29 Haziran 2020 Pazartesi

TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


TÜRKİYE VE TÜRK DÜNYASI  

                Küreselleşme olgusu ile birlikte gündeme gelen değişim süreci, her geçen gün daha da hızlanarak öne çıkmakta ve insanlık bugünden yarına ortaya çıkan olaylar karşısında nasıl bir durum ile karşı karşıya kalındığı konusunda giderek kuşkulu bir ortama doğru sürüklenmektedir. Geçmişin koşullarında geçerli olan bazı konuların ya da değerlerin anlam kaybettiği   bir ortama doğru yavaş yavaş gidilirken, geçmişte hiçbir biçimde ele alınması ya da uygulama alanına getirilmesi mümkün olmayan konuların ya da etkinliklerin kendiliğinden devreye girmeye başladığı göze çarpmaktadır. Özellikle dünyanın tam ortasında bağımsız bir Türk devleti olarak kurulmuş bulunan  Türkiye Cumhuriyetinin,  Türk dünyasına yakınlaşması ya da  aralarında değişik açılardan köprü kurulması gibi konulara  batı dünyası  soğuk savaş döneminin koşullarında  her zaman karşı çıkarken, Türkiye Cumhuriyetini komünizm korkusu ile ürküterek ya da baskı altına alarak Türk dünyasından uzak tutmaya çalışan eski dönemin  gerginlik ortamı da, sosyalist sistemin dağılması üzerine  uluslararası alanda geri planlara doğru kaymıştır. Karşıt kutuplara dayanan iki merkezli dünya düzeni varken, olumsuz yaklaşılan bazı konulara, Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine daha farklı açılardan yaklaşılmış ve soğuk savaş döneminin gizliliği ortadan kalkarken, küreselleşme döneminin açık toplum anlayışı öne çıkmıştır. Sosyalist sistem üzerine kurulu bulunan demir perde politikası sosyalist ülkeler ile birlikte Türk dünyası olarak adlandırılan orta ve kuzey Asya bölgelerini de bir anlamda ideolojik hapishaneye mahkûm ediyordu. O dönemin koşullarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti de demir perde hapishanesinin dışında kalan özgür ve bağımsız dünya milletleri arasında yer alırken, Türk dünyasının dışında kalan bir Türk devleti olarak merkezi coğrafyanın tam ortasında kuruluyordu ama Türk devleti ile Türk dünyası arasında kopukluk sürüyordu.

                Tarih boyunca dünyanın biçimlenmesinde etkin olmuş olan Türkler, yirminci asrın başında yaşanan birinci dünya savaşı sonrasında dağılmak zorunda kalıyorlardı. Dünyanın doğu bölgesini işgal eden Rusya ve komşuları bir sosyalist devrim sonrasında ideolojik bir imparatorluğa dönüştürülürken, Rusya Federasyonu içinde yer alan on civarında Türk bölgeleri eyaletler halinde Sovyet devletinin kontrolüne   bırakılan imparatorluğa devrediliyordu.  Savaş sonrası dönemde Çin ve Rus devletleri Orta Asya merkezli Türkistan bölgesini ikiye bölerek emperyalist çizgide anlaşılıyorlardı. Doğu Türkistan Uygur bölgesi olarak Çin’e bırakılırken, Batı Türkistan alanı ise beş ayrı Türk cumhuriyetine bölünerek Rusya’nın kontrolüne bırakılıyordu. Böylece Çin ve Rus devletleri hükümranlık alanlarını fazlasıyla genişletirken, iki büyük ülkenin arasında kalan Orta ve Kuzey Asya bölgelerinde yaşayan Türk topluluklarını yok olmak aşamasına getiriyorlardı. Dünya devleti destekli ideolojik yapılanma dinleri sosyalizm aracılığı ile red ederken, aynı zamanda egemen güç haline gelen Rus devletinin milli karakteri doğrultusunda uygulanmaya çalışılan Ruslaştırma operasyonları ile, Türk dünyasında eskiden beri özgürce yaşayan Türk asıllı toplulukların etnik kökenlerinden gelen Türk kimliğini ortadan silmek üzere girişimlerde bulunuyorlardı. Bir demir perde çerçevelenmesi içine alınan Türk dünyasının doğal kimliğe sahip olan büyük nüfusu iki yönlü yok edilme tehlikesi ile karşı karşıya kalıyordu. Yeni ideoloji imparatorluk dinler ile milliyetleri ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerken, Ruslaştırma operasyonları sayesinde Rus devleti de kendisini çevrelemiş olan Türk asıllı topluluklardan kurtulabilmenin çabası içine giriyordu. Yirminci yüzyılda ilk dönemlerden beri var olan Türk toplulukları tam anlamıyla bir yok edilme sürecine mahkûm ediliyorlardı.
                Dünya tarihinin ve de uluslararası konjonktürün gündeme getirdiği yeni siyasal koşullar içinde Türk Dünyası ile Türkiye Cumhuriyeti birbirinden ayrı bloklar içine alınırken, merkezi coğrafyadaki Türkiye Cumhuriyeti ile Türk dünyası arasına Türk-Rus sınırı boyunca demir perde çekilerek, bütün Türk dünyası bir açık hava hapishanesinde yaşamaya mahkûm ediliyordu. Uçsuz bucaksız kurak topraklarda yaşam kavgası  veren Türk toplulukları, Rus emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye mahkum edilirken , bu  büyük dünyadan koparılmış  bir avuç Türk de merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadası üzerinde ucu Trakya bölgesine doğru açılan  bir orta boy  ulus devletin çatısı altında bir araya gelerek , Atlantik emperyalizminin Rus ve Çin emperyalizmleri ile  Türk dünyasını yok etme mücadelesine karşı,  bir ulusal kurtuluş savaşı vererek  ayakta kalmayı ve dünya haritasındaki konumlarını korumayı başarıyorlardı. Türk dünyası Rus ve Çin işgalleri ile ortadan kaldırılırken, Osmanlı İmparatorluğunun uzantısı olarak Anadolu’da yaşayan Türkler, ulusal bağımsızlıklarını kazanarak tarih sahnesinden silinme tehlikesinden kurtuluyorlardı. Türk dünyası açık hava hapishanesi içinde yok edilmeye çalışılırken, Batı Türklerini yedi yüzyıl büyük bir imparatorluk çatısı altında yönetmiş olan Osmanlı devleti de dünya haritasından siliniyordu. Rusya bölgesinde kalan Türk dünyası devletleri bir araya gelerek büyük bir Türk devleti kuramadıkları için dağılıp yok olmaya doğru sürüklenirken, eski Osmanlı ahalisi içinde çoğunluğu elinde tutan batı Türkleri Anadolu toprakları üzerinde bir araya gelerek, tarihsel Türk varlığının devam etmesini sağlıyorlardı. Doğu Türkleri haritadan silinirken, batı Türklerinin dünyanın merkezi coğrafya haritasında yeni bir Türk devleti kurarak ayakta kalmaları, Türklük olgusunun   her şeye rağmen devam etmesini sağlıyordu.
                Yeni kutuplaşma döneminde dünya sosyalist ve kapitalist kamplara bölünürken, dünyanın ortalarında yer alan Türk toplulukları ortadan ikiye ayrılıyordu. Beş yüz yıllık Avrupa emperyalizmi birinci Dünya Savaşı sonrasında zayıflarken, Avrupa’nın yanı başında yer alan Amerika dış dünyaya açılarak yeni emperyalist güç olarak tarih sahnesine çıkıyordu. Amerika Avrupa’ya karşı ortaya yeni bir kutup başı olarak ortaya çıkarken, böylesine değişimi desteklemek ve dünyayı yeni bir düzene oturtmak üzere harekete geçenler, kapitalist emperyalizme karşı Rusya’da sosyalist bir emperyalizmi gündeme getiriyorlardı. Dünya sosyalist ve kapitalist olarak ikiye bölünürken merkezi coğrafyadan bir demir perde geçirilerek, Türk dünyasının bu demir perde içerisine hapsedildiği görülüyordu. İdeolojik imparatorluk görünümlü bir Rus saldırganlığı batı blokuna karşı doğu emperyalizmi olarak devreye sokulurken, geçmişten gelen Türk dünyasının birlik ve bütünlüğü tam ortadan geçen bir emperyalist bıçak ile ikiye ayrılıyordu. Yirminci yüzyıla kadar üç yüz yıl Rusya ile Türkler adına savaşan Osmanlı imparatorluğunun çökme noktasına gelmesinden yararlanan Rus orduları, Balkanlar ve Kafkaslara gelerek sıcak denizlere inmeye çalışıyordu. Rusların bu gücü karşısında ABD yeni emperyalist güç olarak dünyanın ikiye bölünmesini gündeme getirerek, Türklerin bir tarafta Türk dünyası diğer tarafta da Türkiye Cumhuriyeti olarak ikiye bölünmesine giden yolu açıyorlardı. Türkiye ve Türk dünyası arasındaki insani ilişkiler soğuk savaşın baskı döneminde kesiliyor ve Türk dünyası akraba toplulukları ile Anadolu Türkleri arasındaki her türlü ilişki kopuyordu. Yirmi yüzyıl geçmesine rağmen, insani ilişkileri ortadan kaldıran bir demir perde uygulamasını öne çıkaranlar, en büyük kötülüğü Türklere karşı gerçekleştiriyorlardı. Akrabalarından uzaklaştırılan Türkler dünyanın ortasında yer alan çeşitli ülkelerde dağınık bir biçimde yaşamaya mahkûm ediliyorlardı. Tarihte görülen en eski ve köklü uluslardan birisi olan Türklerin, emperyalist senaryolar doğrultusunda bölünüp parçalanmasını kabul etmek, Türkler için son derece olumsuz bir durum olduğu için Türkler ve Türk gücü merkezleri harekete geçerek bu duruma karşı çıkmışlardır. Daha sonraki yıllarda Türklerin doğu ve batı emperyalistlerine karşı direnmesi devam etmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olarak dünya sahnesine çıkışı bütün Türk dünyası için yeni bir umut olmuştur.

                Soğuk savaş yıllarında birbirinden çok ayrı yaşayan Türkiye Cumhuriyeti ve Türk dünyası bir yandan Sovyet hegemonyasının ortadan kaldırılması için uğraşırken, diğer yandan da Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı merkezi coğrafyaya yönelik emperyalist girişim ve müdahaleler ile karşı karşıya kalmıştır. Doğu Türkistan’da Çin işgali devam ederken, Rusya’da Türk toplulukları işsiz ve yoksul bir biçimde açlığa mahkûm edilmişlerdir. Nüfusu bir türlü artmayan Ruslar, Türk dünyası devletlerinin nüfuslarının artmasını önlemek üzere soykırım benzeri uygulamalardan çekinmemişler ve bazı toplu uygulamaları Türk dünyası toplulukları üzerinde gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Türk nüfusu azaltmak için yapılan soykırım senaryolarının yanı sıra, toplu askeri manevralar aracılığı ile de Sovyetler Birliği içinde yaşayan Türk toplulukları hedef alınmıştır. Hatta daha da ileri gidilerek Çek Cumhuriyeti, Polonya ve Macaristan gibi Hazar İmparatorluğu asıllı etno-Türk toplulukların devletlerine yönelik askeri operasyonlar yapılarak, Türk dünyasından Rus emperyalizmine karşı çıkacak her türlü alternatif arayışların önü kesilmeye çalışılmıştır. Bütün Doğu Avrupa bölgesini sosyalist sistemin içine katmış olan Rus emperyalizmi, Atlantik emperyalizmini dengeleyecek bir biçimde küresel senaryolara kalkıştığı zaman, Doğu Avrupa ülkelerinde yaşayan Türk azınlıkları bu gibi durumlardan çok etkilenerek ve bulundukları ülkelerden kaçarak Türkiye Cumhuriyeti’ne göç edebilmenin yollarını aramışlardır. Yirminci yüzyılın son çeyreğine kadar devam eden bu baskılar zamanla azalmaya başlayınca, Sovyetler Birliği üç çeyrek yüzyıllık ömrünü tamamlayarak dağılma noktasına gelmiştir. Demir perde imparatorluğunun çökmesi üzerine Sovyetler Birliği sınırları içerisinde yaşayan Türkler hapishane hayatından kurtularak çağdaş dünyaya açılabilmenin çabası içine girmişlerdir. Aynı zamanda Doğu Avrupa rejimleri de çöküşe geçince, Türk dünyası daha da özgürleşerek kendi bağımsız geleceğini aramaya başlamıştır. İdeolojik imparatorluğun çöküşü ile Rus emperyalizminden kurtulan Türk dünyası daha özgür bir yaşam düzeni için uluslararası alana açılınca, yeni dönemin alternatif arayışları içerisine Türkler’in girişimleri de dahil olmuştur.
                Soğuk savaş döneminin baskılarından kurtulan Türkler öncelikle bir araya gelebilmenin yollarını aramışlardır. Hiç beklenmedik bir biçimde Sovyetler Birliğinin dağılması Türkleri hazırlıksız yakalamış ve Atatürk bir kez daha haklı çıkmıştır. Cumhuriyetin onuncu yılında Atatürk bir konuşma yapmış ve Sovyetler Birliği’nin yadsınamaz  bir gerçeklik olduğunu, Türklerin bunu görmezden gelemeyeceğini  ama gelecekte bu büyük imparatorluğun da diğer devletler gibi yıkılabileceğini ,bu nedenle Sovyet imparatorluğunun yıkılışını dikkate alarak bu aşamadan sonrası için  Türklerin hazırlıklı olması gerektiğini dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Atatürk zamanında  Türk dünyasını her türlü emperyal oyun ve senaryoya karşı uyarmıştır . Sosyalist sistemden ulus devletlere geçiş aşaması kolay olmamış, Rusya eski alışkanlıklarını bırakmazken sanki imparatorluk devam ediyormuş gibi gene eskisi gibi baskı ve yönlendirmelerini kendi çıkarları doğrultusunda yapmaya çalışmış ama bu sefer Türk dünyası ve devletlerden gelen ciddi tepkiler ile karşılaşmıştır. Sovyetler sonrası aşamada bu kez Balkanların en büyük devleti olarak Yugoslavya Federasyonu da dağılma noktasına gelince, gene Türk ve Müslüman azınlıkların başına birçok olay gelmiş, Bosna, Kosova, Arnavutluk ve Bulgaristan gibi Balkan ülkelerinden önemli miktarda Türk asıllı nüfus yeni dönemde Türkiye devleti çatısı altında yaşamak üzere Türkiye’ye gelmişlerdir. Geçmişten gelen akrabalık bağları ile sahip olunan ortak dil ve kültürün etkisiyle Türkiye’ye gelmeyi tercih eden Türk asıllı bölge ülkeleri vatandaşları, kendi hak ve özgürlükleri için çaba sarf ederken dolaylı olarak da Türk dünyasında yeniden bir araya gelmenin ve bütünleşmenin de öncüsü olmuşlardır. Yüzyıllarca bulundukları ülkelerde baskı ve saldırgan tutumlar ile karşı karşıya bırakılan Türk dünyasının insanları her türlü emperyalizmden kendilerini kurtarabilmek için yeni dönemde Türkiye Cumhuriyetini bir ana kucağı olarak görerek, aileleri ile birlikte Türkiye’ye  sığınmışlardır.
                Sovyetler Birliğinin dağılması Türk dünyasının özgürlüğe doğru açılımını gündeme getirmiş ve sosyalist sistem içinde birliğe üye konumundaki Türk devletlerinin tam bağımsızlığı ortaya çıkmıştır. Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kazakistan, Tacikistan gibi Türk topluluklarının içinde yaşadığı Türki devletler, bağımsızlıklarını kazanarak Birleşmiş Milletlere üye olmuşlardır. Böylece diğer devletler ile aynı hukuki statü, hak ve özgürlükler demeti Türk devletleri için kazanılmış hak düzeyine getirilmiştir. Balkanlar dağlarında, Karadeniz kıyılarında ve Orta Asya steplerinde Türk asıllı insanlar hak ve özgürlüklerini, diğer devletlerde olduğu gibi sahip oldukları vatandaşlık statüleri çerçevesinde kullanmaya başlamışlardır. Türkler arasında en büyük ortak özellik olarak Türkçe’nin daha yaygın hale getirilmesi ve Türkçe üzerinden Türk üniversitelerinin kurularak devreye girmesiyle birlikte Türk dünyasında başlamış olan hareketlilik geleceğe dönük yeni arayışları öne çıkarırken, geçmişten gelen bir haklı talep olarak Türk devletleri ve toplulukları arasında birlikte yaşam arzusu geleceğe dönük bir Türk Birliği oluşturma düşüncesini yavaş yavaş dünya kamuoyu içinde geliştirmeye neden olmuştur. Orta Asya ve Kuzey Asya gibi bölgelerde birbirinden farklı devlet yapılanmaları içinde yaşayan Türk asıllı toplulukların ortak bir gelecek aramaları, yirmi birinci yüzyılın dünyasında normal karşılanması gereken bir yöneliş olarak dünya kamuoyunda haklı bir yer bulmaya yardımcı olmuştur. Avrupa devletlerinin tek bir kıtasal oluşum içerisinde ortak bir geleceğe yönelmelerinde nasıl bir haklılık gerekçesi varsa, benzeri bir durum aynı bölgelerde yaşamlarını sürdürmekte olan Türk asıllı topluluklar için de geçerlilik kazanmaktadır. Her insan nasıl mensubu bulunduğu ulusal, kültürel, dinsel ve etnik topluluklar içerisinde yer alma eğilimi içinde kendi açısından geleceğini yönlendirebiliyorsa, benzeri hak ve özgürlüklerin insan topluluklarına da tanınması gerektiği Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Bildirgesinin   temel ilkeleri içerisinde yer almaktadır. Bu doğrultuda hareket eden birçok topluluk kendi devletlerini kurma hakkına sahip oldularsa, Türk toplulukları açısından da benzeri bir durum önümüzdeki dönemde gündeme gelmektedir. Türkiye’nin kurucu önderi Atatürk, Sovyetler Birliğinin kurulma aşamasında böylesine büyük bir birliğin zamanla dağılabileceğini dile getirirken, Türklere ve Türk dünyasına da dağılan ideolojik imparatorluğun yerine alternatif olabilecek yeni bir ulusal proje ile hazır olmaları gerektiğini ifade ediyordu.

                 Türklerin birliği Türk dünyası için gelecekte ciddi bir alternatif olarak ortaya çıkarken  ve bütün Türk devletleri ortak bir arayış için bir araya gelirken,  Türk Parlamentosu, Türk Keneş’i, Türksoy, Tika, Türk dili konuşan  ülkeler platformu ve  Türk dünyası Akraba Toplulukları  adı altında yeni bazı ulusal ve uluslararası örgütlenmelere gidilerek,  önümüzdeki dönemde  geleceğe dönük  bir Türk Birliğinin gerçekleştirilmesi doğrultusunda,  birbirini izleyen bir çizgide düzenli adımlar atılmakta ve bu doğrultuda geleceğin dünyasının tam ortasında yer alacak bir Türk Birliğinin, nasıl kurulacağı  ve ne gibi politikaların bu doğrultuda izlenmesi  gerektiği  kendiliğinden  tartışma konusu haline gelmektedir. Dünyanın nereye gideceği ve nasıl bir yeni dünya düzeni kurulacağı soruları yanıtsız kaldığı sürece geleceğe yönelik haklı kuşkular ve beklentiler bütün dünya uluslarının ve devletlerinin ana çalışma konusu olarak öne çıkmaktadır. Avrupalılar, Amerikalılar, Asyalılar kendi gelecekleri için çalışmaları sürdürdükleri sürece, benzeri çalışmaları ve tartışmaları da Türk dünyası ile birlikte Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti’nin de yapmaları ve bu doğrultuda etkinliklerini sürdürmeleri dünya barışı açısından gerekli görünmektedir. Türki devletler arasındaki ilişkiler ve uluslararası alandaki ortak çalışmalar gelecek açısından önemli mesafelerin kat edilmesine yardımcı olurken, Türk kimliği ve Türklük olgusu açısından yeni yaklaşımlar geliştirilerek, diğer devletler ya da topluluklar açısından sorun çıkarmayacak bir çizgide yeni yaklaşımların geliştirilmesiyle birlikte, müstakbel Türk Birliği’ne açılabilecek yollar aşılabilecektir. Cermen Birliği, Arap Birliği, İslam Birliği gibi arayışların da öne çıktığı bir aşamada Türk Birliği oluşumunun da ciddi bir arayış olduğunu göstermek gerekmektedir.
                Yirminci yüzyılda dünya dengelerinde emperyalist merkezler tarafından ayrılığa mahkûm edilen Türk dünyası ve Türkiye Cumhuriyeti, soğuk savaş sonrası dönemlerde eskisine oranla daha fazla bir yakınlık oluşturma ve ortak bir yaşam arayışı içine girmişlerdir. Sovyet rejimi sonrasında Orta Asya, Kuzey Asya ve Doğu Avrupa bölgelerinde yaşamakta olan Türk toplulukları ve devletleri dünyanın çeşitli kimliklerine karşı var olma mücadelesi vermiştir. Bir Orta Asya Birliği veya İdil-Ural Federasyonu adı altında bir Kuzey Asya yapılanması ya da eski Osmanlı ve Selçuklu hinterlandına girerek İran ile birlikte Kuzey Irak ve Suriye bölgelerindeki bütün Türkmen nüfusları bir araya getirecek bir büyük Türkmenistan arayışı, teker teker gündeme gelmiş ama dünya koşulları daha istikrarlı bir yapılanmaya dönüşmediği için bu arayışlar şimdilik düşünce düzeyinde kalmıştır. Eski imparatorluk coğrafyaları çok çeşitli etnik nüfusları sınırları içinde barındırdığı için sadece Türk kimliği üzerinden bir merkezi coğrafya devleti ortaya çıkarmada, Türkçü kesimler fazlasıyla zorlanmış ama sonuç alamamışlardır. Türkiye ile Azerbaycan’ın tek devlet olmaları engellenmiş, Anadolu Türklüğünün insan kaynağı olan İran ortak çalışmalara gidilmemesi için, Türkiye’den hem uzak tutulmuş hem de bölgede karışıklık çıkartılmak istendiği zaman da mezhep ayrılıkları üzerinden karşı karşıya getirilerek savaş senaryolarının kapısı aralanmaya çalışılmıştır. Orta Doğu’da küresel bir hegemonya düzeni oluşturmak isteyen batılı emperyal ist güçler, Osmanlı döneminde olduğu gibi gene Türkleri savaş alanına sürükleyecek yeni sıcak çatışma senaryolarını Türkiye, İran ve Rusya devletleri arasından çıkartabilmek üzere küreselleşme aşamasında zorlamaya devam etmişlerdir. Batının önde gelen devletleri emperyalist planlarını sürdürebilmek için Orta Doğu senaryolarını sürdürerek, doğu ve batı Türk devletlerini kapıştırarak merkezi alandan Türkleri çıkartabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Türk devletleri birleşmeye ya da dayanışmaya yönelirken, batılı emperyalist devletler Türkleri karşı karşıya getirerek, savaşlar yolu ile Türklerin siyasal yapılanmalarını tasfiye edebilmenin çabası içinde olmuşlardır.
                Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra   bir araya gelen Nato yönetim kuruluna önceden gündeme ait bir dosya dağıtılmıştır. Bu gizli dosyanın içeriği sosyalist sistemin dağılmasından sonra batı uygarlığını tehdit eden en büyük tehlikenin, yeni kurulacak olan bir Türk Birliği olduğu açıkça yazılmıştır. Bir Nato üyesi olarak genel merkezde Türk devleti temsil edilirken, soğuk savaş döneminde Sovyetler Birliği hegemonyasına karşı, Nato  bir batı savunma sistemi olarak kurulmuş ama daha sonra  Varşova paktının dağılması üzerine,  Nato örgütü kuruluş gerekçesini kaybettiği aşamada, bu emperyalistlerin güvenlik örgütü olarak varlığını meşrulaştırma çabası içinde  kendisine yeni bir iş bulmak üzere Türk tehlikesini ortaya atmıştır. Türkiye’nin bir Nato üyesi olması nedeniyle tamamen gizli olarak yürütülen Türk Birliği karşıtı politikalar, uzun süre saklanmış ama Brüksel’de bir toplantı öncesinde, Türk Birliğini tehdit olarak gösteren dosya yanlışlıkla bir Türk generaline dağıtılınca gerçek ortaya çıkmıştır. Dosyayı Türk devletine yansıtan general sonraki aşamada cezalandırılarak evi bombalanmış ve böylece gündem değiştirilerek, batı blokunun küresel hegemonyası açısından tehlikeli görülen Türk Birliği karşıtı senaryo ve planların uygulanmasına devam edilmiştir. Gizli bir dosyanın açığa çıkması üzerine batı blokunun Türklerden yana olmadığı aksine bir Türk karşıtlığı içinde geleceğe dönük hazırlandığı kesinlik kazanınca, Türkiye Avrupa Birliği üyeliğine alınmamış ve daha sonraki aşamalarda da merkezi coğrafya da Türkiye’yi dışlayan bir Arap Ordusu, Nato’yu ABD ve İsrail oyuncağı gören Avrupa ülkelerinin Almanya öncülüğünde gündeme getirdiği gibi, Avrupa Birliği ordusuna karşıt bir çizgide örgütlenmeye çalışılmıştır. Gerçeklerin bu kadar açık ortaya çıkmasına rağmen yeni bir güvenlik yapısı örgütlenerek Türk Birliğine karşı gündeme getirilen karşıt tutuma karşı bir alternatif yapılanma bugüne kadar gerçekleştirilememiştir.
                 Tarihin en büyük aktörlerinden birisi olan Türkler her dönemde var olmuşlar ve her zaman için de kendi devletlerini kurarak yabancıların boyunduruğuna altına girmemişlerdir. Eski dünya düzeni biterken, yepyeni bir siyasal düzene doğru dünya giderken, bütün devletlerin ve ulusların yaptığı gibi Türkler de yeni kurulacak olan dünya içerisindeki yerlerini alacaklardır. Nato merkezli Türk karşıtlığı bütün emperyal devletlerin politikaları olarak yaygınlaştırılırken, Türk devletleri ve toplulukları da gelecekte karşılarına çıkabilecek emperyalist oluşumlara karşı, kendi geleceklerini güvenli bir düzene oturtacak alternatif yapılanmaları gündeme getirmek zorundadırlar. Hem Türkiye Cumhuriyeti hem de diğer Türki devletler benzeri çalışmaları ortak bir dayanışma içinde geleceği oluşturabilmenin çabası içinde olmak zorundadırlar. Soğuk savaş döneminde ikiye bölünen Türk dünyasının yeniden ortadan ikiye bölünmesine yol açabilecek Batı Asya Birliği gibi bir emperyalist senaryoya karşı hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Türki devletlerin açıkça   karşı çıkmaları gerekmektedir. Küresel emperyalist dünya devleti yerküre üzerindeki hegemonyasını pekiştirmek için gelecekte Asya kıtasını beşe bölebilmenin yollarını aramaktadır. Batı Asya Birliği Türkiye ve İran’ı içine alacaktır. Kuzey Asya devleti Rusya’yı tasfiye ederek bu devletin toprakları üzerinde kurulacaktır. Doğu Asya devleti Çin devletinin yerine kurulacaktır. Güney Asya Birliği ise Hindistan’ın tasfiye edilmesinden sonra gerçekleştirilebilecektir. Orta Asya Birliği ise Kazakistan’ın yerine, yeniden doğu ve batı Türkistan’ı birleştirecektir. Böylece  Asyadaki ulusal yapılar silinirken bu büyük kıtada beş ayrı bölge devleti coğrafi isimle kurulacak, ayrıca   Rus, Çin, Türk  ve Hint gibi ulusal isimler ortadan kaldırılacaktır. Dünya konfederasyonuna   Asya kıtası beş bölge devleti ile katılırken Türklerin bir kısmı Orta Asya, bir başka kısmı Kuzey Asya ve sonra da Türkiye İran ile birlikte Batı Asya devletinin çatısı altında bir araya getirilirken, Türk dünyası bu kez üçe bölünecek ve hiçbir biçimde Türk Birliğinin oluşturulmasına eskisi gibi izin verilmeyecektir.

                Geçen yüzyıldan gelen bir yapıda Türk toplulukları bulundukları ülkelerde yaşamlarını ya yeni dönemin koşullarında ekmek parası kazanmak üzere ülkelerini değiştirmekteler ya da yeni emperyalist projeler doğrultusunda dünya haritalarının yeniden çizilmesinde önemli bir faktör olarak kullanılmaktadırlar. Çin ile birlikte Rusya’nın da bölünmesini isteyen batının yeni emperyalizmi geçmişten gelen rüzgarlar doğrultusunda   Çerkezler gibi kuzeyden güneye inen bazı toplulukları, İsrail’in önünü açmak üzere yeniden geldikleri Kuzey Kafkasya’ya taşıyarak, Orta Asya’da yeni harita oluşturmaya çalışırlarken, Türkiye’yi hem İran hem de Rusya ile karşı karşıya getirerek sıcak çatışma senaryolarının peşinde koşmaktadırlar. Küresel emperyalizmin Rusya Federasyonu’nu parçalamaya yöneldiği bir aşamada, Ürdün devletinin sınırları içinde yaşayan binlerce Çerkez asıllı insanı Kuzey Kafkasya’ya taşıyarak, Rusya’yı Kafkasya bölgesinden çıkaracak bir Müslüman Çerkezistan devletinin kuruluş çalışmalarının yapıldığı haberleri, bazen basın yayın organlarında yer almaktadır. Hrıstıyan Ruslara karşı Müslüman Çerkezlerin yürüteceği bağımsızlık savaşı, yeniden bir din savaşını Rusya sınırları içine taşıyacak ve daha sonraki aşamada da Rusya Federasyonu bir din savaşına sahne olurken parçalanacaktır. Rusya böylesine bir parçalanma senaryosuna karşı yeniden eski Sovyetler Birliğini oluşturma gibi bir projeyi Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında   gündeme getirecektir. Putin rejimi giderek Stalin rejimine doğru benzeme eğilimleri gösterebileceği bir yeni aşamada, Türkler ile Rusların Kuzey, Batı ve Orta Asya bölgelerinde çatışma ortamına sürüklenmeleri gündeme gelebilir ve bu doğrultuda tırmandırılacak olaylar dizisi, Rus emperyalizminin yeniden Türk topluluklarını ezmesine yol açabilecek son derece olumsuz senaryoları ortaya çıkarabilecektir. Stalin benzeri toplu katliam girişimlerinin önünün kesilebilmesi için, Türkiye’nin acilen bir merkezi güvenlik örgütünü İran ile ortaklık oluşturarak ve komşularını yanına alarak kurması dünya barışı açısından kaçınılmaz bir zorunluluktur.
                Putin’in önde gelen danışmanlarından birisi olan Aleksandr Dugin Avrasya stratejisi başlıklı kitabında, Rus Avrasyacılığında stratejik olarak Türkiye’ye karşı İran ile ve de Çin’e karşı da Japonya ile iş birliği yapılması gerektiğini açıkça vurgulamaktadır. Rusya sınırları içinde yer alan on Türk devletinden çekinen Rus emperyalizmi, Orta Asya bölgesindeki Türk devletlerini de bu bölgeden kuzeye doğru taşıyarak kendisine karşı gelişebilecek muhtemel bir yeni Basmacı hareketini önleme çabası içinde görülmektedir. Rusya çok geniş bir yayılma yöntemi ile Avrasya’da üstünlüğünü sürdürmeye çalışırken, Türklerin yakınlaşmasından hoşlanmadığını da her fırsatta kamuoyuna yansıtmaktadır. Çin’in işgali altındaki Doğu Türkistan, Moğolistan ve Mançurya bölgelerindeki Türkleri de bölgenin asil üyeleri olarak görülmesi durumunda, Rusya gibi Çin de içinde barındırdığı Türk asıllı topluluklar yüzünden parçalanmaya doğru yönlendirilmektedir. Son aşamada Virüs yüzünden bütün dünyayı karşısına alan Çin’de Tibet bölgesinin de koparak bağımsızlığa yönelebileceği tartışılmaktadır. Bugünün koşullarında Rusya sınırları içindeki Türk devletlerinden son derece rahatsız olduğunu ortaya koyarken, Rusya’nın idari yapısını değiştirerek ülkeyi yedi bölgeye ayırarak Moskova benzeri yedi ayrı merkezden ülkeyi yönetmek üzere bir idari reforma kalkışmıştır. Rus devleti federasyon üyesi devletlerin eyaletleşerek kopmalarını önlemek üzere de eyaletlerin sınırları ötesinde yedi ayrı devlet yapılanması ile ve dünyanın en geniş ülkesinin tüm sınırlarını kontrol altına alabilecek düzeyde güçlü bir idari reform ile Rusya’daki yönetim yapılanmasını, ülkenin birliği ve bütünlüğünü devam ettirecek biçimde düzenlemiştir.
                Yıllarca bölünmüş bir biçimde dağınık yaşayan Türk devletleri ve topluluklarının yeniden birlik ve bütünlük içerisinde Türklerin bir araya gelerek dayanışma içerisinde bir gelecek hazırlığına yönelmeleri dünya dengeleri açısından önem taşımaktadır Çinlilerin, Rusların, Hintlilerin, Arapların milyonlarca nüfus halinde birlik ve bütünlük içerisinde yaşamlarını sürdürmeleri, bölünmüş ve dağılmış Türkler açısından dikkate alınması gereken önemli bir durumdur. Tarih boyunca Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarında devletler kurmuş olan Türkler günümüzde uluslararası alanda güçlenmek istiyorlarsa, bir araya gelebilmenin yollarını araştırmak durumundadırlar. Türkler eskisi gibi dağılmamak üzere belirli coğrafyalarda bir araya gelerek ve daha büyük toplumsal bütünlükler yaratarak diğer nüfus bütünlüklerine karşı daha da güçlenebilmenin arayışı içinde olmalıdırlar. Değişik devletlerin çatısı altında yaşayan Türklerin öncelikli sorunu kimliklerini güçlendirmek ve güçlendirilmiş kimlikleri ile uluslararası alanda var olabilmeleridir. Türkler bulundukları yerlerdeki konumlarını zaman içerisinde güçlendirmeli ve uluslararası alanda daha güçlü bir konuma gelebilmek için evrensel düzeyde geçerli olan yabancı dilleri öğrenerek hareket etmelidirler. Türkler kendilerini ifade edebildikleri oranda sorunlarını çözebilecek ve kendi hedefleri doğrultusunda daha iyi bir gelecek düzeni oluşturabileceklerdir. Yabancı dilin yanı sıra yüksek öğretim yapmak da Türk topluluklarının bulundukları ülkelerde, daha etkili bir konuma gelebilmeleri açısından önem taşımaktadır. Yabancı dil öğrenen ve yüksek öğretimini tamamlayan Türk topluluklarının uluslar arasındaki konumu daha da yükselecektir. Türkler böylece güçlenmiş toplum yapıları sayesinde uygarlık ortamında hak ettikleri yerlere gelebileceklerdir. Türk dünyası içinde Türkiye Cumhuriyeti en gelişmiş ve etkili devlettir. Bu nedenle Atatürk Türkiye’sinin bütün Türk dünyasına örnek ve önder olmak gibi önemli bir sorumluluğu bulunmaktadır.  Küresel rekabet ortamında Türkiye Cumhuriyeti son dönemlerde geliştirdiği çalışma ve örgütlenme biçimlerini daha da geliştirerek, emperyalist girişimlere karşı Türk dünyası ve halklarının çıkarları doğrultusunda etkinliklerini artırmak zorundadır. 
               Unutulmamalıdır ki Türkler Anadoluya Türk dünyasının içinden çıkarak gelmişlerdir. Türk dünyasının desteği ile de Anadolu’daki Türk devleti yoluna devam edebilecektir. Türkiye Cumhuriyeti bu gerçekleri bilerek önümüzdeki dönemde Türk dünyası ile kol kola yoluna devam etmelidir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


21 Haziran 2020 Pazar

BUGÜN’ÜN TÜRKİYESİNDE ATATÜRKÇÜLÜK VE A.D.D PROF. DR. ANIL ÇEÇEN İLE SÖYLEŞİ


BUGÜNÜN TÜRKİYE'SİNDE 
ATATÜRKÇÜLÜK VE A.D.D
PROF. DR. ANIL ÇEÇEN İLE SÖYLEŞİ

Soru 1: ADD’nin kurulma düşüncesi nasıl oluştu ve sizleri bu adımı atmaya hangi olaylar yönlendirdi?  Kuruluş sürecinde ne gibi dirençlerle karşılaştınız ve bunları nasıl aştınız?

Anıl ÇEÇEN: ADD yirminci yüzyılın son on yılına girerken, I989 gibi bir yılda değişim sürecinin tam ortasında kurulmuştur.  Yirminci yüzyılın ikinci yarısında her on yılda bir askeri harekât ile karşı karşıya kalmak, Atatürk dönemindekinden çok farklı bir Türkiye ortaya çıkarmıştı. Cumhuriyetin kuruluş döneminde kurucu önder milletin başında olduğu için Atatürkçülük onun izinden gitmek olarak anlaşılıyordu. Ama kurucu iktidar olan tek parti dönemi bittikten sonra, Atatürk’ün partisinde de farklı eğilimler ve siyasal çizgiler öne çıktığı için Atatürkçülük çok farklı biçimlerde ele alınarak kullanılmaya çalışılıyordu. Bir tarafta cumhuriyetin yeni kuşaklarının ortaya çıkardığı bir Atatürkçü yeni nesil öne çıkarken, diğer yandan da batı tipi bir demokrasiye geçilmesiyle birlikte liberalizm, sosyalizm ve de sosyal demokrasi gibi batı tipi ideolojiler de devreye giriyordu. Kapitalist batı karşısında Kuvayı Milliye Türkiye’si antiemperyalist doğrultuda yoluna devam ederken, antiemperyalist bir içeriğe sahip olan Kemalizm kapitalizm ve sosyalizm arasında ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Bu doğrultuda emperyalist batı blokunun çıkarları doğrultusunda örgütlenen Nato destekli askeri dönemler, Kemalizm adına birbiri ardı sıra gündeme gelirken, Atatürk Cumhuriyeti giderek kurucu önder Atatürk’ün yolundan uzaklaşıyordu.  ADD işte böylesine bir batı destekli uzaklaştırma operasyonuna karşı, Türk Ulusunun milli bir refleksi olarak ülkenin önde gelen Atatürkçü bilim adamları ve hukukçuları tarafından kuruluyordu.
                Ülkeyi Atatürk’ün yolundan uzaklaştırmak isteyen batının önde gelen emperyalist devletlerine karşı Türkiye’deki cumhuriyetçi birikim ADD gibi bir büyük kitlesel örgütü kurarak Kuvayı Milliye mücadelesini yeni dönemin sivil koşullarında sürdürmeye çalışıyordu. Dünyaya egemen olan batı bloku merkezi coğrafyayı ele geçirmek için projeler geliştirirken, bütün Orta Doğu planlarını Türkiye üzerinden geliştiriyordu. Bu çerçevede batı bloku hiçbir zaman tam bağımsızlıkçı bir Türkiye değil ama batının dümen suyunda bir Türkiye istiyordu. İşte böylesine bir emperyal kıskaç Orta Doğu’yu çember içine alırken, emperyalizme karşı çıkmaya alışmış olan Türk ulusunun bu doğrultuda bir kararlılık içinde olduğunu ortaya koyacak bir büyük örgütlenmeye gereksinme vardı. 27 Mayıs’ın oluşturduğu yeni düzen çerçevesinde Atatürkçüler yeniden bir araya gelerek, 21. Yüzyıla dönük bir yeni yapılanmayı öne çıkarıyorlardı. 27 Mayıs sonrasında Halkevlerinin yeniden kurulmasıyla öne çıkan bu oluşum, daha sonraları 12 Eylül hareketi ile bütün örgütlerin kapanmasıyla karşılaşıyordu. Bunun üzerine harekete geçen Atatürkçüler 21. Yüzyıl dünyasında Atatürk’ün Cumhuriyetini temsil edecek bir Atatürkçü birikimi, ADD çatısı altında bir araya gelerek dernekleştiriyorlardı. Atatürk’ün partisini ele geçirerek batının çizgisinde Atatürkçülüğü kullanmaya kalkan bazı işbirlikçi ve batı teslimiyetçisi toplum kesimleri, Atatürkçülüğün üst düzeyde örgütlenmesini engellemek üzere toplu hareketi önleyecek başka örgütlenmelere yöneliyorlardı. ADD’nin kuruluşunu engellemek isteyenler ayrıca dernek kuruluşuna izin verilmemesi için uğraşırlarken, ortalığı karıştırmak üzere her türlü çabayı gösteriyorlardı. Yıllardır Atatürkçülük üzerinden geçinenler ya da Atatürkçülüğü kendi çıkarları için kullanan toplum kesimleri, önde gelen Atatürkçülerin temsil ettiği bir üst düzey örgütlenmeden kendi çıkar hesapları bozulmasından çok rahatsız oldukları için her türlü saldırıyı denemekten geri kalmıyorlardı. ADD’nin kurucu öncü kadrosu her şeye rağmen derneğin kuruluşunu tamamlamıştır.
Soru 2: I2 Eylül rejiminin laik cumhuriyete ve ADD’nin kuruluşuna etkileri nelerdir?
Anıl ÇEÇEN: ADD’nin resmi kuruluş tarihi 19 Mayıs 1989 dur. Bu tarih hem I2 Eylül askeri döneminin sona erdiği hem de Sovyetler Birliği adı altındaki sosyalist blokun dağıldığı bir yıldır. Türkiye 12 Eylül rejimi ile bir Nato rejimine sürüklenerek batı blokunun çıkarları doğrultusunda ABD, AB ve İsrail üçlüsünün merkezi coğrafyadaki hegemonya planları doğrultusunda yönlendirilmeye çalışılırken, diğer yanda kuzey bölgesinde dünya savaşları sonrasında konjonktürel bir oluşum olarak öne çıkan sosyalist sistemin dağılma aşamasında, yıkıntının getirdiği sorunlarla aynı dönemde boğuşmak zorunda kalıyordu. Orta Doğu bölgesindeki  siyasal yapılar hem dünyanın merkezi  alanı olarak hem de batı dünyasının yanı başında yer alan ayrı bir coğrafi bölge olarak, hem küresel hem de bölgesel yeni gelişmeler ile aynı dönemde karşı karşıya gelerek varlıklarını  korumak zorunda kalıyordu .Bu aşamada  ADD I2 Eylül rejiminin  batıcı politikalarına karşı, antikapitalist çizgide Atatürkçülüğün ve Cumhuriyetin savunulması yanında ,çökmekte olan sosyalizmin  ortaya çıkardığı yıkıntılarla aynı zaman dilimi içinde mücadele etmek zorunda bırakılıyordu . İç ve dış konjonktürlerin kesişmesi ve birbirini etkilemesi de Atatürkçü mücadelenin giderek daha da önem kazanmasına neden oluyordu.
                12 Eylül harekâtı Sovyetler Birliğinin dağılmasına karşı geliştirilen bir NATO müdahalesi olduğu    için, ABD’nin istekleri doğrultusunda bir siyasal çizgi geliştirilmeye çalışılıyordu. Özellikle Türk-İslam sentezi adı altında yeni bir dinci ve kimlikçi bir politikaya yönelinirken, kuruluştan gelen Atatürk ilkeleri ve Kemalist sentezci yaklaşım terk edilmeye çalışılıyordu. Özellikle , Kemalizm’in laiklik ilkesine karşı çıkılırken  askeri rejimin baş komutanı , herhalde imam olan babasından gelen gelenek çerçevesinde  Türk devletinin laik yapısını göz ardı ederek ,her gittiği yerde yaptığı konuşmalarında  İslamın temel kitabından ayetler ve pasajlar okuyarak, halk kitlelerini  laik anlayışın  ötesine giderek dinci bir çizgiye yönlendirerek, ABD’nin istemiş olduğu  Türk-İslam sentezine uygun düşecek yepyeni bir millet yapılanmasını gerçekleştirmek için uğraşıyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla batının karşısında yer alan doğu bloku ortadan kalkarken, doğu dünyasında yeni bir bloklaşmanın ortaya çıkmaması için İslam dünyasının kullanılmasına öncelik veriliyordu. Atatürk’ün laiklik ilkesi ile Türkiye daha çok batı dünyasına yakın bir yerde durmaya çalışırken, diktacı ve Nato’cu general ABD’nin istekleri doğrultusunda Türkiye’nin İslam kimliğini öne çıkararak, Türkiye üzerinden bir Türk-İslam sentezcisi politika ile, Orta ve Yakındoğu bölgelerini emperyalist bir hükümranlık altına almaya çalışıyordu. İşte böylesine bir politika yüzünden Türkiye’nin laik kesimleri rahatsız oluyor ve Türkiye’yi yeniden bir Ortaçağ dönemine sürükleyebilecek böylesine bir yeni oluşuma karşı çıkıyorlardı. Böylesine bir ulusal direniş, ADD gibi Atatürkçülük ve laiklik savunması yapacak güçlü bir örgütlenme gereksinmesini öne çıkarıyordu.

                Türkiye bir anlamda Türk-İslam sentezine zorlanan bir ülke konumundayken, diğer yandan da ABD’nin Sovyetler Birliği sonrasında merkezi coğrafyaya biçim verecek, haritaları yeniden ele alarak farklı bir çizgide yönlendirecek bir konuma doğru sürüklenirken, Atatürkçü ve laik kimliğini yitirmek tehlikesi ile de karşı karşıya kalıyordu. O dönemde, Türk Ceza kanunda Sosyalizme karşı 141. Ve 142. Maddeler tartışılırken, şeriatçılığı yasaklayan 163. Madde de gündeme getiriliyor ve bu üç maddenin kanundan çıkartılmasıyla sol ve dinci çizgideki siyasal örgütlenmelerin önü açılıyordu. İşte bu tür gelişmeler laik ve Kemalist aydınları çok rahatsız ediyor ve bu gidişe karşı duracak bir örgütlenme arayışı öne çıkıyordu. Siyasal gelişmeler sonucunda, son çare olarak ADD’nin kuruluşunun açıklandığı 19 Mayıs I989 tarihli basın toplantısında, kuruluş gerekçesi olarak “Laikliğe Çağrı” başlığını taşıyan bildiri kurucu başkan   olarak bizzat Prof. Dr. Muammer Aksoy tarafından okunuyordu.  
Soru 3: ADD kurucular kurulunda yer alan 50 aydın insan nasıl bir araya geldiler?
Anıl ÇEÇEN: ADD‘nin kuruluşunda yer alan aydınların gerçek sayısı 50’dir. Dernek kurucusu olarak tüzükte yer alan kurucu üye sayısı 50’dir ama bunların yanında   derneğin kurucuları arasında kuruluş sırasında Ankara’da olmadıkları için   üç hukuk Profesörü de   onur kurucuları olarak kabul edilerek dernek tüzüğünün kurucular ile ilgili bölümünde yer almıştır. Dernek kurucuları arasında yer alan kişiler tek tek incelendiği zaman hemen hemen hepsinin hukukçu ve bilim adamı kimliklerine sahip oldukları göze çarpmaktadır. Daha çok Ankara ve İstanbul Üniversitelerinde ders veren anayasa, kamu hukuku ve idare hukuku bölümlerindeki öğretim üyelerine öncelik verilmiş ayrıca bunun yanı sıra emekli subay, doktor, öğretmen, yargıç, bürokrat, gazeteci, avukat ve siyasetçi gibi değişik alanlardan temsilci olabilecek kişiler dernek kurucusu olarak belirlenmiştir. Atatürk ve Cumhuriyet konulu toplantılarda yer alarak birbirini tanıyan bir Atatürkçü kadronun bu üst düzey örgütlenme içinde öncü olarak yer almaları sağlanmıştır. İlk kez böylesine bir örgütlenme aşamasına gelen Atatürkçü kesimler içlerinden seçtikleri temsil yeteneği yerinde olan Atatürkçüleri, böylesine bir örgütlenmenin içinde yer almaları amacıyla desteklemişlerdir. Başvurular Muammer Aksoy, Anıl Çeçen ve Gürbüz Tüfekçi’den oluşan üç kişilik bir kurul tarafından incelenerek karara bağlanmıştır. Normal tüzük koşullarına uygun olanlar tercih edilirken, başka özel koşullar aranmamıştır.
                Kurucuların belirlenmesinde ilk önce Anıl Çeçen, Gürbüz Tüfekçi ve Hayri Balta’dan oluşan üç kişilik öncü kadro   belirleyici olmuş ama daha sonraki aşamada Prof. Dr. Muammer Aksoy   kurucu başkanlık önerisini kabul ettikten sonra, kurucu kadronun belirlenmesinde başkanlık insiyatifi daha çok kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle de bir anayasa Profesörü olan   Muammer Aksoy’un üniversite ve bilim çevrelerinden gelen arkadaşları olarak, Anayasa, İdari ve Kamu hukuku alanında çalışmalar yürüten Ankara ve İstanbul üniversitesi kadroları böylesine bir üst yapılanma içerisinde kurucu üyeler olarak yer almışlardır. ADD tüzüğünün 27. Maddesinde normal kurucular ile onur kurucularının ad ve soyadları yer almıştır. Bu maddeyi izleyen 28. Maddede ise kurucu başkan ve onursal başkan isimleri ayrı ayrı belirtilerek, Türkiye’deki Kemalist birikimi temsil eden Prof. Dr. Muammer Aksoy kurucu başkanlığa ayrıca ülkenin önde gelen bir başka Profesörü olarak da Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Velidedeoğlu da bu derneğin onursal başkanlığına getirilmiştir. Bir hoca olmanın ötesinde sürekli olarak yazdığı gazete ve dergi yazıları ile de Türk ulusunun Atatürkçü bir çizgide yetiştirilmesine çok büyük çabalar harcayan Hıfzı Veldet Velidedeoğlu’nun ismine kurucu başkan ile birlikte ayrı yer verilmesi bir onur borcu olarak tüzükte yer almıştır. Kuruluş çalışmalarının başlangıcında Anıl Çeçen ve Gürbüz Tüfekçi daha aktif olarak çalışırlarken, sonradan kurucu başkan olarak Prof. Dr. Muammer Aksoy’un işin başına geçmesiyle birlikte insiyatif el değiştirmiş ve bütün hazırlıklar ile toplantılar daha sonraki aşamada kurucu başkanın yönetiminde tamamlanmaya çalışılmıştır. Kurucuların belirlenmesi sırasında birçok başka başvurunun da gündeme gelmesi üzerine, öncü kadro çalışmalarını hızla tamamlayarak Türk hukuku çerçevesinde mülki idareye başvuruda bulunmuştur. Yaklaşık altı aylık bir inceleme sonrasında ilgili idari amirliklerden yasal onaylar sağlanarak 1989 yılının son aylarında yasal işlemler tamamlanmıştır. I990 yılının yılbaşından itibaren de Atatürkçü Düşünce derneği bütün yasal koşulları yerine getirilmiş bir dernek olarak başkent Ankara’da çalışmalarına başlamıştır. Derneğin kuruluşundan sonra normal çalışmalarına geçmesiyle birlikte, Atatürkçü ve cumhuriyetçi toplum kesimleri ile kurucu kadro bir araya gelerek hızla yeni kurulmuş olan derneğin toplumsal bir tabana sahip olması için sosyal amaçlı çalışmalar başlatılmıştır. Bu tür çalışmaların giderek artırılmasıyla birlikte ADD yurt içinde ve Avrupa’da yeni temsilciliklerini ve şubelerini açmaya 1990 yılı itibarıyla başlamıştır.
Soru 4: ADD’nin kuruluşundaki ana hedefler ile bugün geldiği aşamada konumunu nasıl buluyorsunuz?
Anıl ÇEÇEN: ADD’nin kuruluş aşamasındaki konjonktür ile bugün içinde bulunulan süreç birbirinden çok farklıdır.  On yıl önce yayınlanmış olan “ADD’nin Kitabı” isimli kitabımda bu konuları geniş olarak ele alarak zaman süreci içinde kurucu kadronun nasıl ADD gibi bir üst kuruluşu oluşturma noktasına geldiklerini çeşitli yönleri ile ele alarak tartışmıştım. Yirminci yüzyılın dünya siyasal tarihinde almış olduğu süreç içerisinde , Osmanlı devleti yıkıldıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur . Yirminci yüzyılın ortalarına gelindiğinde de dünyada yaşanmakta olan hızlı değişim süreci sonucunda her şeyin değiştiği gibi, Atatürk Cumhuriyetinin değişmesi de kendiliğinden gündeme geliyordu. Batı emperyalizmi dünyanın ortasını kontrol etmek için bu bölgeye baskılarını artırırken, soğuk savaş dengelerinde Atatürk dönemini geride bırakmaya çalışan yeni siyasetleri birbiri ardı sıra dayatıyordu. Demokrasiye geçilmesinden sonra ortaya çıkarılan her on yılda bir darbe senaryoları ile Atatürk Cumhuriyeti bağımsız bir ulus devlet olmaktan çıkarılarak, batı blokunun orta dünyadaki bir Truva atı ya da askeri üssü haline dönüştürülmek isteniyordu. Türkiye dünyanın merkezinde bir büyük ülke olmasına rağmen, Sovyetler Birliğine sınır komşusu konumunda bir sınır karakoluna dönüştürülerek batının çıkarları doğrultusunda Sovyet tehdidi ile karşı karşıya getiriliyordu. Bağımsızlık savaşı verilerek kurulmuş olan Atatürk Cumhuriyetinin Kemalist aydınları, bu durumu bir türlü kabul edemiyorlar ve siyaset sahnesinde geliştirilen batı teslimiyetçiliğinden hızla uzaklaşmak istiyorlardı. Bu çizgide geleceğin Kemalist Türkiye’sini kurma ve geliştirme hedefi Atatürkçü çevrelerde öne çıkıyordu. Gerekirse yeni bir dünya düzeninin kurulması ve Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal çıkarları doğrultusunda bu yeni düzende yerini alması, gerçek Kemalistlerin ana hedefi idi. Ne var ki, devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin batı blokunun etkileriyle merkez sağda liberal politikalara teslim olmasıyla birlikte, siyaset sahnesinde Atatürkçülük geride kalırken, batı emperyalizmi kendi çıkarları için geliştirdiği darbeleri Atatürkçülük adına yaparak, Türk halkını devlet üzerinden kontrol altına almak istiyordu. İşte böylesine çelişkili durum karşısında kalan Türkiye’nin Atatürkçüleri, batının destekleriyle Atatürk’ün partisinden dışlanıyorlar ve askeri yönetimler aracılığı ile devlet ile toplumun içindeki yerlerinden çıkartılmaya çalışılıyorlardı. Böylesine olumsuz koşullarda Atatürkçülerin ana hedefi ,27 Mayıs sonrasının Türkiye’sinde yarım kalan Atatürk devrimini tamamlamak, uluslaşma ve laikleşme süreçlerini bir an önce bitirerek merkezi bölgede örnek bir devlet modeli olarak Atatürk Cumhuriyetini geleceğe dönük bir biçimde kurumlaştırmak olmuştur. İşte bu durumun farkında olan Atatürkçüler, Türk devletini bağımsız bir cumhuriyet olarak yirmi birinci yüzyıla taşıyacak ve geleceğin dünyasında Kemalist devlet modelini hem komşu ülkelere, hem Türk asıllı devletlere ve de bütün İslam ülkelerine örnek olacak güçlü bir model biçiminde yeniden yapılandırmanın arayışı içine giriyorlardı. Atatürk’ün partisi partili olmayan kadroların elinde Atatürkçülük çizgisinden uzaklaştıkça, Türk kamuoyunda Atatürkçülük adına büyük bir siyasal boşluk meydana geliyordu. İşte ADD böylesine bir boşluğun doldurulabilmesi amacıyla  cumhuriyetin Kemalist birikiminin temsilcisi olarak tarih sahnesine çıkartılıyordu. Ne var ki, kurucu kadrolar içinde bulunulan ortamın getirdiği ciddi bir birikim ve bilinçle böylesine bir örgütlenmeye yönelirken, ne yazıktır ki sonraki dönemlerde ADD’nin başına gelen yönetimler böylesine bir yeni yapılanmayı gerçekleştiremiyordu. Atatürk’ün partisinden meclise girmeye çalışanlar, ADD yöneticiliğini bir milletvekilliği basamağı olarak görüyorlar ama ADD’nin daha güçlü çalışması için kurucu kadronun tarikatlarla mücadele için kurduğu ikinci bir örgüt olarak ATA VAKFI’na sahip çıkmıyorlardı. Türkiye’nine en küçük partisinin baskıları ile Kemalist bir araştırma merkezi olarak hazırlanan KARGEM’in kuruluşunu yapamıyorlardı. Düzenli bir radyo ve televizyon aracılığı ile kitlelere yönelen yayıncılıktan uzak kalınıyor, Kemalist birikimi bugünün kuşaklarına taşıyacak bir Kemalist yayınevi kurarak düzenli olarak kitap ve dergi çıkaramıyorlardı.
                Genel merkezde bu işi bilenlerin yerlerini ne belirli merkezlerin temsilcileri alınca, Atatürkçülük birikimine sahip gençler ve ilgili uzmanlar yönetimde etkin olamıyorlar ve bu yüzden de ADD gerektiği gibi çalışmalar yapmaktan uzak kalıyordu. ADD’nin bugünkü pasif durumundan kurtulabilmesi için kesinlikle Türk siyasetini iyi bilen bazı uzmanların ve kariyer sahibi Kemalistlerin yönetimlerde yerlerini almaları gerekmektedir. Etkin bir yönetim için zamanı ve maddi olanakları olan insanların yeni yönetimlerde yer alması ve hiçbir siyasal partinin ya da yabancı ülkelerin sempatizanı konumunda olan kişilerin de   yönetim kurullarında yer almamaları gerekmektedir.  ADD, otuz yıllık geçmişin ortaya koyduğu gibi, Atatürkçülük adına darbe peşinde koşan batılı emperyalist ülkelerin ya da Türk toplumunda güncel politikada etkin olan siyasal partiler ile çıkar merkezlerinin, ADD yönetiminin oluşturulmasında devreye girmemeleri gerekmektedir. Aksi takdirde yabancı ülkeler ile güç ve çıkar merkezlerinin temsilcileri arasında kalan ADD, hiçbir biçimde kendisinden beklenen çalışmaları ortaya koyamamakta ve koşullara uygun bir yönetimi içinden çıkaramamaktadır. Yeni dönemde ADD hem güçlü bir vakıf yapılanması ile maddi bağımsızlığını garanti altına almalı ve genel merkezde kuracağı bilimsel araştırma ve strateji merkezleri ile Kemalizmin güncelleşmesini sağlamalıdır. Böylece ADD Türk toplumuna 21.yüzyılın Kemalist stratejileri ile yeni politikalarını önerecek bir ulusal merkez konumuna gelebilmelidir. Ancak böylesine bir konuma gelecek ADD genel merkezi, Türkiye’nin geleceğe dönük yönlenmesinde öncü bir rol oynayabilir. Bugüne kadar ADD böylesine çalışmalar yapmadığı ve yaptırılması önlendiği için, ülkeye ve topluma dönük bir öncülük misyonunu üstlenememiştir. İkinci cumhuriyetçiliğe teslim olarak küreselci neoliberal politikaların baskısı altına girmiş olan Atatürk’ün partisi, bölücü etnik sorunlara öncelik verdiği için ulusal politikalardan uzaklaşmış ve bu yüzden Türk kamuoyunda ciddi bir ulusalcı boşluk ortaya çıkmıştır. İşte ADD bugün bu ulusalcı boşluğu doldurmak zorundadır.
Soru 5: Türk ulusu kurucu önderi Atatürk’ü çok sevmesine rağmen ADD toplumda neden hak ettiği yeri alamamakta ve etkin olamamaktadır?
Anıl ÇEÇEN: Herkes konuya kendi çıkarları doğrultusunda baktığı için, Atatürkçülük siyaset sahnesinde etkinlik tesis eden   fırsatçıların elinde oyuncak olmakta ve bu yüzden de bir türlü Atatürkçü politikalar bugünün toplum yönetiminde öncü olamamaktadır. Atatürk’ün NUTUK ve Gençliğe hitabe ile ortaya koymuş olduğu ana düşünce yapısını belirleyecek ve bu esas doğrultusunda yepyeni bir yaklaşım içerisinde bugünün genç kuşaklarına açılacak, ciddi bir yönetime ADD’nin gereksinmesi vardır.  ADD’nin Atatürkçü düşünceye gerçek anlamda sahip çıkarak bu düşünceyi toplum önünde güncellik kazandırması için gerekli olan bilimsel çalışmaların bir an önce tamamlanması ve bu doğrultuda daha önce yayınlanmış olan bilimsel eserlerin bugünün kuşaklarına ulaşacak biçimde yeniden yayınlanması öncelikli olarak yerine getirilmesi gereken bir sorun olarak ADD’nin önünde durmaktadır.  Her geçen günün tarih sahnesinde Türk devletini kurucusu Atatürk’ün zamanından uzaklaştırdığını bilerek hareket edecek bilinçli kadrolara Atatürkçü Düşünce Derneğinin acilen gereksinmesi bulunmaktadır. Eski Atatürkçü kuşaklar günümüzde geride kalırken, cumhuriyetin yeni yetiştirdiği nesillerin kurucu önder Atatürk’e yakışır bir biçimde ulusal sorumluluklarına sahip çıkarak, Ata’nın gösterdiği çağdaş uygarlık hedefine yönelik yoğun çalışmalara girmeleri gerekmektedir. Ne var ki, bugün gelinen aşamada halk kitleleri yanlış ekonomik politikalara doğru yönlendirildiği için giderek yoksullaşan halk kitleleri öncelikli olarak kendi ekonomik durumlarını kurtarma mücadelesine girmek zorunda kalmaktadırlar. Ekmek parası peşinde koşmak durumunda bırakılan okumuş kadroların gönüllü hareketlere ve idealist çalışmalara zamanları kalmamaktadır  ve bu yüzden de ADD yeterince kaliteli kadroları işbaşına getirememektedir. Okumuşlar ve uzmanlar  yönetime gelemeyince  ADD ‘de tam olarak çalışamamaktadır.
                Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yer alan bütün kentlerin yerleşik aileleri teker teker elden geçirilse hepsinin kökünde kurtuluş savaşında yer alan bir baba ya da dedenin olduğu görüldüğü için Türk halkı kurucu önderine sahip çıkmış ve onu ülkenin ve cumhuriyetin simgesi ve öncüsü olarak bağrına basmıştır. Ailesinde ulusal kurtuluş savaşının izlerine sahip olan ve bunları günümüze kadar taşıyan toplum kesimlerinin Atatürk yolundan dönmediği aksine yaşanan olumsuz gelişmeler karşısında Atatürk sevgisinin daha arttığı gözlemlenmiştir. Cumhuriyet rejimi ile bütünleşmiş olan bu gibi aileler ile ADD daha yakın ilişkiler kurarak, bu ailelerin bugünkü kuşaklarının temsilcisi olan gençlerin öncelikli olarak ADD üye tabanı içinde hak ettikleri yeri almaları sağlanmalıdır. Bu yoldan kazanılacak yeni Kemalist kadrolar aracılığı ile, ADD daha aktif bir duruma gelebilecek ve dinamik kadroları ile kendisinden beklenen çalışmaları daha etkili bir biçimde gerçekleştirebilmenin öncü gücü haline gelebilecektir. Ulusal kurtuluş mücadelesinin içinden gelen ailelerin sahip oldukları Atatürk sevgisi yeni yaklaşımlar aracılığı ile örgütlendikten sonra örgüt çatısı altında bir araya getirilecek bu ailelerin genç temsilcilerinin devreye girmesiyle birlikte, geleceğin toplum yapısı içinde Atatürkçülerin önde gelen bir yere sahip olmaları sağlanabilmelidir. Günümüz koşullarında dünya nüfusu 8 milyarlık bir büyüklüğe doğru hızla artarken, Türkiye gibi ülkeler ortada kalmakta ve yeni büyük ülkelerin devreye girmesiyle birlikte uluslararası etkinlikler çok daha farklı bir çizgide gündeme gelirken, Atatürk Türkiye’sinin çok geride kaldığı bir uzaklaşma sahnesi ile karşı karşıya kalınmaktadır.
                Cumhuriyetin kurucusu ile yeni cumhuriyet kuşaklarının bir türlü buluşamaması yüzünden, Atatürk karşıtı bazı siyasal iktidarlar devlet yönetimi sırasında devletin kurucusundan farklı çizgilerde hareket ederek toplumda kurucu önderden uzaklaşan bir yapılanmayı öne çıkarmaktadırlar. Bu durumda, Atatürk ve Cumhuriyet tarihi yerine yakın tarih yaklaşımı çerçevesinde Türkiye ve Atatürk cumhuriyeti ile ilgili bilgi birikiminin genç kuşaklara bilinçli olarak aktarılmaması ülkeyi kurucu önderinden uzaklaştırmış ve Atatürk cahili dindar kuşakların yetiştirilmelerine öncelik verilerek ve Türk toplumu yanı başındaki medeniyet beşiği Avrupa kıtasından uzaklaştırılarak, farklı yönlere doğru yeni kuşakların çekilmesine çalışılmıştır. Eğitim ve kültüre çok önem veren Atatürk, son dönemin dinci yönetimlerinin etkileri ile toplumun hafızasından silinmeye çalışılmıştır. Ayrıca bir devletin ya da siyasal rejimin kendi halkı ile buluşmasını sağlayan, devlet ile ulusu bir araya getiren siyasal köprüler olarak ulusal bayram günlerinin kutlanmasının çeşitli bahaneler yaratılarak eskiden olduğu gibi kutlanmaması da genç kuşakların yetiştirilmesi sürecinde ulusal bilincin devre dışı bırakılmasına yol açmıştır. Bu durum Kemalist devrim karşıtı karşı devrimcilerin izlediği bir olumsuz bir yaklaşım olmuştur. Ulusal bayramların kutlanmaması, Atatürk ve ulusal kurtuluş ile ilgili eğitim sayfalarının okul programlarından çıkarılması ile cumhuriyetin kamusal alanlarının tasfiyesi aracılığı ile Atatürk cumhuriyeti ile cumhuriyetin temsilcisi genç kadroların Atatürk’ten uzak bir gelişim çizgisine doğru sürüklenmesine neden olmuştur. Ayrıca Atatürk karşıtı toplum kesimlerinin batının önde gelen emperyalist devletlerinin kontrolü altına girmesiyle, planlı ve programlı bir biçimde Atatürk karşıtı kesimlerin yayın organlarına yansıtılmıştır. Atatürk ve ulusal kurtuluş savaşını olumsuzluklar içinde ele alan ve her fırsatta Atatürk ile ilgili olumsuz yaklaşımları kamuoyu önünde tekrarlayan karşı devrimci oluşumlar, dış güçlerin finansmanı ve destekleriyle düzenli bir biçimde sürdürülerek, Türkiye’nin bugünkü olumsuz duruma gelmesi sağlanmıştır. Emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türk devleti gene dış güçlerin emperyal oyunlarına doğru sürüklenmekten kurtulamadığı için, dış güçlerin Atatürk düşmanlığı senaryolarına Türkiye alet olmaya devam etmektedir. Böylesine olumsuz bir durumdan Türkiye’nin kurtulabilmesi için, ADD gibi bir kitle örgütünün tam kapasite ile çalışmalı ve toplum ile devletin kurucu önderin yolunda gitmesini sağlamalıdır.

Soru 6: ADD kuruluş ilkeleri doğrultusunda bugünün Türkiye’sinde ne gibi çalışmalar yapabilir?
Anıl ÇEÇEN: ADD ve kuruluş ilkeleri denince akla hemen Atatürk ilkeleri gelmektedir. Bu ilkeler aynı zamanda Atatürk’ün son döneminde anayasada da yer aldıkları için aynı zamanda cumhuriyetin de temel ilkeleri olarak kabul görmektedir.  Altıok olarak sayılan Atatürk ilkeleri hem Atatürkçülüğün hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri olarak bugünkü anayasal düzen içinde yerini korumaktadır. Türk anayasasının başlangıç hükümleri kısmında yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri aynı zamanda Atatürk ‘ün siyasal sistemini oluşturan temel taşlar olarak görülmektedir. Bu ilkelerin neden seçildiği ve Atatürk’ün bu ilkeleri neden bir araya getirerek ayrı bir sistem kurmaya çalıştığı gibi soruların şimdiye kadar yanıtsız kalması yüzünden, ilkeler ile ilgili belirli bir bilinç düzeyi ortaya tam olarak konulamamıştır. Ayrı sistemler içinden alınarak bir araya getirilen cumhuriyetin temel ilkeleri benimsenirken, diğer devlet modellerinden çok farklı bir yeni sistem eklektik bir yöntem izlenerek oluşturulmaya çalışılmıştır. ADD önce Atatürk’ün ilkelerinden oluşan sistemini iyi anlayarak bir birikimi genel merkezde meydana getirdikten sonra, bu ilkeler doğrultusunda içeriğe sahip olan belirli plan ve programları sistemli bir biçimde kamuoyuna sergilemelidir. Her ilkenin içeriğini belirleyen çalışmalardan sonra, bunların eklektik bir sistem oluşturmasının arkasında yatan nedenler de dile getirilerek, Atatürkçü taban içinde siyasal bilinçlenme çalışmaları yapılmalıdır. İlkelerin hem ayrı ve tek başına hem de birlikte ele alındığı toplu programların, çalışma yılı içindeki takvimlere uygun bir biçimde kamuoyuna yansıtıldığı etkinlikler düzenli bir biçimde sürdürülmelidir.
                Atatürk’ün altı oku iki kısma bölünmektedir. Fransız devriminden alınan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleri birinci grubu oluştururken, Sovyet devriminden alınan devletçilik halkçılık ve devrimcilik ilkeleri de ikinci grubu oluşturmaktadır. Birinci Dünya savaşı sonrasında dünya haritasının aldığı yeni biçime göre bir tarafta batı dünyası, diğer tarafta buna karşı olan doğu bloku ve de bu iki dünya arasında yer alan İslam dünyası üçüncü bir yapılanma modelini ortaya çıkarırken, Atatürk bu üç dünyanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadası üzerinde her üç blokun dışında kaldığı bir biçimde bağımsız bir merkezi devlet modelini kuruyordu. İşte değişik sistemlerin içinden seçilerek benimsenen altı ilke bir araya getirildiğinde her üç dünyanın dışında kalan bir yeni merkezi devlet yapılanması öne çıkıyordu. Sovyet blokunun çökmesi üzerine dünya tek kutuplu bir yönelişe doğru sürüklenmiş ama daha sonra ortaya çıkan çok kutuplu dünya yapılanması çerçevesinde Türkiye’nin gene Atatürk’ün belirlediği gibi merkezi devlet modeli olarak yoluna devam etmesi siyasal istikrarın korunabilmesi açısından zorunlu görülmüştür. Bugün gelinen yeni aşamada Türkiye’nin geçmişten gelen merkezi devlet modelini koruyarak yoluna devam etmesi, böylesine bir ilkeler bütününün kalıcı bir sisteme dönüştürülmesi sayesinde olmuştur. Bu tür bir oluşumun ortaya çıkış nedenleri ile birlikte bu ilkelerin tercih edilmesi, diğer ilkelerin sistem dışı bırakılması, ayrı bir senteze yönelen Atatürk’ün hiçbir sisteme benzemeyen tamamen farklı bir modeli oluşturmaya çalışması, O’nun veciz ifadesinde yer alan “Biz bize benzeriz “gerçeğini doğrulamaktadır.  Atatürk modelinin temelinde yer alan ilkelerin arkasında yatan gerçekliklerin de dile getirilmesiyle birlikte genç kuşakların kafasında bir kategorik yapılanmanın önünün açılması sağlanabilecektir.  Belirli kategoriler içerisinde ele alınacak cumhuriyetin temel ilkelerinin sistemleştirilmesi daha sonraki aşamada daha uyumlu bir biçimde ele alınabilecektir. Atatürk ilkeleri üzerinden geliştirilecek yeni bir Atatürkcülük programı geliştirilmezse o zaman Atatürk üzerine temel bir eğitim programını uygulama alanına getirmek zor olabilecektir. ADD şubelerinin aynı zamanda bir dershane ya da konferans salonlarına dönüştürülmesi gene ayrı bir proje olarak geliştirilerek, ülkenin her köşesinde yer alan ve ulusal bir misyonu taşıyan ADD şubeleri Kemalist cumhuriyetin yurt sathına yayılmış temel taşları olarak üzerlerine düşen görevleri zaman içerisinde yerine getireceklerdir.
Soru 7: ADD bugün üzerine düşen görevleri yeterince yerine getirebiliyor mu? Sorunlar nedir?
Anıl ÇEÇEN: ADD genel merkezi bugünün dünyasında kendisinden beklenen görevleri yerine getiremediği gibi aynı zamanda üstlenmiş olduğu siyasal misyonun bilincine de sahip çıkarak tarihsel misyonunu tam anlamıyla yerine getirememektedir. Böylesine olumsuz bir tablonun ortaya çıkmasında koşulların yetersizliği gibi aynı zamanda karşı çevrelerin dışarıdan ve uzaktan müdahale etmeleri de çeşitli engellerin ortaya çıkmasında etkili olmaktadır. Otuz yılı geride bırakarak ve çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimini aşarak kurumsallaşma yolunda emin adımlarla ilerleyen ADD’nin beklenen düzeyde etkili olamaması ya da beklenen çalışmaları yapamamasının arkasında yatan gerçeklerin açıkça ortaya konulması ve halka açık bir biçimde tartışılarak gereğinin yapılması zorunlu görünmektedir. Her türlü olumsuz koşula rağmen ADD’nin geçmişten gelen hedefler doğrultusunda   etkin olabilmesi halk kitleleri ile yakın temas içine girilmesiyle mümkün olabilecektir. Bu doğrultuda ADD genel merkezinin ya da şubelerin kendi merkezlerinde etkinlikler yapması yetersiz kalabilir. Bu doğrultuda yeni yerleşim yerleri ya da mekanların devreye sokulmaları gerekmektedir. Dernek şubelerinde dershane ve eğitim çalışmalarının yanı sıra üyeler arasında kaynaşmayı sağlayacak lokal çalışmalarına da yer verilerek, toplumsal etkinlikler daha üst düzeyde geliştirilebilir. ADD’nin şimdiye kadar eksik kalan lokal hizmetlerinin yeniden düzenlenmesiyle, toplumsal etkinliklerin kısa zamanda artarak gelişmesi doğrultusunda olumlu sonuçlar elde edilebilecektir.
                ADD genel merkezinin başkent Ankara’nın merkezinde yer alan Kızılay bölgesinde bir ADD Lokali açması, ya da    Atatürk’ün tarihsel mekanı olan Anıt Kabir’in etrafında yer alan Anıt Caddesi üzerinde bir Anıt Cafe açması, bugünün genç kuşaklarının ortak çatısı altında yer alabilecekleri bir yeni mekan sağlayacaktır. Tren ve metro istasyonlarının kesişme bölgesi olan Kızılay’da açılacak bir ADD lokali başkent Ankara’da yaşamlarını sürdüren Atatürkçü ve Cumhuriyetçi kesimlerin bir araya gelebileceği, gazete ve dergi okuyabileceği ya da sohbet edebileceği yeni bir mekan olarak, dağılmış olan Atatürkçü kesimleri bir araya getirerek düzenli toplantılar ile var olan toplumsal potansiyelin kinetik enerjiye dönüşmesine destek verecektir. Benzeri bir biçimde büyük şehirlerdeki ADD şubelerinin sahip oldukları merkezi, çok yönlü kullanıma açmalarıyla birlikte dernek üyesi olmayan kesimlerden gelen insanların da ADD çatısı altına girmelerini kolaylaştıracak ve bu doğrultuda yeni çalışmalara üye dışı potansiyelin katılımı lokal hizmetleri üzerinden sağlanabilecektir. Genel merkezin düzenli olarak yürüteceği lokal hizmetlerinin şubeler düzeyinde yaygınlık kazanmasıyla birlikte, tüm yurt sahasında lokalleşme ile birlikte Atatürkçülük yeniden Türk halkı ile buluşturularak karşılıklı bir yeniden yapılanmanın kapısı açılabilecektir. ADD’nin genel merkeze bağlı bir statüde kuracağı bir yayınevi ya da buna bağlı olarak örgütlenecek bir kitap evi de,  okur yazar toplum kesimlerinin  bir araya gelerek konuşmak ve sohbet etmek gereksinimlerini karşılayacak yeni bir açılımı toplumun hizmetine getireceği gibi, aynı zamanda  Atatürkçülük  ya da cumhuriyet ilkeleri konularında yazılmış olan kitapların aracı olacağı yeni birliktelikler, yayınevi ya da kitapevi çatıları altından ortaya çıkması için elverişli ortamlar sağlayabilecektir. ADD genel merkezinin sosyal ve kültürel bir açılım ile Türk toplumu ile yeniden kaynaşmaya yönelmesi ülkede yeni bir sıcak ortam yaratacaktır. Lokaller ya da kitapevleri gibi sosyal etkinlik merkezlerinin sağlayacağı yeni ortamlar aracılığı ile toplumda yepyeni bir etkinlik ve diyalog sürecinin önü açılacaktır. Bu tür çalışmaların yürütülmesi sırasında gereksinme duyulan maddi desteklerin sağlanması için, ATA VAKFI’nın da tüzüğündeki amaç maddelerine uygun bir çalışma düzenine kavuşturulması gerekmektedir. Vakıf lokallerin açılması ve benzeri sosyal tesislerin örgütlenmesi açısından maddi destek sağlayacak bir biçimde yeniden yapılandırılmalıdır.  ADD genel merkezinin atılım için gereksinmesi olan maddi destekleri n vakıf aracılığı ile sağlanması ADD örgütünün bağımsızlığının korunması açısından yararlı olacaktır yararlı olacaktır.
Soru 8: ADD’yi bugünün koşullarında bazı siyasal grupların ele geçirmeye çalışmaları nasıl önlenebilir?
Anıl ÇEÇEN: ADD sahip olduğu yüzlerce şubesi aracılığı ile Türkiye Cumhuriyeti’nin en yaygın örgütü olarak öne çıkmaktadır. 28 Şubat ve sonrası dönemlerde yaşanan olumsuz gelişmeler, ADD’nin hedef alınmasına ve cumhuriyetin birikiminin örgütlendiği bu üst yapılanmaya karşı, devleti ele geçiren siyasal kadroların olumsuz gelişmeler gündeme getirdikleri görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti’ni Atatürk çizgisinin dışına çekmek isteyenler, karşılarında Atatürkçülüğün en üst düzeyde birikimine sahip olan bir büyük kitlesel oluşumdan çekindikleri için her zaman ve her yerde Atatürkçü Düşünce Derneği’ne karşı çıkmışlardır. Zamanı geldiğinde bazı demokratik kitle kuruluşları kapatılmak istenmiş ve çeşitli dernekler üzerinden gündeme getirilen kapatılma senaryolarının başka benzerleri de ADD için de söz konusu edilmeye çalışılmıştır. Devletin kuruluş modeline sahip çıkan bir Atatürkçü birikim ADD aracılığı ile topluma yayılırken, Türk toplumunu ya Ortaçağ karanlığına ya da emperyalizmin sömürgeciliğine alet etmeye kalkışanlar, antidemokratik baskılar ve senaryolar ile ADD’nin önünü kesmeye çalışmışlardır. Siyaset arenasındaki gelişmeler çerçevesinde  ADD’ye karşı çıkanlar olduğu gibi, Türkiye’nin bu en büyük derneğini ele geçirerek kendi siyasal çizgisi doğrultusunda  araç ya da basamak olarak kullanmak isteyenler de,  ADD genel kurulları sırasında fazlasıyla  öne çıkarak göze çarpmaktadırlar. Bu gibi durumlar önlenemezse, Türk devleti ve ulusunun milli kesimleri harekete geçmezlerse Türkiye’nin içine sürüklenmiş olduğu çıkmazdan kurtulabilmesi pek mümkün görünmemektedir.
                Aslında her siyasal parti ya da merkez, bütün dernekler ya da diğer kuruluşlar üzerinde etkin olmak isterler. Bu gibi kuruluşları siyasal arenada birer yan kuruluş konumunda kullanmak isteyen siyasal güçler, her fırsatta demokratik kuruluşları kendi yanlarına çekerek toplumsal alanda etkin olabilmenin yollarını ararlar ve ellerine geçen her fırsatta da bu gibi kuruluşlara baskı yaparak onları kendi yanlarında yönlendirmeye çaba gösterirler. İnsanlık tarihi açısından dünya haritası üzerinde yer alan devletlerin konumları ele alındığında küresel alanda yeni ortaya çıkan gelişmeler doğrultusunda jeopolitik dengelerin değiştiği ve bu süreç içinde gücü ele geçiren merkezlerin kendi çıkarları için hazırladıkları plan ve projelerin dıştan desteklenerek ülkelerin önüne konulduğu artık açıkça görülmektedir. Türkiye emperyalistlerin en çok değer vererek yaklaştığı ülkelerin en başında yer aldığı için, Türkiye ve içinde bulunulan bölgenin geleceği amacıyla hazırlanmış bölgesel plan ve haritalarda, Misakı Milli sınırları içerisinde kurulmuş olan Türk devletinin bugünkü sınırlarının ötesinde yeni yaklaşımların öne çıktığı görülmektedir. Bu nedenle Türkiye Cumhuriyeti’nin batılı ittifaklar içinde bulunduğu müttefiki ülkeler ile, arasında çok ciddi ihtilaflı durumlar bulunduğu görülmektedir. Türkiye’nin batılı dostlarının hiçbirisi Türk devletini Atatürk’ün kurmuş olduğu gibi ulusal, üniter ve merkezi devlet olarak görmediği, hele bizim Atatürk ilkeleri dediğimiz cumhuriyet ilkelerinin sentezi ile oluşturulmuş olan Kemalist cumhuriyet modelini desteklemedikleri anlaşılmaktadır.  Bu çerçevede Türkiye üzerinde ve çevresinde kendi plan ve projelerini uygulamak isteyen emperyalist devletler, kendi çıkarlarını temsil eden parti ve örgütleri destekleyerek ve kullanarak, onların aracılığı ile Türkiye üzerinde baskı kurmak ve hegemonya düzeni   içinde Türk devletini yönlendirmeye çalışmak gibi bir yol izlemektedirler. İşte bu yüzden Türkiye’deki bazı siyasal örgütler dışarıdan finanse edilerek siyaset sahnesinde güçlü bir konuma gelirken, aynı zamanda kendi politikaları doğrultusunda kullanabilecekleri örgütlerin üzerine giderek bunları kendi kontrolleri altına almaya çalışmaktadırlar. Böylesine bir durumdan en çok zarar gören ADD olmaktadır, çünkü batı baskısı altına girmiş olan parti ve örgütler, başka kuruluşların ele geçirilerek bağlı oldukları merkezin çıkarları çizgisinde yönlendirilmeleri ile uğraşmaktadırlar. ADD bu durumdan acilen kurtulmalıdır.
Soru 9: Emperyalizmin bölgesel planları doğrultusunda ADD bugün neler yapmalıdır?
Anıl ÇEÇEN: ADD, emperyalizme karşı savaşarak bağımsız olan Türkiye Cumhuriyeti’nin antiemperyalist birikimine öncelikle sahip çıkmalıdır. Yirmi birinci yüzyılın koşullarında emperyalist batılı ülkeler tüm Orta Doğu bölgesini kendi denetimleri altına alabilmek için, Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail, Büyük Avrupa, Büyük Rusya, Büyük İslam Birliği, Büyük Türk Birliği ve Yakın Doğu Konfederasyonu, gibi emperyalist planları öne çıkararak, bölgedeki gelişmelerde kendi planlarına uygun yeni adımların atılmasına çaba göstermektedirler. Burada belirtilen projelerin hiç birisi Atatürk Türkiye’sinin modeline uygun olmayan emperyalist planlardır. Yeniden Halifelik peşinde koşanlar laik rejime karşı çıkmaktadırlar. Türk ulusunun milli devleti olan Türkiye Cumhuriyeti’ne tümüyle karşı çıkarak bölgede yaşayan alt kimlikli toplulukları yeni eyaletleşme süreçlerinden sonra bölgesel federasyonlara yönelten emperyalist planlarda ise, Türk devletinin ulusal, üniter ve merkezi modeli kesinlikle red edilmektedir. Osmanlının son döneminde olduğu gibi yeni bir Sevr uygulaması arayışına giren emperyalistlerin bir kısmı din devleti, bir kısmı etnik devletçikler, bir kısmı de bölgesel federasyonlar peşinde koşarlarken, Türkiye’yi Sevr planı doğrultusunda yıkarak alan temizliğine yönelmektedirler. Bu nedenle 22 Müslüman devletin sınırlarının değişeceğini açıkça söylemektedirler. Son dönemlerde büyük bir hegemonya savaşına sahne olan Türk devletinin geleceği bu hegemonya savaşını kimin kazanacağına bağlıdır. Birinci dünya savaşını kazanan İngiltere ile İkinci dünya savaşını kazanan ABD üstünlüklerini yitirdiği için, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan gibi yeni büyük güçler merkezi coğrafyanın ele geçirilmesi için siyasal ve ekonomik bir yarışa girmiş durumdadırlar. Yeni patron belli olana ya da dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek anlaşmalarına kadar büyük bir hegemonya yarışına bütün dünyanın sahne olacağı anlaşılmaktadır.
                Dünya hegemonya savaşı devam ederken, Türkiye’nin Atatürkçüleri cumhuriyetin uyanık bekçiliğine devam edecektir.  Bu doğrultuda büyük güçler arasındaki çekişmeyi taraf tutmadan izleyerek ve kendi bağımsız varlığını koruyacak yeni antiemperyalist önlemler alarak kendisini koruyacaktır. Öncelikle merkezi devletin güçlenmesi için merkezin sağ ve sol yanlarında yer alan toplum kesimlerinin, yeni bir demokratik Kemalist merkez yapılanması içinde yer almalarını sağlayacak bir ulusal bütünleşmenin çağrısını, Atatürk Cumhuriyetinin özünü temsil eden ADD hiçbir parti ayırımı yapmadan toplumun her kesimine dönük olarak yapmalıdır. Böylece ülke ve devletin güçlenmesine öncelik verilecek ve ikinci aşamada da  cumhuriyetin kuruluş  döneminde Atatürk’ün İran’ı yanına alarak Orta Doğu devletlerini emperyalizme karşı birleştiren bölgesel ittifakı olan  Sadabat Paktı benzeri  bir  Merkezi Devletler Topluluğu oluşumunun, Türkiye tarafından bir ulusal politika ve bölgesel bir milli  plan olarak   benimsenmesi için, Atatürkçü güçler ADD’nin öncülüğünde yoğun bir kamuoyu oluşumuna  gitmelidirler .Bütün emperyalist projelere karşı  bölgesel bir alternatif olacak böylesine bir oluşum, Türkiye Cumhuriyetinin emperyalistlere karşı  komşuları ile oluşturacağı bölgesel işbirliği  aracılığı ile çok hızlı bir biçimde dünya kamuoyuna taşınabilmelidir .ADD bu aşamada Kemalist dış politikayı tartışma sahnesine getirmelidir . Genel merkez ve şubeler, merkezi coğrafyada çıkartılmaya çalışılan üçüncü dünya savaşının önünü kesmek üzere, Atatürk’ün yurtta ve dünyada barış politikalarını öne çıkaran toplantı ve sosyal etkinlikleri, eskisinden çok daha yoğun bir biçimde ülkenin her yanında ADD öncülüğünde düzenlemelidirler. Çağdaş cumhuriyeti yaratan Atatürkçü gücün bugünkü   uzantısı olarak ADD, Atatürk ve arkadaşlarının Türk ulusuna bırakmış olduğu Türkiye Cumhuriyeti mirasını yaşatabilmek için gerekli olan neyse, bütün bu konu ile ilgili işleri ve girişimleri öncelikli olarak tamamlayabilmek üzere bir cumhuriyetçi seferberliğe yönelmelidir. Olağanüstü gelişmeler dikkate alınarak yurt düzeyinde bir cumhuriyetçi seferberliğin öne çıkmasında ADD ilgili kuruluş olarak önde gelen bir misyon acilen üstlenmelidir.

Soru 10: Atatürk Cumhuriyetinin korunmasında önümüzdeki dönemde ADD neler yapabilir
Anıl ÇEÇEN: Bugünün dünyasında batı emperyalizmi  kontrol altında yeni bir dünya  düzeni  kurmaya çalışırken  bugünün dünyasındaki devletleri ve ulusları çökertmeye çalışmaktadır. Gelinen noktada Avrupa Birliği gibi Amerika Birleşik Devletleri de parçalanmanın eşiğine gelmiştir. Kendilerini kurtarmak üzere bütün dünyaya saldırmakta kararlı olan bu iki emperyalist güç, yeryüzü haritalarında yer alan ulus devletleri parçalamaya uğraşmaktadırlar. Eğer var olan ulus devletleri alt kimlikli toplumları kışkırtarak parçalayabilirlerse, o zaman kendilerini toparlayarak hegemonyalarını sürdürebileceklerdir. Bugün gelinen aşamada hem emperyalizm ile ulus devletler karşıtlığı tırmandırılmakta hem de küreselleşen büyük tekelci şirketler ile devletler karşı karşıya gelmektedirler. Büyük Orta Doğu Projesi için getirilen ılımlı İslam hükümetinin yirmi yıla yaklaşan iktidar süresinin uzamasının en büyük nedeni, bu genel gidişe karşı duracak bir alternatif hareket ya da siyasal partinin çıkmamasıdır. Önümüzdeki dönemde Türkiye’yi kurtaracak bir Kemalist iktidarın siyasal alternatif olarak iktidara gelmesi ancak ve ancak yeni bir Atatürkçülük rüzgarının yurt sathında estirilmesi ile mümkün olabilecektir. Böylesine güçlü bir Atatürk’çü rüzgârı estirebilecek tek milli güç merkezi, bugünün koşullarında Atatürkçü Düşünce Derneği’dir. Bazı liberal, kapitalist, Marksist ya da bilimsel sosyalistlerin kendi siyasal çıkar planları doğrultusunda hareket ederken, Atatürkçülüğü kendi ideolojilerine süs takmak için kullanmalarına, gerçek Atatürkçülerin izin vermemeleri gerekmektedir. Türkiye’nin en büyük derneği olarak ADD hiçbir partinin ya da örgütün baskısı altına girmeden bağımsız kimliği ile Türk devletinin Atatürk ilkeleri doğrultusunda varlığı için çalışmalıdır. Hele küçük partilerin, Atatürkçü görünerek güncel siyasal platformlarda geliştirdikleri konjonktürel politikaların ADD çatısı altında hiçbir biçimde yerleri olmaması gerekir. ADD partiler arası çekişmelerde kendisini koruyarak bu tür siyasal manevraların hiçbir zaman aracı olmamalıdır.
                Kemalizm hem sosyalizmin hem de liberalizmin ötesinde bir ideoloji ve özgün bir siyasal sistemdir. Bu siyasal gerçeğin iyi bilinmesi ve Atatürkçülüğün kalesi olarak ADD’nin antiemperyalist çizgide yoluna devam etmesi gerekmektedir. ADD öncelikle Atatürkçülüğün merkezi olmalı ve Türkiye’nin Kemalist birikimini bugünün Türkiye’sinde sorumluluk içinde öne çıkararak, Türk toplumuna ve devletine Kemalist yönde bir öncülük yapmalıdır. Türkiye’nin Atatürk çizgisinde yenilenmesi ile birlikte Türk devlet modeli ortaya çıkarılmalı ve merkezi coğrafyadaki devletler ile birlikte Türk ve İslam asıllı toplumlarda Kemalist devlet modeli örgütlenerek, yeni dünya düzeninin daha dengeli ve adil bir biçimde oluşturulmasına katkıda bulunulmalıdır. Yüz yıl önce Atatürk ile Samsun’a çıkanların getirdiği siyasal birikim, bir asır sonra dünya yenilenirken Türkiye Cumhuriyetinin önünde ciddi bir siyasal alternatif olarak görülmektedir. ADD bugünün koşullarında Atatürkçülüğü yeniden Türk toplumu içerisinde yaygınlaştırırken, bütün siyasal örgütlere karşı mesafeli durarak hareket etmelidir. Türk ulusunun Atatürk’ün mirasına sahip çıkabilmesi için gerekli olan mücadeleyi ADD tek başına sırtlanmalıdır. Cumhuriyeti kuranların bugünkü uzantılarının Atatürk yolundan gidebilmeleri için gerekli olan rehberlik görevini ADD yerine getirebilmelidir. ADD sahip olduğu otuz yıllık birikimi ile Türkiye’nin ulusal programına öncülük yapmalıdır.