ANKARA KALESİ
ATATÜRK‘ÜN MERKEZİ SENTEZ DEVLETİ
Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru
emin adımlarla ilerlerken, bugün gelinen aşamada kurucu önder Atatürk üzerinden
toplu bir değerlendirme yapılmaya çalışılmakta, Atatürk her yönü ile inceleme
altına alınırken, ayrıca ondan Türk ulusuna miras olarak kalan Türkiye Cumhuriyeti
devleti her yönü ile tartışma konusu yapılmaktadır. Atatürk’ün yirminci
yüzyılın başlarında Türk ulusuna bir kurtuluş savaşı kazanarak armağan etmiş
olduğu Türkiye Cumhuriyeti, yirmi birinci yüzyılın içinde yol alarak ilerlerken,
birçok yönden değişime doğru zorlanmakta ve de bu doğrultuda giderek büyüyen
saldırılar zamanın ilerlemesiyle birlikte artarken, insanlık değişim ve dönüşüm
programları çizgisinde yepyeni bir dünya oluşumu ile karşı karşıya gelmektedir.
Yirminci yüzyıla doğru değişim rüzgarları bugünkü Türk devletini ortaya
çıkarırken, bu kez yeni bir yüzyılın ilk yılları ile birlikte başlayan hızlı
değişim rüzgarları da bütün dünya ile birlikte Türklere verilmiş olan
cumhuriyetçi ulus devleti de büyük bir dönüşüm aracılığı ile eskisinden çok
farklı bir yeni yapılanmaya doğru sürüklemektedir. Çağ değişiminin köşe başında,
diğer devletler gibi Türkiye de önceden hazırlanmış olan planlar doğrultusunda
köklü bir dönüşüme zorlanmakta ve Atatürk’ten miras kalmış olan çağdaş cumhuriyet
rejimine bağlı olan ulus devletten vazgeçmesi için baskı ve saldırılar ile
karşı karşıya gelmektedir. Dünyanın tüm emperyalistleri ulus devletleri hedef
tahtasına oturtarak kaldırmaya çalışırken, halen var olan bütün devletler bu
tür saldırı ve işgal hareketleri ile tasfiye edilmeye çalışılmakta, gelecekte
yeni bir devlet düzeni kurmak için çaba gösteren güç merkezleri, geçmişten
gelen kamu düzenlerini ve bu yapılara dayanan ulus devletleri ortadan
kaldırabilmenin girişimlerini giderek daha fazla tırmandırmaktadırlar. İnsanoğlu
bu dünya üzerinde yaşamını geçmişten gelen doğrultuda zorlukla sürdürmeye
çalışırken, bu duruma bir de var olan devletlerin tasfiyesi sorunu eklenmiştir.
Yeni
bir dünya düzeni kurma doğrultusunda ulusal ve uluslararası ilişkiler yeniden
ayarlanırken, eski yapılar sonuna kadar zorlanarak yıkılmaya çalışılmakta büyük
emperyal güçler kendi çıkarları doğrultusunda rakip olan orta boy ve küçük ulus
devletlerin harita üzerinden temizlenmesine çaba göstermektedirler. Küçük
devletler böylesine bir fırtına içinde esen rüzgarların etkisiyle yeryüzünden
silinirlerken, orta boy devletler daha güçlü oldukları için bu gibi tehdit ve
saldırılara karşı direnebilmektedirler. Özellikle büyük devlet sınırları
ölçüsünde büyüklüğe sahip olan büyük boy orta devletler bu tür saldırılara
karşı direnerek dik dururlarken, emperyal güçlerin dünya haritasını düzeltme
girişimleri fazla sonuç verememekte ve bu nedenle baskı ve saldırılar artarken,
orta boy devletler de dünya haritası üzerinde kurulu bulundukları coğrafyayı
jeopolitik biliminin verileri doğrultusunda kullanarak, büyük devletler ve
emperyalist güçlerle baş edebilmekte ve bu çizgideki savunma mekanizma ve
olanaklarını kullanarak geleceğe dönük yollarına devam edebilmektedirler. Geçen
asırdan gelen devletler arası çekişme ve çatışmaların, yirmi birinci yüzyılda
daha artmasının nedeni olarak, devlet yıkıcılığı ya da kamu düzeni
çökerticiliği gibi daha güncel yolların fazlasıyla kullanılmaya başlatılmasının
öne çıkartılması yüzünden, kısa dönemde bir kaos ortamına doğru devletler ciddi
olarak sürüklenmektedir. Böylesine bir uluslararası süreç önceden hazırlanma ve
de dışarıdan empoze edilme gibi özellikleriyle uygulama alanına
getirilebilmektedir. Kâğıttan kule sıralamasındaki iskambil kağıtlarının teker
teker düşmesi gibi harita üzerindeki ulus devletlerin de buna benzer bir
biçimde çökertilmesi hedeflenirken, bütün dünya kıtalarındaki ülkelerin her
birinin birer huzursuzluk ortamına sürüklendikleri görülmekte ve daha sonra da böylesine
olumsuz ortamlar zamanla çöküş ve yıkım senaryolarına elverişli durumlara yönlendirilerek,
dışarıdan müdahaleciliğe uygun ortamlar yaratılabilmektedir. İnsanlık tarihinde
yüzlerce yıllık bir geçmişe sahip olan emperyalizm ve sömürgeciliğin yeni
türleri, ilerleyen siyasal süreçler sonucunda mazlum milletlerin başına dert
olmakta ve bu yüzden ulus devletler içinden çıkılmaz bir bataklığa
sürüklenmektedir.
Orta
dünya adı verilen merkezi coğrafyada birbirine komşu konumunda olan yirmiden
fazla ülkenin sınırlarının
değişeceği ABD dışişleri bakanı tarafından açıklanırken, gene ABD’nin eski
genel kurmay başkanı bugün yaşanan siyasal olayların devam etmesi sayesinde,
harita üzerinde on tane yeni küçük boy
devletin kurulacağı dünya kamuoyuna açıklanmakta ve böylece yeni savaş alanı
olarak ilan ettikleri Orta Doğu bölgesinin, bütünüyle bir kaos ortamına ve
yeni bir cihan savaşı oluşumuna doğru
yönlendirilmeye çalışıldığı görülmektedir. Geçmişe yönelen bir biçimde bu gibi
girişimler gündeme geldikçe, bir anlamda devletler dünyasının küçük
işletmelerine benzer bir biçimde görülen küçük ve orta boy devletler ortaya
çıkmaktadır. Büyük devletler gibi büyük şirketlerin de korumaya gereksinmesi olmadığı
için, uluslararası kuruluşların küçük ve orta boy devletleri koruma ya da
savunma gibi yardımcı olma çabaları koruma amaçlı olarak öne çıkarılmıştır.
Dünya haritası yeniden çizilirken ve de var olan devletlerin yerleri ile
konumları yeniden belirlenirken, eski dönemlerden kalma yerleşik devlet
düzenleri zayıflayarak geride kalmakta ve bu yüzden de geleceğe yönelen yeni
dünya düzeni oluşturma girişimleri ile karşı karşıya kalınmaktadır. Ne var ki,
her ülke ya da devletin konumları ve sahip oldukları özellikler birbirlerinden
çok farklı olduğu için genel anlamda bütün devletlerde geçerli olacak toplu
girişimler yetersiz kalmakta ve bu nedenle de her ülke için birbirinden farklı
alternatif programlar hazır bekletilerek devreye sokulmaktadır. İlerleyen
teknoloji ve yeni bilimsel yöntemler kullanılarak, yerleşik kamu düzenlerinin
tasfiye ve yıkımında daha ileri yollar izlenmektedir. Yıllar alan eski kamu
düzenlerinin kurulması işlerinde ilerleyen teknoloji aracılığı ile daha hızlı
hareket edilirken, yeni düzenler yenilenen binalar aracılığı ile eskisinden
daha çabuk bir zaman dilimi içinde yapılabilmektedir. Bu yüzden, inşaat
teknolojisindeki yenilikler beraberinde hızlı düzen kurma alternatiflerini öne
çıkarırken, bu alanda ilerlemiş küresel şirketlerin ve uluslararası
kuruluşların özel inşaatlarının paralelinde, yeni kamu düzenlerine yönelerek
kendi hegemonyalarını geniş alanlara yayma çabası içinde oldukları göze
çarpmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan bir orta boy ulus devlet
olarak dünyanın merkezi alanında bir cumhuriyet devleti olarak günümüze kadar
gelebilmeyi başarmış olan başarılı bir siyasal organizasyondur. Devletin
kuruluş aşamasından önce bir yıkılış macerası yaşandığı için koskoca bir
imparatorluk düzeni göz göre göre dağılırken ve hem içerden hem de dışardan
tezgahlanan yıkılış senaryoları açıkça birbirini izleyen bir doğrultuda
uygulama alanlarına aktarılırken, harita üzerinde yer alan devletlerin sayısı
üzerinde oynandığı görülmüştür. Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet varken,
yirminci yüzyıldan çıkış aşamasında devlet sayısının iki yüz sayısını bulduğu
görülmüştür. Dünya düzenini yöneten ve yönlendiren güç merkezlerinin planlarına
bakılırsa, yirmi birinci yüzyılın sonuna doğru ya da yirmi ikinci yüzyıla
girerken devlet sayısının iki binlere doğru ulaşacağı açıkça ifade edilmektedirler.
Böylece ABD dışişleri bakanının açıklamış olduğu dünyadaki devlet sayısı iki
binlere doğru tırmanırken, devletlerin sahip oldukları kamusal örgütlenme
modellerinin de değişiklik gösterdikleri anlaşılmaktadır. İlkel kavimler
sonrasında içine girilen orta çağ döneminde, öncelikle din devletlerinin
kurulduğu, daha sonraları tek tanrılı dinlerin dünya kıtalarına yayılması
sürecinde, bu din devletlerinin şehir devletlerinden imparatorluklara doğru
genişledikleri görülmüştür. Bütün orta çağ yıllarında tek tanrılı dinlerin
yeryüzü kıtalarına yayılmaları ile birlikte dünyanın batı yarısı Hristiyanlaşmış,
merkezi alandaki Müslümanlık dünyanın güneyi üzerinden doğu bölgelerine doğru
yaygınlık kazanmıştır. İki büyük tek tanrılı din imparatorluklarının arasına
giren bölgelerin kuzey doğu bölgesinde, Asya’nın kültür dinleri araya girmiş, üçüncü
tek tanrılı din olan Yahudilik’te, Musevi topluluklar ile işbirliği yaparak
dünyanın merkezi alanından, bütün dünya kıtalarını yönetmeye çalışmıştır. Üç
tek tanrılı din arasında dünya kıtaları paylaşılırken, batı bölgelerinde Hristiyanlık,
doğu bölgelerinde ise Müslümanlığın yaygınlık kazandığı görülmüştür. Bu yönde
şehir devletlerinden din imparatorluklarına geçilmiştir. Fransız devrimi
sonrasında ortaya çıkan cumhuriyet rejimleri ve ulus devletler birlikteliği, laik
devlet ve kamu düzenlerinin aynı dönemde uygulama alanına gelmesine yardımcı
olmuş ve böylece ulus devletler meydana gelmiştir.
Yirminci
yüzyıl tam bir ulus devletler çağı olarak devreye girerken, yeryüzü sahnesine
çıkan başlıca ulus
devletlerden birisi de Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Birinci Dünya savaşı
sayesinde bütün imparatorluklar parçalanırken, bu büyük yapılanmaların çöküşe
geçmesi aracılığı ile dünyanın birçok köşesinde küçük ya da orta boy ulus
devletlerin, eski sömürgeci imparatorlukların geri çekilmesiyle öne çıktıkları
görülmektedir. Dünya ekonomisini koskoca imparatorlukların paylaşamaması
yüzünden cihan savaşları çıkarken, uluslaşma sürecinin imparatorlukları
parçalaması gündeme gelmiştir. Her ulus imparatorluklara nazaran daha küçük
bölgelerde oluşurken, diğer uluslar ile karşı karşıya gelmiştir. Daha önceleri
imparatorluklar arasındaki çekişmeler büyük alanlarda savaşlara yol
açabiliyordu, sonraki aşamada ise uluslaşma süreçleriyle bazı sınırlı
bölgelerin nüfus yapıları belirlenerek ulus devletlerin oluşumuna katkı
sağlanabiliyordu. Orta çağ sonrasında dünya denizlerine ve karalarına sahip
olabilen batı Avrupa’nın denizci ülkeleri, yirminci yüzyılda geri çekilerek
kendi asıl vatanlarının üzerinde çağdaş bir ulus devlet olabilmenin yollarını
araştırıyorlar ve böylece kendilerine bağlı olan eski sömürgeleri de yeni ulus
devletler olarak dünya sahnesinde öne çıkarıyorlardı. Böylesine bir genel
oluşum süreci içinde, Türk dünyasının bir imparatorluk devleti olan Osmanlı
döneminden ulus devletler çağına geçebilmesi için, o döneme uygun düşen uluslaşma
adımının atılması gerekiyordu. Bu doğrultuda önce bir ulusal kurtuluş savaşı
verilerek geçmişin ve emperyalizmin bağlarından ya da hegemonyasından kurtulmak
gerekiyordu. Daha sonraki aşamada ise ikinci adımın atılarak bir ulus devletin
kurulması gerekiyordu. Anadolu ve Rumeli Türkleri böylesine büyük bir dönüşüm
içerisinde kurtuluş aşamasını tamamladıktan sonraki aşamada kuruluş adımını
atıyorlardı. Ulusal kurtuluş savaşının kurtarıcısı olarak tarih sahnesine
çıkmış olan Atatürk, sonraki aşamalar da yeni devletin kurucusu olarak siyasal misyon
olarak benimsemiş olduğu görevine devam ederek, orta dünyanın en merkezi
yerinde Türk ulusunun ulus devletini kuruyordu. Ulusal kurtuluştan ulusal
kuruluşa geçilirken, eski Osmanlı ahalisi yeni bir dönüşüm yaşayarak ve
uluslaşarak çağdaş Türk ulus devletinin kuruluşunu gerçekleştiriyordu. Tarihin
dönemeç noktasındaki uluslaşma olgusu, Türkler tarafından benimsenerek yaşam
alanına aktarılıyordu.
Yirminci
yüzyılda imparatorluklardan arkada kalan topraklarda yeni ulus devletler
siyaset sahnesine çıkarken, beş kıta üzerinde kurulmuş olan insanların ortak
uygarlığı yeni devletlerin katılmasıyla eskisinden çok farklı bir düzen içinde
yenilenerek yeni yüzyıla doğru yönlendiriliyordu. Her devletin sahip olduğu
siyasal ve hukuksal yapılanma çerçevesinde, bütün devletler, ülke, toplum ve
teşkilat olarak üç ana unsura sahip bulunmaktadırlar. En başta gelen ülke
unsurunun birlikte getirdiği toprak ve araziler konularının netliğe
kavuşturulması, Misakı Milli olarak ilan edilen kutsal yeminin doğrultusunda
çözüme bağlanması gerekmektedir. Anadolu yarımadası üzerinde bir yarımada
devleti olarak harekete geçildiğinde, kara ve deniz ülkelerinin birbiriyle
kesiştiği noktanın devleti olarak Türkiye’nin kabul edilmesi gerekmektedir. Trakya
bölgesinin de Balkan yarımadasının bir parçası
olarak öne çıktığı ve Asya kıtası ile Avrupa kıtasının kesişme
noktasında Kuvayı Milliye hareketinin örgütlendiği görülmektedir. Var olmak
için yola çıkarak mücadele eden Türkler, büyük imparatorluğu elden kaçırma
noktasına gelince, geride kalan toprakların en merkezi yeri olan Trakya-Anadolu
hattı üzerinde yeni ulusal vatanı inşa etme yoluna gidilmiştir. Türk ve
Müslüman nüfusun çoğunlukta olduğu bölgeleri yeni bir vatan olarak bir araya
getiren Misak’ı Milli belgesi, yeni Türk devletinin dayanak noktasıdır. Ülke
unsuru açısından Türk devleti iki yarımada arasında kurulan bir köprü devleti
olarak değerlendirilebilir. Ne var ki, Türkiye toprakları aynı zamanda Asya,
Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği kesişme noktasındaki merkezi devlet
olarak da görülmektedir. Osmanlı imparatorluğu gene hem merkezdeki devlet hem
de üç yarımada devleti olarak Anadolu, Balkan ve Arap yarımadalarının bir araya
gelmesinden oluşan merkezi topraklar olarak da görülebilir. Bu yapısı ile
Osmanlı imparatorluğu gibi Türkiye Cumhuriyeti de öncelikle bir jeopolitik
devlettir. Üç kıtanın kesişme noktası kıtalar arası hareketlilik içinde her
zaman için sarsılarak bozulabilir. Zaten türlü siyasal rüzgârın estiği bu
coğrafya da siyasal istikrarın sağlanması son derece zor olmaktadır.
Devletin
ülke unsurunun üç kıtanın birleşme noktasında olması yüzünden tarih boyunca birçok
benzeri olay ve gelişmelerle karşı karşıya kalınmıştır. İstanbul her dönemde üç
kıta üzerinden işgale kalkışılmış ama ancak on beşinci yüzyılda Macaristan
üzerinden gelen dış destekli silah yardımı sayesinde fethedilebilmiştir. Daha
önceleri Abbasi imparatoru Harun Reşit İstanbul’a kadar gelmiş ama bu büyük şehri
alamamıştır. İran’ın egemen gücü olan Persler Anadolu yarımadasını bütünüyle
işgal etmelerine rağmen, Ege denizini geçerek Balkanlar’a çıkamamış ve bu
yüzden de geri dönmek zorunda kalmışlardır. Selçuklular çok istemelerine rağmen
İstanbul’u alamayarak yıkılmışlardır. Ruslar tarih boyunca her fırsatta
İstanbul’a gelmişler ama en sonunda Yeşilköy üzerinden geri dönmek durumunda kalmışlardır.
Avrupalılar on iki Haçlı seferi düzenlemelerine rağmen gene İstanbul’u
fethedemeyerek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Sadece İstanbul’un bu
bölgedeki konumu bile bu kesişme noktasında kurulmuş olan ulus devletin ülke
unsuru açısından son derece kaypak bir zemin üzerinde kurulduğunu göstermektedir. Yüzyılların imparatorluk
merkezi olan bu büyük kentin yeni dönemde bir ulus devlet kenti olarak, küçük
Asya adı verilen Anadolu yarımadasının tam ortasında yeniden kurulan başkent
Ankara’ya bağlanması ile, sorunun geride bırakılmaya çalışıldığı
anlaşılmaktadır. Kendisi de bir Balkan göçmeni olan Mustafa Kemal Atatürk, Asya
toprakları üzerinde yeni bir ulus devlet kurarken, Avrupa merkezli ulus
devletlerin ortaya çıkış durumuna ve bunların uluslaşma süreci içinde sahip
oldukları ulusal değerler ile özelliklere dikkat ederek, benzeri bir ulus
devleti, Balkan yarımadası üzerinden Anadolu bölgesi ile yakınlaştırmaya
çalışmıştır. Böylece yeni kurulan Türk devleti bir Avrupa tipi ulus devlet
olarak kurucuları tarafından oluşturulmuştur. İş bu noktaya gelince o zaman
bugünün bütün Avrupa devletlerinin dayanak noktası olan Fransız devriminin,
aynı zamanda Kemalist Türk devriminin de ortak bir çıkış noktası olduğu anlaşılmaktadır.
Fransız devriminin ana ilkelerinin Avrupa tipi ulus devletin özellikleri olarak
Kemalist devrim aracılığı ile Anadolu’ya taşınması da Türkiye’de Fransız
etkisini artırırken, Asya toprakları üzerinde bir Avrupa devletinin çağdaş bir
ulusal devlet olarak kurulmasına katkı sağlamıştır.
Fransız devriminin üç ana ilkesi olan cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkelerinin hem Atatürk hem de cumhuriyetin temel ilkeleri olarak benimsenmesi ve daha sonra da bunların T.C. anayasasına alınarak cumhuriyet devleti ile siyasal rejiminin temel direkleri olarak kabul edilmesi, yeni Türk devletinin kimliğinin belirlenmesi aşamasında atılan en büyük adımlardan birisidir. Önce çağdaş uygarlık diyerek yola çıkan ulusal kurtuluşçular daha sonraki ikinci adımı atarken bu sefer de bugünün uygarlığını yaratan Fransız devrimine yakın bir yol izlemeleri, Kemalistleri çağdaş uygarlık yolcuları haline getirmiştir. Avrupa merkezli çağdaş uygarlığın sağ ayağı Avrupa kıtası üzerinde tutulurken, bu uygarlığın karşısına karşıt bir ikinci güç yapılanması getiren Sovyet devrimine karşı da sırt çevrilmeyerek Kemalist devrimin sol ayağı da Asya kıtasının kuzey bölgesine yönelik olarak konuşlandırılmıştır. Batı blokunun Fransız devriminden cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleri alınırken aynı zamanda halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerinin sosyalist doğu devriminden yararlanılarak bir araya getirilmeleri ile birlikte, Türkiye Cumhuriyeti üç kıta arasında dünyanın sağını ve solunu bir araya getirerek tam anlamıyla merkezi bir sentez oluşturma yoluna gitmiştir. Bugünkü dünyanın yaratılmasında hegemon merkez olan batı bloku ile kapitalizm bir tez olarak devreye alınırken, Sovyet devrimine de benzeri bir yaklaşım geliştirilerek ve bunun anti tezi olarak sosyalizm de devreye alınarak, dünyanın ortasında kurulmakta olan merkezi sentez devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, doğu-batı ya da kapitalizm-sosyalizm sentezine doğru bir açılım yaptığı göze çarpmaktadır. Kapitalizmin merkezi olan Avrupa ile sosyalizmin merkezi olan Asya kıtasının tam ortasında kurulmakta olan merkezi devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin, kıtalardan aldığı destek ile bir bölgesel sentez aramak durumunda kaldığı söylenebilir. Bu noktada batıdan gelen kapitalizm tez olarak benimsenirken, doğudaki sosyalizm bir karşıt görüş olarak antitez biçiminde değerlendirilerek her iki dünyanın ideolojileri arasında yeni bir sentez ana ilkeler üzerinden benimsenirken, Kemalizm doğu ve batı devrimlerinin hem uzantısı hem de merkezdeki ulusal bir sentezi olmuştur.
Jeopolitik
olarak merkezi bir alanda imparatorluk sonrası bir aşamada, çağdaş bir ulus
devletin kuruluşu sırasında doğu ve batı devrimleri bir araya getirilerek, merkezi
bir sentez arayışı hem devletin hem de bunun uzantısı olan siyasal rejimin içeriğinin
ve modelinin sentezci bir yaklaşım çerçevesinde, özgün bir merkezi model ile
gerçekleştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmaktadır. Kurucu önder Atatürk böylesine bir merkezi
sentez arayan çalışmalarını cumhurbaşkanlığının hem başlangıç hem de sona eriş
dönemlerinde iki kez yapmaya çalışmıştır. Milli mücadelenin esas hedefini ve
içeriğini kurtuluş savaşı sırasında belirleyen Atatürk, daha sonraki aşamalarda
önce savaşı kazanmaya çalışmış, daha sonra devleti özgün bir model üzerine kurmuş
ve en sonunda da yaptığı çalışmaları ve kurduğu siyasal yapıyı geleceğe dönük
bir merkezi senteze dönüştürürken, Kemalizm doğu ve batı uygarlıklarının bir
uzantısı olarak öne çıkmış ve zamanla dünyanın tam ortasında bir merkezi Türk
devleti sentezine doğru bir açılım gerçekleştirilmiştir. Merkezi sentez devleti
oluşturulurken, Asya ve Avrupa ülkelerindeki devlet modelleri yakından ele
alınarak incelenmiş ama Anadolu’nun güney bölgelerinden gelen İslam dininin
etkileri de dikkate alınmak zorunda kalınmıştır. Arap yarımadasında ortaya
çıkan ve daha sonraki dönemlerde eski Osmanlı toprakları olan bütün orta dünya
bölgeleri üzerinde yaygınlık kazanan İslam dini, Hristiyan batı dünyasına karşı
gelişmeler gösterirken aynı anda Atatürk cumhuriyetinin özel bir yapılanma
modeli olarak ortaya çıkmasında da fazlasıyla etkili olmuştur. Türkiye
Cumhuriyeti Avrupa tipi laik bir ulus devlet olarak kurulurken, Atatürk ilk
defa bir özgün girişimde bulunarak, laik devlet ve Müslüman millet
birlikteliğini geleceğe yönelik bir sentezci yaklaşım aracılığı ile Misakı
Milli sınırları içerisinde bütünleştirmeye çaba göstermiştir. Avrupa’nın Hristiyan
devletlerinde laiklik ile dinsel yapılanmaların birlikte var olabilmesi gibi
çağdaş bir modeli Atatürk İslam dünyasına da getirerek uygulamak istemiştir.
Bir anlamda çağdaş uygarlığın batıdan doğuya doğru ve dünyanın merkezi
toprakları üzerine taşınması ile, Avrupa ülkelerindeki dinsel toplum ve laik
devlet birlikteliği, bir ortak yaşam düzeni olarak Avrupa’nın yanındaki Avrasya
bölgesine de Kemalizm aracılığı ile taşınmaya çalışılmıştır.
Kemalist
devlet üç dünya arasındaki bir merkezi model olarak tarih sahnesine çıkarken,
bu bölgeyi çevreleyen, kapitalist, sosyalist ve İslamcı üç ayrı dünyanın var
olması nedeniyle Kemalizm bir anlamda üç ayrı dünya ile çevrelenmiş olan orta
dünyadaki merkezi sentez olmuştur. Fransız ve Sovyet devrimlerinin bir araya
getirilerek ortak ve sentezci bir yeni düzen oluşturulurken, Orta Doğu
ülkelerinde yaşayan milyonlarca insanın Müslüman olması Atatürk ve
arkadaşlarını etki altına almış ve bu nedenle Diyanet İşleri Başkanlığı
öncelikle kurularak ve laik devlet düzeninde Müslüman millete Kemalist devlet
düzeniyle kucak açılarak, geleceğe yönelen koruyucu bir şemsiye düzeni oluşturulmaya
çalışılmıştır. İleriye dönük yeni bir kamusal düzen oluşumu Türkiye Cumhuriyeti
aracılığı ile barış içinde birlikte yaşam çerçevesi içine
alınmak istenmiştir. Atatürk böylece Anadolu yarımadasını çevreleyen Müslüman
topluluklara sırtını dönmeyerek ve bu ikinci büyük dinin içine girmiş olan Türkiye
halkının dinsel gereksinimleri doğrultusunda hareket ederek, dünyanın tam ortasında
kurulmakta olan Türk Cumhuriyeti’ni yeni bir sentez ile oluşturmaya her yönü
ile dikkat etmiştir. Böylece Atatürk merkezi alanda bir sentezci yaklaşım ile
bölgesel bir modele giderken, doğu-batı ya da kapitalist-sosyalist sentezler
yönünde bir oluşumu yaratmaya dikkat etmiştir. Bu noktada Atatürk ülkenin güney
bölgesinde uzanıp gitmekte olan İslam dünyasını da yeni devlet modeli içinde
dikkate alarak gerçekçi bir politik tutum izlemiştir. Ülkenin güney sınırları
boyunca uzanıp gitmekte olan İslam ülkelerinin, Balkanlar ve Karadeniz
kıyılarında yer alan Hristiyan ülkeleri ile birlikte aynı komşuluk tavrı içinde
değerlendirilmesi, Avrupa ile Asya kıtaları arasında kurulmakta olan çağdaş bir
laik siyasal rejimin iki büyük din arasında denge kurarak merkezi alanda yeni
bir barış düzeni arayışının yansıması olarak kabul edilebilir. Osmanlı
tarihinin sürekli olarak Hristiyan komşu devletlerle savaş içinde geçmesi
hatırlandığı zaman, böylesine bir barış ortamı arayışının ne kadar haklı bir
yaklaşım olarak gündeme geldiği görülebilmektedir. Hristiyan ülkelerdeki
laiklik düzeninin Müslüman ülkelere de Türkiye üzerinden taşınmaya çalışılması,
Atatürk Türkiye’sinin özgünlüğüdür.
Avrupa
kıtasının yanında bu kıtanın yapılanmasına uygun düşen bir ulus devlet kuran
Atatürk’ün, cumhurbaşkanlığının son döneminde Çankaya köşküne çekilerek kendi
kurduğu siyasal yapılanmayı sistemleştirmeye çalışması, yirmi yıllık
yöneticiliğin bir uzantısı olarak ele alınarak değerlendirildiği zaman, Atatürk’ün
Türk ve İslam dünyası için model olabilecek farklı bir devlet anlayışı içinde
hareket ettiği görülmektedir. Yeni siyasal rejimin bir ulus devlet olmasına
önem verildiği için ve bu doğrultuda milliyetçilik ilkesinin temel bir prensip
olarak anayasaya taşındığı görülebilmektedir. Ne var ki, Atatürk Türklerin ismi
temel alınarak bir ulus devlet kurulmasına yakın durmayan bazı toplum
kesimlerinin, sürekli olarak ülkenin çeşitli bölgelerinde isyan ya da ayaklanma
gibi siyasal anlamda farklı duruşa geçmelerine karşı önlem almaya çalışmıştır.
Misakı Milli sınırları içinde Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı bulunan
bütün Türk vatandaşlarını da kapsayacak bir doğrultuda, milliyetçilik ilkesinin
yanına halkçılık ilkesini de getirerek, kurmuş olduğu ulus devleti aynı zamanda
halkçı cumhuriyet anlayışı ile bütünleştirmeye dikkat etmiştir. Devletin
kuruluşu aşamasında Türk Ocaklarını esas alarak ve Türkçülük anlayışını öne
çıkararak hareket eden Atatürk, doğu Anadolu isyanları ile karşı karşıya kaldığı
yeni aşamada, bu kez ülkenin bölünmesini önlemek ve devletin içinden bir başka
devlet çıkışına izin vermemek üzere, halkçılık ilkesini gündeme getirerek, cumhuriyetin
altı temel ilkesinden birisi olarak anayasa değişikliği üzerinden Kemalist
devletin dayandığı temel anlayışın bir parçası haline getirmiştir. Atatürk
yaşamının son yıllarında kurmuş olduğu devletin geleceğe yönelik çizgide
sistematize edilmesine çalışırken, ulus devletin milliyetçilik ilkesine uzak
duran halk kesimlerinin üniter devlet modelinden uzaklaşmasını önleyebilmek
üzere aynı zamanda halkçılık anlayışını öne çıkararak, sonradan ilan edilen
cumhuriyetin halkçı bir öze kavuşturulması için çaba göstermiş ve bu doğrultuda
Halkevlerini açarak ulus devlet ile
halkçı cumhuriyet anlayışlarının Türkiye’nin özel koşulları altında bir araya
getirilmesi için ulusal sentezci girişimlerde bulunmuştur.
Avrupa’daki milliyetçilik cereyanlarının nasıl ulus devletleri parçalanmaya götürdüğünü gören ve bu doğrultuda kendi kurduğu ulus devletin de dışarıdan yönlendirilen ayaklanma ve isyan hareketleriyle aynı doğrultuda yıkıma doğru sürüklenmek istendiğini yerinde gören Atatürk, böylesine olumsuz bir gelişme ile Türkiye Cumhuriyeti’nin dağıtılmasını önleyebilmek üzere, yeni anayasal düzenleme içine halkçılık ilkesini de alarak ve bu prensibin Sovyetler Birliği içindeki yerini inceleyerek ve Halkevleri gibi yaygın bir kitle örgütü üzerinden halk eğitimini esas alan ve halkçı eğitim yöntemleri ile halkçı bir cumhuriyet oluşturulmasında Rusya örneğinden yararlanmıştır. Avrupa ülkelerinin parçalanma sinyalleri verdiği bir aşamada, Rusya’nın kendisine bölgesel bir yapılanma üzerinden bağlamış olduğu ulusları ve etnik kökenli halk gruplarını nasıl bir arada tutabildiğini incelemeye çaba gösteren Atatürk, Halkevleri atılımı ile vatandaşa kucak açıldığını ve hiçbir etnik ya da dinsel alt kimlik ile Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bölünemeyeceğini, çeşitli konuşmalarında dile getirmekten çekinmemiştir. Avrupa ülkeleri mikro milliyetçi hareketler ile bölünme tehdidi altında yaşarken, Rusya’nın ideolojik bir devrimi başararak sosyalist sistem içinde kendisine bağlı olan bütün halk topluluklarını ve ülkeleri anayasal bir eşitlik düzeni içinde tutabilmesi, halkçılık anlayışı çerçevesinde başarıya ulaştırılmış bir yaklaşım olarak görüldüğü için, Atatürk son dönem çalışmaları içinde Sovyet devrimini yakından inceleme fırsatı bularak ve halkçılık ilkesinin birlik ve bütünlük sağlayan olumlu yansımalarını yerinde tespit ederek, milliyetçilik ilkesinin yanında ayrıca halkçılık anlayışına da yer vererek kurmuş olduğu siyasal parti ile birlikte, halkçılık anlayışının bütünüyle Halkevleri örgütlenmesi üzerinden tüm yurtta yaygınlık kazanması için uğraşmıştır. Halkevleri bu tür bir yaklaşımın temel örgütü olarak devlet tarafından desteklenirken, her türlü bölücü ve alt kimlikçi yaklaşımlara karşı modern bir halkçılık anlayışı ile devlet içi denge sağlanmaya çalışılmıştır. Halkevlerinin kuruluşu ile vatandaşlara ve toplumun her kesimine kucak açılması, ülkede tam anlamıyla bir toplumsal devrimin gerçekleştirilmesine aracı olmuştur. Yüzyıllarca köylere mahkûm olmuş bir toplumun içinden çağdaş bir ulus çıkartılmasında halkçılık etkili olmuştur.
Atatürk’ün devlet modeli yaşama geçirilirken
Avrupa’daki ulus devletler yerinde incelenerek, yeni Türkiye’nin kurulması
sağlanabilmiştir. Ne var ki, cihan savaşı sonrası ortamda Atatürk kurmuş olduğu
devlet düzenini kurumlaştırmaya öncelik verirken, muhtemel bir ikinci dünya
savaşının gündeme gelmesi tehlikesine karşı Rusya ile yakınlaşmaya çalışılmış
ve bu çerçevede Rus modelinden yararlanılarak, saldırgan batı emperyalizmine karşı
bir Avrasya dayanışması ile merkezi bölgedeki sentezci devlet modelinin
güvenlik şemsiyesi altında, geleceğe doğru kurumlaşmasına öncelik verilmiştir.
Türkiye’nin savaşa girmesi tehlikesine karşı Kemalist cumhuriyet gerekli olan
önlemleri alırken, Rusya ile paslaşmanın arayışı içinde olmuştur. Atatürk kendi
iktidarının son döneminde hem Sovyetler Birliğinin merkezi alana inmesini
önlemek için komşuları ile bir bölgesel güvenlik antlaşmasına yönelmiş, böylece
bölgede oluşturulacak barış ortamı içinde de Türkiye Cumhuriyeti’nin savaş
döneminde yıkılmasının önüne geçmeye çalışmıştır. Böylece merkezdeki doğu-batı
sentezi yapılanmasının korunabilmesinin mümkün olabileceği düşünülmüştür. Devletin
kuruluş döneminde oluşturulan devlet modelleri arasındaki siyasal sentezin
devamlı olabilmesi ve bu sentezin savaş koşullarında bozulmadan korunabilmesi
için, kurucu önder Atatürk yaşamının son yıllarında Çankaya köşküne çekilerek
bu doğrultudaki çalışmalarını sistematik bir bütüne kavuşturmaya çalışmıştır. Onun böylesine dikkatli ve tedbirli
yaklaşımları sayesinde Türkiye Cumhuriyeti kendi modeli içinde kurumlaşarak
yüzüncü yılına kadar gelebilmiştir. Rusya’yı büyük devlet yapan halkçılık
siyasetinin, bir ulus devlet yapılanması çerçevesinde ele alınması,
kendiliğinden bir ulus devlet ve halkçı cumhuriyet sentezinin gerçekleştirilmesi
açısından yararlı olmuştur. Avrupa ulus devletleri kendi içlerindeki mikro
milliyetçilik akımlarının dağılmasına doğru sürüklenirken, Türkiye Cumhuriyeti
halkçı bir cumhuriyetçilik anlayışı ile bu tür çekişmelerin kopma ya da
dağılmaya gitmesini önleyebilmiştir. Halkçılık açılımları ile Türkiye kuzeydeki
sosyalist sistemi anlamaya çalışırken, Rus yönetiminin uyguladığı devlet
halkçılığı yöntemi ile bölücü olabilecek milliyetçi hareketlerin nasıl önüne
geçilebildiği, Atatürk ve arkadaşlarının ele alarak incelediği başlıca
konulardan birisi olmuştur.
Atatürk’ün merkezi alanda kurduğu Türkiye Cumhuriyeti yüzüncü yılına doğru gelirken, sahip olduğu merkezi sentez modeli ile, diğer ulus devletlerden ayrılmaktadır. Üzerinde kurulu bulunduğu jeopolitik coğrafyanın getirdiği faktörlerin birlikte ele alınmasıyla, geleceğin dünyasında da varlığını koruyabilecek bir durumdadır. Küresel emperyalizmin bütün ulus devletlere bölücülük üzerinden dayattığı dağılma ve çöküş senaryolarına karşı, Türk devleti Atatürk’ten gelen birikim ile karşı koymuştur. Ulus devletler çağında Atatürk Türk ulusuna tam bağımsız bir düzen kurmak için çalışırken, aynı zamanda merkezi alanın koşulları içinde her zaman bir siyasal sentez arayışında olmuştur. Atatürk’ün kendi yaklaşımları çerçevesinde gerçekleştirdiği sentezci yaklaşım, devletin kuruluşunda farklı yaklaşımları bir araya getirebildiği gibi, aynı zamanda karma bir model yaratarak merkezi alandaki siyasal gelişmelere karşı da bir çözüm olabilmiştir. Tüm sentez açılımlarının farklı unsurların bir araya getirilmesiyle mümkün olabilmesi nedeniyle, Kemalist sentez yaklaşımı da bölgedeki gelişmelere bakarak devlet içi dengelerin zamanında izlenerek devreye sokulmasını gerekli kılmıştır. Farklı etnik ve dinsel kökenlere dayanan siyasal hareketler merkezi alanda kendi devletlerini kurmak için çaba gösterirlerken, emperyalist devletler ulus devletleri ortadan kaldırmak için bu gibi farklı girişimleri destekleyerek dağılma ve dağıtma girişimlerini sistemli bir biçimde yürütürken, Atatürk’ün merkezi senteze dayanan ulus devleti halkçı cumhuriyet rejiminin getirdiği dayanışma ortamını koruyarak ve güçlendirerek, Kemalist devletin varlığının korunabilmesi sağlanmıştır. Çağ değişimi sürecinde dünyanın nereye doğru gittiği sorunu araştırılarak, geleceğin okunabilmesi mümkün olabilecek noktaya geldiğinde, Atatürk’ün merkezci senteze dayanan halkçı ulus devletinin her türlü güvenlik sorununu geride bırakılabilecektir. Emperyalist plan ve programlara alet olan ve bunlara aracılık yaparak var olan devlet düzenlerinin çökertilme operasyonlarına karşı, gene Kemalist kadroların taşıdığı direnme gücü ile karşı konulabilecektir. Bu çerçevede, yeni dünya düzeni oluşturma girişimlerinin getirdiği çıkmazlara karşı durarak, yeni bir ulusal mücadele gerekmektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder