ANKARA KALESİ
BİRLEŞMİŞ MİLLETLER HAREKETE GEÇMELİDİR
İnsanlık tarihi bir anlamda “insan insanın
kurdudur” özdeyişini doğrulayacak biçimde birçok savaş, çatışma ve kavgalarla
dolu bir olumsuz bir geçmişi bugünün dünyasına yansıtmaktadır. İlk çağlardan bu
yana insanoğlunun yaşamından çekişme, çatışma ve kargaşa hiçbir zaman eksik
olmamıştır. İlkel toplumdan Ortaçağ’a, aydınlanma döneminden modern çağlara
gelene kadar bir çok savaş yıllar boyunca insanların önüne çıkmıştır. İnsanlar
güvenlik içinde yaşamak, bulundukları ülkeler de her türlü tehlikeden uzak durmak,
içinde bulundukları bölgeyi tehdit eden bütün sorunlar ile gerekirse savaşarak
haklarını savunmak için tarih boyunca her türlü mücadele ile karşı karşıya
kalmışlardır. İnsanların doğal yapılarında var olan itişme ve çekişme
eğilimleri her dönemde patlama olayları aracılığı ile toplumsal yaşamı tehdit
etmiştir. Doğası gereği bir sosyal yaratık olan insanlar toplumsal düzen
içerisinde birbirleriyle uğraşmak zorunda kalmışlardır. Farklı görüşler ve
düşünceler nedeniyle ayrı ayrı hareket etmek durumunda kalan insanlar, hak,
hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük için yaşam kavgası verirken, bazen çekişme
ve çatışmaların ortasında kalmışlar ve zaman içerisinde ortaya çıkan
devletleşme eğilimleri, bir otorite merkezi çevresinde toplumsal düzenin
yeniden kurulması için insanlığa barış ortamı sağlamıştır.
İnsan
her yerde insan olduğu için kendi toplumundaki kişiliğini sonraları evrensel
alana taşımış ve ulusların oluşumu sonrasında ortaya çıkan uluslararası alanda gene
benzeri çekişme ve çatışma ortamlarının sürdürücüsü konumunda olmuştur. Belirli
bölgelerdeki uzun süren ortak yaşamlar ulusal toplumları dünya sahnesine
çıkartırken, insanlar arasında geçmişten gelen çatışma eğilimleri yeni dönemde
uluslararası alana yayılmış ve bu durumun sonucu olarak da dünya tarihi
uluslararası savaş olguları ile belirginlik kazanmıştır. Zaman içinde devletler
arası çekişmeler güç kavgasına dönüşürken hegemonya kavgası daha da
şiddetlenerek devam etmiştir. Uluslaşma süreci aynı zamanda uluslararası
savaşların tırmandığı bir dönem olmuştur. İnsanlar arasındaki çekişmeler
toplumsal barış düzenlerini tehdit ederek ortadan kaldırırken, uluslararasındaki
çekişmeler yüzünden dünya barışı uzun süreli kalıcı yaşam düzenleri
çerçevesinde korunamamıştır. Yeryüzü kıtaları bu yüzden dünyanın her bölgesinde
çatışma alanları olarak halk kitlelerinin sürekli savaşlar aracılığı ile ezilip
yok olmasına giden olumsuz bir durum yaratmıştır. Yüzyıllar boyunca sürüp giden
savaşlar yüzünden insanoğlu fazlasıyla acılar içinde kalmış ve ezilmiştir.
Tarih öncesi
yıllarda başlamış olan çatışma süreci, ilkçağlar ve orta çağları aşarak geride
bıraktıktan sonra, yeni ve yakın çağlara doğru gelişmeleri besleyerek insanlığın mahvını günümüze doğru taşımaya
yöneldiği aşamada, insanların yok oluşunu önlemek üzere harekete geçen bazı
bilim ve felsefe adamlarının evrensel barış düzeni kurulması yönünde çalışmalar
yaparak ve çeşitli eserler yayınlayarak, evrensel
barışa dönük daha adil bir dünya oluşumu
için çaba göstererek yararlı olmaya
çalışmışlardır. Hugo Grotius’un başını çektiği doğal hukuk ekolü
evrensel bir barış düzeni oluşturmak üzere öne sürülmüştür. İnsanların doğuştan
gelen hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınarak korunabilmesi için ulusal
ve uluslararası hukuk düzenleri kurularak her türlü savaş ve çatışmaya dönük
gelişmelerin önüne geçilmesi için çalışılmıştır. İnsanların doğuştan gelen hak,
hukuk ve özgürlüklerinin kutsal sayılması doğrultusundaki eğilimlerin daha
sonraki aşamalarda tek tanrılı dinler tarafından da benimsenmesiyle birlikte, yeryüzünde
barış ve adalet arayışları anlam kazanmıştır.
Orta çağ döneminde din olgusunun öne geçerek daha etkin bir konuma
gelmesi üzerine, devletlerin yanı sıra din merkezleri de doğuştan gelen hak ve
özgürlüklerin kutsallık amacı doğrultusunda korunabilmesi için devletlere
paralel örgütlenmeler geliştirmişlerdir. Din ve devlet ilişkileri bu aşamada
bir arada yürütülmeye çalışılınca, ülke ve bölgelerin koşullarına göre
yapılanmışlardır.
İspanya’da
kurulmuş bulunan Endülüs uygarlığının çöküşü üzerine sona eren Orta çağ dönemi
geride kalırken, insanlık yeni çağlara doğru bir arayış ve mücadele ortamına
girmiştir. Bu doğrultuda çabalar devam ederken, uygarlığın beşiği olarak kabul
edilen Avrupa kıtasının Atlantik kıyısındaki ülkeler, denizlere ve okyanuslara
açılarak beş yüzyıl sürecek bir sömürgecilik dönemini başlatıyorlardı. İngiltere,
Fransa ve İspanya gibi büyük devletler yanında Hollanda, Belçika ve Portekiz
gibi sonradan olma küçük devletler Atlantik okyanusu kıyısındaki liman
kentlerinden yararlanarak, okyanuslar üzerinden denizlere açılıyorlar ve bu
doğrultuda denizler üzerinden de tüm yeryüzü kıtalarına ulaşabiliyorlardı. Altı
batı Avrupa ülkesinin başlatmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal planları
doğrultusunda sömürgecilik başlatılarak bütün dünya ülkelerine doğru
yaygınlaştırıldı. Dünyanın birçok bölgesinde sömürgecilik yayılırken, hedef
haline gelen sömürge devletleri de kendilerini koruyabilmek üzere savunma
savaşlarına yöneliyorlardı. Dünyanın orta bölgelerinde imparatorluklar çekişirken,
Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyalistleri evrensel düzeyde müdahaleler
aracılığı ile hegemonyalarını genişletebilmenin yollarını arıyorlardı. Dünya
ülkelerinin yeraltı kaynakları ve yerüstü pazarlarının paylaşım kavgası
savaşları, her zaman için devam edip gitmiş ve bu yüzden de dünya barışı ideali
gerçekleşmesi çok zor olan bir düş olmanın ötesine gidememiştir. Modern
çağların uygarlığına doğru ilerleme gösteren insanlık tarihinin son
dönemlerinde, savaşların yarattığı büyük yıkım ve katliamlara karşı birleşik
bir dünya gücünün oluşturulması ve bunun hızla örgütlenerek bütün dünya
ülkelerini çatısı altında toplayarak istenen barış düzenine geçişin hemen
gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Beş yüz yıllık sömürgeciliğin sona
erdirilebilmesi için başlatılan barış çalışmaları, daha sonraki aşamada güçlü
bir uluslararası organizasyona dönüştürülerek, küresel bir örgüt arayışı
gündeme getirilmiştir.
Dünya
çapında bir uluslararası örgütlenmenin kurulabilmesi ancak bir dünya
savaşı sonrasında mümkün
olabilmiştir. Orta Avrupa ülkeleri ulusal birliklerini gerçekleştirmede geç
kalınca, Almanya ve İtalya gibi güçlü ulus devletlerin Atlantik kıyısındaki
devletlere oranla sınırlarının ötesindeki bölgeler ile ilgilenmeleri zaman
almıştır. Orta Avrupa devletleri sömürgeciliğe yönelirken dünya kıtalarını
paylaşmış olan Atlantik ülkeleri böylesine bir yeni gelişimi önleyebilmek üzere
her yolu denemişler ama daha sonraki aşamada, Avrupa kıtası ile Atlantik
devletleri Birinci dünya savaşına doğru sürüklenerek kesin bir hesaplaşmaya
doğru yönelirlerken, devletlerarası düzen yerinden oynamıştır. Birinci dünya
savaşı yeryüzünün bütün kıtaları üzerinde cereyan ederken, imparatorlukların
çökmesi üzerine savaş daha da şiddetlenerek, milyonlarca insanın kısa zaman
içerisinde ölümüne neden olmuştur. İnsan zayiatı giderek fazlalaşınca, savaşı
sona erdirme girişimleri artmış ve Batı Avrupa devletlerinin öncülüğünde 1919
tarihinde imzalanan Versay Protokolu aracılığı ile Milletler Cemiyeti adı
altında bütün dünya devletlerini bir araya getirmeyi amaçlayan evrensel bir
örgütlenme tamamlanmıştır. Uluslar ve ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların
barışçı yollardan çözümü, her türlü saldırı ve işgal girişimlerine karşı
gerekli olan güvenlik önlemlerinin alınması, küresel ya da uluslararası
sorunların tüm ülkelerin çıkar ve düzenlerine dikkat ederek çözüme
kavuşturulması gibi konularda çalışmalar yaparak, bu gibi sorunların ortadan
kaldırılmasıyla barışa giden yolu açabilmeyi hedefleyen Milletler Cemiyeti, tüm
iyi niyetli çabalara rağmen ancak çeyrek yüzyıllık bir yaşama sahip
olabilmiştir. Evrensel barışı gerçekleştirmek üzere kurulmuş olan bu örgüt, tüm
çabalara rağmen ikinci dünya savaşının çıkışını önleyememiştir. Yirminci
yüzyılın ortalarında gündeme gelen ikinci dünya savaşı birincisinden çok daha
fazla insanın kaybına neden olunca, bu kez savaşın bitişi ile birlikte iflas
eden Milletler Cemiyetinin yerine Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur. İkinci
dünya savaşının korkunçluğu Amerika ve Fransa gibi ülkelerde barış arayışını
öne çıkarınca, ABD başkanı Wilson bazı prensipleri ortaya koyarak, bu ilkeler
doğrultusunda uluslararası alanda bütün devletleri bir araya getirecek
Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasını istemiştir. Böylece 1920 tarihli
Versay Antlaşmasının geride kaldığı yeni aşamada I945 tarihli San
Fransisco kongresi ile Birleşmiş
Milletler örgütü kurulmuştur.
Adalete
dayalı yeni bir uluslararası sistem kurmayı amaçlayan Milletler Cemiyetinin
görevi iki yönlü bir yapıya sahipti. Savaşları önleyerek ya da bastırarak
uluslararası güvenliği güvence altına almak ve toplumsal ya da kültürel
gelişmeyi desteklemek amacıyla her alanda uluslararası işbirliğini kurmak,
Milletler Cemiyeti’nin ana çalışma alanları olarak gündeme geliyordu. Örgüte
üye olan devletlerin siyasal sınırları içinde bağımsızlıkları güvence altına
alınıyor ve üye devletler arasında karşılıklı olarak saygıya dayanan yeni bir
uluslararası düzen oluşturuluyordu. Kültürel ve diplomatik alanlarda da ülkeler
arasında karşılıklı işbirliğini ve dayanışmayı sağlamak üzere, Milletler
Cemiyetine önemli görevler veriliyordu. Milletler Cemiyetinin görevleri
uluslararası protokol ile belirlenirken bu döneme kadar ortaya çıkmış olan
bütün sorunlar dikkate alınarak hareket ediliyordu. Otuz iki kurucu üyenin yanı
sıra on iki devlet de katılımcı üyeler olarak kuruluş çalışmalarına davet
ediliyorlardı. Örgüt meclisi, yönetim konseyi ve sekreterya gibi organlardan
oluşan Milletler Cemiyeti, bir anlamda üye devletlerin eşit statüde girdiği bir
devletler konfederasyonu olarak siyaset sahnesine giriyordu. Amerikan
senatosunun Versay antlaşmasını onaylamaması, Brezilya’nın üyelikten çekilmesi,
I929 ekonomik krizinin dünyayı sarsması ile beraber ikinci dünya savaşının
patlak vermesi de Milletler Cemiyetinin ölü olarak doğmasına ve fazla etkinlik
gösterememesi gibi olumsuz bir durumu ortaya koyuyordu. İkinci dünya savaşının
çıkışını önleyemeyen ve bu doğrultudaki gelişmeleri izlemekle yetinmek
durumunda kalan Milletler Cemiyeti, bu savaşın sona ermesinden sonra daha güçlü
bir uluslararası örgütlenmeye gidilmesi ile yerini Birleşmiş Milletler örgütüne
bıraktı. Dünya da barış ve güvenliği korumak, hak eşitliği ve kendi kaderini
belirleme ilkeleri temelinde ülkeler arasında dostluk ilişkilerini geliştirmek,
sosyal ve ekonomik sorunları çözerken uluslararası işbirliğini sağlamak amacı
ile 24 Ekim 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler örgütü resmen kurulmuştur. Gevşek konfederasyon statüsünde daha önce
kurulmuş olan Milletler Cemiyeti örgütlenmesinin başarısızlığı dikkate alınarak
yeni kuruluş daha merkezi ve güçlü bir yapılanma çerçevesinde oluşturulmuştur. İkinci
dünya savaşının çıkmasına neden olan mihver ülkelere karşı bir araya gelen 51
devletin imzaladığı protokol ile Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluşu
tamamlanmıştır.
Birleşmiş
Milletler örgütünün birinci amacı dünyada barışı ve güvenliği öncelikli olarak
korumaktır. Kuruluş sırasında dünyanın önde gelen beş büyük gücünün içinde yer
aldığı güvenlik konseyi örgütün üst yönetim ve karar organı olarak tesis
edilmiştir. Örgütün uluslararası alanda etkinliğini artırmak üzere beş büyük
devletin gücü bir araya getirilerek güvenlik konseyi adı altında bir güvence
yapılanması örgüt yönetiminde öne çıkarılmıştır. Uluslararası alanda dünya
devletlerinin karşı karşıya gelmeleri ya da büyük devletlerin anlaşamamaları
gibi olumsuz durumlarda, beş büyük devletin bir araya gelerek alacağı
kararlarla dünya güvenliğinin güvence altına alınması planlanmıştır. Ayrıca, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet
Meclisi, Uluslararası Adalet Divanı da Güvenlik Konseyi ile birlikte Birleşmiş
Milletler çatısı altında oluşturulan diğer kurumsal yapılardır. Bu temel
organların yanında, Birleşmiş Milletler’in uluslararası ilişkilerde gereksinme
duyulan her alanda kendine bağlı örgütlenmelere gitme olanağı statü protokolü
ile tanınmıştır. Bu doğrultuda ,Ticaret ve Kalkınma Konferansı, Kalkınma
Teşkilatı ,Eğitim ve Bilim Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü, Gıda ve Tarım Örgütü, Dünya
Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Çalışma Örgütü, Düşünce Hakları Kurumu, Çevre
Programı, Denizcilik Kurumu, Çocuk Fonu, Nüfus Hareketleri Enstitüsü, Sivil
Havacılık Kurumu, Telekomünikasyon Birliği, Atom Enerjisi Ajansı, Sınai
Kalkınma Örgütü, Evrensel Posta Birliği, Sermaye Geliştirme Fonu, Çocuk Fonu, Mülteciler
Yüksek Konseyi gibi uluslararası
kuruluşların hemen hemen hepsi Birleşmiş
Milletler Teşkilatının çatısı altında, kurucu protokolün maddeleri doğrultusunda
kurulmuştur. Birleşmiş Milletlerin dünya barışı ve evrensel adalet anlayışı içinde
bütün bu kuruluşlar çalışmalarını sürdürmektedirler. Dünya işlerinin aksamadan
yürütülebilmesi için bütün bu kuruluşların Birleşmiş Milletlere bağlı bir
statüde çalışmalarını sürdürmeleri karar altına alınmıştır. Daha önceden
yaşanan Milletler Cemiyeti döneminin olumsuz yansımaları doğrultusunda gevşek
ya da yumuşak bir yönetim modeli kabul edilmemiştir.
Birleşmiş
Milletlerin çalışma alanları esas olarak dört ana başlık altında
toplanabilmektedir. Barışın kurulması ve sürdürülmesi, siyasal gelişmelerin
dünya düzenini bozmaması, ekonomik ve sosyal gelişmelerin insanlığın yararına
yönlendirilmesi ve adalet ile hukuk alanındaki yeni gelişmelerin izlenerek var
olan düzen ile uyumunun sağlanması gibi alanlarda, Birleşmiş Milletler örgütü
üzerine düşen görevleri yerine getirerek dünya yönetiminin gerektirdiği resmi
adımların atılmasını sağlamak zorundadır. Barışın korunabilmesi için
silahsızlanma, saldırganlık ile mücadele ve çatışmaların önlenmesi gibi
etkinlikler ana çalışmalar olarak yürütülmüştür. Birleşmiş Milletlerin
kuruluşundan bu yana yarım yüzyıllık bir zaman geçmesine rağmen yeryüzünün
çeşitli bölgelerinde savaşların ve her türlü çatışmanın sürüp gitmesi nedeniyle,
tam anlamıyla bir evrensel barışın gerçekleştirilemediği görülmektedir. Şimdiye
kadar sürüp gelen çatışma konularının bir türlü çözüme kavuşturulamaması
yüzünden, mutlak anlamda bir dünya barışı bugüne kadar yeryüzünde gerçek
olamamıştır. Uluslararası alanda rekabet ve çekişmeler sıcak çatışmalar
düzeyinde devam ettiği için dünya çapında kalıcı bir dünya barışı bir türlü
gerçek olamamaktadır. Bu doğrultudaki bütün çabalara rağmen yirminci yüzyılda
iki büyük dünya savaşının çıkarak milyonlarca insanın ölümüne neden olması,
uluslararası alandaki barış çabalarının umutsuzluğa doğru yönlenmesine yol
açmıştır. Umut insanlığın geleceği için bir beklenti olmaktan çıktığı zaman, daha
karamsar yaklaşımların öne geçerek çatışma ortamının daha fazla siyasal gündemi
işgal ettiği görülebilmektedir.
Birleşmiş
Milletler örgütünün siyasal gelişmeleri izleme ve destekleme görevi ana
statüsünde belirtilen maddeler doğrultusunda, toplumların çıkarlarının önceliğinin
benimsenmesi ve gene bu doğrultuda toplumların çıkarlarının üstünlüğünün
sağlanması, ayrıca her toplumun bu çizgide kendileri ile ilgili özlemlerini
özgürce dile getirme hakkının tanınması biçiminde gerçekleştirilmektedir. Tam
bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri her ülkenin uluslararası alanda özgürce
var oluşunun ödüllendirilmesidir. Himaye yönetimi ile birlikte özerk olmayan
ülkeler yönetimi gibi durumlarda, Birleşmiş Milletler çatısı altında
geliştirilen özel uygulamalar üzerinden kendini yönetemeyen ülkeler için
vesayet rejimleri kontrol altında uygulanabilmektedir. Her devletin kendini
yönetmesi her ulusun kendi geleceğine egemen olması, uluslararası hukuk
sisteminin ana esasları olarak insanlığa bugün yol göstermektedir. Devletlerin
ve ulusların kendi kendilerini yönetebilmeleri ve diğer uluslar ile rekabet
edebilecek derecede güçlü bir konuma gelebilmeleri, gene Birleşmiş Milletler
çatısı altında kurulmuş olan vesayet rejimi ya da dominyon idaresi gibi
uygulamaları gündeme getirmektedir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, beş yüz
yıllık sömürgecilik geçmişinden gelen imparatorluklar tasfiye edilirken, harita
üzerinde yer alan bağımsız devlet sayısı yirmili rakamlardan iki yüzlü
rakamlara doğru bir gelişme göstermiştir. Birleşmiş Milletlerin koruyucu
kolları manda ve himaye rejimleri aracılığı ile eski sömürge yönetimlerinin
bağımsız devletlere dönüşmesi gerçekleştirilmiştir. Önceden kurulan
devletlerdeki manda ve himaye rejimlerine son verilirken, yeni kurulmakta olan
devletler için bu gibi yardımcı rejimlerin Birleşmiş Milletler aracılığı ile
yürütülmesine dünya barışı açısından öncelik verilmiştir. Sömürge statüsünden
bağımsız ulus devlet yapılanmasına geçiş sürecinde diğer devletler aracılığı
ile müdahale edilmesini önlemek için, Birleşmiş Milletlerin koruyucu şemsiyesi
altında geçiş aşaması yapılandırmaları tamamlanmaya çalışılmıştır. Yeni
bağımsız olan devletlere yardım programları sürekli olarak devam etmiş ve yeni
devletlerin de eskilerinin konumuna eşit haklar çerçevesinde ulaşabilmesi sağlanmaya
çalışılmıştır. Sömürgecilik yeryüzü haritasından silinirken eski sömürgelerin
dünya devletleri sistemi içinde daha güçlü bir yere sahip olmaları için
Birleşmiş Milletler yardım ve destek programlarını devam ettirmiştir. Tek bir
emperyalist devletin ezici hegemonyası altında yok olma tehlikesi ile karşı
karşıya kalan yeni bağımsız devletlerin, Türkiye’nin kurucu önderi Atatürk’ün
söylediği gibi dünya milletler ailesinin eşit koşullarda onurlu üyeleri
olabilmeleri için Birleşmiş Milletlerin koruyucu ve destekleyici kollarının her
zaman için devreye girmesi gerekli olmuştur.
Dünya barışının zorunlu kıldığı yerlerde ve aşamalarda, bir insanlık
örgütü olan Birleşmiş Milletler her zaman için genç cumhuriyetlerin ve yeni
devletlerin yardımına koşmuştur.
Birleşmiş
Milletler siyasal yardımlarının yanında aynı zamanda sosyal ve ekonomik
alanlarda da çeşitli programlar ve örgütlenmeler aracılığı ile ülkelerin ve
halkların gereksinmelerini karşılamaya çalışmaktadır. Batı dünyasının gelişmiş
ülkelerinin dışında kalan bütün az gelişmiş ya da gelişmekte olan devletlere
ulaştırılan Birleşmiş Milletler yardım programları, bugünün dünyasını
felaketlere ya da beklenmeyen durumlara karşı kollamaya çalışmaktadır. Dünya
ülkelerinin birbirine yardım etmesi ve ortak yardım programlarının devreye
sokulması sürecinde, Birleşmiş Milletler örgütü her zaman için koordinatör
olarak programlama ve uygulama sorunlarının çözümünde etkili olmuştur. Dünya
ülkelerinin daha hızlı kalkınabilmesi için gerekli olan teknik ve bilimsel
destekler, Birleşmiş Milletlere bağlı olan kuruluşlar aracılığı ile dünyanın
her köşesine ulaştırılmaya çalışılmıştır. Asya ve Afrika ülkelerinin
yoksulluktan ve çağdışı olumsuz koşullardan kurtulabilmeleri için Birleşmiş
Milletler öncü çalışmalar yapmış ve bir misyoner örgütü gibi hareket ederek,
Asya ve Afrika ülkelerinin bir an önce kalkınmaları için özel programlar
uygulamıştır. İnsan haklarının ve insanların onurlu koşullarda yaşayabilmeleri
için bu uluslararası kuruluş bir misyoner örgütü gibi yoğun çalışmalar yaparak,
eski ve yeni ülkeler arasındaki farkların en az düzeye indirilmesine
çalışmıştır. İnsanların doğuştan gelen temel hak ve özgürlüklerinin gerçeklik
kazanabileceği gerçekçi bir ortam yaratılarak, uluslararası alanda eşit
düzeylerde bir yaşam düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır. Geri kalmış ülkelerin
yaşam düzeyleri yükseltilirken var olan eşitsizlikler ve uyumsuzlukların
ortadan kaldırılmasına öncelikle yer verilmiştir. Birleşmiş Milletler her yönü
ile uluslararası alanda öncülük yapmıştır.
Adalet
ve hukuk alanı Birleşmiş Milletlerin insanlığa yardım ettiği başlıca alanlardan
birisi olmuştur. Ulusal yargıların üzerinde her yerde geçerli olacak bir
uluslararası yargı sistemi, ilk olarak Birleşmiş Milletler örgütünün çatısı
altında oluşturularak hukuk alanındaki
çalışmalara başlanmıştır. Uluslararası Adalet Divanı ulusal sınırların ötesine
giden ve tüm insanlığa yönelen insanlık suçlarının önlenebilmesi doğrultusunda
bir hukuk savaşına girişmiştir. Dünya düzeyinde etkin bir hukuk düzeni
oluşturabilmek amacıyla, insanlık suçlarının önlenebilmesine öncelik
tanınmıştır. Ülkeler arasındaki çekişme ve çatışma konuları da bu yoldan Adalet
Divanı’na taşınarak hukuki çözüm yaratılabilmesine dikkat edilmiştir. Ayrıca
örgüt içinde çeşitli Uluslararası Hukuk Komisyonları kurularak en önemli sorunların
çözüme kavuşturulabilmesi için çeşitli alternatif yollar denenmiştir. Yeni
kurulan devletler ve ülkelere hukuk yardımlarını artırmak üzere daha özel
çalışmalar gündeme getirilmiştir. Dünya ülkelerinin daha adil ve barışçı bir
düzen içinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için Birleşmiş Milletler örgütü
seferber olmuştur. Hukuk yollarının denendiği ama sonuç alınamadığı durumlarda
dostça ilişkiler komiteleri kurularak, dünyadaki barış ortamı içinde aynı
çizgide çözüme yönelen yaklaşımlar geliştirilmeye çalışılmıştır. Ulusal yargı
sistemlerinin ve değişik ülkelerdeki yargı organlarının adalet hizmetlerini
karşılayamadığı durumlarda, Birleşmiş Milletlerin bütün organları barış, adalet
ve eşitlik sağlama hedefinde devreye girerek bütün dünyanın güvenlik şemsiyesi
altında varlığını güvence altına almaya çalışmaktadır. Modern çağların önde
gelen insanlık örgütü olarak ortaya çıkan Birleşmiş Milletler örgütü günümüz
uygarlığının en önde gelen temsilcisi olarak üzerine düşen görevlerini yerine
getirmeye çalışmaktadır. Birleşmiş Milletler kuruluşunu yaratan insanlık
bilincinin günümüz uygarlığının sorunlarına çözüm ararken, öncelikle bu örgüte
bağlı kuruluşların devrede olduğu bir uluslararası yaklaşımı öne çıkararak tüm
tarafların çıkarlarına dikkat eden bir küresel denge arayışı içinde olması
gerekmektedir. Yeryüzü haritasında var olan iki yüzden fazla devletin
birbirlerinden çok farklı konum ve koşullara sahip olduklarını dikkate alarak
hareket etmesi gereken Birleşmiş Milletler, insanlığın bugün gelinen aşamada
tehdit altında kalmasına neden olan sorunlara gerçekçi bir biçimde sahip
çıkması gerekmektedir. Sovyetler Birliğinin yıkılması ve sosyalist sistemin
dağılması üzerine soğuk savaş döneminin geride kaldığı ve bugünkü dünyanın
yeniden sıcak çatışma sorunları ile karşı karşıya geldiği artık iyice
kesinleşmiştir. Dünya savaşları çıkmasın diye kurulmuş olan Birleşmiş Milletler
örgütü günümüzde soğuk savaş döneminin durgunluğundan kurtulamadığı ve bu
nedenle de yeni dönemin sıcak çatışma konularında pasif davranarak geride
kaldığı açıkça görülmektedir.
İkinci
dünya savaşından sonra yaşanan yarım yüzyılı aşkın zaman dilimi içinde
Birleşmiş Milletler örgütünün bir türlü soğuk savaş durgunluğundan
uzaklaşamadığı ve bu nedenle de küreselleşme olgusunun devreye girmiş olduğu
son dönemde gündeme gelen yeni gelişmelerin dışında kaldığı görülmektedir. Büyük
devletlerin sahip oldukları geniş olanakları kullanarak yeni dönemin
önderliğine soyunduğu bir aşamada, Birleşmiş Milletler örgütünün geride kalması
ve birçok alanda yeterli bir çalışma düzeni kurulamadığı için eskisi gibi
uluslararası gelişmelere uyum sağlayamadığı anlaşılmaktadır. Küreselcilerin her
alanda cirit attığı bir dönemde, yeniyi ve geleceği temsil etme iddiasındaki
yeni yapılanmaların tamamının modern çağların ötesine giderek, bir anlamda eskisine
oranla çok daha karşıt düzeyde bir modernleşme çizgisini post-modernizm adı
altında geçerli kılmaya çalıştıkları görülmektedir. Bilimsel devrimler
sonrasında insanlığın yaşamış olduğu beş yüzyıllık yeni ve yakın çağlar
döneminde bütün gelişmelerin bilimsel devrimler çizgisinde olmasına dikkat
edilmiş ve Birleşmiş Milletler de kendi örgütlenmesinde içinde barındırdığı
Unesco Teşkilatı aracılığı ile, bilim ve teknoloji alanlarının verilerini
dikkate alarak yoluna devam etmeye çalışmıştır. Ne var ki, teknik alandaki çok
hızlı gelişmeler, uzay çağına geçilmesi ve de elektronik devriminin yerleşik
yaşam ve çalışma düzenlerini bozması üzerine hem ülkelerdeki devlet
yapılanmaları hem de bu devletlerin bir araya gelmesiyle oluşan uluslararası
örgütlenme biçimleri değişmek zorunda kalmıştır. Kısa adı ile Post-modern
çağlara girilmesiyle birlikte hem devletler hem de uluslararası düzenler ciddi
anlamda bir değişim aşamasına sürüklenmiştir. Dünyanın nereye geldiği ve nereye
gittiği konuları eskisi gibi kesin bir çizgide belirlenememiş, Newton fiziğinin
belirliliğinden Kuantum fiziğinin belirsizliğine doğru bir geçiş yapılırken, dünyada
bulunan her şeyin sabit görünümleri belirsiz bir geleceğin karışıklığına doğru
ilerleme göstermiştir. Bu çerçevede düzenli bir dünya isteyenlerin Birleşmiş
Milletler çatısı altında düzen arayışları geride kalırken, Post-modernizm adı
altında her türlü belirsizliği ve karışık ihtimalleri öne çıkaran bir
hayalcilik, sanal dünya yapılanması üzerinden küresel bir kaos düzenine doğru
insanlığı sürüklemektedir.
Küresel
güvenlik ve insanlığın düzenli bir geleceğinin güvence altına alınabilmesi amacıyla kurulmuş olan
Birleşmiş Milletler örgütü küresel sermayeyi kontrol eden batının önde gelen
zenginlerine karşı eskisi gibi hak, hukuk ve hakkaniyet kavramları üzerinden
Birleşmiş Milletler etkili olamamakta, sermaye sahiplerinin oluşturduğu
ekonomik yeni düzen üzerinden batı blokunun zengin büyük ülkeleri yeni bir
dünya düzenini kendi çıkarları doğrultusunda tüm insanlığa dayatmaya başladıkları
bir aşamada, bütün dünya nükleer silah yarışları doğrultusunda bir üçüncü dünya
savaşı tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir. Post-modernizm, modern bilim ve
teknoloji düzenlerini alt üst ederken, modern çağların getirmiş olduğu bilimsel
ve hukuksal düzenin yapılanmaları ile düzenlilik ve güvence sistemlerinin devre
dışı kaldığı ve bu doğrultuda bir karışıklık ortamına doğru geçilirken eski
yapıların güçlerini yitirdikleri görülmektedir. Ne yazıktır ki, bugün gelinen
aşamada ulus kavramı ortadan kalkarken ve bu doğrultuda uluslara dayanan
uluslararası alan eski düzeninden uzaklaşırken, tüm uluslararası örgütler gibi Birleşmiş
Milletler örgütünün de eski gücünü yitirdiği ve bu doğrultuda dünya kamuoyunu
işgal eden çekişme, çatışma ve savaşlar gibi evrensel barışı tehdit eden
tehlikelere karşı gereken önlemleri alamadığı ve bu yüzden de evrensel barış
projeleri doğrultusunda örgütlü bir barış yapılanmasını, dünya ülkeleri
üzerinde eskisi gibi bir koruyucu şemsiye olarak öne çıkaramadığı
anlaşılmaktadır. Tarihin ortaya koyduğu gibi dünya hegemonyasına dönük dış
politika yürüten büyük devletlerin daha geniş alanlarda imparatorluklar
oluşturmak istemeleri yüzünden orta ve küçük boy devletlerin geleceği tehlikeye
atılmaktadır. Sahip olduğu geniş olanaklar ve bağlı kuruluşlar aracılığı ile
insanlığın gereksinmesi olan konularda yardım sağlayan Birleşmiş Milletlerin
eskisi gibi etkin hizmet üretemediği görülmektedir. Post-modern uygulamalar ve
yapılanmalar aracılığı ile devre dışı bırakılan modern orduların güç kaybederek
devre dışı kalması yüzünden dünya barışı tehlikeye girerken, Birleşmiş
Milletler üyesi olan devletlerin çekişmeleri bırakarak, yeni kurulacak bir
Dünya Ordusu çatısı altında birleşmeleri kalıcı bir güvenlik açısından daha
etkili olacaktır.
Soğuk
savaş döneminden kalma bir güvenlik örgütü olan Nato, eski işlevini yitirmesine
rağmen günümüzde batılı emperyalist devletler tarafından sanki dünya güvenlik
örgütüymüş gibi insanlığın önüne çıkartılmaktadır. Sosyalist sistem çökerken,
bu sistemin güvenlik örgütü olarak Varşova paktı feshedilmiştir. Kapitalist
sistemin karşıt güvenlik örgütü olan Nato’nun da bu aşamada tasfiye edilmesi
gerekirken, ABD hegemonyasına dayanan dünya sisteminin bekçisi konumunda Nato
örgütü muhafaza edilmiştir. Soğuk savaş döneminin kamplaşması geride kalırken, Nato’nun
eskisi gibi feshedilmeden korunması batı bloku dışında kalan ülkeler üzerinde
olumsuz etkiler yaratmıştır. Nitekim Rusya yeni dönemde bir batı hegemonyası
ile karşılaşmamak üzere, Kollektif Güvenlik örgütü adı altında yeni bir savunma
örgütü ile, savaş ve askeri gösterilere karşı yeni dünya dengeleri çizgisinde
hegemonya ağırlığını koymaya çalışmıştır. Küreselcilerin batı kapitalizmi
merkezli hareket etmesi yüzünden, Birleşmiş Milletler örgütüne ordu
kurdurulmamış ama problem çıkan bölgelere Birleşmiş Milletler Barış Gücü adı altında
küçük Birleşmiş Milletler askeri birlikleri gönderilmek zorunda kalınmıştır.
Böylece devlet ordularının çarpışma noktasına geldiği çekişme noktalarına
Birleşmiş Milletlerin askeri birlikler aracılığı müdahale etmesinin önü
açılıyordu. Problemli yerlere küçük Barış Güçleri gönderilerek tam anlamıyla
barışın sağlanamadığı ortaya çıkması nedeniyle, artık Birleşmiş Milletler Genel
kurulunun yaptırımlı kararları ile kurularak küresel barış için yaygın bir
örgütlenme ile oluşturulacak, yeni bir Dünya Ordusunun kurulmasının zamanı
gelmiştir. Aksi takdirde Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya
gibi büyük devletlerin kurmakta olduğu yeni ordular gündeme gelmekte ve bu
doğrultuda da savaşlar sürüp gitmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün en üst
düzey organı olan Güvenlik Konseyi’nin üyesi olan Çin, Rusya ve Fransa’nın ayrı
ordular peşinde koşması, Birleşmiş Milletler örgütlenmesinin düzenli bir
küresel güvenlik sistemi oluşturamadığını açıkça göstermektedir. Bu aşamada Birleşmiş
Milletler büyük devletlerin çekişmelerine alet olmamalı ve sahip olduğu gücü
iyi kullanarak barış için müdahale edebilmelidir.
Dünyanın
ortalarında ve doğu bölgelerinde sıcak çatışmalar tırmandırılırken, Dünya
barışı için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünün bu sıcak çatışmaların
büyük savaşlara dönüşmesini önleyecek çizgide, sıcak bölgelere müdahale
edebilmelidir. Balkanlarda ve Orta Doğu’da birçok ülkede sıcak çatışmalara
Barış Gücü statüsü üzerinden müdahale eden Birleşmiş Milletler’in bugün giderek
bir savaş ortamına dönüşen Kırım, Ukrayna, Bosna, Yunanistan, Trakya, Libya ve
Kazakistan bölgelerine de müdahale etmesi gerekmektedir. Bu bölgelere
gönderilecek Barış Gücü operasyonları ile savaş süreçleri önlenemezse, o zaman
yeni dönemde etkin bir biçimde ortaya çıkması beklenen Dünya Orduları
uygulamasına, Birleşmiş Milletler merkezi bir barış örgütü olarak yönelmelidir.
Dünya barışının gerçekçi bir çözüme kavuşturulabilmesi için geleceğin dünya
devletini oluşturabilecek bir çizgideki Dünya Ordusunu ve Barış Gücü uygulamalarını
bir araya getirecek uygulama ile Birleşmiş Milletler örgütü meydana getirebilir
ve zaman içinde bütün sıcak çatışma alanlarındaki savaş ile çatışma olaylarına
böylece daha etkin bir biçimde gelecek müdahaleler sonucunda, dünya barışını
tehdit eden savaş girişimlerinin önüne geçilebilecektir. Böylesine bir olumlu
sonucun alınabilmesi için Birleşmiş Milletler genel sekreterliği aracılığı ile
harekete geçilerek ve New York’ta olağanüstü bir Genel Kurul toplantısı
yapılarak ve Dünya Ordusu oluşumu ile ilgili karar hızla alınmalı ve çatışma
yerlerindeki sıcak gelişmeleri durduracak bir yeni yapılanmaya uluslararası
alanda yönelinmelidir. ABD ve İngiltere üstünlüklerini yitirirken, onların
yerini alacak bir yönde Çin ve Rusya’nın ya da Almanya ve Fransa’nın yeni
hegemonyacı güçler olarak, kendi çıkarları doğrultusunda dünya barışını tehdit
edecek savaş senaryolarına hiçbir biçimde izin verilmemelidir. Dünya düzenini
alt üst eden, devletler arası savaş ve çatışma senaryolarını kışkırtarak destekleyen
küresel şirketlerin, her türlü oyunlarına karşı çıkacak güçte bir Birleşmiş
Milletler yeniden kurulursa, o zaman cihan savaşı girişimlerine, Birleşmiş
Milletler Güvenlik Konseyi yönetiminde bir Dünya ordusu izin vermeyecek ve bu
alandaki her türlü tırmanmanın önü kesilerek evrensel barış korunabilecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder