek istemiştir. Osmanlı beş yüz yıl esas ülkesi olarak kabul ettiği Balkanların elinden çıkmasından sonra giderek tam anlamıyla İslam devletine doğru bir dönüşüm aşamasına gelmiştir. Hıristiyanların yaşadığı ülkelerin Balkan Savaşı sonrasında bağımsız olması üzerine, Abdülhamit geri kalan Müslüman bölgeleri merkezden yönetmek üzere başkenti Şam’a taşımak istemiştir. Böylece, Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Anadolu topraklarını, Hıristiyan Avrupa’ya karşı bir büyük Müslüman devletin çatısı altında tutmak istemiştir. Ne var ki, Abdülhamit’in bu girişimine karşı çıkan Selanik’in gayrimüslim kesimleri Hareket Ordusunu hazırlayarak İstanbul’a göndermişler ve 31 Mart olayını kışkırtarak da Abdülhamit’i tahttan indirmişlerdir. Böylece, panslavizm ve pancermenizm akımlarına karşı Abdülhamit’in uygulamaya başladığı panislamizmin önü kesilmiş ve ittihatçılar aracılığı ile panturanizm akımının önü açılmıştır. İngilizler bu aşamada hem Türk milliyetçiliğini hem de Arap milliyetçiliğini örgütleyerek, Abdülhamit’in Büyük İslam İmparatorluğu projesinin önünü kesmişlerdir. İngilizlerin desteği başa geçen İttihatçılar ise sonradan Abdülhamit’in haklılığını anlayarak Almanya’ya yakın bir siyaset izlemeye başlamışlardır. Almanlara yaptırılan Berlin – Bağdat demiryolunun bittiği aşamada Abdülhamit, gayrimüslim unsurların ortak hareketi ile tahttan indirilmiştir. Ermeni, gürcü ve Yahudi temsilcilerden oluşan heyet Abdülhamit’in tahttan indirilmesi işini tamamlamışlardır.
Hıristiyan topraklarının elden gitmesinden sonra zorunlu olarak panislamizm’e yönelen Abdülhamit aslında pek de dinci bir padişah değildi. Tıplı II. Mahmut gibi devleti çağdaşlaştırma doğrultusunda önemli adımlar atmış, amcası Abdülaziz ile beraber gittiği Avrupa ülkelerinde gördüğü batılı ve modern yaşam tarzını ülkesine getirmek istemiştir. Avrupa tipi eğitim yapan birçok okulu zamanında açan padişah, devlet ile beraber toplumu da batı tipi modern bir tarzda yeniden kurmak istemiştir. Kadın ile erkeğin beraberce yaşayacağı bir Avrupalı ülke olarak Osmanlıyı yeniden oluşturmaya çalışırken, sürekli olarak batılı ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya kılmıştır. Batılı emperyalistler çağdaşlaşan bir Osmanlı devletini hiçbir zaman istememişler, bu büyük devletin ortadan kalkması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. Batılılar kendilerinin dışında kalan ülkelerin kalkmasını istemedikleri için, diğer devletlere uyguladıkları sömürge politikalarının benzerlerini Osmanlı için de gündeme getirmişlerdir. Abdülhamit sürekli olarak bu gibi olumsuz girişimlere karşı çıkarak ülkesini ve devletini güçlendirebilmenin yollarını aramıştır.
Yabancı devlet ajanlarının cirit atmasına karşı önlem olarak Osmanlı devletinin ilk ciddi istihbarat örgütünü kurmuş ve katı bir sansür uygulayarak, ajan kılıklı gazetecilerin Osmanlı devletine karşı yıkıcı propaganda yapmalarına izin vermiştir. Jurnal ve hafiye teşkilatı ile kendi yönetimini güvence altına almasına rağmen, Abdülhamit kendi döneminde batı tipi bir basının örgütlenmesine izin vermiş ve desteklemiştir. Onun ısrarla izlediği panislamizm politikasına karşı çıkan gayrimüslimler Babıâli denilen merkezde basını kurarak Abdülhamit yönetimine karşı savaş açmışlardır. Modernleşmeye çok önem veren padişah, batı tipi bir basının oluşumunu önlememiş, sıkı denetim altında Babıali’nin gelişmesinin önünü açmıştır. Osmanlının ilk ciddi basınının Abdülhamit döneminde gerçekleştiği söylenebilir. Batı tipi okullar açarak aydın nüfusun gelişmesine yardımcı olan Abdülhamit bu okullardan işbirlikçi ve mandacı aydınların yetişmesini istememiş ve buna karşı önlemler almıştır. Bu nedenle, gayrimüslim aydınlar sürekli olarak Abdülhamit’i kızıl sultan adıyla bir diktatör gibi göstermeye çalışmışlardır. Bağımsız düşüncenin gelişmesi için okullara felsefe dersi koyduran Abdülhamit, emperyal devletlere bağımlı işbirlikçi aydınların ülkeyi kışkırtmalarına izin vermemiştir. Tıpkı Atatürk’ün yaptığı gibi aydınlanmadan yana bir yol izlemiş ama aydınların içinden hain çıkmasına ve ülke aleyhine emperyalist güçlerle iş birliği yapmalarına izin vermemiştir. Abdülhamit’in ne derece haklı olduğu daha sonraki yıllarda Atatürk’ün ilan etmiş olduğu 150’likler listesi ile ortaya çıkmıştır. Osmanlının önde gelen aydınları Batı ülkelerinin işbirlikçisi gibi davranarak ülkenin çöküşüne alet olmuşlardır. Türkiye bugünde benzeri bir durum yaşamakta ve ne yazıktır ki, yüz yıl sonra yeniden aydınların emperyalistlerle neoliberalizm görüntüsü altında işbirlikçiliğine sahne olmaktadır. Osmanlı İmparatorluğu gibi bir büyük cihan devletinin çöküşüne neden olan bu ihaneti Atatürk ve Abdülhamit cezalandırmak istemiştir ama günümüzün Türkiye yönetiminden böyle bir tepki çıkmaması için ciddi bir psikolojik savaş saldırısı, demokrasi mücadelesi görünümünde son derece ustalıklı olarak sürdürülmektedir.

Bugünün Türkiye’sinde Atatürkçüler ile Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmeye çalışılmaktadır. Böylesine bir durumun yaratılmasında din faktörü kullanılmakta ve panislamizmi Batı emperyalizmine karşı uygulamaya çalışan Abdülhamit’i dinciler bayrak haline getirilerek Türkiye Cumhuriyeti’ni laik ve çağdaş bir cumhuriyet olarak kurmuş olan Atatürk’e ve onun izinden giden Atatürkçülere karşı geliştirilen saldırılarda bir büyük Hakan ve Büyük Önder çekişmesi yaratmaya çalışmaktadır. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı’nın son dönemine benzer bir yıkıcı emperyalist saldırı ile karşı karşıya kaldığı bugünkü aşamada, Abdülhamitçilerle Atatürkçülerin karşı karşıya gelmelerinin ne derece büyük bir tarihsel hata olduğunu yüz yıl önce yaşanmış olan olaylar göstermektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak noktaları her türlü emperyalizme karşı çıkmak ve direnerek bu gibi saldırılara karşı savaşmak olmasına rağmen, günümüzün Atatürkçüleri ile Abdülhamitçilerinin dışa karşı bir savaşı ya da direnişi bırakarak birbirleriyle uğraşmalarının büyük bir senaryonun sahneleri olarak gündeme geldiği görülmektedir. Bugün Türk devletinin başında Atatürk ya da Abdülhamit olsaydı ilk yapacakları iş her türlü emperyalist saldırıya karşı çıkarak ve direnerek kendi devletlerini ve ülkelerini korumak olacaktı. Özellikle türban meselesi, laikliği savunan Atatürkçülerle, Abdülhamit’in izinden giden Müslüman kesimleri karşı karşıya getirmek için kullanılmaktadır. Üniversitelerde ilk türban sorununu çıkartan hanımın bir yakın akrabasının sonradan siyasette öne çıkması, aileler düzeyinde nasıl bir hazırlık yapıldığının en açık göstergesi olarak öne çıkmaktadır. Atatürk’ün cumhuriyetinde, onun getirmiş olduğu çağdaş eğitim sisteminde Atatürkçülerle Abdülhamitçilerin karşı karşıya kalması nedeniyle, Türk eğitim sistemi ve toplumu çökme aşamasına doğru hızla sürüklemektedir. Türk bayrağına karşı türbanın bir siyasal simge halinde kullanılması, geleneksel Müslüman kesimleri tahrik etmekte ve bunun sonucu olarak da Atatürkçülerle Abdülhamitçiler karşı karşıya getirilmektedir. Birbirleriyle uğraşmak ve çatışmak durumunda kalan bu toplum kesimleri dış tehdit ve tehlikelere karşı toplum ve millet olarak iş birliği yapacağına türban kışkırtmasıyla karşı karşıya gelmekteler ve böylece emperyalist devletler Türkiye’yi bölmek üzere hazırlamış oldukları her türlü senaryoyu kolaylıkla uygulama alanına aktarabilmektedirler. Birbirleriyle uğraşan bu kesimleri dışa karşı bir araya gelemedikleri görülmekte ve bu nedenle de Türkiye bir türlü toparlanamamaktadır.
Atatürk bir devlet adamı ve kurucusu olarak Abdülhamit gibi modernizm ve pozitivizmden yana idi. Bu yönleri ile bilime inanıyor ve tek yol gösterici olarak bilimi kabul ediyordu. Hıristiyan batının saldırılarına karşı bir var olma mücadelesi veren Müslüman Türk milletinin devletini kurduğunu iyi biliyordu. Devletin kuruluş günü olan Meclis’in açılış töreni öncesinde Hacıbayram camiisine giderek milletin temsilcileriyle beraber dua etmiş ve bir Cuma günü Meclis’i açmıştır. Meclisi açış konuşmasında olduğu gibi daha sonradan yaptığı bir konuşmada Türk halkının dini olan Müslümanlık ile ilgili destekleyici sözler söylemiştir ama devleti kurarken de çağdaş dünya devletlerinde olduğu gibi laik bir düzeni oturtmaya çaba göstermiştir. Müslüman bir milletin çağdaş örgütlenmesi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin laik temelleri bizzat Atatürk tarafından atılmıştır. Tanzimat döneminde başlayan batıya yönelik değişim atılımları hem Abdülhamit hem de Atatürk dönemlerinde devam etmiştir. Her iki devlet adamı, kendi devletlerinin tıpkı batının güçlü devletlerinin sahip olduğu çağdaş düzeye getirebilmek için uğraş vermişlerdir. Bu doğrultuda bir araya gelen iki devlet adamının sonraki takipçilerinin karşı karşıya gelmesinde bir emperyal oyunun olduğu artık ortaya çıkmaktadır. Her iki kesimin önde gelen temsilcilerinin böylesine olumsuz bir durumun nedenleri üzerinde durmak ve araştırarak çözüm getirmek gibi sorumlulukları vardır.
Osmanlı devletini çökerten emperyalist saldırıların benzerleri Anadolu halkı üzerine yöneltilirken, Türk halkı bir var olma mücadelesi vermek zorunda kalmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında, Türk ulusunun çeşitli fertleri bir araya gelerek dış saldırılara karşı bir arada bir mücadele verirken cephede ya da siperde laiklik ya da türban tartışması yapmıyorlardı. Bir devletin ya da milletin varlığına kasteden emperyalist bir saldırının var olduğu aşamada, ulusal fertleri arasındaki her türlü ayrılık kendiliğinden kalkar ve dışa karşı bir ortak mücadele gündeme gelir. Dünyanın her yerinde ulusal kurtuluş savaşları böylesine bir aşamada ortaya çıkar ve toplumun bir araya gelerek kenetlenmesiyle başarıya ulaşır. Türkiye’de bugün böylesine bir dayanışma içinde dışa karşı ortak mücadele yapılacağına laiklik ve türban sorunları ile iç çekişmeler tırmandırılmakta ve toplumun gücü iç nedenlerle kırılarak, dışa karşı yönlendirilmesi gereken ulusal birlik ve beraberlik önlenmektedir. Atatürkçüler laiklik nedeniyle suçlanırken, geleneksel Müslüman kesimlerde türban nedeniyle gericilik noktasına sürüklenmektedirler. Türk kadınının geleneksel başörtüsünün, türban adı altında bir siyasal simgeye dönüştürülmesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk’ün laik devlet modelinden çekip çıkararak, Amerikan Emperyalizminin Büyük Orta Doğu projesinin deney ülkesi konumuna getirmektedir. Türk devleti kurucusu Atatürk’ün çizmiş olduğu laik ve çağdaş çizgiden kaydırılırken, Abdülhamitçilerin geleneksel değeri olan İslamcı bir yapılanmaya doğru zorlanmaktadır. Yeni Türkiye Cumhuriyeti adı altında bu emperyalist oyun tezgâhlanmaktadır.

İnsanlığın bütün kazanımlarını geride bırakarak, dünyayı yeniden bir Ortaçağ düzenine sürüklemek isteyen küresel emperyalizm, bilimi bırakarak dine sarılmakta, ve dini insanları pasifleştiren ruhsal durumundan yararlanarak bütün dünyanın kontrolünü ele geçirmek istemektedir. Böylesine bir haksız saldırıya bugün hayatta olsalar hem Atatürk hem Abdülhamit karşı çıkarlardı. Bu iki liderin bugünkü takipçilerinin, böylesine bir emperyalist oyuna alet olarak birbirleriyle çekişmeyi bırakmaları gerekmektedir. Atatürkçüler ve Abdülhamitçiler için bugünün koşullarında ilk yerine getirilecek ulusal görev her türlü emperyalist saldırı ve oyuna karşı çıkmak olmalıdır. Laikliği savunan Atatürkçülerin din düşmanı olmaları mümkün değildir. Atatürk bir Müslüman ülkede laik ve çağdaş bir cumhuriyet kurmuştur. Böylesine bir bilinçle hareket edecek olan Atatürkçülerin Türk halkının geleneksel değerlerine din ve vicdan özgürlüğüne saygı göstermesi kaçınılmazdır. Müslüman kesimlerde, okumuş ve aydın kesimlerin laiklik düzenine sahip çıkmalarına, çağdaş bilimin verileri olan pozitif değerlere saygı göstermelerine anlayış göstermelidirler. Böylece karşılıklı anlayış hem bir ortam yumuşaması sağlayacak hem de gayrimüslim kesimlerin ülkeyi bölme doğrultusunda kışkırttıkları çekişme ve çatışmalara elverişli bir ortam yaratmayacaktır. Türkiye, laik devlet ve Müslüman milletiyle dışa karşı tek vücut olabilmeyi artık öğrenmelidir.
Atatürk ve Abdülhamit bir toplantı sırasında Osmanlı sarayında beraber bulunmuşlardır. Bu toplantı sonrasında, Abdülhamit, Mustafa Kemal’den çok etkilendiğini ve bu gencin Türk ulusunun geleceğinde önemli işler başaracağını yakınındakilere aktarmıştır. Atatürk ise devlet başkanı olduktan sonra Abdülhamit ile ilgili düşüncelerini dile getirirken, O’nun büyük bir devlet adamı olduğunu ülkesi ve devleti için önemli değişimler gerçekleştirdiğini açıkça söylemiştir. Ayrıca Abdülhamit ile ilgili eleştirilere katılmadığını da açıkça ifade etmiştir. Birbirlerinin izleyicisi olan bu iki devlet adamı, ülke ve devletleri için hayatlarını feda ederken, onların izleyicilerinin birbirleriyle uğraşmalarının anlamsızlığı iyice ortaya çıkmaktadır. Her türlü emperyalizme karşı çıkarak iç ve dış düşmanlara karşı direnerek mücadele eden Atatürk ve Abdülhamit’in izinden giden toplum kesimlerinin bugün bir araya gelerek Türk devletinin varlığı için birlikte hareket etmeleri gerekmektedir. Birlik ve beraberliğin dışa karşı gerçekleşebilmesi için de iç sorunların artık daha fazla deşilmeden bir yana bırakılması gerekmektedir. Atatürk ve Abdülhamit’in ortak antiemperyalist çizgisi bugünün Türkiye’si için dışa karşı verilecek var olma savaşımının ortak paydası olmalıdır. Karşılıklı hoşgörü ve anlayış, yeni bir başlangıç için ilk adımların atılmasında yararlı olabilecektir. Yeniden emperyalizme karşı verilecek var olma mücadelesinde, iç kavgalar artık bir kenara bırakılmalıdır.
Türkiye’nin bugün karşı karşıya kaldığı sorunlar dikkate alınırsa, bunların tıpkı Atatürk döneminde çözüme kavuşturulması doğrultusunda Abdülhamitçiler ile Atatürkçüler arasında bir yakınlaşma ve diyalog köprüsü kurulabilir. Bu sorunlar yüzünden Türk devleti Yugoslavya gibi dağılırsa ya da Irak’ta gibi çökertilirse, bunun altında bütün Türk ulusu kalacaktır. Gün iç çelişkileri bir yana bırakarak dışa karşı iş birliği yapma günüdür. Dış sorunlara karşı Atatürk ve Abdülhamit’in ortak bir çizgide benzeri bir diplomasi uyguladığını Müslüman ve laik kesimler hatırlayarak hareket etmelidirler. Osmanlı’nın gayrimüslim unsurlarının, imparatorluk sonrasında bu coğrafyada kendi büyük devletlerini kurma projelerine hem Abdülhamit hem de Atatürk karşı çıkmışlardır. Abdülhamit Filistin topraklarını vermeyerek Siyonistleri geri çevirmiştir. Atatürk de Orta Doğu’da bir İsrail devletinin kurulmasına karşı çıkarak Siyonizm yerine Kemalizm’in Orta Doğu’nun geleceğini oluşturması için çaba harcamıştır. Atatürk daha da ileri giderek İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini dünya dengelerinin dikkate alarak köşkteki bir toplantıda açıkça dile getirmiştir. Abdülhamit Ermeni devletinin kuruluşunu önlemek için elinden gelen girişimleri yapmış ve bu doğrultuda güneydoğu halkının temsilcilerinden Hamidiye alaylarını oluşturarak Anadolu’da bir Ermeni devleti oluşumunu önlemeye çalışmıştır. Atatürk’te İttihat ve Terakki dönemi sonrasında ortaya çıkan yeni tabloya göre hareket etmiş ve son Osmanlı Meclisinde alınan Misakı Milli kararı doğrultusunda ulusal sınırlar içinde bir Türk devleti oluşturulması için çalışmıştır. Ermenilere ve Yahudilere karşı izlenen ortak tutum Yunanlılara karşıda sürdürülmüş, Abdülhamit Balkan savaşı sırasında Yunanistan’ın büyüme eğilimlerine karşı çıkmış, Atatürk ise ulusal kurtuluş savaşının son sahnesini Yunanlılara ayırarak Megaloidea projesini Yunanlılarla beraber Akdeniz’e dökmüştür. İslamcı geçinen Abdülhamitçilerle, laik devlet savunucusu Atatürkçülerin milli tarihimizin bu gerçeklerini bilerek antiemperyalist cephede yeniden Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi bir araya gelmelerinde Ön Asya’da Türk varlığının korunabilmesi açısından tarihsel zorunluluk vardır. Emperyalist ve Siyonist çevreler bu durumu iyi bildikleri için, ılımlı İslam ya da Büyük Orta Doğu gibi kendi çıkarlarına uygun düşen projelerle, Müslüman Türk halkı ile laik cumhuriyeti savunanları birbirlerine karşı kışkırtmaktadırlar. Medya gücü böylesine bir kışkırtma doğrultusunda geliştirilen, psikolojik savaş senaryolarını kamuoyuna taşımak için kullanılmaktadır. Küresel sermaye bu doğrultuda Türk medyasına girerek emperyal politikalar doğrultusunda devleti ve milleti baskı altına almaya uğraşmaktadır.
Bugün yaşanmakta olan emperyalist oyunlar ve senaryoların hiçbirisi yeni değildir. Abdülhamit ve Atatürk döneminde uygulanmış olan anti Türk ve Müslüman politikaların benzerleri günümüzde yeniden devreye sokulmaktadır. Bu aşamada Atatürkçülerin dikkatli davranarak laiklik adına, gayrimüslimlerin emperyalist oyunlarına alet olmamaları, Abdülhamitçilerin de İslam adına batı emperyalizminin bütün İslam dünyasını ele geçirmeye yönelik oyunlarına kanmamaları gerekmektedir. Aradan emperyal güçler ve onların yerli işbirlikçileri çekildiği zaman, Türk milleti tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi emperyalizme ve Siyonizm’e karşı açıkça birlik ve bütünlük içerisinde hareket edebilecektir.
Müslümanlar Abdülhamit’in Avrupa görmüş bir devlet adamı olarak çağdaş uygarlıktan yana olduğunu, batılı bir devlet ve toplum yaşamını Osmanlı ülkesine getirmek için elinden geleni yaptığını, çağdaş bir devlet yapılanması ile beraber yeni eğitim kurumları ile aydınlık bir ülke kurmak için çaba gösterdiğini hatırlamalıdırlar. Osmanlı kadınını topluma kazandırmak isteyen Abdülhamit’in çarşaf giymeyi yasakladığını bugünün türbancıları iyi bilmek durumundadırlar. Batılı bir yaşamın simgelerinden birisi olan içkiyi Atatürk’ün rakı ile Abdülhamit’in rom ile günlük yaşamlarına taşıdıkları gene anımsanması gereken olgulardan birisidir. Her ikisi de Arap tipi bir dini düzen peşinde olsalardı, çağdaş batılı yaşamın bir simgesi olan içkiyi toplumun önünde kullanmazlardı. Çarşafa karşı çıkmakta ve içki kullanmakta aynı çizgide olan iki devlet adamının, çağdaş uygarlığa dönük yepyeni bir ülke yaratmak için çaba gösterdikleri söylenebilir. İkisi de dünyanın ortasında bir Türk ve Müslüman toplumun devletini yönettiklerini çok iyi biliyorlardı. Bu doğrultuda jeopolitik konumlarının gerektirdiği her adımı atmaktan çekinmemişlerdir. Müslüman Türkler tarihten gelen böylesine bir bilinci günümüz Türkiye’sinde göstermek zorundadırlar.
Abdülhamit Macaristan’dan Endonezya’ya kadar temsilciler göndererek Avrasya kıtasının bütün bölgelerindeki Türk ve Müslüman ülke ve toplumlarla çok yakından ilgilenmişlerdir. Atatürk de dünyanın ortasında bir Türk devleti kurarken, Avrupa’nın ortasında bir Türk imparatorluğu kurmuş olan Macarlardan yararlanarak bu ülkenin uzmanları Türkiye’ye davet etmiş ve onların deneyimlerinden yararlanarak, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’ni kurmuştur. Osmanlı İmparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir Avrasya devletidir. Bu nedenle Viyana’dan Pekin’e kadar olan bütün Avrasya sahası Türklerin yaşam alanıdır. Atatürk de Macar uzmanlarla beraber çalışırken, Afganistan ordusunun kurulması için bu Türk ülkesiyle yakından ilgilenmiştir. Böylesine tarihi gerçekler hem Abdülhamit’in hem de Atatürk’ün Avrasyacı devlet adamları olduğunu bir kez daha kanıtlamaktadır. Osmanlı İmparatorluğu bir dünya imparatorluğu olarak merkezi coğrafyada tam altı yüzyıl egemen olmuştur. Bugün Osmanlı’dan meydana gelen otorite boşluğunun doldurulabilmesi için Atatürk’ün Türkiye’sinin tarihten gelen bilinçle öne geçmesi ve bir Avrasya bütünleşmesine giden yolda, Merkezi coğrafyanın devletlerinin bir araya gelmesinden oluşacak Merkezi Devletler Birliği’nin oluşumu için öncülük yapması gerekmektedir. Dünya barışını kalıcı kılacak böylesine bir yeni yapılanmada Atatürkçüler ile beraber Abdülhamitçilerin beraberce hareket etmeleri bütün emperyalist oyunları bozacak ve saldırılara karşı önlem olacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN