26 Aralık 2020 Cumartesi

TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

TURANCILIK AKIMININ HAKLILIĞI

                Turancılık denince, insanın aklına on dokuzuncu yüzyılın sonları ya da yirminci yüzyılın başları gelmekte ve birinci dünya savaşı öncesi dönemde, doğu imparatorluklarının çöküşe geçtiği bir aşamada merkezi coğrafyanın yönlendirilmesi çabaları öne çıkmaktadır. On beşinci yüzyıl sonrasında batı Avrupa merkezli bir sömürgecilik bütün dünyaya yayılmış ve batı ülkeleri yeryüzünün bütün kıtalarını sömürmeye başladığı aşamada, dünyanın doğu   bölgesinde üç ayrı imparatorluk bu duruma karşı denge sağlamaya çalışmıştır. Beşinci yüzyılda kurulan Rus prensliği kuzey bölgelerinde bir büyük doğu imparatorluğu olarak harita üzerinde yayılırken, on üçüncü yüzyılda kurulmuş olan Osmanlı İmparatorluğu merkezi coğrafyanın egemeni oluyordu. Daha sonraki aşamada ise Osmanlı devleti Asya ve Afrika topraklarında ticaret yolları üzerinden yayılırken, Osmanlının geri çekildiği  Doğu Avrupa ve Balkan yarımadası üzerinde, üçüncü bir doğu devleti olarak Avusturya-Macaristan imparatorluğu kuruluyordu. Batılılar, doğuyu Viyana’dan ötesini doğu olarak tanımlarken, her üç imparatorluğu doğu devletleri olarak görüyorlardı. Yirminci yüzyılın başlarına kadar devam edip gelen bu süreç içerisinde, üzerinde doğu imparatorluklarının yer aldığı dünyanın merkezi coğrafyası üzerinde hiç kimse geleceğe dönük bir arayış içerisine girmiyor, dünya tarihini belirleyen olaylar bir anlamda batının sömürgeci devletleri ile, doğu bölgesinin üç imparatorluğu arasındaki çekişmeler zincirinde belirleniyordu. Birinci dünya savaşına kadar devam edip gelen bu durum, bütün dünya savaşa doğru sürüklenirken   savaş öncesi çekişmeler ile bozulmaya başladığı için, geleceğe dönük yeni arayışlar evrensel düzeyde siyasetin gündemine gelip oturuyordu.

                Avrupa merkezli dünyanın beş yüz yıllık hegemonya tarihinde gündeme gelmeyen, merkezi coğrafya arayışları, birinci dünya savaşına doğru giderken ortaya çıkıyordu. Asya ve Avrupa kıtalarının kuzey bölgelerini kapsayan büyük bir hegemonya alanına sahip olan   Rus Çarlığı batılı ülkeler tarafından baskı altına alınamayınca, bu büyük gücü arkadan vurmak üzere Japon İmparatorluğu kışkırtılıyor ve ABD destekli Japon ordusu Asya’nın doğu kıyılarından kıtanın içerisine girerek, Rus devletini arkadan vuruyordu. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında, batılı güçlerin yenemediği Rus ordusunu bir doğulu güç olarak Japon imparatorluğu ABD’nin arkadan sağladığı destekler ile   askeri yönden yeniyor ve böylece merkezi coğrafyanın kuzey bölgesinde yer alan büyük devlet yapılanması çöküyordu. Ruslar Avrupa toprağı olan Kiev’de ilk devletlerini kurmalarına rağmen, kuzey bölgesinde Asya’ya doğru yayılmışlar, Hazar göçleri sonrasında bu alanda kurulmuş olan Altın Ordu imparatorluğunun dağılması üzerine de, geride kalan  hanlıkları ele geçirerek, tam anlamıyla bir Asya devleti haline gelmişlerdir.Hazar uzantısı Türk boylarının dağılması, bir kısmının Avrupa’ya ,diğer kısmının da  Kafkasya üzerinden Orta Doğu bölgelerine göç etmesi üzerine , Ruslar eski Türk toprakları üzerinde yayılma  şansı elde ederek bunu kullanmışlardır. Batılı devletler Rusya’yı Avrupa kıtasından uzak tutmak için çaba göstermişler, Ruslar Avrupa’ya saldırma noktasına gelince Osmanlıları kışkırtarak Rusların üzerine sürmüşlerdir. Roma imparatorluğu sonrasında, bir büyük Slav gücü olarak Rus devleti öne çıkarken, dünyanın diğer güçleri bunu önlemek ve Rusların önünü kesmek üzere çeşitli komplo ve senaryolar ile öne çıkmaya ve Rusya’nın hegemonya alanını daraltmaya çaba göstermişlerdir. Avrupa’dan kovulan Rusya Asya topraklarında güçlenince, bu kez de ABD destekli bir Japon saldırısı Asya üzerinden desteklenere, Rus Çarlığı yıkılmaya çalışılmıştır.

                On dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru zayıflayan Rus çarlığı, Yirminci yüzyılın ilk yıllarında doğudan gelen Japon saldırısına direnemeyince, Rus Çarlığı yıkılma noktasına gelmiş ve bu büyük ülke Sovyet devrimine kadar sürecek olan uzunca bir karışıklık dönemine girmiştir. Merkeze bağlı bulunan büyük toprakları eskisi gibi kontrol etme gücünü elinden kaçıran, Rus Çarlığı Japon ordusuna da yenilince Rus milletine dayanan egemenlik düzeni yıkılmış ve bu aşamadan sonra devrimlere yönelen girişimler, Rusya’yı kurtarmaya çalışmış ama bir türlü bu doğrultuda istenen başarılar elde edilemeyince, Rus milliyetçiliği geniş alanları kendi kontrolü altında tutabilmek üzere yeni arayışlar içerisine girmiştir. Dar kapsamlı bir milliyetçilik ile Rusya’nın eski imparatorluk topraklarını merkezi bir düzene bağlayamayacağı anlaşılınca, bunun üzerine Rus milletinin ana unsuru olarak öne çıktığı Slav topluluklarının birlikteliği savunulmaya başlanmıştır. Yirminci yüzyıla girerken, Rus milliyetçiliğinin yerini Panslavizm’in alması ile yeni bir dönem başlamış ve Moskova merkezli Rus hegemonyasının gene eskisi gibi imparatorluk toprakları üzerinde devam edebilmesi için, bütün Slav toplumlarını ortak bir çatı altında toplayacak bir Panslavizm akımı, Rus milliyetçiliğinin yeni yüzü olarak dünya kamuoyuna sunulmuştur.  Rus milliyetçiliğinin duygusallığı, Slav topluluklarının yaşadığı geniş topraklar üzerinde daha gerçekçi bir politika olarak Panslavizmin ortaya çıkışı ile birlikte aşılmaya çalışılmıştır.   

                Doğu imparatorluklarının batılı emperyalistler karşısında güç kaybederek çöküşe geçmesi üzerine, bu büyük devletlerin harita üzerinde işgal etmiş olduğu geniş alanların geleceği tartışılmaya başlanmıştır. Avrupa merkezli dünyada batı bölgelerinde modern anlamda devlet yapılanmaları ortaya çıkmasına rağmen, doğu bölgelerinde batıda olduğu gibi çeşitli toplulukların devletleşme olgusu görülememiştir. Nitekim bu yüzden, Birinci dünya savaşı sonrasında doğu bölgelerinin geleceği ile ilgili olarak Azerbaycan’ın başkenti Bakü’de bir kongre toplanırken, bunun adına “Doğu halkları kurultayı “denilmiştir. Merkezi coğrafyanın ötesinde ciddi devlet yapılanmaları bulunmadığı için, bütün Asya kıtasının geleceği ile ilgili düzenlenen uluslararası kongre de doğu bölgelerinde yaşayan halklar esas alınmış ve bunlar üzerinden doğu bölgelerinde yeni bir siyasal düzen oluşturulmaya çalışılmıştır. Cihan savaşı sonrasında dünyaya yeni bir düzen verilirken, doğu bölgesinin imparatorlukları geride kalmış ve bu bölgede yaşayan halklar esas alınarak, eskisinden farklı bir gelecek oluşturulmaya çalışılmıştır. Bu doğrultuda Panslavizm ile gelecek arayışının yeterli olamadığı bir aşamada, Sovyet devrimini dünya güçleri destekleyerek, Panslavizm yerine Pansovyetizmi getirerek, Sovyet devrimi sonrasında dünyanın merkezi alanı ile doğu bölgelerine   yönelik bir ideolojik siyasal yapılanma yaymaya çalışmışlardır. Panslavizm Slav kökenli bütün halkları Rus İmparatorluğu sonrasında daha geniş bir Rus milliyetçiliğinin çıkarları doğrultusunda bir araya getirmeye çalışırken, bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak batı dünyasında bazı yeni arayışlar da gündeme gelmiştir.

                Yıkılmakta olan Rus hegemonyasının sonrası için Ruslar Panslavizm ile yeni yapılanmayı devreye sokmak isterlerken, doğu imparatorluklarının üzerinde yer aldığı merkezi coğrafya alanında yeni Rus hegemonya planlarına karşı alternatif arayışlar da öne çıkmıştır. Rus imparatorluğu yıkılırken, bu ülkenin sınırları içerisinde yer alan Türk ve Müslüman toplulukların, gelişmiş batılı ülkeler düzeyine gelebilmek üzere yeni arayışlar içine girdiği görülmüştür. Rusya’nın Müslüman toplumlarını bir çatı altında toplamak isteyen Panislamizm akımı ile, gene bu doğrultuda bütün Türk topluluklarını bir büyük Türk imparatorluğu çatısı altında toplamak isteyen yeni bir tür Türkçülük Pantürkizm olarak öne çıkmıştır. 1905 yılındaki Japon yenilgisi üzerine Rusya karışmış ve 1917 Sovyet devrimine kadar karışıklık dönemi devam ederken, Panslavizm girişimlerine karşı hem Panislamizm hem de Pantürkizm akımları yeni alternatif arayışlar olarak tartışma gündemine getirilmiştir. Dünyanın en büyük kıtasına egemen olabilme doğrultusunda en geniş devlet yapılanması arayışları pancılık akımlarını da öne çıkarmış, milliyetçiliğin yetersiz kaldığı aşamalarda ortak etnik kökenden gelen ya da aynı sosyolojik ya da kültürel özellikleri taşıyan toplumlara daha büyük devletler olarak toparlayabilmenin çabaları siyasal gündemde belirleyici olmaya başlamıştır. Milliyetçilik akımlarının böldüğü, büyük imparatorluk alanlarında daha küçük milli devletlerin kurulmaya başlandığı bir aşamada pancılık akımları, birleştirici ve uzlaştırıcı girişimler olarak, daha geniş siyasal yapılanmaların öncüsü olmuştur. Büyük doğu imparatorlukları çökerken, daralan sınırları eski genişliğinde tutabilmek üzere milliyetçiliğin yetersiz kaldığı bir aşamada ortak özellikler, etnik kökenler, din ve kültürel yapıların eskisi gibi daha geniş imparatorluk coğrafyasında birlikte var olabilmesi için, pancılık akımları alternatif olarak devreye sokulmuştur.

                Rusların, Orta ve Ön Asya bölgelerinin birlikteliği için düşünmüş olduğu Panslavizme karşı, ikinci alternatif pancılık akımı, Rusya’nın bu doğrultudaki genişleme arayışlarına karşı Pangermenizm olarak ortaya atılmıştır. Roma İmparatorluğunun dağılmasından sonra bin yıldan fazla bir zaman dilimi içerisinde dağınık bir biçimde yaşayan Germen kavimleri sürekli olarak birbirleriyle çarpışmışlar ve bu yüzden bir araya gelerek İngiltere ve Fransa gibi ulusal birliklerini tamamlayamamışlardır. Batı Avrupa’nın millileşen ulus devletleri sömürge savaşlarına çıkarak yer yüzü karalarında rekabete geçerken, Germen kavimleri sürekli savaşarak birbirlerini kırıyordu. Aynı doğrultuda, İtalya’daki şehir devletleri de bir büyük çekişmeye Akdeniz hegemonyası doğrultusunda girdikleri için, İtalyan ve Alman ulusal birliklerinin tamamlanması gecikiyordu. Paris’te 1871 yılında bir komünist yönetim kurulmasına üzerine, Avrupa burjuvazisi çeşitli önlemler alıyor ve aynı yıl içinde Pangermenizim akımının sonucu olarak Alman siyasal birliği oluşturuluyordu. Böylece, Avrupa’nın doğusunda başlatılmış olan Panslavizm arayışlarına karşı en somut cevabı, Almanlar Pangermenizm akımı ile vererek, Alman milliyetçiliği doğrultusunda doğu Avrupa’da yer alan bütün Germen kavimlerinin ortak bir çatı altında tek bir devlet olarak bir araya gelmesi için girişimlerde bulunuyorlardı. Alman devleti Pangermenizm ile kendi siyasal birliğini sağladıktan sonra, diğer Germen asıllı kavimleri de kendi yanına çekebilmenin arayışı içine giriyordu. İşte bu aşamada Birinci dünya savaşına giden yolda bir Panslavizm ve Pangermenizm çekişmesi, dünyanın siyasal gündeminin belirlenmesinde etkin bir unsur konumuna geliyordu.

                Alman birliğini sağlayan Germenler, batı Avrupa kapılarının kapalı olması nedeniyle kıtanın doğusuna doğru yöneliyorlardı. Orta Avrupa’da kurulmuş olan büyük devlet olarak Almanya dünya siyaset sahnesine ağırlığını koyarken, bir milli politika olarak Ostpolitik denilen doğu siyasetini uygulama alanına getiriyordu. Merkezi Avrupa’da kurulan Alman devleti, Pengermenizm akımı ile çevredeki bütün Germen devletçiklerini tek çatı altında topladıktan sonra, doğuya doğru açılımı ulusal bir dış politika olarak gündeme getiriyordu. Almanya bütün çabalarına rağmen Hollanda, Avusturya ve Danimarka gibi Germen asıllı batı devletlerini çatısı altında birleştiremiyordu. İngiltere, Fransa ve Amerika üçlüsü Atlantik güçleri olarak Merkezi Avrupa gücü olarak Almanya’nın Pengermenizm akımı yolundan iyice güçlenmesini istemiyorlardı. Almanya Pangermenizm akımı üzerinden ulusal birliğini sağladıktan sonra, Atlantik güçlerinin dünyanın merkezi coğrafyasında etkin bir konuma gelmesini önlemek üzere ikinci bir pancılık akımının öncüsü oluyor ve Müslüman toplulukların yaşadığı topraklar üzerinde Almanya merkezli bir Panislamizm akımını örgütlüyordu. Alman devleti Pangermenizm ile Avrupa kıtası üzerinde güçlü yapısını oluşturduktan sonra, doğuya açılarak genişleme ve batılı emperyalistler ile rekabet etme aşamasında Panislamizmi ikinci bir siyasal akım olarak kendi öncülüğünde İslam coğrafyasına dönük bir biçimde devreye sokuyordu. Osmanlı ve İran imparatorluklarının sınırları içerisinde yaşayan Müslüman ahaliyi bir araya getirme doğrultusunda Alman ajanları, Alman imparatorunun sünnet olarak İslam dinini kabul ettiği yalanını, Orta Doğu ve Avrasya coğrafyasında yaşamını sürdürmekte olan tüm Müslüman toplumları etkilemek üzere empoze etmeye çalışıyordu.

                Alman emperyalizmi, Panislamizm akımını Doğu Avrupa’dan başlayarak doğuya doğru örgütlemeyi ve İslam toplumları üzerinden bütün Orta Doğu ve Orta Asyayı, bu siyasal akımı kullanarak kendisine bağlamak ve böylece Osmanlı İmparatorluğu ile İran Şahlığını haritadan silmeyi hedefliyordu. Müslüman olduğu söylenen bir Alman imparatorunun etrafında Panislamizm kullanılarak tüm İslam toplumları bir araya getirilmeye çalışılıyordu. Bir anlamda Alman devletinin dünya hegemonyası, Avrasya kıtasının ele geçirilmesine ve bu doğrultuda İslam dininin aracı olarak kullanılmasına dayanıyordu. Böylece, doğu imparatorlukları çökerken, batılı emperyal güçlerin tam merkezi alana girişi aşamasında, ikinci bir pancılık akımı Panislamizm olarak devreye giriyordu. Germen asıllı kavimlerin hemen hepsinin Avrupa kıtasında yerleşik olması nedeniyle Pangermenizmin Orta Doğu ya da Orta Asya’da geçerlilik kazanması mümkün değildi. Bu yüzden Alman hegemonya düzenini doğuya açılarak bütün Asya kıtası üzerinde geçerli kılabilmenin yolu olarak, Panislamizm, Pangermenizmin tamamlayıcısı olarak Müslüman olduğu söylenen Alman İmparatoru öncülüğünde kullanılmaya çalışılıyordu. Böylesine büyük bir yalana sığınarak Alman ajanları Avrasya coğrafyası üzerinde Ruslara karşı mücadele ederken, Panislamizm sayesinde bütün Müslüman toplumları arkalarına almaya çalışıyorlardı. Böylece, Pangermenizm akımı ile dünya sahnesine çıkmış olan Alman ulus devleti, Panislamizmi kullanarak Müslüman coğrafyası üzerinden merkezi alan imparatorluğu oluşturmaya çaba gösteriyordu.  Almanlar iki pancılık akımı sayesinde hem varlıklarını ortaya koyuyorlar hem de genişleyerek emperyalizm mücadelesindeki yerlerini almaya çalışıyorlardı. Doğu İmparatorluklarının sınırları içerisinde yer alan geniş toprakların hegemonyasında, Panslavizm ile beraber Panislamizm ve Pangermenizim yarışı, tarihsel konjonktürün gündeme getirdiği bir doğrultuda uygulama alanına geliyordu.

                Doğu Avrupa’nın Germen ve Slav topluluklarını kendi hegemonyası altına alma doğrultusunda Rus ve Alman devletleri birbirleriyle yarışırken, bu coğrafya da geçmişten gelen bir yaşam süreci içinde yaşayan Türk ve Müslüman asıllı topluluklar, ister istemez Alman ve Rus emperyalizmleri arasında sıkışıp kalıyorlardı. Bu aşamada bir Orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Alman İmparatorluğu ile Avrasya bölgesi arasında kalıyor ve Ruslar ile Almanlar arasında başlatılmış olan Doğu hegemonyası kavgasında giderek doğu Avrupa koridoruna sıkışıp kalıyordu. Bir orta Avrupa devleti olarak Macaristan, Hazar bölgesinden gelen göçler sonrasında onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında, büyük bir imparatorluk yapısında dünya tarihi içindeki yerini alıyordu. Adriyatik denizi ile Baltık denizi arasında yayılan bir doğu Avrupa krallığını onuncu yüzyılda kurmuş olan Macarlar, daha sonraki gelişmeler çerçevesinde bu hegemonyalarını koruyamamışlardır. Avrupa’daki toplumsal olaylar ve sürekli savaşlar yüzünden Tuna kıyısındaki krallıklarını Macarlar uzun süreli olarak koruyamamışlardır. Macar krallığı zayıflayarak geri çekilme noktasına gelince, Osmanlı İmparatorluğu bu devleti işgal ederek iki yüzyıla yakın bir süre sınırları içerisinde yönetmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun geri çekilme aşamasına geldiği noktada da Balkanlar’daki otorite boşluğunu Avusturya İmparatorluğu doldurmaya başladığı aşamada ise, Macarların resmi katılımı ile Avusturya-Macaristan İmparatorluğu kurulmuştur. Osmanlı ve Rus imparatorluklarından sonra üçüncü bir doğu imparatorluğu olarak ortaya çıkan bu ortak devle, yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde zayıflamış ve giderek Almanya –Rusya rekabetinin çekişme alanı konumuna düşürülmüştür. Avusturyalıların Germen asıllı olmaları nedeniyle, Pengermenizm çatısı altında yer almaya doğru bir hazırlık Avusturyalılar içinde gelişmeye başlayınca, İmparatorluğun diğer yarısını temsil eden Macar devleti ve Macar toplumu da kendilerine yeni bir gelecek arama noktasına gelmişlerdir.

                Hazar İmparatorluğunun son dönemlerinde ilk Macar devletini sekizinci asırda Hazar gölünün kuzeyinde kurmuş olan Macarlar, daha sonraki aşamada göçler yolu ile orta Avrupa’ya gelerek önce bir krallık sonra da imparatorluk kurmuşlar ama daha sonraki aşamalarda Avrupa’nın ortasına sıkışıp kalarak, diğer büyük devlet oluşumlarının baskısı altında kalmışlardır. Almanlar ile Ruslar arasına sıkışıp kalan Macarlar, kendilerine eskiden olduğu gibi imparatorluk dönemindeki gibi geniş alanlarda özgürlük ve hegemonya aramaya çalışmışlar ama Alman, Rus ve Osmanlı hegemonyalarının baskısı altında kalarak bir türlü, Ruslar ve Almanlar gibi büyük bir siyasal gücü, yeni bir devletleşme oluşumu ile sağlayamamışlardır. Almanlar Pangermenizm ile doğuya doğru açılırken, Macaristan’ı   ezerek geçmeyi düşünmüşler, Ruslar ise kendi hegemonyalarını Avrupa ortalarına taşımak istedikleri aşamada Tuna nehri kıyılarına gelerek Macarların ülkesini işgal etmişlerdir. Avrupa içi çekişmelerde, Orta ve Doğu Avrupa güçleri arasında sıkışıp kalan Macarlar, bu sıkışıklıktan kurtulabilmek, Panslavizm ya da Pangermenizmin çizmeleri altında ezilmemek üzere, kendileri için yeni bir çıkış yolu aramaya başlamışlardır. Avrupa kıtasına gelince Vatikan’ın etkisiyle Hrıstıyan olan Macarlar bu yüzden Türk ve İslam dünyasından uzaklaşmışlar ve Hrıstıyan Avrupa kıtası içinde eriyip gidince kendi geçmişlerini unutmuşlardır. Avrupa kıtasının ortasında   beş yüz yıllık bir krallık kurabilecek kadar ileri giden Macarların, Hrıstıyan dinini benimsedikten sonra iyice bu kıta ile bütünleşerek, geçmişlerini ve eski geleneksel yapılarını unutma aşamasına geldikleri görülmüştür.

                Birinci dünya savaşı sürecinde, Pangermenizm ile Panslavizm Doğu Avrupa bölgesini ele geçirme yarışına kalkışırken, arada kalıp ezilmemek ve büyük bir savaş içinde fazla insan kaybetmemek üzere Macar aydınları arasında bir arayış başlamış ve bu gibi girişimlerin sonucunda Macarlar tekrar eski köklerine döndükleri noktada, Asya kıtasından gelip bu topraklara yerleşme gerçeği ile karşı karşıya kalmışlardır. Bin iki yüz yıldır Avrupa kıtasının ortalarında yaşayan ve bu bölgede bağımsız devletler ile imparatorluk kuran Macarlar, giderek genişleyen Pangermenizm ile Panslavizm arasında sıkışıp kalınca, bu iki büyük hareket karşısında eriyip yok olmamak üzere, Macar aydınları arasında kendi kökenlerini öne çıkararak ayrı bir akım biçiminde geliştiren yeni bir pancılık akımı örgütlenme aşamasına gelinmiştir. İşte bu akım Panturanizm olarak siyaset sahnesinde öne çıkarken, Macarların tarih sahnesine çıktığı coğrafya esas alınmıştır. Bir orta Avrupa ülkesi olmasına rağmen kendilerini kurtarma doğrultusunda bir Panavrupacılık akımını kurtuluş çaresi olarak görmeyen Macar aydınları, silkelenip kendilerine döndükleri noktada bir Asya toplumu olduklarını kimliklerini ve ulusal yapılarını koruma noktasına hatırlayarak, Panturanizm akımıyla ortaya çıkmışlardır. Panturanizm, dünyanın merkezi bölgesi olan Avrasya kıtasında Pangermenizm ile Panslavizme dayanan Alman ve Rus emperyalizmlerine teslim olmamak üzere örgütlenmiş bir akımdır. Tarihsel olarak Macarların geçmişi incelendiğinde, bugün Rusya Federasyonu sınırları içerisinde ayrı bir devlet olarak yer alan Başkürdistan ülkesinden geldikleri anlaşılmaktadır. Hazar denizinin kuzey bölgesinde yer alan Başkürdistan ilk Macar devletinin kurulduğu bölge olmuş ve daha sonra göçler yolu ile Avrupa katısına gidilince, ikinci Macar devleti Tuna nehri kıyılarında kurulmuştur. Yirminci yüz yılda, dünya savaşları ile yeni bir dünya düzeni kurulmaya çalışılırken, bütün halklar ve toplumlar kendi kimliklerini yeniden gözden geçirmek zorunda kalmışlar, tarih sahnesinde eriyip gitmemek için kendilerine özgü bir çıkış yolu olarak Başkürdistan’ın tam ortalarında yer aldığı Turan coğrafyası hareket noktası olarak benimsenerek, Pangermenizme, Panslavizme ve Panislamizme karşı ayrı bir çizgide Panturanizm, Macar aydınlarının öncülüğünde dünya sahnesinde yerini almıştır.

                Panturanizmin siyasal bir akım olarak tarih sahnesine çıkışı, emperyal bir hegemonya arayan Macar emperyalizminin girişimleriyle değil aksine, Panslavizm ya da Pangermenizm gibi iki emperyalist akımın çekişme ve çatışma alanı ortasında kalarak yok olmamak üzere, Macar aydınlarının gündeme getirmiş olduğu bir ulusal var olma ve kendini savunma refleksidir. İmparatorlukların çöktüğü bir aşamada, belirli bir bölgede topluca yaşayan insan gruplarını bir araya getirmek ya da kendi devletlerinin eski imparatorluk alanlarındaki siyasal gücünü koruyarak yola devam etme çabasında olan emperyal politikalar kendi pancılıklarını bölge halklarına dayatınca, Slav ya da Germen asıllı olmayan Macarların tarihsel köken arayışları gündeme gelmiştir. Macarlar Hrıstıyan kimlikleri yüzünden uzaklaştıkları Türk dünyasına geri dönünce kendi gerçek kimliklerini görmüşler ve bütün Ural- Altay halkları gibi Turan bölgesinin Türk asıllı kavimlerinden olduklarını anlamışlardır. Hazar imparatorluğu gibi bir büyük Türk devletinin uzantısı olarak göçler yolu ile Avrupa kıtasının ortalarına gelerek bin yılı aşkın bir süredir bu bölgede yaşamlarını sürdüren Macarlar, Alman ve Rus emperyalizmlerinin  ayağının altında kalmamak üzere ,yüzlerini doğuya dönerek kendileri için bir çıkış yolu aramaya yönelmişlerdir .Bu nedenle, tarih sahnesine çıkmış oldukları bölgenin adını öne çıkararak, Ural-Altay bölgesinden  ortaya çıkmış olan halklara Turani kavimler demişler ve kendilerini de Turan  toplumları içerisinde sayarak,  Panturanizmi kendi kökenleri ile tarihsel geçmişlerine en uygun yol olarak  görmüşlerdir. Bir orta Avrupa milleti olarak Macarlar köklerine döndükleri aşamada, tıpkı Almanlar gibi bir doğu politikasını öne çıkarmaya çalışmışlardır. Almanların Ostpolitik adını verdikleri milli doğu politikasına paralel bir çizgide Macarları da doğu politikalarına Turanizm adını vererek, Panturanizmin öncülüğünü yapmaya çalışmışlardır.

                Turancılık, Slavcılık, Germencilik ve İslamcılık akımlarına karşı bir ulusal savunma ya da alternatif arayışı olarak gündeme geldiği aşamada, Macaristan’da Turan Cemiyeti kurulmuş, ayrıca bu doğrultuda başka örgütlenmelere gidilerek Macarlar ile beraber  Avrupa kıtasının Türk asıllı toplulukları ile yakın ilişkiler geliştirilmeye çalışılmıştır. Tarihteki adı Fin-Ogur göçleri olan toplumsal hareketlilik süreci içerisinde, Hazar bölgesinden Avrupa’nın çeşitli bölgelerine yayılmış olan Türk asıllı toplumlar olan Bulgarlar, Finliler, Estonlar ve Çekler ile yakın ilişkiler kurularak, Germen ve Slav asıllı kavimlere karşı bir Turan birlikteliği Panturanizm çizgisinde sağlanmaya çalışılmıştır. Macaristan bu aşamada, Avrasya’daki Rusya ve Almanya hegemonya arayışının alternatif merkezi haline gelince, Macar aydınları ülkelerinden kalkarak Orta Doğu ve Orta Asya yollarına düşmüşler ve kendilerinin de içinden çıkmış oldukları Turan coğrafyasının yeni dönemdeki durumunu tespit etmeye çalışmışlardır. Macarlar kendi gelecekleri açısından çok korktukları bir Almanya ve Rusya savaşı sırasında savaş alanının ortasında kalarak yok olmak istemedikleri için, kendilerinin Turan adını verdikleri bölgedeki Türk ve Müslüman asıllı halkların durumlarını da belirlemeye çalışmışlardır. Önceliği kendi anavatanları olan Başkürdistan’a veren Macar aydınları, bu bölgenin iç Asya tarafında kalması ve bu yüzden geri dönme ve yeni bir göç mekânı olması açısından yetersiz kaldığını belirleyince, ön Asya coğrafyasının en cazip bölgesi olan Anadolu yarımadası ile de yakından ilgilenmişlerdir. Osmanlı İmparatorluğunun da bir Türk devleti olması yüzünden, bu bölgeye kendilerini daha yakın hisseden Macarlar, bir büyük savaş sırasında Turan bölgesine geri dönüş istikametinde Doğu Anadolu bölgesini kendileri açısından yerleşmek için uygun bir bölge olarak görmüşlerdir. Bu doğrultuda üç yüz den fazla Macar aydını, Osmanlı ülkesine gelerek, Anadolu yarımadasını karış karış gezmişler ve bu ülkeyi, bir büyük savaş sırasında yeni yerleşme alanı olarak belirlemişlerdir. Asya kökenli bir halk olarak kendi geleceklerini Avrupa ‘da değil, tarih sahnesine çıktıkları topraklarda aramaya başlayan Macar aydınları sahip oldukları tarih bilinci ile, dünyanın yeniden biçimlenmesi aşamasında hem kendi açılarından hem de dünya dengeleri yüzünden etkin olmaya çaba göstermişlerdir.

                Birinci dünya savaşı sırasında Almanya ile birlikte hareket eden Macarlar, doğuya doğru yöneldikleri aşamada Panturanizmi daha da geliştirmişler ve Bulgarlar ve Osmanlılar gibi iki önemli devlet ile, batı Avrupalı Atlantik güçlerine karşı ortak bir savaş içerisinde yer almışlardır. Atlantik emperyalizmi İngiltere ve Fransa üzerinden dünyanın merkezine dönerek, Avrasya kıtasını ele geçirmeye yöneldiği bir aşamada, dünyanın doğusunda yer alan Turan bölgesinin halkları bir araya gelerek kendi anavatanlarında daha güçlü bir çıkışın arayışı içinde olmuşlardır. Macar aydınlarının orta Avrupa bölgesinde başlattıkları Turan kökenli kavimlerin gelecek arayışı, Bulgaristan ve Osmanlı İmparatorluğu üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgesine kadar ulaşmış ve bu doğrultuda Panturanizm akımı Panslavizm, Pangermenizm ve Panislamizm akımlarına karşı Türk asıllı toplulukların geleceği açısından devreye girmiştir. Cihan savaşları ile dünya düzeni yeniden kurulmak istenirken, Slav  ve Germen  asıllı toplumlara  karşı Turan asıllı kavimler  bir araya gelerek birleşmek zorunda kalmışlardır Ural-Altay ya da Turan denilen bölge kökenli olarak dünya sahnesine çıkmış olan bütün  Türk asıllı kavimlerin ortak bir gelecek arayışı olarak Panturanizm, en batılı  ve gelişmiş Turan toplumu olan Macaristan’da dünya sahnesine çıkmış olması bir rastlantı değil, aksine tarihsel sürecin ortaya çıkardığı bir siyasal birikimin sonucudur . Macarlar, Turan bölgesini yeniden keşfederlerken tarih sahnesindeki Türk varlığını sorgulayarak, geleceğin dünyası için Panturanizmi bir çıkış yolu olarak görüyorlardı. Turanizm, Macar milleti üzerinden bütün Turan kavimlerinin ve Türk dünyasının yeniden ayağa kalkışının bir anlamda yeni simgesi olarak öne çıkıyordu.

                Turancılık Macaristan’da ortaya çıktıktan sonra bütün Türk dünyasında hızla yayılırken Osmanlı İmparatorluğu içinde de tartışılmaya başlanmış ve Türk asıllı Osmanlı toplulukları içinde çok hızlı bir biçimde etki sağlayarak, imparatorluk sonrası dönemde, bir Türk devletinin kurulmasına giden yolda önemli bir ölçüde katkı sağlamıştır.  Osmanlı’dan Türkiye’ye geçerken, Turancılığın getirdiği uyanış ile Türkçülük akımı devreye girmiş ve bu akımın hızla örgütlenmesi sayesinde, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti çağdaş bir devlet olarak kurulmuştur. Ön Asya ve Orta Asya bölgelerini içine alan, Hazar ve Kafkasya merkezli alana, Turancılık akımı sonrasında Turan bölgesi adı verilmiştir. Güneyinde İran’ın yer aldığı, Turan coğrafyası, Hazar denizinin iki yakasında bir araya gelerek Çin seddine kadar uzanan bütün Türk toplumlarını içine alacak bir düzeyde gelişmeler göstermiştir. Orta Asya, Kafkasya, Hazar, Ön Asya ve Balkanlar gibi bölgelerde yaşamlarını sürdüren Türk asıllı topluluklar, daha sonraki aşamada Avrupa’daki Turani kavimler ile bir araya gelebilmenin yollarını Panturanizm akımı sayesinde bulabilmişlerdir. Bu yönü ile Turancılık, Slav, Germen, Latin ve Anglosakson halklarına karşı, Turan bölgesinden tarih sahnesine çıkan Türk asıllı toplulukların var olma ideolojisidir. Bu yönü ile de ciddi bir haklılık temeline sahip bulunmaktadır. Dünya haritasında yer alan bütün uluslar ve halklar gibi, Turan halklarının da var olma ve yaşamlarını sürdürme hakları bulunmaktadır. Batılı ya da Avrupalı uluslar kendi çıkarları doğrultusunda bir dünya hegemonyası oluşturabilmek için dünya savaşlarını gündeme getirirken, tüm diğer halklar gibi Turan kavimleri ve toplumları da kendi varlıklarını koruyabilmenin ve güvence altına alabilmenin yollarını arayacaklardır. Macar aydınlarının bu alanda öncülük yaparak öne çıkmalarıyla, Germen ve Slav asıllı toplulukların yeni emperyal düzenler oluşturarak, Turan asıllı kavimleri yok etme projeleri önlenebilmiştir. Bu gerçek de Turancılığın emperyalist amaçlı saldırgan bir ideoloji değil, Rus, Alman, Latin   ya da Anglosakson kökenli   toplumların saldırganlığına karşı tamamen savunmacı bir çizgide haklılık gösteren bir yaklaşım olduğunu açıkça göstermektedir. Turancılık akımı, Türk asıllı Turan kavimlerinin varlığını korumak ve diğer saldırgan ırkçı ideolojilere karşı, Türk ve Turan dünyasının haklı ve meşru var olma mücadelesiyle dünya barışını meşru zeminde oluşturabilmenin arayışıdır. Hiçbir biçimde saldırgan bir ırkçılık olmayan Turancılık, bu yönü ile ele alındığında bütünüyle haklılık kazanmaktadır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


19 Aralık 2020 Cumartesi

ÖNCE NAHCIVAN KORİDORU AÇILMALIDIR- Prof.Dr. Anıl ÇEÇEN

 ÖNCE NAHCIVAN KORİDORU AÇILMALIDIR

 Geçen sene yaz aylarına doğru olaylar birbiri ardı sıra gündeme gelince, Türkiye önümüzdeki gündemin, Orta Doğu’dan Kafkasya’ya doğru değiştiğini görmeye başladı. Küreselleşme sürecinin başlamasıyla beraber Orta Doğu’ya gelen ABD, bu bölgede İsrail’in çıkarları için savaşmak zorunda kaldığı için, dünya gündeminde Orta Doğu sürekli olarak birinci sırayı alıyordu. Ne var ki, aradan geçen otuz yıllık bir zaman diliminden sonra, yeni ABD yönetimi, başını Orta Doğu çöllerine gömmekten vazgeçerek, dünyaya daha geniş açıdan yeniden bakmaya başlamıştır. Dünyanın merkezi bölgesini ele geçirmek üzere savaş süreci tırmandırılırken, süper güç olarak ABD’nin bütün kıtalar üzerindeki hegemonyasının giderek azaldığı ve yeni dönemde artık dünyanın ABD’ye karşı gündeme gelen farklı kutup başları ve bölgesel oluşumların, yenidünya düzeninin belirlenmesinde eskisine oranla daha fazla etkili olacakları görülmektedir. Tam bu aşamada artık dünyanın gerginlik noktasının kuzeye doğru çıktığı ve böyle bir aşamada, Kafkasya üzerinde odaklandığı anlaşılmaktadır. Ermeni kapısının açılmak istenmesiyle beraber gündeme gelen Azeri-Ermeni gerginliği bu durumun çok açık bir göstergesi olarak dünya gündemine girmiştir.

Bir bölge ülkesi olarak Türkiye, Kafkasya’nın uzantısı biçiminde bir konuma sahip bulunmaktadır. Türkiye’nin doğusu, Kafkasya’nın batısıdır. Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra, Anadolu’da ilk hükümet girişimi Kars’da Güney Batı Kafkasya yönetimi olarak gündeme gelmiştir. Eğer Anadolu halkı toparlanarak bir ulusal kurtuluş savaşı vermeseydi, son Osmanlı Meclisinde ilan edilen milli sınırlar çerçevesinde bir ulusal devlet kurmasaydı, Ankara hükümeti bütün Anadolu’yu kontrolü altına alamayacaktı ve bu nedenle de, belki Kars merkezli bir Güney Batı Kafkasya devleti günümüzde doğu Anadolu topraklarını da içine alarak devam ediyor olacaktı. Ne var ki, imparatorluktan ulus devlete geçerken ortaya çıkmış olan bu ara hükümet denemesi bile, Türkiye’nin Kafkasya bölgesi ile nasıl bir ortak konuma sahip olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Bugün Güney Kafkasya’da yer alan üç küçük devletin genişleme ve yayılma alanları, Türkiye Cumhuriyeti devletinin milli sınırları içerisinde yer alan Doğu Anadolu bölgesinde bulunmaktadır. Bu durumu iyi bilen Atatürk önceliği doğu cephesine vererek, Gürcistan ve Ermenistan ile ilk önce çatışma sonra da barış yolunu gerçekleştirerek, Türkiye’nin doğu sınırlarının çizilmesini gerçekleştirmiştir. İki küçük devlet ile yapılan sınır anlaşmaları daha sonraki aşamada bunların patronu konumundaki Sovyetler Birliğine de kabul ettirilerek, kurtuluş savaşının ağırlığı güney ve batı cephelerine kaydırılmıştır.

      Doğu sınırları çizilirken, Sovyetler Birliğinin baskısı ile Ermeni sınırı İran sınırına kadar uzatılmış ve Türkiye ile Azerbaycan arasına bir Ermeni bıçağı yerleştirilmiştir. Böylece, iki kardeş ülke olan Türkiye ile Azerbaycan’ın sınır komşusu olması önlenmiştir. Yıllardır iki toplum arasında dile getirilen birleşerek tek devlet olma idealinin önüne, Ermeni bıçağı çıkarılmış ve bu yoldan Türkiye Cumhuriyeti ile Azerbaycan devletinin gelecekte birleşerek, tek devlete dönüşmelerine gidecek olan yol kapatılmak istenmiştir. Kafkasya haritasına bakıldığı zaman, bölge nüfusunun büyük çoğunluğunu oluşturan Türk asıllı toplulukların birbirlerinden ayrı tutulmak üzere her yolun denendiği anlaşılmaktadır. Türk topluluklarının bir kısmı İran’da, bir kısmı Azerbaycan’da, bir kısmı Türkiye’de bırakılırken, Kuzey Kafkasya’da yaşayan çok miktarda Türk ve Müslüman nüfus da Rusya’nın hegemonyasına terk edilmiştir. Bir imparatorluğun çöküşü üzerine,  sahipsiz ve dağınık bir durumda kalan Türk topluluklarının yeni dönemde bir araya gelerek ortak bir devlet çatısı altında yaşam düzenine sahip olmaları ideali gerçekleştirilememiştir. Bu nedenle, Kafkasya haritası karışık bir durumda bırakılmış ve küçük Ermeni devleti bölgeye Türkleri dağıtmak üzere, Ruslar ve batı ülkelerinin işbirliği ile yerleştirilmiştir. Ermeniler bu coğrafyanın eski topluluklarından birisi olmalarına rağmen, yirminci yüzyılın başlarında Kafkasya haritası çizilirken orta bölgede bırakılarak, Türk dünyasının entegrasyonu önlenmiştir. Küçük Ermenistan devleti ve bunun İran’a kadar uzanan bıçak görünümündeki sonradan uzatmalı sınırları dikkate alınırsa esas amacın, bölgedeki Türk varlığının bütünleşmesini önlemek olduğu açıkça görülmektedir. Ermeni bıçağı yüzünden Türkiye ve Azerbaycan birleşememiş ama ortaya başka bir garip durum daha çıkmıştır. O da Nahçıvan bölgesinin dağlar arasında dünyadan kopuk bir konumda kendi kaderine terk edilmesidir.

      Azerbaycan’ın ve dolayısıyla Türk dünyasının bir parçası olan küçük Nahçıvan bölgesinin ne Azerbaycan’ın, ne de Türkiye’nin sınırları içinde olmasına izin verilmemiş, iki Türk ülkesi arasında yer alan bu küçük Türk toprağının sahipsizliğe terk edilmesi gibi garip bir durum ortaya çıkarılmıştır. Bugün Azerbaycan’a bağlı bir özerk bölge konumunda bulunan Nahcıvan bölgesi, Ermeni bıçağının İran sınırına kadar uzatılması nedeniyle, Türkiye ve Azerbaycan arasına sıkışmış ama Ermenistan sınırı yüzünden de bir türlü istediği ilişkileri kuramamıştır. Ermeni bıçağı Nahcivan bölgesinin dünyaya açılan koridorunu kapatmıştır. Ermeni bıçağı aracılığı ile bölge Türklerinin bütünleşmesi önlendiği gibi, Nahcivan bölgesi de dağlar arasında kimsesizliğe terk edilmiştir. Sovyetler Birliği döneminde bölgedeki demir perde uygulaması nedeniyle kamuoyundan gizlenen bu haksızlık,  yeni dönemde gün ışığına çıkmış ve Kafkasya bölgesindeki asıl problemin Nahcıvan koridorunun kapatılmasından kaynaklandığı anlaşılmıştır. Eğer Ermeni bıçağı İran sınırına kadar Kapan bölgesine kadar uzatılmasa, Nahcıvan ile Azerbaycan birleşmiş olacak ve böylece Nahcıvan üzerinden Türkiye ile Azerbaycan sınır komşusu olabileceklerdi. Ermenistan İran ile sınır komşusu yapılırken, Türkiye ile Azerbaycan’ın sınır komşusu olmaları önlenmiş ve böylece, Kafkasya’da güçlü bir Türk dayanışmasının önüne geçilmiştir. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş aşamasında Sovyetler Birliği üzerinden dayatılan bu çözüm, aslında gerçek bir barış getirememiş ve geleceğe dönük olarak ciddi bir çözümsüzlük sürecinin başlamasına neden olmuştur. Birbirinden koparılan iki Türk ülkesinden Azerbaycan demir perde içinde Sovyet hegemonyasına terk edilirken, Türkiye’de soğuk savaş döneminin gerginliği içinde ABD hegemonyasının bölgedeki üssü ya da sınır karakolu konumuna sürükleniyordu.

Bugün gelinen noktada, Ermenistan sınır kapısının açılması yüzünden, Türkiye ve Azerbaycan’ın karşı karşıya gelmelerinin ana nedeni bölgede kendi hegemonyasını kurmak isteyen Rus ve Amerikan emperyalizmlerinin karşıt politikalarıdır. Rusya bölgede Ermenistan üzerinden ağırlığını sürdürürken Azerbaycan’ı Ermeni bıçağı ile Türkiye’den ayrı tutmuş, Amerika ise Nato üzerinden Türkiye’yi kullanarak bölgede Rusya’ya karşı bir ağırlık dengesi kurmak istemiştir. Yüz yıl önce çizilen sınırların değişen güç dengeleri nedeniyle bugün yeni bir düzene doğru gidildiği aşamada, yeniden çizilmek istenmesi yüzünden Kafkasya’da suların ısınmağa başladığı göze çarpmaktadır. Batı dünyasının kendi içinde yaşadığı çekişme ve kavgalar nedeniyle gündeme gelmiş olan Soğuk Savaş dönemi geride kalınca, Sovyetler Birliği dağılmış ve böylece Orta Asya ve Baltık ülkeleri ile beraber Güney Kafkasya ülkeleri de bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. Otuz yıl önce başlayan yeni dönemde, Azerbaycan Ermenistan çekişmeleri zaman zaman sıcak çatışmalara dönüşmüş, Ermenistan Azerbaycan’ın topraklarının beşte birini oluşturan Dağlık Karabağ bölgesini işgal ederken, ortaya bir de binlerce Azerinin öldürüldüğü Hocalı katliamı çıkmıştır. Yüz yıldır Türklerin aleyhine soykırım suçlaması ile dünya kamuoyunu karıştıran Ermenilerin, ellerine fırsat geçtiğinde Hocalı’da soykırım uygulayarak masum Azerileri yok ettikleri görülmüştür. Kendileri Hocalı’da Azeri Türklerine karşı soykırım suçu işleyen Ermenilerin, hala Türkleri soykırım ile suçlamağa kalkışmaları, gerçekten ciddi bir çelişki olarak ortada durmakta ve her nedense Türk dış politikası bu çelişkiyi dile getirmekten uzak durmaktadır. Türk diplomasisi sürekli olarak savunma konumunda pasif kaldığı sürece, kendileri Türk soykırımı uygulamaktan çekinmeyen Ermenilerin, Türklere karşı soykırım suçlamasını bir silah olarak kullanmağa devam edecekleri anlaşılmaktadır. Yaşanan gelişmeler doğrultusunda, artık bu gibi çelişkili durumlara bir son vermenin zamanı gelmiştir.

      Yeni dönemde, Rusya’nın Kafkasya’nın güneyine inerek ve Güney Osetya ile Abhazya’yı Gürcistan hegemonyasından kurtararak kendi denetimi altına almasıyla beraber, ABD ve batı ittifakı Rusya’nın Gürcistan’ı bütünüyle işgal etmesinden çekinmektedir. Ermenistan’ı kendi baskısı altında tutmakta olan Rusya’nın yeniden Gürcistan’ı işgale yönelmesiyle, Kafkasya’da bir Rus demir perdesinin yeniden kurulacağı görülmektedir. Bunu önleyebilmek üzere atağa kalkan ABD, Türkiye’yi kullanarak Ermenistan sınır kapısını açtırıp ve böylece Rusya Gürcistan’ı işgal etmeden, Ermenistan üzerinde tam olarak bir batı hegemonyası oluşturmak istemektedir. ABD’nin batı ittifakına dayanarak Türkiye’yi kullandığı bu politika, bir bölge ülkesi olarak Türkiye’ye zarar vermektedir. ABD Rusya’nın Gürcistan hamlesine karşı yeni satranç atağını Ermenistan’da Türkiye aracılığı ile gündeme getirmesi ile iki Türk ülkesini ilk kez karşı karşıya getirmekte ve bu yüzden Türkiye’ye açıkça zarar vermektedir. Türkiye ABD’nin müttefiki olduğu gibi aynı zamanda bir bölge ülkesidir ve kesinlikle ittifak ilişkilerinin, Türkiye’nin bölgedeki konumuna ve çıkarlarına zarar vermemesi gerekmektedir. Şimdiye kadar batıcı iktidarlar aracılığı ile Türkiye kendi çıkarlarına ters düşen bir biçimde yönlendirilmiştir. Ne var ki, eski dönemden gelen bu tür zorlamalar Türkiye ve bölge barışını ciddi olarak tehdit etmekte ve Ermeniler ile Türkleri yeni bir çatışma ortamına doğru sürüklemektedir. Türkiye yeni dönemde ABD’nin çıkarları yüzünden komşuları ile çatışma ya da savaş ortamına düşmemelidir. Türkiye bu doğrultuda kendisini düşündüğü kadar,  soydaşı ve kardeşi olan Azerbaycan’ı da düşünmek zorundadır. Ermenistan ile Azerbaycan karşı karşıya geldiği aşamada, Türkiye’nin yeri her zaman Azerbaycan’ın yanı olmalıdır. Bu durumda Azerbaycan’ın aleyhine olabilecek hiç bir çözüme Türkiye’nin alet olması düşünülemez. Bunu başta ABD olmak üzere bütün dünya ülkelerinin iyi bilmelerinde dünya ve bölge barışı açısından büyük yarar vardır.

Ermeni kapısının açılması konusu, ABD’nin Rusya’ya karşı Kafkasya’da bir önleyici denge kurmak arzusundan gelmektedir. Ne var ki, Ermenistan daha Rusya’dan tam olarak kopmamıştır ve Türkiye aleyhindeki talepleri ile propagandalarından da asla vazgeçmemiştir. Ermeni kapısının açılması hem ABD’ye hem de Ermenistan’a fayda sağlayacaktır ama Türkiye için zararlı olacaktır çünkü Azeri toprakları üzerinde Ermeni işgali devam etmektedir. Bu açıdan Dağlık Karabağ bölgesindeki Ermeni işgalinin sona ermesi, Azerbaycan’ı yeni bir barış için tatmin edebilmek üzere öncelikle sağlanmalıdır. Ermenistan için kapılar açılmadan Dağlık Karabağ bölgesi Azerbaycan’a iade edilmeli, bir milyonu aşkın Azeri göçmenin yeniden yurtlarına dönmeleri sağlanmalıdır. Her iki ülke için bunlar yapılırken, Türkiye’nin önceliği ise Nahçıvan koridorunun açılmasıdır. Zengezur ve Laçin bölgelerini de kapsayan bir Nahçıvan koridoru açılması, Türkiye ile Azerbaycan’ı bütünleştireceği için Ermeni kapısının açılmasıyla ortaya çıkabilecek mahzurların giderilmesinde, iki ülke dayanışmasıyla denge sağlayabilecektir. Sovyet Emperyalizmi ile Hırıstıyan dayanışmasının, Ermeni bıçağını İran’a kadar uzatarak yüz yıl önce kapatmış olduğu Nahçıvan koridorunun, artık günümüzde açılması gerekmektedir. Türkiye açısından son gelişmelerin bu doğrultuda ele alınmasında yarar vardır. Önce Ermeni bıçağı kaldırılarak Nahçıvan koridoru açılacaktır, ikinci aşamada Ermeni işgaline son verilerek Dağlık Karabağ Azerbaycan’a geri verilecektir. Ancak üçüncü aşamada, Ermenistan sınır kapısının açılması düşünülebilecektir. Azerbaycan için Karabağ sorunu çözülmedikçe ve Türkiye için Nahçıvan koridoru açılmadıkça, hiç bir Ermeni kapısının açılmasını iki Türk ülkesi kabul etmeyeceklerdir. Bu nedenle, Rusya’nın güney Kafkasya’ya inmesini istemeyen batılı emperyalist güçler, Ermeni kapısının açılmasından önce, Dağlık Karabağ bölgesinin iadesi ile Nahçıvan koridorunun açılmasına öncelik vermelidirler. Aksi takdirde, hem Türkiye’yi hem de Azerbaycan’ı karşılarına almak durumunda kalacaklardır.

     Türkiye ve Azerbaycan arasında jeopolitik açıdan bir doğal köprü konumunda bulunan Nahçıvan bölgesinde, bugün iki yüz bin civarında Türk dağlar arasına sıkışmış olarak yaşamağa çalışmaktadır. Ermenileri sınır kapısı üzerinden dışa açmak isteyenler, hiç Nahçıvan Azerilerinin de dışa açılma hakkından söz etmemektedirler. En az Ermeniler kadar Nahçıvan Türklerinin de dışa açılma hakkı vardır. Onların bu hakkı ancak koridorun açılmasıyla sağlanabilecek ve o zaman gerçek anlamda Nahçıvan, Azerbaycan ve Türkiye bütünleşmesinin köprüsü olabilecektir.  Kafkasya’da tırmanmakta olan Rus ve ABD gerginliğine karşı, bölgede barışı sağlayacak alternatif çözüm Türkiye ve Azerbaycan bütünleşmesinden geçmektedir. Yirminci yüzyılın başlarında toplanmış olan Birinci Bakü Kurultayının bir benzeri olarak, İkinci Bakü kurultayı Azerbaycan’ın başkentinde İran, Irak, Gürcistan, Suriye, Türkiye ve Türkmenistan’ın da katılmasıyla yapılırsa, Hazar bölgesi ülkeleri kendi barışlarını emperyal güçleri dışlayarak gerçekleştirebileceklerdir. O nedenle bugün için yapılması gereken öncelikli iş, Nahçıvan koridorunun açılmasıdır.

Yirminci yüzyılın ilk çeyreğinde yeni bir savaş dalgasının Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinden Kafkasya’ya doğru tırmanması Avrasya bölgesinin geleceği açısından yeni bir dönemi başlatmıştır. Yenidünya düzeni oluşturma çabalarının başlamış olduğu bugünlerde dünyanın bütün jeopolitik bölgelerinin farklı bir konuma sürüklenmesi üzerine, Karabağ bölgesi ile birlikte Nahcıvan bölgesinin de harita üzerindeki konumlarında önemli ölçülerde değişiklik gündeme gelmiştir. Birinci dünya savaşı sonrasında çizilmiş olan bölge devletlerinin sınırları bu yüzden geçerliliğini yitirmiş ve bu bölgedeki sorunların çözüme kavuşturulması açısından engel oluşturmaya başlamıştır. Bu çerçevede yenidünya düzeni sürecinde Karabağ ve Nahçıvan sorunları acilen ele alınarak bölgedeki geçiş yollarının açılması sağlanmalıdır.

Küreselleşme sonrasında devre ara ye giren yeni dönemin Kafkasya’daki ilk savaşı Ermenistan ve Azerbaycan da Dağlık Karabağ bölgesinin yönetim biçimi yüzünden ortaya çıkmıştır. Sovyetler Birliği dağılırken hiç beklenmedik biçimde Ermenistan tarihten gelen yapısı ile bir Azeri toprağı olan Karabağ bölgesini işgal etmiş ve bu bölgelere Ermeni asıllı toplulukları yerleştirerek, bugünün küçük Ermenistan’ını büyütebilmenin çabası içinde olmuştur. Bu doğrultuda Hocalı bölgesinde büyük bir katliam yapan Ermeni devleti, bölgenin Azeri kökenli toplum yapısını kendi çıkarları doğrultusunda değiştirebilmenin yollarını aramıştır. Azerbaycan devletinin daha büyük bir yapıya sahip olması ve petrol zenginliklerini elinde bulundurması gibi sorunları Rus desteği ile aşmaya çalışan Ermenilerin, Kafkasya bölgesinin tam ortasında işgal eylemlerini bugüne kadar devam ettirebilmeleri de, arkalarındaki büyük Hrıstıyan devlet olarak Rusya’nın perde arkasındaki desteğini sürdürmesi ile açıklanabilmektedir. Tarihten gelen dev bir ülke olarak Rusya her zaman için güney sınırlarının güvenlik içinde olmasına dikkat etmiş ve bu yüzden Karadeniz kıyılarındaki topraklar üzerindeki hegemonyasını sürdürmeye çalışmıştır. Özellikle yirminci yüzyılın başlarında Rus ordularının ülkenin güney bölgelerinde emperyalist bir yayılmaya yönelmeleri ile Balkanlardan Kafkaslara doğru uzanan bir kıyı şeridi üzerinde, Rusların Karadeniz hegemonyası güçlendirilerek, Kafkaslar bölgesinde Türk nüfus iki ayrı devletin çatısı altında yaşamaya mahkûm edilmiş ve böylece kuzeyin bu emperyalist devletinin etki alanını genişletebilmesinin önü açılmıştır. İki kutuplu dünya düzeninde Sovyet sisteminin Rus yakın bölgesinde kurulması da,  Rus emperyalizminin sınırlarını genişletmesine yardımcı olmuştur.

Sosyalist sistemin çöküşünden sonra çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi içinde Rus desteği ile Ermeni işgali devam etmiş ama Orta Doğu ve Akdeniz üzerinden gelişen savaş süreci yeniden Kafkasya bölgesine sıçratılınca, Dağlık Karabağ sorunu tekrar canlandırılarak dünya kamuoyunun önüne çıkartılmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılma aşamasında küresel bir değişim dünya kamuoyunu etkilediği için sorun o aşamada çözüme kavuşturulamamıştır. Yirminci yüzyıl boyunca Sovyet sisteminin varlığı yüzünden Rusya’yı karşısına almaktan çekinen batılı devletler yirmi birinci yüzyılda dünya yeniden kurulurken, bu kez Rus emperyalizmine karşı daha dik durarak ve bölgedeki savaşın sona erdirilmesi için devreye girerek, Rusların eskisi gibi Ermenileri himaye etmelerini önlemeye çalışmışlardır. ABD başkanlık seçimleri öncesinde Ermenilerin çeyrek asır işgal altında tuttukları Karabağ bölgesini genişletmek üzere sınırdaki köylere silahlı saldırılar yapması üzerine, Azeri devleti kendini korumak üzere askeri birliklerini devreye sokarak Ermenilerin haksız saldırı ve işgal eylemlerinin önünü kesmek istemiş ve bu yüzden de Karabağ savaşında yeni bir çatışma dönemi daha gündeme gelmiştir. Bu aşamada ABD kendi başkanlık seçimlerini etkileyecek kadar bir siyasal yansımayı, bu savaş üzerinden umut etmiş ama olaylar eskisinden çok farklı bir çizgide gelişerek, Amerikan beklentilerinin boşa çıkmasına yol açmıştır.

Soğuk savaş sonrasında gelişen olaylar tepkisel olarak farklı çizgilerde ilerleyince, batı emperyalizmi içinde yer alan ülkeler daha bağımsız hareket ederek, ABD ile Rusya arasında bir denge arayışı içine girmişler bu nedenle de Rusya eskisi gibi katı bir emperyalist devlet olarak hareket etmeyerek, daha anlayışlı ve yumuşak bir tavır ile ikinci Karabağ savaşının kısa zaman dilimi içinde sona erdirilmesini sağlamıştır. Yüz yıl önce Kafkasya’nın geleceği için Osmanlı devleti ile savaşan Rusya bu kez yüz yıllık bir dönemin geçmesinden sonra daha tecrübeli bir yol izleyerek, Türkiye ile yakınlık içinde meselenin çözüme yönelmesinde etkili olmuştur. Bölgenin iki büyük devleti olarak Türkiye ve Rusya zaman zaman bir araya gelerek, hem çatışmaları önlemeye hem de bölge için kalıcı bir çözüm paketi oluşturmaya çalışmışlardır. Bu doğrultuda bölgede olayları ve gelişmeleri izlemek üzere bir ortak merkez oluşturulmasına ve iki tarafın burada zaman zaman bir araya gelerek, Kafkasya bölgesinde  yeni savaş senaryolarının öne çıkmasını önlemek için işbirliği yapmalarına karar vermişlerdir. İki büyük ülkenin bu konuda anlaşmaya varmalarının arkasında Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde yaşanmış olan siyasal sorunların ve sıcak çatışmaların önlenmesi doğrultusunda, başlatmış oldukları işbirliğinin çok önemli ölçüde olumlu yansımaları olmuştur. Hem Türkiye hem de Rusya merkezi coğrafyada savaşların önlenebilmesi için Türkiye ve Rusya işbirliğinin kaçınılmaz bir biçimde ön koşul olduğunu anlamaları ile son dönem Karabağ savaşı kısa sürmüştür. Bugünün dünyasında Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerinde işbirliği yapan iki büyük devletin merkezi alan barışı için Kafkasya bölgesinde de doğal olarak ortak hareket etmeleri kaçınılmaz olmuştur.

Bugünün koşullarında dünya haritasına bakıldığı zaman en karışık bölge olarak Kafkasya’nın öne çıktığı görülmektedir. Dünyanın jeopolitik yapılanması açısında Kafkasya ele alındığında Asya ve Avrupa kıtalarının birleşme noktası olarak görünmektedir. Bu doğrultuda her iki kıtadaki gelişmelerin doğrudan etkilediği bölgelerin başında Kafkasya gelmektedir. Rusya ve Türkiye hem Avrupa hem de Asya devletleri olarak iki kıtanın kesişme noktasındaki bu bölgenin geleceği ile kendi ulusal çıkarları açısından yakından ilgilenmek durumundadırlar. Kafkasya’nın coğrafi konumu kadar tarihten gelen konumu da üzerinde durulması gereken önemli bir faktör olarak bugünün koşullarında yeniden değerlendirilecek gibi görünmektedir. Milattan sonra üçüncü ve onuncu yüzyıllar arasında Hazar gölünün kıyılarında kurulmuş olan Hazar devleti bir büyük imparatorluğa yönelirken, Asya ve Avrupa toprakları üzerinde yayılmış ve Hazar kıyısındaki kentleri de başkent olarak imparatorluğun merkezi yapmıştır. Hazar bölgesi tarihte merkezi bir alan olarak Sovyet sonrası dönemde yeniden öne çıkarken, Hazar’ın yedi yüzyıllık bir uygarlığın merkezi olarak dünya tarihinde önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. Onuncu yüzyıl sonrasında yaşanan siyasal gelişmelerin biçimlendirdiği Hazar bölgesinin yeniden önem kazanarak geleceğin biçimlenmesinde merkezi bir konuma sahip olacağı şimdiden görülmektedir. Bu noktada, bir dünya imparatorluğu kurmak üzere yola çıkmış olan Hitler’in, neden Avrupa egemenliğine soyunmuş olan Napolyon gibi Rusya’ya karşı Moskova’ya gitmediğini ve bunun yerine neden Hazar bölgesinin kuzeydeki merkezi olan Stalingrad kentine giderek, Hazar bölgesini ele geçirmeye çalıştığını, bugünün kuşaklarının gelecek iyi düşünmeleri gerektiği ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle Kafkasya’ya giden yolların açılması aynı zamanda Hazar bölgesinin yeniden dünyaya açılmasını gerçekleştirecektir.

Bugünkü Kafkasya haritasına bakıldığında fazlasıyla parçalanmışlık içinde karışık bir yapıya sahip olduğu göze çarpmaktadır. Bölgedeki Türk ve Müslüman bir nüfus çoğunluğuna karşılık, Kafkasya’nın tam ortasına Gürcistan ve Ermenistan gibi iki Hrıstıyan devletin oturtulmasının batı ülkelerinin emperyalist müdahaleleri sayesinde gerçekleştiği anlaşılmaktadır. Türkiye Akdeniz’e ve Avrupa’ya doğru kurulurken, diğer Türk devleti olarak Azerbaycan da hem Asya kıtasına hem de Hazar denizine dönük olarak kurulmuştur. Böylece Kafkasya haritasında iki Türk devleti ayrı ayrı kurulurken bunların birleşmesini önlemek üzere çeşitli senaryolar öne çıkarılmıştır. Sırf bu amaçla Azerilerin çoğunlukta bulunduğu bölgelere, Ermeni ve Gürcü asıllı nüfuslar getirilerek doğu ve batı Kafkas Türk devletlerinin birleşmesine set çekilmiştir. Bu doğrultuda Ermenistan sınırları İran’a kadar uzatılarak, Nahcivan ve Karabağ parçalanmış ve Nahcivan koridoru hem Azerbaycan’dan kopartılmış hem de Türkiye sınırlarında ayrı bir özerk bölge olarak kalması sağlanmıştır. Sovyet döneminde Karabağ’ın Azerbaycan sınırları içinde yer almasına karşı çıkılmamış ama Sovyetler Birliğinin dağıldığı gün Ermeni ordusu Rus desteği ile Karabağ’a girerek, iki Türk devletinin yakınlaşarak birleşmesine giden yolu kesmeye çalışmıştır. Bu problem son Karabağ savaşı sırasında yeniden canlandırılmak istenmiş ama Rusya ve Türkiye işbirliği ile bir haksızlık önlenerek Karabağ yeniden Azerbaycan’a devredilmiştir. Ne var ki, sorun Karabağ’ın el değiştirmesiyle tam bir çözüme kavuşamamış, Nahçıvan koridoru meselesi yeniden bütün yönleri ile bugünün gündeminde yeniden öne çıkmıştır.

Kafkasya bölgesindeki devletlerinde önümüzdeki dönemde ABD eski dışişleri bakanının söylediği gibi sınırları değişecek 22 ülke arasında yer alması da önümüzdeki yıllarda Kafkasya’nın konumunu değiştirebilecektir. Bugünkü devletlerin içinde yer alacağı bir Kafkasya Birliğinin kurulup kurulamayacağı da sınırlar yeniden belirlenirken gündeme getirilebilecektir. Hazar bölgesinin yenidünya düzeninde Hitler’in ortaya koyduğu gibi dünyanın merkezi olup olamayacağı, bölge devletlerinin tutumuna bağlı olacak ve bu aşamada Türkiye ile Rusya arasında sürdürülecek işbirliği ya da diyalog farklı yaklaşımların önlenmesini sağlayarak, akıl ve sağduyu çizgisinde bir yeni yapılanmanın bölgede esas olmasına yardımcı olacaktır. Bunun için de ilk atılacak adım Nahçıvan koridorunun açılması olacaktır. Yüz yıl önce harita üzerinde yapılmış olan hatanın düzeltilmesiyle, Nahçıvan’ın Türkiye ve Azerbaycan ile sınır komşusu olması sağlanacak ve Nahcivan bu hali ile öncelikle Türkiye ile Azerbaycan arasında köprü konumuna gelecektir. Nahcivan köprü konumu ile Türkiye üzerinden Avrupa’ya, Azerbaycan üzerinden de Asya’ya bağlanacaktır. Böylece Nahçıvan koridorunun açılmasıyla birlikte Hazar bölgesi ve Kafkasya ülkeleri yeni ipek yolu üzerinden doğu-batı trafiğinin tam ortalarında yeniden Hazar’ın merkezi konuma gelmesini sağlayabilecektir. Rusya ve Türkiye’nin bu çizgide ortak hareket etmesi de aynı zamanda İngiltere ve Çin arasında yeni oluşturulan yeni ipek yolu güzergahında Hazar bölgesini tekrar öne çıkaracaktır. Hazar’ın karşı kıyısında yer alan İran ve Türkmenistan devletlerinin de için de yer alacağı Kafkasya platformu Orta Doğu ve Doğu Akdeniz bölgelerindeki sıcak çatışmaların Kafkasya bölgesine taşınmasına izin vermeyecektir. Bu doğrultuda günümüzde Kafkasya için ilk atılacak adım olarak Nahcivan koridorunun ipek yolu ile birlikte geçişe açılması, dünya barışı açısından son derece acildir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 

12 Aralık 2020 Cumartesi

KARABAĞ ERMENİLERE VERİLEMEZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 KARABAĞ ERMENİLERE VERİLEMEZ

              Son zamanlarda sürekli açılımlara doğru sürüklenen Türkiye’de en önemli açılımlardan birisi olarak da Ermeni açılımı olarak yeni girişimler gündeme getirildi ve devletin en tepesindeki yöneticilerden başlayarak çeşitli diplomatik ataklarda Türk kamu görevlilerinin şimdiye kadar alışılmadık biçim ve doğrultularda hareket etmeye başladıkları görüldü. Türkiye Cumhuriyeti için tarihin derinliklerinden gelen ve sürekli kanayan bir yara durumunda olan Ermeni sorunu, Türklere karşı emperyalizmin kullanmakta olduğu en önemli koz ya da diplomatik silahlardan birisidir. Türkiye Cumhuriyeti ne zaman güçlü bir duruma gelse ya da izlediği politikalardan başarılı sonuçlar almaya başlasa hemen karşısına dikilen sorunlardan başlıcası Ermeni meselesi olmaktadır. Cumhuriyet kurulmadan önce yaşananların sorumluluğu da Türk devletinin kurucularına mal edilerek, bugünkü Türk devletine yüklü bir fatura ödetilmek istenmekte, Ermeni sorunu sürekli olarak kışkırtılarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin Doğu Anadolu bölgesindeki egemenliği ile sınır komşusu olduğu Kafkasya bölgesindeki ağırlığı ortadan kaldırılmak istenmektedir. Türklere karşı hazırlanan bütün plan ve programlarda, Ermeni sorununu kışkırtan ve tırmandırarak Türkiye’nin önünü kesmek isteyen girişimlerin çok ciddi oranda etkileri görülmektedir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılma sürecinde ortaya çıkan Ermeni sorunu, aradan bir yüzyıl geçmesine rağmen her geçen gün katlanarak devam etmektedir. Küçük bir Ermeni devletinin Rusya, Fransa ve ABD destekli kurulmuş olmasına rağmen, sorunun giderek tırmandırıldığı ve büyültülerek merkezi coğrafyadaki Türk egemenliğini ortadan kaldırmak doğrultusunda bütün emperyal devletler tarafından kullanıldığı görülmektedir.

        Ermeni konusunun en önemli yanlarından birisi olarak Karabağ sorunu gündeme girmiştir. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu federasyona dahil olan on beş cumhuriyet bağımsız devlete dönüşünce, Ermenistan en küçük devletlerden birisi olmasına rağmen, Rusya ve batı ülkelerinin desteği ile Azerbaycan’a bağlı bir Türk bölgesi olan Karabağ’ı resmen işgal ederek bu bölgede bir Ermeni egemenliği kurabilmenin arayışı içerisinde olmuştur. Kendini kurtarmaktan aciz bir ülke olan Ermenistan’ın bu saldırgan girişimi bütün dünya ülkeleri tarafından lanetlenmiş ama, Kafkasya’da Müslüman ve Türk hakimiyetini önlemek isteyen bütün Hıristiyan dünya ve İsrail Ermenistan’ın bu haksız girişimine destek vererek, Türk dünyasının aleyhine olan bu işgalin günümüze kadar sürmesini sağlamışlardır. Sovyetler Birliği sonrasında kendilerine göre Kafkasya ve Hazar bölgesi hegemonyası planları yapan batılı Hıristiyan devletlerin tamamı, Ermenistan’ı bu bölgede bir üs olarak kullanarak, Hazar ve Sibirya’ya yönelen enerji koridorları üzerinde kendi çıkarları doğrultusunda etkin olabilmek amacıyla, Ermenistan’ın Karabağ bölgesindeki oldu bittisini görmezden gelmişlerdir. Hiçbir haklı gerekçeye dayanmadan ortaya çıkan işgal durumu, Sovyetler Birliğinin dağılmanın sanki doğal bir sonucu imiş gibi gösterilerek, Türk ve Müslüman kesimlerin bu haksız saldırganlığa direnişi önlenmek istenmiştir. Kafkasya haritasına bakıldığında, eski Azerbaycan topraklarında ve bir milyondan fazla Türk’ün yaşadığı bu bölgede, kendini yönetmekten aciz bir ülke durumundaki Ermenistan’ın haksız işgali önemli bir sorun olarak ortada durmakta ve batılı hiçbir ülke ya da otorite bu haksızlığın ortadan kaldırılabilmesi için hiçbir girişimde bulunmamaktadır. Aksine, bir oldubitti olarak gündeme gelmiş olan Ermeni işgalini giderek hukukileştirerek, Ermenistan merkezli Kafkasya hegemonyası planlarını uygulamaya çalışmaktadırlar. Normal koşullarda Ermenistan’a yardım etmeyen bazı emperyal çevrelerin ise Karabağ üzerindeki haksız Ermeni işgalinin devam edebilmesi doğrultusunda, küçük Ermenistan’a her türlü yardımı yaptıkları görülmektedir. Karabağ’ı işgal edecek doğru dürüst bir orduya sahip olmayan, böyle bir orduyu besleyebilecek nüfus potansiyelinden fazlasıyla yoksun olan küçük Ermenistan, İsrail siyonizmi ve batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda Karabağ işgalini dıştan gelen yardımlarla sürdürmekte, Azerbaycan’a bu konuda yoğun bir batı ülkeleri baskısı uygulanmakta, Türk dünyasının bir araya gelerek Karabağ konusunda Azerbaycan’ın arkasına geçerek bu eski Türk topraklarına sahip çıkmasına izin verilmemektedir. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla gündeme gelmiş olan Karabağ krizi de bu nedenle sürüp gitmekte ve bölgede ciddi bir Türk-Ermeni karşıtlığının kaynağı haline gelmektedir. Karşıtlık ortamı zaman zaman bazı sıcak çatışmalara yol açsa da büyük emperyal güçlerin Ermenistan’a sahip çıkan tutumları yüzünden sorun bir türlü çözüme bağlanamamaktadır.

      Ermenistan ile Azerbaycan arasında bulunan Karabağ bölgesi Aras ve Kür ırmakları arasında yer alan Gökçe gölüne yakın bir dağlık bölgedir. Bu bölge Azerbaycan açısından ele alındığında Ermenistan ve İran topraklarının kontrolünü sağlayan son derece stratejik bir konuma sahip bulunmaktadır. Yirmi bin kilometre karelik Karabağ bölgesinin dört bin kilometrekarelik kısmını oluşturan Dağlık Karabağ bölgesi zaman zaman daha farklı bir konumda gündeme gelmektedir. Karabağ bölgesi; Ağdam, Terter, Yevlah, Fuzuli, Beylegan, Kubatlı, Cebrail, Mingeçever, Gorus, Ağcabendi, Hocavend, Şusa, Hankenti, Laçin, Kelbecer, Hanlar, Akdere, Berde, Zengezur ve Yevlah, Beylegan rayonlarından oluşurken, Dağlık Karabağ bölgesi ise; Hankenti merkez olmak üzere Şusa, Akdere, Hadrut, Hocavent ve Askeran rayonlarından meydana gelmektedir. Bu bölge Sovyetler Birliği döneminde Karabağ özerk bölgesi adını taşıyor ve bu nedenle Ermeni-Azeri çekişmesi dondurulmuş bulunuyordu. Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine Rus ordusunun desteği ile küçük Ermeni devleti Karabağ bölgesini işgal ediyordu. Dağlık Karabağ bölgesi tamamen Azerbaycan toprakları içinde kalmasına rağmen Ermeni ayrılıkçılar Dağlık Karabağ ile Ermenistan arasındaki Azerbaycan’a ait olan bölgeyi de ele geçirerek Azerbaycan’a karşı bir tampon bölge oluşturmayı başarmışlardır. Nüfusunun yarısından fazlası Azeri Türk olan bu bölgenin Ermeni işgali sonrasında nüfus yapısı değiştirilerek, yüzde doksan Ermeni asıllıların üstünlüğü sağlanmış ve bölgede yaşayan bir milyonu aşkın Azerbaycanlı Karabağ topraklarından dışarıya sürülmüşlerdir. Göçmenlere kalıcı bir yer gösterilmediği için, bir milyonluk eski Karabağlı Azeri günümüzde göçer konar bir durumda oradan oraya sürüklenmektedirler.

          Karabağ bölgesinin Türkleşmesi Milattan önce yedinci yüzyıla kadar uzanmaktadır. Saka Türklerinin bir kolu olan Daha’lar o dönemde bu bölgeye gelerek Arşaklılar devletini oluşturmuşlardır. Sakaların bir kolu olan Partlar’dan sonra bölgeye gene Türk asıllı bir kavim olan Albanlar yerleşmiş ve kendi devletlerini kurmuşlardır. Milattan önce altmışlı yıllarda Romalılar Kafkasya’yı ele geçirince sadece Albanlar ayakta kalarak kendi bağımsız devletlerini sürdürmüşlerdir. Albanlar, Kafkasya’da sekizinci yüzyıldaki Arap işgaline kadar bağımsız devlet konumlarını sürdürmüşlerdir. Albanların büyük çoğunluğu zaman içerisinde İslamiyet’i kabul ederek bugünkü Azeri Türklerini meydana getirmişlerdir. İslamiyet’i kabul etmeyen Albanların bir kısmı ise, Doğu Anadolu’daki Ermenilerle zaman içerisinde yakınlaşarak Gregoryenleşmişler ve Kafkasya Ermenilerinin ortaya çıkmasına neden olmuşlardır. Azerbaycan’ın resmi tarihi ise bölgedeki bütün Türk kökenli Albanları, Azerilerin ataları olarak görmektedir. Ermenistan ise, Azerbaycan’ın tersine Karabağ bölgesinin antik bir Hıristiyan krallığının parçası olduğunu savunarak, bölgedeki kiliseleri bu yaklaşımın gerekçeleri olarak öne sürmektedir. Azeri tarihçiler ise, bölgeye Abbasi imparatorluğu döneminde giren İslam’ın bütün Albanlar tarafından benimsendiğini öne sürerek, Ermeni tezlerine karşı çıkmaktadırlar. Bazı başka tarih kaynakları ise, Roma İmparatorluğu döneminde Alybanların bir kısmının bu bölgeden göç ederek Balkanlar’daki bugünkü Arnavutluğun temellerini attığını öne sürmektedirler. Özellikle Arnavutluğun eski adının Albania olarak tanımlanması, Kafkasya’dan Balkanlar’a yapılan Alban göçünü ortaya koymakta ve bu açıklamaları temellendirmektedir. Kakasya Albanları zaman içerisinde Azerileşirken, Balkan Albanları da Arnavutlaşmıştır. 

         Osmanlı-İran savaşı sırasında Karabağ ayrı bir konuma sahip olmuştur. İran’daki Selçuklu İmparatorluğunun parçalanmasından sonra Anadolu ve Kafkasya Türkleri birbirlerinden ayrılmak durumunda kalmışlar ve daha sonra her iki bölgede ayrı ayrı Türk devletleri kurulmuştur. İran Safevi Devleti varken, Anadolu’da da Osmanlı devleti egemen olmuş ve iki Türk devleti daha sonra Kafkasya egemenliği için çatışmak zorunda kalmışlardır. 1578 yılında Osmanlıların Kafkasya seferinden sonra Safevi devleti yenilmiş ve bunun üzerine Vilayet-i Gence Karabağ adı altında Osmanlı İmparatorluğuna bağlı bir vilayet kurulmuştur. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğunun daha çok Balkan merkezli bir düzene yönelmesi ve sürekli Avrupa ile mücadele etmesi nedeniyle bu bölgelerdeki Osmanlı hegemonyası zamanla gerilemiş ve bunun üzerine Ruslar Kafkasya’ya inebilme fırsatını bulmuşlardır. Rus orduları güney Kafkasya’ya inince, bunun üzerine Osmanlı İmparatorluğu bir Azerbaycan seferi düzenleyerek, bölgedeki etkisini sürdürmek istemiş ama Ruslara karşı Balkanlar’da Osmanlılar güç kaybedince, Karabağ bölgesi 1731 yılındaki Osmanlı -İran savaşı sonrasında İran imparatorluğuna bağlanarak Rus etkisi altına girmesi önlenmiştir. İran devletine bağlı bir statü içerisinde Karabağ’da zamanla bir hanlık oluşturulmuş ve Karabağ hanlığı bir süre İran’a bağlı bir özerk bölge olarak varlığını devam ettirmiştir. Rusların sürekli olarak Kuzey Kafkasya’dan güneye doğru akınlar düzenlemesi üzerine Kafkas barışı bozulmuş ve bölge uzun süreli çatışmalara sahne olmuştur.

               Osmanlı İmparatorluğu sürekli olarak Avrupalı emperyalistler ile uğraşırken, arka kapısı olarak görünün Kafkasya ile yakından ilgilenememiş ve bu bölgedeki ağırlığı giderek zayıflamıştır. Bu durumdan yararlanmak isteyen Rusya ise, Kuzey Kafkasya’yı ele geçirdikten sonra Kafkas dağlarının güneyine inerek bu bölgede de kendi egemenlik düzenini oluşturmak için yoğun çaba göstermiştir. Rusların dünya egemenliği projesinde sıcak denizlere inmenin en yakın yollarından birisi olan Kafkasya koridorunun bütünüyle Rus kontrolüne geçmesi için emperyal bir vizyon ile ısrarlı girişimlerde bulunulmuş ve bölgede tarihten gelen uzun süreli Türk hegemonyası gerilerken, Rus emperyalizminin etki ağları geleceğe dönük bir biçimde sağlam bir doğrultuda genişletilmiştir. 1813 yılında imzalanan Gülistan Antlaşması ile Karabağ bölgesi Rusya’ya geçmiştir. Ruslar bölgeye egemen olduktan sonra, Karabağ Hanlığını ortadan kaldırma yoluna gitmişler ve İran ile komşu durumuna gelmişlerdir. Rusya-İran savaşları daha sonraki yıllarda da devam etmiş ve Rus hegemonyası zaman içerisinde Güney Kafkasya’da da bölgenin Türk nüfus çoğunluğuna karşı savaş zaferleri yolu ile kurulmuştur. Rusya Kuzey Kafkasya’yı tam olarak ele geçirdikten sonra Basra körfezine doğru sıcak denizlere inme doğrultusunda Transkafkasya denilen bölgeyi tümüyle ele geçirmek için çok uğraşmış ama bu girişimlere karşı bölgedeki Türk potansiyeli yetersiz kalınca, dünya hegemonyası kavgasında batı emperyalizmi adına Britanya İmparatorluğu devreye girmiştir. Ruslar Osmanlıların geri çekilmesinden yararlanarak İranlılara saldırırken, İranlıları defalarca yenerek Azerbaycan’ın kuzey bölgesini istila ederek bu büyük Türk ülkesini bölmüşlerdir. İran-Rusya savaşları nedeniyle Azerbaycan ikiye bölününce, batının önde gelen emperyalist güçleri Rusya’nın güneye inme doğrultusunda yolunu kesmeye çalışmışlar ve daha sonraki aşamada Rusya’nın karşısına İngiliz ordusu çıkmıştır Sonraki aşamalarda bölgedeki çekişmeler Rus-İran savaşlarından Rusya-İngiltere savaşlarına dönüşmüştür. Böylece Azerbaycan’ın kuzeyini ele geçirerek güney bölgesini de istila etmeyi hedefleyen Rus istilasını İngilizler Kafkasya bölgesinin ortalarında durdurarak, sıcak denizlere Rus emperyalizminin inmesine izin vermemişlerdir. Böylece Osmanlı İmparatorluğunun Balkan savaşları ile Avrupa’da ayakta durmağa çalıştığı bir aşamada Kafkasya’da Rusya-İran ve İngiltere arasında sıkı bir çekişme dönemi yaşanmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleşen Sovyet Devriminin yardımlarıyla Rusya, bütün Orta ve Kuzey Asya ile beraber Kafkasya bölgesini de bir ideolojik imparatorluğun sınırları içerisine katmıştır.

       Soğuk Savaş yıllarında Sovyetler Birliği devam ettiği için, Kafkaslar’daki sınır anlaşmazlıkları da buzdolabına konulmuştur. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki çekişmelerden ders alınarak, bazı ihtilaflar Sovyet hegemonyası altında durdurulmuştur. Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki sınır çekişmeleri bunların içinde en önde geleni olmuştur. Ruslar, on dokuzuncu yüzyılın sonlarına doğru bütün Kuzey Kafkasya’yı mutlak olarak kendilerine bağladıktan sonra güneye yönelmişler ve buradaki güçlerinden yararlanarak Kafkas dağlarının güneyindeki bölgelere sarkmaya başlamışlardır. Rusların bu dönemde girdikleri bölgelerden birisi de Karabağ olmuştur. Ruslar bu bin yıllık Türk ülkesine girdiklerinde hızla Hıristiyanlığı yayarak bölgeyi Türklerden uzaklaştırmaya çalışmışlar, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin bir kısmını da yanlarına çekerek bugünkü küçük Ermeni devletini bölgedeki Türk ve Müslüman ağrırlığına karşı kurmuşlardır. Bir Rus sömürge ve üssü olarak kurulan Kafkasya Ermenistan’ı Karabağ ile yakınlaştırılarak, Rusların işine yarayacak derecede daha büyük bir Ermenistan Rus ordularının desteği ile oluşturulmaya çalışılmış ama Karabağ’ın Türk ve Müslüman halkının direnişi yüzünden Ruslar kendi kurdukları kukla Ermeni devletini Karabağ bölgesi ile bütünleştirememişlerdir. Karabağ ile birleşemeyen Ermenistan zaman içerisinde çok küçük kalmış ve Azeriler ile çekişmelerde bu yüzden Ermeniler istedikleri kadar etkili olamamışlardır. Aradaki boşluğu sürekli olarak Rusya doldurmuş ve Ermenileri Rusların bir uzantısı olarak her zaman için desteklemişlerdir. Bölgenin haritası Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilirken, bir ideolojik imparatorluk kurma şansı verilen Rusya Sovyetler Birliği çatısı altında hem Ermenileri desteklemiş hem de bölgedeki varlığını geleceğe dönük olarak geliştirmeye çalışmıştır. Yirminci yüzyıl bölgede tam bir Rus egemenliği içerisinde geçmiş ve bu durumdan da Ermeniler fazlasıyla yararlanmışlardır. Bugün iki milyonluk küçük Ermenistan’ın Türkiye ve Azerbaycan gibi güçlü iki Türk devletine karşı direnişinin ve karşı koyuşunun arkasında, bu yüzyılı aşkın Rus desteğinin önemli payı bulunmaktadır. Azeriler çok daha güçlü bir konumda olmalarına ve daha büyük bir devlete sahip bulunmalarına rağmen küçük Ermeni devletinin Karabağ işgaline karşı direnememelerinin ana nedeni, Ermenistan’ın arkasında büyük bir devlet olarak Rusya ve Ermeni lobilerinin geniş desteğinin bulunmasıdır.

         1990 yılı itibariyle Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine bölgedeki etnik çatışmalar hızla başlamış ve daha sonra da bir Ermenistan-Azerbaycan savaşına dönüşmüştür. Ermenistan’dan üç misli daha büyük bir devlet konumunda olan Azerbaycan devleti bu savaşta Ruslara karşı direnememiş ve Rus askerlerinin yönetimi altındaki Ermeni birlikleri Karabağ bölgesini işgal ederek, bugünkü haksız istila ortamını yaratmışlardır. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla beraber Baltık, Orta Asya ve Kafkasya cumhuriyetleri teker teker bağımsızlıklarını ilan ederken, yeni bağımsızlık konumuna gelen Azerbaycan ve Ermenistan arasında Karabağ sorunu bütün karmaşıklığı ile öne çıkmıştır. Ermenistan ve Azerbaycan arasındaki savaş sırasında Ermenistan Karabağ’ın Dağlık bölgesini ve bu bölgenin çevresindeki altı ilçeyi Rus desteği ile işgal etmiştir. Rus emperyalizmi tarafından Anadolu ve Azerbaycan Türklerinin birleşmesini önlemek üzere oluşturulmuş olan yapay Ermeni devletinin daha da büyüyerek bölgedeki Türk ve Müslüman ağırlığına karşı bir denge oluşturulabilmesi için Rusya ile beraber ABD, Fransa ve İsrail devletleri Ermenistan’ı sonuna kadar desteklemişlerdir. Bu arada Dağlık Karabağ yöresinde oluşturulan yapay bir cumhuriyet yönetimi Rusya desteği ile bağımsızlığını ilân etmiştir çünkü, Ermeni devletinin bu kadar büyük bir yükü kaldıracak siyasal gücü hiçbir zaman olamamıştır. Amerika ve Avrupa’da rahat koşullarda yaşayan Ermenilere özenen Ermenistan vatandaşları Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla beraber, hemen ülkelerini terk ederek batı ülkelerine göç etmişlerdir. Bu aşamada nüfusunun yarısını göçler yüzünden yitiren Ermenistan devleti kendisini korumada zorlanırken, Karabağ ile yakından ilgilenme durumu bulunmuyordu. Ama bu duruma tamamen ters bir doğrultuda Karabağ’a yönelen işgal girişimi hem Rus hem de batı emperyalizminin bölgedeki Türk hegemonyasının yeniden doğuşuna karşı bir çizgide Ermenistan’ın arkasına geçerek bugünkü haksız işgal ortamının gerçekleşmesine   yardımcı oldukları anlaşılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan devletinin böylesine kendilerine yönelmiş olan emperyalist tutumu iyi izleyerek ve değerlendirerek, iş birliğine yönelik bir politika izlemeleri gerekmektedir. Bin yıllık Türk toprağı olan Karabağ’ı Hıristiyan Ermenilere vermeye çalışan emperyalizm, daha sonraki aşamada Azerbaycan ve Türkiye gibi Türk devletlerinin de ortadan kaldırılmasına yönelik girişimlerini sürdüreceği, açıkça Karabağ sorununda karşılaşılan durumlar çerçevesinde belli olmaktadır. Bu aşamada Türkiye ve Azerbaycan arasında çok sıkı bir dayanışmanın, dış dünyaya ve emperyal güçlerin Kafkasya hegemonyasına karşı geliştirilmesi gerekmektedir.  

         Azerileri Rus desteği ile Karabağ’dan kovan Ermeniler sonradan sağladıkları nüfus üstünlüğüne dayanarak Karabağ’ın Ermenistan ile birleşmesini savunmaktadırlar. Bu doğrultuda kendilerine muhatap olabilmesi için Dağlık Karabağ bölgesinde yapay bir cumhuriyet yönetiminin kurulmasını da desteklemişlerdir. Rusya Karabağ ile Ermenistan’ı bütünleştirmek için kendi ülkesinde yaşamakta olan bazı Ermeni asıllı toplulukların Ermenistan ve Karabağ’a yerleştirilmelerine ve böylece Azerilere karşı yeni bir nüfus dengesi oluşturmaya dikkat etmiştir. Küreselleşmenin başlamasıyla beraber Ermeni vatandaşları kendi ülkelerinden vazgeçerek yabancı ülkelere göç ederken, Rusya Kafkasya’da yeniden Türk ve Müslümanların etkin olmasını önlemek üzere kendisine bir geçiş koridoru oluşturabilmek üzere, Büyük Ermenistan oluşturmaya yönelmiş ve bu doğrultuda Karabağın Ermenistan ile bütünleşmesi sürecini hızlandırmak istemiştir. Tarihten geldiği gibi Azerbaycan’ın kopmaz bir parçası olan Karabağ’ın Rusya’nın emperyal hedefleri doğrultusunda, Kafkasya’dan Orta Doğu’ya geçişi sağlayacak bir Hırıstıyan koridor oluşturmak üzere Ermenilere verilmesi hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de Azerbaycan devletinin ulusal çıkarlarına ve bölgedeki Türk varlığının geleceğine yönelmiş bir tehdittir. Bu nedenle, soğuk savaşla geçen bir yüzyıl sonra yeniden Karabağ’ın Ermenilere verilmek istenmesi konusunun, Türkler tarafından iyi değerlendirilmesi gerekmektedir. Bin yıllık Türk toprağı olan Karabağ bölgesinin yeniden Ermenilere resmen verilmek istenmesi, bu bölgedeki Türklerin varlığına yönelmiş olan en ağır tehditlerden bir tanesidir. Tarihsel süreç içerisinde bölgede yaşanmış   olan olaylar bu durumun en açık göstergesi olarak değerlendirilirse, Karabağ sorununun ne kadar kritik boyutlara sahip olduğu görülebilmektedir.

         Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni dönemde, Ermenilerin Azerilere yönelik katliam ve soykırım girişimlerine   bugünkü kuşaklar açıkça tanık olmuştur. Hocalı katliamı I992 yılında Rus askeri birliklerinin desteği ile, Karabağ’da yaşayan Azerilere karşı yapılmış bir soykırım girişimidir. Azerbaycan Parlamentosunun, Karabağ bölgesi ile ilgili özerk bölge statüsünü kaldırması üzerine, Dağlık Karbağ’da oluşturulan bölge parlamentosu ile bu karara karşı çıkılmış ve Azerbaycan’a karşı resmen bağımsızlık ilan edilmiştir. Azerileri Karabağ ‘dan kovmak üzere Ruslar tarafından planlanan Hocalı katliamı tam bu aşamada gerçekleşmiş ve Azerbaycan’a bağlılığı savunan Azerilerin Karabağ‘ı terk etmesi amacıyla Hocalı katliamı yapılmıştır. Rus ordusunun 366. alayı Ermenilerin safında savaşarak Azerilerin Karabağ’dan çıkartılması için katliama karışmıştır. Katliam sırasında Karabağ’da yaşamakta olan bazı Ahıska Türkleri de hedef alınmış ve diğer Müslümanlarla beraber bir etnik temizlik operasyonu sırasında bunlar da kurban edilmişlerdir. Bir gecede binden fazla Türk ve Müslüman’ın katledildiği Hocalı soykırımı tarihe geçen en acı olaylardan birisi olarak bölgenin ne durumda olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Bu olay üzerine on bin nüfuslu Hocalı da yaşamakta olan üç bin Azeri Türk’ü bölgeyi terk etmek zorunda kalmışlardır. Yapıldığı sırada kamuoyundan gizlenen Hocalı katliamı Karabağ sorununda bir dönüm noktası olmuştur. Bir gecede binden fazla insanın katledilmesi, Karabağ’a Rusların ve Ermeniler’in ne kadar fazla önem verdiklerini göstermiştir. Sırpların Bosna’da Boşnaklar’a yaptığının benzeri derece ağır bir katliam olan Hocalı olayı insanlığın yüz karası olarak tarihe geçmiştir. Hocalı ile Agdam arasındaki yola cesetleri dizen Ermeni ve Rus birlikleri   daha sonra da hızlarını alamayarak Nahcivan’a girmişler ama burada aynı olayı tekrarlayamamışlardı. Ermeniler Kalbecer kentine saldırıya başlayınca bu kez uluslararası toplum devreye girerek yeni bir katliam olayını önlemiştir. Rus destekli Ermeni saldırıları birbirini izledikçe bir milyonu aşkın Azeri yaşadıkları bölgeleri terk ederek göçmen yaşamına yönelmişlerdir.

           Hankenti adını taşıyan şehri Dağlık Karabağ cumhuriyetinin merkezi ilan eden Ermeniler bu kentte düzenledikleri sürekli gösteriler ile Azeri katliamını savunmuşlardır. Tam anlamıyla bir etnik temizleme operasyonu Bosna sonrasında Karabağ toprakları üzerinde ikinci kez Rus emperyalizminin desteği ile ortaya çıkmıştır.  Nüfusunun onda birinin g göçmen konumuna sürüklenmesini önleyemeyen Azerbaycan Cumhuriyeti dünya devletlerinden yardım istemiş ama batılı emperyal devletler Hocalı katliamını Hıristiyan dayanışması çerçevesinde görmezden gelmişlerdir. Azerbaycan ülkesinin birçok bölgesi göçmenlerle dolmuş ve Azeri devleti önemli bir maddi yükün altına bu yüzden girmek zorunda kalmıştır. Sovyetler Birliği zamanında başlamış olan Azeri yer isimlerini değiştirme ve bölgedeki Azeri nüfus yoğunluğunu dağıtma girişimleri yeni dönemde artarak devam etmiş ve sonunda Hocalı katliamı gibi büyük soykırım felaketlerine kadar gitmiştir. Ermenistan’ın başkenti olarak Ruslar tarafından belirlenen Erivan’ın nüfusu yirminci yüzyıla kadar yüzde seksen Azeri nüfusa dayanıyordu. Ermenistandaki iki bin üç yüz köyün iki bininde   Sovyetler Birliği kurulana kadar Azeriler çoğunluğa sahip bulunuyordu. Sovyet hegemonyası altında Rusların Ermenileri destekleyerek yapay ülke Ermenistan’ın  bulunduğu yere iyice yerleşmesi ve Azerilere karşı bir nüfus dengesi oluşturabilmesi için Karabağ ve Ermenistan bütünleşmesini kolaylaştıracak çeşitli girişimlerde bulundukları görülmektedir .Bu süreç günümüzde de devam etmekte ve Rus emperyalizmi  Azerbaycan’a ve Türkiye’ye karşı Karabağ bölgesinin Ermenistan’a verilmesini gerçekleştirmek için çaba sarf etmektedir.Türkiye ve Azerbaycan’ı açıkça tehdit eden  böylesine bir olumsuz gelişmeye karşı Türk dünyasının yeterince dikkatli davranmadığı ve gereken önlemleri almadığı görülmektedir. Azerbaycan’ın pasif politikaları, Türkiye’nin İsrail ve ABD güdümlü politikaları ile birleşince, Hıristiyan dünyasının desteği altındaki Rusya ve Ermenistan iş birliği platformu Karabağ’ın Ermenilere verilmesini hızlandırmaktadır. Son iki asırda Azeri Türklerini kovarak, Azeri toprakları üzerinde bir Ermeni devleti kurdurtan Rus emperyalizmi, kendi çıkarları doğrultusunda küçük Ermenistan’ı büyütebilmek ve bu doğrultuda Karabağ ile Ermenistan’ı birleştirebilmek üzere elinden gelen her yolu denemekte ve muhtemel bir Türkiye Azerbaycan bütünleşmesi ile sağlanacak büyük Türk devleti projesini devre dışı bırakabilmek üzere de Karabağ’ın Ermenileşmesini sonuna kadar savunmaktadır. Pan-Türkizmin Büyük Turan İmparatorluğuna giden yolu güney Kafkasya bölgesinde Rusya ve Ermenistan iş birliği ile kesilmek istenmektedir.

       ABD ve İsrail ikilisi ise, Rusya’nın güneye inerek sıcak denizlere ulaşmasının önünü kesebilmek için Kafkasya ve Hazar bölgelerine girmek ve yeni ortaya çıkan enerji hatlarında egemen olmak istemektedirler. Bu nedenle Ermenistan’ı Rusya’dan koparmaya çalışmaktalar ve bu doğrultuda Türkiye’yi kullanarak Türkiye üzerinden Ermenistan ile yeni köprüler kurmak istemektedirler. Son zamanlar da Türkiye’nin sürekli olarak Ermenistan’a doğru ABD ve İsrail ikilisi tarafından itilmesi sonucunda, tarihten gelen Türkiye ve Azerbaycan birlikteliği bozulma aşamasına gelmiştir. Küreselleşme aşamasında geçen yirmi yılın sonunda, dünyanın yeniden Rusya ve Amerika dengesinde bir düzene doğru sürüklenmesiyle, Türkiye tahtırevanın mihenk noktası konumuna gelmiş ve Rusya ile ABD arasında giderek artan rekabet ortamında, ABD ve İsrail ikilisi Türkiye’yi Ermenistan ile yakınlaştırarak Kafkasya’ya Türkiye üzerinden girebilmenin girişimlerini uygulama alanına aktarmıştır. Türk kamuoyunun alışık olmadığı bu durum Türkiye ile Azerbaycan devletlerinin arasını açarken, Türk dünyasında da hiç iyi karşılanmamıştır. Rus emperyalizmine direnen Türkiye’nin ABD emperyalizmi ve onun üzerinden İsrail Siyonizm’ine alet olmasını, bütün Türk devletleri ve Türk kamuoyu son derece olumsuz karşılayarak bu duruma açıktan karşı çıkmışlardır. Bölgede ABD Büyük Orta Doğu Projesini İsrail ise Büyük İsrail Projesini Türkiye üzerinden gerçekleştirmeye çalışırlarken, Türkiye Cumhuriyeti gibi bir büyük devleti tutsak almaları ve kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak Türk varlığı için en büyük tehdit olan Ermenistan’a yakınlaştırmalarına karşı çok büyük tepkiler gündeme gelmiştir. Ermenistan’ı Rusya’ dan kopararak bölgedeki büyük Türk varlığına karşı kullanmak isteyen emperyal ve Siyonist güçlerin   açılım adı altında Türk politikasını da kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalıştıkları ve bazı dolaylı olaylar yaratarak Türkiye’yi Ermenistan’a yakınlaştırırken, Azerbaycan’dan kasıtlı olarak uzaklaştırmaya çalıştıkları görülmekte ve bu duruma haklı tepkiler birbirini izlemektedir. ABD ve İsrail ikilisinin bu bölgedeki bin yıllık Türk birikimini dikkate almadan gündeme getirdikleri müdahale girişimlerinin, Ermenistan’ı kazanmak için Karabağ’ın Ermenilere verilmesini yeniden gündeme getirdiği ortaya çıkmıştır. Rusya’nın gücünün Ermenistan ile Karabağ bütünleşmesi için yeterli olamadığı bir aşamada, ABD ve İsrail ikilisi kendi projeleri doğrultusunda devreye girerek Karabağı’ın yeniden Ermenistan’a verilmesini zorlamaktadırlar.

          Ermenistan’daki Türk düşmanı kesimleri temsil eden Taşnak partisinin giderek gücünün sınırlandırıldığı görülmekte, tıpkı Türkiye’de olduğu gibi Ermenistan’da da Rusya’ya karşı olan ve batıya yakın duran bir yönetim oluşturulmaya çalışılmaktadır. Batı destekli Türkiye’de gündeme getirilen Ermeni açılımının karşı muhatabı bir yönetim Ermenistan’da ortaya çıkarılmak istenmekte, batı güdümlü bir Ermeni yönetimini iktidara getirebilmek üzere Karabağ konusu kullanılmaktadır. Rusya’nın Ermenistana sağlayamadığı Karabağ’ın, batı desteği ile Ermenistan ile bütünleştirilmesinin, bu küçük Kafkas ülkesinin Rusya’dan koparak batı bloku içinde yer alacağı gibi bazı tahminleri gündeme getirmektedir. Türkiye batı baskısı ile bu doğrultuda açılımlara zorlanırken, hem Ermenistan Türkiye sınır kapısı açılması istenmekte, hem de Türkiye’nin Ermeni soykırımını kabul etmesi için baskılar yapılmaktadır. Ermenistanın yüz misli büyüklükte olan bir ülke olarak Türkiye’nin ABD ve İsrail’in çıkarlarına bu gibi açılımlara zorlanması, Türk tarihine ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşen bir durumdur. Kafkasya bölgesinde Türk ağırlığını ortadan kaldıracak doğrultudaki bazı adımların atılması gelecekte Türkiye Ccumhuriyeti’nin varlığına yönelik bazı ağır ve önemli gelişmelerin başlangıcı olabilecek düzeydeki girişimlerdir. Van gölünün güneyinde bir Büyük Kürdistan oluşturulurken, Van gölünün kuzeyinde de bir Büyük Ermenistan hem Karabağ bölgesi Ermenilere verilerek hem de Türkiye-Ermenistan sınır kapısı açılarak geleceğe dönük oluşturulmak istenmektedir. Türkiye ve Azerbaycan devletlerinin çıkarları açısından son derece tehlikeli boyutlar taşıyacak bir Ermeni açılımında Karabağ’ın Ermenilere verilmesinin kabul edilemeyeceği ve Azeri toprakları üzerindeki haksız Ermeni işgali sona ermedikçe hiçbir biçimde sınır kapılarının açılamayacağının taraflarca iyi bilinmesinde bölge barışı ve istikrar açısından yarar vardır.

         Emperyal çıkarlar doğrultusunda Kafkas dağlarında denize kıyısı olmayan yapay bir biçimde oluşturulmuş bir kukla devlet olarak, Ermenistan’ın geleceğe dönük bir biçimde büyütülmesi ve kurumlaştırılması, bölgedeki Türk egemenliğine karşı çıkan bütün emperyal merkezler tarafından desteklenmektedir. Tarihte ilk Ermeni devletinin Klikya bölgesinde kurulduğu ve Ermenilerin geleceğe dönük bir yaşam düzeni oluşturmak için Akdeniz kıyısında bir devlet istediği tarihi bilgilerin ışığında değerlendirilmelidir.  Bugün ki Ermeni diyasporasının Akdeniz kıyısındaki yapay devlet olan Lübnan’ın başkenti Beyrut’tan yönetildiği gerçeğini de bu aşamada dikkate almak gerekmektedir. Ermenilerin kendi hallerine bırakıldığı zaman bugünkü küçük Ermenistan’ı terk ettikleri görülmektedir. Ermeniler için hiçbir gelecek vaat etmeyen bu küçük devletin, bölgedeki Türk ağırlığına karşı Hıristiyan emperyal güçler tarafından desteklenmesi konusuna son derece dikkatli yaklaşmak ve Türklerin aleyhine olabilecek herhangi bir dıştan dayatmalı gelişmeyi açılım yutturmacaları ile kabul etmemek gerekmektedir. Türkiye-Azerbaycan bütünleşmesinin önünde en büyük engel olarak emperyalizm tarafından dayatılmış bir Ermeni devleti ile Türkler karşı karşıya olduklarını hiçbir zaman unutmamalı ve bu küçük siyasal yapının Türklerin aleyhine büyütülmesine yönelik bütün emperyal girişimlere karşı çıkmalıdırlar. Ancak o zaman, bugün bir millet iki devlet olarak tanımlanan Türkiye-Azerbaycan bütünleşmesi gelecekte sağlanabilecek ve Türkler tek ve büyük bir devletin çatısı altında birleşebileceklerdir. Böylesine bir bütünleşmenin önünü kapayabilecek Ermeni açılımlarına hem Türkiye hem de Azerbaycan devletleri kapalı olmak durumundadırlar.

           Ermenistan devleti bugünkü Türkiye Cumhuriyeti sınırlarını resmen ve açıkça kabul etmedikçe açılım adına hiçbir adım atılmamalıdır. Ayrıca Ağrı dağını kendi devletlerinin sembolü olarak bayraklarında taşımaya devam eden bir Ermeni tutumu sona ermedikçe, sınır kapılarının açılmasını kabul etmek mümkün değildir. Türkiye’nin Doğu Anadolu bölgesini sürekli olarak batı Ermenistan diye dünyaya tanıtmaya kalkışan Ermeni politikalarına son verilmedikçe Türkiye ve Ermenistan arasında yakınlaşmanın başlayabilmesi son derece zor olacaktır. Ermenistan Karabağ bölgesindeki işgalden vazgeçmedikçe, kaçırtılan Azeriler tekrar eski   bölgelerine geri dönmedikçe, Türkiye’nin Ermenistan’ı muhatap kabul etmesi mümkün olmamalıdır. Bütün bu konular Türkiye ve Ermenistan arasında sürdürülecek görüşmelerde ana sorunlar olarak çözüme kavuşturulmalıdır. Ermeni diyasporasının merkezi olan Lübnan’daki Rusya ve batılı ülkelerin kontrolü dışında kalan gerçek Ermeni lobileri ile temas kurma yolları öncelikle araştırılmalıdır. Kafkas dağlarına hapsolmuş bir yapay Ermeni devletinin geleceğe dönük olarak Rusya, ABD, İsrail, İngiltere ya da Fransa gibi batılı emperyal ülkelerin çıkarları doğrultusunda Türkleri bölecek bir biçimde varlığını koruması yerine, Lübnan gibi Akdeniz’e kıyısı olan ve eski Klikya Ermeni devleti gibi denize çıkışlı bir ülkede yeni bir Ermeni devleti kurulması üzerinde düşünülmelidir. Emperyalist ülkelerin dışında hareket eden Ermeni lobilerinin böylesine bir yaklaşımı ciddi olarak düşündükleri ve bu nedenle Diyaspora’nın merkezini Beyrut’ta oluşturdukları anlaşılmaktadır. Orta Doğu haritası yeniden çizilirken, Ürdün ya da Lübnan gibi yapay devletçikler yerine bölgedeki Ermeni nüfusunu barındıracak bir Ermeni devleti Akdeniz kıyısında gündeme gelebilecektir. Türkiye ve Azerbaycan bu konuda iş birliğini geliştirirlerse, bağımsız Ermeni lobilerinin deniz kenarında Ermenistan bir projesine dolaylı yollardan destek verebilirler ve o zaman da ABD ve İsrail merkezli politikaların Ermenistan üzerinden Kafkasya’ya   taşınmasının önüne geçilebilir. Emperyal devletlere alet olmayacak Akdeniz kıyısındaki bir Ermeni yapılanmasına Türk devletleri de yardımcı olabilir. Böylece, Türk-Ermeni çatışmasına yol açan Kafkasya’daki dağlık yapay Ermeni devleti sorunu bir başka yöne taşınarak bölge için barış ortamı yaratılabilir. Bugün Ermenistan nüfusundan beş misli fazla Ermeni asıllı insanın Orta Doğu ülkelerinde yaşadıkları dikkate alınırsa, Kafkasya yerine Orta Doğu’da kurulacak bir Ermeni devletinin Ermeni halkının yaşam tercihlerine daha uygun olduğu görülmektedir. Böylece Ermeniler Ruslar tarafından tıkıştırıldıkları dağlık bölgedeki hapis hayatından kurtularak, deniz yolu ile dünya ülkelerine açılabilme şansını elde edebileceklerdir. Dağlık Ermenistan projesi geride kalırken Dağlık Karabağ sorunu da kendiliğinden devre dışı kalacaktır. Dağlık Ermenistan ne kadar yapay bir ülke ise Dağlık Karabağ’da o kadar yapay bir Cumhuriyettir. Osmanlı İmparatorluğu yıkılırken, son Osmanlı hükümetleri de bu doğrultuda düşünmüşler ve Akdeniz kıyısında bir Orta Doğu devleti olarak Ermenilerin devletleşmesini desteklemişlerdir. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında Orta Doğu haritasını çizen İngiltere ve Fransa tıpkı Rusya gibi Ermenileri Kafkas dağları üzerinde tutmuş ve Orta Doğu haritası çizilirken bu bölgede bir Ermeni devletine yer vermekten çekinmişlerdir. Osmanlı yönetimi Ermeni vatandaşları için Orta Doğu’da bir devlet arayışını örgütlemeye çalışırken, Doğu Anadolu’daki Hıristiyan ve Müslüman çatışmalarını önlemeye çalışarak, Ermeni asıllıların Suriye üzerinden Orta Doğu’ya nakledilmeleri için yoğun çaba sarf etmiştir. Hıristiyan Ermenileri Osmanlılara ve Müslüman Türklere karşı kullanmak isteyen bütün batılı merkezler ve Siyonist lobiler Ermenileri Kafkas dağlarına hapsederek, bugünkü çatışmaların ve sorunların devam etmesine yol açmışlardır.

        Bugünkü küçük devlet Ermenistan’da iki milyon Ermeni asıllı insan yaşamaktadır. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra nüfusunun yarısını yitiren bu küçük devletin halkı kendi haline bırakılsa diğer Ermeni asıllı lobilerin yaşadıkları ülkelere göç etmek istedikleri anlaşılmaktadır. Orta Doğu ülkelerinde on milyona yakın Ermeni asıllı insanın yaşadığı dikkate alınırsa ve buna paralel olarak gene bir on milyonun üzerinde Ermeni asıllı insanın batı ve diğer dünya ülkelerinde yaşadıkları düşünülürse, Kafkasya’da bir Büyük Ermenistan yaratma projesinin pek de gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır. Hal böyle olmasına rağmen emperyalist ülkeler Kafkasya’da bir Büyük Ermenistan yaratarak, Türk dünyasının tam ortasına bir Hıristiyan kale dikmeye çalışmaktadırlar. Ermenistan’ın varlığının tartışılır olduğu bir aşamada Karabağ’ın Ermenilere bırakılması düşünülmemelidir. Karbağ Ermenilere verilirse, Hıristiyan ve Siyonist emperyalistlerin Kafkasya ve Hazar hedefli politikalarında Türk üstünlüğünün tasfiyesi de sağlanacaktır. Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan devletinin yöneticileri bu durumu dikkate alarak ortak bir politika izlemeliler ve Orta Asya ile Ön Asya Türklüğü arasına sokulan Ermeni bıçağından kurtarabilmenin yollarını aramalıdırlar. Bu doğrultuda, Azerbaycan ve Türkiye giderek bütünleşirken, Karabağ’da yeniden eski Türk ve Müslüman ahalisinin yaşadığı bir ülke olarak Azeri Türklerinin geri döneceği bir ülke olmalıdır. Karabağ yeniden Azerbaycan’a geri dönmelidir. Türkiye ve Azerbaycan arasındaki köprü konumundaki Nahcivan üzerinden iki Türk devletinin bütünleşmesinin adımları atılmalıdır. Karabağ ve Nahcivan yeniden Türk dünyasına açılırken, Türkiye ve Azerbaycan bütünleşmesinde önemli bir mesafe kat edilmelidir. Bu aşamada, Türkiye ve Türkler için yapılacak açılım Karabağ’ın yeniden Azerbaycan’a bağlanmasını sağlamaktır. Bu nedenle Karabağ Ermenilere verilemez.  Bu bölge eğer birilerine verilecekse o zaman eski sahibi olan Azeri Türklerine Karabağ iade edilmelidir.  

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN