23 Ocak 2022 Pazar

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER HAREKETE GEÇMELİDİR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER HAREKETE GEÇMELİDİR

                 İnsanlık tarihi bir anlamda “insan insanın kurdudur” özdeyişini doğrulayacak biçimde birçok savaş, çatışma ve kavgalarla dolu bir olumsuz bir geçmişi bugünün dünyasına yansıtmaktadır. İlk çağlardan bu yana insanoğlunun yaşamından çekişme, çatışma ve kargaşa hiçbir zaman eksik olmamıştır. İlkel toplumdan Ortaçağ’a, aydınlanma döneminden modern çağlara gelene kadar bir çok savaş yıllar boyunca insanların önüne çıkmıştır. İnsanlar güvenlik içinde yaşamak, bulundukları ülkeler de her türlü tehlikeden uzak durmak, içinde bulundukları bölgeyi tehdit eden bütün sorunlar ile gerekirse savaşarak haklarını savunmak için tarih boyunca her türlü mücadele ile karşı karşıya kalmışlardır. İnsanların doğal yapılarında var olan itişme ve çekişme eğilimleri her dönemde patlama olayları aracılığı ile toplumsal yaşamı tehdit etmiştir. Doğası gereği bir sosyal yaratık olan insanlar toplumsal düzen içerisinde birbirleriyle uğraşmak zorunda kalmışlardır. Farklı görüşler ve düşünceler nedeniyle ayrı ayrı hareket etmek durumunda kalan insanlar, hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük için yaşam kavgası verirken, bazen çekişme ve çatışmaların ortasında kalmışlar ve zaman içerisinde ortaya çıkan devletleşme eğilimleri, bir otorite merkezi çevresinde toplumsal düzenin yeniden kurulması için insanlığa barış ortamı sağlamıştır.

                İnsan her yerde insan olduğu için kendi toplumundaki kişiliğini sonraları evrensel alana taşımış ve ulusların oluşumu sonrasında ortaya çıkan uluslararası alanda gene benzeri çekişme ve çatışma ortamlarının sürdürücüsü konumunda olmuştur. Belirli bölgelerdeki uzun süren ortak yaşamlar ulusal toplumları dünya sahnesine çıkartırken, insanlar arasında geçmişten gelen çatışma eğilimleri yeni dönemde uluslararası alana yayılmış ve bu durumun sonucu olarak da dünya tarihi uluslararası savaş olguları ile belirginlik kazanmıştır. Zaman içinde devletler arası çekişmeler güç kavgasına dönüşürken hegemonya kavgası daha da şiddetlenerek devam etmiştir. Uluslaşma süreci aynı zamanda uluslararası savaşların tırmandığı bir dönem olmuştur. İnsanlar arasındaki çekişmeler toplumsal barış düzenlerini tehdit ederek ortadan kaldırırken, uluslararasındaki çekişmeler yüzünden dünya barışı uzun süreli kalıcı yaşam düzenleri çerçevesinde korunamamıştır. Yeryüzü kıtaları bu yüzden dünyanın her bölgesinde çatışma alanları olarak halk kitlelerinin sürekli savaşlar aracılığı ile ezilip yok olmasına giden olumsuz bir durum yaratmıştır. Yüzyıllar boyunca sürüp giden savaşlar yüzünden insanoğlu fazlasıyla acılar içinde kalmış ve ezilmiştir.

                Tarih öncesi yıllarda başlamış olan çatışma süreci, ilkçağlar ve orta çağları aşarak geride bıraktıktan sonra, yeni ve yakın çağlara doğru gelişmeleri besleyerek insanlığın mahvını günümüze doğru taşımaya yöneldiği aşamada, insanların yok oluşunu önlemek üzere harekete geçen bazı bilim ve felsefe adamlarının evrensel barış düzeni kurulması yönünde çalışmalar yaparak ve çeşitli eserler yayınlayarak, evrensel barışa dönük  daha adil bir dünya oluşumu için çaba göstererek yararlı olmaya  çalışmışlardır. Hugo Grotius’un başını çektiği doğal hukuk ekolü evrensel bir barış düzeni oluşturmak üzere öne sürülmüştür. İnsanların doğuştan gelen hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınarak korunabilmesi için ulusal ve uluslararası hukuk düzenleri kurularak her türlü savaş ve çatışmaya dönük gelişmelerin önüne geçilmesi için çalışılmıştır. İnsanların doğuştan gelen hak, hukuk ve özgürlüklerinin kutsal sayılması doğrultusundaki eğilimlerin daha sonraki aşamalarda tek tanrılı dinler tarafından da benimsenmesiyle birlikte, yeryüzünde barış ve adalet arayışları anlam kazanmıştır.  Orta çağ döneminde din olgusunun öne geçerek daha etkin bir konuma gelmesi üzerine, devletlerin yanı sıra din merkezleri de doğuştan gelen hak ve özgürlüklerin kutsallık amacı doğrultusunda korunabilmesi için devletlere paralel örgütlenmeler geliştirmişlerdir. Din ve devlet ilişkileri bu aşamada bir arada yürütülmeye çalışılınca, ülke ve bölgelerin koşullarına göre yapılanmışlardır.

                İspanya’da kurulmuş bulunan Endülüs uygarlığının çöküşü üzerine sona eren Orta çağ dönemi geride kalırken, insanlık yeni çağlara doğru bir arayış ve mücadele ortamına girmiştir. Bu doğrultuda çabalar devam ederken, uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Avrupa kıtasının Atlantik kıyısındaki ülkeler, denizlere ve okyanuslara açılarak beş yüzyıl sürecek bir sömürgecilik dönemini başlatıyorlardı. İngiltere, Fransa ve İspanya gibi büyük devletler yanında Hollanda, Belçika ve Portekiz gibi sonradan olma küçük devletler Atlantik okyanusu kıyısındaki liman kentlerinden yararlanarak, okyanuslar üzerinden denizlere açılıyorlar ve bu doğrultuda denizler üzerinden de tüm yeryüzü kıtalarına ulaşabiliyorlardı. Altı batı Avrupa ülkesinin başlatmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal planları doğrultusunda sömürgecilik başlatılarak bütün dünya ülkelerine doğru yaygınlaştırıldı. Dünyanın birçok bölgesinde sömürgecilik yayılırken, hedef haline gelen sömürge devletleri de kendilerini koruyabilmek üzere savunma savaşlarına yöneliyorlardı. Dünyanın orta bölgelerinde imparatorluklar çekişirken, Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyalistleri evrensel düzeyde müdahaleler aracılığı ile hegemonyalarını genişletebilmenin yollarını arıyorlardı. Dünya ülkelerinin yeraltı kaynakları ve yerüstü pazarlarının paylaşım kavgası savaşları, her zaman için devam edip gitmiş ve bu yüzden de dünya barışı ideali gerçekleşmesi çok zor olan bir düş olmanın ötesine gidememiştir. Modern çağların uygarlığına doğru ilerleme gösteren insanlık tarihinin son dönemlerinde, savaşların yarattığı büyük yıkım ve katliamlara karşı birleşik bir dünya gücünün oluşturulması ve bunun hızla örgütlenerek bütün dünya ülkelerini çatısı altında toplayarak istenen barış düzenine geçişin hemen gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Beş yüz yıllık sömürgeciliğin sona erdirilebilmesi için başlatılan barış çalışmaları, daha sonraki aşamada güçlü bir uluslararası organizasyona dönüştürülerek, küresel bir örgüt arayışı gündeme getirilmiştir.

                Dünya çapında bir uluslararası örgütlenmenin kurulabilmesi ancak bir dünya savaşı sonrasında mümkün olabilmiştir. Orta Avrupa ülkeleri ulusal birliklerini gerçekleştirmede geç kalınca, Almanya ve İtalya gibi güçlü ulus devletlerin Atlantik kıyısındaki devletlere oranla sınırlarının ötesindeki bölgeler ile ilgilenmeleri zaman almıştır. Orta Avrupa devletleri sömürgeciliğe yönelirken dünya kıtalarını paylaşmış olan Atlantik ülkeleri böylesine bir yeni gelişimi önleyebilmek üzere her yolu denemişler ama daha sonraki aşamada, Avrupa kıtası ile Atlantik devletleri Birinci dünya savaşına doğru sürüklenerek kesin bir hesaplaşmaya doğru yönelirlerken, devletlerarası düzen yerinden oynamıştır. Birinci dünya savaşı yeryüzünün bütün kıtaları üzerinde cereyan ederken, imparatorlukların çökmesi üzerine savaş daha da şiddetlenerek, milyonlarca insanın kısa zaman içerisinde ölümüne neden olmuştur. İnsan zayiatı giderek fazlalaşınca, savaşı sona erdirme girişimleri artmış ve Batı Avrupa devletlerinin öncülüğünde 1919 tarihinde imzalanan Versay Protokolu aracılığı ile Milletler Cemiyeti adı altında bütün dünya devletlerini bir araya getirmeyi amaçlayan evrensel bir örgütlenme tamamlanmıştır. Uluslar ve ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü, her türlü saldırı ve işgal girişimlerine karşı gerekli olan güvenlik önlemlerinin alınması, küresel ya da uluslararası sorunların tüm ülkelerin çıkar ve düzenlerine dikkat ederek çözüme kavuşturulması gibi konularda çalışmalar yaparak, bu gibi sorunların ortadan kaldırılmasıyla barışa giden yolu açabilmeyi hedefleyen Milletler Cemiyeti, tüm iyi niyetli çabalara rağmen ancak çeyrek yüzyıllık bir yaşama sahip olabilmiştir. Evrensel barışı gerçekleştirmek üzere kurulmuş olan bu örgüt, tüm çabalara rağmen ikinci dünya savaşının çıkışını önleyememiştir. Yirminci yüzyılın ortalarında gündeme gelen ikinci dünya savaşı birincisinden çok daha fazla insanın kaybına neden olunca, bu kez savaşın bitişi ile birlikte iflas eden Milletler Cemiyetinin yerine Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur. İkinci dünya savaşının korkunçluğu Amerika ve Fransa gibi ülkelerde barış arayışını öne çıkarınca, ABD başkanı Wilson bazı prensipleri ortaya koyarak, bu ilkeler doğrultusunda uluslararası alanda bütün devletleri bir araya getirecek Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasını istemiştir. Böylece 1920 tarihli Versay Antlaşmasının geride kaldığı yeni aşamada I945 tarihli San Fransisco   kongresi ile Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur.

                Adalete dayalı yeni bir uluslararası sistem kurmayı amaçlayan Milletler Cemiyetinin görevi iki yönlü bir yapıya sahipti. Savaşları önleyerek ya da bastırarak uluslararası güvenliği güvence altına almak ve toplumsal ya da kültürel gelişmeyi desteklemek amacıyla her alanda uluslararası işbirliğini kurmak, Milletler Cemiyeti’nin ana çalışma alanları olarak gündeme geliyordu. Örgüte üye olan devletlerin siyasal sınırları içinde bağımsızlıkları güvence altına alınıyor ve üye devletler arasında karşılıklı olarak saygıya dayanan yeni bir uluslararası düzen oluşturuluyordu. Kültürel ve diplomatik alanlarda da ülkeler arasında karşılıklı işbirliğini ve dayanışmayı sağlamak üzere, Milletler Cemiyetine önemli görevler veriliyordu. Milletler Cemiyetinin görevleri uluslararası protokol ile belirlenirken bu döneme kadar ortaya çıkmış olan bütün sorunlar dikkate alınarak hareket ediliyordu. Otuz iki kurucu üyenin yanı sıra on iki devlet de katılımcı üyeler olarak kuruluş çalışmalarına davet ediliyorlardı. Örgüt meclisi, yönetim konseyi ve sekreterya gibi organlardan oluşan Milletler Cemiyeti, bir anlamda üye devletlerin eşit statüde girdiği bir devletler konfederasyonu olarak siyaset sahnesine giriyordu. Amerikan senatosunun Versay antlaşmasını onaylamaması, Brezilya’nın üyelikten çekilmesi, I929 ekonomik krizinin dünyayı sarsması ile beraber ikinci dünya savaşının patlak vermesi de Milletler Cemiyetinin ölü olarak doğmasına ve fazla etkinlik gösterememesi gibi olumsuz bir durumu ortaya koyuyordu. İkinci dünya savaşının çıkışını önleyemeyen ve bu doğrultudaki gelişmeleri izlemekle yetinmek durumunda kalan Milletler Cemiyeti, bu savaşın sona ermesinden sonra daha güçlü bir uluslararası örgütlenmeye gidilmesi ile yerini Birleşmiş Milletler örgütüne bıraktı. Dünya da barış ve güvenliği korumak, hak eşitliği ve kendi kaderini belirleme ilkeleri temelinde ülkeler arasında dostluk ilişkilerini geliştirmek, sosyal ve ekonomik sorunları çözerken uluslararası işbirliğini sağlamak amacı ile 24 Ekim 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler örgütü resmen kurulmuştur. Gevşek konfederasyon statüsünde daha önce kurulmuş olan Milletler Cemiyeti örgütlenmesinin başarısızlığı dikkate alınarak yeni kuruluş daha merkezi ve güçlü bir yapılanma çerçevesinde oluşturulmuştur. İkinci dünya savaşının çıkmasına neden olan mihver ülkelere karşı bir araya gelen 51 devletin imzaladığı protokol ile Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluşu tamamlanmıştır.

                Birleşmiş Milletler örgütünün birinci amacı dünyada barışı ve güvenliği öncelikli olarak korumaktır. Kuruluş sırasında dünyanın önde gelen beş büyük gücünün içinde yer aldığı güvenlik konseyi örgütün üst yönetim ve karar organı olarak tesis edilmiştir. Örgütün uluslararası alanda etkinliğini artırmak üzere beş büyük devletin gücü bir araya getirilerek güvenlik konseyi adı altında bir güvence yapılanması örgüt yönetiminde öne çıkarılmıştır. Uluslararası alanda dünya devletlerinin karşı karşıya gelmeleri ya da büyük devletlerin anlaşamamaları gibi olumsuz durumlarda, beş büyük devletin bir araya gelerek alacağı kararlarla dünya güvenliğinin güvence altına alınması planlanmıştır.  Ayrıca, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Meclisi, Uluslararası Adalet Divanı da Güvenlik Konseyi ile birlikte Birleşmiş Milletler çatısı altında oluşturulan diğer kurumsal yapılardır. Bu temel organların yanında, Birleşmiş Milletler’in uluslararası ilişkilerde gereksinme duyulan her alanda kendine bağlı örgütlenmelere gitme olanağı statü protokolü ile tanınmıştır. Bu doğrultuda ,Ticaret ve Kalkınma Konferansı, Kalkınma Teşkilatı ,Eğitim ve Bilim Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü, Gıda ve Tarım Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Çalışma Örgütü, Düşünce Hakları Kurumu, Çevre Programı, Denizcilik Kurumu, Çocuk Fonu, Nüfus Hareketleri Enstitüsü, Sivil Havacılık Kurumu, Telekomünikasyon Birliği, Atom Enerjisi Ajansı, Sınai Kalkınma Örgütü, Evrensel Posta Birliği, Sermaye Geliştirme Fonu, Çocuk Fonu, Mülteciler Yüksek Konseyi gibi uluslararası kuruluşların hemen hemen hepsi Birleşmiş Milletler Teşkilatının çatısı altında, kurucu protokolün maddeleri doğrultusunda kurulmuştur. Birleşmiş Milletlerin dünya barışı ve evrensel adalet anlayışı içinde bütün bu kuruluşlar çalışmalarını sürdürmektedirler. Dünya işlerinin aksamadan yürütülebilmesi için bütün bu kuruluşların Birleşmiş Milletlere bağlı bir statüde çalışmalarını sürdürmeleri karar altına alınmıştır. Daha önceden yaşanan Milletler Cemiyeti döneminin olumsuz yansımaları doğrultusunda gevşek ya da yumuşak bir yönetim modeli kabul edilmemiştir.

                Birleşmiş Milletlerin çalışma alanları esas olarak dört ana başlık altında toplanabilmektedir. Barışın kurulması ve sürdürülmesi, siyasal gelişmelerin dünya düzenini bozmaması, ekonomik ve sosyal gelişmelerin insanlığın yararına yönlendirilmesi ve adalet ile hukuk alanındaki yeni gelişmelerin izlenerek var olan düzen ile uyumunun sağlanması gibi alanlarda, Birleşmiş Milletler örgütü üzerine düşen görevleri yerine getirerek dünya yönetiminin gerektirdiği resmi adımların atılmasını sağlamak zorundadır. Barışın korunabilmesi için silahsızlanma, saldırganlık ile mücadele ve çatışmaların önlenmesi gibi etkinlikler ana çalışmalar olarak yürütülmüştür. Birleşmiş Milletlerin kuruluşundan bu yana yarım yüzyıllık bir zaman geçmesine rağmen yeryüzünün çeşitli bölgelerinde savaşların ve her türlü çatışmanın sürüp gitmesi nedeniyle, tam anlamıyla bir evrensel barışın gerçekleştirilemediği görülmektedir. Şimdiye kadar sürüp gelen çatışma konularının bir türlü çözüme kavuşturulamaması yüzünden, mutlak anlamda bir dünya barışı bugüne kadar yeryüzünde gerçek olamamıştır. Uluslararası alanda rekabet ve çekişmeler sıcak çatışmalar düzeyinde devam ettiği için dünya çapında kalıcı bir dünya barışı bir türlü gerçek olamamaktadır. Bu doğrultudaki bütün çabalara rağmen yirminci yüzyılda iki büyük dünya savaşının çıkarak milyonlarca insanın ölümüne neden olması, uluslararası alandaki barış çabalarının umutsuzluğa doğru yönlenmesine yol açmıştır. Umut insanlığın geleceği için bir beklenti olmaktan çıktığı zaman, daha karamsar yaklaşımların öne geçerek çatışma ortamının daha fazla siyasal gündemi işgal ettiği görülebilmektedir.

                Birleşmiş Milletler örgütünün siyasal gelişmeleri izleme ve destekleme görevi ana statüsünde belirtilen maddeler doğrultusunda, toplumların çıkarlarının önceliğinin benimsenmesi ve gene bu doğrultuda toplumların çıkarlarının üstünlüğünün sağlanması, ayrıca her toplumun bu çizgide kendileri ile ilgili özlemlerini özgürce dile getirme hakkının tanınması biçiminde gerçekleştirilmektedir. Tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri her ülkenin uluslararası alanda özgürce var oluşunun ödüllendirilmesidir. Himaye yönetimi ile birlikte özerk olmayan ülkeler yönetimi gibi durumlarda, Birleşmiş Milletler çatısı altında geliştirilen özel uygulamalar üzerinden kendini yönetemeyen ülkeler için vesayet rejimleri kontrol altında uygulanabilmektedir. Her devletin kendini yönetmesi her ulusun kendi geleceğine egemen olması, uluslararası hukuk sisteminin ana esasları olarak insanlığa bugün yol göstermektedir. Devletlerin ve ulusların kendi kendilerini yönetebilmeleri ve diğer uluslar ile rekabet edebilecek derecede güçlü bir konuma gelebilmeleri, gene Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulmuş olan vesayet rejimi ya da dominyon idaresi gibi uygulamaları gündeme getirmektedir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, beş yüz yıllık sömürgecilik geçmişinden gelen imparatorluklar tasfiye edilirken, harita üzerinde yer alan bağımsız devlet sayısı yirmili rakamlardan iki yüzlü rakamlara doğru bir gelişme göstermiştir. Birleşmiş Milletlerin koruyucu kolları manda ve himaye rejimleri aracılığı ile eski sömürge yönetimlerinin bağımsız devletlere dönüşmesi gerçekleştirilmiştir. Önceden kurulan devletlerdeki manda ve himaye rejimlerine son verilirken, yeni kurulmakta olan devletler için bu gibi yardımcı rejimlerin Birleşmiş Milletler aracılığı ile yürütülmesine dünya barışı açısından öncelik verilmiştir. Sömürge statüsünden bağımsız ulus devlet yapılanmasına geçiş sürecinde diğer devletler aracılığı ile müdahale edilmesini önlemek için, Birleşmiş Milletlerin koruyucu şemsiyesi altında geçiş aşaması yapılandırmaları tamamlanmaya çalışılmıştır. Yeni bağımsız olan devletlere yardım programları sürekli olarak devam etmiş ve yeni devletlerin de eskilerinin konumuna eşit haklar çerçevesinde ulaşabilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Sömürgecilik yeryüzü haritasından silinirken eski sömürgelerin dünya devletleri sistemi içinde daha güçlü bir yere sahip olmaları için Birleşmiş Milletler yardım ve destek programlarını devam ettirmiştir. Tek bir emperyalist devletin ezici hegemonyası altında yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan yeni bağımsız devletlerin, Türkiye’nin kurucu önderi Atatürk’ün söylediği gibi dünya milletler ailesinin eşit koşullarda onurlu üyeleri olabilmeleri için Birleşmiş Milletlerin koruyucu ve destekleyici kollarının her zaman için devreye girmesi gerekli olmuştur.  Dünya barışının zorunlu kıldığı yerlerde ve aşamalarda, bir insanlık örgütü olan Birleşmiş Milletler her zaman için genç cumhuriyetlerin ve yeni devletlerin yardımına koşmuştur.

                Birleşmiş Milletler siyasal yardımlarının yanında aynı zamanda sosyal ve ekonomik alanlarda da çeşitli programlar ve örgütlenmeler aracılığı ile ülkelerin ve halkların gereksinmelerini karşılamaya çalışmaktadır. Batı dünyasının gelişmiş ülkelerinin dışında kalan bütün az gelişmiş ya da gelişmekte olan devletlere ulaştırılan Birleşmiş Milletler yardım programları, bugünün dünyasını felaketlere ya da beklenmeyen durumlara karşı kollamaya çalışmaktadır. Dünya ülkelerinin birbirine yardım etmesi ve ortak yardım programlarının devreye sokulması sürecinde, Birleşmiş Milletler örgütü her zaman için koordinatör olarak programlama ve uygulama sorunlarının çözümünde etkili olmuştur. Dünya ülkelerinin daha hızlı kalkınabilmesi için gerekli olan teknik ve bilimsel destekler, Birleşmiş Milletlere bağlı olan kuruluşlar aracılığı ile dünyanın her köşesine ulaştırılmaya çalışılmıştır. Asya ve Afrika ülkelerinin yoksulluktan ve çağdışı olumsuz koşullardan kurtulabilmeleri için Birleşmiş Milletler öncü çalışmalar yapmış ve bir misyoner örgütü gibi hareket ederek, Asya ve Afrika ülkelerinin bir an önce kalkınmaları için özel programlar uygulamıştır. İnsan haklarının ve insanların onurlu koşullarda yaşayabilmeleri için bu uluslararası kuruluş bir misyoner örgütü gibi yoğun çalışmalar yaparak, eski ve yeni ülkeler arasındaki farkların en az düzeye indirilmesine çalışmıştır. İnsanların doğuştan gelen temel hak ve özgürlüklerinin gerçeklik kazanabileceği gerçekçi bir ortam yaratılarak, uluslararası alanda eşit düzeylerde bir yaşam düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır. Geri kalmış ülkelerin yaşam düzeyleri yükseltilirken var olan eşitsizlikler ve uyumsuzlukların ortadan kaldırılmasına öncelikle yer verilmiştir. Birleşmiş Milletler her yönü ile uluslararası alanda öncülük yapmıştır.

                Adalet ve hukuk alanı Birleşmiş Milletlerin insanlığa yardım ettiği başlıca alanlardan birisi olmuştur. Ulusal yargıların üzerinde her yerde geçerli olacak bir uluslararası yargı sistemi, ilk olarak Birleşmiş Milletler örgütünün çatısı altında oluşturularak  hukuk alanındaki çalışmalara başlanmıştır. Uluslararası Adalet Divanı ulusal sınırların ötesine giden ve tüm insanlığa yönelen insanlık suçlarının önlenebilmesi doğrultusunda bir hukuk savaşına girişmiştir. Dünya düzeyinde etkin bir hukuk düzeni oluşturabilmek amacıyla, insanlık suçlarının önlenebilmesine öncelik tanınmıştır. Ülkeler arasındaki çekişme ve çatışma konuları da bu yoldan Adalet Divanı’na taşınarak hukuki çözüm yaratılabilmesine dikkat edilmiştir. Ayrıca örgüt içinde çeşitli Uluslararası Hukuk Komisyonları kurularak en önemli sorunların çözüme kavuşturulabilmesi için çeşitli alternatif yollar denenmiştir. Yeni kurulan devletler ve ülkelere hukuk yardımlarını artırmak üzere daha özel çalışmalar gündeme getirilmiştir. Dünya ülkelerinin daha adil ve barışçı bir düzen içinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için Birleşmiş Milletler örgütü seferber olmuştur. Hukuk yollarının denendiği ama sonuç alınamadığı durumlarda dostça ilişkiler komiteleri kurularak, dünyadaki barış ortamı içinde aynı çizgide çözüme yönelen yaklaşımlar geliştirilmeye çalışılmıştır. Ulusal yargı sistemlerinin ve değişik ülkelerdeki yargı organlarının adalet hizmetlerini karşılayamadığı durumlarda, Birleşmiş Milletlerin bütün organları barış, adalet ve eşitlik sağlama hedefinde devreye girerek bütün dünyanın güvenlik şemsiyesi altında varlığını güvence altına almaya çalışmaktadır. Modern çağların önde gelen insanlık örgütü olarak ortaya çıkan Birleşmiş Milletler örgütü günümüz uygarlığının en önde gelen temsilcisi olarak üzerine düşen görevlerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Birleşmiş Milletler kuruluşunu yaratan insanlık bilincinin günümüz uygarlığının sorunlarına çözüm ararken, öncelikle bu örgüte bağlı kuruluşların devrede olduğu bir uluslararası yaklaşımı öne çıkararak tüm tarafların çıkarlarına dikkat eden bir küresel denge arayışı içinde olması gerekmektedir. Yeryüzü haritasında var olan iki yüzden fazla devletin birbirlerinden çok farklı konum ve koşullara sahip olduklarını dikkate alarak hareket etmesi gereken Birleşmiş Milletler, insanlığın bugün gelinen aşamada tehdit altında kalmasına neden olan sorunlara gerçekçi bir biçimde sahip çıkması gerekmektedir. Sovyetler Birliğinin yıkılması ve sosyalist sistemin dağılması üzerine soğuk savaş döneminin geride kaldığı ve bugünkü dünyanın yeniden sıcak çatışma sorunları ile karşı karşıya geldiği artık iyice kesinleşmiştir. Dünya savaşları çıkmasın diye kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütü günümüzde soğuk savaş döneminin durgunluğundan kurtulamadığı ve bu nedenle de yeni dönemin sıcak çatışma konularında pasif davranarak geride kaldığı açıkça görülmektedir.

                İkinci dünya savaşından sonra yaşanan yarım yüzyılı aşkın zaman dilimi içinde Birleşmiş Milletler örgütünün bir türlü soğuk savaş durgunluğundan uzaklaşamadığı ve bu nedenle de küreselleşme olgusunun devreye girmiş olduğu son dönemde gündeme gelen yeni gelişmelerin dışında kaldığı görülmektedir. Büyük devletlerin sahip oldukları geniş olanakları kullanarak yeni dönemin önderliğine soyunduğu bir aşamada, Birleşmiş Milletler örgütünün geride kalması ve birçok alanda yeterli bir çalışma düzeni kurulamadığı için eskisi gibi uluslararası gelişmelere uyum sağlayamadığı anlaşılmaktadır. Küreselcilerin her alanda cirit attığı bir dönemde, yeniyi ve geleceği temsil etme iddiasındaki yeni yapılanmaların tamamının modern çağların ötesine giderek, bir anlamda eskisine oranla çok daha karşıt düzeyde bir modernleşme çizgisini post-modernizm adı altında geçerli kılmaya çalıştıkları görülmektedir. Bilimsel devrimler sonrasında insanlığın yaşamış olduğu beş yüzyıllık yeni ve yakın çağlar döneminde bütün gelişmelerin bilimsel devrimler çizgisinde olmasına dikkat edilmiş ve Birleşmiş Milletler de kendi örgütlenmesinde içinde barındırdığı Unesco Teşkilatı aracılığı ile, bilim ve teknoloji alanlarının verilerini dikkate alarak yoluna devam etmeye çalışmıştır. Ne var ki, teknik alandaki çok hızlı gelişmeler, uzay çağına geçilmesi ve de elektronik devriminin yerleşik yaşam ve çalışma düzenlerini bozması üzerine hem ülkelerdeki devlet yapılanmaları hem de bu devletlerin bir araya gelmesiyle oluşan uluslararası örgütlenme biçimleri değişmek zorunda kalmıştır. Kısa adı ile Post-modern çağlara girilmesiyle birlikte hem devletler hem de uluslararası düzenler ciddi anlamda bir değişim aşamasına sürüklenmiştir. Dünyanın nereye geldiği ve nereye gittiği konuları eskisi gibi kesin bir çizgide belirlenememiş, Newton fiziğinin belirliliğinden Kuantum fiziğinin belirsizliğine doğru bir geçiş yapılırken, dünyada bulunan her şeyin sabit görünümleri belirsiz bir geleceğin karışıklığına doğru ilerleme göstermiştir. Bu çerçevede düzenli bir dünya isteyenlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında düzen arayışları geride kalırken, Post-modernizm adı altında her türlü belirsizliği ve karışık ihtimalleri öne çıkaran bir hayalcilik, sanal dünya yapılanması üzerinden küresel bir kaos düzenine doğru insanlığı sürüklemektedir.

                Küresel güvenlik ve insanlığın düzenli bir geleceğinin güvence  altına alınabilmesi amacıyla kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütü küresel sermayeyi kontrol eden batının önde gelen zenginlerine karşı eskisi gibi hak, hukuk ve hakkaniyet kavramları üzerinden Birleşmiş Milletler etkili olamamakta, sermaye sahiplerinin oluşturduğu ekonomik yeni düzen üzerinden batı blokunun zengin büyük ülkeleri yeni bir dünya düzenini kendi çıkarları doğrultusunda tüm insanlığa dayatmaya başladıkları bir aşamada, bütün dünya nükleer silah yarışları doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir. Post-modernizm, modern bilim ve teknoloji düzenlerini alt üst ederken, modern çağların getirmiş olduğu bilimsel ve hukuksal düzenin yapılanmaları ile düzenlilik ve güvence sistemlerinin devre dışı kaldığı ve bu doğrultuda bir karışıklık ortamına doğru geçilirken eski yapıların güçlerini yitirdikleri görülmektedir. Ne yazıktır ki, bugün gelinen aşamada ulus kavramı ortadan kalkarken ve bu doğrultuda uluslara dayanan uluslararası alan eski düzeninden uzaklaşırken, tüm uluslararası örgütler gibi Birleşmiş Milletler örgütünün de eski gücünü yitirdiği ve bu doğrultuda dünya kamuoyunu işgal eden çekişme, çatışma ve savaşlar gibi evrensel barışı tehdit eden tehlikelere karşı gereken önlemleri alamadığı ve bu yüzden de evrensel barış projeleri doğrultusunda örgütlü bir barış yapılanmasını, dünya ülkeleri üzerinde eskisi gibi bir koruyucu şemsiye olarak öne çıkaramadığı anlaşılmaktadır. Tarihin ortaya koyduğu gibi dünya hegemonyasına dönük dış politika yürüten büyük devletlerin daha geniş alanlarda imparatorluklar oluşturmak istemeleri yüzünden orta ve küçük boy devletlerin geleceği tehlikeye atılmaktadır. Sahip olduğu geniş olanaklar ve bağlı kuruluşlar aracılığı ile insanlığın gereksinmesi olan konularda yardım sağlayan Birleşmiş Milletlerin eskisi gibi etkin hizmet üretemediği görülmektedir. Post-modern uygulamalar ve yapılanmalar aracılığı ile devre dışı bırakılan modern orduların güç kaybederek devre dışı kalması yüzünden dünya barışı tehlikeye girerken, Birleşmiş Milletler üyesi olan devletlerin çekişmeleri bırakarak, yeni kurulacak bir Dünya Ordusu çatısı altında birleşmeleri kalıcı bir güvenlik açısından daha etkili olacaktır.

                Soğuk savaş döneminden kalma bir güvenlik örgütü olan Nato, eski işlevini yitirmesine rağmen günümüzde batılı emperyalist devletler tarafından sanki dünya güvenlik örgütüymüş gibi insanlığın önüne çıkartılmaktadır. Sosyalist sistem çökerken, bu sistemin güvenlik örgütü olarak Varşova paktı feshedilmiştir. Kapitalist sistemin karşıt güvenlik örgütü olan Nato’nun da bu aşamada tasfiye edilmesi gerekirken, ABD hegemonyasına dayanan dünya sisteminin bekçisi konumunda Nato örgütü muhafaza edilmiştir. Soğuk savaş döneminin kamplaşması geride kalırken, Nato’nun eskisi gibi feshedilmeden korunması batı bloku dışında kalan ülkeler üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Nitekim Rusya yeni dönemde bir batı hegemonyası ile karşılaşmamak üzere, Kollektif Güvenlik örgütü adı altında yeni bir savunma örgütü ile, savaş ve askeri gösterilere karşı yeni dünya dengeleri çizgisinde hegemonya ağırlığını koymaya çalışmıştır. Küreselcilerin batı kapitalizmi merkezli hareket etmesi yüzünden, Birleşmiş Milletler örgütüne ordu kurdurulmamış ama problem çıkan bölgelere Birleşmiş Milletler Barış Gücü adı altında küçük Birleşmiş Milletler askeri birlikleri gönderilmek zorunda kalınmıştır. Böylece devlet ordularının çarpışma noktasına geldiği çekişme noktalarına Birleşmiş Milletlerin askeri birlikler aracılığı müdahale etmesinin önü açılıyordu. Problemli yerlere küçük Barış Güçleri gönderilerek tam anlamıyla barışın sağlanamadığı ortaya çıkması nedeniyle, artık Birleşmiş Milletler Genel kurulunun yaptırımlı kararları ile kurularak küresel barış için yaygın bir örgütlenme ile oluşturulacak, yeni bir Dünya Ordusunun kurulmasının zamanı gelmiştir. Aksi takdirde Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyük devletlerin kurmakta olduğu yeni ordular gündeme gelmekte ve bu doğrultuda da savaşlar sürüp gitmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün en üst düzey organı olan Güvenlik Konseyi’nin üyesi olan Çin, Rusya ve Fransa’nın ayrı ordular peşinde koşması, Birleşmiş Milletler örgütlenmesinin düzenli bir küresel güvenlik sistemi oluşturamadığını açıkça göstermektedir. Bu aşamada Birleşmiş Milletler büyük devletlerin çekişmelerine alet olmamalı ve sahip olduğu gücü iyi kullanarak barış için müdahale edebilmelidir.

                Dünyanın ortalarında ve doğu bölgelerinde sıcak çatışmalar tırmandırılırken, Dünya barışı için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünün bu sıcak çatışmaların büyük savaşlara dönüşmesini önleyecek çizgide, sıcak bölgelere müdahale edebilmelidir. Balkanlarda ve Orta Doğu’da birçok ülkede sıcak çatışmalara Barış Gücü statüsü üzerinden müdahale eden Birleşmiş Milletler’in bugün giderek bir savaş ortamına dönüşen Kırım, Ukrayna, Bosna, Yunanistan, Trakya, Libya ve Kazakistan bölgelerine de müdahale etmesi gerekmektedir. Bu bölgelere gönderilecek Barış Gücü operasyonları ile savaş süreçleri önlenemezse, o zaman yeni dönemde etkin bir biçimde ortaya çıkması beklenen Dünya Orduları uygulamasına, Birleşmiş Milletler merkezi bir barış örgütü olarak yönelmelidir. Dünya barışının gerçekçi bir çözüme kavuşturulabilmesi için geleceğin dünya devletini oluşturabilecek bir çizgideki Dünya Ordusunu ve Barış Gücü uygulamalarını bir araya getirecek uygulama ile Birleşmiş Milletler örgütü meydana getirebilir ve zaman içinde bütün sıcak çatışma alanlarındaki savaş ile çatışma olaylarına böylece daha etkin bir biçimde gelecek müdahaleler sonucunda, dünya barışını tehdit eden savaş girişimlerinin önüne geçilebilecektir. Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için Birleşmiş Milletler genel sekreterliği aracılığı ile harekete geçilerek ve New York’ta olağanüstü bir Genel Kurul toplantısı yapılarak ve Dünya Ordusu oluşumu ile ilgili karar hızla alınmalı ve çatışma yerlerindeki sıcak gelişmeleri durduracak bir yeni yapılanmaya uluslararası alanda yönelinmelidir. ABD ve İngiltere üstünlüklerini yitirirken, onların yerini alacak bir yönde Çin ve Rusya’nın ya da Almanya ve Fransa’nın yeni hegemonyacı güçler olarak, kendi çıkarları doğrultusunda dünya barışını tehdit edecek savaş senaryolarına hiçbir biçimde izin verilmemelidir. Dünya düzenini alt üst eden, devletler arası savaş ve çatışma senaryolarını kışkırtarak destekleyen küresel şirketlerin, her türlü oyunlarına karşı çıkacak güçte bir Birleşmiş Milletler yeniden kurulursa, o zaman cihan savaşı girişimlerine, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yönetiminde bir Dünya ordusu izin vermeyecek ve bu alandaki her türlü tırmanmanın önü kesilerek evrensel barış korunabilecektir.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 Ocak 2022 Cumartesi

AVRUPA OLMADI, AFRİKA OLUR MU? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

AVRUPA OLMADI, AFRİKA OLUR MU?  

                Türkiye Cumhuriyeti dünyanın tam ortalarında kurulmuş bir devlet olarak çok geniş bir jeopolitik alan ile yakın bağlantıları bulunan bir ülke olarak her zaman için dünya haritası üzerinde alternatif durum ve konumlar ile karşı karşıya gelen bir ülkedir. Bu çerçevede kuzeyden gelen tehditlere karşı güney bölgesine kayarak ya da güney bölgesinden gelen olumsuz siyasal gelişmelere karşı kuzeye doğru yönelerek, bir alternatif arayış her zaman için Türkiye’nin diplomatik etkinlikleri sırasında gündeme gelebilmektedir. Bu duruma paralel olarak gene aynı biçimde Türkiye batı bölgesinden gelen olumsuz siyasal gelişmelere karşı, doğuya doğru yeni açılımlar geliştirebilir ya da bunun tamamen tersi bir çizgide doğu bölgesinden gelen saldırı ya da işgal kalkışmalarına karşı Türk devleti yüzünü batıya dönerek, batı bölgesi ile geliştirilecek yakın ilişkiler çerçevesinde doğu bölgesinden kaynaklanan tehdit ya da benzeri olumsuz girişimlere karşı farklı bir alternatif arayışı içinde daha güvenli bir diplomasi için çalışabilir. Dünyanın batısında, doğusunda, kuzeyinde ya da güneyinde yer alan bölgelerde bulunan ülkelerin hiç birisinin sahip olmadığı böylesine geniş bir harekât alanına sahip olmak, Türkiye Cumhuriyeti’nin en büyük avantajlarından birisi olarak Türk devleti ve Türk ulusuna büyük katkılar getirmektedir.  Bu doğrultuda geliştirilecek diplomatik atılımlar uluslararası alanda yeni ilişkiler ya da dengelerin geliştirilmesinde, Türklere diğer ülkelerden daha fazla avantajlı bir jeopolitik konum kazandırdığı burada görülmek zorundadır.

                Türkiye Cumhuriyeti tek yönlü bir konuma sahip olmadığı için, her an her yöne dönük ilişki kurabilmekte ve dünya haritasının diğer bölgesinde yer alan ülkeler ile yakın ilişkiler kurarak, büyük devletlere karşı gelebilmekte ve bu doğrultuda kendi ulusal çıkarlarını en üst düzeyde  gündeme getirebilecek bir konumda kendi alternatiflerini büyük devletlere ya da süper güçlere karşı öne sürerek, onların Türkiye aleyhine  gündeme getirdikleri diplomatik açılımlarına karşı çıkabilmekte ya da çevrede yer alan komşu devletler ile yeni projeleri geliştirerek bozulabilecek dünya dengelerini yeniden tesis edebilecek girişimleri gündeme getirebilmektedir. Bu doğrultuda Jeopolitik kitaplarında yer alan bir bilimsel düşüncenin doğrulanarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Bu düşünceye göre, devletler büyük, orta ve küçük gruplar olarak boylarına göre tasnif edilirler. Bu doğrultuda büyük devletler orta ve küçük boy devletlerde kendi ulusal çıkarları çizgisinde rekabet içine girerek bu devletleri kendi kontrolleri altına almaya çalışırlar. Büyük devletler bu gibi girişimleri orta ve küçük devletler üzerinden geliştirirken, orta boy devletler de büyük devletlere paralel bir çizgide küçük devletler üzerinde hegemonya kurabilmenin arayışları içine girebilirler. Bu duruma benzer bir biçimde kendi jeopolitik konumunu iyi değerlendirebilen ya da komşu devletler ile bulunduğu bölgelerin özelliklerine uygun düşebilecek yeni açılımları örgütleyebilen orta boy devletler, büyük devletlerin ya da bölgesel imparatorlukların saldırı ve de işgal girişimlerine karşı bölgesel alternatif plan ya da projeleri öne çıkararak her türlü emperyalist baskı ya da saldırılara karşı çıkabilmektedirler. Yeryüzü haritası üzerindeki konumunu iyi değerlendirebilen ve kendi merkezli projelerin bölgesel düzeyde uygulama alanına getirilmesiyle, bugünün ulus devletleri küresel saldırganlık girişimlerine karşı kendilerini koruyarak, ulusal çıkarlara uygun alternatif yaklaşımları birbiri ardı sıra uygulama alanına getirebilmektedirler. Devletlerarası yarış alanında her devlet güçlü yanlarıyla savaşları ya da çatışmaları kazanmaya çalışırken, büyük, orta ve küçük boy devletler arasındaki çekişmeler dünyanın her bölgesinde sürüp gitmektedir. Dünyaya egemen olmak isteyen emperyalist devletler huylarından vazgeçmeyerek dünya devletleri üzerinde çekişmeye devam ederken, jeopolitik konumlarını iyi kullanarak büyük devletler ve de emperyalist güçlere karşı kendilerini koruyarak var olmaya devam ettikleri görülmektedir. Doğu-batı-kuzey-güney eksenlerindeki her türlü gelişmenin doğal alternatifi var olan devletler arasındaki ilişkiler tarafından denenebilmektedir.

                Her devlet dünya haritasında yer alan diğer ülkelere kendi ülkesinin başkentinden bakar ve kendisini merkeze koyarak diplomatik ilişkilerini geliştirebilir. İnsanlık tarihi buyunca ortaya çıkan büyük devletler ya da imparatorluklar kendilerini merkeze koyan hegemonya alanları oluştururken çevredeki diğer devletleri ortadan kaldıran ya da yok sayan yaklaşımlar sergileyerek, emperyal  planlarını gerçekleştirmek için çalışmalarını sürdürmektedirler. Bu tür planların içinde bölgesel yaklaşımlar olduğu kadar küresel açılımlar da devreye girebilmekte ve böylece değişik bakış açıları aracılığı ile farklı yapılanmalar gündeme getirilebilmektedir. Türkiye merkezli orta dünyanın geçmişten gelen tarihine bakıldığı zaman, kıtalar ve de karalar üzerinden her dönemde birbirinden farklı oluşumlar, var olan koşulların izin verdiği ölçülerde gerçeklik kazanmıştır. Asya ve Avrupa gibi iki büyük kıtada gerçekleşen siyasal değişiklikler merkezi alana doğru yönelmeye başladıkları zaman, Selçuklu, Osmanlı ve Cumhuriyet devletlerinin işgal ettiği orta dünyanın egemenliği sorunu öne çıkmıştır. Asya’da tarih sahnesine çıkan büyük devletler merkezi alana gelerek bir dünya hegemonyası ararlarken, Avrupa kıtasından toplanan askerler ile ondan fazla Haçlı seferi gene Türk devletlerinin yer aldığı orta alanın kontrolü amaçlı olarak geliştirilmiştir. En büyük kıta Asya ile en gelişmiş kıta Avrupa her zaman için dünya hegemonyasında rekabet ederek, yirminci yüzyıla damga vurmaya çalışmışlardır. Üç büyük kıtanın kesişme noktasında bir araya gelen Türk toplulukları merkezi noktadan dünyaya bakarak, kıtalar ile ilişkilerin geliştirilmesine çaba göstermişlerdir. Türkler merkezi alanın egemen gücü olarak uygarlık nerede gelişirse yüzlerini o tarafa dönmüşlerdir. Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki bu çizgideki yarışta uygarlıkların etkileyici yönlendirmesi olmuştur. Türk tarihi bu tür uygarlıkların birbirini izleyerek değişik bölgelerde dünya medeniyetinin devamlılığını sağlamıştır. İnsanlığın bugün gelmiş olduğu uygarlık düzeyinin ortaya çıkmasında merkezi alanın üzerindeki siyasal yapılanmanın önde gelen rolü olmuştur.

                İnsanlık tarihinin başlangıç dönemlerinde Çin ve Hint uygarlıkları üzerinden ilk çağ uygarlıkları belirleyici olmuş ve bu dönemde Orta Asya kökenli Türkler Çin ve Hint uygarlıklarına yönelik bir süreçten geçmişlerdir. Bugünkü uygarlık, Çin ve Hint uygarlıklarının birbirini tamamlayarak Mezopotamya’ya doğru bir gelişme süreci çizgisinde batıya doğru yönelmesiyle meydana gelmiştir. Türklerin orta ve kuzey Asya topraklarından ön Asya bölgesine geçişleri ile birlikte Asya merkezli insanlığın bütün dünya kıtalarına göç etmelerini sağlamıştır. Mezopotamya’da başlayan ilk yerleşimler insanlığın göçebe kültüründen uzaklaşmasını sağlamış ve daha sonraları da yerleşik uygarlık düzenine geçiş tarihsel dönemlerin birbirini izlemesi sonrasında gerçekleştirilmiştir. Asya uygarlıkları ilk ortaya çıkan örnekler olarak tarihin ilk dönemlerinde yer alırken, daha sonraki aşamalarda uygarlığın Asya kıtasından Avrupa kıtasına doğru bir geçiş süreci yaşadığı görülmüştür. Avrupa kıtası Asya’dan gelen uygarlık oluşumuna sahip çıkarak, bunu bütün dünya kıtalarına yayma çabası içinde olmuştur. Böylesine bir yöneliş, Avrupa ülkelerini hem emperyalist hem de sömürgeci yapmıştır. Bütün dünyaya uygarlık götürdüğünü söyleyen Avrupalı emperyalistler aynı zamanda gittikleri ülkelerin yer altı ve üstü tüm zenginliklerine el koyarak ve bunların en önemli örneklerini Avrupa kıtasına taşıyarak, bu kıtayı tümüyle bir müze görünümüne dönüştürmüşlerdir. Dünyayı beş yüzyıl yönetmiş olan Avrupa emperyalizmi, bu kıtaya taşımış olduğu uygarlığın nimetlerinden fazlasıyla yararlanarak, Avrupa dışında kalan bütün dünya topraklarını ve ülkelerini sömürgecilik girişimlerine alet etmiştir. İki büyük dünya savaşının birbirini izleyerek gündeme gelmesiyle birlikte Avrupa kıtasında uygarlık sona ererken, eski bir Avrupa sömürgesi olan Amerikan kıtasının kuzey bölgesinde çağdaş uygarlığın yeni bir versiyonu olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde yeni bir süper güç ve devletin dünya sahnesine çıkışı hazırlanmıştır. Medeniyet Asya’da ortaya çıkarken ve Asya’dan Avrupa’ya doğru gelişmeler gösterirken dünyanın ortalarında yer alan Afrika kıtası sürekli olarak dışlanarak geride bırakılmış ve dünyanın en geri kıtası olmaya mahkûm edilmiştir. Geri bırakıldığı için Avrupalı emperyalistler ile mücadele edemeyen Afrika kıtası, emperyalistlerin sömürgesi olmaktan kurtulamamış ve bu kıta üzerinde Avrupalılar elli beş sömürge devleti oluşturmuşlardır.

                Avrupa’nın yanı başında kurulmuş olan Türk devletleri bu kıtanın emperyalist devletleri ile bir medeniyet savaşına girişmişler ve altı yüzyıl süren bu savaşlar yüzünden Osmanlı devleti zayıflayarak çökmekten kurtulamamıştır. Selçuklu döneminde orta dünyaya gelen Türkler, daha sonraki aşamada Osmanlı devletini kurarak ve bir merkezi coğrafya hegemonyasını oluşturarak, Avrupalılar ile   merkezi egemenlik için yarışmışlardır. Osmanlı döneminde Türkler Balkanlar ile Kafkaslar, Akdeniz ile Karadeniz bölgeleri arasında kalan geniş bir merkezi coğrafya yapılanmasını geliştirmişlerdir. Tam bu aşamada Akdeniz’e Osmanlılar egemen olurken, bu denizin güneyindeki kıyılarda yer alan Afrika kıtası ile Türklerin geliştirdiği hegemonya düzeni kesişme noktasına gelerek, birbirlerine yakınlaşma aşamasına ulaşmışlardır. Türklerin orta Asya bölgesinde Müslümanlığı benimsemeleriyle İslam coğrafyası genişlerken, Türklerin öncülüğünde kurulan Selçuklu ve Osmanlı devletleri Orta Doğu üzerinden Afrika kıtasına da girmek zorunda kalmışlardır. Asya topraklarında kurulmaya başlayan Türk hegemonyası daha sonraki aşamada Avrupa kıtasına doğru yönlenirken, Avrupalı emperyalist devletler ile Akdeniz kıyılarında önemli deniz savaşları birbirini izlemiştir. Bu çerçevede Osmanlılar Asya ve Avrupa kıtalarından sonra Afrika kıtasını da içine alan geniş topraklar üzerinde hegemonya düzenini genişletmek için, daha sonraki dönemlerde askeri birliklerini Arap yarımadasının tamamına göndermişlerdir. Hegemonya savaşları devam ederken Osmanlı ordusu, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir Fas, Çad, Etiyopya ve diğer orta Afrika ülkelerini hegemonyası altına alarak, Avrupa kaynaklı Haçlı emperyalizminin önünü kesmiştir. Osmanlılar bu dönemde bir yandan Hristiyan Avrupa ile savaşırken, Afrika kıtasının kuzey yarıküresinde yaşamakta olan zenci kökenli Afrikalıları da Müslüman yapmak için uğraşıyorlardı.

                Avrupa ülkeleri Afrika’da yeni sömürgeler kurmaya çalışırken, Haçlı emperyalizminin hedefi konumuna getirilen zenci Afrikalıları Osmanlı devleti Müslümanlaştırarak ve kendi tebaası içine alarak onları batılı emperyalistlerden korumaya çalışıyordu. Afrika topraklarının geleceği belirlenirken, Osmanlı devleti Müslüman dünya adına hareket ederek, Hristiyanların Haçlı emperyalizmini bu kıtadan atabilmenin çabası içine giriyordu. Osmanlı İmparatorluğu dünyanın merkezi devleti olarak tarih sahnesine çıkarken öncelik ilk adımlar Asya topraklarında atılıyor ve bu doğrultuda Anadolu yarımadası, Kafkasya bölgesi ile Orta Doğu topraklarında Osmanlı devletinin genişleme siyaseti devam ediyordu. İstanbul’un fethi ile başlayan ikinci yayılma döneminde Osmanlılar artık Avrupa topraklarını da sınırları içine alarak merkezi coğrafyanın batı bölgesine de egemen oluyordu. Bu doğrultuda Avrupa toprakları üzerinde Osmanlılar yürüyüşe geçerlerken, Saraybosna kentinin çevresini ele geçirerek Balkan yarımadasındaki Türk hegemonyası öne çıkıyordu. Yüzyıllarca Osmanlı egemenliği altında kalmış olan Bosna bölgesinin en uç kenti olan Bihaç da Müslümanların bayrağı dalgalanıyor ve Vatikan’ın karşısında yükselmekte olan İslam medeniyetinin oluşturduğu yapılanma Hristiyan Avrupa kıtasının ortalarına kadar geliyordu. İstanbul’un fethi sonrasında Osmanlılar Ege üzerinden Akdeniz’e inerek aynı zamanda bir deniz devleti olma konumunu da elde ediyorlardı. Anadolu topraklarında kurulmuş olan Osmanlı devleti zamanla genişlerken, önce Orta Doğu topraklarından güneye doğru inerek, Arapların yaşamakta olduğu bölgeleri kendi sınırları içerisine dahil ediyordu. İstanbul’un fethi sonrasında Balkanlar üzerinden Avrupa kıtasında imparatorluk sınırları genişletilirken, aynı zamanda Akdeniz kıyılarından batı Avrupa bölgesine doğru bir fetih dalgası Türklerin üzerinden yaygınlaştırılıyordu. Osmanlılar Dalmaçya kıyılarından Akdeniz’in ortalarına doğru ilerlerken, karşı kıyıda uzanmakta olan uçsuz bucaksız Afrika toprakları ile de ilgilenmek zorunda kalıyorlardı. Türklerin ilk kez Afrika toprakları ile tanışmaları, Osmanlı donanmasının Akdeniz seferleri üzerinden güneydeki kara kıtaya yönelmesiyle oluyordu.  Osmanlı askerleri Afrika topraklarına ayak basarak Türklerin hegemonyasının üçüncü bir kıta üzerinde genişlemesini sağlıyordu. Osmanlı devleti merkezi coğrafyanın doğusu ile batısını ve de kuzeyi ile güneyini bir araya getirirken, Afrika kıtasının kuzey yarısını da orta dünya yapılanmasına doğru yönlendiriyordu. Böylece orta alanda kuzey ve merkez bölgeleri bir araya getiriliyordu.

      Dünya kıtaları arasında en güneyde kalan Afrika zenci nüfusunun çok fazla olması nedeniyle, Kara Afrika olarak adlandırılmış ve bu bölge insanının ayrı bir ırktan geldiği ileri sürülerek, buradaki devlet yapılanmaları kuzey yarıkürenin dışında değerlendirilmiştir. İlk çağlardan bu yana bazı ilkel devletler ile başlayan bir tarihe sahip olan Afrika kıtası, on beşinci yüzyıl sonrasında İngiltere, Fransa, İspanya ve Hollanda gibi Hristiyan emperyalist batı Avrupa devletlerinin sömürgeci saldırıları ile karşılaşınca, bu kez Orta Doğu toprakları üzerinde dünya sahnesine çıkmış olan İslam dininin haçlı emperyalizmine karşı örgütlenen İslam’ın direnişi ile karşılaşılmıştır. İslamiyet dininin tarihinde Arap devletlerinin hükümranlığı bitince, bunun yerini Türklerin hegemonyası almış ve Selçuklu İmparatorluğu ile başlatılan Türklerin yönetimi, son aşamada Afrika kıtasının kuzey bölgesinde de Müslümanlığın yayılması ile başlamış ve Birinci Dünya savaşının sonlarına kadar devam etmiştir. Batı ülkeleri kıtanın batısından girerek aşağı doğru yayılırken, Osmanlı İmparatorluğu da Akdeniz’deki karşı kıyısı olan Afrika’nın kuzey kesiminden içeri doğru girerek, zaman içinde Mısır, Libya, Tunus, Fas, Cezayir, Etiyopya, Çad ve Orta Afrika topraklarını sınırları içine alıyordu. Dünyanın merkezi bölgesinde bir Türk hegemonyası oluşturulurken, en son kıta olan Afrika’nın kuzey bölgesi de böylesine bir yapılanmanın içinde yer alıyordu. Osmanlılar on beşinci yüzyılda Afrika kıtası ile tanışırken, Türk yönetimi aynı zamanda bu bölgedeki eyalet ve şehirlerin de dahil olacağı yeni bir siyasal yapılanmayı bölgeye getirmiştir. Dünyayı yöneten büyük devletler hep kuzey yarı küresi üzerinden ortaya çıkarak hegemonya peşinde koşarlarken, güney bölgesine de ağırlık vermek isteyince Afrika toprakları üzerinde egemen olabilmenin yol ve yöntemlerini de aradıkları zaman, Afrika kıtası her zaman önlerine bir sorun olarak çıkmıştır. Batılı emperyalistler hegemonya peşinde koşarken, Orta Doğu ve Kuzey Afrika’nın Müslüman halkları batı emperyalizmi ile sürekli olarak savaşan Osmanlı ordularının himayeleri altına girmişlerdir. Böylece tarihteki Türklerin Afrika macerası başlamıştır.

                Batılı emperyalistler Afrika’nın batı bölgelerini teslim alırlarken, bu bölgenin yerli halklarını köle ticaretinde mal olarak kullanmışlar ve böylece Batı Avrupa ile Kuzey Amerika bölgelerinde köleci ekonomilerin ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Afrika kıtası uzun yıllar batılı emperyalistler tarafından köle deposu olarak kullanılmıştır. Daha sonraki aşamada ise Afrika ülkeleri tam olarak sömürge olmaya yönlendirilmişlerdir. Bu gibi politikaların sonucunda Afrika kıtası batılı sömürgecilerin çekişme alanına dönüşürken, kıtanın kuzey bölgesinde yaşamakta olan Müslüman halklar Osmanlıların tebası konumuna gelmişlerdir. Kuzey bölgesinin Müslüman ülkeleri Osmanlı imparatorluğunun güney eyaletleri konumuna gelirken, birinci dünya savaşının sahneleri Almanlar ve İtalyanların Akdeniz kıyılarında dolaşmaları yüzünden Afrika topraklarına taşınmıştır. Bu yüzden Türklerin kurtarıcısı olarak tarih sahnesine çıkmış olan Atatürk ulusal kurtuluş savaşının ilk cephelerini Libya devletinin sınırları içinde yer alan Trablus ve Bingazi kentlerinde, işgalci İtalyan askerlerine karşı durarak antiemperyalist direnişi Afrika kentlerinde kurmuştur. On beşinci yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar yaşayan batı sömürgeciliği, iki cihan savaşı sonrasında modern bir dünya düzeni kurulurken tasfiye edilerek, yerine ulus devletler düzeni oluşturulmuştur. Birleşmiş Milletler örgütü bir evrensel yeni yapılanmayı gündeme getirirken, bağımlı sömürgelerden bağımsız ulus devletlere geçiş aşaması tamamlanmış ve dünya haritasında elliye yakın Afrika ülkesi bağımsız devletler olarak yerlerini almışlardır. Zenci Afrika halkları ile sürekli olarak çatışan sömürge yönetimleri daha sonraki aşamada, sömürgeci devletlerin destekleri ile Birleşmiş Milletlere üye olarak, bağımsız devletler statüsünü kazanmış oldular. İkinci dünya savaşı sonrasında bağımsız devletler olarak Birleşmiş Milletler çatısı altında yerlerini alan Afrika devletleri, gene eskisi gibi sömürgeci devletlerin yönlendirmesi ile karşı karşıya kalınca, Vatikan devreye girerek Hristiyan dininin çatısı altında bunları batı blokunun bir parçası haline getirmeye çalışıyordu. Batı ve güney Afrika ülkeleri Hristiyan batının denetimi altına girerken, eski Osmanlı sömürgesi olan kuzey ve doğu Afrika ülkeleri de İslam dininin oluşturduğu yakınlaşma sürecinde kuzeye ve doğuya doğru açılarak ve Osmanlı devletinin bölgedeki mirasçısı olan Türkiye Cumhuriyetine yanaşarak, İslam dini kimliği ile  yeni denge arıyorlardı.

                 Bağımsızlığına kavuşan Afrika devletleri soğuk savaş sonrasında dışarıya açılarak tüm ülkeler ile diplomatik ilişkilere girerlerken, Sovyetler Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri arasına sıkışan Avrupa kıtası gibi bir kıtasal birlik arayışına yönelmiştir. Bu gibi çabaların sonucunda Afrika Birliği Kongresi oluşturulmuş ve emperyalist büyük ülkelere karşı geliştirilen bir karşı koyma mücadelesi sonucunda Afrika Birliği, tüm Afrikalı ülkelerinin dayanışması sayesinde gerçeklik kazanmıştır. Tam anlamıyla batılı birlikler kadar olmasa da Afrika Birliği kara Afrika’nın özgürlüğü yolunda önemli bir adım olmuştur. Ne var ki, Afrika ülkelerinin hem emperyalist batı ülkeleri hem de Hristiyan dünyasının uluslararası kuruluşları karşısında zorlanmaları yüzünden, Afrika ülkeleri de kendi uluslararası kuruluşlarını oluşturarak dünya üzerinde hegemonya yarışına katılmak zorunda kaldıkları için, Afrika Birliği Kongresi Afrika kıtasının sesi olarak dünya çapında güçlü bir örgüt konumuna gelmiştir. Küreselleşme döneminde taşlar yerinden oynatılarak yeni bir dünya düzeni kurulurken, Afrika Birliği örgütünün kıtasal birliğin ve ülkeler arası dayanışmanın temsilcisi olarak, geleceğin kıta devletinin önünü açmaya çalıştığı görülmektedir. Özellikle Avrupa Birliği oluşumunu yakından izleyen Afrika’lılar benzeri bir uluslararası organizasyonu, Afrika Birliği Kongresi çatısı altında yapabilmenin çabası içinden olmuşlardır. Küreselleşme oluşumunun sonlarına gelindiği bir aşamada dünyanın her yerinde bölgeselleşme oluşumlarının gündeme gelmesiyle birlikte kıtalar üzerinde yer alan bütün ülkeler, kendi bulundukları alanlarda çıkarlarına uygun bölgeselleşme hareketlerine katıldıkları görülmektedir.  Afrika Birliği Konferansı’nın böylesine bir yeni noktada Avrupa Birliği gibi kıtasal devlet olabilme mücadelesi içine girmiş olduğu son yıllardaki gelişmeler aracılığı ile gündeme gelmiştir. Hepsi Birleşmiş Milletler gibi evrensel bir oluşum içinde yer alan Afrika Devletleri, bunun yeterli olarak devreye giremediği noktada Afrika Birliği gibi bir kıtasal devlet oluşumuna kalkışmasını, geçmişten gelen sömürgecilik anıları canlandığında iyi anlamak gerekmektedir. Artık dünya halkları yeniden emperyalizmin tozlu çizmeleri altında kalarak ezilmek istememektedirler.

                Bölgeselleşme oluşumları dünyanın her kıtasında her bölgenin özelliklerine göre farklı farklı çizgilerde öne çıkarken, tam ortasında Türkiye Cumhuriyeti devletinin bulunduğu merkezi coğrafyada da benzeri durumlar ortaya çıkmakta ve bu doğrultuda her devlet kendi çıkarlarını güven altına alacak biçimde bölgesel yapılanma alternatiflerine yönelebilmektedir. Avrupa Birliğinin gösterdiği yolda değişik kıtalar üzerinde yer alan bütün ülkelerin gelecekte, büyük emperyalist devletlerin saldırı ya da işgal girişimlerine karşı bir dayanışma modeli olarak bölgesel birliklerin ya da kıtasal devlet yapılarının ya da benzeri oluşumların öne çıktığı yeni bir dönemden dünya geçerken, Türkiye Cumhuriyeti eski Osmanlı İmparatorluğunun varisi olarak öne çıkmakta ve Osmanlıların yakın ilişkiler kurarak kendine bağlı  eyaletlerin oluşturulduğu kuzey Afrika  ülkeleri ile yeniden  yakın ilişkiler tesis ederek  şimdikilerden çok farklı bir bölgeselleşme örneğini ortaya koymaktadır. Batı hegemonyası tarihinde İngiltere-Fransa ortaklığı dönemi geride kalırken, bunun yerini ABD-İsrail ittifakının aldığı açıkça görülmektedir. ABD İngiltere’nin eski sömürgelerine girerek el koyarken, İsrail’de Fransa’nın yerini alarak, Amerikan gücünü kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmenin çabası içine girmektedir. İkinci dünya savaşı sonrasında merkezi coğrafya ya Amerikan devletinin gelmesi, Türkiye’nin Nato’ya üye olarak girmesi ve en önemlisi, İsrail devletinin kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin kendi bölgesindeki konumu değişmiş, daha önceden var olan İngiltere ile ilgili sorunlar ABD’nin omuzlarına yüklenmiş, Fransa ile olan sorunlar ise İsrail’in yeni konumuna uygun düşecek bir çizgide çözüm arayışlarına yönlendirilmiştir. Yeni kurulan Nato‘nun bu bölgeye Türkiye üzerinden gelmesiyle de Türkiye’nin batı ittifakı ile olan ilişkileri Sovyetler Birliğinin karakolu konumundaki bir ülke fikri üzerinden yeniden kurulmak istenmiş ve batı dünyasının çıkarlarının korunması amacıyla Türkiye Sovyet alanı ile Müslüman alan arasında bir tampon devlet konumunda yeniden kurgulanmaya çalışılmıştır. Bu yeni dönemde, Türkiye eski Osmanlı eyaletleri olan Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerine doğru bir köprü olarak ABD-İsrail ikilisi tarafından kullanılmaya çalışılmıştır. Eski Osmanlı eyaletleri, Osmanlı devletinin mirasçısı olan bir büyük devlet olarak, Türkiye’nin ilgi alanına doğru yönlendirilmiştir.

                Kuzey Afrika’nın Orta Doğu bölgesi ile   doğru dürüst bir ilişkisinin olamayacağını öne sürenler, Afrika’nın kuzey ülkelerine gittikleri zaman yanıldıklarını anlamaktadır. ABD’nin merkezi coğrafyayı bütünleştirecek bir biçimde geliştirmiş olduğu Büyük Orta Doğu projesi yeterli olmamış ve bu proje daha sonraki aşamada yeniden ele alınırken “Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu” olarak ismi değiştirilmiş ve dünyanın güvenliği açısından bu iki bölgenin yaşamsal öneme sahip olduğu bir kez daha dile getirilmiştir. Bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten bazı politikacılara, “Büyük Orta Doğu Projesinin eş başkanlığı “önerilmiş ve bu gibi kadrolar aracılığı ile merkezi alanda güçlü bir bölgesel yapılanmanın oluşturulması hedeflenmiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan otorite boşluğu alanını kimseye kaptırmamak amacıyla, Amerikan emperyalizmi merkezi coğrafya da  yeni bir hegemonya projesini uygulama alanında uygulamaya başlarken, önce Afrika kıtasını dikkate almamış ama daha sonraki aşamada uygulamaya geçerken ve Orta Doğu’dan Orta Asya’ya doğru bir egemenlik kuşağı ortaya koyarken, bu projenin adını da değiştirerek, yeni projenin adını  “Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu projesi olarak gündeme getirmiştir. Böylece, Orta Doğu ve Orta Asya bölgeleri için orta dünyada hazırlanacak bütün hegemonya planlarının çıkış noktası ve temel dayanağı olarak kuzey Afrika bölgesi öne çıkarılmıştır. Atlantik emperyalizmi merkezi alanda kendi hegemonyasını kurarken, hem kuzey Afrika üzerinden harekete geçmiş hem de Atlantikçiliğin bölgedeki ortağı konumundaki İsrail devletinin uluslararası alanda örgütlemiş bulunduğu Siyonizmin getirdiği destek yapıların avantajlarını da kullanmıştır. Osmanlı ve Sovyet düzenlerinin çökmüş olduğu merkezi alanda yeni bir siyasal düzen kurmaya yönelen Atlantikçilik, bölgede var olan bütün devletlerin içlerine sızarak ABD paralelinde lobiler oluşturmuş ve bunları Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Büyük Orta Doğu projesinin hayata geçirilmesi için seferber etmiştir. Soğuk savaş döneminde kuzey Afrika, doğu ve batı emperyalizmlerinin çekişme alanı olarak birçok darbe ya da provokasyon senaryolarının çatışma bölgesi olarak öne çıkmıştır.

                Soğuk savaş döneminde Afrika kıtasında devletlerin bölüşümü gündeme gelirken, İngiltere ve Fransa İspanya ile birlikte öne çıkmış ve daha sonraki aşamada da Sovyetler Birliği’nin bölgeye yakın bir ilgi göstererek yoğunlaşması üzerine, Rusya’nın kontrolü ele geçirdiği Habeşistan, Cezayir, Sudan, Mısır ve Libya gibi Afrika ülkelerinde batı karşıtı siyasal çıkışlar sosyalist sistemin destekleri ile ortaya çıkmıştır. Ne var ki, İngiltere ve Fransa’nın eski sömürgeleri üzerindeki kontrollerini kararlı biçimde sürdürmeleriyle, Sovyet sosyal emperyalizmi Amerika ve Avrupa kıtaları üzerinde devam edip giden Batı blokuna karşılık, Sovyetler Birliğinin öncülüğünde Asya ve Afrika ülkelerini bir araya getirerek karşı çizgide bir dünya dengesi oluşturmak üzere gene Afrika kıtası ile birlikte Afrika devletleri yeniden gündeme gelmişlerdir. Sovyetler Birliği dağılana kadar uluslararası alanda devam edip giden doğu ve batı bloklaşması, küreselleşme aşamasına geçilmesiyle birlikte sona ermiş ve bunun üzerine bu bölgeye sızmak üzere Genişletilmiş kuzey Afrika projesi, Büyük Orta Doğu projesi ile birleştirilerek uygulama alanına getirilmiştir. Sosyalist dünya düzeninin çökmesi üzerine önce tek kutuplu dünya düzeni ABD merkezli olarak sürdürülmek istenmiş ve bu doğrultuda ABD bölge devletlerine baskı yapmaya başlamış ama tam bu aşamada ortaya çıkan İngiltere ve İsrail çekişmeleri, Amerikan devletini içten sarsmıştır. Afrika kıtası üzerinden bölgeye yönelik Atlantikçi yaklaşımların, Amerikan devletini içeriden ele geçiren Siyonist lobiler tarafından yönlendirilmeye başlanması üzerine, ABD insiyatifi giderek İsrail’in kontrolünde bir yeni hegemonya arayışı haline gelmiştir. Küreselleşme döneminde bir yandan İngiltere ve Fransa eski sömürgelerine sahip çıkmaya çalışırken, ABD ve İsrail ikilisinin Afrika kıtası üzerinde yepyeni emperyalist düzen arayışına yönelmişlerdir. Atlantik güçleri bu aşamada ikiye bölünmüş, ABD ve İngiltere karşı karşıya gelirken, Fransa ve İsrail devletleri de birbirlerinin rakipleri olarak Afrika kıtası üzerinde çekişmelerini sürdürmüşlerdir. Türk devleti tam bu aşamada ABD-İsrail ikilisi ile İngiltere-Fransa ikilisi arasında kalmış, her iki ittifak eski Osmanlı mirası üzerinde Müslümanlığın etkin olduğu kuzey Afrika ülkelerinde karşı karşıya gelince, bölgenin merkez ülkesi olan Türkiye bu iki ittifakın taşeronu olarak devreye sokulmak istenmiştir.

                Geçen ay içinde kırktan fazla Afrika ülkesinin üçüncü Afrika Zirvesi toplantısında bir araya gelmeleriyle, Afrika kıtasının bağımsız bir gelecek arayışının en önemli adımı gerçekleştirilmiştir. Elliden fazla devletin bulunduğu Afrika kıtasındaki devletlerin tamamına yakın bir çizgide toplantıya katılım sağlanması, Afrika ülkelerinin böylesine bir uluslararası toplantıda ortak bir dayanışma içinde hareket ettiklerini göstermektedir. Toplantının Türkiye’de ve İstanbul gibi bir bölge merkezi mega kentte yapılması, Osmanlı döneminden gelen Türk-Afrika yakınlaşmasının en son örneği olarak gerçekleşmiştir. Hepsi Birleşmiş Milletler üyesi olmalarına rağmen, bu büyük örgütün yönetim kurulunda Afrikalı temsilcilere yer verilmemesi bu toplantıda dile getirilerek karşı çıkılmış, geleceğin dünyasında Afrika devletlerinin de eşit koşullarda yer alacağı, yeni bir Birleşmiş Milletler yapılanması talebi tüm üyelerin destekleriyle benimsenmiştir. Afrika’nın devlet sayısının fazla olmasına rağmen, Birleşmiş Milletler yönetim kurullarında Afrikalı temsilcilerin bulunmaması, emperyalizmin yeni bir uygulaması olarak bu toplantıda eleştirilmiştir. Yeni dönemin koşullarında Rusya ve Çin’in iki süper güç olarak Afrika ülkelerinde yeni siyasal ve ekonomik ilişkilere girişmesi üzerine, batı bloku Türkiye’nin eski Osmanlı hinterlandında devreye girerek, doğu bölgesinden gelen Çin, Rus ve Hint emperyalizmlerine karşı bir cephe ülkesi konumunda mücadele etmesini istemişlerdir. Avrupa ve Atlantik emperyalizmleri kendi aralarındaki rekabet düzeninde Türkiye’yi birbirlerine karşı kullanmaya çalışırlarken, aynı zamanda iki grubun batı bloku olarak Afrika’ya yöneldikleri aşamada doğu blokunun önde gelen emperyalist güçleri olan Çin, Rus ve Hint devletleri ile şirketlerine karşı, öne çıkan cephelerde geçmişten gelen batı hegemonyasının yeni bekçisi olmasını istemektedirler. Türkiye’nin kendi hegemonya planlarını engelleyen batılı emperyalistler hiç utanmadan kendi hegemonyaları için Türkiye’yi bölge ülkesi olarak bir saha taşeronu konumuna getirmeye çalışmaktadırlar.

                Türkiye’nin bir büyük bölge ülkesi olarak düzenlemiş bulunduğu Afrika zirvesi toplantısında, insan odaklı kalkınma kavramına geniş yer verilmiştir. Ekonomi, sağlık, eğitim, bilim, teknoloji, turizm, çevre ve kültür gibi ana alanlarda iş birliği ve dayanışma çalışmalarını daha düzenli bir biçimde sürdürülmesi, kongre kararlarında açıkça belirtilerek, emperyalist devletlerin dışarıdan dayattıkları manipülasyonlara açık kapı bırakılmamıştır. Avrupa Birliğinin Amerika Birleşik Devletleri’ne benzer bir biçimde kıtasal federasyona yönelmesi gibi bir benzeri kıtasal federasyonu da Afrika devletleri Afrika Birliği Kongresi çatısı altında aramaktadırlar. Zenci nüfusun çok olduğu Afrika ülkelerinin tek bir Afrika ulusu ya da devleti olmak istemesi, yüzyıllar süren emperyalist çekişmeler yüzünden sürekli olarak ertelenmiştir. İstanbul’da yapılan son zirve toplantısında Afrikalı temsilciler batı blokunun emperyalizmine karşı, Asya ülkeleriyle bir araya gelerek eskiden olduğu gibi yeni bir Asya-Afrika dayanışma düzeni oluşturmalarının zorunlu olduğunu her fırsatta gündeme getirmişlerdir. Obama Afrika’nın maden zenginliklerinin Şangay örgütünün eline geçmemesi gerektiğini söylerken, Afrika ülkelerini gene eskisi gibi batı merkezli sömürgeci bir geleceğe mahkûm edebilmenin yollarını arıyordu. Avrupa basını, Afrika zirvesini bu kıtadaki Türk atılımı olarak açıklarken, Amerikan basını da Türkiye ile Afrika arasında yeni bir savunma birliğinin doğulu emperyalistlere karşı örgütlendiğini öne sürmüştür. Etiyopya, Çad, Orta Afrika gibi kıtanın ortasındaki alanlarda iç savaşlar devam ederken, batılı basın-yayın organlarının Türkiye’yi bölgenin yeni koruyucusu olarak ilan etmeleri de batının önde gelen güçlerinin Afrika kıtasını doğunun yeni emperyalistlerine bırakmayacağını ve Türkiye gibi eski bir müttefik bölge ülkesinin bölgedeki çatışma alanlarında uzaktan kumandalı taşeron devlet konumuna getirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Son dönemde Türkiye bir merkezi alan ülkesi olarak kuzey Afrika ile Orta doğu ve Orta Asya arasında köprü konumuna gelirken, batılı emperyalist güçlerin Afrika kıtasındaki çıkarlarının bekçisi olmamalıdır. Türkiye tarihsel birikim açısından konuya baktığı zaman, emperyalist ülkelerin çıkarları ile karşı karşıya ama Asya ve Afrika ülkelerinin çıkarları ile de bir mazlum ülke olarak yan yana olduğunu hiçbir zaman unutmamak durumundadır. Türkiye Afrika yollarına doğru açılırken, kendisini orta dünyada bekleyen Balkanlar, Kafkaslar, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde var olan çıkarlarını unutmamalı, hiçbir zaman bunlara ters düşmemelidir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN