30 Kasım 2021 Salı

TÜRK DÜNYASI BÜTÜNLEŞİYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

TÜRK DÜNYASI BÜTÜNLEŞİYOR

                 Tarihin her döneminde var olan ve kurdukları devletler aracılığı ile öne çıkan Türkler, her dönemde dünya siyaseti üzerinde etkili olmuşlar ve dünya tarihinin dönemeçleri dönülürken, en son noktada yönlendirici olarak tüm insanlık ve dünyanın geleceği doğrultusunda önderlik etmişlerdir. Tarih öncesi dönemlerden gelerek Milat sonrasındaki tarihsel dönemlerde eskisinden çok daha fazla ağırlık koyarak dünyanın yönlendirilmesinde etkin olan Türk toplulukları, kavimleri ve de boyları tüm zamanlarda dünyanın ilerlemesi ve gelişerek daha üst düzeyde yeni bir dünya düzeninin kurulması için her türlü mücadeleyi yaparak bugünlere gelmişlerdir. Uluslararası alanda gündeme gelen yenilik ve gelişmeler birbiri ardı sıra öne çıkarken, dünya tarihinin sayfalarını dolduran siyasal ve düşünsel birikimin oluşmasında ve geleceğe dönük bir biçimde yönlenmesinde, her dönemin Türk devletlerinin ve de bu devletlerin sınırları içinde yaşamlarını sürdüren Türk kavimlerinin yönlendirici etkileri ve önderlikleri olmuştur. Yeryüzünde yaşamakta olan diğer toplulukları ve milletleri ele alarak Türklerin tarihsel serüvenleri ile karşılaştırıldığı zaman, tarihin en zengin birikiminin Türklerin kendi topluluklarında olduğu görülmektedir. Günümüzde Türk dünyası bu nedenle birliğe yönelmektedir.

                Tarihin derinliklerinden gelen Türk kavimleri yeryüzünün beş kıtasından dördünde siyaset sahnesine çıkmışlardır. İnsanlığın ilk dönemlerinin yaşandığı Asya kıtasında, Hun ve Avar devletleri ile bir egemenlik düzeni kuran Türkler, daha sonraki aşamalarda da Göktürk, Uygur ve Hazar devletleri gibi kendi dönemlerinin uygarlık düzenini kurmuşlar ve uzun yıllar yaşatan Türk kökenli hegemonyaları birbiri ardı sıra gündeme getirmişlerdir. Büyük imparatorluklar aracılığı ile Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarının önemli bölgelerinde devletler ve imparatorluklar kurma şansını elde eden Türkler, bir anlamda da tarih öncesi dönemlerden gelen uygarlık birikimini yirmi birinci yüzyıla taşımışlardır. Bu nedenle eski dünya düzeni geride kalırken ve yeni bir dünya düzenine doğru bir geçiş dönemi yaşanırken Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk dünyası devletlerinin uluslararası konumları son derece önem kazanmıştır. Tarihin derinliklerinden gelen Türklük ve Türk dünyası bugünün dünyasında merkezi alanlarda varlıklarını sürdürmekte, Asya kıtasının kuzeyi, ortası ve de batı bölgelerinin tamamı, Orta Doğu bölgesinin bütünü, Avrupa kıtasının doğusu ile Afrika kıtasının kuzeyi gibi bölgelerde hem Türk devletleri hem de bu devletlerin ötesinde toplumsal ağırlıklarıyla Türk boyları varlıklarını koruyarak, tüm etkinliklerini daha da artırma olanaklarını elde edebilmiştir. Türklerin tarih öncesinden gelen ağırlıklarıyla dünya haritasına dağılmaları dikkate alınırsa, Proto- Türklerden gelen bir uygarlık çizgisinin bugünlere kadar Türk devletleri ve toplulukları aracılığı ile taşındığı görülmektedir. Bu kadar uzun bir geçmişe sahip olan Türklerin dünyanın her kıtasına dağıldığı ve günümüzün üç büyük devleti olan Çin, Rusya ve Hindistan topraklarında daha önceki dönemlerde devletler ile birlikte imparatorluklar da kurdukları anlaşılmaktadır. Böylesine yaygın bir yapılanmaya sahip olan Türk boyları bazen yaşadıkları toprakları kendilerine yurt edinmişler, bazen de at sırtında göçebe bir toplum olarak dünya kıtaları üzerinde sürekli olarak seferlere çıkarak yeni yeni ele geçirdikleri topraklar üzerinde eskisinden çok daha farklı devletler kurarak ve uygarlığını yeni ülkelere taşıyarak, evrensel egemenlik yarışında diğer toplulukları arkada bırakabilmenin başarısını göstermişlerdir. Bugünün dünyasında yeryüzü haritasına bakılırsa her dönemin etkin gücü olan Türklerin fazlasıyla yeryüzü kıtalarına dağılmış oldukları görülmektedir. Uygarlığın en eski temsilcisi olan Türkler günümüze uygarlığın birikimlerini taşırken, bir araya gelmeyi unuttuklarını ve de bu yüzden Çin, Rusya, Brezilya, Hindistan ve ABD gibi çok geniş alanlara sahip olan bir büyük devleti, Türklerin ortak devleti olarak kuramadıkları görülmektedir. Çok eski geçmişten gelmek, bütün dünya kıtalarına yayılmak, sürekli olarak yer değiştirmek gibi sorunlarla uğraşmak zorunda kalan Türkler, kıtasal büyüklüğe sahip olan büyük devletlerle rekabet edebilecek düzeye gelmişlerdir.

                Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra iki kutuplu dünyadan ABD merkezli tek kutuplu bir dünya arayışına sürüklenen dünya konjonktürü bu hedefi gerçekleştiremeyince, bu duruma tamamen ters düşen bir çizgide çok kutuplu dünya oluşumu insanlığın önüne gelmiştir. Batı dünyasının ABD ve AB gibi büyük devlet yapılanmaları sürdürülmeye çalışılırken, dünyanın ortasında Türkiye ile birlikte Türk dünyasının kopukluğu bir mesele olarak gündeme gelmiştir. Orta Doğu bölgesinde yeni bir düzen arayışı içinde olan batılı emperyalistler eskisi gibi bu bölgede etkin olamadıklarını görünce, merkezi alana Rusya, Çin, Hindistan ve İran gibi doğu bölgesinin büyük devletlerinin girmeye çalıştıkları öne çıkmıştır. İşte bu aşamada doğunun büyük devletlerinin dünyanın merkezi alanında yeni emperyal güçler olarak görünmesiyle birlikte, eski dönemin Türkiye Cumhuriyeti ile Türk dünyasını birbirinden kopuk bir konuma getiren jeopolitik dengelerin de değiştiği ortaya çıkmaya başlamıştır. Batı emperyalizmi bütün dünyaya egemen olurken, Türkleri devre dışı bırakabilmek üzere Türkiye ile Türk dünyasının birbirinden kilometrelerce uzak bir konumda kalmalarını, merkezi coğrafyada Türklerin etkinliğinin kırılabilmesi için batı dünyasının   temsilcisi olan İngiltere ve Fransa gibi büyük emperyalist güçler devreye girerek sağlamışlardır. Osmanlı topraklarında oluşturulan batı hegemonyası, daha sonraki aşamada Orta Doğu’nun yeni haritasında Sovyetler Birliği ile müstakbel İsrail devletinin arasına yeni bir tampon devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin konulmasını öne çıkarınca, Orta ve Kuzey Asya bölgelerinde varlığını sürdüren Türk devletlerinin, Orta Doğu bölgesinde merkezi bir devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyetinden fazlasıyla uzak düştükleri görülmüştür. Bu yüzden on sekizinci yüzyılda başlayan Türk milliyetçiliğinin ana hedefi olan Türk birliğinin sağlanması konusu, yirminci yüzyılın başlarında siyasal gündemden düşerek, cihan savaşları sonrasında kurulan yeni dünya düzeninde Türklerin parçalanmış bir durumda yeniden yapılandırılmasına gidilmiştir. Türklerin büyük çoğunluğu Sovyetler Birliği içinde bırakılırken, bir kısım Türk Doğu Türkistan üzerinden Çin sınırları içinde terk edilmiş ve Osmanlı uzantısı bazı Türk boylarının ise, Avrupa kıtasında farklı devletlerin ülkelerinde yaşamalarına ise zemin hazırlanmıştır.

                Çinliler, Ruslar ve Hintlilerin büyük ülke sınırları içinde yaşamalarına izin veren o dönemin emperyalist güçleri, yüz yıldır Türk boylarının kurulacak büyük bir Türk devletinin çatısı altında ortak bir yaşam düzenine kavuşmalarını önlemişlerdir. Batılı emperyalistler Türklerin parçalanması ve birlik olmaması için yürüttükleri bu bölücü girişimlerin benzerini Araplar için de gündeme getirerek, halen var olan elliden fazla Arap devleti içinde Arap topluluklarının parçalanmış bir biçimde yaşamalarını her türlü baskı ve komplo oyunlarını oynayarak sürdürmeye devam etmişlerdir. Ne var ki ,batılı emperyalistlerin bu oyunlarını yeni dönemde sürdürebilmeleri giderek zorlaşmış, Çin, Rusya ve Hindistan uluslararası alana girerek  ve yeni emperyal güçler olarak hareket etmeye başladıklarında batı blokunun uygulamaları etkisini yitirmiş ve bu doğrultuda, Türk toplulukları ile Arap kavimlerinin kendi ortak büyük devletlerinin çatısı altında Rusya ve Çin gibi  büyük devlet yapılanmalarına benzer bir yeni siyasal düzen kurabilmeleri konusu ,yeni dönemde dünyanın esas  gündemine girmiştir. Milyonlarca nüfusa sahip olan Çinli, Hintli ve Rus asıllı topluluklar kendi büyük devletleri çatısı altında yaşarken, benzeri bir yeni düzeninin Türkler ve Araplar için düşünülmemesi, dünya barışı açısından çok önemli bir eksikliği yeniden gündeme getiriyordu. Araplar ikinci dünya savaşı sonrasında Cemal Abdülnasır’ın öncülüğünde Birleşik Arap Cumhuriyetini kurarak, merkezi alanda büyük bir Arap devletini emperyalistlere karşı kurmaya çalışmışlar ama Atlantikçiler ve Siyonistlerin etki ve baskılarıyla bu yeni oluşum önlenmiştir. Yirminci yüzyılda Türkler ile birlikte Araplar’ın da Çin ve Rusya gibi büyük devletler olarak varlıklarını sürdürmelerine izin verilmezken, geçmişten gelen devletler arası rekabet gene de devam etmiş ve bunun sonucu olarak da soğuk savaş dönemi sonrasında yeni bir siyasal ortam konjonktürel olarak gündeme gelmiştir. Geçmişteki olaylardan ders almasını bilen Türkler ve Türk dünyası birlikte daha dikkatli bir yaşam düzenine yönelerek, dünya barışının daha güçlü bir temele oturtulabilmesi için ciddi mücadeleler verilmiştir. Artan ilişkiler zamanla ekonomik ve kültürel ilişkilere doğru ilerleyince, Türklerin birleşme yolları açılmıştır.

                Sovyetler Birliği’nin kurulması nedeniyle yüz yıl önce gündeme getirilemeyen Türk dünyasının bir araya gelerek ortak bir devlet çatısı altında bütünleşmeye yönelmesi konusu, yirminci yüzyılın başlarında çözüme kavuşturulamayarak, bir sonraki yüzyıla ertelenmiş ve aradan yüz yılı aşkın bir süre geçtikten sonra ancak yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği dolarken, uluslararası alanda genel bir sorun olarak ele alınabilmiştir. Sovyetlerin dağılması aşamasında on beş devlet bağımsız olurken, orta Asya ve Kafkasya’da bulunan Türk kökenli devletler daha sonraki aşamada diğer rakip siyasal oluşumlara ve dış dünyaya karşı bir Türk dayanışmasının örneği olarak önce Türk Keneşi adı altında resmen her türlü uluslararası çalışmalarını sürdürmüşlerdir. Zaman içinde uluslararası diplomasinin temel kavramı olan Konsey başlığı altında Türkiye’nin öncülüğünde bağımsız Türk devletlerinin birlikteliği geleceğe yönelik bir biçimde örgütlenerek yeni bir dünya düzenine giden yolda, Türklerin kültürel birlikteliği ve bu çizgide dayanışma içinde olabilmeleri için çaba gösterilmiştir. Soğuk savaşın bitişi ile gündeme gelen Türklerin birliği meselesi, aradan çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi geçince bu kez birliktelikten daha da ileri giderek bir bütünleşme çizgisi doğrultusunda, bu kez Türk Devletleri Teşkilatı adı altında tıpkı diğer uluslararası organizasyonların kurulması gibi, yeni bir yapılanma modeli çerçevesinde gündeme getirilmiştir. Böylece soğuk savaş sonrası dönemde gündeme getirilen Türklerin birlikteliği sorunu, yirmi beş sene sonra tam anlamıyla bir bütünleşmenin konusu olarak ele alınarak aynı zamanda geleceğe dönük kalıcı bir örgütlenmenin konusu yapılmıştır. Yeni dönemde artık Türk Keneş’i ya da Türk Konseyi’i gibi temsili katılım aracılığı ile oluşturulan gevşek bir yapılanma değil ama tıpkı diğer uluslararası bütünlüklü örgütlenmeler gibi, daha güçlü bir bütünleşme ve tamamlanmayı sağlayan yeni bir yapılanma, tam bir asır dağınıklığa mahkûm edilen Türk dünyasına karşı, Türk Devletleri Teşkilatının kuruluşu ile yapılan haksızlık ortadan kaldırılmıştır.

                12 Kasım 2021 tarihi Türk dünyasının bütünleşme adımının atıldığı gün olarak, gelecekte tüm Türk devletleri ve toplulukları arasında kutlanacak bir ortak bayram günü olacaktır. Beş bağımsız Türk devletinin bir araya gelmesi ve bu toplantıya Avrupa kıtasına Asya’dan göç etmiş Türk asıllı Macarları temsilen Macaristan devletinin de gözlemci bir ülke olarak katılması ile Türk Devletleri Teşkilat’nın, sadece bir Asya örgütlenmesi değil ama aynı zamanda Avrupalı Türklerin de katılımı ile oluşan uluslararası bir örgütlenme olduğunu ortaya koymuştur. Halen bağımsız olan Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de böylesine bir evrensel birlikteliğin içinde yer alması, örgütlenmenin imzalandığı gün gündeme getirilerek, dışarıda kalan diğer Türk devletlerinin de böylesine bir birliktelik içinde yer alabilecekleri dünya kamuoyuna açıklanmıştır. Türk Devletleri organizasyonu ,bağımsızlıklarını, egemenliklerini ve toprak bütünlüklerini korumaya çalışan, ortak bir tarih ve kültürel arka plan ile birlikteliğe ve gelecek hedeflerine sahip olan Türk devletlerinin, kendilerini korumaya ve Türklerin kazanılmış hak ve özgürlüklerine karşı  olabilecek her türlü saldırı ve haksızlıklara karşı ortak dayanışma içinde mücadele etmeye, Türk dünyasının kararlı bir biçimde karşı koymasını sağlayacak bir kurumsal yapılanmanın siyasal alana getirilmesidir. Ruslar, Çinliler, Hintliler, Avrupalılar ve de Amerikalılar bu tür mücadeleleri yıllarca vererek büyük devletlerini kurabilmiş ve onun sağladığı ortak savunma alanı içinde siyasal mücadelelerini diğer devletlere karşı sürdürerek, evrensel alanda daha güçlü konumlara sahip olabilmişlerdir. Bütünleşme toplantısında Türk devletlerinin birliği konusu görüşülerek karara bağlanmıştır. Ortak toplantının resmi adı ise dışa karşı resmen ”Yeşil Teknolojiler ve Dijital çağda akıllı şehirler “ olarak ilan edilmiş ve böylece günümüzün en önemli üç konusu toplantının resmi adında ifade edilerek, Türk dünyasında önümüzdeki dönem çalışmalarında , yeşil teknolojiler, dijital yapılanma ve akıllı şehirler gibi kritik konuların en güncel  sorunlar olarak  öncelikle  ele alınacağı ilan edilmiştir. TİKA (Türk İşbirliği Teşkilatı) isimli kuruluş aracılığı ile Türk işbirliği çalışmalarında ilk adım atılmış, TÜRKSOY isimli kuruluşla ise bir Türk uluslararası kültürel işbirliği örgütlenmesi ikinci aşamada oluşturulmuş ve daha sonra da Türk Keneş’i aracılığı ile, bütün bu oluşumların çatısı altında birlikte var olacağı, Türk Devletleri Teşkilatı son aşamada kurulmuştur. Böylece Türk dünyası ilişkilerinin zamanla bütünleştirilmesi bir gereksinme olarak öne çıkmıştır.

                2021 yılının Kasım ayı Türk dünyasının bir araya getirilerek bütünleşmesinin gerçekleştirildiği bir tarih olmuştur.  İstanbul Boğazının tam ortasında yer alan Demokrasi ve Özgürlükler adasında atılmış olan bütünleşme adımı ile hem Türk dünyasına hem de dünya kamuoyuna önemli mesajlar verilmiştir. Türkiye’nin ev sahipliğinde yapılan İstanbul toplantısı gelecek yüzyıllara dönük sağlam bir işbirliğinin ve bu doğrultuda atılan emin adımların atıldığı aşama olmuştur. İstanbul zirvesinde üst birlik kuruluşu tamamlanırken aynı zamanda güncel bazı konularda önemli kararlar alınmıştır. En son savaş olarak Azerbaycan’ın Karabağ’da zafer kazanması ve Türkiye’nin bu aşamada büyük yardım ve destek sağlaması ile ortaya çıkan sıcak yakınlaşma ortamı İstanbul Kongresine katılan Türk devletlerini eskisine oranla daha çok ortak bir çalışma düzenine doğru yönlendirmiştir. Türkiye’nin Karabağ’da Azerbaycan’a ağırlıklı destek sağlaması ile diğer Türk devletleri de Türkiye benzeri bir destek dayanışmasına girmelerine elverişli bir ortam hazırlamıştır. Böylesine bir ortamda Türk devletleri otuz yıllık haksız işgale uğratılan Azerbaycan’a toplu destek sağlarken, aynı zamanda savaşı kazanan taraf olarak Azerbaycan devleti ile çok yakın bir dayanışma içine girmişlerdir. Bu nedenle Karabağ zaferi bütün Türk dünyasının ortak zaferi olarak değerlendirilmiştir. Azerbaycan gibi bir Türk devletinin Karabağ’da zafer elde etmesi, diğer Türk devletlerinin de devreye girerek bütünleşmeye yöneldiklerini göstermiştir. Türk devletleri resmi adımlarla bütünleşmeye yönelirken, Rusya, Ukrayna, Balkanlar, Avrupa ve Afrika gibi bölgelerde yaşamakta olan Türk asıllı topluluklar da Türk Konseyi ile ilişki kurmaları sayesinde, uluslararası alandaki örgütlenme üzerinden milli bir kamuoyu oluşumunu dolaylı yollardan meydana getirmişlerdir. Türk Konseyi kongre sırasında izlediği yakın ve sıcak diyalog ortamı ile bütün Türk devletleri ile birlikte diğer ülkelerdeki Türk asıllı topluluklara da yakın ilgi göstererek, uluslararası Türk örgütlenmesinin daha güçlü bir biçimde tamamlanabilmesine elverişli bir ortam hazırlanmıştır. Geçmişten gelen tarafsızlık statüsü ile tartışmaların orta noktasında yer alan Türkmenistan devleti Kongreye devlet başkanı düzeyinde katılarak, yeni bütünleşme aşamasında Türk Devletleri Teşkilatı’nın tam üyesi olarak yola devam etmek istediğini göstermiştir.

                İstanbul zirve toplantısında Türk Devletleri Teşkilatının ortaklık statüsünün oluşturulmasına dikkat edilmiş ve bu doğrultuda 121 Maddelik bir bildiri hazırlanarak üyelerin onayına sunulmuştur. Ayrıca, Türkiye’de geleceğe dönük yapılanmalar düzenlenirken 2023 ya da 2071 gibi Türk tarihi açısından anlam taşıyan yıllarda, Türklük duygusunu ayakta tutan yıldönümü ve anma günlerinde dile getirilen Türk kültürü ve siyasal birikimini taşıyan organizasyonların bir benzeri için, 2040 yılı Vizyonu adı altında ayrı bir metin olarak İstanbul toplantısında oybirliği ile kabul edilmiştir. Böylece yeni kurulmakta olan Türk Devletleri Teşkilatı’na gelecek için yeni bir vizyon getirilmeye çalışılmıştır. Bu bildiri de geleceğe dönük bir çalışma ortamı ve ortaklık statüsü oluşturmaya öncelik verilirken, Türk dünyasında var olan önemli bazı sorunlara da   çözüm getirebilecek yaklaşımlara yer verilmiştir. Hazar bölgesinin durumu, Türk devletleri için ekonomik işbirliği, Türkistan’da TURANSEZ adı altında örgütlenecek özel bir ekonomik bölge oluşturulması, Türkçülüğün esası olarak işte ve fikirde birlik ilkesi genel anlamda benimsenmiş, ortak bir kültürel ortam yaratabilmek için TRT - AVAZ  gibi Türk dünyası ile ilgili yayınlar yapan kanalların desteklenmeleri gerektiği toplantı sırasında üye devletlerin desteği ile vurgulanmıştır. Türk dünyasının kültürünün önemli  şahsiyetlerini birlik ve beraberlik ruhu içinde tanıtmak ve yaygınlaştırmak, Türk dünyası ile ilgili bilimsel ve edebi alanda yapılan çalışmaların ödüllendirilmesi, Avrupa Birliği’nin “Erasmus “programı ile yaptığı eğitim değişimi programının benzerinin  “ORHUN “ adı altında geliştirilecek değişim programıyla, Türk dünyası için de devreye sokulması, Okullarda ortak bir Türk tarihi, coğrafyası ve edebiyatı okutulması için özel kitapların hazırlanması, Türk dünyasının önde gelen kişilerinin yaşamları ve eserlerinin tanıtımı ile ilgili olarak yeni bilimsel çalışmalar yapılması, Tuna nehrinden Orhun vadisine İpek Yolu rallisi yapılması, Türk dünyasının kutsal mekanlarını bugünün gençliğine anlatacak eserlerin yayınlanması, Türk ülkeleri arasında çeşitli alanlarda sosyal ve sportif yarışmaların düzenlenmesi gibi  ortak konular da  120 maddelik  kongre bildirisi ile dünya kamuoyuna yansıtılmıştır.

                İstanbul zirvesine giden yolda Türk Keneşi her geçen yıl daha da çalışmalarını artırarak bugün gelinen örgütsel oluşumunu tamamlayınca, konseyden teşkilatlanma aşamasına geçilmiştir. İsim değişikliği konusu çalışmaların artışının gereği olarak gündeme gelmiştir. Örgütlenmenin bağımsız bir teşkilatlanma sürecine yönlendirilmesi, Türk Devletleri Teşkilatının üyelerinin bulundukları bölgelerdeki jeopolitik gelişmelere karşı muhatap olması gibi yeni bir durumu ortaya çıkarmaktadır. İstanbul bildirisi bu çizgide Türk Devletleri Teşkilatının dünya jeopolitik alanlarında meydana gelen değişikliklerin yansımaları ile de önümüzdeki dönemde fazlasıyla uğraşacağı yeni bir durumun öne çıkmasına yol açmaktadır. Türk Dünyası 2040 vizyonu ile ilgili olarak yayınlanmış olan konsey bildirisi aynı zamanda, bütün Türk devletlerine ve Türk dünyasına gelecek için yön çizerek, üye devletlerin zamanla gelişecek ilişkilerde ters durumlara sürüklenmesine önleyecek düzeyde, ağırlıklı bir gelecek değerlendirmesini de beraberinde getirmektedir. 2023 ve 2071 yılları gibi 2040 yılı da Türk dünyası için önemli olacak ve Türk devletleri teşkilatı bu yıldönümlerinde kurucusu oldukları Türk birliğinin önümüzdeki dönemde karşı karşıya kalabileceği siyasal virajları aşarak, küresel alanda güçlü bir Türk hegemonyası oluşturabilmesi, geçmişten gelen birikimin önemli tarihlerde ve yıl dönümlerinde gerektiği çizgide temsil edilebilmesine dayalı olarak mümkün olabilecektir. Bu da yeni kurulan Türk Devletleri Teşkilatının gelecekteki gücüne bağlı olarak belirlenebilecektir. Uluslararası alandaki gelişmelerde, Türk dünyasının daha hareketli olabilmesi için yeni oluşturulan üst kurulun, Türk devletleri adına gerekli olan adımları atabilmesine bağlı bulunmaktadır. Düşünce kökeni yüz yıl önce doğan yeni dünya düzeni savaş sonrasında kurulurken gündeme gelen Türk Devletleri Teşkilatı, artık bir asır sonra Çinlilere, Ruslara, Hintlilere ve diğer uluslara karşı, Türklerin de büyük devletleri ile hareket etmesiyle daha geniş alana yayılmış bir Türklük bilincinin, getireceği yeni dengelerin öncüsü ve örgütleyicisi olabilmesi gerekmektedir.  Daha düzenli ve istikrarlı yeni bir dünya düzeninin kurulabilmesi için gerekli olan yeni dengeleri Türk Devletleri Teşkilatının oluşturması beklenebilir.

                 Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türkistan bölgesinin farklı jeopolitik konumda olmaları gibi İran’daki Türklerin doğu Türkleri olarak, Anadolu yarımadası üzerinde yaşamakta olan batı Türklerine uzak düştükleri görülmektedir. Önümüzdeki dönemde Türkiye Cumhuriyeti ile Türk dünyası devletlerinin bir araya gelerek ortak bir jeopolitik konumda birleşmeleri, Türk Devletleri Teşkilatının gerçekleştireceği yeni açılımlar sayesinde mümkün olabilecektir. Böylece yüzyıllar boyunca sürüp gelen doğu ve batı Türklerinin birbirlerinden farklı devletler içinde ayrı yaşamaları önlenebilecektir. Bu aşamadan sonra gerçekleşebilecek bütün Türklerin büyük bir devlet çatısı altında bir araya gelebilmeleri daha gerçekçi boyutlarda sağlanabilecektir. Dünyanın geleceğinin Avrasya bölgesine kilitlendiği yeni aşamada, otuz yılı aşkın bir süredir bağımsızlıklarını yaşamakta olan  Türk devletlerinin sahip oldukları siyasal birikim, yakın komşuları ile kardeşlik anlayışı içinde bir araya gelebilmelerini  ve zaman içinde bütünleşerek  ve  Çin ,Rusya ve Hindistan’a karşı yeni ağırlıklar oluşturarak, evrensel barış düzeninin  üçüncü cihan savaşı  arayışı içindeki maceracı çabalara karşı  gerektiği gibi korunabilmesi açısından son derece yararlı olacağı açıktır. Doğu ve Batı Türklerinin bir araya gelmesinde   Nahcivan bölgesindeki Zengezur koridorunun açılmasının ilk adımda gerçekleştirilmesi çok önemli katkılar sağlayacaktır. Çin’in yeni gündeme getirmiş olduğu genişletilmiş ipek yolu projesinin orta kesiminde kalan Zengezur geçitinin açılmasıyla birlikte Asya ve Avrupa kıtaları arasındaki ticaret yolu daha da genişleyecek ve böylece Türklerin merkezinde yer aldığı yeni bir ekonomi düzeninin kurulması, ipek yolu hattı üzerinden mümkün olabilecektir. Bu yoldan daha da genişleyecek olan doğu-batı ticaretinin merkezi alanına Türklerin yerleşmeleriyle, Türk dünyasının ekonomik koşulları daha da iyileşerek küresel ekonomik dengelerde Türklerin daha etkin bir konuma kavuşmalarına yardımcı olabilecektir. Yeniden güçlenecek bir Türk dünyası küresel işbirliği ve barışın gerçekleştirilmesinde ana merkez durumuna gelebilecektir. Dünya coğrafyasının doğu- batı bölgeleri arasında uzayıp gitmesi dikkate alınırsa, Türk devletlerinin güvenlik, refah ve ortak çıkarlarının bütünleşmeden geçtiği açıkça görülmektedir.

                Asya ve Avrupa gibi iki kıtanın tam ortasında bin yıldır yaşamakta olan Türkler geniş alanlara yayılarak imparatorluklar kurdukları için, geçmişten gelen bir dağınık düzende kendi bölgelerinde yaşamlarını sürdürmeye çalışmışlardır. Ortak bir tarih ile coğrafyanın getirmiş olduğu birliktelik çerçevesinde bir arada yaşamaları gerekirken, Asya ya da Avrupa’da kurulan büyük imparatorlukların değişik alanlardaki sınır çizgileri, Türklerin merkezi alanda olmalarına rağmen birleşme ya da bütünleşmelerini önlemiştir. Tarihin derinliklerinden gelen Türk uygarlığının bugünkü uzantıları olan Türk devletlerinin ilan ettikleri 2040 vizyonu çerçevesinde, yirmi yıllık bir geçiş döneminden sonra tam anlamıyla bütünleşmeye dönülecek gibi görülmektedir. Şimdiye kadar sürekli olarak küresel projeler çerçevesinde ifade edilmekte olan   büyük Türk birliğine giden yolda, Türk Devletleri Teşkilatının yeni bir dönemeç olduğu ve artık bugüne kadar konuşulan ve yazılan öneriler doğrultusunda bir eylem planı doğrultusunda hareket edilerek yapıcı adımların atılacağı anlaşılmaktadır. Bu çizgide yeni adımların atılmasıyla birlikte, Türk Devletleri Teşkilatı uluslararası alanın önde gelen güçlü ve etkili aktörlerinden birisi konumuna gelebilecektir. Geçmişten bugüne kadar uzanan çizgide bazı büyük oluşumların hegemonya kurmasına karşı, yeni dönemde büyük Türk birliğinin oluşumu aracılığı ile evrensel barış için daha farklı dengeler gündeme getirilebilecektir. Artık dünyanın geleceği için yeni politikalar ya da siyasal senaryolar sadece Avrupa, Amerika, Çin ve Rusya gibi büyük merkezlerden gündeme getirilmeyecek, Türk Devletleri Teşkilatının öncülüğünde Türk dünyasından kaynaklanan yeni çıkışlar aracılığı ile, daha uyumlu ve eksikleri giderilmiş barış planları ya da girişimleri küresel diplomasi alanında boşlukları doldurarak, dünya politikaları alanında daha istikrarlı bir çizginin izlenmesine katkı sağlayacaktır.

                Türkler ve Türk toplulukları bulundukları farklı ülkelere ve de birbirinden ayrı zaman dilimleri çerçevesinde farklı dinler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Tarihin başlangıç dönemlerinde uzak doğuda Şamanizm ile tanışan Türk toplulukları, sonraki dönemlerde Asya kıtası önünde Müslümanlık, Musevilik, Hrıstıyanlık gibi tek tanrılı dinler ile sonradan ortaya çıkan Budizm, Brahmanizim, Taoizm ve Şintoizm gibi Asya kıtasının kültürel değerlerinden doğan dinlerle de karşılaşarak, zaman zaman bunların etkileri altında kalmışlardır. Gökoğuzlar Hristiyan olurken, Hazarlar Museviliği seçmiş, Orta Asya topraklarında değişik dinler karşı karşıya gelirken, Türk kavimleri Karahanlılar ve Gazneliler ‘in devletleşme dönemlerinde büyük bir hareketlilik ile İslamiyete yönelmişlerdir. Bu aşamadan sonra dünya sahnesine Türkler çıkarken Müslüman kimliği de ağırlık kazanmış ve bu doğrultuda Türk topluluklarının diğer dinlerin dışında ama bütünüyle İslam dünyası içinde oldukları genel anlamda kabül edilmiştir. Tarihin en eski aktörlerinden birisi olarak Türkler, her dönemde farklı zaman dilimi içinde bulunarak, birbirinden ayrı dinlerin etkisi altına girmeleri yüzünden ortaya çıkan çok dinlilik olgusu, Türk devletlerinin bir araya gelerek bütünleşmeye yönelmeleri sayesinde, İslam ağırlıklı bir dinsel yönelişin yeni dönemde bütün Türk toplulukları ve devletleri üzerinde ağırlık kazanmasına giden yolu açmıştır. Türk toplulukları bir araya geldikçe ve ortak toplumsal çalışmalara elbirliği ortamında yönelmeleri ile dünyanın Müslüman nüfusunda eskisine oranla hızlı bir artış meydana gelmiştir. Rusya, Çin, Hindistan, Avrupa ve de Amerika gibi büyük devlet yapılanmaları altında kalabalık nüfuslar bütünlük içinde hareket ederlerken, Türkler de yeni dönemde Türk dünyasının geniş nüfusu üzerinden yeni kurulan Türk Devletleri Teşkilatı’nın çatısı altında, benzeri bir büyüklük konumunda ağırlıklarını evrensel siyaset sahnesinde öne çıkarabileceklerdir. Din konusu siyaset alanında etkin olmaya devam ettiği sürece, önümüzdeki dönemde Türk Devletleri Teşkilatı ile İslam dünyası örgütleri arasında yakın ilişkiler ortaya çıkabilecek ve böylesine bir yaklaşımdan Türk dünyası yararlanarak, diğer büyük merkezi yapılanmalara karşı Türk tezleri ya da politikaları gündeme gelen sorunlar karşısında daha güçlü çözümler üretilmesinde Türkler’e yardımcı olabilecektir. Bu açıdan Türk Devletleri Teşkilatının oluşturulması, önümüzdeki dönemde Türk dünyasının çok dinlilik çıkmazından kurtulmasına yardımcı olabilecektir. Tek bir din çatısı altında bir araya gelmek sayesinde Türk toplulukları arasında daha sıkı bir yakınlaşma gerçekleştirilebilecektir.

                Türk Devletleri Teşkilatının kurulmasıyla birlikte evrensel alandaki Türk ağırlığı, merkezi coğrafyadan doğu dünyasına doğru bir kayma göstermektedir.  Yeni dönemde Balkanlar’dan başlayan Türk çizgisi Türkiye üzerinden ortaya çıkıyor, Azerbaycan üzerinden Kafkasya’yı geçiyor ve Orta Asya Türk dünyasının içinden geçerek Kırgızların başkenti Bişkek ‘te Çin sınırına ulaşmaktadır. Böylece evrensel alanda Türklerin ağırlık merkezi orta dünyadan doğu dünyasına doğru bir kayma göstererek Türkistan bölgesinin en uç sınırına doğru uzanmaktadır. Türk Devletleri Teşkilatı yeni dönemde Balkanlar’dan başlayarak Çin sınırına kadar uzanan bir toprak genişliğine sahip olduğu için Türkiye Asya kıtasının içlerine doğru bir genişleme içine girmektedir. Bu yılın başında Türk Dışişleri Bakanlığı “Yeniden Asya” başlıklı toplantılar düzenleyerek, dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’ya sıkışıp kalmaktan kurtularak ve dünyanın en büyük kıtası olan Asya toprakları üzerinde yeniden yere sağlam basmaya başlayarak, Asya bölgesinden yeni dönemin ağırlıklı politikalarını yaygınlaştırmaya yönelme şansına sahip olmaktadır. Son beş asırlık dönemde Atlantik merkezli politikalar dünya siyasetine yön verirken, bugün gelinen aşamada artık eskisi gibi Atlantik politikaları geride bırakılarak “Yeniden Asya “dönemine geçilmektedir. Türk Dışişleri bu konularda gerekli olan hazırlıkları tamamlayarak, Asya ülkeleri ağırlıklı yeni açılım politikalarını dünyanın en büyük kıtasının üzerinde gündeme getirme çalışmalarına başlamıştır Balkanlar’dan Çin sınırlarına uzanan birliktelik içinde Çin ve İngiltere işbirliği ile devreye girmiş olan Tek yol-Tek kuşak ismini taşıyan yeni ipek yolunun, küresel oluşumun sürecinde Türkler aracılığı ile dengelenmesi sağlanabilecektir. Böylece Çin’in emperyalizmi ya da İngiltere’nin eskisi gibi devreye sokabileceği bir Atlantik emperyalizmine karşı, merkezinde Türk topluluklarının egemen olduğu Türk Devletleri Teşkilatı aracılığı ile, yeni orta Asya dengeleri devreye sokulabilecektir. Çin-İngiltere ortaklığında tek bir yolun değil ama Türk Devletlerinin öncülüğünde çoklu bir yeni yapılanmaya gidilmesi, dünya dengelerinin yeniden kurulması için olumlu katkılar getirecektir. Doğu Asya-Avrasya hattına Orta Asya’dan Batı Avrupa’ya kadar yeni bir Türk açılımının getirilmesiyle, dünya dengelerinin yeniden kurulabilmesi için elverişli bir ortam yaratılmaktadır.

                Yüz yıl önce gerçekleştirilemeyen Türk Birliği bir asır sonra yeniden gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Dünyanın merkezi coğrafyalarında sayısız Türk devletleri kurmuş olan Türk insiyatifi, bugün de Türk Devletleri Teşkilatı’nı oluşturarak yeniden uluslararası alanda ön plana geçmektedir. Her alanda Türk toplulukları arasında dayanışma ve işbirliği’ne yer veren Türk Devletleri Teşkilatı hızlı bir kurumlaşma dönemine girerek, dünyanın önde gelen büyük devletleri ile küresel barış yarışına girmektedir. Örgüte üye olan Türk devletlerinin sınırları içinde yaşamakta olan Türk topluluklarını bir araya getirerek, Türk dünyasının birbirini daha yakın bir ortamda tanıyabilmesi, ortak bir düzen oluşturarak böylesine bir ortam içinde birlikte yaşama yönelmeleri, örgütün geleceğe dönük kurumlaşması açısından önem taşımaktadır. Yüz yıl sonra Türkler yeniden bir küresel birlik ortamına girerken, öne çıkan yeni nesil Türk kuşaklarının tarihten gelen siyasal ve kültürel birikimi öğrenmeleri ve bu çizginin yeni nesil ortak değerler ile uluslararası bir dayanışma düzenine doğru geliştirilmesinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti hem ağabeylik hem de öncülük yapmak durumundadır. Türk dünyası bugünün koşullarında hızla bütünleşmeye doğru yol alırken, Türkiye sahip olduğu geniş olanaklar ve sosyo-kültürel birikim ile her alanda bütün Türk devletlerine sahip çıkarak ve onlarla bütünleşerek, yeni dünya düzeninin sağlam temeller üzerinde kurulmasına katkı sağlamak durumundadır. Günümüzde Türkler Türk olmanın onuru ve güveni ile küresel yeni yapılanma girişimlerinde öne geçmek zorundadırlar. Türk Devletleri Teşkilatı sadece Türklerin birliğini değil ama tüm Türk Devletleri ile topluluklarının diğer büyük devletler gibi bütünleşmesini, bugünün gündemine getirmektedir. Bu aşamadan sonra Türkler her yeni adım attıklarında önceliklerini ülkesel bütünleşme hedefi doğrultusunda  belirleyeceklerdir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

14 Kasım 2021 Pazar

ATATÜRK‘ÜN MERKEZİ SENTEZ DEVLETİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

 ATATÜRK‘ÜN MERKEZİ SENTEZ DEVLETİ  

        Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru emin adımlarla ilerlerken, bugün gelinen aşamada kurucu önder Atatürk üzerinden toplu bir değerlendirme yapılmaya çalışılmakta, Atatürk her yönü ile inceleme altına alınırken, ayrıca ondan Türk ulusuna miras olarak kalan Türkiye Cumhuriyeti devleti her yönü ile tartışma konusu yapılmaktadır. Atatürk’ün yirminci yüzyılın başlarında Türk ulusuna bir kurtuluş savaşı kazanarak armağan etmiş olduğu Türkiye Cumhuriyeti, yirmi birinci yüzyılın içinde yol alarak ilerlerken, birçok yönden değişime doğru zorlanmakta ve de bu doğrultuda giderek büyüyen saldırılar zamanın ilerlemesiyle birlikte artarken, insanlık değişim ve dönüşüm programları çizgisinde yepyeni bir dünya oluşumu ile karşı karşıya gelmektedir. Yirminci yüzyıla doğru değişim rüzgarları bugünkü Türk devletini ortaya çıkarırken, bu kez yeni bir yüzyılın ilk yılları ile birlikte başlayan hızlı değişim rüzgarları da bütün dünya ile birlikte Türklere verilmiş olan cumhuriyetçi ulus devleti de büyük bir dönüşüm aracılığı ile eskisinden çok farklı bir yeni yapılanmaya doğru sürüklemektedir. Çağ değişiminin köşe başında, diğer devletler gibi Türkiye de önceden hazırlanmış olan planlar doğrultusunda köklü bir dönüşüme zorlanmakta ve Atatürk’ten miras kalmış olan çağdaş cumhuriyet rejimine bağlı olan ulus devletten vazgeçmesi için baskı ve saldırılar ile karşı karşıya gelmektedir. Dünyanın tüm emperyalistleri ulus devletleri hedef tahtasına oturtarak kaldırmaya çalışırken, halen var olan bütün devletler bu tür saldırı ve işgal hareketleri ile tasfiye edilmeye çalışılmakta, gelecekte yeni bir devlet düzeni kurmak için çaba gösteren güç merkezleri, geçmişten gelen kamu düzenlerini ve bu yapılara dayanan ulus devletleri ortadan kaldırabilmenin girişimlerini giderek daha fazla tırmandırmaktadırlar. İnsanoğlu bu dünya üzerinde yaşamını geçmişten gelen doğrultuda zorlukla sürdürmeye çalışırken, bu duruma bir de var olan devletlerin tasfiyesi sorunu eklenmiştir.

                Yeni bir dünya düzeni kurma doğrultusunda ulusal ve uluslararası ilişkiler yeniden ayarlanırken, eski yapılar sonuna kadar zorlanarak yıkılmaya çalışılmakta büyük emperyal güçler kendi çıkarları doğrultusunda rakip olan orta boy ve küçük ulus devletlerin harita üzerinden temizlenmesine çaba göstermektedirler. Küçük devletler böylesine bir fırtına içinde esen rüzgarların etkisiyle yeryüzünden silinirlerken, orta boy devletler daha güçlü oldukları için bu gibi tehdit ve saldırılara karşı direnebilmektedirler. Özellikle büyük devlet sınırları ölçüsünde büyüklüğe sahip olan büyük boy orta devletler bu tür saldırılara karşı direnerek dik dururlarken, emperyal güçlerin dünya haritasını düzeltme girişimleri fazla sonuç verememekte ve bu nedenle baskı ve saldırılar artarken, orta boy devletler de dünya haritası üzerinde kurulu bulundukları coğrafyayı jeopolitik biliminin verileri doğrultusunda kullanarak, büyük devletler ve emperyalist güçlerle baş edebilmekte ve bu çizgideki savunma mekanizma ve olanaklarını kullanarak geleceğe dönük yollarına devam edebilmektedirler. Geçen asırdan gelen devletler arası çekişme ve çatışmaların, yirmi birinci yüzyılda daha artmasının nedeni olarak, devlet yıkıcılığı ya da kamu düzeni çökerticiliği gibi daha güncel yolların fazlasıyla kullanılmaya başlatılmasının öne çıkartılması yüzünden, kısa dönemde bir kaos ortamına doğru devletler ciddi olarak sürüklenmektedir. Böylesine bir uluslararası süreç önceden hazırlanma ve de dışarıdan empoze edilme gibi özellikleriyle uygulama alanına getirilebilmektedir. Kâğıttan kule sıralamasındaki iskambil kağıtlarının teker teker düşmesi gibi harita üzerindeki ulus devletlerin de buna benzer bir biçimde çökertilmesi hedeflenirken, bütün dünya kıtalarındaki ülkelerin her birinin birer huzursuzluk ortamına sürüklendikleri görülmekte ve daha sonra da böylesine olumsuz ortamlar zamanla çöküş ve yıkım senaryolarına elverişli durumlara yönlendirilerek, dışarıdan müdahaleciliğe uygun ortamlar yaratılabilmektedir. İnsanlık tarihinde yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olan emperyalizm ve sömürgeciliğin yeni türleri, ilerleyen siyasal süreçler sonucunda mazlum milletlerin başına dert olmakta ve bu yüzden ulus devletler içinden çıkılmaz bir bataklığa sürüklenmektedir.

                Orta dünya adı verilen merkezi coğrafyada birbirine komşu konumunda olan yirmiden fazla ülkenin sınırlarının değişeceği ABD dışişleri bakanı tarafından açıklanırken, gene ABD’nin eski genel kurmay başkanı bugün yaşanan siyasal olayların devam etmesi sayesinde, harita üzerinde on tane yeni  küçük boy devletin kurulacağı dünya kamuoyuna açıklanmakta ve böylece yeni savaş alanı olarak ilan ettikleri Orta Doğu bölgesinin, bütünüyle bir kaos ortamına ve yeni bir cihan savaşı  oluşumuna doğru yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Geçmişe yönelen bir biçimde bu gibi girişimler gündeme geldikçe, bir anlamda devletler dünyasının küçük işletmelerine benzer bir biçimde görülen küçük ve orta boy devletler ortaya çıkmaktadır. Büyük devletler gibi büyük şirketlerin de korumaya gereksinmesi olmadığı için, uluslararası kuruluşların küçük ve orta boy devletleri koruma ya da savunma gibi yardımcı olma çabaları koruma amaçlı olarak öne çıkarılmıştır. Dünya haritası yeniden çizilirken ve de var olan devletlerin yerleri ile konumları yeniden belirlenirken, eski dönemlerden kalma yerleşik devlet düzenleri zayıflayarak geride kalmakta ve bu yüzden de geleceğe yönelen yeni dünya düzeni oluşturma girişimleri ile karşı karşıya kalınmaktadır. Ne var ki, her ülke ya da devletin konumları ve sahip oldukları özellikler birbirlerinden çok farklı olduğu için genel anlamda bütün devletlerde geçerli olacak toplu girişimler yetersiz kalmakta ve bu nedenle de her ülke için birbirinden farklı alternatif programlar hazır bekletilerek devreye sokulmaktadır. İlerleyen teknoloji ve yeni bilimsel yöntemler kullanılarak, yerleşik kamu düzenlerinin tasfiye ve yıkımında daha ileri yollar izlenmektedir. Yıllar alan eski kamu düzenlerinin kurulması işlerinde ilerleyen teknoloji aracılığı ile daha hızlı hareket edilirken, yeni düzenler yenilenen binalar aracılığı ile eskisinden daha çabuk bir zaman dilimi içinde yapılabilmektedir. Bu yüzden, inşaat teknolojisindeki yenilikler beraberinde hızlı düzen kurma alternatiflerini öne çıkarırken, bu alanda ilerlemiş küresel şirketlerin ve uluslararası kuruluşların özel inşaatlarının paralelinde, yeni kamu düzenlerine yönelerek kendi hegemonyalarını geniş alanlara yayma çabası içinde oldukları göze çarpmaktadır.

                Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan bir orta boy ulus devlet olarak dünyanın merkezi alanında bir cumhuriyet devleti olarak günümüze kadar gelebilmeyi başarmış olan başarılı bir siyasal organizasyondur. Devletin kuruluş aşamasından önce bir yıkılış macerası yaşandığı için koskoca bir imparatorluk düzeni göz göre göre dağılırken ve hem içerden hem de dışardan tezgahlanan yıkılış senaryoları açıkça birbirini izleyen bir doğrultuda uygulama alanlarına aktarılırken, harita üzerinde yer alan devletlerin sayısı üzerinde oynandığı görülmüştür. Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet varken, yirminci yüzyıldan çıkış aşamasında devlet sayısının iki yüz sayısını bulduğu görülmüştür. Dünya düzenini yöneten ve yönlendiren güç merkezlerinin planlarına bakılırsa, yirmi birinci yüzyılın sonuna doğru ya da yirmi ikinci yüzyıla girerken devlet sayısının iki binlere doğru ulaşacağı açıkça ifade edilmektedirler. Böylece ABD dışişleri bakanının açıklamış olduğu dünyadaki devlet sayısı iki binlere doğru tırmanırken, devletlerin sahip oldukları kamusal örgütlenme modellerinin de değişiklik gösterdikleri anlaşılmaktadır. İlkel kavimler sonrasında içine girilen orta çağ döneminde, öncelikle din devletlerinin kurulduğu, daha sonraları tek tanrılı dinlerin dünya kıtalarına yayılması sürecinde, bu din devletlerinin şehir devletlerinden imparatorluklara doğru genişledikleri görülmüştür. Bütün orta çağ yıllarında tek tanrılı dinlerin yeryüzü kıtalarına yayılmaları ile birlikte dünyanın batı yarısı Hristiyanlaşmış, merkezi alandaki Müslümanlık dünyanın güneyi üzerinden doğu bölgelerine doğru yaygınlık kazanmıştır. İki büyük tek tanrılı din imparatorluklarının arasına giren bölgelerin kuzey doğu bölgesinde, Asya’nın kültür dinleri araya girmiş, üçüncü tek tanrılı din olan Yahudilik’te, Musevi topluluklar ile işbirliği yaparak dünyanın merkezi alanından, bütün dünya kıtalarını yönetmeye çalışmıştır. Üç tek tanrılı din arasında dünya kıtaları paylaşılırken, batı bölgelerinde Hristiyanlık, doğu bölgelerinde ise Müslümanlığın yaygınlık kazandığı görülmüştür. Bu yönde şehir devletlerinden din imparatorluklarına geçilmiştir. Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan cumhuriyet rejimleri ve ulus devletler birlikteliği, laik devlet ve kamu düzenlerinin aynı dönemde uygulama alanına gelmesine yardımcı olmuş ve böylece ulus devletler meydana gelmiştir.

                Yirminci yüzyıl tam bir ulus devletler çağı olarak devreye girerken, yeryüzü sahnesine çıkan başlıca ulus devletlerden birisi de Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Birinci Dünya savaşı sayesinde bütün imparatorluklar parçalanırken, bu büyük yapılanmaların çöküşe geçmesi aracılığı ile dünyanın birçok köşesinde küçük ya da orta boy ulus devletlerin, eski sömürgeci imparatorlukların geri çekilmesiyle öne çıktıkları görülmektedir. Dünya ekonomisini koskoca imparatorlukların paylaşamaması yüzünden cihan savaşları çıkarken, uluslaşma sürecinin imparatorlukları parçalaması gündeme gelmiştir. Her ulus imparatorluklara nazaran daha küçük bölgelerde oluşurken, diğer uluslar ile karşı karşıya gelmiştir. Daha önceleri imparatorluklar arasındaki çekişmeler büyük alanlarda savaşlara yol açabiliyordu, sonraki aşamada ise uluslaşma süreçleriyle bazı sınırlı bölgelerin nüfus yapıları belirlenerek ulus devletlerin oluşumuna katkı sağlanabiliyordu. Orta çağ sonrasında dünya denizlerine ve karalarına sahip olabilen batı Avrupa’nın denizci ülkeleri, yirminci yüzyılda geri çekilerek kendi asıl vatanlarının üzerinde çağdaş bir ulus devlet olabilmenin yollarını araştırıyorlar ve böylece kendilerine bağlı olan eski sömürgeleri de yeni ulus devletler olarak dünya sahnesinde öne çıkarıyorlardı. Böylesine bir genel oluşum süreci içinde, Türk dünyasının bir imparatorluk devleti olan Osmanlı döneminden ulus devletler çağına geçebilmesi için, o döneme uygun düşen uluslaşma adımının atılması gerekiyordu. Bu doğrultuda önce bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek geçmişin ve emperyalizmin bağlarından ya da hegemonyasından kurtulmak gerekiyordu. Daha sonraki aşamada ise ikinci adımın atılarak bir ulus devletin kurulması gerekiyordu. Anadolu ve Rumeli Türkleri böylesine büyük bir dönüşüm içerisinde kurtuluş aşamasını tamamladıktan sonraki aşamada kuruluş adımını atıyorlardı. Ulusal kurtuluş savaşının kurtarıcısı olarak tarih sahnesine çıkmış olan Atatürk, sonraki aşamalar da yeni devletin kurucusu olarak siyasal misyon olarak benimsemiş olduğu görevine devam ederek, orta dünyanın en merkezi yerinde Türk ulusunun ulus devletini kuruyordu. Ulusal kurtuluştan ulusal kuruluşa geçilirken, eski Osmanlı ahalisi yeni bir dönüşüm yaşayarak ve uluslaşarak çağdaş Türk ulus devletinin kuruluşunu gerçekleştiriyordu. Tarihin dönemeç noktasındaki uluslaşma olgusu, Türkler tarafından benimsenerek yaşam alanına aktarılıyordu.

                Yirminci yüzyılda imparatorluklardan arkada kalan topraklarda yeni ulus devletler siyaset sahnesine çıkarken, beş kıta üzerinde kurulmuş olan insanların ortak uygarlığı yeni devletlerin katılmasıyla eskisinden çok farklı bir düzen içinde yenilenerek yeni yüzyıla doğru yönlendiriliyordu. Her devletin sahip olduğu siyasal ve hukuksal yapılanma çerçevesinde, bütün devletler, ülke, toplum ve teşkilat olarak üç ana unsura sahip bulunmaktadırlar. En başta gelen ülke unsurunun birlikte getirdiği toprak ve araziler konularının netliğe kavuşturulması, Misakı Milli olarak ilan edilen kutsal yeminin doğrultusunda çözüme bağlanması gerekmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde bir yarımada devleti olarak harekete geçildiğinde, kara ve deniz ülkelerinin birbiriyle kesiştiği noktanın devleti olarak Türkiye’nin kabul edilmesi gerekmektedir. Trakya bölgesinin de Balkan yarımadasının bir parçası  olarak öne çıktığı ve Asya kıtası ile Avrupa kıtasının kesişme noktasında Kuvayı Milliye hareketinin örgütlendiği görülmektedir. Var olmak için yola çıkarak mücadele eden Türkler, büyük imparatorluğu elden kaçırma noktasına gelince, geride kalan toprakların en merkezi yeri olan Trakya-Anadolu hattı üzerinde yeni ulusal vatanı inşa etme yoluna gidilmiştir. Türk ve Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeleri yeni bir vatan olarak bir araya getiren Misak’ı Milli belgesi, yeni Türk devletinin dayanak noktasıdır. Ülke unsuru açısından Türk devleti iki yarımada arasında kurulan bir köprü devleti olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, Türkiye toprakları aynı zamanda Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği kesişme noktasındaki merkezi devlet olarak da görülmektedir. Osmanlı imparatorluğu gene hem merkezdeki devlet hem de üç yarımada devleti olarak Anadolu, Balkan ve Arap yarımadalarının bir araya gelmesinden oluşan merkezi topraklar olarak da görülebilir. Bu yapısı ile Osmanlı imparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de öncelikle bir jeopolitik devlettir. Üç kıtanın kesişme noktası kıtalar arası hareketlilik içinde her zaman için sarsılarak bozulabilir. Zaten türlü siyasal rüzgârın estiği bu coğrafya da siyasal istikrarın sağlanması son derece zor olmaktadır.

                Devletin ülke unsurunun üç kıtanın birleşme noktasında olması yüzünden tarih boyunca birçok benzeri olay ve gelişmelerle karşı karşıya kalınmıştır. İstanbul her dönemde üç kıta üzerinden işgale kalkışılmış ama ancak on beşinci yüzyılda Macaristan üzerinden gelen dış destekli silah yardımı sayesinde fethedilebilmiştir. Daha önceleri Abbasi imparatoru Harun Reşit İstanbul’a kadar gelmiş ama bu büyük şehri alamamıştır. İran’ın egemen gücü olan Persler Anadolu yarımadasını bütünüyle işgal etmelerine rağmen, Ege denizini geçerek Balkanlar’a çıkamamış ve bu yüzden de geri dönmek zorunda kalmışlardır. Selçuklular çok istemelerine rağmen İstanbul’u alamayarak yıkılmışlardır. Ruslar tarih boyunca her fırsatta İstanbul’a gelmişler ama en sonunda Yeşilköy üzerinden geri dönmek durumunda kalmışlardır. Avrupalılar on iki Haçlı seferi düzenlemelerine rağmen gene İstanbul’u fethedemeyerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Sadece İstanbul’un bu bölgedeki konumu bile bu kesişme noktasında kurulmuş olan ulus devletin ülke unsuru açısından son derece kaypak bir zemin üzerinde  kurulduğunu  göstermektedir. Yüzyılların imparatorluk merkezi olan bu büyük kentin yeni dönemde bir ulus devlet kenti olarak, küçük Asya adı verilen Anadolu yarımadasının tam ortasında yeniden kurulan başkent Ankara’ya bağlanması ile, sorunun geride bırakılmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. Kendisi de bir Balkan göçmeni olan Mustafa Kemal Atatürk, Asya toprakları üzerinde yeni bir ulus devlet kurarken, Avrupa merkezli ulus devletlerin ortaya çıkış durumuna ve bunların uluslaşma süreci içinde sahip oldukları ulusal değerler ile özelliklere dikkat ederek, benzeri bir ulus devleti, Balkan yarımadası üzerinden Anadolu bölgesi ile yakınlaştırmaya çalışmıştır. Böylece yeni kurulan Türk devleti bir Avrupa tipi ulus devlet olarak kurucuları tarafından oluşturulmuştur. İş bu noktaya gelince o zaman bugünün bütün Avrupa devletlerinin dayanak noktası olan Fransız devriminin, aynı zamanda Kemalist Türk devriminin de ortak bir çıkış noktası olduğu anlaşılmaktadır. Fransız devriminin ana ilkelerinin Avrupa tipi ulus devletin özellikleri olarak Kemalist devrim aracılığı ile Anadolu’ya taşınması da Türkiye’de Fransız etkisini artırırken, Asya toprakları üzerinde bir Avrupa devletinin çağdaş bir ulusal devlet olarak kurulmasına katkı sağlamıştır.

                Fransız devriminin üç ana ilkesi olan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkelerinin hem Atatürk hem de cumhuriyetin temel ilkeleri olarak benimsenmesi ve daha sonra da bunların T.C. anayasasına alınarak cumhuriyet devleti ile siyasal rejiminin temel direkleri olarak kabul edilmesi, yeni Türk devletinin kimliğinin belirlenmesi aşamasında atılan en büyük adımlardan birisidir. Önce çağdaş uygarlık diyerek yola çıkan ulusal kurtuluşçular daha sonraki ikinci adımı atarken bu sefer de bugünün uygarlığını yaratan Fransız devrimine yakın bir yol izlemeleri, Kemalistleri çağdaş uygarlık yolcuları haline getirmiştir. Avrupa merkezli çağdaş uygarlığın sağ ayağı Avrupa kıtası üzerinde tutulurken, bu uygarlığın karşısına karşıt bir ikinci güç yapılanması getiren Sovyet devrimine karşı da sırt çevrilmeyerek Kemalist devrimin sol ayağı da Asya kıtasının kuzey bölgesine yönelik olarak konuşlandırılmıştır. Batı blokunun Fransız devriminden cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleri alınırken aynı zamanda halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerinin sosyalist doğu devriminden yararlanılarak bir araya getirilmeleri ile birlikte, Türkiye Cumhuriyeti üç kıta arasında dünyanın sağını ve solunu bir araya getirerek tam anlamıyla merkezi bir sentez oluşturma yoluna gitmiştir. Bugünkü dünyanın yaratılmasında hegemon merkez olan batı bloku ile kapitalizm bir tez olarak devreye alınırken, Sovyet devrimine de benzeri bir yaklaşım geliştirilerek ve bunun anti tezi olarak sosyalizm de devreye alınarak, dünyanın ortasında kurulmakta olan merkezi sentez devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, doğu-batı ya da kapitalizm-sosyalizm sentezine doğru bir açılım yaptığı göze çarpmaktadır. Kapitalizmin merkezi olan Avrupa ile sosyalizmin merkezi olan Asya kıtasının tam ortasında kurulmakta olan merkezi devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, kıtalardan aldığı destek ile bir bölgesel sentez aramak durumunda kaldığı söylenebilir. Bu noktada batıdan gelen kapitalizm tez olarak benimsenirken, doğudaki sosyalizm bir karşıt görüş olarak antitez biçiminde değerlendirilerek her iki dünyanın ideolojileri arasında yeni bir sentez ana ilkeler üzerinden benimsenirken, Kemalizm doğu ve batı devrimlerinin hem uzantısı hem de merkezdeki ulusal bir sentezi olmuştur.


                Jeopolitik olarak merkezi bir alanda imparatorluk sonrası bir aşamada, çağdaş bir ulus devletin kuruluşu sırasında doğu ve batı devrimleri bir araya getirilerek, merkezi bir sentez arayışı hem devletin hem de bunun uzantısı olan siyasal rejimin içeriğinin ve modelinin sentezci bir yaklaşım çerçevesinde, özgün bir merkezi model ile gerçekleştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmaktadır.  Kurucu önder Atatürk böylesine bir merkezi sentez arayan çalışmalarını cumhurbaşkanlığının hem başlangıç hem de sona eriş dönemlerinde iki kez yapmaya çalışmıştır. Milli mücadelenin esas hedefini ve içeriğini kurtuluş savaşı sırasında belirleyen Atatürk, daha sonraki aşamalarda önce savaşı kazanmaya çalışmış, daha sonra devleti özgün bir model üzerine kurmuş ve en sonunda da yaptığı çalışmaları ve kurduğu siyasal yapıyı geleceğe dönük bir merkezi senteze dönüştürürken, Kemalizm doğu ve batı uygarlıklarının bir uzantısı olarak öne çıkmış ve zamanla dünyanın tam ortasında bir merkezi Türk devleti sentezine doğru bir açılım gerçekleştirilmiştir. Merkezi sentez devleti oluşturulurken, Asya ve Avrupa ülkelerindeki devlet modelleri yakından ele alınarak incelenmiş ama Anadolu’nun güney bölgelerinden gelen İslam dininin etkileri de dikkate alınmak zorunda kalınmıştır. Arap yarımadasında ortaya çıkan ve daha sonraki dönemlerde eski Osmanlı toprakları olan bütün orta dünya bölgeleri üzerinde yaygınlık kazanan İslam dini, Hristiyan batı dünyasına karşı gelişmeler gösterirken aynı anda Atatürk cumhuriyetinin özel bir yapılanma modeli olarak ortaya çıkmasında da fazlasıyla etkili olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Avrupa tipi laik bir ulus devlet olarak kurulurken, Atatürk ilk defa bir özgün girişimde bulunarak, laik devlet ve Müslüman millet birlikteliğini geleceğe yönelik bir sentezci yaklaşım aracılığı ile Misakı Milli sınırları içerisinde bütünleştirmeye çaba göstermiştir. Avrupa’nın Hristiyan devletlerinde laiklik ile dinsel yapılanmaların birlikte var olabilmesi gibi çağdaş bir modeli Atatürk İslam dünyasına da getirerek uygulamak istemiştir. Bir anlamda çağdaş uygarlığın batıdan doğuya doğru ve dünyanın merkezi toprakları üzerine taşınması ile, Avrupa ülkelerindeki dinsel toplum ve laik devlet birlikteliği, bir ortak yaşam düzeni olarak Avrupa’nın yanındaki Avrasya bölgesine de Kemalizm aracılığı ile taşınmaya çalışılmıştır.

                Kemalist devlet üç dünya arasındaki bir merkezi model olarak tarih sahnesine çıkarken, bu bölgeyi çevreleyen, kapitalist, sosyalist ve İslamcı üç ayrı dünyanın var olması nedeniyle Kemalizm bir anlamda üç ayrı dünya ile çevrelenmiş olan orta dünyadaki merkezi sentez olmuştur. Fransız ve Sovyet devrimlerinin bir araya getirilerek ortak ve sentezci bir yeni düzen oluşturulurken, Orta Doğu ülkelerinde yaşayan milyonlarca insanın Müslüman olması Atatürk ve arkadaşlarını etki altına almış ve bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı öncelikle kurularak ve laik devlet düzeninde Müslüman millete Kemalist devlet düzeniyle kucak açılarak, geleceğe yönelen koruyucu bir şemsiye düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır. İleriye dönük yeni bir kamusal düzen oluşumu Türkiye Cumhuriyeti aracılığı ile   barış içinde birlikte yaşam çerçevesi içine alınmak istenmiştir. Atatürk böylece Anadolu yarımadasını çevreleyen Müslüman topluluklara sırtını dönmeyerek ve bu ikinci büyük dinin içine girmiş olan Türkiye halkının dinsel gereksinimleri doğrultusunda hareket ederek, dünyanın tam ortasında kurulmakta olan Türk Cumhuriyeti’ni yeni bir sentez ile oluşturmaya her yönü ile dikkat etmiştir. Böylece Atatürk merkezi alanda bir sentezci yaklaşım ile bölgesel bir modele giderken, doğu-batı ya da kapitalist-sosyalist sentezler yönünde bir oluşumu yaratmaya dikkat etmiştir. Bu noktada Atatürk ülkenin güney bölgesinde uzanıp gitmekte olan İslam dünyasını da yeni devlet modeli içinde dikkate alarak gerçekçi bir politik tutum izlemiştir. Ülkenin güney sınırları boyunca uzanıp gitmekte olan İslam ülkelerinin, Balkanlar ve Karadeniz kıyılarında yer alan Hristiyan ülkeleri ile birlikte aynı komşuluk tavrı içinde değerlendirilmesi, Avrupa ile Asya kıtaları arasında kurulmakta olan çağdaş bir laik siyasal rejimin iki büyük din arasında denge kurarak merkezi alanda yeni bir barış düzeni arayışının yansıması olarak kabul edilebilir. Osmanlı tarihinin sürekli olarak Hristiyan komşu devletlerle savaş içinde geçmesi hatırlandığı zaman, böylesine bir barış ortamı arayışının ne kadar haklı bir yaklaşım olarak gündeme geldiği görülebilmektedir. Hristiyan ülkelerdeki laiklik düzeninin Müslüman ülkelere de Türkiye üzerinden taşınmaya çalışılması, Atatürk Türkiye’sinin özgünlüğüdür.

                Avrupa kıtasının yanında bu kıtanın yapılanmasına uygun düşen bir ulus devlet kuran Atatürk’ün, cumhurbaşkanlığının son döneminde Çankaya köşküne çekilerek kendi kurduğu siyasal yapılanmayı sistemleştirmeye çalışması, yirmi yıllık yöneticiliğin bir uzantısı olarak ele alınarak değerlendirildiği zaman, Atatürk’ün Türk ve İslam dünyası için model olabilecek farklı bir devlet anlayışı içinde hareket ettiği görülmektedir. Yeni siyasal rejimin bir ulus devlet olmasına önem verildiği için ve bu doğrultuda milliyetçilik ilkesinin temel bir prensip olarak anayasaya taşındığı görülebilmektedir. Ne var ki, Atatürk Türklerin ismi temel alınarak bir ulus devlet kurulmasına yakın durmayan bazı toplum kesimlerinin, sürekli olarak ülkenin çeşitli bölgelerinde isyan ya da ayaklanma gibi siyasal anlamda farklı duruşa geçmelerine karşı önlem almaya çalışmıştır. Misakı Milli sınırları içinde Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan bütün Türk vatandaşlarını da kapsayacak bir doğrultuda, milliyetçilik ilkesinin yanına halkçılık ilkesini de getirerek, kurmuş olduğu ulus devleti aynı zamanda halkçı cumhuriyet anlayışı ile bütünleştirmeye dikkat etmiştir. Devletin kuruluşu aşamasında Türk Ocaklarını esas alarak ve Türkçülük anlayışını öne çıkararak hareket eden Atatürk, doğu Anadolu isyanları ile karşı karşıya kaldığı yeni aşamada, bu kez ülkenin bölünmesini önlemek ve devletin içinden bir başka devlet çıkışına izin vermemek üzere, halkçılık ilkesini gündeme getirerek, cumhuriyetin altı temel ilkesinden birisi olarak anayasa değişikliği üzerinden Kemalist devletin dayandığı temel anlayışın bir parçası haline getirmiştir. Atatürk yaşamının son yıllarında kurmuş olduğu devletin geleceğe yönelik çizgide sistematize edilmesine çalışırken, ulus devletin milliyetçilik ilkesine uzak duran halk kesimlerinin üniter devlet modelinden uzaklaşmasını önleyebilmek üzere aynı zamanda halkçılık anlayışını öne çıkararak, sonradan ilan edilen cumhuriyetin halkçı bir öze kavuşturulması için çaba göstermiş ve bu doğrultuda Halkevlerini açarak  ulus devlet ile halkçı cumhuriyet anlayışlarının Türkiye’nin özel koşulları altında bir araya getirilmesi için  ulusal  sentezci girişimlerde bulunmuştur.

                Avrupa’daki  milliyetçilik cereyanlarının nasıl ulus devletleri parçalanmaya götürdüğünü gören ve bu doğrultuda kendi kurduğu ulus devletin de dışarıdan yönlendirilen ayaklanma ve isyan hareketleriyle aynı doğrultuda yıkıma doğru sürüklenmek istendiğini yerinde gören Atatürk, böylesine olumsuz bir gelişme ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dağıtılmasını önleyebilmek üzere, yeni anayasal düzenleme içine halkçılık ilkesini de alarak ve bu prensibin Sovyetler Birliği içindeki yerini  inceleyerek ve Halkevleri gibi yaygın bir kitle örgütü üzerinden  halk eğitimini esas alan ve halkçı eğitim yöntemleri ile halkçı bir cumhuriyet oluşturulmasında Rusya örneğinden yararlanmıştır. Avrupa ülkelerinin parçalanma sinyalleri verdiği bir aşamada, Rusya’nın kendisine bölgesel bir yapılanma üzerinden bağlamış olduğu ulusları ve etnik kökenli halk gruplarını nasıl bir arada tutabildiğini incelemeye çaba gösteren Atatürk, Halkevleri atılımı ile vatandaşa kucak açıldığını ve hiçbir etnik ya da dinsel alt kimlik ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bölünemeyeceğini, çeşitli konuşmalarında dile getirmekten çekinmemiştir. Avrupa ülkeleri mikro milliyetçi hareketler ile bölünme tehdidi altında yaşarken, Rusya’nın ideolojik bir devrimi başararak sosyalist sistem içinde kendisine bağlı olan bütün halk topluluklarını ve ülkeleri anayasal bir eşitlik düzeni içinde tutabilmesi, halkçılık anlayışı çerçevesinde  başarıya ulaştırılmış bir yaklaşım olarak görüldüğü için, Atatürk son dönem çalışmaları içinde Sovyet devrimini yakından inceleme fırsatı bularak ve halkçılık ilkesinin  birlik ve bütünlük sağlayan olumlu yansımalarını yerinde tespit ederek, milliyetçilik ilkesinin yanında ayrıca halkçılık anlayışına da yer vererek kurmuş olduğu siyasal parti ile birlikte, halkçılık anlayışının bütünüyle Halkevleri örgütlenmesi üzerinden tüm yurtta yaygınlık kazanması için uğraşmıştır. Halkevleri bu tür bir yaklaşımın temel örgütü olarak devlet tarafından desteklenirken, her türlü bölücü ve alt kimlikçi yaklaşımlara karşı modern bir halkçılık anlayışı ile devlet içi denge sağlanmaya çalışılmıştır. Halkevlerinin kuruluşu ile vatandaşlara ve toplumun her kesimine kucak açılması, ülkede tam anlamıyla bir toplumsal devrimin gerçekleştirilmesine aracı olmuştur. Yüzyıllarca köylere mahkûm olmuş bir toplumun içinden çağdaş bir ulus çıkartılmasında halkçılık etkili olmuştur.


                  Atatürk’ün devlet modeli yaşama geçirilirken Avrupa’daki ulus devletler yerinde incelenerek, yeni Türkiye’nin kurulması sağlanabilmiştir. Ne var ki, cihan savaşı sonrası ortamda Atatürk kurmuş olduğu devlet düzenini kurumlaştırmaya öncelik verirken, muhtemel bir ikinci dünya savaşının gündeme gelmesi tehlikesine karşı Rusya ile yakınlaşmaya çalışılmış ve bu çerçevede Rus modelinden yararlanılarak, saldırgan batı emperyalizmine karşı bir Avrasya dayanışması ile merkezi bölgedeki sentezci devlet modelinin güvenlik şemsiyesi altında, geleceğe doğru kurumlaşmasına öncelik verilmiştir. Türkiye’nin savaşa girmesi tehlikesine karşı Kemalist cumhuriyet gerekli olan önlemleri alırken, Rusya ile paslaşmanın arayışı içinde olmuştur. Atatürk kendi iktidarının son döneminde hem Sovyetler Birliğinin merkezi alana inmesini önlemek için komşuları ile bir bölgesel güvenlik antlaşmasına yönelmiş, böylece bölgede oluşturulacak barış ortamı içinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş döneminde yıkılmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Böylece merkezdeki doğu-batı sentezi yapılanmasının korunabilmesinin mümkün olabileceği düşünülmüştür. Devletin kuruluş döneminde oluşturulan devlet modelleri arasındaki siyasal sentezin devamlı olabilmesi ve bu sentezin savaş koşullarında bozulmadan korunabilmesi için, kurucu önder Atatürk yaşamının son yıllarında Çankaya köşküne çekilerek bu doğrultudaki çalışmalarını sistematik bir bütüne kavuşturmaya çalışmıştır.  Onun böylesine dikkatli ve tedbirli yaklaşımları sayesinde Türkiye Cumhuriyeti kendi modeli içinde kurumlaşarak yüzüncü yılına kadar gelebilmiştir. Rusya’yı büyük devlet yapan halkçılık siyasetinin, bir ulus devlet yapılanması çerçevesinde ele alınması, kendiliğinden bir ulus devlet ve halkçı cumhuriyet sentezinin gerçekleştirilmesi açısından yararlı olmuştur. Avrupa ulus devletleri kendi içlerindeki mikro milliyetçilik akımlarının dağılmasına doğru sürüklenirken, Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir cumhuriyetçilik anlayışı ile bu tür çekişmelerin kopma ya da dağılmaya gitmesini önleyebilmiştir. Halkçılık açılımları ile Türkiye kuzeydeki sosyalist sistemi anlamaya çalışırken, Rus yönetiminin uyguladığı devlet halkçılığı yöntemi ile bölücü olabilecek milliyetçi hareketlerin nasıl önüne geçilebildiği, Atatürk ve arkadaşlarının ele alarak incelediği başlıca konulardan birisi olmuştur.

                Atatürk’ün merkezi alanda kurduğu Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru gelirken, sahip olduğu merkezi sentez modeli ile, diğer ulus devletlerden ayrılmaktadır. Üzerinde kurulu bulunduğu jeopolitik coğrafyanın getirdiği faktörlerin birlikte ele alınmasıyla, geleceğin dünyasında da varlığını koruyabilecek bir durumdadır. Küresel emperyalizmin bütün ulus devletlere bölücülük üzerinden dayattığı dağılma ve çöküş senaryolarına karşı, Türk devleti Atatürk’ten gelen birikim ile karşı koymuştur. Ulus devletler çağında Atatürk Türk ulusuna tam bağımsız bir düzen kurmak için çalışırken, aynı zamanda merkezi alanın koşulları içinde her zaman bir siyasal sentez arayışında olmuştur. Atatürk’ün kendi yaklaşımları çerçevesinde gerçekleştirdiği sentezci yaklaşım, devletin kuruluşunda farklı yaklaşımları bir araya getirebildiği gibi, aynı zamanda karma bir model yaratarak merkezi alandaki siyasal gelişmelere karşı da bir çözüm olabilmiştir. Tüm sentez açılımlarının farklı unsurların bir araya getirilmesiyle mümkün olabilmesi nedeniyle, Kemalist sentez yaklaşımı da bölgedeki gelişmelere bakarak devlet içi dengelerin zamanında izlenerek devreye sokulmasını gerekli kılmıştır. Farklı etnik ve dinsel kökenlere dayanan siyasal hareketler merkezi alanda kendi devletlerini kurmak için çaba gösterirlerken, emperyalist devletler ulus devletleri ortadan kaldırmak için bu gibi farklı girişimleri destekleyerek dağılma ve dağıtma girişimlerini sistemli bir biçimde yürütürken, Atatürk’ün merkezi senteze dayanan ulus devleti halkçı cumhuriyet rejiminin getirdiği dayanışma ortamını koruyarak ve güçlendirerek, Kemalist devletin varlığının korunabilmesi sağlanmıştır. Çağ değişimi sürecinde dünyanın nereye doğru gittiği sorunu araştırılarak, geleceğin okunabilmesi mümkün olabilecek noktaya geldiğinde, Atatürk’ün merkezci senteze dayanan halkçı ulus devletinin her türlü güvenlik sorununu geride bırakılabilecektir. Emperyalist plan ve programlara alet olan ve bunlara aracılık yaparak var olan devlet düzenlerinin çökertilme operasyonlarına karşı, gene Kemalist kadroların taşıdığı direnme gücü ile karşı konulabilecektir. Bu çerçevede, yeni dünya düzeni oluşturma girişimlerinin getirdiği çıkmazlara karşı durarak, yeni bir ulusal mücadele gerekmektedir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

3 Kasım 2021 Çarşamba

CUMHURİYET‘İN TEMEL İLKELERİ DEĞİŞEMEZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

CUMHURİYET‘İN TEMEL İLKELERİ DEĞİŞEMEZ

    Türkiye Cumhuriyeti koskoca bir yüzyılı geride bırakarak yüzüncü yıldönümünü kutlamaya yöneldiği bugünkü aşamada, geçmişten gelen bir yüzyıllık birikimin çağ değişimi gerçekliği karşısında, topluca ele alınarak geleceğe yönelen bir doğrultuda Türk ulusunun yeni hedeflerinin ortaya konulması gerekmektedir. Yaklaşık olarak son dönemde yaşanan çeyrek yüzyıllık geçiş aşamasında Türk ulusunun cumhuriyet devleti hakkında bazı yalan yanlış değerlendirmeler yapılarak, çağ değişiminden yararlanmaya çalışan bir fırsatçı bakış açısıyla gerçekler çarpıtılmaya ve böylece ikinci yüzyılına doğru emin adımlarla yürümekte olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletine egemen güçler ,ile emperyalist devletler ve bazı güç merkezleri kendi çıkarları doğrultusunda yön vermeye çalışmakta ve yeni bir dünya düzeni kurulurken, kendi çıkarlarına uygun düşecek yeni bir yapılanma modelini oluşturmaya çalışmışlardır. Bu yüzden de Atatürk Cumhuriyetinin kuruluşundan ileri gelen devlet modeli ile cumhuriyetin temel ilkelerine karşı çıkarak, ülkeyi kurucu iradenin tercihlerinin ötesine doğru bir yerlere çekmeye çalışmışlardır. Özellikle Sovyetler Birliği gibi bir büyük siyasal yapılanmanın dağılmasından sonra yeni dünya düzeni arayışları küreselleşme hedefleri doğrultusunda desteklenerek, Türkiye Cumhuriyeti devletine yeni bir yön verilmek için yoğun çalışmalar yapılmış ve bu doğrultudaki girişimler aracılığı ile de açıktan cumhuriyet karşıtlığı ya da daha da ileri gidilerek, düşmanlıkları örgütlemek için çaba gösterilmiştir. Böylesine bir yöneliş nedeniyle, Türkiye Cumhuriyeti bugün hem Türk ulusunun hem de dünya kamuoyunun önünde siyasal bir mesele olarak yeniden tartışma konusu yapılmaktadır.

    Merkezi coğrafyanın tam ortalarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, üzerinde kurulu bulunduğu topraklar ve arazi parçasının dünya karaları üzerindeki konumu ile ele alındığında, bilimsel kitaplarda anlatılan biçimde bir jeopolitik değerlendirme kendiliğinden devreye girmektedir. Beş kıta üzerine kurulmuş olan dünya karaları yapılanması ve buna uygun bir biçimde gündeme gelen dünya devletleri haritası üzerinde bugünkünden farklı  yeni çalışmalar yapıldığı görülmektedir. Çeşitli siyasal merkezlerin, dinci  grupların, tarikat cemaatlerinin, büyük şirketlerin ve alt kimlikli yeni uluslaşma projelerinin devreye sokularak, yeni ortaya çıkan güçler dengesi çizgisinde, eskisinden çok farklı bir yeni bölge haritası ortaya çıkartmak isteyen emperyalizm ve Siyonizm ittifakının orta dünyada var olan yirmi iki devletin sınırlarının değişeceğini, ABD dışişleri bakanı aracılığı ile ve gene bu yönde açıklamalar yapan eski ABD genel kurmay başkanının bu bölgede on civarında yeni devlet kurulacağını açıklarken, bu topraklar üzerinde kurulu bulunan devlet düzenlerinin bozulacağı gibi bir yeni yaklaşımı yavaş yavaş ön plana çıkarmaktadırlar. Dünya tarihi incelendiği zaman her dönemde farklı devletler düzeni ile karşı karşıya kalındığı görülmektedir. Devletleşme olgusunun yaygınlık kazanmasıyla birlikte ilkel toplum aşaması sonrasında, önce din devletleri daha sonra imparatorluklar ve yirminci yüzyılda da ulus devletler tarih sahnesine çıkmışlardır. Şimdi de gelinen son aşamada tekelci şirketler küresel imparatorluk oluşturmak amaçlı çabalar gösterirken, diğer yandan orta boy devletlerin daha da büyüyerek bölgesel hegemonya düzenleri oluşturmaya çalıştıkları görülmektedir. Nitekim, iki kutuplu dünya düzeninin yıkılmasından sonra yaklaşık olarak çeyrek yüzyılda, yeryüzündeki düzeni değiştirebilme hedefine yönelik sıcak girişimler, olaylar ve dış müdahaleler birbirini izlemektedir. Böylesi bir aşamada dünyanın ortalarında kurulmuş olan Türk devleti asıl hedef olarak ele alınarak, siyasal, ekonomik ve bilimsel saldırılara konu yapılmaktadır. Bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti anayasasının temel maddeleri üzerinden saldırganlık geliştirilirken, açıktan cumhuriyet düşmanlığı yapılmaktadır. Türkiye’nin asıl gündeminde olmayan bir anayasa değişikliği dışarıdan dayatılarak devlet değişikliği istenmektedir.

     Bütün ülkelerin tarihine bakıldığı zaman anayasa meselesinin aslında bir devlet sorunu olarak öne çıktığı görülmektedir. Şimdiye kadar yaşanan siyasal dönemlerde dünya hegemonya kavgası doğrultusunda dünya ülkelerinde ve bunların ötesinde daha geniş bölgelerde yeni siyasal oluşumlar ya da devlet projelerinin devreye girdiği görülmektedir. Devir değişmesiyle birlikte her dönemin öne geçen büyük devletlerinin, uluslararası hegemonya peşinde koşarken hem kendi bölgelerinde hem de dünyanın öbür kıtalarında kendi merkezli yeni bir emperyal güçlenme projesini gerçekleştirmeye yöneldiklerinde, arazi üzerinde eskiden kalan devlet modelleri ile uğraşmaya başladıkları görülmektedir. Bu gibi devletleri zamanla ya içeriden ya da dışarıdan hazırlanan senaryolar aracılığı ile tarih sahnesinden silmek için her yola başvurduklarını, tarih kitapları bugünün insanlarına anlatarak, bu çizgide geçmişten gelen bütün devlet yapılanmalarının tehlike içinde olduklarını günümüz kuşaklarına açıklamaktadırlar.  Dünya haritası üzerinde yer alan her devlet geçmişten gelen bir siyasal yapılanma olarak kazanılmış haklara sahip olmakta ve  değişim sürecinin gündeme getirdiği yeni emperyalistlere karşı devletler, hem bağımsız varlıklarını hem de kazanılmış bütün haklarını uluslararası hukuka uygun bir biçimde koruma doğrultusunda, her türlü güvenlik önlemlerini almak durumundadırlar. Değişen dünya konjonktürü çerçevesinde her siyasal dönemin güç merkezleri geliştirdikleri siyaset ya da doktrinler üzerinden kendilerini merkeze alan ve kendi ulusal çıkarlarına öncelik tanıyan çeşitli yolları deneyerek ve kendi merkezleri üzerinden diğer devletlere dönük yaklaşım biçimleri ortaya koyarak, milli bir savunma sistemi geliştirme yoluna baş vurabilmektedirler. Yeni dönemlerin gündeme getirdiği farklı koşullar ve ortamlarda eski devletler ayakta kalabilmek üzere savunma amacıyla ulusal ve ülkesel savunma yöntemlerine baş vururlarken, kendi devletlerinin yapısına, kuruluş modeline ve sahip oldukları siyasal doktrinlere uygun düşecek yol ve yöntemler bularak, yollarına devam edebilmenin arayışı içine girebilmektedirler.

    Normal koşullarda her devlet kendi siyasal yapılanmasına, her millet de kendi değerleri üzerinden sahip olduğu değerlere ve zenginliklere sonuna kadar sahip çıkmaya ve onları daha da geliştirerek, devletlerarası rekabet düzeninde diğer devletleri geride bırakarak, tüm yarışma konularında en ön planda yer alabilmenin mücadelesini vermektedirler. Bu çizgide her devletin kuruluş modeli ve bunun arkasındaki kurucu iradenin, devletlerin geleceği açısından fazlasıyla rolü bulunmaktadır. Tarihsel dönemeç üzerinde ortaya çıkan özel durumlar, kalıcı bir potansiyele dönüşebilmek üzere iç dinamikler aracılığı ile evrilirler. Özellikle devrimler, reform dönemleri ya da geçiş aşamaları sırasında ortaya çıkan durumlar çok karışık olabilir, birbiriyle çelişkili gelişmeler gösterebilir ya da çeşitli alternatif gelişmeler karşısında kalıcı olamayabilir. Bu yüzden her dönemin siyasal iktidarı, geleceğe yönelik değişim rüzgarları karşısında daha dikkatli davranarak, o dönemin koşullarına uygun ilke ve esasların bir araya getirilmesiyle oluşturulan sistematik bütünlüklü bir politika aracılığı ile, her türlü saldırı ve yıpranmaya karşı kendini korumaya ve bu arada da uygulama alanında gündeme gelen ya da kendilerinin getirdikleri ilke ve esasları geliştirerek bütünsel bir model geliştirmeye ve o modelin çatısı altında gelecek dönemlerde de var olabilme doğrultusunda kurumlaşmaya önem vermektedirler. Böylesine bir modelleşme oluşumu ile daha başlangıçta kendisini yeni bir model olarak öne çıkaran değişim programlarının dışarıdan dayatılması gibi saldırılara karşı, öncelikli bir kurumlaşma programı ile kendisini yenileyerek siyaset alanında  kurumlaşabilen yeni siyasal yapılanmalar, değişim rüzgarları ile dönüşüm programlarına karşı direnebilme şansına sahip olabilecek derecede güçlendikleri için  zamanla toplumsal tabana yönelik konsalidasyon programları ile kurumlaşma süreçlerinde daha hızlı hareket edebilmektedirler. Gelmekte olan yeni siyasal dönemin iktidar sahiplerinin var olan kamu düzenini bozmaya ya da değiştirerek dönüştürmeye yönelik girişimlerine karşı, kurumlaşan siyasal devlet modellerinin sert direnişler göstererek ve zaman içinde değişen koşullar doğrultusunda kendini yenileyerek ve modellerini gözden geçirip güncelleştirerek yola devam edebildikleri görülmektedir.

    Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş, birinci dünya savaşı sonrasında var olabilmek için bir ulusal kurtuluş savaşı vermiş ama daha sonraki aşamada ikinci dünya savaşı depreminde ayakta kalarak varlığını korumasını bilmiştir. Dünya değişirken, batının kapitalist dünyasına karşılık doğunun sosyalist dünyasını ortaya çıkaran uluslararası gelişmeler, daha sonraki aşamada sosyalist sistemin de dağılmasını gündeme getirirken, Türk devletinin çevresinde çok büyük gelişmeler meydana gelmiştir. İkinci kutup olarak ortaya çıkan Sovyetler Birliği gibi bir dev yapılanmanın çöküşü ile birlikte on beş devlet bağımsız olmuş ve Türkiye devletinin çevresindeki geçmişten gelen yapılanmalar tümüyle çökmüştür. Bunun üzerine büyük bir bölgesel federasyonun yıkılması sonrasında bu alanda var olan küçük ve orta boy devletler siyasal boşluğa doğru sürüklenmişlerdir. Bu aşamada Avrupa Birliği doğuya açılarak Hristiyan doğu devletlerini sınırları içine almaya çalışarak, Sovyetler Birliğinin yerine Avrupa Birliğinin geçmesine çalışmış ama yeni dönemde batı dünyasından gelerek bölgeye yerleşen İsrail ve onun büyük kurucusu olan Amerika Birleşik Devletleri, Rusya Federasyonu ile birlikte Avrupa Birliğine de karşı çıkarak merkezi coğrafya alanında hegemonya yarışına yeniden kalkışmışlardır. Eski Sovyet cumhuriyetleri Rusya ve Avrupa Birliği arasında paylaşılırken tam ortada kalan Türkiye sağdan ve soldan, ya da doğudan ve batıdan veya kuzeyden ve güneyden gelen çeşitli siyasal rüzgarların saldırısına uğramıştır. Merkezi coğrafyanın tam ortasındaki merkez ülke olarak Türkiye bütün yönlerden estirilen siyasal rüzgarlara karşı hedef haline getirilerek ve de parçalanarak çökertilme senaryosuna alet edilmek istenmiştir. Böylece, küreselleşme görünümünde yeni bir emperyalist saldırıya kalkışan batılı büyük devletlerin çekişmeleri, Türkiye’yi belirsiz bir geleceğe doğru sürüklerken, Türk devleti en büyük şansı olan kurucu önder Atatürk’ten Türk ulusuna siyasal miras olarak bırakılmış olan Türkiye Cumhuriyeti kendi devlet modeline sıkı sıkıya sarılarak ayakta kalabilmenin mücadelesini vermiştir. Her yönden estirilen yıkıcı ve dağıtıcı siyasal rüzgarlara karşı, Türkiye Cumhuriyeti kendi anayasasının başlangıç kısmında giriş hükümleri olarak konulmuş bulunan tam bağımsız, ulusal, laik ve üniter devlet modeli ile Türklerin çağdaş cumhuriyet düzeni korunarak tüm rüzgarlara karşı direnilmiştir.


     Atatürk ilkeleri adı verilen cumhuriyetin temel ilkeleri belirli bir sistematik bütünlük içerisinde T.C. Anayasa’sının giriş bölümüne kurucu irade tarafından yerleştirildiği için Türk devletinin eskisi gibi ve kuruluş modeli ile var olarak yola devam etmesi sağlanmıştır. Küreselleşme dönemi ile birlikte güncel alana getirilen cumhuriyetin temel ilkeleri bugün T.C. Anayasası ile hem varlığını sürdürmekte hem de Türk devleti ile Türk milletinin büyük değişim aşamasında çökertilmesini önlemektedir. Çeyrek yüzyıllık küreselleşme sürecinde Türkiye Cumhuriyetinin tasfiye edilebilmesi için  bütün yolları deneyen emperyalizm ve Siyonizm, küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda yeni bir emperyalist düzen oluşturabilmenin çabası içerisine girdikleri aşamada, Türk devletini merkezi coğrafyanın tam ortasında büyük bir engel olarak görmüşler ve önce yıkıcı sonra da yapıcı siyasetlerinde Türklüğün geçmişten gelen büyük siyasal ve tarihsel birikimi görmezden gelinerek, Atatürk Cumhuriyetini ortadan kaldırabilecek iç ve dış ittifaklara girmişlerdir. Kurucu önder Atatürk önce bir Türk vatanseveri olarak sonra da bir askeri otorite olarak, iki cihan savaşı arasında Türklüğün yüksek yapılanması olarak, bugün Kemalist Cumhuriyet adı verilen Atatürkçü devlet modelini uygulama alanına getirmiştir. Türklerin tarihin dönemeç noktasında kurdukları çağdaş cumhuriyet rejiminin herhangi bir devlet olmadığını ve sahip olunan jeopolitik ortam ve dengelerde gerçekçi bir biçimde kurularak bugünlere erişebilmesi açısından, bu devlet tarih, coğrafya ve jeopolitik bilimlerinin ana ilkelerine uygun bir doğrultuda örgütlenmiştir. Son dönemlerde ortaya çıkan ve yaşanmakta olan değişim süreçlerine karşı, Kemalist Cumhuriyet tam bir savunma mekanizması oluşturarak yıkılmadan bugünlere kadar gelmiştir. Şimdi gelinen yeni noktada bir devlet meselesi olarak, Anayasa konusu ile Türk devleti tarihin derinliklerine gönderilmek istenmektedir ama tüm saldırı ve çabalara rağmen ayakta kalarak bugünlere gelen Türk devleti, Atatürk modeli ile yoluna devam edebilmektedir.

      Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde dünya başka yönlere doğru savrulurken, Türkiye’ye de yansıyan yeni dünya düzeni arayışları giderek siyasal alanda etkilerini artırdıkça, Türkiye’nin Kuvayı Milliye hareketinden gelen devlet modeli ile ilgili tartışmalar artmakta ve bu siyasal modele son vermek ya da uygulama alanından kaldırmak üzere çeşitli siyasal girişimler ile Türk kamuoyu karşı karşıya gelmektedir. Türklük ve Türkiye karşıtı kesimlerin emperyalizm, bölücülük, etnikçilik ya da dincilik gibi bugünkü devlet modelini ortadan kaldırabilecek politikaları her fırsatta gündeme getirmeleri yüzünden, Atatürk cumhuriyetinin önü kesilmeye çalışılmaktadır. Cumhuriyetin ilk yılları ve kuruluş döneminde siyasal rejimin temelleri atılırken, gelecekte ülkenin karşısına çıkabilecek her türlü olumsuz durum ve gelişmeler dikkate alınarak ve devletin her türlü tehdide karşı kendini koruyabileceği bir sistem geliştirilerek, devletin ve milletin güvenliği temin edilebilecek bir model ile Anadolu yarımadası üzerinden, Türk devletinin ve milletinin güvenlikleri sağlam bir düzene oturtulmaya çalışılmıştır. Dünyanın tam ortasında yeni bir devlet kurulurken o dönemin iki kutuplu dünya düzeni dikkate alınmış ve bu doğrultuda iki kutbun arasında kalmak gibi bir dönem dikkate alınarak çağdaş cumhuriyetin temeli sağlam atılmaya çalışılmıştır. Bir tarafta batı dünyası diğer tarafta doğu dünyasının yeni sosyalist bloku yan yana gelirken, iki blok arasında kalarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti güney bölgesinde de yer alan Müslüman devletler ile çevrelenmiştir. Böylece üç dünya arasında Atatürk bir merkezi devlet modeli yaratarak, cumhuriyet ilkeleri üzerinden bu yapılanmayı güvence altına almaya çaba göstermiştir. Böylece üç dünya düzeni ortasında bir merkezi devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu gerçekleştirilmiştir.

     Cumhuriyetin temel ilkeleri ile üç dünya arasında kurulan Türk devletinin merkezi bir devlet modeli olmasını sağlayan Atatürk önderliğindeki kurucu kadro bir doğu ve batı sentezi yoluna giderken, ülkenin güneyinde yer alan İslam dünyasını da dikkate alarak laik devlet ile birlikte Müslüman milletin birlikte yaşayabileceği, çağdaş bir siyasal sentezi Türk modeli cumhuriyet yapılanması aracılığı ile uygulama alanına getirmeye çalışmıştır. Çağdaş Avrupa medeniyetini yaratan Fransız devriminden gelen laiklik, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik bir elmanın yarısı olarak benimsenirken, elmanın diğer yarısında da Sovyet devriminden gelen devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerini kabul ederek, bir Orta Asya geleneğine dayanan ayrı ayrı oklar olarak sistemin bütününe dahil edilmeye çalışıldığı gözlemlenmiştir. Fransız devriminden gelen üç ok aracılığı ile batı dünyasına yüzünü dönen yeni Türk devleti, Rus devriminden gelen üç ayrı ilkeyi de dünya dengeleri çerçevesinde doğu blokuna yönelik bir yeni diyalog ya da denge arayışı olarak  benimsedi devletcilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin resmen benimsenmesine rağmen, bu ilkeler doğrultusunda bir doğu örgütlenmesi olan Sovyetler Birliği’ne dahil olacak bir arayış ya da  buna benzer bir girişim yirminci yüzyılın koşullarında Türkiye tarafından hiçbir zaman  denenmemiştir. Türk devleti yirminci yüzyılda çağdaş dünyaya açılışını batı bloku üzerinden gerçekleştirmiş ama dünyanın öbür yarısını da dışlamamak için, Sovyet devriminin temel ilkeleri olarak devletçilik, halkçılık ve devrimcilik kavramlarını altı ok sentezinin ikinci yarısı olarak benimsemiştir. Bu aşamada dünyanın ortasında bir merkezi devlet sentezi ile ortaya çıkan Türk devleti, aynı zamanda içinden geldiği İslam dünyasına da yakın durarak çağdaş batı uygarlığının İslam dünyasına da taşınması için gerçekçi çabalar göstermiştir. İşte bütün bu gelişmeler ve ortaya çıkan yeni durumlar çizgisinde Atatürk’ün merkezi devlet modeli çağdaş bir cumhuriyet yapılanması aracılığı ile orta dünyaya getirilmiştir. Doğu ve batı modelleri orta dünyada merkezi ve siyasal yapılanmaya yönlendirilirken, aynı zamanda bir de merkezi devlet modeli ortaya çıkarak uygulama alanında yer edinmiştir. Çeşitli olayların birbirini izleyerek orta dünyaya yönelik yansımaları öne çıkarırken, Türk devletinin modeli ve yönü belirginleşmeye başlamış ve sonraki yıllarda bir orta dünya devleti olarak bütün bölgenin istikrarı ve güvenliği doğrultusunda, yeni siyasal yapılanmaları merkezi alanda öne geçmiştir. Bu doğrultuda konu bütünüyle ele alındığında, bu iki konu hukuken anlam kazanarak rejim açısından vazgeçilmez bir öneme sahip olmuştur.

     Bütün devletlerin hukuki kimliğini temsil eden tüm anayasalarda devletlerin ve buna bağlı hukuk düzenlerinin güvencesi olarak, bazı özel maddeler ya da bölümler yer alabilmektedir. Dünya anayasaları bu açıdan incelendiği zaman, her devletin kendi jeopolitik konumundan ileri gelen bazı özel durumların ya da özelliklerin anayasa metinlerine geçirilerek ve bunlara hukuk açısından güvence sağlanarak, devlet yapılarının zamanla aşınması ya da yozlaşması gibi olumsuz durumların öncelikle önlenmesi için önlemler alınabilmektedir. Türk anayasa sisteminde bu alanda iki ayrı düzenleme yapılmıştır. Öncelikle anayasanın başlangıç bölümünde ifade edilen genel esaslar ile devletin şekli, cumhuriyetin nitelikleri, devletin bütünlüğü ve merkezi yapılanması dile getirilmekte ve bir ulus devletin vazgeçilemez özellikleri olarak resmi dil, bayrak, milli marş ve başkent açıkça belirtilerek kurulmakta olan yeni devlet yapılanmasının temel taşları vurgulanmıştır. Bu genel ilkeler, devlet kurucu iradenin yapmış olduğu sentezin uzantısı olarak anayasanın başlangıç kısmında açıkça vurgulanmıştır. Anayasa açısından  önemli olan devletin varlığını ve geleceğini güvence altına almak olduğu için, devletin kuruluş modeli ile ilgili olan bütün koşulların anayasa metni ile her türlü tecavüz ve saldırılara karşı korunması gerektiğinden ya anayasanın başlangıç hükümleri ile ya da anayasanın ilgili maddeleri aracılığı ile  anayasal güvence altına alınacak, yani bir anlamda hukuksal garanti altına alınacak olan devlet ve siyasal rejimin temel ilkelerinin topluca korunması işi, böylece anayasa metninde bu ilkelere yer verilerek resmi bir koruma düzeni altına alınmaktadır. Anayasa metni ile resmen koruma sistemi devletlerin siyasal ve hukuki rejimlerinin devamlılığının sağlanması açısından uygulamada zorunlu olmaktadır.

      Dünyadaki siyasal sistemler incelendiği zaman bütün devletlerde az çok birbirine benzeyen koruma ve güvence altına alma yaklaşımlarının, fazlasıyla anayasa metinleri üzerinden gündeme getirildikleri görülmektedir. Her devlet dünya sahnesine çıkarken kendisini güven altına alacak siyasal ve hukuki önlemler ile birlikte varlığını ilan etmektedir. Bu çizgide her devlet kendi hukuksal varlığı ile birlikte bunun dayalı bulunduğu ilkeler ve özel durumları da kendi sistemi içinde koruma altına alarak geleceğe doğru gidişini güvenceye alabilmektedir. Bu açıdan her devletin dayandığı temel ilkeler ile birlikte özel durumları yansıtan yasal düzenlemeler de anayasal düzen içinde ayrı yasalarla sistemin bütünü içine dahil edilerek ve toplu bir koruma sistemi oluşturularak saldırılara karşı daha güçlü savunma ya da koruma olanakları yaratılmaya çalışılmaktadır. Anayasal güvence sistemleri ile hukuki koruma mekanizmaları sistem içindeki koruma ya da kollama yasaları aracılığı ile devreye sokulabilmektedir. Bu açıdan devlet modelinin ve buna dayanan anayasal ya da yasal sistemlerin birbirlerini etkileyerek, ya da her açıdan tamamlayarak korunması gereken bir bütünlük ortaya çıkarması hedeflenmektedir. Bu çerçevede devletler arası rekabet ve çekişme döneminde her devlet birbirinin kuyusunu kazabilir ve bu doğrultuda her türlü siyasal ya da hukuksal saldırılara kalkışarak bu gibi amaçlar için resmen yıkıcılık yapabilmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti devleti bugün kurulu olduğu topraklar üzerinde varlığını sürdürürken, içinde bulunduğu bölgenin yeniden yapılanmasını hedefleyen bir çok emperyalist ve Siyonist plan ve projelerle mücadele ederek, ayakta kalabilmek için cumhuriyetin temel ilkeleri olarak adlandırılan  anayasal sistem içinde, ilk dört madde ile özetlenen başlangıç ilkeleri ve gene anayasanın bir başka maddesi ile güvence altına alınan, devrim yasaları devletin ve hukuk kurumlarının bu gibi düzenlemeleri, bütünüyle ele alarak koruması gerektiği açıkça kamuoyuna yansımaktadır. Anayasal koruma altındaki devrim yasalarının yasal güvence altına alınmaları da tıpkı başlangıç hükümleri ile ilgili düzenlemeye benzemektedir. Sırası ile ele alınırsa, Öğrenimin birleştirilmesi yasası, Şapka kullanılması hakkındaki yasa, Tekke ve zaviyelerin kapatılması ile ilgili yasa, Medeni nikah ile evlenilmesi hakkındaki yasa, Uluslararası yazı, rakam, usul, saat ve takvim kullanılması hakkındaki yasa, Türk harflerinin kabul ve uygulanması ile ilgili yasa, Lakap ve ünvanların kaldırılması ile ilgili yasa, Bazı kisvelerin giyilemeyeceğine dair yasa, topluca korunma altına alınmıştır.

     İlk dört madde olarak adlandırılan başlangıç hükümleri ile birlikte Devrim Yasalarının da aynı anayasa metni içinde belirtilerek koruma altına alınması, Türkiye Cumhuriyeti devlet modelinin korunması açısından, şimdiye kadar gerekli olan koruma ve savunma mekanizmalarını işletmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş uygarlık düzeyine ulaşarak bugünkü dünya düzeninin önemli bir devleti düzeyine gelebilmesi için hem anayasanın başlangıç maddesinde belirtilen temel ilkeler, hem de ilgili maddenin içeriğinde gene anayasal güvence altına alınan devrim yasalarının birlikte anayasa metni aracılığı ile korunması, cumhuriyet düşmanı ya da karşıtı merkezlerin saldırılarını önlediği gibi, genel bir koruma düzeni içerisinde de bu ilke ve yasaların beraberce cumhuriyetin daha da ileri gidebilmesi doğrultusunda, gerekli olan ortam ve koşulların birlikte sağlanmasına katkıda bulunmaktadır. Ülkede ulusal birliği ve beraberliği tehlikeye sokabilecek herhangi bir durum ya da gelişmeye karşı devrim yasaları anayasal güvence altında gündeme getirilerek, toplumda geçerli olan kamu düzeninin muhafaza edilmesi için, gerekli olan önleyici önlemlerin alınabilmesi mümkün olabilmektedir. Türkiye’de bir Ortaçağ kalıntısı olan padişahlık düzenini kaldırarak yerine bir ulusal cumhuriyet düzeni kuran Kemalist devrim, modern çağa geçişi sağlarken çağdaş hukukun ve siyasal gelişmelerin her türlü yeniliklerinden yararlanmasını bilmiştir. Türkiye bu hali ile İslam ülkeleri içinde en modern devlet haline gelirken, aynı zamanda da ilk kez bir cumhuriyet devletinin İslam ülkeleri içinde kurulmasını gerçekleştiren ilk devlet olmuştur. Dünya devletleri gelişme ve kalkınma yollarında yarışa kalkışırken, Türkiye devleti cumhuriyetin temel ilkeleri ve Devrim Yasalarının kendisine sağlamış olduğu hareket sahası içinde, fazlasıyla başarılı bir yön izleyerek bugünlere gelebilmiştir. Türk anayasasının ilk dört maddesinde belirtilen cumhuriyetin temel ilkelerinin hem değiştirilmesi hem de değiştirilmesinin teklif dahi edilemeyeceğinin dördüncü madde de belirtilmesi, T.C. Anayasasının sert bir anayasa olduğunu göstermekte ve devletin yapısını değiştirmek isteyen siyasal kesimlere karşı anayasa da kesin bir durum ilan edilerek, herhangi bir girişimde bulunmamaları gerektiği teklif dahi edilemez biçiminde katı bir önleyici statüye kavuşturulmaktadır.

     Dünya anayasaları incelendiği zaman birçoğunda değiştirilemez maddeler bulunduğu ve bu gibi düzenlemelere yer veren ülkelerin de jeopolitik konumları gereği anayasal düzenlemelerle kendilerini sıkı sıkıya bağlı hissettikleri görülebilmektedir. Bu konuda örnek aranırsa, ABD Anayasasının cumhuriyetçi yönetim zorunluluğu getirdiği, Brezilya anayasasının federal yapı ve temel haklarda değişikliğe izin vermediği, Fransız anayasasının ülkenin bölünmez bütünlüğüne önem vererek cumhuriyet rejiminin hiçbir biçimde değiştirilemeyeceği, Alman anayasasında insanların onur ve haysiyetine dokunulamayacağı ve Almanya’nın sosyal bir federal devlet olduğu, Portekiz anayasasının ulusal bağımsızlık ile devletin birliği ve laikliğin korunması gerektiğini, Yunanistan  anayasasının kuvvetler ayrılığı ile cumhuriyetin bağımsızlığını, Romanya anayasasının üniter yapı resmi dil ve cumhuriyetin değişmeyeceği, Norveç anayasası ise anayasa ilkelerine aykırı yasa çıkartılamayacağını, Kazakistan anayasasında üniter devlet ve cumhuriyet rejiminin değiştirilemeyeceğini, Rusya anayasası insan hakları ve federasyon devletinin korunması gerektiğini, Türkmenistan anayasası cumhuriyet rejiminin değişemeyeceğini, Çin anayasasına göre sosyalist rejimin değişmeyeceğini, İran anayasası resmi din ve mezhep uygulamasının korunacağını, Ermenistan anayasası demokrasi ve serbest seçimlerin korunacağını, Tunus anayasası cumhuriyet rejiminin değişmeyeceğini, Ruanda anayasasında üniter yapı demokrasi ve cumhuriyetin korunacağını, Mali anayasası üniter devlet ile sekülarizm ve cumhuriyetin korunacağını, Azerbaycan anayasası temel insan haklarına dokunulamayacağını ve İtalyan anayasası ise cumhuriyet rejiminin değiştirilemeyeceğini anayasal metinler içinde açıklayarak, ancak bu tür düzenlemelerle kendi devletlerinin ayakta kalabileceğini, değiştirilemeyecek sert anayasalar aracılığı ile dünya kamuoyuna yansıtmaktadırlar. İki yüzden fazla devletin bulunduğu dünya haritasında yer alan devletlerin dörtte birinden fazlası yani elliden fazla ülke devletleri korumak için değişmeyen sert anayasalar yaparak ortaya çıkmışlardır.

     Türkiye anayasasının birinci maddesinde devletin bir cumhuriyet olduğu ilan edilmektedir. İkinci maddede cumhuriyetin nitelikleri sayılırken toplumun huzuru, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde, insan haklarına saygılı, Atatürk milliyetçiliğine bağlı ve başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu belirtilmektedir. Üçüncü maddede Türkiye devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olduğu ve resmi dilinin Türkçe olduğu açıklanmaktadır. Bayrağı yasada belirtilen beyaz ay yıldızlı al bayraktır. Milli marşı İstiklal marşıdır. Başkenti Ankara’dır. Dördüncü maddede ise anayasanın bu üç maddesinin değiştirilemeyeceği ve bunun teklif dahi edilemeyeceği açıkça belirtilerek ve Türk devletinin anayasası sertleştirilerek, en üst düzeyde devlet ve cumhuriyet rejimi için katı bir koruma sağlanmaktadır. Dünyanın birçok ülkesinde değişmeyecek kalıcı maddeler içeren anayasalar aracılığı ile birçok devlet kendi kamu düzenini ve toplumsal yapısını korumaya çalışırken, Türkiye’de bir sert anayasaya sahip olan devlet olarak kritik yapısının gelecekte kendisi için siyasal çıkmazlar yaratmasına izin vermeyerek, anayasal korumaya yasal metinlerde yer vermiştir. Türk devleti açıktan laiklik, üniter yapı, ulus devlet, Türk düşmanlığı, cumhuriyet karşıtlığı, devlet düşmanlığı, halk karşıtlığı gibi çeşitli yönlerden yapılan saldırılar ile uğraşarak ve bunların önünü keserek bugünlere kadar gelebilmiştir. Altı ok ile ifade edilen cumhuriyetin temel ilkeleri ile sekiz yasadan meydana gelen devrim yasaları da cumhuriyet devriminin tamamlayıcılarıdır. Yirminci yüzyılın başlarında ulus devletlere giden yol Cumhuriyet devrimleri ile açılınca, ulus devletler ile cumhuriyet rejimleri aynı dönemde beraberce gündeme getirilerek, Ortaçağ kalıntısı olarak görülen imparatorluklardan uzaklaşılan ve ulusal cumhuriyetlere doğru yol alan yeni bir döneme girilmiştir.  

     İçinde bulunduğu koşullar nedeniyle, Türkiye Cumhuriyeti kurulurken kurucu kadro sert anayasa anlayışı doğrultusunda hareket ederek, cumhuriyet rejimi ile ikinci maddede birlikte yer alan cumhuriyetin nitelikleri de Türkiye Cumhuriyeti’nin değiştirilmez ve de bu konuda teklif dahi yapılamaz biçimindeki, sert korumalı bir anayasal düzenlemeye kavuşturulmuştur. Türkiye’de Atatürk döneminden bu yana uygulama alanına getirilmiş olan anayasaların değişmez maddeleri aracılığı ile sertleştirilmiş koruma düzenine kavuşturulması, devletin güvenliği ve geleceği açısından çok yararlı olmuştur. Yıllarca emperyalist devletlerin saldırıları ile uğraşmak ve kendini bunlara karşı korumak durumunda kalan Türk devleti, bugün gelinen noktada sertleştirilmiş anayasa metinleri ile geliştirilen hukuki korumanın sağladığı olanaklardan yararlanarak, bugüne kadar bir güvenlik devleti olarak konumunu koruyabilmenin başarısını elde etmiştir. Türk ulusu bugünkü tam bağımsız, ulusal, üniter, merkezi, laik bir sosyal hukuk devleti modeline uzun süren bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde erişebilmiştir. Türk ulusuna böylesine önemli bir kazanım sağlayan büyük önder Atatürk’ün askerlikten gelen vatan savunması anlayışı, onu cumhuriyetin ilkeleri ve modeli konusunda hassas bir önder konumuna getirmiştir. Dünyanın ortasında gerçekleştirmiş olduğu milli bir senteze dayanan devlet modelinin, zamana karşı dayanması ve her türlü saldırıya karşı kendini koruyarak yoluna devam edebilmesi için, cumhuriyetin temel ilkeleri ve yasalarına bağlı kalınması gerekliliği doğrultusunda yeni bir yön çizmiş ve Türk ulusuna böylesine büyük bir siyasal birikimi siyasal bir miras olarak bırakmıştır. Cumhuriyet yüzüncü yılına girerken, yeniden bir var olma ve yola devam etme sınavını vermek durumunda kalmıştır. Her türlü zorluklara rağmen bütün engelleri aşarak yirmi birinci yüzyıla gelen Türkiye Cumhuriyeti, önümüzdeki dönemde de cumhuriyetin değişmez ilkeleri ile birlikte devrim yasalarını da koruyarak ve bunların değiştirilmesine karşı koyarak mücadelesini sürdürecek ve hak ettiği onurlu bir var olma düzenine kavuşacaktır. Türkiye’de Cumhuriyetin geleceği, temel ilkelerinin korunmasına ve devlet yapılanmasının değişmemesine bağlıdır. Cumhuriyetin yeni kuşaklarına bu doğrultuda önemli görevler düşmektedir. Türk ulusu önümüzdeki dönemde genç kuşaklarıyla bütünleşerek bu doğrultuda geleceğin mücadelesini de kazanacak ve temel ilkeler korunacaktır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN