9 Haziran 2020 Salı

CUMHURİYETÇİ BİRLİK PLATFORMU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


CUMHURİYETÇİ BİRLİK PLATFORMU

                Türkiye Cumhuriyeti devleti kurucu önderliğin ve onu destekleyen kadronun ortaya koyduğu yapıda, kuruluş modeli gereği bir cumhuriyet devletidir. Devleti kuran Atatürk’ün partisinin isminin başında cumhuriyet kavramının yer alması da bu durumun açık bir göstergesi olarak, bugünkü genç cumhuriyet kuşaklarına yol göstermektedir. Dünyanın tam ortasında ve çok farklı bir jeopolitik konumun üzerinde ortaya böyle bir cumhuriyet devletinin çıkışı, rastlantıların değil ama tarihsel sürecin dünya jeopolitiğine yansımasının sonucunda gerçekleşmiş olan bir siyasal oluşumdur. Aradan bir yüzyıllık zaman dilimi geçmesine rağmen ve aradan iki büyük dünya savaşı ile birlikte Osmanlı coğrafyasında sosyalist sistemin kuruluşu ile Siyonist İsrail’in merkezi coğrafyada bir yeni devlet olarak doğması bölgenin yeni haritasında etkili olmuştur.   Batılı emperyalist ülkelerin bu coğrafyayı sürekli olarak karıştırarak, kendi çıkarları doğrultusunda merkezi alanda uzaktan kumandalı biçimde, bölge koşullarına ters düşen yeni siyasal yapılanma maceralarına sürüklemeleri ve yeni bazı emperyalist projeleri bölge devletlerine dışarıdan dayatmalarına rağmen, Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık bir tarihi gerilerde bırakarak bugünlere gelme şansını elde etmiştir.

                Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin günümüzde yaşanmakta olan zaman dilimine ulaşması kolay olmamış, birçok badireler atlattıktan sonra  Atatürk’ün Cumhuriyeti yüz yılın ilk çeyreğinde varlığını koruyabilmiştir. Yeni yüzyılın ortalarına doğru yol alırken ve bu dönemin içine iyice girilirken daha önceleri hesapta olmayan bir ok yeni durumun ve koşulların ortaya çıktığı görülmekte ve böylesine bir büyük değişim rüzgarının tam ortalarında, Türkiye Cumhuriyeti devleti de geçen asır ile bugünkü zaman dilimi arasında sıkışıp kalarak kendi yolunu bulmakta zorlanmaktadır.  İşte böylesine bir alt üst oluş döneminden çıkmaya çalışırken, Türk devleti hem varlığını korumak hem de kuruluştan gelen devlet modeline sahip çıkarak yoluna devam etmek gibi iki büyük misyon ile karşı karşıya kalıyordu. Kurucu önder Atatürk’ün ifade ettiği gibi sonsuza kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşaması ve varlığını gelecek yüzyıllara taşıması, bugünkü cumhuriyet kuşaklarının önde gelen görevleri olmasına karşılık, bu doğrultuda toplumun içinden çıkması gereken cumhuriyetçi refleksin bir türlü ortaya çıkamadığı ve bu doğrultuda Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini yenileyerek yoluna devam etmekte zorlandığı görülmüştür. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni genç cumhuriyet kuşaklarına emanet ederken böylesine bir ulusal beklenti içinde olduğunu, geleceğin Türk toplumunu oluşturacak genç kuşakların uyanık bekçiliği ile Türkiye’nin geleceğe açılacağını umut ediyordu.
                Merkezi coğrafyanın tam ortalarında batı kapitalist sistemi, doğu sosyalist sistemi ile birlikte bir de İslam dünyasının önde gelen devletleri ile çevrili olan bir jeopolitik konumda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucuları etrafı çeviren üç sisteme dahil olmayarak, bu üç büyük sistemin tam ortasında tam anlamıyla bağımsız ve özgür bir devlet modelini dünya kamuoyunun gözleri önünde öne çıkarıyorlardı. Batı sistemini ortaya çıkaran Fransız devriminin getirdiği üç ile olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laik esasları ile, Sovyet devriminin getirdiği devrimcilik, devletçilik ve halkçılık ilkeleri eklektik bir yöntem uygulanarak bir araya getiriliyor ve ortaya ülkenin özel koşullarına uygun düşen bir yeni siyasal oluşum, Kemalist devrim adı verilen köklü değişim sonucunda ortaya çıkarılıyordu. Türkiye Cumhuriyeti devleti tarih sahnesine çıkarken, kurucu irade böylesine bir ulusal sentezi ortaya çıkarıyordu . Bu çerçevede geçmişteki hiçbir rejime ya da siyasal kutuba benzemeyen bir yeni cumhuriyet modeli tarihteki yerini alıyordu.
                Cumhuriyetçilik ilkesi rejimin temel yapısını oluşturan altı ilkenin en önemlisi olarak ortaya çıkarılırken, yeni devletin yapılanması da bu doğrultuda kurulmaya çalışılıyordu. Ne var ki, böylesine bir tutum açık olmasına, beklenmedik gelişmeler ve dünya savaşları sürecinde ortaya çıkan dış müdahaleler ülkenin önüne birçok siyasal mesele çıkarıyordu. Böylesine sorunlarla dolu bir süreçten geçerken Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasal yapılanmasında da önemli değişiklikler birbiri ardı sıra kendiliğinden gündeme geliyordu. Cumhuriyetçilik ilkesi doğrultusunda, batı tipi modellere paralel bir yeni cumhuriyet devleti Müslüman bir toplum yapısı üzerine kurulurken, bölgedeki Arap devletlerinin askeri kadrolara dayanan Baas tipi bir sosyalizmden de uzak durulmaya çalışılıyordu. Bu tür bir konjonktür de Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu tamamlanmaya çalışılıyor ve bu model, çevredeki bütün Müslüman, Türk ve diğer devletler için de bir Kemalist model olarak kamuoyuna empoze edilmek isteniyordu. Arap ya da Müslüman birliği çalışmaları Türk devletinin milli karakterine ters düştüğü gibi, laik yapılanması ile de yeni devlet çevredeki din rejimlerinin de ötesine giderek varlığını geliştirmeye çalışıyordu. Bunların hepsi yeni devletin cumhuriyetçi karakterine uydurulmaya çalışılırken, halkçılık ile milliyetçilik ilkesi dengelenmeye çalışılıyordu. Yeni devletin cumhuriyetçiliğin bütün esaslarına uygun olmasına çalışılırken, batıdan gelen dış müdahalelerin cumhuriyet rejiminin demokratik olmaktan uzaklaşmasına yol açtığı ortaya çıkıyordu. Hal böyle olunca ara dönemler ve askeri rejimler Nato üzerinden sürekli olarak devreye giriyor ve bu durum da genç Türk cumhuriyetinin bütünüyle Türk ulusu tarafından yönetilmesi gibi bir durumu ortadan kaldırıyordu. Dış müdahaleler batı emperyalizminin etkisini artırıyordu.  

                Cumhuriyetin kuruluş dönemi geride kalırken, Türkiye Cumhuriyeti sürekli olarak dış askeri müdahalelerden kurtulamayarak batı emperyalizminin yarı sömürgesi bir ülke konumuna düşmekten bir türlü kurtulamıyordu. Askeri rejimleri ortak askeri birlik üzerinden destekleyen batı emperyalizmi hem kendi temsilcisi olarak yetiştirdiği kadroları taşeron iktidarlar olarak iş başına getiriyor, hem de bu duruma karşı gerçek bir ulusal muhalefetin doğmaması için göstermelik muhalefet görevi yapıyor görünecek işbirlikçi kadrolardan kendine bağlı muhalefet partilerini öne çıkarıyordu. Devleti kuran Atatürk’ün partisi var olduğu sürece, tam bağımsız cumhuriyeti kendi kontrolü altına alamayacağını gören batı emperyalizmi bir Nato darbesi döneminde bu partiyi kapatma yoluna gitmiş ama bunu tam olarak başaramamıştır. Ara rejim sonrasında partinin yeniden açılması cumhuriyetçi kadrolar aracılığı ile gerçekleştirilmiştir. Rejimi kuran partinin kapatılamaması üzerine bu kez de batı ülkelerinde yetiştirilmiş olan işbirlikçi kadrolar aracılığı ile Atatürk’ün partisinin gerçek kimliğinden uzaklaştırılarak, sosyal demokrasi görünümlü bir neoliberal ikinci cumhuriyetçiliğe bu örgüt teslim edilerek, Atatürk’ün eklektik modeli ile oluşturulan ve altı ilkenin dengeli bir ulusal sentezine dayanan Kemalist çizgiden kurucu parti iyice uzaklaştırılıyordu. Askeri dönemde kapatılan bu parti daha sonraki aşamada yeniden açılırken, batı işbirlikçisi liberal ve bağımlı kadroların partinin başına gelmesi sağlanıyordu. Böylesine bir sürece iteklenen Türk devleti gerçek anlamda bir çağdaş cumhuriyete kavuşamamış ve bu yüzden de cumhuriyetçilikten giderek uzaklaşmıştır.
                Askeri ara rejimleri batı işbirlikçisi liberal partilerin iktidarlarının izlediği bir dönem içinde Türkiye Cumhuriyeti kurucu önder Atatürk’ün tam bağımsızlık çizgisinden yavaş yavaş uzaklaştırılarak, batı blokuna bağımlı bir yarı bağımlı sömürge devletine doğru yönlendiriliyordu.  Böylesine büyük bir çelişkili dönemin içine düşen Türk devleti toparlanarak kendine gelmeye çalışırken ve Türk ordusu yeniden eski bağımsızlıkçı çizgisine doğru yönelirken , bu kez de batı sermayesinin ortağı olan büyük şirketlerin işbirlikçisi olarak din kökenli cemaatlar ortaya çıkarılmış  ve bunların etkili olduğu yeni bir siyasal  rejim yaratılarak ,siyasal partilerin  ülke yönetimindeki etkilerini ortadan kaldırmışlardır.
                Cumhuriyet devleti demokrasi görünümü altında, batılı gizli servislerin kontrolü altında ki yeni cemaatların baskısı altına düşmesi ile birlikte Türk milleti bağımsız cumhuriyetini elinden kaçırarak yeni yetme tarikatların oyun alanına dönüşmüştür. Tarikatlar partilerin yerini alınca, batının tekelci şirketleri tarikatlar ile ortak çalışmalara başlayarak Türkiye’yi yavaş yavaş İslam devleti görünümlü bir yarı sömürge devleti haline getirebilmenin yollarını aramışlardır. İşbaşındaki iktidarlar batı emperyalizminin kuklası haline gelince ve neoliberal batıcı iktidarlar yıpranınca bunların yerini batının güvenlik örgütüne bağlı askeri kadrolar alınca, ülkede cumhuriyet rejiminin en küçük bir parçasının kalmadığı iyice açığa çıkmış ve böylesine bir durumdan rahatsız olan cumhuriyetçiler, yeniden eski cumhuriyet dönemi çizgisine nasıl dönülmesi gerektiğini araştırmaya başlamışlardır. Anayasa değişikliği ile devlet rejimi bir çorbaya dönüştürüldüğü  için böylesine ters bir gidişe karşı çıkarak gerçek anlamda bir cumhuriyetçi yaklaşımı öne çıkarması gereken devletin kurucusu olan  Atatürk’ün partisi, sosyal demokrasi görünümlü bir neoliberal siyasete esir olarak kendi kendini pasifleştirdiği için, devlet kuran partinin programında var olan Atatürk ilkeleri devre dışı bırakılmış ve bu durumda  rejimin öncüsü parti gerçek bir muhalefet yapamayarak, dolaylı olarak emperyalizmin aracılığını yapan  bir konuma sürüklenmiştir. Böylece ana muhalefet durumundaki partinin bütün gelişmelere seyirci kalması, gerçek anlamda bir toplumsal muhalefet yapmaması ve ortaya ulusal bir alternatif program koymaması yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti’nin bitme noktasına getirildiği açıkça görülmeye başlanmıştır.
                Atatürk karşıtı bir Dersimcilikten  asla vaz geçmeyen  ,Avrupa ülkelerini paramparça eden bir  yerel yönetimler özerkçiliği peşinde ısrarlı bir biçimde  koşan  ve Türkiye’nin şerhlerini kaldırmaya çalışan, halk kitlelerinin sosyal ve ekonomik  çıkarlarını savunmak yerine  küreselci şirketlerin dümen suyunda giden, çalışanların meslek örgütleri yerine  sermaye kuruluşları ile yakınlaşan bir olumsuz siyasetler bütününe teslim olmuş olan  particilik anlayışı ile, Atatürk’ün partisi teslimiyetçi bir çizgiye çekilirken, Atatürk’ün partisinden dışlanmış olan gerçek Atatürkçüler, ulusalcılar ve cumhuriyetçiler bir çıkış noktası bulmak üzere  harekete geçmişlerdir . Okumuş insanların öncülüğünde bir aydın hareketi oluşturarak ve çağdaş demokratik ülkelerdeki hak arayış mekanizmalarına benzer bir biçimde bir cumhuriyetçi platform oluşturarak, Atatürk’ün Cumhuriyetine sahip çıkmaya çaba göstermişlerdir. Kurucu önderin yolundan sapanlar ve ulusalcı ya da cumhuriyetçi partilerin üyeliğine alınmayanlar, Atatürkçü kuruluşların dışında bırakılan bir çok cumhuriyet aydınının ülkeyi yeniden Atatürk’çü ve cumhuriyetçi   çizgiye çekebilmek üzere “Cumhuriyetçi Birlik Platformu “ bundan on yıl önce İstanbul merkezli olarak kurulmuştur . Kurulduğu günden bu yana on yıla yaklaşan süre içinde İstanbul ve Ankara gibi iki büyük kentin sınırları içinde yaşayan, cumhuriyetçi aydınları örgütlemek üzere böylesine bir platform, çağdaş demokrasi normları çerçevesinde çalışmalarına başlamıştır. Böyle bir platform kendiliğinden oluşmamış, olumsuz gidişi görenler, ülkeyi insan hakları adına bölen, sivil toplumculuk görünümünde tarikatçılık yapan ve piyasa ekonomisi görünümünde sömürgecilik yapanlara karşı direnecek bir toplumsal örgütlenme, Cumhuriyetçi Birlik Platformu adı altında harekete geçirilmiştir. Bu platform genel olarak her ay bir otelde ya da kültür merkezinde bir araya gelerek ülke ve dünya sorunları üzerine düşünen aydınları bir araya getirmiş ve bunların oluşturduğu ortak platform çatısı altında Türkiye’nin sorunlarına çözüm getirecek yaklaşımların öne çıkarılması için çaba gösterilmiştir. Sermayenin güdümü altına giren basın ve medya kuruluşlarının da teslim alındığı bir aşamada, karşıt medya oluşturulacak bir alternatif ortam Cumhuriyetçi Birlik Platformu çatısı altında yaratılmaya çalışılmıştır. Birbiri ardı sıra yapılan toplantılar aracılığı ile ciddi bir cumhuriyetçi birikim yaratılmasına çaba gösterilmiştir.

                “Cumhuriyetçi Birlik Platformu”nun kuruluş aşamasında bu örgütlenmenin İstanbul  merkezli kesiminde  kurucu önder  olan Faik Kurtulan  yayınlamış olduğu “Cumhuriyetçi Birlik Platformu – Altı ok ve altı ilke “ isimli kitabında  böylesine bir platform örgütlenmesine neden gidildiğini ve hangi ilkeler ile nasıl bir düşünceye sahip olarak çalışılacağını açıkça ortaya koymuştur. Platformun Ankara kesiminde temsilcilik yapan Prof. Dr. Anıl Çeçen de bu kitabın başlangıç kısmında Türkiye Cumhuriyeti’nin temel ilkeleri olarak anayasada yer alan altı ilkenin günümüz açısından önemini dile getiren bir açıklamayı platform adına bu kitapçıkta bir önsöz yazısı ile dile getirmiştir. Çeçen buradaki yazısında üç büyük dünya sisteminin tam ortasında kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin hiç irine benzemediğini ve dünyanın ortasında merkezi bir model ile tarih sahnesindeki yerini aldığını, bu nedenle de sonuna kadar bağımsız kimliği ile Atatürk Cumhuriyetinin sonuna kadar yoluna devam edeceğini vurgulayarak, Cumhuriyetçi Birlik Platformunun stratejik yapılanmasını ortaya koymaya çalışmıştır. Faik Kurtulan, öncü kimliği ile neden cumhuriyetçi birlik adı altında yeni bir sosyal platform örgütlenmesine gidildiğini gene bu kitapçıkta anlatmaya çalışmıştır. Monarşi, oligarşi gibi tek kişi ya da belirli grupların yönetim biçimlerine karşı çıkarak, gerçek anlamda bir halk yönetiminin ancak demokrasi çatısı altında olabileceğini ve bunun da ancak cumhuriyet devletinin çatısı altında gerçekleşebileceğini açıkça dile getirmiştir. TBMM’de cumhuriyetin kabul edilmesi sırasında bir din hocasının da meclis üyesi olarak söz aldığını ve din açısından da en yararlı yönetim biçiminin cumhuriyet olduğunun o sırada meclis çatısı altında ifade edildiğini vurgulamıştır. Halkın bütününün tümüyle benimsemiş olduğu cumhuriyet rejiminden geri dönmenin mümkün olmadığını ve Türk halkının gelecek yüzyıla doğru adımlarını atarken, gene cumhuriyet rejimi içinde hareket edeceğini vurgulamıştır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti anayasasında belirtilen laik ve sosyal hukuk devletinin ancak cumhuriyetle birlikte mümkün olabileceğini de kuruluş kitabında dile getirmiştir.
                Cumhuriyetçi Birlik Hareketi İstanbul ve Ankara kentlerinde güncel siyasal konular üzerine toplantılar yaparken olabildiğince partiler tarafından dışlanan Atatürkçü, ulusalcı ve cumhuriyetçi aydınları konuşmacı olarak davet etmiş ve onlara söz vererek alternatif medya arayışı içerisinde etkin olmaya çalışmıştır. Cumhuriyetçi Birlik Platformu düzenli toplantıların yanı sıra, birçok siyasal sorunun güncelleşmesi aşamasında bunlar ile ilgili kamuoyu açıklamaları ya da basın aracılığı ile imza toplama girişimlerini, ulusal refleks çizgisinde tamamlamaya çalışmıştır. Böylece batı bloku bağlantılı siyasal kadroların muhalefet yapmadığı bir dönemde Türk demokrasisinin işleyebilmesi için cumhuriyetçi aydınların sesi, Birlik Platformu aracılığı ile dünya ve ülke kamuoylarının bilgisine sunulmuştur. Aydın birliği ve dayanışmasını ulusal çizgide örgütlemeye çalışan platform, daha sonraki çalışmaları sırasında bütün bu girişimlerin cumhuriyetçilik ilkesi içinde bir araya getirilerek, ülkedeki cumhuriyet karşıtı bazı olumsuz gelişmelerin önlenebilmesi doğrultusunda öne çıkarmaya çaba göstermiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir ulus devlet olduğu ve aynı zamanda halkçı bir cumhuriyet rejimine sahip bulunduğunu dile getiren platformun kurucusu, altı ilkenin eklektik birleştirilmesi ile sağlanan ulusal siyasal sentez doğrultusunda ulus devlet ile halkçı cumhuriyet birlikteliğinin gerçekleştirildiğini, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkesin eşit ve özgürlükçü bir çizgide bütün hak ve özgürlüklere sahip kılındığını da kuruluş bildirisinde açıklamıştır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti’ni bölmek isteyenlere karşı, Fransız ulus devlet modeli ile birlikte bu ülkedeki düşünsel potansiyeli dile getirerek, Türkiye’nin benzer durumda olduğunu kamuoyuna açıklamıştır. Atatürk’ün farklı bir sentezi gerçekleştirirken, hiçbir rejim ya da ideolojiyi taklit etmediğini ve başka ülkelere benzemeyen koşulların gereğini yerine getirdiğini, ancak kendi gerçekliğine uygun düşen bir yola yönelerek hiç kimseye benzemeyen bir yönde ilerlediğini de altını çizerek Atatürk ilkeleri ile birlikte kamuoyuna açıklamıştır.  
                 Platformun yayınlarında, Kemalist halkçılık ile neoliberal içerikli sosyal demokrasi arasında büyük farklar sürekli olarak dile getirilmiştir. Sosyal demokrasi batı, halkçılık ise doğu kökenli kavramlardır. Sosyal demokrasi batı işbirlikçisi iken, halkçılık doğunun antiemperyalizmini ortaya koymaktadır. Halkçılık köylü ve toplumun bütününü ifade ederken, sosyal demokrasi aydınları ve çalışan kitleleri öne çıkarmaktadır. Atatürk devleti kurarken, batı tipi sosyal demokrasiyi yasaklamıştır ama devleti kuran partinin adını halkçılıkla ifade ederek, batı emperyalizmine karşı antiemperyalist bir halkçılığa Türk cumhuriyetini dayandırmaya çalışmıştır. İkinci dünya savaşı sonrasında Türkiye üzerinde etkili olan batılı emperyalist devletler, Türkiye’yi yanlarına alma doğrultusunda demokrasiyi batı bağımlılığı olarak öne çıkarmışlar, Atatürk halkçılığını ise sosyalist sistemi öne çıkararak komünistlikle suçlamışlardır. İşte bu noktada Türk devleti bağımsız yapısından kaydırılarak batı emperyalizminin kucağına yeniden düşürülmüştür. Antiemperyalist muhalefet de komünistlikle suçlanarak devre dışı bırakılırken, halkçılık kavramından uzaklaşılarak bireycilik anlamında liberal ve sosyal demokrat bir siyasete yönelme eğilimi öne çıkarılmıştır. Normal gelişmelerin ötesinde  bir de Türkiye’de özel bir gelişme dönemi yaşanmış, Atatürk’ün partisine üçüncü genel başkan olarak dışarının desteği ile bir gazeteci getirilmiş ve bu kişi  emperyalist ve Siyonistlerin isteği doğrultusunda bölgecilik yaparken, hem  Kemalizme hem de batı tipi sosyal demokrasiye karşı çıkarken, Orta Doğu merkezli yeni bir yapılanma aşamasında ,Türkiye’de demokratik sol adı altında  eskisinden çok farklı bir yapılanmayı öne çıkararak kendisini destekleyen emperyalistlerin istekleri doğrultusunda hareket etmiştir . Liberalizmden neoliberalizme geçerken, Türkiye’de de halkçılık ve cumhuriyetçilik uygulama alanından çıkartılarak, batı tipi yeni modellere uygun davranan iktidarlar siyaset sahnesinde öne çıkartılmışlardır. Ulusalcı bir Kemalist halkçılıkla kurtuluş savaşını kazanan Türk ulusu, günümüzde liberal bireyciliğe dayanan bir sosyal demokrasi siyaseti ile yeniden teslim alınmaya çalışılmaktadır. Devleti kuran parti bu oyunlara karşı çıkacağına çeşitli girişimlere alet olarak ve halkçılıktan uzaklaşarak batı tipi sosyal demokratçılık oynamaktadır.
                Cumhuriyetçi Birlik Platformunun, Kemalizm’e karşı çıkan batı tipi sosyal demokratlık konusunu bir yana bırakmadan, bu doğrultuda geliştirilen yeni emperyalist projelere yönelen çalışmaları da olmuştur. Özellikle bugünün koşullarında küresel sermayenin örgütlediği küresel emperyalizm, açıktan şehir devletlerini destekleyerek ulus devletlerini tehdit ettiğini gene bu platformun toplantıları ile yayınlarından Türk kamuoyu öğrenmiştir. Küresel sermaye bugünün koşullarında ulus devletleri ortadan kaldırmaya çalışırken, bunların yerine halk kitlelerini daha küçük birimler halinde yönetebilmek üzere, Ortaçağ da olduğu gibi şehir devletleri yapılanmasını öne çıkarmaya çalışmaktadır. Batının önde gelen tekelci şirketleri giderek dev bir biçimde büyürken, şirket yapılanmalarının da devletlere benzemeye başladığı görülmektedir. Bir avuç aşırı zengin azınlığın elindeki oyuncaklar haline düşen büyük şirketler üzerinden dünya hegemonyası kurulması için   yoğun çalışılırken, var olan ulus devletlerin ortadan kaldırılması ve bu doğrultuda alt kimliklerin hortlatılarak yerelleşmenin önünün açılmaya çalışıldığı görülmektedir. Ulus devletlerin tarihsel süreçteki sonunu getirecek olan şehir devletleri projesi, gene neoliberal içerikte sosyal demokratçılık oynayan ikinci cumhuriyetçilerin işi olarak Atatürk’ün partisine mal edilmeye çalışılmaktadır.  Son yerel seçimlerde bütün büyük şehirlerde belediye seçimlerini kazanan sosyal demokratlar, arka plandaki neoliberal hazırlığın sonucu olarak şehir devletleri siyasetlerine yönelmektedirler. Avrupa Birliği öncülüğünde kurulmuş bulunan Uluslararası şehirler ve yerel yönetimler birliği çatısı altında, üye olan belediyelerin, uluslararası alanda devletler gibi bağımsız hareket etmelerini sağlayarak, ulus devletleri şehirler üzerinden parçalamaya kalkışan, böylesine emperyalist bir politikaya sosyal demokrat görünümlü siyasetçilerin ve yerel yöneticilerin alet olmasını ulus devletlerin kabul etmesini beklemek mümkün değildir . Bugünün koşullarında ulus devletlerin başkentine bağlı olan şehirlerin Singapur, Malta ya da Hong Kong gibi şehir devletlerine benzer statülere dönüştürülmesini kabul edecek ulus devletler, birer siyasal mekanizma olarak ortadan kalkacaklardır. Emperyalizm şirketleri büyütürken devletleri küçültmeyi hedeflemekte ve çok büyük ulus devletleri ortadan kaldırabilme doğrultusunda şehirleri küçük devletçiklere dönüştürerek, piyasa üzerinden sahip olduğu ekonomik üstünlüğünü aynı zamanda şehirler üzerinden siyasal kontrola almaya çalışmaktadır. Böylesine emperyalist bir projenin sosyal demokratlık olarak savunulması, çok büyük bir sahtekarlık olarak siyasal gündeme gelirken, ulusal yapılar ile halk kitleleri açıkça karşı karşıya getirilmektedir. İşte Kemalist cumhuriyetçilik yerine sosyal demokrasiyi öne   geçirmek isteyenlerin arkalarında var olan büyük emperyal oyun böylece ortaya çıkmaktadır. Özgürlükçü belediyecilik diye bu bölücü projeyi savunan işbirlikçi kesimler, açıkça şehir devletlerinin oluşumu için ulusal toplumları bölme oyunlarına resmen alet olmaktadırlar.
                Bugünkü zamanın ruhu olarak öne çıkartılan ve bu doğrultuda savunulan  eşit yurttaşlık projesi de, ulus devletlerin kamu düzenlerini görmeden , ulusal kimliğe sahip çok büyük ulus devletleri  dikkate almadan alt kimlikçilikleri örgütleyerek öne çıkaran  neoliberal sosyal demokratçılık insan hakları adına alt kimlikçiliği  gündeme getirerek savunurken,  alt kimliklerin bir arada yaşadığı yerel yönetimlere  otonomi verilmesi gibi  uçuk  önerileri  de gündeme getirmektedirler. Yeni projeye göre  şehirler devletleşirken, yerel  yaşam birimleri de otonomlaşarak ulus devletlerin başkentlerine bağlı olmaktan kurtulacaklardır. Bu doğrultuda Avrupa Birliği yerel yönetimler özerklik şartı savunulmakta ve bununla ilgili bütün şerhlerin kaldırılması gerektiği vurgulanarak ve gelecekte şehirlerin bağlı oldukları başkentlerden bütünüyle uzaklaşarak kendi yerel yönetim alanlarında küçük devletçikleri dönüşmeleri savunulmaktadır. Yerel yaşam bölgeleri ya ayrı bir şehir devleti olacak ya da bunların dayanmış olduğu alt kimliklere ulusal kimlikler ile birlikte eşit bir statü tanınarak, eşit yurttaşlık adı altında ulusal yapılar tasfiye edilerek küresel emperyalizmin istediği çok kültürlü ya da çok kimlikli bir toplum düzeni kurulacaktır. Böylece ulus devletler temelden çökertileceklerdir.

                 Türkiye gibi her şeyin ortasında yer alan bir ülkede, cumhuriyetçilik için yola çıkan bir platformun sosyal demokrasi, şehir devletleri, eşit vatandaşlık ya da komünal yaşam biçimi gibi konular ile uğraşmasının çeşitli nedenleri vardır. Yüz yıl önce dünya yeniden kurulurken, Türkiye’nin kuzeyinde kurulan sosyalist sistem şura adı verilen ama Sovyet kavramı ile açıklanan küçük yerleşim birimlerine dayanıyordu. Ayrıca bu büyük yapılanmadan çeyrek yüzyıl geçtikten sonra da İslam dünyasının ortalarında bir Yahudi devleti olarak kurulan Siyonist yapılanma da, Kibutsz ya da Moşav gibi yerel birimlerin şehirleşmesi modeline dayanan bir toplumsal örgütlenme ile ortaya çıkıyordu. Orta çağ döneminde Avrupa tipi derebeylik yaşamayan Asya bölgelerinde şehir devletlerinin Avrupa’da olduğu gibi kurulamaması yüzünden Şura ve Kibutz uygulamalar, doktriner ya da dinsel yaklaşımlar çizgisinde oluşturulmaya çalışılmıştır. Avrupa Birliği bugün ulus devletlerin birleşememesi yüzünden dağılma noktasına gelirken, Orta Çağ döneminde var olan beş yüze yakın şehir devletinden oluşan bir Avrupa Birliği arayışının öne çıktığı göze çarpmaktadır. Avrupa Birliği deneyimi çökerken ve Avrupa kıtası yeniden şehir devletleri arayışına doğru yönlendirilirken, Türkiye Cumhuriyeti Avrupa ve Asya kıtaları arasında sahip olduğu jeopolitik konumunu iyi değerlendirerek hareket etmek zorundadır. Avrupa otuz ulus devletten oluşan bir kıtasal birliği gerçekleştiremediği aşamada, geri dönerek Orta Çağ Avrupa’sında beş yüz şehir devletinden oluşan bir yapılanmaya yönelmektedir. Bu açıdan Avrupa modeli şehir devletleri oluşumu, Kemalist Cumhuriyet tarafından kabul edilemez. Ayrıca laik Türk devletinde İsrail gibi bir dini örgütlenme ya da çökmüş olan Sovyetler Birliğinde olduğu gibi, yerel yönetimlerin şuralar biçiminde örgütlenmesi de ulusal devlet yapılanması açısından hiç bir zaman düşünülemez .Kuvayı Milliye döneminde Kars’da toplanan  yönetim arayışının Kars Şurası yönetimi olarak  gündeme getirildiğini  hiçbir zaman unutmamak gerekmektedir .Türkiye cumhuriyeti üniter bir ulus devlet olarak kurulduğu için  Kars Şurası benzeri Sovyet yapılanmaları Anadolu yarımadası üzerinde örgütlenememiştir. Avrupa kendi köklerine dönerken şehir devletleri ile karşılaşıyorsa, Türkiye’de kendi kökenlerine dönerken hem Asya tipi üretim tarzı hem de imparatorluk arazilerine dönüş senaryoları ile karşı karşıya kalmaktadır. Avrupa tarihinde görülen eski şehir devletlerinin Asya topraklarında ortaya çıkması bugünün büyük ve güçlü devletleri düzeninde mümkün görünmemektedir.
                Cumhuriyetçi Birlik Platformu, bir toplumsal insiyatif ve de aynı zamanda ulusal bir refleks olarak yirmi birinci yüzyılın başlarında ortaya çıkmış ve bugünlere kadar gelmiştir. Avrupa, Amerika, İsrail gibi üç büyük emperyalist merkezin kendi projeleri üzerinden ele geçirmek istedikleri merkezi coğrafyanın tam ortasında bugün her şeye rağmen Atatürk Cumhuriyeti varlığını sürdürmektedir.  Yüz yıl önce dünya yeniden imparatorluklar sonrasında biçimlendirilirken, Avrupa’dan kaynaklanan ulus devlet modeli ile Türkler hükümranlık düzenlerini yenilemişlerdir. Kuzey bölgesindeki sosyalist sistemin özelliklerinden de yararlanarak, Türk modelinin sentezini oluşturan altı ilkenin üçü olarak devletçilik, halkçılık ve devrimcilik esasları benimsenmiştir.  Bugünün koşullarında Türk cumhuriyetçilerinin hem tarihsel süreci hem de jeopolitik konumu dikkate alarak gerçekçi bir cumhuriyetçilik anlayışı içinde hareket etmeleri gerekmektedir. Ancak o zaman hem dünyadaki değişmeler doğrultusunda bir yeni yapılanmalara gidilebilir. Tam bu aşamada dağılarak yok olmamak üzere de ulusal kurtuluş savaşından gelen kuruluş modeline sahip çıkarak, biz olma hakkını Türk ulusu ve cumhuriyet rejimi benimsemek durumundadır. Ulusal toplum ve ulus devletlerin esası olan ulusalcılık anlayışının korunabilmesi ve sürdürülebilmesi için güçlü bir cumhuriyetçi akıma gereksinme vardır. Atatürk bunu dikkate alarak gerçekçi bir cumhuriyet rejimi kurmuş ve aynı zamanda uygulanan ulus devlet anlayışı ile de topluma kucak açılmıştır. Bu bölgede kendilerine bağımlı şehir devletleri, şura yapılanmaları, dini şehirleşme girişimleri ya da otonom yerel yapılanma arayışlarının önü kesilmek isteniyorsa, yeniden uluslaşmayı ve cumhuriyet devletinin güçlendirilmesini sağlayacak ulusal programlar ile cumhuriyetçi yapılanmalara gereksinme   vardır. Bu kadar karışık bir ortamda Türkiye Cumhuriyeti varlığını sürdürürken, kendisini tehdit eden her gelişmeyi yakından izlemeli ve bunların kendisini tehdit etmesine asla izin vermemelidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar olması ancak böylesine aktif tutumlar ile mümkün olabilecektir. Bu koşullar altında her cumhuriyetçinin, ya cumhuriyetçi partiler çatısı altında ya da cumhuriyetçilik platformları aracılığı ile, uyanık bekçilik görevlerini yerine getirmeleri zorunluluk kazanmaktadır.
                Cumhuriyetçi Birlik Platformu, on yıla yakın devam eden çalışma döneminde, Türkiye’deki cumhuriyetçi birikimi ülkenin önde gelen düşünce ve bilim adamlarının katkıları ile bugünlere taşımıştır. Hareket aynı zamanda Atatürk modeli cumhuriyet devletimiz açısından ortaya çıkan gelişmeleri ve değişmeleri yakından izleyerek, Türkiye için alternatif olabilecek çeşitli planlar ve projeler de geliştirerek, cumhuriyet rejiminin sonsuza kadar devam edebilmesi için yoğun çalışmalar sergilemiştir. Ülkeye ve rejime karşı gelişen bütün tehditlere ile mücadele edilirken, şehir devletleri ve bölgesel devletler gibi emperyalist projelerin gündeme getirdiği tehlikelerle de yakından ilgilenerek, Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin önümüzdeki çağlarda da varlığını koruyarak, yoluna devam edebilmesi için her türlü özveri ile çalışmalarını sürdürmektedir. Platform üç kıta arasındaki çağdaş cumhuriyet modelinin örnek olmaya devam etmesi insanlığa katkıda bulunmayı sürdürecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder