28 Aralık 2019 Cumartesi

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


BİRLEŞMİŞ MİLLETLER YENİDEN KURULMALIDIR
         
         Dünyada her geçen gün; küresel sermayenin yeryüzü imparatorluğu oluşturma doğrultusundaki zorlamalar, baskılar, saldırılar, tehditler ve işgaller yüzünden sıcak çatışmalara hızla sürüklenirken,  evrensel barış ortamı giderek ortadan kalkmakta ve insanlık iki büyük dünya savaşı macerasından sonra üçüncü bir büyük savaş tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Birinci Dünya Savaşı’nın çok kanlı geçmesi nedeniyle, insanlığı temsil eden büyük devletlerin öncülüğünde yirminci yüzyılın başlarında Milletler Cemiyeti adı altında bir uluslararası örgüt kurulmuş ve bu doğrultuda ikinci bir dünya savaşı çıkmasını engellemek üzere insanlık seferber olmuştur. Ne var ki, bütün çabalara rağmen Milletler Cemiyeti örgütü zayıf kalmış ve Hitler üzerinden geliştirilen yeni bir proje ile dünya ikinci dünya savaşına sürüklenmiştir. İki büyük dünya savaşı Avrupa topraklarında cereyan edince batılılar, üçüncü kez bir dünya savaşı ile karşılaşmamak üzere, Milletler Cemiyeti deneyinden yararlanarak daha ciddi ve güçlü bir uluslararası örgüt olarak Birleşmiş Milletleri kurmuşlardır. ABD İkinci Dünya Savaşı sonrasında dünya jandarmalığına soyunurken, bu konumunu bütün devletlere kabul ettirebilmek üzere Birleşmiş Milletler örgütlenmesini kullanmış ve bu uluslararası kuruluş üzerinden dünyayı yönlendirme politikalarını geliştirmeye başlamıştır. Böylesine bir evrensel örgütün kurulmasına giden yolda, Hitler Almanya’sı öncülüğünde geliştirilen faşist cepheye karşı, bir Atlantik inisiyatifi,  İkinci Dünya Savaşı’nın tam ortalarında İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri’nin bir araya gelerek Atlantik bildirisini ilan etmeleri ilk adım olmuş daha sonra da Çin ve Rusya’nın öncülüğünde imzalanan Moskova Bildirisi, dünya uluslarının evrensel bir örgütün çatısı altında bir araya gelmelerini sağlayan ikinci adımı oluşturmuştur.

      İkinci Dünya Savaşı’nın son yılında önce bir Amerikan kentinde daha sonra da Rusya’nın Kırım yarımadasında bir araya gelen büyük devletler,  aralarında anlaşmaya vardıktan sonra 26 Haziran 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler örgütünü kuran, uluslararası antlaşmayı imzalayarak,  insanlığın ortak bir çatı altında bir araya gelebilmelerini sağlayan resmi gelişmeyi tamamlamışlardır. Bu örgütün öncüsü olan dört büyük ülke olarak ABD, İngiltere, Rusya ve Çin aralarına beşinci büyük ülke olarak Fransa’yı da alarak Birleşmiş Milletler örgütünün üst yönetim organı olan Güvenlik Konseyinin beş sürekli üyesi olmuşlardır. Birleşmiş Milletler, resmi adında ulusların birliği olarak adlandırılmasına karşılık, antlaşmanın giriş bölümünde halkların birliği olarak tanımlanmakta ama gerçek politik yaşamda bir devletler birliği olarak hareket etmekte ve her devleti de kendi hükümeti bu örgütün çatısı altında temsil etmektedir. Başlangıçta elli ülkenin katılması ile kurulan bu uluslar arası örgüt daha sonra bağımsızlığını elde eden eski sömürgelerin devlet olarak başvurmasıyla ve bazı devletlerin bölünmesinden sonra ortaya çıkan yeni devletlerin başvurmasıyla günümüzde 220 devletten oluşan bir uluslararası kuruluş konumuna gelmiştir. Avrupa sömürgelerinin bağımsız devletler haline gelmesi, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında ortaya çıkan yeni devletlerin de Birleşmiş Milletler üyesi statüsü kazanmalarıyla beraber bu örgüt neredeyse bütün dünyayı kucaklayan ve her devleti çatısı altında toplayarak bir anlamda dünya devletlerinin bağlı olduğu bir çeşit üst dünya devleti konumuna gelmiştir. Uluslararası alanda bir dünya düzenin kurulması, Birleşmiş Milletlere bağlı örgütler aracılığı ile çeşitli alanlarda düzenlemeler yapılarak ve uluslararası protokoller hazırlanarak evrensel bir hukuk düzeni yaratılmak istenmiştir. Örgütün genel kurulu, güvenlik konseyi ve bağlı kuruluşların üst yönetimlerinin aldığı kararlar üzerinden küresel bir dayanışma ortamı sağlanmaya çalışılmış ve bu doğrultuda uluslar arası bir inisiyatif geliştirilerek ülkeler ve milletler arasındaki çekişmelere ve problemlere çözümler bulunmaya çalışılmıştır.
      Birleşmiş Milletler çatısı altında çeşitli uluslararası kuruluşlar oluşturulmuş ve Birleşmiş Milletlerin öncülüğünde bu kuruluşların kendi alanlarında etkin çalışmalar yapmaları sağlanmıştır. Uluslararası çalışma örgütü, Uluslararası eğitim, bilim ve kültür örgütü, Dünya Sağlık örgütü, Uluslar arası kalkınma birliği, uluslar arası imar ve kalkınma bankası,  Dünya fikri mülkiyet örgütü, Uluslar arası atom ajansı,  Dünya posta birliği,  Dünya gıda örgütü, uluslar arası yerleşim birimi, Çevre sorunları örgütü, Uluslar arası kalkınma programı, Mülteciler Yüksek Konseyi,  Uluslar arası insan hakları yüksek konseyi, Uluslararası maliye örgütü, Uluslar arası denizcilik kurumu gibi kuruluşlar, Birleşmiş Milletlere bağlı olarak bu örgütün aldığı kararlar ve yönlendirmesi doğrultusunda çalışmalarını sürdürerek bir dünya düzeninin oluşumuna kendi alanlarındaki etkinlikleri ile katkıda bulunmaya çalışmaktadırlar. Uzmanlık kuruluşları aynı zamanda kendi alanlarının sorumlusu olarak da Birleşmiş Milletlerin gereksinme duyduğu konularda çalışmalar yaparak örgütün etkinliğinin artmasına ciddi katkılarda bulunmaktadırlar. Otuzdan fazla uluslar arası kuruluşu çatısı altında örgütleyen Birleşmiş Milletler bir anlamda dünya devleti boşluğunu doldurmakta ve yerkürede yaşayan yedi milyar insan ile 220 devleti ortak bir yönetime doğru götürerek küresel barış ortamının istikrarlı bir doğrultuda sürdürülmesine sağlamaktadır. Çalışmalar sırasında bazı yeni alanlarda boşluk görülürse, Birleşmiş Milletler örgütü genel kurul kararı ile kendisine bağlı olarak çalışacak yeni uluslar arası kuruluşlar örgütleyebilmektedir.
      Bütün üye devletlerin tek bir temsilci ve oy ile temsil edildiği genel kurul örgütün hem tartışma hem de karar organıdır. Dünya kamuoyunu ilgilendiren bütün konular ilgili devletler ya da uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile Birleşmiş Milletler çatısı altına getirilerek her yönü ile tartışılmaktadır. Belirli gündem ile yapılan genel kurul toplantılarında dünya kamuoyunu yakından ilgilendiren bütün uluslar arası meselelerde tartışmalar yapılır ve ilgili tarafların görüşleri alındıktan sonra sorunların çözümü doğrultusunda genel kurul kararları alınır. Normal koşullarda devletler için alınan kararlar tavsiye niteliğindedir ama kritik ve acil konularda Birleşmiş Milletler genel kurulu kesin bağlayıcı kararlar alarak,  tehlikeli ve zarar verebilecek durumların önlenebilmesi doğrultusunda hareket edebilir. Genel sekreterliği bağlı olarak görev yapan çeşitli komisyonlar uzman kişilerden oluşturularak sorunların incelenmesi ve komisyon raporları ile beraber genel kurula getirilmeleri sağlanmağa çalışılır. Evrensel barışın korunması ve örgütün üst düzeyde yönetilmesini sağlayan Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyidir. On beş üyeden oluşan bu konseyin beş sürekli üyesi, öncü beş büyük devlet olarak belirlenmiş ve on üyelik de iki yıl için seçilen geçici devlet temsilcilerinden oluşturulmuştur. Beş kurucu sürekli üyenin veto hakkının bulunması zaman zaman güvenlik konseyini karar veremez durumlara getirmiştir ama gene de örgütün ağırlığı sorunların çözüme kavuşturulmasında etkili olarak,  uluslar arası ihtilafların örgüt çatısı altında sonuçlandırılmaları sağlanabilmiştir. Sosyalist blok zamanında Sovyetler Birliğinin sürekli veto mekanizmasını kullanması nedeniyle güvenlik konseyinden karar alınamaz gibi durumlar ortaya çıkmıştır. Soğuk savaş döneminin sona ermesinden sonra,  Güvenlik konseyi daha rahat çalışma olanağı bulmuştur ama gene de büyük devletlerin birbirlerinden ayrılan politikaları yüzünden konsey karar alamaz durumlara düşmüştür. Güvenlik konseyinden ayrı olarak vesayet yönetiminin yürütüldüğü ülkeler için bir vesayet konseyi ve dünya ülkelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için de ekonomik ve sosyal konsey Birleşmiş Milletlerin çalışmalarında önde gelen hizmetler yapan ilgili birimlerdir. Uyuşmazlıkların ya da çeşitli ihtilafların barışçı çözüme kavuşturulması genel kurul ya da güvenlik konseyi kararları ile sağlanmaya çalışılmış, üye devletlerin dikkatli çalışmaları ve hoşgörülü tutumları sayesinde barışçı sonuçlar elde edilebilmiştir.
      Barışa karşı tehdit ya da normal barış ortamının bozulması gibi durumlarda Birleşmiş Milletler örgütü otomatikman dereye girerek,  Güvenlik Konseyi kararları doğrultusunda çeşitli önlemleri ya da yaptırımları devreye sokarak yeniden barış ortamına dönüşü sağlamaya çalışmaktadır. Konsey, uluslar arası hukuka aykırı bir doğrultuda saldırı ya da tehdit durumlarını belirlerse o zaman devreye girerek taraflara önce tavsiyelerde bulunur, taraflar bunlara uymazsa o zaman çeşitli yaptırımlar gene konsey kararı doğrultusunda devreye sokulabilir. Gelişmekte olan ülkelere her türlü yardımın yapılması,  bu ülkelerdeki devlet ve hükümet yapılanmalarının geliştirilmesi, bütün dünya ülkelerinin ortak insanlık ortamına kazanılabilmesi için Birleşmiş Milletler örgütü üzerine düşen görevleri yerine getirmeye çalışmaktadır. Özellikle insan hakları alanında çeşitli mağduriyetlerin giderilmesi için yetkili uzmanlar aracılığı ile hukuksal altyapının kurulabilmesi doğrultusunda hukuk yardımları da düzenli olarak yapılmaktadır. Her türlü sorunun aşılabilmesi ve çeşitli sorunlarda etkili çözümler üretilebilmesi için Birleşmiş Milletler özel fonu kullanılmakta, Birleşmiş Milletler kalkınma konferansları aracılığı ile de geri kalmış ülkelerin hızla dış dünyaya açılabilmeleri ve ileri ülkeler seviyelerine gelebilmeleri için çeşitli uluslar arası girişimler planlı ve düzenli olarak yürütülmektedir. Bu gibi çalışmaları ile Birleşmiş Milletler bir anlamda bütün dünya ülkeleri için ve özellikle geri kalmış devletler açısından bir can idi ya da kurtarıcı konumundadır. Yirmi birinci yüzyılda yedi milyarlık dünyada birçok sıcak sorun bulunmasına rağmen,  insanlığın yoluna gene de barış ortamında devam edebilmesi Birleşmiş Milletlerin varlığı sayesinde mümkün olabilmektedir. Dünyanın birçok yerinde sıcak çatışmaya dönüşen yerel ya da bölgesel sorunların bir büyük dünya savaşına dönüşmesi Birleşmiş Milletler aracılığı ile önlenerek üçüncü dünya savaşına giden yolun önü şimdilik kesilebilmektedir. Ne var ki, büyük devletlerin ve güç merkezlerinin asılmaları ve de zorlamaları yüzünden zaman zaman Birleşmiş Milletlerin gücü de sınırlı kalabilmekte ve bu uluslar arası kuruluşun otoritesi güçler arası çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önlemekte yetersiz kalabilmektedir.

     Birleşmiş Milletler,  İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulduktan sonra yirminci yüzyıl içerisinde yarım yüzyıllık bir çalışma dönemini geride bırakarak üçüncü bin yıla girerken bir milenyum bildirisi yayınlamıştır. Daha zengin, barışçı ve adil bir dünya için açıklanan bu bildiride insan onuru, eşitlik ve haklılık ilkelerine sahip çıkılmış,  daha adil bir dünyada sürekli barış ortamında ve bütün insanlığın refah ortamının getirdiği zenginliklerden yararlanabilmeleri açıkça bir dilek olarak ifade edilmiştir. Devletlerin eşit egemenliği, toprak bütünlüğü, sınırlarının dokunulmazlığı, bağımsız statüleri resmen tanınmış, insan haklarına saygı ile beraber devletlerin iç işlerine karışılmaması, uluslar arası işbirliği çerçevesinde bütün sorunların adil çözümlere kavuşturulması kabul edilmiştir. İnsanlığın ortak geleceği için sürekli çaba göstermek gerektiği vurgulanırken, bütün dünya halklarının daha iyi bir durumda olabilmeleri için küreselleşmenin önemi üzerinde durulmuştur. Özgürlük,  eşitlik, hoşgörü,  dayanışma, doğaya saygı ilkeleri doğrultusunda bütün insanlığın ortak sorumluluğu bulunduğu ve bunun dünya devletleri tarafından paylaşılması gerektiği dile getirilmiştir. İnsan kitlelerinin yok edecek silahlardan kurtulmak, bu doğrultuda yürütülecek silahsızlanma girişimleri ile uluslar arası barışın güvenlik altına alınması gerektiği belirtilmiştir. Anlaşmazlıkların barışçı yollardan önlenmesi, silahlı çatışmalara meydan verilmemesi, silahların denetimiyle beraber silahsızlanmanın desteklenmesi, uluslararası terörizm, kaçakçılık ve uyuşturucu sorunlarının çözümü için güçlü bir işbirliğinin sağlanması önerilmiştir. Nükleer silahların sınırlandırılması, uluslar arası kuruluşların denetimi altına alınması. Birleşmiş Milletlerin bu konuda öncü girişimlerde bulunması gerektiği açıkça savunulmuştur. Yoksulluk, yolsuzluk ve işsizlikle ciddi plan ve programlar doğrultusunda mücadele edilmesi gerektiği, kalkınma ve daha iyi bir yaşam düzenine sahip olmanın herkes için bir hak olduğu ifade edilirken,  en az gelişmiş ülkeler için Birleşmiş Milletlerin özel bir konferans örgütlenmesine gideceği ilan edilmiştir. Geri kalmış ülkelerin borçlarının silinmesi ya da uzun vadeli ödeme programlarına bağlanması,  kalkınma yardımlarından olabildiğince fazla düzeyde yararlandırılmaları, bazı ülkeler için sahip oldukları özel koşullar nedeniyle farklı kalkınma programlarından yararlandırılmaları gerekliliği, herkese ulaşılabilir temiz suyun ve gıdalar ile ilaçların sağlanması, salgın hastalıklar ile uluslar arası alanda güçlü programlar doğrultusunda mücadele edilmesi, iletişim ve teknoloji alanında meydana gelen hızlı değişimlerden halk kitlelerinin olabildiğince yararlandırılmaları, ortak çevrenin el birliği ile korunması, ormanların ve yeşil alanların doğal yapılarının korunması, kuraklık ve çölleşme ile mücadele edilmesi, demokrasi ve insan haklarının her açıdan korunması ve desteklenmesi, her türlü ayırımcılığın önlenmesi, kadınların, çocukların ve zayıf insanların korunmaları, sivil toplum kuruluşlarıyla beraber halkların ve göçmenlerin de korunmaları,  Afrika kıtasının geri kalmış koşullarının dikkate alınarak Afrika ülkeleri için özel koruma ve destek programlarının geliştirilmeleri gerektiği üçüncü bin yılın başında genel kurul kararı ile ilan edilen milenyum bildirisinde açıkça ifade edilmiştir.
      Birleşmiş Milletlerin, gerektiği gibi çalışabilmesi ve kendisinden beklenen kamu hizmetlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi gerektiği Milenyum bildirisinin son kısmında dile getirilmiştir. Birleşmiş Milletler genel kurulu kararı ile bu bildiri dünyaya açıklanırken örgütün amaçları ve fonksiyonlarının gerçekleşebilmesi doğrultusunda her türlü çabanın gösterileceği ve hiçbir özveriden çekinilmeyeceği insanlığa bir söz verilme biçiminde açıklanmıştır. Merkezi organ olarak genel kurulu daha güçlü bir konuma getirmek, güvenlik konseyinde her açıdan kapsamlı bir reformun yapılması, ekonomik ve sosyal konseyin ana sözleşmede belirtilen görevlerini yerine getirebilmesi için güçlendirilmesi ve uluslararası işlerde adaleti ve yasa egemenliğini sağlayabilmek için uluslararası adalet divanın konumunun güçlendirilmesi, görev ve sorumlulukların daha etkili bir biçimde yerine getirilebilmesi için Birleşmiş Milletlerin esas organlarında danışma ve eşgüdüm yöntemlerinin geliştirilmesi ve bütünüyle Birleşmiş Milletler örgütünün güçlendirilmesi için gerekli olan maddi kaynakların bütün üye ülkelerin katkıları ile sağlanması zorunluluğu, sekreterlik makamının bütün örgütün işleyişini sağlayacak düzeyde güçlendirilmesi ve Birleşmiş Milletlere bağlı olan uzmanlık kuruluşlarıyla beraber diğer uluslararası kuruluşlar arasında daha düzenli ve etkili bir çalışma düzeninin kurulması gerektiği, bütün uluslararası kuruluşlar arasında barış ve güvenliğe dayanan daha istikrarlı bir çalışma ortamının yaratılmasının yararlı olacağı, insanlık ailesinin gelecekte daha gelişmiş ve insan onuruna yaraşan bir yaşam düzenine sahip olabilmesi için ve evrensel barış ile işbirliğinin süreklilik kazanabilmesi açısından Birleşmiş Milletlerin vazgeçilemez bir uluslararası örgüt olduğu ve bu bildiride geleceğe dönük olarak belirtilen hedefler doğrultusunda örgütün çalışıp çalışmadığının genel sekreter raporları ve genel kurul kararları ile belirlenmesi gerektiği,  üçüncü binyıl bildirisinin son kısmında belirtilerek,  genel kurul üyelerinin bu bildiride dile getirilen bütün yenilikler için kesintisiz destek vereceği dünya kamuoyuna karşı bir söz olarak verilmiştir.   
        8 Eylül 2000 tarihinde resmen ilan edilen üçüncü bin yıl bildirgesi doğrultusunda Birleşmiş Milletler örgütü ele alındığında, bu uluslar arası örgütün geleceği açısından çok ciddi bir reform gereksinmesi bulunduğu bizzat örgütün üyeleri ve yönetim organları tarafından resmen ilan edilmiştir. Ne var ki aradan on yıldan fazla bir zaman dilimi geçmesine rağmen Birleşmiş Milletlerde milenyum bildirisinde belirtilen hedefler doğrultusunda yeniden yapılanmaya dönük olarak herhangi bir adımın atılamadığı anlaşılmıştır. Bu büyük uluslararası örgütün hem ana yapısında hem de çalışma düzeninde köklü reformlar gerekirken,  üye devletlerin özellikle de güvenlik konseyinin sürekli üyesi olan öncü beş büyük devletin aralarında anlaşamamaları yüzünden Birleşmiş Milletler de reform girişimleri bir türlü sonuç vermemiştir. Her geçen gün artan çalışma temposunun getirdiği gereksinmeler giderek tırmanırken, bir türlü yeniden yapılanmaya yönelik yeni adımların atılamadığı görülmüştür. İkiyiz aşkın üye devletin temsilcileri genel kurul salonunda çeşitli dünya sorunları için bir araya gelebilmelerine rağmen, bu birlikteliklerden ya da genel kurul toplantılarından Birleşmiş Milletler örgütünü yeniden yapılandıracak yenilikçi girişimlerin, güvenlik konseyi üyesi büyük devletlerin bir türlü anlaşamamaları nedeniyle gerçekleşemediği anlaşılmaktadır. Ayrıca geçen zaman içerisinde bazı ülkelerin güçlenerek öne çıkmaları, diğerlerinin güç kaybederek gerilemeleri dünya dengelerini değiştirdiği için gelinen yeni aşamada farklı bir uluslar arası konjonktür Birleşmiş milletleri etkilemekte ve bu örgütün çalışmalarının yetersiz kalmasına neden olmaktadır. Yıllardır yaşanan sorunların çözümsüz kalması ve zaman içerisinde bunlara yenilerinin eklenmesiyle bazen Birleşmiş Milletler gibi büyük bir örgütten istenen çalışmaların ya da kararların çıkmadığı görülmekte ve bu durumdan da bütün dünya ülkeleri zarar görmektedir.
       Birleşmiş Milletler örgütü soğuk savaş döneminde canla başla çalışarak üçüncü dünya savaşını engellemekte başarılı olmuştur. Ne var ki,  küreselleşme dönemine geçilmesiyle beraber Dünya Ticaret Örgütü adı altında yeni bir uluslar arası kuruluşun ABD öncülüğünde küresel sermaye ve bu yapıya bağlı uluslar arası tekelci şirketlerin desteği ile devreye girmesi üzerine Birleşmiş Milletlerin çalışma düzeni bozulmuş ve özellikle ekonomik ve sosyal açıdan engellenmiştir. GATT adı altında eskiden çalışmalarını sürdüren Dünya Gümrük Tarifeleri Birliği Uruguay Raund görüşmelerinin sonunda Merakeş Deklarasyonun ilanı üzerine kurulmuş olan Dünya Ticaret Örgütü ekonomiye ticaret üzerinden el koyarak Birleşmiş Milletlerin ekonomik ve sosyal fonksiyonuna karşı çıkan ve bunu sınırlayan bir karşı mekanizmayı devreye sokmuştur. İkinci dünya savaşı sonrasında ABD merkezli yenidünya düzeni içerisinde Uluslar arası Para Fonu ile Dünya Bankası Bretton -Woods Antlaşması doğrultusunda ABD’ye bağlı bir çalışma düzeni içerisinde olmuşlar ve Amerikan devleti bu kendine bağlı uluslar arası kuruluşlar aracılığı ile ekonomik ilişkiler üzerinden bir dünya hegemonya düzeni oluşturabilmiştir. Birleşmiş Milletlerin hem öncüsü hem de kurucusu olan ABD’nin bu uluslar arası kuruluşun dışında ve kendi kontrolü altında böylesine emperyal bir uygulamaya girmesinden hem bütün dünya ülkeleri hem de evrensel bir dünya devleti boşluğunu doldurmaya çaba harcayan Birleşmiş Milletler örgütü çok ciddi boyutlarda zarar görmüştür. ABD Uluslar arası Para Fonu aracılığı ile dünya ülkelerini borç batağına sürükleyerek ve düşürerek bunların çökmesine ve iflas etmesine yol açmış ve ondan sonraki aşamada sömürgeciliğe yönelerek yeni bir tür süper emperyalizmi küreselleşme görünümü altında beş kıtaya yaymaya çalışmıştır. Dünya Bankası programlarını da İMF reçeteleri ile beraber devreye sokan ABD, İsrail destekli Siyonist lobiler aracılığı ile bir tür süper emperyalizmi örgütlerken Birleşmiş Milletleri görmezden gelmiş ve bu büyük uluslararası kuruluşun kararlarını hiçe sayabilmiştir. Soğuk savaş sonrasında ABD’nin öncülüğünde ve dayatmasıyla küreselleşme aşamasına geçilirken,  küresel sermaye ABD’nin koruması altında bütün dünyaya egemen olabilmenin yollarını arıyordu. Ticaret ve ekonomi üzerinden Dünya Ticaret Örgütü yeni dönemde dünyanın merkezi konumuna getirilirken, Birleşmiş Milletler örgütü by-pas ediliyordu. Uzun yıllar dünyanın ekonomik sorunları Birleşmiş Milletler çatısı altında ele alınmıştır. Bu örgüt özel olarak kendi çatısı altında ekonomik ve sosyal konseyi kurarak her türlü ekonomik soruna sosyal boyutları ile yaklaşım geliştirmeye çalışırken, Dünya Ticaret Örgütü uluslar arası tekelci şirketlerin oluşturduğu bir finans kapital yapılanması doğrultusunda öne çıkıyor ve küresel alanda yeni bir örgütlenmeyi kapitalist enternasyonal olarak yapıyordu. Böylesine bir süreç içinde Amerikan devleti Amerikan halkının insiyatifinin dışına çıkarak, Federal Rezerv denilen küresel sermayenin kontrolü altına giriyor ve finans kapitalin çıkar düzenini bütün dünya ülkelerine askeri, siyasi ve ekonomik gücü ile dayatıyordu. Birleşmiş Milletler çatısı altında eşitlikçi ve dengeli bir dünya devleti arayan halk kitleleri ve devletler, Dünya Ticaret Örgütü üzerinden böylesine büyük bir emperyal kıskaç ve saldırı ile karşı karşıya kalınca ne yapacaklarını şaşırıyorlardı.

      Soğuk savaş sonrasında küresel sermayenin küreselleşmeyi bir süper emperyalizm olarak bütün dünya ülkelerine dayatması üzerine, Birleşmiş Milletlerin yeniden güçlendirilerek devreye girmesi, bozulan dengelerin eskisinden güçlü olarak tekrar tesisi için acil ve zorunlu görünmektedir. Dünya Ticaret Örgütünü küresel sermaye ve tekelci şirketlerin kontrolü altına alan para babaları, ne Birleşmiş Milletleri ne de uluslar arası hukuku takmamakta sadece kendi çıkarları doğrultusunda bir küresel imparatorluğu bir an önce oluşturabilme doğrultusunda Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonunu da Dünya Ticaret Örgütü ile beraber kullanmaktadırlar. Dünya kıtalarının altındaki yer altı zenginliklerini ele geçirmeyi kafalarına koyan para babaları,  dünya devletleri ile beraber halklarını devre dışı bırakırken, bunların Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek oluşturdukları uluslar arası hukuku tanımayarak, küresel emperyalizmin gündeme getirdiği emperyal ekonomik kuralları dünya uluslarına karşı dayatabilmektedirler. Neredeyse,  iki bin yıldır insanlığın sahip olduğu uygarlık birikimi ile beraber, Birleşmiş Milletler örgütünün yarım yüzyılı aşkın bir süredir yeryüzünde uyguladığı uluslar arası hukuku hiçe sayan bir emperyal saldırganlık,  giderek hukuk tanımayan bir yüzsüzlük olarak insanlığa saldırmaktadır. Küresel sermayenin ferman dinlemeyen saldırganlığı,  Amerikan devletinin öncüsü ve kurucusu olduğu uluslar arası hukuk düzenini dinlemeyerek hukuk kurallarını açıkça çiğnemeye doğru yönlendirdiği açıkça görülmektedir. Asgari maliyet ile beraber azami kazanç peşinde koşan uluslar arası tekelci şirketler,  Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında bir araya gelerek tüm insanlığa karşı saldırgan bir emperyalizme geçerlerken, Birleşmiş Milletlerin üçüncü bin yıl bildirisinde dile getirdiği insancıl hedefleri, insan onurunu ve daha adil ve eşitlikçi kalkınma sorununu görmezden gelebilmektedirler. Amerikan devleti ile beraber ordusu da, dolar milyarderlerinin emrinde bir sömürge düzenine yönelmekte ve bütün dünya devletleri ile karşı karşıya gelerek evrensel barışı tehdit eden bir olumsuz durum yaratmaktadır.
      Yeni gelinen bu aşamada öncelikle yapılması gereken iş, Bileşmiş milletlerin daha güçlü bir yapıda yeniden kurulması olacaktır. Milenyum bildirisinde ifade edildiği gibi daha adil,  daha eşitlikçi, güvenli ve barışçı bir dünya düzenine kavuşabilmek için, yokluğu hissedilen dünya devleti yapılanmasının yeniden Birleşmiş Milletler örgütü çatısı altında örgütlenmesi gerekliliği her geçen gün daha iyi anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda daha güçlü bir Birleşmiş Milletler yaratılabilmesi için örgüte üye olan dünya devletlerinin olabildiğince fazla bir maddi kaynağı bu örgüte aktarabilmesi gerekmektedir. Para babalarının aşırı zenginliğini tırmandırarak her ülkeden dolar milyarderleri çıkartan Dünya Ticaret Örgütünün yerine, uluslar arası ekonomi ve kalkınma işlerinin yeniden Birleşmiş Milletler ekonomik ve sosyal konseyinin yönetimine bırakılması, daha adil ve eşitlikçi bir kalkınma ve refah düzenine bütün dünya ülkelerinin sahip olabilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Özgürlükçülük görünümü altında palazlanan ve pazarlanan ekonomik serbesiyetçilik tam anlamıyla sömürgeci bir düzenin kurulmasına yol açmıştır. Dünya Bankası ve Uluslar arası Para Fonu programları da bu doğrultuda ABD zorlamalarıyla uygulamaya aktarılınca küresel şirketler devleşmiş,  dünya ülkeleri ise iflas ederek dağılma ve parçalanma sürecine sürüklenmişlerdir. Böylesine sömürgeci ve istismarcı bir çıkmazdan dünya ülkelerini ancak Birleşmiş Milletler gibi bir uluslar arası kuruluş kurtarabilir. Birleşmiş Milletler genel kurulu bu aşamada kesin bir karar alarak Dünya Ticaret Örgütü ile beraber Dünya Bankası’nı ve Uluslar arası Para Fonunu kendisine bağlamalı ve böylece Amerikan devleti üzerinden küresel sermayenin bu uluslar arası kuruluşları dünya ülkelerini sömürmek üzere kullanmalarına bir son vermelidir. Diğer uluslar arası kuruluşlar gibi Birleşmiş milletlere bağlanacak bu kuruluşları artık Amerika’da yuvalanmış olan para babaları ya da finans kapitalin patronları değil ama dünya ülkelerinin ve uluslarının temsilcilerinin eşit koşullarda yer aldığı Birleşmiş Milletler genel kurulu yönlendirecektir. BM çatısı altında kabul edilen ve uluslar arası alanda bütün devletler tarafından resmen benimsenen protokoller doğrultusunda çalışacak bu üç ekonomik kuruluş,  artık dünya sömürgeciliğinin ana örgütleri olmaktan çıkarak BM amaç ve hedefleri doğrultusunda dünya halklarının eşit kalkınmalarını sağlayacak kuruluşlar olacaklardır. Son zamanlarda küresel sermayenin jandarması konumuna getirilen NATO örgütü bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak,  küresel sermayenin bekçiliğine soyunmuştur. Tekelci şirketlerin yer altı kaynaklarına göz koyduğu ülkelere saldırı için kullanılan bu askeri örgüt bir güvenlik kuruluşu olmaktan çıkarak,  tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerine saldıran bir lejyoner birliğine dönüşmüştür. Bu durumun da acilen önlenebilmesi için NATO örgütünün Birleşmiş Milletlere bağlanması ve acilen bir Dünya Ordusuna dönüştürülmesi gerekmektedir. Ancak bu yoldan bu büyük güvenlik örgütünün emperyalist sömürü doğrultusunda işgal ordusuna dönüşmesi önlenebilecek ve Birleşmiş Milletlerin dünya barışı hedefleri doğrultusunda görev yapacak bir acil müdahale birliği misyonu ile dünya ordusu olarak evrensel barışın sağlanmasını gerçekleştirecektir. NATO’nun ABD üzerinden küresel sermaye ve Siyonist lobilerin çıkarları doğrultusunda kullanılmasının önlenebilmesi ancak Birleşmiş Milletler çatısı altında alınacak kararlar ve uygulamalar sayesinde mümkün olabilecektir.
       Birleşmiş Milletlerin, milenyum bildirisinde belirtildiği gibi güçlenebilmesi için genel kurulunun, güvenlik konseyinin ve genel sekreterliğin yeniden düzenlenmesi zorunlu görünmektedir. Genel sekreterlik icranın başı olarak daha güçlü yetkiler ile donatılmalıdır. Genel kurul başkanlığı ise daha güçlü bir temsil ve denetim organı konumuna sahip kılınmalıdır. Genel kurula katılım zorunla hale getirilmeli,  kurul karalarının bağlayıcılığı ise artırılarak yaptırıma bağlanmalıdır. Örgütün öncüsü olan ABD ile BM kararı ile kurulmuş olan İsrail gibi ülkelerin sürekli olarak Birleşmiş Milletler kararlarına uymaması dikkate alınarak,  kararlara uymayan ülkelere karşı daha büyük ve etkili yaptırımların devreye sokulması gerekmektedir. Kararlara üç kez uymayan üye devletlerin örgütten ihraç edilmesi ve yalnız bırakılması ya da ambargo gibi olumsuz uygulamalar ile karşı karşıya bırakılması genel kurul kararlarının hem ağırlığını hem de bağlayıcılığını artıracaktır. Ayrıca, güvenlik konseyinin de yeniden düzenlenmesi değişen koşullar dikkate alındığında zorunlu görünmektedir. İkinci dünya savaşı sonrası durumun getirdiği konjonktür doğrultusunda belirlenen güvenlik konseyinin yapısının hemen değiştirilerek,  çok kutuplu dünyanın yeni kutup merkezlerinin de bu üst organda daimi üyelik statüsünde temsil edilmeleri sağlanmalıdır. İkinci dünya savaşının iki karşı ülkesi olan Almanya ve Japonya dünyanın en büyük ekonomik güçleri olarak daimi üye olma hakkına sahip görünmektedirler. Ayrıca, Hindistan, Brezilya, Avustralya, Nijerya, Güney Afrika, Mısır, Türkiye, İran gibi ülkelere sürekli üyelik hakkı verilerek, güvenlik konseyindeki daimi üye sayısı on beşe çıkarılmalı, geçici üye sayısı da on beşe çıkarılarak bu üst organ da yeni bir denge oluşturulmalıdır. ABD’nin G-20 ülkeleri arasına alarak Rusya ve Çin iki büyük dev ülkeyi çokluluk çerisinde kontrol etme girişimi de bu on ülkenin güvenlik konseyinde daimi üye olarak yer almaları gerektiğini ortaya koymaktadır. G-20 ülkeleri gruplamasıyla yeni kutup başı ülkeleri kontrol edemeyen ABD, bu gibi geçici uygulamaları bir yana bırakarak, güvenlik konseyinde on daimi üyeliği G-20 arasına aldığı büyük ülkelere verebilirse,  o zaman çokluluk içerisinde denge ve kontrolü Birleşmiş Milletler çatısı altında yapabilecek ve böylece güvenlik konseyinin yeni yapılanmasıyla daha etkili bir güvenlik üretimi söz konusu olabilecektir. Güvenlik konseyi ile beraber genel kurulu da güçlenecek bir Birleşmiş Milletler, gerçek anlamda uluslar arası hukuka uygun bir küreselleşmenin merkezi olabilecek ve bu uluslar arası örgüt zaman içerisinde gerçek bir Dünya Devletine dönüşme şansına sahip olabilecektir. O zaman da Dünya Ticaret Örgütü üzerinden emperyalist ve sömürücü bir yanlış küreselleşme süreci sona erecek, yerine daha adil ve eşitlikçi bir dayanışmacı küreselleşme bütün dünya devletlerinin ve uluslarının bir araya gelmeleriyle mümkün olabilecektir. Merkezi coğrafyada batılı gizli servislerin başlattığı, terör ve karışıklıkların bir üçüncü dünya savaşına dönüşmesi tehlikesi ancak böylesine güçlü bir Birleşmiş Milletler örgütünün duruma müdahale etmesiyle mümkün olabilecektir.

                                                              Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

9 Aralık 2019 Pazartesi

NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR

Soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olan NATO, Türkiye’deki sivil örgütlenmesi açısından tartışılırken, Romanya’nın başkenti Bükreş’te son zirve toplantısı yapıldı. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi, her siyasal dönemin örgütlenmesi ya da devlet modelleri zaman içerisinde eskimekte ve içine girilen yeni dönemlerde bu gibi yapılanmaların varlığı ya da devam edip etmemesi tartışma konusu olmaktadır. 21. yüzyılın başında artık NATO için de benzeri bir değerlendirme dönemi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO, yarım yüzyılı geride bırakan bir tarihe sahip olan bir uluslararası kuruluş olarak, bugünün dünyasında ne gibi bir yere sahip olacağını bilememekte, kurucu patron olan ABD’nin güdümünde bazı kesimlerin özel çıkarları doğrultusunda yönlendirilerek yeni bir tür emperyalizmin koruyucu ya da bekçisi konumundaki güvenlik örgütü durumuna doğru sürüklenmektedir.

Asıl hedefi, komünizm tehdidine karşı Batı İttifakı içinde yer alan Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmek olan NATO, dünya tarihine İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan Kuzey Atlantik inisiyatifi doğrultusunda girmiş ve kimlik kazanmış bir uluslararası güvenlik örgütlenmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’nın önderliğinde bütün Kuzey Yarımküre’yi ve Doğu Asya ülkelerini kapsayan Sovyetler Birliği’nin dünyaya sosyalist sistemi yaymasını önlemek üzere kapitalist sisteme sahip olan Batılı ülkeler “hür dünya” görünümü altında NATO örgütlenmesi içinde yer almışlar ve uluslararası geliştirilen savunma projeleri ile süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan illerini talep etmesi üzerine, Türk devleti de Batı savunma sistemi içerisinde yer almaya karar vermiş, bu doğrultuda komünist yayılmacılığa karşı Kore Savaşı’nda hür dünyanın askerî güçleri içinde Türk askeri de savaşarak, Türkiye NATO ittifakı içinde yer almaya giden yolda önemli bir adım atılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye’de demokrasiye geçilmesiyle beraber ABD Ortadoğu’ya gelmiş, İsrail’in kurulmasıyla da NATO savunma örgütü Türkiye’de yerleşerek, dünyanın merkezî bölgesinde, Sovyet Bloku’nun hegemonya kurmasını önlemiştir. Türkiye’nin merkezî coğrafyadaki jeopolitik konumu, başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler açısından önem taşıdığından, NATO Türkiye’ye tam olarak girmiş, askerî yapılanmanın yanı sıra, sivil kadrolarla da NATO’nun Türk siyasetinde yer aldığı görülmüştür. Bir Batı savunma ittifakı olan NATO Türkiye’ye yerleşirken, dünyanın merkezî alanında Batı hegemonyasını sürekli kılmak ve Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere ulaşmasını önleyerek, Batılı kapitalist sistemi bütün dünyaya yaymayı hedefliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında NATO üzerinde ABD ve Batı İttifakı’nın bu politikasının sancılarını Türkiye fazlasıyla çekmiş ve bu yüzden zaman zaman iç karışıklıklar yaşayarak askerî dönemlere sürüklenmiştir. Batı ve ABD hegemonyası doğrultusunda NATO kaynaklı askerî müdahaleler Türkiye’nin siyaset sahnesinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı unsuru olmuştur.
NATO gibi güçlü bir siyasal ve askerî örgütlenme sayesinde ABD’nin öncülüğündeki Batı İttifakı soğuk savaşı kazanmış, izlenen politikalar sayesinde bir tek kurşun atılmadan sosyalist sistem tasfiye edilmiştir. Böylesine önemli bir değişim süreci içerisinde, dünyanın merkezindeki ülke olarak Türkiye önemli olaylar ile karşılaşmış, Türk devletinin bu dönüşüm süreci içerisinde kendi inisiyatifini kullanarak ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmesine ne yazıktır ki ABD, NATO yapılanmasını kullanarak, izin vermemiştir. Soğuk savaş dönemi sona ererken ve bütün dünya küreselleşme dönemine doğru sürüklenirken, bütün dünya devletleri değişimi kavrayarak buna uyum sağlamaya çalışırken, ABD ve Batı dünyası NATO üzerinden Türkiye’yi eski soğuk savaş koşullanmaları doğrultusunda ellerinde tutmaya gayret etmişler ve bu doğrultuda NATO’nun Türkiye’deki sivil kadrolarını kullanarak, Türk siyasetini yönlendirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında başta Almanya ve İtalya olmak üzere bütün NATO üyesi Avrupa ülkeleri bu askerî örgütün gizli sivil yapılanmalarını tartışma alanına getirerek tasfiye etmişler, ama böylesine bir adımın atılmasına ABD kendisine bağlı kadrolarla Türkiye’de izin vermemiştir. Avrupa ülkelerinde yirmi yıl önce yapılan bu tür tartışmalar ve yenilenme girişimlerinin Türkiye’de NATO aracılığı ile engellenerek, tam da ABD’nin İran üzerinden bütün Avrasya kıtasına yönelik bir askerî harekâta kalkışması aşamasında gündeme getirilmesi son derece ilginç bir durumu yansıtmakta ve böylece Türkiye’nin Avrupa dışında ele alındığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye sırf güvenlik nedeniyle NATO’ya üye yapılmış ve şimdi de ABD ile beraber Batı İttifakı’nın çıkarları doğrultusunda bir cephe ülkesine dönüştürülmek istenmektedir. Batılı ülkeler kendi güvenlikleri için Türkiye’yi kullanmalarına rağmen, ortak ittifak içinde yer aldıkları Türkiye’nin cephe ülkesi konumuna sürüklenmesine seyirci kalmışlar ve kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği için kendilerini yükümlülük altına sokmamışlardır. Böylesine çifte standartlı bir durum da NATO örgütünün konumunu küreselleşme sürecinde Türk kamuoyunda tartışılır bir duruma getirmiştir. Bir güvenlik örgütü olan NATO, küreselleşme döneminde artık Türkiye için güvensizlik üreten bir konuma gelmiştir. Değişen koşullarda yeni bir değerlendirme yapılmaması, bu durumun nedeni olmuştur.
1949 yılında Washington Antlaşması ile devreye giren NATO örgütü, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmalarıyla, bir Batı İttifakı kuruluşu olarak soğuk savaş döneminde yoluna devam etti. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız kalan bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle, Varşova Paktı’na üye olan sosyalist devletler de kendi içlerinde bir dönüşümü gerçekleştirdikten sonra NATO’ya üye olmaya başladırlar. Sovyetler Birliği bir Rusya merkezli bölgesel ittifak olarak dağılırken, Fransa ve Almanya’nın öncülüğünde oluşturulan Avrupa Topluluğu da daha sonra bir kıtasal birliğe yönelmiş ve bu aşamadan sonra Avrupa Birliği doğuya doğru genişlerken, eski sosyalist Doğu Bloku ülkelerini Birliğe üye yapmaya başlamıştır. Almanya-Fransa işbirliğine dayanan bu kıtasal örgütlenmenin ABD hegemonyasını tehdit ettiğini gören Amerikan devleti de, bu kez Avrupa Birliği’nden önce davranarak, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti olan Prag’da yapılan NATO zirvesi ile Doğu Avrupa ülkelerini öncelikle NATO ittifakı içine aldırmıştır. Böylece Avrupa ve Amerika arasındaki hegemonya çekişmesi, NATO ile beraber Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemesi sürecinde tırmanma göstermiş, bu yarış küreselleşme aşamasında Batı İttifakı’nın kendi içinde yeni çekişmelere neden olmuş ve Türkiye bu aşamada Avrupa ile Amerika arasında sıkışıp kalmıştır.
Yeni dönemde Rusya’nın D-8 ülkeleri arasına yer almasını sağlayan ABD, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, kendisine karşı direnen Avrupalı büyük ülkelere karşı yeni bir denge kurarak NATO üzerinden doğuya doğru açılma siyasetini sürdürmüştür. Rusya kapitalist sistem ile dünyaya açılırken, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO içerisinde yer almalarına ses çıkarmamış hızla, kapitalist sistem içerisinde Batılı ülkelerle rekabet edebilecek güçlü bir konuma gelebilmeye öncelik vermiştir. Rusya’nın bu durumundan yararlanan ABD, Avrupa Birliği’nin doğuya doğru ilerlemesinin önünü kesebilmek uğruna, Doğu Avrupa ülkeleri içinde NATO üzerinden örgütlenmiş ve Avrupa Birliği’nin yeni dönemde kendisine karşı bir inisiyatifi bu bölgede geliştirmesinin önünü kesmiştir. Böylesine bir politikada, Avrupa Birliği’ne tam üye olamayan Türkiye’nin sıkışık durumundan da ABD fazlasıyla yararlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yerine kendisine rakip bir karşı kutbu Avrupa Birliği’nin oluşturmasına izin vermek istemeyen ABD’nin, NATO örgütü aracılığı ile kendisine bağlı bazı gizli örgütlenmelerle, dünya dengelerinde kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları İttifak’a üye olan ülkeler üzerinde baskı unsuru olarak kullandığı görülmüştür. ABD’nin bu gizli politikalarından en fazla zarar görün ülkelerden birisi Türkiye olmuş, NATO örgütü aracılığı ile yürütülen baskı politikaları sonunda ABD’nin çıkarları ve istekleri doğrultusunda üye ülkelerin yönlendirilmeleri gerçekleşmiştir. Askerî örgütlenmenin yanı sıra geliştirilen sivil ve gizli yapılanmalar ABD emperyalizminin NATO’yu istediği gibi kullanmasını sağlamıştır.

Küreselleşme döneminde, soğuk savaş döneminin savunma örgütü olan NATO’nun bu kez bir savunma örgütü olmaktan çıkarak hegemonya kuruluşuna dönüştüğü görülmektedir. ABD’li yetkililer her ne kadar bu durumu gözlerden kaçırmak isteseler de, Avrupa ülkelerinde başlayan NATO tartışmalarının ABD ile Avrupa Birliği arasında yeni gerginlik unsurlarını oluşturduğu görülmüştür. Türkiye’de NATO üzerinden istediği gibi at koşturan ABD’nin böylesine bir hareket serbestliğine Avrupa ülkeleri içinde sahip olmaması, NATO içindeki tartışmaları artırmış, İttifak’a yeni üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin konumu üzerinde ABD ve Avrupa Birliği arasında çok ciddî gerginlikler yaşanmıştır. Böylesine bir aşamada, Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye’nin konumundan ABD fazlasıyla yararlanmış ve Türkiye’nin içindeki varlığını Avrupa Birliği’ne karşı her fırsatta kullanmıştır. Doğuya doğru yayılma ve genişleme politikası doğrultusunda Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri yeni bir rekabet yarışına kalkarken, NATO örgütlenmesi, ABD’nin üstünlüğü olmuştur. ABD NATO’ya giren her ülkeye girerek, NATO örgütlenmesi görünümünde kendisi için gerekli olan her türlü yerleşmeyi tamamlamış ve bu ülkeleri birer Amerikan uydusu ya da denizaşırı eyaleti konumuna getirmiştir. Avrupa’nın eski emperyalist ülkelerine karşı sürdürülen bu ABD hegemonyası NATO içinde yeni tartışmalara neden olurken, yarım yüzyıllık bir ortaklıktan sonra Avrupa ülkeleri NATO’dan çıkarak bir Avrupa savunma kuruluşu oluşturma planını devreye sokmuşlardır. Ortaçağ sonrasında dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupalı emperyalist ülkeler bir türlü ABD emperyalizminin uzantısı ya da bekçisi konumunu NATO içinde kabul edememişlerdir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, NATO’nun bir ABD örgütlenmesine dönüşmesi üzerine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki dönemde eğer NATO ABD hegemonyasının bütün dünyaya yayılmasının örgütlenmesine dönüşürse, Avrupalıların kendi savunma örgütlerini kurmak üzere NATO’dan ayrılma yoluna gidecekleri anlaşılmaktadır. ABD bu görüş ayrılığını gizlemek üzere ne kadar çaba sarf ederse etsin, Avrupa’nın önde gelen eski emperyalist ülkeleri bir ABD emperyalizminin parçası olmayı reddederek, NATO’ya karış yeni bir güvenlik örgütünü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde orta çıkarmaya hazırlanmaktadırlar. Küreselleşmenin bir ABD merkezli hegemonya düzenine dönüşmesini Avrupa Birliği’nin öncüsü olan ülkelerin kesinlikle kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. NATO içindeki bu gerginliği ABD, yeni üye olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkelerini yanına çekerek aşmak istemektedir. Ne var ki, dünyayı beş yüz yıl emperyalist bir düzen içerisinde yönetmiş olan Avrupa’nın büyük ülkelerinin böylesine bir ABD hegemonyasına alet olmayacakları şimdiden belli olmuştur. ABD bu durumu aşabilmek için birçok girişimi gündeme getirmesine rağmen istediği sonucu alamadığı için, Batı İttifakı içindeki anlaşmazlık bugün de devam etmektedir.
Irak Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush, “eski Avrupa’yı tanımadığını ve kıtanın doğu ülkelerinden meydana gelen genç Avrupa’yı hedef aldığını” söyleyerek aslında, Avrupa’nın batısında kendisine karşı ortaya çıkan direnmeyi aşabilmek üzere NATO’nun genç üyesi olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkeleriyle beraber hareket etmeyi sürdüreceğini açıkça ifâde etmiştir. Bu doğrultuda NATO’ya üye olan Balkan ülkelerinde ABD, NATO ittifakının ötesine giderek, kendisi için özel askerî yapılanmalar yönelmiş ve gelecekte muhtemel bir yeni Balkan Savaşı ya da Avrasya harekâtını düşünerek, bir daha çıkmamak üzere bu ülkelere girmiştir. ABD’nin bu ikili tutumu Avrupa ülkelerinde ciddî tepkiler yaratmış ama bu ABD emperyalizminin yayılmasını dizginleyememiştir. ABD, Avrupa ile ihtilaflarını dünya kamuoyundan gizlemeye çalışırken Rusya ile geliştirdiği ilişkilerini öne çıkarmak istemiş ve bu durumdan yararlanarak Avrupa ülkelerinin direnişini kırmak için uğraşmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın dışında kalan konumundan fazlasıyla yararlanan ABD, D-8 örgütlenmesi içinde Rusya ile başlattığı ilişkileri daha da geliştirerek Rusya yakınlaşmasını Avrupa Birliği üzerinde bir yeni baskı unsuru olarak kullanabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bir süre için bunu başaran ABD, daha sonra Rusya ile belirli konularda karşı karşıya gelince gene Avrupa’nın eleştirilerine karşı yalnız kalmıştır.
Avrupa Birliği üzerinde, Rusya’yı bir baskı unsuru olarak kullanmak isteyen ABD, Rusya Federasyonu’nun NATO içinde gözlemci statüsü ile yer almasının önünü açmış ve NATO ile Rusya arasında bir Barış İçin Ortaklık sözleşmesinin imzalanmasını gerçekleştirmiştir. Eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri de bir bütün olarak kapsayan Barış İçin Ortaklık, ABD’nin NATO üzerinden doğuya doğru yayılması sırasında Rusya’nın engel olmamasını sağlamak üzere düşünülmüş bir çözüm olmuştur. Ne var ki, zaman içerisinde ABD’nin gerçek emperyalist emellerinin açığa çıkması üzerine, bu barışçı girişim de devre dışı kalmıştır. NATO, yeni üyelerle doğuya doğru ABD emperyalizminin yayılışı doğrultusunda geliştikçe, Amerikalılar için barış ortaklığı anlamını yitirmiştir. Rusya’da bunun üzerine, Avrupa ülkelerinde yapılan güvenlik zirvelerinde Amerika’ya karış meydan okumaya başlamıştır. Özellikle Almanya, yeni dönemde ABD yayılmacılığına karşı Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ABD’nin emperyalist baskılarına karşı eskiden olduğu gibi bir Prusya-Rusya dayanışmasına giderek gelecekte kuzeyde yeni bir birlik oluşturacak düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya ile Almanya’nın dünya güvenliği için bir denge oluşturmak üzere yakınlaşmaya başlaması üzerine ABD ve İsrail, Sarkozy gibi kendilerine yakın bir politikacının Fransa’nın başına gelmesini sağlayarak, Avrupa Birliği’ni ortadan ikiye bölmüşlerdir. Avrupa Birliği’ni fiilen ortadan kalktığı yeni aşamada, dünya yeniden Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin koşullarına geri dönmüştür. Bu yeni dönemde NATO’nun konumu daha fazla tartışma konusu olmaktadır.
Yirmi yıllık bir küreselleşme denemesinden sonra, dünya soğuk savaştan sıcak savaşa doğru gitmektedir. Özellikle Amerika’nın, Irak ve Afganistan’da sıcak çatışmalara girmesi ve bunu Ortadoğu’da İsrail ile, Avrasya’da da küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda zorlaması, bütün Avrupa ülkeleri ile beraber doğunun ve Asya’nın önde gelen devletlerini de rahatsız etmektedir. Yeni dönemde ABD, İran’a yönelik bir savaşı bölgeye zorlaması nedeniyle başta Türkiye olmak üzere bütün Avrasya ülkeleri cephe ülkesi olmaya doğru sürüklenmektedirler. ABD böylesine hegemonya savaşı planlarında NATO’yu kullanabilmek üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve “terörle mücadele” kavramını öne çıkararak kendisine karşı çıkan diğer Batılı ülkeleri ortak düşmana karşı kendi inisiyatifi altında birleştirebilmenin yollarını aramıştır. Özellikle Taliban ve El-Kaide gibi terör örgütleri böylesine bir ortak hedef yaratarak, ABD’nin terörle mücadele politikasının öne çıkmasını kolaylaştırmışlardır. ABD terörü kullanarak Batı İttifakı’nı yanında tutabilmenin çabası içinde olmuş ve bu doğrultuda NATO toplantıları düzenleyerek dışa karşı ortaklığın devam ettiği izlenimi vermeye çalışmıştır. 11 Eylül olayları bu doğrultuda kullanılarak dünya medyası aracılığı ile ABD’nin hegemonya politikasına elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.
Yeni dönemde, Varşova Paktı’ndan vazgeçen Rusya, ABD’nin saldırgan emperyalist tutumundan fazlasıyla rahatsız olmuş ve yeni dönemde dünya dengelerinin oluşturulabilmesi amacıyla bu kez, Çin ile bir araya gelerek Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. ABD’nin Irak ve Afganistan saldırıları üzerine Şanghay İşbirliği Örgütü yavaş yavaş bir askerî yapılanmaya dönüşmüş ve kuruluşun son Kırgızistan zirvesinde büyük bir askerî tatbikat yapılmıştır. Irak ile dünyanın merkezine, Afganistan ile de Avrasya kıtasına saldıran ABD’nin bu tutumunu Avrupa ülkeleri benimsememiş ve NATO içerisinde ABD’ye sürekli olarak karşı çıkmışlardır. Batı’nın patronu olarak bir dünya egemenliği peşinde koşan ABD’ye Avrupalı ülkeler itiraz ederken, Avrupa Birliği’nin bir karşı denge yaratması mümkün olamamıştır. Bunun üzerine Rusya, Çin ile yakınlaşarak ve Orta Asya’daki yeni bağımsız olmuş Türk Cumhuriyetleri’ni de içine alarak Şanghay İşbirliği Örgütü ile ABD’ye karşı bir Doğu Savunma Paktı yaratabilmenin arayışı içinde olmuştur. Çin ve Rusya gibi çok büyük bir askerî güç olan Hindistan da İran ile beraber ABD saldırganlığına karşı, Asya’nın ve doğunun korunması sürecinde Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın işbirliği içine girmişlerdir. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki saldırganlığını Suriye ve İran gibi yeni ülkeler üzerinde sürdürmesini istemeyen Asya ve doğu ülkeleri, giderek Şanghay İşbirliği Örgütü etrafında yeni bir korunma mekanizması çatısı altında toplanmaya başlamışlardır. Çin ile Rusya’nın başını çektiği böylesine bir bütün güvenlik yapılanması, ABD saldırganlığı önünde çok büyük bir set yaratmış ve yavaş yavaş bütün dünya ülkeleri tarafından desteklenmeye başlamıştır.
Amerikan devletinin Evangelizm’in kıyamet senaryosuna, Siyonizm’in dünya hegemonyasına ve Yeni Muhafazakarların 11 Eylül benzeri çılgınlıklarına kilitlendiği bu aşamada, küreselleşmenin patronu konumundaki ABD petrol, silâh ve otomotiv tekelleri Amerika’yı Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru zorlamaktadır. Soğuk savaş döneminde Vietnam savaşını kaybeden ABD’de bunun intikamını İran üzerinden bütün Asya’da almak isteyen yeni bir çılgın dalganın öne geçtiği görülmektedir. Daha Irak bataklığından çıkamayan ABD Siyonizm’in merkez bölge egemenliği uğruna üç trilyon dolarlık bir ekonomik yıkıma mâruz kalmıştır. Bu yüzden Afganistan’da yeterince Çin’e karşı güç sağlayamayan ABD, hegemonya çılgınlıklarına NATO üzerinden bütün Batı ülkelerini de dâhil etmek istemekte ve Batı’nın temsilcisi olarak dünyanın doğusunu saldırırken, bir Doğu-Batı savaşında bütün Batılı ülkeleri NATO disiplini içerisinde kendi yanında tutmak için baskı yapmaktadır. Son Bükreş Zirvesi’nde Bush açıkça bütün NATO üyelerini yeni bir 11 Eylül olayı ile tehdit ederek, Batılı ülkeleri de bu belaya sokmak istemiştir. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeler bu ABD çılgınlığına karşı çıkmışlardır. NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde görülen durumun bir benzeri Bükreş’te ortaya çıkmıştır. Türkiye ABD baskısı ile bu zirvede pasif kalırken, Avrupa’nın büyük ülkeleri bir Üçüncü Dünya Savaşı çılgınlığına karşı çıkmışlar ve NATO’nun Ortadoğu’ya taşınarak Üçüncü Dünya Savaşı’nda ABD’yi kullanan güçlerin savaş oyuncağı olmasına izin vermemişlerdir.
Amerikan devlet kendisini Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyen altı lobinin baskısı altında yalnız kalmaktan kurtulabilmek üzere, işi NATO’ya havale ederek yükü paylaşmak istemektedir. Evangelistler ile Siyonistlerin, Yeni Muhafazakârlarla beraber Amerikan devletini ele geçirmeleri, petrol, silâh ve otomotiv şirketlerinin de savaşı körükleyen bir ekonomik politika içinde olmaları, Amerikan devletini Üçüncü Dünya Savaşı uğruna bir çöküşe sürüklemiştir. Dünyanın süper gücü olan Amerika bugün bir büyük ekonomik krize, savaş çılgınlıkları yüzünden mâruz kalmıştır. Aklı başında Amerikalılar, savaş isteklisi çılgın lobilerin elinden Amerikan devletini kurtarabilmenin mücadelesi içine girmişlerdir. ABD Başkanlık Seçimleri’nde bu durum fazlasıyla netlik kazanmıştır. ABD’yi çılgınlıklardan kurtaracak bir sağduyunun, devletin başına gelmesini isteyen aklı başındaki Amerikalılar Başkanlık Seçimleri’ne giderek ağırlıklarını koymaktadırlar. Seçimlerin sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını da belirleyecektir. Amerikan halkı böylesine bir bilinçle hareket etmeye başladığı için bütün dünya kamuoyu bu aşamada ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş görünmektedir. ABD, çılgın lobilere karşı çıkabilecek aklı başında bir Başkan seçebilirse, dünya saldırgan politikalardan ve emperyalist işgallerden kurtularak yeni bir barış dönemine girebilecektir.
Dünyanın süper gücü konumunda olan Amerikan devletini bir savaş makinesine dönüştürmek isteyen çılgın lobilere karşı Amerikan halkı galip gelirse, ABD hegemonyası altındaki NATO örgütü de savaş senaryolarına alet olmaktan kurtulabilecektir. Bu aşamada Amerikan halkına ve devletine önemli görevler düşmekte, ABD’yi ve bütün dünyayı ciddî bir çöküşe sürükleyecek her türlü savaş senaryosuna karşı direnmeleri gerekmektedir. Savaş makinesinin çılgınların eline geçmemesi için Amerikan halkı ve devleti işbirliği yapmalı ve Başkanlık seçimlerinden savaş senaryolarına karış çıkacak bir adayın zaferle çıkmasını sağlamalıdırlar. Amerika bunu başarabilirse yirmi birinci yüzyılda da üstünlüğünü koruyabilir, aksi takdirde savaş senaryolarına alet olacak bir Amerika Avrasya çöllerinde ve dağlarında dağılıp gidecektir. Irak’ta ortaya çıkan üç trilyonluk borç stokunun en az on misli Avrasya macerasında ABD’nin başına bela olacaktır. Avrasya’da hegemonya kurabilmenin ardından koşan ABD yönetimi, arka bahçesi olan Latin ülkelerindeki etkisini yitirdiğini görerek kendine gelmelidir. Arka bahçesini kontrol edemeyen dünyaya egemen olamaz. Irak’tan çıkamayan İran’a saldıramaz, Afganistan’da zorlanan Hazar ya da Sibirya bölgelerine giremez, ABD bunları tek başına aşamayacağını bildiği için NATO’yu da kendisini savaşa zorlayan oyunlara alet etmek istemekte, savaşı bir Doğu-Batı çekişmesine dönüştürmek istemektedir.
Amerika’nın dünya egemenliği planına göre NATO merkezinin Brüksel’den Türkiye’ye taşınması düşünülmektedir. Hatta kamuoyundaki söylentilere göre tıpkı Merkez Bankası’na İstanbul Ataşehir’de yeni bir yer hazırlanması gibi NATO için de İzmir’in Balçova bölgesinde yeni bir yerleşim merkezinin hazırlandığı söylenmektedir. ABD’nin Avrasya savaşı sürecinde Ankara’nın devlet olarak devre dışı kalması, ekonominin İstanbul üzerinden savaşın da İzmir üzerinden Batı’nın denetimi altında yönlendirilmesinin planlandığı Türk kamuoyunda artık açıkça tartışılmaktadır. Konya ovasının üç kıtaya yönelebilecek bir savaş senaryosunda merkez askerî alana dönüştürülmesinin düşünüldüğü basına yansımıştır. Bütünüyle Anadolu’yu hem bir cephe ülkesine hem de emperyalizmin dünya hegemonyasının kalesine dönüştürecek böylesine bir çılgınlığa ne Batılı ülkeler ne Doğulu ülkeler ne de Türkiye “evet” demeyecektir. Ne var ki, savaş isteyen lobilerin bütün dünyayı bir maceraya sürükleyecek böylesine planları zorlamaları doğrultusunda ciddî bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. NATO’nun böylesine bir dönemde güvenlik örgütü olmaktan çıkartılarak hegemonya ve saldırı kuruluşuna dönüştürülmesi bütün NATO ülkelerini tehdit altına sürükleyecektir. Bunu çok iyi bilen Batı’nın büyük ülkelerinin ABD zorlamalarına Bükreş Zirvesi’nde karşı çıkmaya devam ettikleri görülmüştür. ABD bu olumsuz duruma karşı yeni üye olan küçük devletlerle beraber ortak bir eylem planı geliştirmek durumunda kalmıştır.

Bükreş Zirvesi’nde, NATO’nun Balkanlar’daki örgütlenmesinin tamamlanması doğrultusunda, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın üyeliği kabul edilmiş ama Yunanistan’ın itirazı nedeniyle Makedonya’nın üyelik kararı alınamamıştır. Yunanistan Güney Makedonya’nın kendi sınırları içinde bulunması nedeniyle bir türlü Kuzey Makedonya’nın bağımsız devlet olmasını kabul etmemektedir. Bu nedenle Makedonya Balkanlar’da ortada kalmıştır. Ayrıca, doğuya doğru genişleme politikaları doğrultusunda Ukrayna ile Gürcistan’ın üyeliği de tartışma konusu olmuş ve eski Sovyetler Birliği’nin eyaleti olan bu iki ülkenin NATO üyesi olmasına Rusya karşı çıktığı için Ukrayna ve Gürcistan NATO üyesi olamamışlardır. Yeni bir Slav Birliği peşinde koşan Rusya Federasyonu bu doğrultuda Sırbistan ve Beyaz Rusya ile beraber Ukrayna’yı da böylesine bir birliğe dahil etmek istemekte ama batının itirazı ile karşılaşmaktadır. Sorus fonları ile desteklenen turuncu devrimler Gürcistan ve Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşmalarını sağlayamamışlardır. Rusya Kiev’in doğusunda yaşayan yirmi beş milyonluk Rus nüfusa dayanarak Ukrayna’nın geleceğinde hak iddia etmekte ve gerekirse, Doğu Ukrayna’yı Rusya Federasyonu içine almayı düşünmektedir. Rusya’nın benzeri bir planı Kuzey Kazakistan için de söz konusudur. Böylece, Rusya yeni dönemde Panslavizm politikası doğrultusunda Doğu Ukrayna ile Kuzey Kazakistan’ı sınırları içine almaya hazırlanmaktadır. Ayrıca, Panortodoksizm doğrultusunda, Rusya Gürcistan ile Ermenistan gibi iki küçük Hıristiyan Kafkas ülkesinin geleceği ile de yakından ilgilenmektedir. Bu doğrultuda Gürcistan’ın NATO içinde yer almasını Rusya kendi güvenliği açısından kabul etmemektedir. Gürcü Devlet Başkanı’nın ABD vatandaşı olması, Turuncu Devrim ile desteklenmesi de bu küçük Hazar ülkesinin NATO’ya üye olmasını sağlayamamıştır. ABD’nin Gürcistan üzerinden NATO’yu Kafkaslar’a sokmak istemesi, Hazar bölgesinde yeni üsler kurarak İran ile beraber Çin ve Rusya’ya karşı bir askerî yapılanmayı sürdürme planlarına Rusya bölgenin eski patronu olarak karşı çıkmıştır. Bu yeni aşamada artık Rusya ile oluşturulan Barış İçin Ortaklık anlaşmasının da geride kaldığı görülmektedir. Petrol şirketlerinin Hazar’a girmek istemesi ABD’yi Gürcistan üzerinde yoğunlaşmaya yönlendirmekte ve Rusya’yı da karşı önlemlere sürüklemektedir. Rusya’nın ABD’ye karşı direnişinde NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinin desteği olduğu görülmektedir. Bölge dışı emperyal güç olan ABD’nin Hazar’a girmesini istemeyen Avrupalı ülkeler Rusya ile yeni bir enerji ortaklığına girerek Hazar havzasından daha fazla pay alabilmenin arayışı içindedirler. ABD gibi on bin kilometre öteden gelerek savaşmadan, Rusya ile kurulan ittifaklar sayesinde Avrupa ülkelerinin gelecekteki enerji sorununu barış içinde çözebilmenin çabası içinde oldukları görülmektedir. Avrupa’nın barıştan yana tutumu Çin ve Rusya da desteklemektedir.
NATO’nun Füze Kalkanı Sistemi, Rusya, İran, Çin, İslâm dünyası ve bütün doğu ülkelerini hedef alan bir Üçüncü Dünya Savaşı hazırlığıdır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yerleştirilmek istenen füze kalkanları bir Prusya-Rusya ittifakını önleme çalışırken, gelecekte Hazar ve Sibirya havzalarını ele geçirecek derece geliştirilen emperyalist saldırı planın ön aşamasıdır. Bu sistem tam olarak kurulursa Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak bütünüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın cephe ülkesi konumuna gelecektir. Bu durumda bütün Doğu ülkeleri Türkiye’yi hedef alan savunma sistemlerine yönelecek ve Türk ulusunun üzerinde yaşadığı topraklara karşı ateş menzilleri oluşturabileceklerdir. Yeni NATO Ortadoğu’ya gelirken bir Avrasya savaşına yönelmekte ve geleceğin kutup merkezlerini tehdit etmektedir. Ve geleceğin kutup merkezi olabilecek Rusya, Çin ve Hindistan’ı doğrudan tehdit etmektedir. Böylesine bir durum da NATO’nun artık ABD’nin tekelinden çıkartılması gerektiğini ve Birleşmiş Milletler’e devredilerek dünya ordusuna dönüştürülmesinin zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Avrupa ve ABD’nin yollarının ayrıldığı bir aşamada NATO artık Batı savunma sistemi olmaktan çıkmış Atlantik emperyalizminin Truva Atı konumuna gelmiştir Üçüncü Dünya Savaşına giden yolda dünya barışının korunması için artık NATO’nun BM’nin denetimi altına alınması zorunludur.
 Bir Üçüncü Dünya Savaşı ardında koşan altı büyük lobiye Amerikan devletinin teslim olması, NATO’yu gelecekte bu savaşın saldırı örgütü konumuna getirebilecektir. Böylesine bir durum dünya barışına zarar vereceği gibi, güvenlik için oluşturulan bir kuruluşun savaş aracına dönüşmesine yol açacaktır. Güvenlik örgütlerinin saldırı kuruluşlarına dönüşmesi, dünya aklının kaybedilmesine neden olacak yirmi yüz yıllık uygarlık birikiminin ürünü olan bugünkü dünya düzeni çökecektir. İsa’nın dönmesi için kıyamet bekleyenlerin ekmeğine yağ sürülecektir. Böylesine bir durumun acilen önlenmesi gerekmektedir. Tek başına dünya devletlerinin gücünün yetmediği noktada, dünya uygarlığının merkezi olan Birleşmiş Milletler örgütünün göreve davet edilmesi gerekmektedir. İki büyük dünya savaşı sonrasında evrensel barışı kurmak ve bunu geleceğe dönük kurumlaştırmak üzere oluşturulan Birleşmiş Milletler’in hem Genel Kurulu ile hem de Güvenlik Konseyi ile duruma el koyması gerekmektedir. Barıştan yana olan bütün güçler ve dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı toplanmalı ve bu uluslararası örgütün alacağı kararlar doğrultusunda savaşa giden yolun önü kesilmelidir. Güvenlik konseyinde üye olan Çin ve Rusya, Almanya ve Fransa ile beraber hareket ederek, İngiltere’yi de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler üyesi olan bütün dünya ülkelerini bir barış platformunda bir araya getirmelidirler.
ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda bir savaş makinesi olarak kullanan lobilere karşı, NATO üyesi ülkeler bir araya gelerek, NATO’nun bir güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletler’e bağlanmasını karar altına almalıdırlar. NATO erişmiş olduğu büyük askerî güç ile Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmeli ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’un kararları doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak o zaman Amerikan devletini işgal etmiş olan savaş lobilerinin senaryolarına alet olmaktan kurtarabilecektir. Birleşmiş Milletler’in barış güçleri dünya barışı için yetersiz kalmaktadırlar ama NATO gibi güçlü bir güvenlik örgütü Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşürse o zaman dünyanın neresinde bir devlet savaş çıkarırsa insanlık ve dünya barışı adına Birleşmiş Milletler kararı ile bir dünya ordusu olarak NATO duruma müdahale edecektir. Yeni dönemde NATO adı artık geride bırakılmalı, Birleşmiş Milletler Ordusu adı altında dünya barışına katkıda bulunmaya bir güvenlik örgütü olarak devam edilmelidir. Zirve toplantıları ile NATO’nun yönlendirilmesi artık mümkün olamamaktadır. Bu durum dikkate alınarak NATO artık Birleşmiş Milletler’e taşınmalı ve bu büyük evrensel örgütün ordusu olarak dünya barışına katkıda bulunmalıdır. Böylece Avrupa’nın ayrı bir ordu kurması ya da Şanghay İşbirliği Örgütü’nün bir askerî birliğe dönüşmesi de önlenecek, bütün kıtalar ve ülkeler dünya barışı için Birleşmiş Milletler ordusunun gücü altında evrensel barışa kavuşma şansını elde edebileceklerdir. Birleşmiş Milletler ordusu ile de güçlenecek ve o zaman Genel Kurul’un aldığı kararlara bütün devletler uymak zorunda kalacaklardır. Küresel savaşın yerini evrensel barışın alabilmesi için bir an önce NATO’nun Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmesi zorunlu görünmektedir. Bu doğrultuda NATO merkezi İzmir’e değil New York’a taşınmalıdır.


                                                            Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

2 Aralık 2019 Pazartesi

TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


           TÜRKLERE YAPILAN SOYKIRIMLAR
                                                                           
                2020  yılına doğru  günler ilerlerken, yeniden soykırım kavramı  Türk kamuoyu önüne getirilmekte ve uluslar arası bir insanlık suçu olan bu kavram üzerinden Türk devleti yargılanmaya ve suçlanmaya çalışılmaktadır. Bir asır önce tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkmış olaylar üzerinden Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu dünya kamuoyu önünde zor durumlara düşürülmeye çalışılmakta, o tarihte var olmayan  ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında tanımlanarak ortaya konulan soykırım  kavramı üzerinden, dünyanın merkezi coğrafyasında var olan Türk varlığı toplu  bir  mahkumiyete  doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır. Olayların gündeme geldiği tarihte var olmayan bir kavram üzerinden, Türklere yönelen bu haksız girişimler, dünya siyaset tarihinde ibretlik bir olay olarak öne çıkmakta ve böylesine çelişkili bir duruma dayanılarak, yüz yıl sonra bir asır önceki olayların hesabı görülmeye çalışılmaktadır. Böylece, Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru ilerlerken, bir yandan da geçmişin hesaplaşması içine çekilmek istenmekte ve böylesine büyük bir hesaplaşma üzerinden Türk devletinin yüzüncü yıl dönümüne ulaşması engellenmeye çalışılmaktadır. Türkiye hiç de hak etmediği bir olumsuz durum  ile karşı karşıya bırakılarak, yüzüncü yıl dönümüne doğru tasfiye edilmek istenmekte ve böylesine bir siyasal komplo için de 1915 olayları kullanılarak mahkumiyet gerekçesi haline getirilmek istenmektedir.


                Birinci Dünya Savaşı yıllarında Doğu Anadolu’da yaşanan olaylar bir soykırım değil, yıkılan bir imparatorluğun topraklarında Müslümanlar ile hırıstıyanların kendi devletlerini kurma çabalarının doğal bir sonucu idi. Öncelikle Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı sürecinde yıkıldığı için ortaya çıkan devletsizlik ortamında herkes kendi devletini kurmak istemiş, Orta Doğu’ya gelen Fransızların ve kuzeyden Kafkasya’ya inmiş olan Ruslar’ın kışkırtma ve destekleri ile silahlanan Ermeni kökenli insanlar Doğu Anadolu topraklarında bir Büyük Ermenistan devleti kurmak istemişlerdir. Bu doğrultuda Türk ve Müslüman kökenli Osmanlı ahalisinin yaşadığı köylere ve ilçelere Emeni çeteleri, komitacı subayların nezaretinde saldırılar düzenleyerek binlerce Türk ve müslümanın  yok yere yaşamlarını kaybetmelerine neden olmuşlardır. Osmanlı İmparatorluğu dünya savaşı sırasında kendisini kurtarmaya çabalarken, devletin arkasında kalan geri topraklarında geleceğin Kafkasya ve Orta Doğu bölgeleri için çeşitli çekişmeler yaşanmış, Fransızlar ile Ruslar Ermenileri kullanarak bu bölgelerde etkinliklerini artırmaya çalışırlarken, Almanlar Osmanlılara bir Kafkas Müslümanları ordusu kurdurarak, Ruslara ve Ermenilere karşı bir çıkış yapmaya çalışmıştır. Ne var ki, daha sonraki dönemde bir dünya egemenliğine kalkışacak olan Amerika Birleşik Devletlerindeki kapitalist ve Siyonist lobilerin destekleri ile Kızıl devrim gerçekleştirilince, Sovyetler Birliğinin müdahaleleri ile eski Osmanlı hinterlandının geleceği bu yeni yapılanmaya paralel olarak gelişmiş ve ortaya bugünkü harita çıkmıştır. Tamamen dünya savaşından kaynaklanan ve yıkılan imparatorluğun eski toprakları üzerinde emperyal güçlerin çekişmesi yüzünden gündeme gelen karşılıklı çatışma olaylarını bir soykırım olarak nitelemek mümkün değildir. Tarafların karşılıklı olarak kendi devletlerini kurma çabası içerisine girdikleri aşamada yaşanan sıcak çatışmalar eski deyimi ile muketele olarak tanımlanabilmekte ve bu da karşılıklı çekişmelerin adlandırılması olarak gerçeği yansıtmaktadır. İkinci dünya savaşı sonrasında kabul edilen soykırım kavramı ise, bir etnik topluluğun kendisinden daha büyük bir topluluk tarafından zor ve güç kullanılarak yok edilmesi anlamına gelmektedir. Burada böylesine bir durum hiçbir biçimde söz konusu olmamıştır. Türkler ve Müslümanlar savaşarak kendilerini korumuşlar ve daha sonra da bağımsız devletleri olarak Türkiye Cumhuriyetini ilan etmişlerdir.
                Misakı Milli sınırları içinde Türk devleti ilan edilince, Doğu Anadolu Ermenilerinin bir kısmı ülkeyi terk ederek güneye doğru inmişler ve bu siyasal göç hareketinin sonucunda bir kısım Ermeni Suriye’ye yerleşmiş, bir kısmı da  Akdeniz limanlarından gemilere binerek  Fransa, Amerika Birleşik Devletleri ile bazı Latin Amerika ülkelerine gitmişlerdir. Birinci Dünya Savaşı sürecinde koskoca bir Sovyetler Birliği doğu bloku olarak örgütlenip batı blokunun karşısına çıkınca, Rusların sıcak denizlere inmesini önleyecek derecede güçlü bir devlete merkezi alanda gereksinme duyulmuş ve bu nedenle batılı ülkeler, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyetini doğu blokuna karşı bir tampon devlet olarak tanımışlardır. I915 olaylarına rağmen ve Ermeni lobilerinin büyük engellemelerine karşılık, dünyanın önde gelen büyük devletleri Lozan Antlaşması sırasında Türkiye Cumhuriyetini bağımsız bir devlet olarak resmen tanımışlardır. Türkiye’yi terk etmek zorunda kalan Ermeni grupları ise daha sonraki yıllarda gittikleri ülkelerde güçlü lobiler oluşturarak, Türkiye aleyhine harekete geçmişler ve Türk devletini haksız yere soykırım suçlusu ilan ederek geçmişten gelen çekişmelerini sürdürmek istemişlerdir. Onların atalarının intikamını almak için sürekli gündemde tuttukları bu gibi girişimleri yüzünden soykırım suçlamalara dinmek bilmemiş ve Türkler böylesine ağır bir suçlama ile karşı karşıya bırakılarak Türk devletinin üniter yapısının bütünlüğü bozulmaya çalışılmıştır. Batının önde gelen emperyalist devletleri Türkiye’nin üzerine gelirken, her fırsatta bu soykırım sözcüğünü öne çıkarmışlar ve haksız yere Türkleri suçlayarak Türk devletinden yeni tavizler elde edebilmenin yollarını aramışlardır.

                Ne var ki, dünya tarihi incelendiği zaman gerçek soykırıma uğrayanların Türkler olduğu ortaya çıkmakta ve böylece batılı emperyalistlerin ve onların bu bölgedeki işbirlikçisi konumundaki Ermenilerin tamamen haksız oldukları anlaşılmaktadır. Yıkılan devletin altında kalmama çabaları yüzünden yaşanan 1915 olayları bir yana bırakılırsa, dünya tarihinde yaşanan birçok üzücü olayın kurbanı olarak Türklerin öne çıktıkları ve birçok haksız girişim yüzünden çok büyük insan kaybına uğradıkları görülmektedir. Orta Asya steplerinde dünya sahnesine çıkan Türkler, önce bulundukları bölgede daha sonra da göçler yolu ile doğu, güney, kuzey ve batı Asya toprakları üzerinde bir çok devletler kurmuşlar ve bu yüzden de tarihin her dönemecinde sıcak çatışmalarla dolu dönemlere sürüklenerek kitlesel soykırımların mağdurları konumuna düşmüşlerdir. Türkler göçebe bir yaşam düzeni içinde at sırtında birçok bölgelere gittikleri için, sürekli olarak bir bölgede Çin gibi kalıcı bir devlete sahip olmamışlar ama her gittikleri yeni bölgelerde zamanla kendi devletlerini kurarak bir egemenlik düzeni içinde yaşamlarını sürdürme olanağını ellerinde tutmuşlardır. Gittikleri bölgeleri ele geçirirken sahip oldukları toplumsal ve askeri güçleri sayesinde bir devlet düzeni oluşturma şansını elde etmişler, ne var ki zamanla devlet düzeni içerisinde hanedan kavgaları ya da taht çekişmeleri yüzünden kurdukları devletlerin önce  bölünmesine ve  daha sonra da  giderek yok olmasına sebep olmuşlardır. Bu tür nedenlerle Türk devletleri zayıflama ya da ortadan kalkma aşamasına geldiklerinde,  Türk toplulukları büyük baskı ve saldırılar ile karşı karşıya kalmışlar, Türk devletlerinin eskiden egemen olduğu bölgeleri ele geçiren yeni devletler Türk topluluklarına karşı açık bir saldırı ve toplu katliam girişimlerini gündeme getirerek, açıkça Türklere karşı soykırım suçunu işlemişlerdir. Ural-Altay kökenli Türk topluluklarının bazıları da kendi aralarında rekabete girerek, hanedan savaşlarına yönelmişler ve böylesine savaşlarda da gene çok büyük insan kaybına yol açan toplu soykırım örneklerine rastlanmıştır. Bir anlamda Türk tarihi hem egemenlik çekişmeleri, hem de bu doğrultuda ortaya çıkan çatışmalar yüzünden karşılaşılan toplu katliam ya da soykırım örnekleri ile dolu geçmiştir.
                İnsanlık tarihi incelendiğinde, etnik topluluklar kadar dinler arasında da uzun süren savaş dönemleri yaşandığı ortaya çıkmaktadır. İlk tek tanrılı din olarak Yahudilik ortaya çıkmış, daha sonra hırıstıyanlık  Milat dönemecinde gündeme gelince, önce bu iki din arasında büyük bir çekişme ve çatışma yaşanmıştır. Üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlık gündeme gelince,  yaklaşık olarak on beş asırdır bu iki büyük din mensupları arasında uzun süreli savaşlar yaşanmıştır. Önce İspanya ve batı Avrupa’da, daha sonraları da Avrupa kıtasının doğu kısmında Müslüman-hırıstıyan çatışmaları sürekli olarak devam etmiş ve Osmanlı İmparatorluğu bu yüzden yedi yüzyıllık bir tarih diliminde sürekli olarak savaşmak zorunda kalmıştır. İspanya’daki Endülüs İslam devleti Hırıstıyan orduları tarafından yıkılınca, çok büyük katliam olayları yaşanmış ve böylece daha sonraları soykırım olarak adlandırılan topluca yok etme girişimleri başlamıştır. Müslümanlar ile Yahudilerin İspanya’dan kovulmaları sırasında aynı zamanda büyük katliamlar yapılmış ve Hırıstıyan fanatizminin bu ilk örnekleri Müslümanları soykırım suçunun ilk mağdurları haline getirmiştir. Avrupa kıtasında Endülüs sonrasında tam bir Katolik faşizmi yaşanmış, orta çağ denilen bin yıllık karanlık dönemde Vatikan önderliğinde bir dinsel fanatizm kıtanın üzerine çöreklenmiştir. Orta çağdan çıkarken, gündeme gelen Protestanlık akımı mensuplarına ise, Katolik faşizmi her fırsatta topluca yok etme girişimlerine kalkışmış, bu yüzden Avrupa tarihi sürekli olarak dinler çatışması olarak geçmiştir. Böyle bir Avrupa’ya karşı merkezi coğrafyada ortaya çıkan bir büyük Türk devleti olarak Osmanlı İmparatorluğu yeni bir dünya dengesi oluşturmaya çalışmış ve Osmanlı gücünün Macaristan’a hakim olduğu bir aşamada Protestanlık Katolik kilisesinin baskı ve toplu katliamlarından kurtularak yaşama şansını elde etmiştir. Osmanlılar Protestanlara yardım ederken, Vatikan da, İran’da Şiiliği destekleyerek Türk imparatorluğunu arkadan vurmaya çalışmıştır.      

                İslam gücünü temsil eden Osmanlı zayıflayınca, Vatikan’ın yönlendirdiği  Hrıstıyan orduları tıpkı Endülüs devleti gibi  Osmanlılara Avrupa kıtasından kovmağa yönelmiş ve bu yüzden  on dokuzuncu asır boyunca, Osmanlılar’a karşı savaşı örgütlemiştir. Savaşların öncesinde ya da sonrasında Türklere karşı her dönemde çeşitli baskınlar yapılmış ve bu baskın girişimlerinin doğal sonucu olarak kitlesel katliamlar Türklere yönelik olarak birbirini izlemiştir. Osmanlı sınırları içerisinde altı asır boyunca yaşayan Balkan yarımadasındaki ülkeler sahip oldukları Müslüman ve Türk kimliklerini koruyabilmek üzere büyük mücadeleler vermişler ama Avrupa’nın Hrıstıyan ordularının toplu katliamlarından Osmanlı ahalisini kurtaramamışlardır. Bütün Avrupa kıtasını Vatikan’ın komutasında bir Hrıstıyan dünyasına dönüştürmek isteyen Katolik faşizmi,  Müslümanlar ile beraber Yahudileri de hedef tahtasına oturtunca, katliamlar birbiri ardı sıra gelmiş ve çok ciddi bir soykırım süreci Osmanlı devletine karşı dayatılmıştır. Osmanlı’nın son yüzyılı, Türklerin ve Müslümanların Avrupa kıtasından atılma dönemi olmuş, bu süreçte Balkan yarımadası çok kanlı katliam ve soykırım olaylarının gerçekleştirildiği bölge haline gelmiştir. Bu yüzden, ikinci dünya savaşı sonrası dönemde gündeme getirilmiş olan soykırım suçunun esas faili olarak, Türklere ve Müslümanlara sürekli olarak toplu katliam uygulayan Avrupa kıtası ve bu kıtanın emperyal  Hrıstıyan devletleri olmuştur.  Kendi içinde büyük bir rekabete yönelen Avrupa kıtasının büyük ulus devletleri, hegemonya mücadelesinde öne geçebilmek üzere, merkezi coğrafyaya yöneldiği zaman Balkan bölgesindeki Türk ve Müslüman varlığını temizlemek üzere doğrudan katliamlara yönelerek, soykırım suçunun gerçek anlamda ilk örneklerini ortaya koymuştur. Osmanlı devletinden kopan küçük Balkan devletçikleri,  Batı Avrupa’nın büyük emperyal devletlerinin bölgedeki işbirlikçisi olarak, Türklere ve Müslümanlara karşı yürütülen soykırım suçunun hem ortağı hem de faili olarak birçok toplu katliam olayının kahramanı haline gelmişlerdir. Osmanlıların Avrupa kıtasından sürülmeler, insanlık tarihinin en önemli soykırım suçları ile dolu ve ders alınması gereken bir acı süreçtir.

                Türklerin Avrupa kıtasındaki geçmişleri, Osmanlılara karşı yapılan soykırım örnekleri dolu olduğu gibi, Asya kıtasında da benzeri soykırım saldırıları gelip gene Türkleri bulmuştur. Çinliler, büyük Çin seddini Türklere karşı yaptıkları gibi, Çin bölgesinde yaşayan Türkleri geri püskürtmek üzere çeşitli toplu katliam girişimlerini örgütlemişlerdir. Çin topraklarında bir dönem çeşitli devletler kurmuş olan Türkler, Çinlilerin bölgeye egemen olmaları döneminde birçok saldırı ve toplu katliam olayı ile karşılaşmışlardır. Benzeri bir olumsuz süreç, Babür İmparatorluğu sonrasında Hindistan’da yaşanmış, bu ülkede Gazneliler ve Karahanlılar devletleri döneminde gelerek yerleşen Türk asıllı toplulukların geri gönderilmeleri doğrultusunda, hem Hintlilerin hem de bu bölgede Babür İmparatorluğu sonrasında egemen olan İngiliz manda yönetiminin uyguladığı birçok toplu katliam olayı Türklere karşı gerçekleştirilmiştir. İngilizler Hint yarımadasına tam anlamıyla egemen olmağa yöneldiklerinde geçmişten gelen Türk hegemonyasına tam olarak son verebilmek üzere son kalan Türk topluluklarının bütünüyle yok edilmelerine yönelmiştir. Çin gibi Hint bölgesi de Türklere yönelik soykırımların uygulandığı bir bölge olmuştur. Türklerin ana vatanı olan orta Asya topraklarını çevreleyen bütün bölgelerde, Türk topluluklarına yönelik toplu katliamlar uygulanmıştır. Özellikle Doğu Türkistan Çin faşizminin en yoğun uygulandığı alan olarak öne çıkmış ve Uygur Türklerinin ana vatanı olan Doğu Türkistan Çin’in Sincan eyaletine dönüştürülürken, Türk asıllı Uygurların tamamı temizlenmek istenmiştir. On dokuzuncu asırda başlayan Çin saldırıları Uygurların ana vatanını bir Çin eyaletine dönüştürmeyi hedeflemiş ve bu yüzden de milyonlarca Türk asıllı Uygur insanı toplu katliamlara maruz kalmışlardır.
                Türklerin uzun süreli devlet kurduğu geniş alanlardan birisi de Kuzey Asya bölgesidir. Asya ile Avrupa’nın kesişmiş olduğu Avrasya bölgesinde bugün uçsuz bucaksız topraklara sahip olan Rusya Federasyonu eski Rus Çarlığının bugünkü temsilcisi olarak dünyanın altıda bir topraklarına hükmederken, eskiden Türklerin büyük imparatorluklar kurmuş olduğu bu coğrafyadaki Türk boyları ve topluluklarına karşı yok edici bir toplu katliam politikasını kararlı ve istikrarlı bir doğrultuda uygulamıştır. Finlandiya’dan Kore ve Japonya’ya kadar uzanan Türk asıllı topluluklar coğrafyasının bugünkü  sahibi olan Rusya Federasyonu, gene eski Çarlık yönetiminin katı ve acımasız  yok edici politikalarını Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı uygulayarak  soykırım suçunun şampiyonluğunu yapmaktadır. Özellikle Bosna’da  Hrıstıyan Sırpların Müslüman Boşnaklara karşı uyguladığı soykırım suçunu geride bırakır bir doğrultuda, Ortodoks faşizminin kararlı bir uygulayıcısı olarak Müslüman  Çeçenlere karşı toptan yok etmek üzere  tam anlamıyla bir soykırım suçunu gerçekleştirmiş ve bu yüzden yarım milyon  Çeçen asıllı insanın soyunu kırıp dökerken, toplu katliam uygulamalarının şampiyonluğunu da kimselere bırakmamıştır. Rusya tarihi geriye dönük incelendiği zaman, Rusların, Hazar Türklerinin ülkesini ele geçirirken, bütün Türk ve Müslüman asıllı topluluklara karşı toplu katliamlara yönelerek bölgeyi ele geçirdiği açıkça görülmektedir. İdil-Ural bölgesinde yaşamlarını sürdüren Türk boyları olarak Tatarları, Başkurtları ve Çuvaşları Birinci Dünya Savaşı sırasında aç bırakarak ölmeye mahkum eden Rusya, ele geçirdiği bölgelerde yok edemediği Türk ve Müslümanları  Orta ve Doğu Asya’ya zorla sürerek soykırımın bir başka türünü de gerçekleştirmekten uzak kalmamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Sovyetler birliği olarak bütün Atom denemelerini Türk toprakları üzerinde gerçekleştiren Rusya, böylece Türk boylarını Nükleer bir ölüme sürükleyerek soykırım suçunun farklı bir örneğini de gündeme getirmiştir. Rusya Federasyonu içinde varlığını sürdürmekte olan Türk Cumhuriyetlerinin hepsine karşı ikinci sınıf insan muamelesi yürütülürken, Komünizmin getirmiş olduğu baskıcı faşist uygulamaların bütün kurbanları Türkler arasında çıkmıştır. İdil, Ural halklarıyla beraber Kafkasya Müslümanları da, Türklere karşı kararlı bir biçimde uygulanan faşizmin kurbanları olmuşlardır.
                 Asya kökenli Türk toplulukları bu büyük kıtanın her bölgesinde toplu katliamların ve soykırım uygulamalarının kurbanları olmaktan kurtulamamışlardır. Tarihte çok büyük devletleri bu büyük kıtanın çeşitli bölgelerinde kurmuş olan Türkler, daha sonraki dönemlerde varlıklarını Rusya ya da Çin gibi bir büyük devlet yapılanmasının çatısı altında güvence altına alamadıklarından dolayı, her dönemde ve her bölgede toplu katliamların hedefi olmuşlardır. Zamanla çöken ve yıkılan Türk devletlerinin kalıntısı olarak belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürme mücadelesi veren Türkler, daha sonraki aşamalarda ortaya çıkan başka büyük devletlerin hedefi olmaktan kurtulamamışlar ve bu yüzden de sürekli bir soykırım mağduru konumunda kalmışlardır. Atlas okyanusundan Pasifik okyanusuna kadar uzanan çok geniş bölgede tarihin her döneminde çeşitli devletler kurmuş olan Türkler, zamanla yıkılan devletlerinin altında kalmışlar ve daha sonra da çöken devletlerin yerini alan yeni devlet yapılanmalarının soykırım saldırılarına maruz kalmışlardır. Asya’daki büyük imparatorluklarını kaybeden Türkler, yirminci yüzyıla doğru Rusya, Çin ve Hindistan üçgeninde birçok savaş ya da sıcak çatışmanın tarafı olmaya doğru yönlendirilmişler ve bunların sonucunda da çeşitli soykırım girişimleri Türklere dayatılmıştır. On dokuzuncu ve yirminci yüzyıl tarihi incelendiğinde bu gibi birçok olumsuz gelişmenin birbirini izleyerek tarih sahnesine geldiği görülmektedir. Doğu Türkistan’da Çinlilerin Türklere karşı uyguladığı sistemli ve sürekli soykırım girişimlerinin benzerlerinin Ruslar tarafından Kafkasya Türklerine karşı uygulandığı görülmekte, Doğu Türkistan ile Azerbaycan birbirine benzer bi tür olayların fazlasıyla görüldüğü ülkeler olarak öne çıkmaktadır. Çinliler sistemli bir kürtaj siyaseti ile Uygur Türklerinin önünü kesmeğe çalışırken, bölgede Türk asıllı nüfusun yarısını yok edebilmekte, Ruslar ise İdil-Ural bölgesi ile beraber Kırım ve Kafkasya’daki Türklerin varlığına kesin olarak son vermek üzere, her zaman askeri seferler düzenleyerek sistematik yok etme operasyonlarını Türklerin soyunu yok etme doğrultusunda kararlı bir çizgide sürdürmüşlerdir.
                Büyük Selçuklu İmparatorluğunun ön Asya’ya taşıdığı Türk toplulukları ise, Osmanlı İmparatorluğu döneminde yaşamlarını güvence altında sürdürebilmişlerdir. Ne var ki, imparatorluğun cihan savaşı sonrasında ortadan kalkması üzerine merkezi alana gelen İngiliz ve Fransız ordularının kararlı saldırıları ile karşılaşmışlar ve bu yüzden birçok Orta Doğu ülkesinde Türklere karşı kararlı soykırım girişimleri gündeme getirilmiştir. İngilizler Irak’da  ve Mısır’da, Fransızlar Suriye’de  ve Lübnan’da, İtalyanlar Libya’da  Türk topluluklarını yok etme yoluna gitmişler, böylece eski  Osmanlı İmparatorluğunun son kalan kalıntılarını da ortadan kaldırarak, işgal ettikleri ülkelerde daha mutlak bir sömürgeci düzen kurmaya çaba göstermişlerdir. Savaş yıllarında İran’da da çeşitli karışıklar ve isyanların çıkması, İran’da ülkesinde yaşamakta olan bazı Türk topluluklarına karşı soykırım denebilecek bazı toplu yok etme operasyonlarını gündeme getirebilmiştir. İran nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk asıllı olması yüzünden, bu devletin yönetiminde Türklere karşı büyük bir güvensizlik yaratmış ve bu yüzden gündeme gelen olumsuz duygular, Türk topluluklarına karşı yok edici bazı olumsuz uygulamaları öne çıkarmıştır. İran’daki olaylara benzeyen bazı girişimlerin daha sonraki dönemde Afganistan’da, Pakistan’da ve diğer Asya ülkelerinde de zaman zaman ortaya çıktığı görülmüş ve böylece Türkler çeşitli Asya ülkelerinin istenmeyen adamları haline getirilmişlerdir. Bölge devletleri arasındaki çekişmeler ya da sınır anlaşmazlıkları sırasında Türk asıllı toplulukların öne çıkarılarak kullanıldığı görülmüş ve bu yüzden de karşı devletler tarafından Türk toplulukları saldırılar ve toplu katliamların mağdurları olma durumuna sürüklenmişlerdir. Bir büyük Türk devletinin eksikliği yüzünden, Asya’nın çeşitli bölgelerinde tarihteki Türk devletlerinin uzantısı olarak kalan Türk toplulukları her zaman için saldırı ve katliamların hedef haline gelmekten kurtulamamışlardır. Asya’daki bu olumsuz durum, eski Osmanlı hinterlandı üzerinden ön Asya ve merkezi coğrafyaya da yayılmıştır.
                Türklere yönelen soykırım suçlarının en önemlisi Hocalı katliamıdır. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında yeni bir dünya düzenine doğru yerküre yol alırken, birden beklenmedik bir biçimde Azerbaycan’ın Hocalı bölgesinde bir köy basılarak üç yüze yakın köylü insan  bir gecede öldürülmüş ve beş yüzden fazla insan da yaralanmıştır.   Ruslar tarafından silahlandırılmış Ermeni çetelerinin Hocalı köyünü basmasıyla gerçekleşen bu olay sonrasında küçük Ermenistan devleti kendisinden beş kat daha büyük bir devlet olan Azerbaycan Cumhuriyetinin topraklarının yüzde yirmisini işgal etmiştir. İki devlet arasında geçmişten gelen bir büyük sorun olan Karabağ yüzünden sürüp giden çatışma ortamında küçücük Ermenistan’ın Azerbaycan’a böylesine bir saldırıya kalkışmasında, bölgedeki Türk nüfus çoğunluğundan rahatsız olan Rusya, Fransa, ABD ve İsrail gibi devletlerin de payı olduğu daha sonra görülmüş ve bu batılı emperyal devletlerin gelecekte bir Hazar bölgesi hegemonyası için küçük Ermenistan’ın arkasında olduğu ortaya çıkmıştır. Koskoca bir Türk ve Müslüman köyünü haritadan silen bu büyük soykırım olayında dünya kamuoyu ayağa kalkmış ama Ermenistan üzerinden bölge politikası yürüten batılı Hırıstıyan emperyal devletlerin araya girmesiyle beraber Ermenilerin Türklere karşı uygulamış olduğu en büyük soykırım olayı olan Hocalı katliamı karşılıksız kalmıştır. Birleşmiş Milletler Genel Kurulunun almış olduğu beş ayrı karar ile soykırım suçu olduğu belgelenen Hocalı katliamının daha sonraki dönemde cezasız kalması insanlık açısından son derece düşündürücüdür. Bosna, Ruanda, Vietnam gibi ülkelerde yaşanan kitlesel soykırım suçlarında uluslar arası mahkemeler kurulurken, Hocalı soykırım suçu için bir mahkeme kurulmaması gene batı dünyasının Hırıstıyan kimliği nedeniyle açıklanmaya çalışılmış ve böylece insan hakları sorunlarında her zaman olduğu gibi gene çifte standartlı bir olumsuz durum yaşanmıştır. Uluslar arası ceza mahkemesine bile gidilememiş, Hocalı köyünü haritadan silen Ermeni çetelerine, insanlık suçu yüzünden ceza verilememiştir. Karabağ bölgesi ile beraber Azerbaycan’ın beşte birini de Ermeni işgaline terk eden batı dünyası, Azeri Türklerinin başına gelen bu büyük faciada gereken ilgiyi göstermeyerek dünya kamuoyunun vicdanının kanamasına neden olmuştur.

                Gelecekte Büyük İsrail’in uzantısı olarak Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan devletlerini birbirlerine bağlı olarak Orta Doğu bölgesinden Hazar bölgesine bir köprü kurmak üzere oluşturmak isteyen batılı emperyalist ve Siyonist güçler hem Türkiye hem de Azerbaycan Türklerine yönelen çeşitli soykırım girişimlerinin dolaylı ya da açık destekçileri olmuşlardır. Hocalı katliamını görmezden gelenler daha sonraki dönemlerde “Hepimiz Ermeniyiz “ diyerek Türkiye’de de Ermenistan’dan yana bir ortam yaratmaya çaba göstermişler, kardeş Azerbaycan’ın başına gelen bu büyük felaket ile ilgili olarak hiçbir girişimde bulunmamışlardır. Azerbaycan’da, Hocalı katliamını görmeyenler, bu ülkedeki haksız Ermeni işgalinin destekçisi olarak, soykırımın yaratmış olduğu olumsuz ortamı daha da derinleştirmişlerdir. Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayarak büyük Ermenistan Projesine destek sağlayan batılı emperyalist güçler Türkiye ile Azerbaycan’ın iki kardes ülke olarak birleşmelerini önlemeye çalışmışlar ve bu doğrultuda iki kardeşi devletin birbirinden uzak kalması için ellerinden gelen her yolu denemişlerdir. “Hepimiz Ermeniyiz “diyen batılı güçler ve onların yerli işbirlikçileri Azerbaycan’ın haklı davasına karşı çıkarak Hocalı katliamının bir çağdaş soykırım örneği olarak dünya kamuoyunun önüne gelmesini önlemişlerdir. Türklerin içinde yaşayan Türk olmayanlar ya da Türk kimliğinden uzak duranlar, yabancı güçlerle işbirliğini açık bir Türk düşmanlığına kadar götürmüşler ve bu doğrultuda Türklere yönelen soykırım benzeri ağır insanlık suçlarının karşılıksız ve cezasız kalmasına yardımcı olmuşlardır. Uluslar arası kuruluşların Birleşmiş Milletlerin üst üste almış olduğu kararlara rağmen pasif kalması ve Türklere yönelmiş olan bu büyük soykırımı önemsememeleri hala uygar olduğunu öne süren batı dünyasının ne derece çıkarcı bir emperyal düzen içerisinde olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
                Türkler olmadan tarih yazılamayacağını batılı bilim adamları her fırsatta dile getirmektedirler. Tarihin ilk dönemlerinden bu yana tarihsel sürecin dinamik güçleri oldukları için olumlu ya da olumsuz bir çok olayla karşı karşıya kalmışlardır. Batılı emperyalist güçlere karşı her zaman için doğu bölgesinin ve Türk dünyasının temsilcisi olan Türk devletleri tarih boyunca sürekli olarak savaşmak zorunda kalmışlar ve bu doğrultuda da Türk devletlerinin uzantısı olan Türk topluluklarının başına birçok soykırım ya da benzeri büyük katliam olayları gelmiştir. Yıkılan devletler sonrasında Türklerin geri çekilmek zorunda kaldığı bütün bölgelerde, Türk varlığına son vermek isteyen birçok soykırım girişimi birbiri ardı sıra gündeme getirilmiştir. Bu yüzden Türk tarihi bir anlamda da toplu katliamların tarihidir. Dünyanın orta yerlerinde bir biri ardı sıra çeşitli devletler kurmuş olan Türklerin başına bu tür olumsuz girişimlerin gelmesi de siyasal yaşamın acımasızlığını ortaya koymaktadır. Bosna’da, Çeçenistan’da, Azerbaycan’da, Doğu Türkistan’da ve Kırgızistan’da yaşanan birçok toplu katliamlar Türklerin tarih boyunca maruz kaldığı soykırım girişimlerinin açık örnekleridir. Her katliam bir soykırım olayı olarak tarihe geçerken, olayların geçtiği bölgelerdeki Türk topluluklarının da ya sürülmelerine ya da göçe zorlanmalarına giden yolları açmıştır. Tarihin her dönüm noktasında merkezi coğrafyaya yansıyan siyasal gelişmeler Türk topluluklarının başına çeşitli soykırım girişimlerini beraberinde getirmiştir.
                Küreselleşme sürecinde uluslar arası tekelci şirketler bütün dünyaya ekonomi üzerinden egemen olmağa çalışırlarken, ulus devletleri karşılarına almakta ve daha küçük eyalet devletçiklerine geçiş için, ulus devletlerin çatısı altında yaşamakta olan çeşitli etnik ve kültürel toplulukları self -determinasyon üzerinden ayrılmaya ve kendi devletlerini kurmata doğru yönlendirmektedirler. Özellikle son dönemde bu tür girişimler çok artmış ve yeni dönemde etnik çatışmaları ulus devletlerin bölünmesine doğru zorlamıştır. Bu tür bölücü ve parçalayıcı girişimler ulus devletlerin geleceğini tehdit etme noktasına geldiğinde, var olan devletler ile etnik topluluklar karşı karşıya gelmektedir. İşte bu aşamada demokrasinin karanlık yüzü ortaya çıkmakta ve etnik çatışmaları iç savaşlara doğru sürüklemektedir. Bu durumda, ulus devletler kendi varlıklarını koruma doğrultusunda eskiden olduğu gibi etnik temizliğe doğru zorlanmaktadırlar. İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken yaşanan toplu katliamlar benzeri etnik temizlik meseleleri günümüzde yeniden tartışma alanına getirilmek istenmektedir. Böylesine tehlikeli bir gidiş, yeni Yugoslavya gibi dağılma senaryolarını ortaya çıkarabilecektir. Tarih boyunca, toplu katliamlardan ve soykırım uygulamalarından çok çekmiş olan Türkler ve Türk dünyası bir araya gelerek böylesine olumsuz bir yeni sürecin önüne geçmelidirler. Bir avuç aşırı zenginin çıkarları uğruna dünya devletleri ve halkları birbirlerini boğazlamamalıdırlar. Soykırımdan çok çekmiş olan Türkler, bu konuda daha aktif bir tutum içerisine girerek, kültürel haklar üzerinden kışkırtılan etnik çatışmaları önleyecek yeni bir uluslar arası barış insiyatifini devreye sokabilmelidirler. Var olan devletlerin dayanışması, dünya halklarının kardeşliği ile daha farklı bir yenidünya düzenine barış ortamı içerisinde gidilirse o zaman, Türkleri çok uğraştıran soykırım benzeri olayların önü kesilebilecektir. Soykırım gibi ağır bir insanlık suçunun bütün dünyadan kaldırılabilmesi için, her türlü soykırıma karşı yeni bir barış girişiminde Türkler Türk dünyası ile birlikte öncü olabilmelidirler. Emperyalizm tarafından dünya haritasını değiştirme doğrultusunda yeniden gündeme getirilen etnik temizlik senaryoları da, ancak böylesine bir yeni çıkış ile önlenebilecektir. Dünya zenginliklerine el koyma peşinde koşan emperyalizmin, etnik temizlik senaryoları ile, kendi planlarını gerçekleştirmesine izin verilmemelidir.  Etnik temizlik senaryolarının yeniden soykırım suçlarına elverişli bir ortam yaratacağı da hiçbir zaman akıldan çıkartılmamalıdır.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN