22 Nisan 2020 Çarşamba

ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


ULUSAL EGEMENLİKSİZ 23 NİSAN

                  Türkiye yeni bir 23 Nisan tarihini   yaşarken, bu tarihin ulusal egemenlik bayramı olduğu gerçekliği giderek geride kalmaktadır. Her sene 23 Nisan tarihinde, Türkiye Cumhuriyeti devleti, Türk milletiyle kaynaşarak yeni bir ulusal egemenlik bayramını kutluyordu. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin aldığı bir karar ile ve bu doğrultuda yapılan yasal düzenlemeler çerçevesinde, Türk ulusu genciyle ve çocuklarıyla kucaklaşarak “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı”nı hem devlet birimleri aracılığı ile yapılan resmi kutlama törenleri ile, hem de ulusal demokratik kitle örgütlerinin katılımı ile hazırlanan toplumsal programlar aracılığı ile, Türk ulusunun bu mutlu günü bütün vatan sathında kitlesel katılımlar sağlanarak kutlanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin yüzüncü yılına doğru gidilirken, her sene aynı günde kutlanan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı’nın, son yıllarda artık eskisi gibi kutlanmadığı görülmekte ve bu tarihte doksan dört yıldır yapılmakta olan resmi törenlerden, son dönemin yönetiminin eğilimleri doğrultusunda vazgeçilmeye başlandığı ortaya çıkmaktadır.

                Aslında, Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusal kurtuluş savaşı tarihinden gelen bütün resmi bayramlar için, böylesine bir ilgisizlik ve uzaklaşma eğilimleri son dönemin egemen güçleri tarafından yurt sathında yönlendirilirken, Türk devletini ve Türk ulusunu var eden ulusal tarihin birikimi olarak öne çıkan resmi bayramlardan vazgeçildiği iyice ortaya çıkmaktadır. Benzeri olumsuz tutumlar I9 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı için de, son on yıldır siyasal baskılar aracılığı ile öne çıkarılırken, kız öğrencilerin üşümesi gerekçesiyle halka açık olarak düzenlenen I9 Mayıs spor gösterileri giderek Anadolu kentlerinde yapılmamaya başlanmıştır. Büyük Atatürk, vatanı düşman işgallerinden kurtarmak üzere Samsun’a çıktığı tarih olan ulusal kurtuluş savaşının başlangıç tarihini geleceğe dönük bir doğrultuda “Gençlik ve Spor Bayramı “ olarak ilan ederken, Türkiye Cumhuriyeti devletinin  resmi kuruluş tarihi olan, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış tarihini de  Türk ulusunun geleceğini temsil eden çocuklara “Ulusal egemenlik ve çocuk bayramı “olarak armağan ediyordu . Aynı doğrultuda, cumhuriyet rejiminin resmen ilan edildiği gün olan 29 Ekim tarihi de Cumhuriyet Bayramı olarak, Türk ulusunun onur günü olarak bütün dünyaya açıklanıyordu. Benzeri bir doğrultuda, düşmanın büyük bir taaruz ile yenilgiye uğratıldığı tarih olarak 30 Ağustos günü de Büyük Zafer olarak Türk tarihine altın harfler ile yazılıyordu.
                Türk devletinin başlangıç noktası olan TBMM’nin açılış günü, Türk çocuklarına armağan edilirken, ulusal egemenlik kavramı ile birleştirilerek geleceğe dönük bir yapılanmanın öncüsü olarak öne çıkarılıyordu. Tarih sahnesine bir büyük ulusal kurtuluş savaşı vererek çıkmış olan Türk ulusunun gelecekteki nesillerinin, daha hayatın ilk yıllarındayken bir bayram aracılığı ile devletleriyle ve sahip oldukları demokratik rejimleriyle tanışmaları, çeşitli törenler ile örgütlenmek isteniyordu. Nitekim, böylesine bir yaklaşım son derece başarılı bir sonuç vermiş, doksan yılı aşkın bir süre içerisinde 23 Nisan bayramları aracılığı ile cumhuriyet Türk çocuklarına aktarılmıştır. Yeni cumhuriyet kuşakları daha çocuk yaşlarındayken, Türkiye Cumhuriyeti ile tanışmak fırsatını bulmuşlar, yeni nesillerde bu bayramlar aracılığı ile bilinçli bir ulusal bilincin gelişmesi sağlanmıştır. Küreselci enternasyonalist liberal çevreler ulusları hayali cemaatlar olarak suçlamalarına rağmen, ulus devletlerin bilinçli uyguladıkları ulusal kalkınma ve gelişme programları aracılığı ile güçlü uluslar ortaya çıkmıştır. Türk ulusu bu açıdan dünya tarihindeki başlıca örneklerden birisidir. Kurucu önderin son derece bilinçli ve kararlı yaklaşımları ile geliştirilmiş olan uluslaşma programları zaman içinde devreye sokulurken, Türk çocukları ve gençleri geleceğin Türk ulusunun bilinçli ve kararlı vatandaşları olabilmişlerdir. Türk çocukları ile ulusal egemenlik kavramının tek bir milli bayramda birleştirilerek kutlanması sayesinde, Türk toplumundaki uluslaşma olgusu daha etkin bir biçimde geliştirilerek, güçlü bir ulusal yapı yaratılmıştır. Dünün Türk çocukları sonraki dönemin bilinçli Türk vatandaşları olmuşlardır.
                Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, imparatorlukların yıkıldığı bir sürecin sonucunda dünya haritasında kendisine yer bulabilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere doğru bir uluslararası geçiş dönemi yaşanırken, Osmanlı hanedanı tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmıştır. İmparatorluklar geniş alanlara yayıldıkları için, birçok ülkeyi sınırları içerisinde barındırmış ve bu yüzden de birden çok etnik kökenli ya da farklı dinden gelen cemaat gruplarını aynı devletin çatısı altında bir araya getirmiştir. Büyük devlet yapıları ile yüzyıllarca geniş alanlarda hegemonya kurmuş olan imparatorlukların zaman içerisinde yıpranarak zayıflamaları ve kontrolü kaybetmeleri üzerine, imparatorluk sınırları içerisinde yer alan çeşitli bölgelerin halkları ayrılarak, kendi başlarının çaresine bakmak zorunda kalmışlar ve bu yüzden de belirli bölgelerde yaşayan halk topluluklarının sahip olduğu sosyal ve kültürel yapılar üzerinden hem uluslar hem de ulus devletler tarih sahnesine çıkabilmişlerdir. Yıllar geçtikçe nüfusun hızlı artış göstermesi   ve yüzyıllar boyunca aynı nüfusun belirli bölgelerde farklı özellikler kazanması üzerine etnik gruplar hızla uluslaşmışlar, büyük etnik gruplar böylece uluslaşarak kendi ulus devletlerini kurma yoluna giderlerken, daha küçük kalan etnik gruplar büyük grupların oluşturduğu ulus devletlerin sınırları içerisinde belirli bölgelerde yaşamlarını sürdürerek, öteki unsurunu oluşturmuşlardır. Dünyanın çeşitli bölgelerinde görülen bu gibi gelişmeler Osmanlı ülkesinde de gündeme gelince, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına giden yol kendiliğinden açılmıştır.

                On sekizinci yüzyılın sonlarında gerçekleşen Fransız devrimi ile krallık rejimi yıkılarak halk kitlelerinin egemenliği doğrultusunda ulus devlet kurulurken, ulusal toplum ile ulus devlet arasındaki bağlayıcı noktanın ulusal egemenlik kavramı olduğu anlaşılmıştır. Krallık sonrasında yeni bir anayasal düzen kurulurken, devletin çekirdeğinde bulunan otorite kaynağı, ulus egemenliği olarak belirlenerek, hanedan egemenliğine son verilmiştir. Böyle bir aşamaya gelindiğinde, Vestfalya Antlaşması ile 1648 yılından itibaren kabul edilen krallıkların sınırları içerisinde kalan bölge ülke olarak kabul edilerek, bu toprak parçası üzerinde yaşayan halkın bütünü o ülkenin ulusu olarak ilan edilmiştir. Krallıklardan ulus devletlere geçilirken, ulusal toplum tabanının kendi içinden örgütlenerek bir ulus devlet ortaya çıkarmasıyla, ulusal egemenlik kavramı devletin temellerinde yer almıştır. Kralın içinden geldiği hanedan yönetimi devre dışı bırakılırken, devlet örgütlenmesinin içi ulusal egemenlik kavramı ile dolduruluyordu. Her devletin temelinde bir varsayım yattığı için, feodal devlet ya da kral devlet bir aile, hanedan ya da güçlü kişi iradesine dayanıyordu. Bu gibi rejimlerde devletin temelinde ya kişisel ya da ailesel irade özel bir egemenlik biçimi olarak sürdürülüyordu. Fransız devrimi ile bu duruma son verilmesi üzerine, toplumun bir bütün olarak iradesi devletin otoritesinin temeli olarak ulusal egemenlik adı altında örgütleniyordu. Geçmişin devlet yönetimi aile ya da hanedan gibi dar bir çerçevede tutulurken, yeni dönemde ülke sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan bütün bir toplumun bir üst kimlik altında devlet yönetimine sahip çıkması, ulusal egemenlik kavramı ile ifade edilmek isteniyordu. Ulusun bir bütünsel varlık olarak ülke yönetimine sahip çıkması ve devletin merkezi otoritesinin ulus adına yönlendirilmesiyle ulusal egemenlik kavramı kalıcı bir içerik kazanıyordu. Bir kralın aşırı otoritesi ya da bir hanedanın azınlık yönetimi altında ezilen halk kitleleri, yeni dönemde yepyeni bir ulus kimliği altında bir araya gelerek birleşiyor ve örgütlenerek devletin yönetimine geliyordu. Böylece, devlet teorisi doğrultusunda ulusun varlığı ve ağırlığı devleti yeniden yapılandırırken, merkezi güç ve otorite ulusal egemenlik olarak devreye giriyordu. Uluslar çağı başlarken, dünyanın her bölgesindeki ülkelerde ulusal egemenlik kavramından yola çıkan ulusal yönetimler gündeme geliyordu.
                On dokuzuncu yüzyılda oluşumunu tamamlayan uluslar, yirminci yüzyıla doğru üzerinde yaşadıkları topraklar da emperyalizme karşı ulusal kurtuluş savaşları vererek uluslaşma sürecini tamamlıyorlardı. Asya ve Afrika ülkelerinde beş yüz yıl boyunca devam eden sömürge yönetimleri birinci dünya savaşı sonrasında, dünya halklarının ayaklanarak isyan etmeleri üzerine sona eriyordu. Ezilen halk kitlelerinin öncülüğünde verilen kurtuluş savaşları ortak kaderi paylaşan bölge halklarının hızla uluslaşmasının önünü açıyor ve geleceğe dönük bir uluslaşma sürecinin devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratıyordu. Birinci Dünya Savaşı yirminci yüzyılın kaderini belirlerken, yıkılan merkezi imparatorluğun geride bıraktığı ahali batı emperyalizminin çizmeleri altında ezilmeye başladığı anda, Mustafa Kemal Samsun’a çıkarak   Türk’lerin makus talihini değiştiriyordu. Dünya tarihinde batı emperyalizmine karşı ilk ciddi ulusal kurtuluş savaşı Anadolu toprakları üzerinde veriliyordu. Sömürgeci güçler Osmanlı devletinin merkezi ülkesi olan Anadolu’yu işgale geldikleri aşamada, eski Osmanlı ahalisi Mustafa Kemal’in önderliğinde savaşarak, bir ulusal kurtuluş savaşı veriyor ve bunu kazanarak da ulusal egemenliğini tam bağımsızlık statüsü altında ilan ediyordu. Hasan İzzettin Dinamo’nun kitabına verdiği isim gibi Anadolu ve Rumeli halkı bir araya gelerek ortak bir var olma mücadelesi vererek, batı emperyalizminin işgal girişimlerine karşı kutsal bir isyan hareketini başlatıyordu. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşuna giden yolda, Atatürk’ün öncülüğünde ortaya konulan milli irade ulusal egemenlik düzeninin temeli olarak, yeni devletin temelini oluşturuyordu. Milli sınırlar içerisinde geleceğe dönük bir bağımsız yaşam düzeni oluşturmak isteyen Anadolu ve Rumeli halkı, sırt sırta vererek oluşturdukları dayanışma düzeni içerisinde, ulusal egemenliklerini kendi kaderlerini belirleme doğrultusunda tarih sahnesine çıkarıyorlardı.
                Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu halkının temsilcileriyle gerçekleştirdiği milli kongrelerden aldığı yetki ile, Heyeti Temsiliyenin başı olarak yeni başkent Ankara’da 23 Nisan 1920 tarihinde Türk milli devletini dünyaya ilan ediyordu. Atatürk ‘ün ana hedefi bir cumhuriyet rejimi kurmak olduğu için, bunun ancak ulus devlet oluşumu ile mümkün olduğu görülüyordu. Bu doğrultuda, on dokuzuncu yüzyıldaki gelişmeler değerlendiriliyor ve geçmişten gelen siyasal birikimin üzerine, ulusal egemenlik ilkesine dayanan bir ulus devlet ortaya çıkarılıyordu. Uluslaşma süreci imparatorluğun son dönemlerinde başladığı için, geçmişten gelen potansiyeli Atatürk yerinde değerlendirerek, devleti kurduktan sonra uluslaşma doğrultusunda hızlı adımlar atıyordu. Ankara’nın milli başkent ilan edilmesi ve bu kentte milli devletin kamu kuruluşlarının kısa bir zaman dilimi içinde kurularak tamamlanması ile, Türkiye kısa bir zaman sonra, dünyanın merkezi coğrafyasında çağdaş bir ulus devlet olarak dünya kamuoyunun önüne çıkıyordu. Kurtuluş savaşının zafer ile sonuçlanmasından sonra, imzalanan uluslararası Lozan Antlaşmasında yeni devletin toplumunu uluslaştırma doğrultusunda önemli adımlar atılıyor ve eski imparatorluk ahalisinin uluslaşması doğrultusunda ana ilkeler kabul ediliyordu.  Osmanlı devletinden geride kalan ahalinin otuzdan fazla etnik unsuru içinde barındırması ve Müslüman çoğunluğun yanı sıra gayrimüslim ve lövanten toplulukların da ülkede yaşamlarını sürdürmeleri gerçeği karşısında, uluslaşma süreci ileri batı ülkelerindeki standartlara göre ayarlanıyordu. Katı bir milliyetçiliğin yerine, çağdaş bir ulusalcılık, Atatürk’ün dikkatli adımları ile yeni devletin kuruluşunda belirleyici oluyordu. Yirmi yıl süre ile Türk toplumunun başında kalan Atatürk döneminde emperyalizme karşı, tam bağımsız bir ulusal egemenlik düzeni kurulması doğrultusunda önemli adımlar atılıyordu. Savaş koşullarında bile parlamento ile birlikte çalışan Kemalist yönetim, toplumun uluslaşması ve devletin tam anlamıyla bir ulus devlet biçimine dönük olarak kurumlaştırması doğrultusunda ulusal egemenliğe dayanarak önemli girişimleri başarıyordu. Atatürk dönemi, her yönü ile uluslaşmanın tamamlandığı bir bağımsızlık dönemi olarak Türk ulusunun geleceğini belirlemiştir.

                Atatürk sonrasında ise, uluslaşma süreci dış müdahale ve baskılar ile durdurulmuştur. İkinci adamın Atlantik ülkeleri ile gizli antlaşmalara yönelmesi yüzünden, tam bağımsızlıktan önemli ölçülerde ödün verilmiştir. İkinci dünya savaşı sırasında Türkiye içine kapanarak yoluna devam etmiş ama savaşın galibi olan ABD’nin, Orta Doğu bölgesine gelmesi ve daha sonrasında İsrail devletinin kurulması üzerine Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslaşma süreci dış müdahaleler ile durdurulmuştur. Savaş sonrası dönemde Köy Enstitüleri ve Halkevlerinin kapatılmaları ile köylü toplumunu uyandıran modern uluslaşma süreci kesilmiştir. Atlantik emperyalizmi üzerinden   ülkede lövantenlerin ve gayrimüslimlerin etkilerinin artması uluslaşma sürecinin kesilmesinde önemli bir dönemeç olmuştur.  Ülkenin doğusunda Büyük Ermenistan, batısında Megaloidea  doğrultusunda  İyonya ya da Büyük Yunanistan kurmak isteyen  Hırıstıyanları, ABD’nin gelişi ile beraber Büyük İsrail projesini yeni bir Orta Doğu yaratma görünümünde  Musevi  lobileri izleyince , Türkiye Cumhuriyetinin geleceğe dönük uluslaşma  sürecinin önü kesilmiştir. Sovyet tehdidi nedeniyle içine girilen Nato ittifakının, batı emperyalizminin kontrol altına alma örgütüne dönüşmesi yüzünden, Türk devleti kendi toplumunun tam olarak uluslaşabilmesi doğrultusunda gereken adımları atamamıştır. Zaman içerisinde Tevhidi tedrisat yasasından vazgeçilmeye başlanmış, ülkenin doğu bölgelerinde ciddi bir Türkçe eğitimi yapılmasına izin verilmemiş, yabancı okullar üzerinden farklı kimliklerin beslenmesini sağlayan bir gidiş, ulusal toplumu ve birliği tehdit eden bir biçimde gelişerek öne çıkmıştır. Türk Ocaklarına karşı Kürt Ocakları kurulmak istenmiş, gayrimüslimler yabancı kolejler aracılığı ile, Türk kimliğine karşıt bir çizgide eğitilerek, toplumun yeniden kozmopolitleşmesinin önü açılmıştır. İkinci meşrutiyet döneminde kurulmuş olan gayrimüslim cemiyetler, batı ülkelerinin destekleriyle Türk ulusal kimliğine karşıt bir çizgide çalışmalarını sürdürmüştür.
                Soğuk savaşın son yıllarında ülkenin doğu bölgelerinde bölücü bir etnik terör batılı emperyalistler tarafından desteklenince, Türk toplumu yeniden alt kimliklerin hortlatılması macerası ile karşı karşıya kalmıştır. Daha önceleri Araratizm doğrultusunda geliştirilen etnik terör, Türk diplomatlarına karşı sürdürülmüş ve Türkiye’nin önü dış dünyada kesilmeye çalışılmıştır. Ayrıca, batı ile artan ilişkilerde, batılı ülkeler Türkiye’deki gayrimüsimler ile ortaklıklarını geliştirerek, Türk ulusunu dışlayan ya da ikinci sınıf bir konuma sürükleyen girişimlerde bulunmuşlardır. Türklere Almanya’ya işçi olarak gitmek kalmış, batılılar ise Türkiye’ye gelerek ülkenin en güzel yerlerine el koyarak, geleceğe dönük bir kozmopolitizmi hem Türk ulusuna hem de Türk devletine karşı geliştirmişlerdir. Ayrıca, yirminci yüzyıl boyunca Türkiye’yi yöneten kadroların batı ülkelerinde yetiştirilmelerine dikkat edilmiş ve batı ülkelerinden gelen batıcı aydınların siyaset sahnesinde öne geçmeleriyle birlikte, Türk toplumunun ve devletinin ulusalcı çizgide gelişmesi önlenmiştir. Bugün Türkiye devletinin ulusallığı sadece anayasada kalmış ve bu yüzden şimdilerde yeni anayasa dayatarak , devletin ulusal kimliğine son verilmek istenmektedir . Ayrıca, çeşitli kampanyalar ile ve küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın yayınlarıyla, Türk vatandaşlarının alt kimliklerini öne çıkaran bir yaklaşım ısrarlı bir doğrultuda sürdürülerek, Türklük ve Türk kimliği devlet ve toplum düzeni içinden silinmek istenmiştir. Bu nedenle Türkiye artık ulusal egemenlikten kopartılarak batı egemenliğinin geçerli olduğu bir merkez üssü ülke konumuna düşürülmüştür. Batı emperyalizmi yerli işbirlikçileri ile geliştirdikleri ekonomik programlar ile, Türkiye’yi yarı sömürge konumuna düşürürlerken, devletin çekirdeğinde yer alan ulusal egemenlik ilkesinin yerini sermaye egemenliği almıştır. Küreselleşme sürecinin bir süper emperyalizme dönüşmesi yüzünden, Türkiye yavaş yavaş  bağımsız ulus devlet statüsünden, tıpkı Osmanlı devletinin son döneminde olduğu gibi, batı hegemonyasına teslim olmuş bir yarı sömürge ülke konumuna düşürülmüştür . Gelinen aşamada Türk ulusu, 23 Nisan ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenliğe sahip olmadan ve eskiden sahip olduğu kendi kendini yönetme gücünü elinden kaçırarak kutlamak durumundadır. Ulusal egemenlik bayramını, ulusal egemenlik düzeni olmadan kutlamak zorunda bırakılan Türk ulusu, ülkeyi bu duruma düşürmeleri nedeniyle, geçmişte işbaşına gelen bütün yönetimlerden gelecekte hesap sormak durumundadır. Türk ulusunun geleceğe yönelik özgürlük yürüyüşü böyle bir tavrı zorunlu kılmaktadır.
                Yirmi birinci yüzyılın ortalarına doğru Türkiye Cumhuriyeti yol alırken, Türkiye’yi ulusal egemenlikten uzaklaştıran ve batı emperyalizminin yeniden bağımlı sömürgesi konumuna sürükleyen eski yönetimlerin, ülkeye verdiği büyük zararların artık tartışılmasının zamanı gelmiştir. Önümüzdeki dönemde ya bu konular gündeme getirilerek, demokratik rejim içerisinde hatalı ve kusurlu kadrolardan hesaplar sorulacak ya da böylesine bir hesap sorulmasını istemeyen egemen güçler, gerçek gündem dışı sahte gündemler ile halk kitlelerini oyalayarak ya da ülkeyi daha fazla gerginliğe veya karışıklığa sürükleyerek ülke çapında bir ulusal denetim mekanizmasının oluşturulmasını önleyeceklerdir. Batı ülkelerindeki demokratik rejimlerin en önde gelen ilkesi olan hesap verilebilirlik kavramı, her nedense Türkiye’de gündeme getirilmemekte, batının önde gelen büyük devletlerinin taşeronu konumundaki kadroların siyaset sahnesinde ön planda yer alması sağlanarak, batı emperyalizminin istekleri doğrultusunda Türkiye bir yerlere doğru çekilmeye çalışılmaktadır. Uzunca bir süre medya kanalları aracılığı ile halk kitleleri uyutularak, kamuoyunda ulusal bir bilinçlenmenin oluşması önlenmiştir. Küresel sermayenin, küreselleşme döneminde bütün dünya ülkelerine saldırması gibi, büyük saldırılara hedef olan Türkiye’nin böylesine olumsuz bir durumdan kurtulabilmesi için yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesine olan gereksinme, her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki yıllarda Türk ulusunun 23 Nisan bayramlarını eskisi gibi ulusal egemenlik düzeni içerisinde kutlayabilmesi için, Türkiye’nin batılı dost ve müttefikleriyle olan ilişkilerini yeniden düzenlemesi gerekmekte ve oluşturulacak yeni bağımsızlık düzeninde ulusal egemenlik hakkını hem Türk ulusu hem de Türkiye Cumhuriyeti, diğer bağımsız güçlü devletler gibi uluslararası hukuka göre özgürce kullanabilmelidir. İttifak ilişkilerinin ulusal egemenlik hakkını ortadan kaldırmasına cumhuriyetin kuruluş yıllarında ve onu izleyen   Atatürk döneminde olduğu gibi izin verilmemelidir.
                Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Türk ulusunu, 23 Nisanlar’da ulusal egemenlikten yoksun bir biçimde ulusal egemenlik bayramı kutlamak durumunda bırakanlara karşı, Türk ulusunun daha kararlı bir tutum izlemesi gerekmektedir. Önceki yıllarda kutlanan her 23 Nisan bayramında Türk ulusunun geleceğe olan inancı ve umutları daha da artardı. Bugün gelinen noktada ise, herkes daha kötü bir duruma sürüklenmemek için, bir şeyler yapamaz duruma gelmiştir. Dünyanın en pahalı ülkelerinden birisinden yaşamak zorunda bırakılan Türk ulusu, yanı başında enerji depoları bulunurken, neden en pahalı petrolü ve doğalgazı kullanmak zorunda bırakıldığını artık birilerine sormak durumundadır. Aksi halde yarın daha olumsuz durumlar ile karşılaşmak söz konusu olabilecektir. Avrupa Birliği’ne gireceğiz hayalleri ile Türkiye’yi gümrük birliğine sokarak büyük dış borçlara sürükleyen eski yönetimlerden hesap sorulmadığı için, günümüzde bu gibi olumsuz tutumlar ve gelişmeler sürüp gitmektedir. 23 Nisanlarda insanlar artık eskisi gibi neşe dolamamakta, yarın ne olacak endişesi içerisinde ulusal egemenlik bayramları anlamını yitirmektedir Ulusal egemenliğini elinden kaçırmakta olan Türk ulusunun yeniden örgütlenerek geleceğe dönük yepyeni politikalar ile artık kendisine yeni bir yön çizmesi gerekmektedir. Önümüzdeki dönemde  ortaya çıkabilecek yeni ulusal hareketler ya da örgütlenmeler , küresel emperyalizmin örümcek ağından Türkiye’yi kurtarabilecek düzeyde güçlü  yapılanmaları   toplumun önüne getirebilmelidir. Böylece devletin özünde var olan ulusal egemenlik kavramı yeniden içerik kazanarak, Türk ulusunun kendi geleceğine sahip olabilmesini sağlayabilecektir. Türklerin tarih sahnesi önünde ölüm kalım savaşı vererek ele geçirdiği ulusal egemenlik düzeninin gelecekte her türlü baskı ve tehdide rağmen yaşatılabilmesi için gerekirse yeniden böylesine bir savaşı göze almak gerekmektedir.

                Küresel emperyalizmin bütün ulus devletleri yok olma tehdidi ile karşı karşıya bıraktığı yeni dönemde, bütün ulus devletlerin bir araya gelerek tarih sahnesine çıkış aşamasında kazanmış oldukları ulusal egemenlik hakkına yeniden sahip çıkmaları gerekmekte ve bu doğrultuda daha gelişmiş bir uluslararası dayanışma düzeni içerisine girmeleri zorunluluk kazanmaktadır. Büyük patronların ve para babalarının oluşturduğu küresel ortaklığa karşı, dünya halklarının ve devletlerinin daha gelişmiş bir dayanışma düzeni çerçevesinde bir araya gelerek, küresel sermayenin yaratmış olduğu süper emperyalizme karşı ortak bir dayanışma girişimine kalkışmaları, daha adil bir yeni dünya düzeni için kaçınılmaz bir zorunluluktur. Tek başına hiçbir ulus devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını, küresel sermayenin ekonomik alan üzerinden yaratmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal hareketlerine karşı koruyabilmesi ya da savunabilmesi giderek zorlaşmaktadır. Dev gibi büyüyen ve giderek kendi alanında tekelleşen küresel şirketlerin ulus devletler ile giriştikleri ilişkilerin yeni bir sömürgecilik dönemine yol açması gerçeği karşısında, ulus devletlerin azalan gücü nedeniyle bir şeyler yapılamamakta ve bu nedenle de karşı dengeler giderek daha da bozulmaktadır. Tekelci şirketlerin uluslar arası alanda  küresel devlet gibi hareket etmeye başlamaları yüzünden, şirketler ile devletler arasındaki geçmişten gelen dengeli ilişkiler bozulmuş ve küresel  sermaye devleşen şirketleri aracılığı yeryüzünde var olan bütün devletlere karşı, kendi çıkarları doğrultusunda  baskılar yaparak, her açıdan ağırlıklarını ortaya koyarak ve   bazen da tehdit ederek , bu ülkelerin  hukuk açısından sahip  oldukları ulusal egemenlik haklarını  kullanılmaz  bir hale getirmişlerdir . Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak, diğer ulus devletlerin birlikte yaşamak zorunda bırakıldıkları böylesine bir ulusal egemenlikten uzaklaşma sürecinin kurbanlarından birisi olmuştur. Yeni bir ulus devletler işbirliğinin, her devletin sahip olduğu ulusal egemenlik hakkını koruyacak bir doğrultuda evrensel alanda geliştirilmesi gerekmektedir.
                Geleceğin 23 Nisanlarında, Türk ulusunun yeniden ulusal egemenlik ilkesi doğrultusunda Türk ulus devletinin yazgısına sahip olmasıyla birlikte, gerçek anlamda bir ulusal egemenlik bayramı kutlaması mümkün olabilecektir. Bugün için böyle bir durumdan söz edebilmek ne yazıktır ki, mümkün olamamaktadır. “Ne mutlu Türküm diyene “sözünün Atatürk heykellerinin duvarlarından silindiği bir aşamada, Türkiye Cumhuriyeti’nin güçlü bir biçimde yoluna devam edebilmesi ve içine düşürüldüğü çıkmazdan kurtulabilmesi için, Türk ulusunun silkelenerek ve uyanarak kendi yazgısına sahip çıkması, atılması gereken ilk adımdır. Küresel sermayenin siyaseti finanse etmesi, medya ve basın organlarını satın alarak kendi çıkarları doğrultusunda kullanması ve kendi adamlarını ulus devletlerin başına işbirlikçi taşeron bir yönetici olarak getirmesi gibi olumsuz gelişmelerin önlenmesini sağlayacak yepyeni bir ulusal uyanış, toparlanma ve   bağımsızlıkçı karşı hareketler, bütün ulus devletlerde olduğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti’nde de demokratik yollardan gündeme getirilebilmelidir. Eski Osmanlı ahalisi Türk ulusu olarak dünya sahnesine çıkarken kendisini yeniden yaratarak, tam bağımsız çağdaş bir cumhuriyet çatısı altında mutlu   olma şansını yakalayabilmiştir. Bu doğrultuda Türk ulusunun mutluluğunun  gelecekte sürdürülebilmesi için ,ulusal egemenlik düzeninin yeniden  Atatürk döneminde olduğu gibi  tam bağımsız bir biçimde kurulması gerekmektedir . Bu doğrultuda, ilk adım olarak “Ne mutlu Türküm diyene “.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

21.YÜZYILDA ULUSAL EGEMENLİK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


21.YÜZYILDA ULUSAL EGEMENLİK

       Yirminci yüzyıl geride kaldıktan ve yirmi birinci yüzyılın ilk on yılını tamamladıktan sonra, gerçekçi bir ulus devlet ve ulusal egemenlik değerlendirmesi yapmak gerekmektedir. Bütün dünyanın bir çağ değişimi yaşadığı, bir yüzyılın son on yılında yepyeni bir dönem ile karşı karşıya kalındığı ve nelerin olduğu tam olarak ortaya çıkmadan yeni yüzyılın ilk yıllarını geride bırakmaya başlamak, bugün içinde bulunulan durum ve geleceğin yeni koşullarını ve yapılanmalarını açıklığa kavuşturmak açısından daha gerçekçi görünmektedir. Bu çerçevede, dünya ve insanlık, bugünkü yapılanmasından nasıl bir geleceğe doğru yol almaktadır sorusuna, getirilecek en iyi yanıtlardan birisi; yirmi birinci yüzyılda ulusal egemenlik düzenlerinin nasıl bir gelişme geçireceğinin ortaya konulmasıyla verilebilecektir. İnsanlığın içine girmiş olduğu elektronik uzay çağında değişimin hızı herkesin başını döndürürken, yakın geleceği görebilmek ve bunun üzerine düşünce üretebilmek giderek zorlaşmaktadır. Ne var ki, gene de geçmişten gelen bilimsel bilgi birikimi ve yaşanmış siyasal olayların ortaya koymuş olduğu siyasal deneyimlerin, böylesine bir harekete kalkışabilmek açısından yeterli destek sağlayıcı olduğu söylenebilir. Hızlı değişim süreçlerinin yaratmış olduğu baş döndürücü ortamın olumsuzlukları ancak geçmişin bugüne taşıdığı siyasal ve bilimsel bilgi birikiminin sağlamış olduğu olanaklar ile aşılabilecektir.
  
      Yeni bir çağda ulusal egemenlik kavramını ve bunun getirmiş olduğu siyasal düzenlerin çeşitli yönlerini ele alarak açıklamaya çalışabilmek için, öncelikle dünya tarihinin iyi bilinmesi gerekmektedir. Tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkmış olan siyasal gelişmeleri birbirini izleyen bir devamlılık içerisinde ele almak ve neden sonuç ilişkilerinden hareket ederek, hangi olayların ne gibi gelişmelere yol açtığını görebilmek gerçekçi değerlendirmeler yapabilmek ve bilimsel sonuçlara varabilmek açılarından ciddi katkılar sağlayacaktır. Bu doğrultuda gerilere doğru gidildiğinde uluslaşma sürecinin ilk ortaya çıktığı ve ulusal toplumların ulusal egemenlik oluşumları doğrultusunda nasıl gündeme geldiği, uluslaşma süreçlerinin getirmiş olduğu ulusal egemenlik düzenlerinin daha sonraki aşamada nasıl ulus devletlere dönüşmüş olduklarını öncelikle ele alarak incelemek gerekmektedir. Konuya dünya tarihi açısından yaklaşıldığında, ilk uygarlıkların Asya’da gündeme geldiğini, daha sonraki aşamada bugünkü dünya uygarlığını yaratan siyasal birikimin Orta Doğu coğrafyasındaki gelişmeler sonucunda belirginlik kazandığı, Mezopotamya uygarlığının günümüzdeki dünya uygarlığının ilk tohumlarının yeşermiş olduğu bölge olduğunu anımsamakta yarar bulunmaktadır. Göçebe toplum yaşayışından yerleşik toplumsal düzene geçiş Mezopotamya döneminde gerçekleşince, daha sonraki siyasal oluşumlarda toplumsal düzenler belirleyici olmaya başlamıştır. Toplum düzenine göre yaşam biçimleri ve devlet modelleri ortaya çıkmıştır. Siyasetin tabanında var olan toplumsallık gerçeği, insanlık tarihi boyunca birbirini izleyen siyasal olayların meydana gelişinde ve yönlenmelerinde birinci derece etkinlik sağlamıştır. Bu çerçevede, insan toplumlarının uluslaşmasına ve bir uluslaşma sürecinden geçerek ulusal yapıya sahip olmasına kadar ciddi anlamda bir ulusal egemenlikten söz edebilmek mümkün değildir.
       İlk çağlardaki küçük nüfus yapılanmalarının Orta Çağ sonrasında hızla büyümeye başlamalarıyla, insan toplumlarını yönlendirme ve yönetme sorunları ortaya çıkmıştır. İlkel ve geri kalmış toplumlarda nüfus arttıkça çekişme ve çatışma da tırmanmış, geniş halk kitlelerinin toplu bir halde düzen içerisinde yaşama şansı giderek ortadan kalkmıştır. İşte bu sürecin başlangıcında dünya sahnesine tek tanrılı dinler çıkmış ve kitlelerin hem yönlendirilmesinde hem de belirli bir otoritenin öncülüğünde düzenli bir yaşama kavuşturulmalarında etkili olmuştur. Yahudilerin Mısır’dan kovulmaları sırasında Musa Peygamber’in ortaya çıkarak ilk tek tanrılı dini ortaya koyması yeni bir başlangıç olmuştur. Böylece ilk din devletine giden yolda İsrail bir din devleti olarak Milattan Önceki yıllarda Orta Doğu’da kurulmuştur. Puta tapan pagan Roma İmparatorluğu, bu ilk tek tanrılı dine dayanan İsrail devletini yıkarak Yahudileri bütünüyle yok edeceği sırada, Hıristiyanlık bir Yahudi asıllı din adamı tarafından ikinci tek tanrılı din olarak gündeme getirilmiştir. Romalılar bunun üzerine yeni tek tanrılı din olan Hıristiyanlık ile uğraşırken, Yahudiler Akdeniz kıyılarına dağılarak geleceğin ticaret kolonilerini ve ekonomi kentlerini kurmuşlardır. Daha sonraki aşamada Hıristiyanlık kuzeyden Avrupa’ya girerek bütün kıtaya yayıldığı aşamada ise Yahudiler Avrupa kıtasından dışlanmaya başlamışlar ve bu aşamadan sonra içine girilen Orta Çağ döneminde Avrupa kıtası bin yıl süre ile Hıristiyan Kilisesinin dine dayalı baskı yönetimi altında kalmıştır. Karanlık Orta Çağ Avrupa kıtasında Hıristiyan ve Yahudi çekişmesine neden olmuş, Hıristiyanlık bütün Avrupa kıtasını ele geçirerek bir Kilise egemenliği oluştururken, Yahudiler hedef alınarak sinagoglara Avrupa’da yer verilmemiştir. Hıristiyanlık bütün Avrupa’yı ele geçirirken, daha önceki tek tanrılı dinin mensubu olan Yahudiler yok edilmeye çalışılmıştır.
Üçüncü tek tanrılı din olan Müslümanlık henüz Orta Doğu’da yayılmadan, Kuzey Afrika üzerinden İberik yarımadasına geçerek, Orta Çağ döneminde Hıristiyan Avrupa kıtasına karşı, Avrupa’nın batısında İslam-Yahudi ittifakına dayanan Endülüs İmparatorluğu kurulmuştur. Hıristiyan Avrupa kıtası İberik yarımadası üzerinden Endülüs’ün Müslüman askerleri tarafından zorlanırken, Kuzey bölgesinde bugünkü Rusya topraklarında kurulu bulunan Hazar İmparatorluğu üzerinden, Türk kavimlerinin göçleri gündeme getirilmiş ve bugünkü Macaristan, Bulgaristan ile Finlandiya ve Estonya nüfuslarını oluşturan Türk kavimleri göçü gene yedinci yüzyılda Avrupa kıtasına yönelmiştir. Avrupa kıtasındaki Hıristiyan-Yahudi çekişmeleri yüzünden kıtanın doğusuna Türk göçleri ve batısına da Müslüman göçleri yönlendirilerek, kıta içerisinde Hıristiyan ağırlığına karşı Yahudiler hem Türk boyları hem de İslam kavimleri ile bir karşı denge sağlamaya çalışmışlardır. Böylece; Orta Çağ döneminde üç büyük din arasındaki çekişmeler tırmanmış ve giderek çeşitli savaşlara dönüşmüştür. Bu durumda, giderek artan ülkelerin nüfusları dinler aracılığı ile kontrol edilmeye çalışılmış, azınlıkta kalan Yahudiler sürekli olarak bulundukları ülkelerde ve genel olarak bazı bölgelerde her zaman için Hıristiyan ve Müslüman dengelerine dikkat ederek, kendi varlıklarını koruyabilmek ve ele geçirmiş oldukları ekonomik zenginlik düzenlerini koruyabilmek için çeşitli yöntemleri geliştirmişlerdir. Doğudan gelen göçler ile nüfusu fazlasıyla artan Avrupa kıtası o dönemde dünyanın merkezi olma düzeyine gelince, üç büyük din arasındaki çekişmeler ve savaşlar tarihin belirleyici unsuru olarak öne geçmiştir. Hıristiyanlara karşı Müslümanları, Müslümanlara karşı da Hıristiyanları desteklemek her zaman için azınlıktaki Yahudilerin izlediği bir yöntem olmuş ve böylece Orta Çağ Avrupa’sında yeni bir denge düzeni tek tanrılı dinler aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
          Rönesans ve Reform daha sonraki yenidünya düzeninin başlangıcı olmuştur. Avrupa kıtasında matbaanın keşfi ile bir aydınlanma hareketi başlamış, Hollanda ve İngiltere üzerinden bütün kıtaya yayıldığı aşamada, artık Avrupa dönemi geride kalırken, Avrupa merkezli yeni bir dünya düzenine yönelinmiştir. İtalya Rönesans ve Reform hareketlerinin merkezi olmaya başlayınca, Orta Çağ düzeni bütünüyle çökmüştür. Bilim ve endüstri devrimleriyle insanlık daha gelişmiş yeni yapılanmaya doğru yöneldiğinde yaşam biçimi değişmiş ve insanlık Avrupa’nın dışında yeni kıtalara yönelerek bütün dünyayı keşfe yönelmiştir. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru bu gelişmelerin etkisiyle İberik yarımadasındaki Kastilya Krallığı bütün yarımadayı ele geçirerek, Müslümanları ve Yahudileri Avrupa kıtasından kovup, Endülüs İmparatorluğu yerine İspanya Krallığını kurmuştur. Endülüs’ün yıkılışı sonrasında Müslüman Araplar yeniden Afrika kıtasına sürülürken, Musevi Yahudiler de gemilere binerek okyanus ötesi kıtalara açılmışlar ve böylece dört büyük kıta ile dünya denizleri ve adalarının keşfi dönemi başlamıştır. Üç yüz bin civarında Yahudi de gemilere binerek Akdeniz üzerinden Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gelmiştir. Seferad adı verilen bu Yahudiler Endülüs’ün yıkılışı ile batı Avrupa’dan kovulunca kıtayı terk etmemişler bu kez de Doğu Avrupa’ya göç ederek Osmanlı İmparatorluğunun topraklarında yaşamaya başlamışlar ve bu büyük Müslüman devletini, Hıristiyan Avrupa devletlerine karşı desteklemişlerdir. Bu nedenle altı yüz yıllık Osmanlı tarihi sürekli olarak Hıristiyan Avrupa devletleriyle yapılan savaşlar ile dolu geçmiştir. Azınlıktaki Yahudiler, Müslüman Endülüs’ü Hıristiyan Avrupa’ya ve Vatikan’a karşı kullanamayınca bunun üzerine Müslüman Osmanlı İmparatorluğunu sürekli olarak Hıristiyan Avrupa kıtasına karşı “Tanrının Kılıcı” adı altında kullanmışlardır. Bir anlamda Yahudilerin Avrupa kıtasında yaşamlarını ve ekonomik etkinliklerini sürdürebilmelerinin güvencesi Osmanlı devleti olmuştur.

          Orta Çağ sonrasında Avrupa tarihini belirleyen olgu yine dinler savaşı olmuştur. Üç büyük tek tanrılı din arasındaki çekişmeler ya da Yahudilerin Hıristiyan-Müslüman dengelerini arayan yeni yaklaşımları öne geçtikçe, dinler arası çatışmalar çıkmış ve bu doğrultuda Avrupa tarihini belirleyen olaylar birbiri ardı sıra tarih sahnesinde kendisini göstermiştir. Roma İmparatorluğu döneminden kalma Roma merkezli bir Katolik yapılanması Avrupa kıtasında öne geçince ve yine Yahudilere olan baskılar artınca bu kez, Almanya’da Luther ve Fransa’da Calven isimli iki Yahudi asıllı din adamının öncülüğünde Kiliseye karşı protesto hareketleri ortaya çıkmış ve bunun sonucunda da Protestanlık yeni bir Hıristiyan mezhebi olarak Katolikliğe karşı örgütlenmiştir. Katolikler Macaristan’da, Yahudileri kırım ve kıyam başladıklarında Osmanlı imdatlarına yetişerek, bu ülkeyi fethetmiştir. Osmanlı yönetiminde Macaristan’da Protestanlık geliştikten sonra, Osmanlı yönetimini dünya ekonomisini yönlendiren Yahudiler geri göndermişlerdir. Avrupa’nın kuzeyinden başlayarak Protestanlık yayıldıkça bu kez Avrupa kıtasında mezhepler üzerinden ikinci dönem din savaşları başlamıştır. Daha önceki aşamada dinler savaşırken bu kez mezhepler savaşmaya başlamış ve Yahudilerin desteklediği Protestanlar ile Katolikler arasında çok kanlı din savaşları yaşanmıştır. Otuz yıl, kırk yıl daha da ileri giderek elli yıl süre ile devam eden bu Katolik-Protestan çekişmeli din savaşları sonucunda Avrupa’da çok insan ölmüş, bir gecede yapılan büyük katliamlar sonucunda dinci kesimler çok insan zayiatı vermiştir. Müslüman Osmanlı İmparatorluğunun sağladığı güçler dengesi altında Protestanlık Avrupa’da yayılırken, katı ve fanatik Katoliklik önlenmiş ve geleceğe dönük yeni bir denge bu kez Hıristiyan mezhepleri arasında oluşturularak, Avrupa’da diğer din mensuplarının da yaşayabileceği bir denge ortamı yaratılmak istenmiştir. Ne var ki, dinler savaşı ile geçen zaman içerisinde Avrupa devletlerinin karşı karşıya gelmesi, güney ülkeleri Katolik alanı olarak varlıklarını korurken, kuzey ülkelerinin Protestanlığın yayılma alanları olarak yeni yapılanmada yer almaları yeni bir çatışma ortamına Avrupa kıtasını sürüklemiştir.
        İşte bu duruma son vermek için, toplanan büyük Avrupa devletleri 1648 yılında geleceğin Avrupa’sına yön vermek üzere Vestfalya Antlaşmasını imzalamışlardır. Bu antlaşma ile krallık devletlerinin sınırları kesin olarak belirlenmiş ve kral merkezli bir yönetim sağlanarak, geleceğe dönük bir süreçte krallıkların kendi toplumları ile bütünleşerek ayrı bir ülkesel yapılanmaya yönelmeleri sağlanmıştır. Böylece, her krallık devletinin merkezinde yer alan başkente bağlanan kentler bir devletin sınırları içerisinde uzun süreli kalıcı bir birlikteliğe yöneltilerek her devletin kendi toplumu ile sahip oldukları ortak ülke koşullarında ve özelliklerinde bütünleşebilmelerinin yolu açılmıştır. Bu süreç, krallık devletlerine bağlı olarak yaşamakta olan insan topluluklarının zaman içerisinde halk topluluğundan ulusal topluma geçişini sağlayan bir etki yaratmıştır. Sürekli olarak aynı ülkede birlikte yaşayan, ortak devletin çatısı altında tek bir yönetime bağlı olarak yaşamlarını sürdüren kitleler giderek ortak özelliklere sahip olmaya başladıklarında ulus gerçeğinin dünya sahnesine çıktığı görülmüştür. Ulusal egemenliğe ve daha sonraki aşamada da ulus devlete giden yol, halk kitlelerinin uluslaşmasıyla başlamıştır. 1648 Vestfalya Antlaşması ile yönü çizilen bu oluşum 1789 Fransız Devrimi bir patlama noktasına ulaşmış ve bir ulusal devrim ile krallıklardan ulus devletlere geçiş başlamıştır. Ulus devlete giden yol Vestfalya Antlaşması ile çizilirken, Fransız Devrimi bir patlama noktası olarak tarih sahnesine çıkmış ve daha sonraki hızlı uluslaşma sürecinin başlangıcı olmuştur. Eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle beraber ele alınan kardeşlik ilkesi, Fransız Devriminin farklı etnik kökenden gelen insanları bir kardeşlik anlayışı içerisinde ulusal bir toplumun çatısı altında birleştirebilmesinin esası olmuştur. Kardeşlik anlayışı ve yaklaşımı, farklı kökenden gelen insanların eşitlik ve özgürlük ortamında özgürce bir araya gelebilmelerini sağlamış, aynı ülkedeki ortak devletin çatısı altında geçmişten gelen ve geleceğe yönelen bir yaşam düzeni içerisinde benzerliklerin kaynaşmasıyla ulusallaşma başlamıştır. Bir buçuk asır sonra Fransız Devrimi ile patlama noktasına gelen uluslaşma süreci, daha sonraki dönemde de devam ederek, batının önde gelen büyük ulus devletlerinin üç yüz yılı aşkın bir zaman dilimi içerisinde uluslaşabildiklerini ve bu aşamadan sonra çağdaş ve modern bir ulus devlete sahip olabildiklerini göstermektedir.
        İlkel toplumdan modern çağa büyük bir değişim geçiren insan toplumları, önce dinler aracılığı ile yönlendirilmek ve yönetilmek istenmiş daha sonraki aşamada da din savaşlarının büyük katliamlara yol açması ve giderek artan dünya nüfusunun yeni bölgelerde farklı devlet yapıları içerisinde yaşamlarının sağlanmak istenmesi üzerine, Fransız Devrimi ile beraber ulusçuluk akımları hızla gelişmiş ve böylece çeşitli ülkelerdeki halk topluluklarının uluslaşma aşamasına gelmelerine giden yolu açmıştır. On beşinci yüzyıldan sonra dünyaya açılma gündeme geldiğinde büyük imparatorluklar kurulmuştur. Yirminci yüzyıla girerken yeryüzünde yirmi devlet vardı. Yirminci yüzyıl biterken yeryüzünde iki yüz ulus devlet oluşmuştur. Önce dinler alanındaki krallıklar imparatorluklara dönüşürken aynı zamanda uluslaşma sürecini de beraber yaşamışlardır. Böylece din devletlerinden ulus devletlere geçiş aşaması yaşanmış ve krallıklar zaman içerisinde Fransa’da olduğu gibi ulus devletlere dönüşmüştür. Birinci Dünya savaşı sonrasındaki aşamada büyük imparatorluklardan ulus devletlere geçiş gündeme gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında birçok sömürgelerin bağlı oldukları imparatorluklardan koparak, bağımsız ulus devletlere yöneldikleri görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benzeri yeni bir süreç yaşanmış ve Birleşmiş Milletlerin kurulması üzerine bütün eski sömürgeler ulus devletler olarak Birleşmiş Milletler çatısı altında toplanmışlardır. Son olarak soğuk savaşın sona ermesi üzerine Sovyetler Birliği ve Yugoslavya Federasyonları dağılınca yirmi iki tane yeni ulus devlet dünya haritası üzerinde bağımsız siyasal yapılanmalar olarak yerlerini almışlardır. Böylece, dünya düzeni yirminci yüzyıldan çıkarken iki yüz civarında ulus devlete sahip olan bir yapılanma kazanmıştır. Önceleri dinler aracılığı ile yönetilen insan toplumları, nüfusun giderek artması ve bütün dünya kıtalarına yayılması üzerine yeni ulus devletlere gereksinme doğduğu için, bugünün dünyasında iki yüz civarındaki ulus devlet sahip oldukları ulusal egemenlik düzeni içerisinde kendi ülkelerinde varlıklarını sürdürmektedirler. Artan nüfus ve kıtalar üzerine yayılma yeni yeni ulus devletleri dünya sahnesine çıkarmış ve bu yüzden günümüz dünyasında giderek çok uluslu ve devletli bir süreç giderek artan bir boyutta gündeme gelmiştir.
         John Naisbith adında küreselleşme filozofu bir ABD‘li, bugünün iki yüz ulus devletli yapılanmasını eksik görmekte, insanlık için iki yüz devletin yeterli olamayacağını, gelecekte insanlığın gereksinmelerinin karşılanabilmesi için en az iki bin devlete gereksinme olduğunu “Global Paradoks” isimli kitabında açıkça yazabilmektedir. Yirminci yüzyılda yaşanan üç kuşak ulus devletler sürecinin ortaya çıkardığı iki yüz devletli dünya yapılanmasını yeterli bulmayan küresel emperyalizm merkezleri, John Naisbith gibi kendi düşünürleri aracılığı ile iki bin devletli bir yapılanmayı dünya kamuoyunun önüne bir hedef olarak koymaktadırlar. Böyle, bir davranış da küresel emperyalizmin sonuna kadar zorladığı böl ve yönet metotlarını yeniden devreye sokmakta, bütün ulus devletler dışarıdan gelen küresel emperyalizmin baskı ve tehditleri karşısından dağılmak zorunda kalmaktadırlar. Küresel emperyalizmin patronlarının bütün dünyaya dayatmış olduğu bu plan yüzünden bütün dünya devletleri dağılma ve parçalanma tehdidi altında kalmaktadırlar. Bugünün yeryüzü haritasında yer alan büyük ve orta boy ülkelerin tamamı bölünme ve parçalanma tehditleri ile karşı karşıyadır, çünkü iki bin devlet yaratma projesi batının emperyal merkezleri tarafından bütün dünya devletlerine zorla ve baskı yöntemleriyle dayatılmaktadır. Yirmi devletten iki yüz devlete çıkan dünya yapılanmasında iki bin devletin zorlanması yüzünden yerkürenin her köşesinde etnik ve dinsel çatışma sahneleri yaşanmakta ve bu yüzden küresel güvenlik çok ciddi tehditler altında kalmaktadır. Ulus devletleri parçalamayı amaçlayan küresel emperyalizmin ana hedef noktasında ulusal egemenlik düzeni bulunmaktadır. Ulus devletleri şimdiye kadar ayakta tutan bu egemenlik anlayışından verilecek en küçük ödünler hızla beraberinde yeni küçük devletçiklerin dünya sahnesine çıkmasına yol açmakta ve bu yüzden de devlet sayısı sürekli olarak artmaktadır.
          Siyonist lobilerin elinde toplanan küresel sermayenin güdümündeki küresel emperyalizm, Siyonizm’in ulus ötesi yaklaşımı çerçevesinde uluslara karşı çıkan bir yaklaşımı giderek tırmandırdıkça bütün ulus devletler dağılma tehlikesine doğru sürüklenmektedirler. Siyonizm’in temelinde ırk ve din anlayışı olduğu için ve kesinlikle bir ulusal öz bulunmadığı için, böylesine bir küresel emperyalizmde uluslar ve onların egemenliği başlıca hedef tahtasına oturtulmaktadırlar. Uluslararası kapitalizmin merkezi olan Amerika Birleşik Devletlerindeki küçük devlet yapılanması olarak eyalet sistemi öne çıkarılmakta, bir anlamda ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş için uluslararası düzen zorlanmaktadır. ABD’den elli devlet çıkarken, Rusya’dan, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi büyük alanlı devletlerden de ellişer eyalet devleti çıkarabilmenin hesapları yapılmaktadır. Sadece beş büyük devletten iki yüz elli civarında eyalet devletinin çıkartılması, küresel emperyalizmin iki bin devletli dünya projesine uygun düşmektedir. Bu arada, Meksika Türkiye, İran, Endonezya, Mısır, Arabistan ve Nijerya gibi orta boy ülkelerden de on ile yirmi arasında eyalet devletçikleri çıkarmak aynı proje doğrultusunda gündeme getirilebilecektir. Avrupa’nın büyük devletleri de sahip oldukları vilayet ya da eyaletleri bu doğrultuda bağımsız yapılar olarak kabul ederse, iki yüz ulus devletten iki bin eyalet devletine geçiş daha da kolaylaşacaktır.  Dünyanın geri kalan kıtalarında yer alan her ülkede benzeri doğrultuda merkezden kopan eyalet devletçikleri yaratılırsa iki bin rakamına ulaşmak kolaylaşabilecektir. Singapur ya da Malta gibi küçük adalar ayrı devlet sayılabiliyorsa, Türkiye’nin bir vilayeti kadar genişliğe sahip olan beş yüz bin nüfuslu eski Yugoslavya eyaleti Karadağ da ayrı ve bağımsız bir devlet olarak kabul edilebilecektir. Aynı doğrultuda Ermenistan ve Azerbaycan arasında çekişme konusu olan Karabağ’da devlet sayılabilir, Kosova sonrasında ortaya çıkan Abazya ve Osetya gibi minyatür devletçikler de yeni eyalet devletleri döneminde, bağlı oldukları ülkelerden koparak bağımsız siyasal yapılanmalar statüsünde uluslararası alanda var olabileceklerdir. Yerleşik devlet yapılarını ve dünya düzenini bütünüyle sarsacak derecede radikal yaklaşımlar ile gündeme getirilen bu tür politikalar önümüzdeki dönemde bütün dünyayı bir kaosa sürükleyecek kadar tehlikeli görünmektedir.
       Küresel emperyalizmin patronu bir avuç zengin iş adamıdır. Bunlar her yıl düzenli olarak yaptıkları toplantılarda, Bilderberg, Trilatral Komisyon, Dış İlişkiler Komisyonu, Dünya Ekonomi Forumu ve İlliminati gibi yapılanmalar çerçevesinde emperyal planlarını yürütmeye çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda hem Amerika Birleşik Devletlerini, hem Birleşmiş Milletleri hem de diğer uluslararası kuruluşları kullanarak, Siyonist bir lobinin merkezinde olduğu bir yenidünya düzeni yaratabilmenin ardında koşmaktadırlar. Bir avuç aşırı zengin insanın merkezinde bulunduğu bu ırkçı ve saldırgan emperyalist yapılanma bütünüyle ulus gerçeğini inkâr ettiği için, yeryüzündeki bütün ulus devletlerin ulusal egemenlik düzenlerine de uluslararası kuruluşlar üzerinden ciddi bir savaş açmışlardır. Ulus devletlerin kendi ülkelerinde uygulamaya çalıştıkları ulusal egemenlik düzenleri üç yönden aşındırılarak ortadan kaldırılmak istenmektedir. Öncelikle ulus devletlerin bazı yetkilerinin uluslararası kuruluşlara devredilmesi ulusal egemenlik düzenlerini kökünden sarsmakta ve tüm devletleri uluslararası bir egemenliğin boyunduruğu altına sokmaktadır. Tepeden uluslararası kuruluşlar aracılığı ile budanan ulusal egemenlik düzenleri yandan da sivil toplumculuk çalışmaları ile çevrelenmekte, ulus devletlerin elinde olan birçok yetki ve alan sivil toplumculuk adına dışarıdan finanse edilen emperyalizmin Truva atı konumundaki sivil toplum kuruluşlarına devredilmektedir. Böylesine bir emperyal amaçlı tasfiye operasyonu emperyalizmin papağanları tarafından gerçek demokrasi ya da çağdaş sivil toplumculuk olarak savunulmakta, ulusal toplumun içerisinden tepki olarak ortaya çıkabilecek karşı duruşları, ulusal refleksleri ortadan kaldırarak önlemek istemektedirler. Bu plan doğrultusunda çok para dağıtılmakta, toplum önderleri projeler yolu ile zenginleştirilerek satın alınmakta, sivil toplum kuruluşu görünümündeki emperyalizmin örümcek ağı örgütler dıştan finansmanlar yolu ile satın alınarak küresel emperyal projelerde ulus devletlere ve ulusal egemenlik düzenlerine karşı kullanılmaktadır. Ulus devletlerin ulusal egemenlik düzenlerini tasfiye edecek üçüncü girişim de yerelleşme adı altında devreye sokulmakta ve böylece başkentlere bağlı ulusal egemenlik düzenleri yerine, devlet merkezinden uzak ve kopuk bir biçimde yerelleşme politikaları ile yapılanmaları desteklenmektedir.
         Avrupa Birliğinde uygulanan yerel yönetimler özerklik şartı gibi uluslararası belgeler, yerel yönetimleri merkezi yönetimden koparmak ve ulusal egemenlik düzeni yerine yerel egemenlik düzeni getirmek gibi bir büyük oyun gene Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu üzerinden bütün ulus devletlere karşı tezgahlanmaktadır. Küresel emperyalizm döneminde ulus devletlerin egemenlik düzeni üstten uluslararası kuruluşlar, yandan sivil toplum kuruluşları ve alttan da yerel kuruluşlar aracılığı ile budanmaya çalışılmaktadır. Bu çerçevede küreselleşmenin tam anlamıyla bir ulus devlet ve ulusal egemenlik düzenlerinin tasfiyesi operasyonuna dönüştüğünü söylemek mümkündür. Bu aşamada bu tür dıştan güdümlü politikaları kendi ulus devletlerine karşı uygulayacak liberal, sosyal demokrat ya da dinci görünümlü siyasal kadrolar küresel emperyalizmin emir erleri olarak siyaset sahnesinde kullanılmakta ve ulusların kendi ulus devletlerine ya da ulusal egemenlik düzenlerine sahip çıkabilecekleri alternatif ulusal hareketlerin ya da partilerin önü kesilmektedir. Tam anlamıyla bir çıkarcı düzen emperyal merkezler ve onların yerli işbirlikçileri aracılığı ile yürütülüp gitmektedir.
       Ulusların ellerinden devletleri ve egemenlik düzenleri alınırken, ekonominin yönetimi bütünüyle piyasaya terk edilmekte, uluslararası kuruluşlar üzerinden ekonomik ilişkiler yürütülürken uluslararası tekelci şirketler piyasa üzerinden bütün ülkelere komuta etme şansını elde etmektedir. Çok uluslu tekeller ulus devletlerin ülkelerine girerlerken, uluslararası kuruluşların desteği ile hareket etmekteler ve ulus devletin elinden alınan ekonomi düzenlerini kendi çıkarları doğrultusunda hiçbir sınır tanımadan uygulayabilmektedirler. Çok uluslu tekeller sınırsız büyürken ve ulus devletlerin kendilerine çıkardıkları zorlukları, engelleri, vergileri ve kontrolleri kolayca aşarken, devletler ekonomik krizlere sürüklenmekte, halk toplulukları ve uluslar büyük bir çöküntü içerisine girmekte, orta tabakalar çökerken, yoksulluk ve işsizlik hızla yüksek oranlara tırmanmaktadır. Dünya zenginlikleri çok uluslu tekeller üzerinden bir avuç zenginin ya da Siyonist lobilerin elinde toplanırken, halk kitleleri yoksulluğu ve işsizliğe mahkûm edilebilmektedir. Bir yandan dolar milyarderlerinin sayısı tırmanırken, öte yandan yoksulların ve işsizlerin sayıları anormal derecelerde artmakta ve bu koşullarda, ulus devletlerin kendi ekonomilerini yönetebilme şansı ortadan kaldırılmaktadır. Aklı başında hiç kimsenin kabul edemeyeceği, doğru dürüst hiçbir ulus devletin uygun göremeyeceği biçimde ulusal egemenlik düzenlerini tahrip eden olumsuz gelişmeler dıştan destekli ve emperyal işbirlikçi bir çizgide sürüp giderken, hem uluslar dağılmakta hem de ulusal egemenlik düzenleri ciddi biçimlerde sarsıntı geçirmektedir. Soğuk savaş sonrasında başlamış olan ulus devletlerin tasfiyesi günümüzde de devam etmektedir. Dünya Bankası ve İMF destekli programlar uluslararası kapitalist sistemi güçlendirirken, ulus devletlerin ekonomilerini ellerinden alarak, çok uluslu tekellerin çıkarları doğrultusunda bir ekonomik yapılanmaya doğru kullanmaktadırlar. Dünya halklarının daha kötü durumlara sürüklenmesi, çok uluslu tekellerin öncülüğünde Dünya Ticaret Örgütünün Birleşmiş Milletlerin yerine geçmesi gibi olumsuz gelişmeler batı zorlamalı küresel emperyalizmin devam ettirilme çabaları olarak günümüzde de gündemdedir. Ne var ki, artık yolun sonuna gelinmiştir. Eskisi gibi ne ABD, ne İMF ne de Dünya Bankası kendi programlarını dünya ülkelerine zorlayamamaktadırlar. Yirmi yıllık uygulamalar sonucunda bir doyum noktasına gelinmiş ve bir dönemece sürüklenilmiştir.

           Küresel emperyalizm, ilk on yılda işini bitirmek durumundaydı. İki bin yılına gelindiğinde ulus devletleri devre dışı bırakan bir küresel düzen çok uluslu tekellerin istediği biçimde kurulamayınca, araya 11 Eylül olayları sokulmuş ve bu aşamadan sonra terör bahane edilerek dünya ülkelerine karşı savaşlar açılmıştır. İyilik ve güzellikle istedikleri çıkar düzenlerini kuramayanların, terör ve savaşı dayatması iyice tepki yaratmış ve dünya ülkeleri bir araya gelerek alternatif bir kürselleşme düzenini uluslararası dayanışma içinde gerçekleştirmek için çalışmalara başlamışlardır. Küreselleşmenin ilk on yılı anlaşılmadan geçmiş ikinci on yılı ise terör ve savaşlarla fazlasıyla gürültülü geçerek ulus devletleri rahatsız etmiştir. Bunun üzerine bütün uluslarda ve ulus devletlerde kendini koruma doğrultusunda kendiliğinden bir ulusal refleksin ortaya çıktığı görülmektedir. Artık hiç bir ulus devlet kendi ulusal egemenliğini tehlikeye sokacak derecede dışarıya, yabancı ülkelere ya da uluslararası kuruluşlara angaje olmamaktadır. Küresel saldırılar üzerine yarım kalan uluslaşma süreçlerini tamamlamak üzere bütün ulus devletlerde yeniden uluslaşma süreci gündeme gelmekte, Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonunu ülkelerinden kovan ulus devletler yeniden kendi ulusal ekonomilerini yoksul halk kitleleri ve işsizlerin yaşam haklarını güvenceye alacak doğrultuda yeniden ekonomilerini ulusal çıkarları doğrultusunda kontrol etmeye başlamaktadırlar. Bir anlamda son yirmi yılda dış baskılar ve mandacı ve işbirlikçi ilişkiler yüzünden yıkılmış olan ulusal egemenlik düzenleri, yeniden onarılarak ulus devletlerin çok uluslu şirketlere karşı güçlendirilmeleri doğrultusunda geliştirilmektedir. Ulus devletleri her türlü etnik ve dinsel ayırımcılığı dışarıdan destekleyerek eyaletler biçiminde dağıtmayı planlayan küresel emperyalistler, bu planlarını şimdiye kadar gerçekleştiremedikleri için aslında politik alanda kaybetmişlerdir. Ellerindeki para gücü ile teknolojiyi, siyaseti, medyayı ve ekonomiyi yönlendiren bu merkezler iki bin eyaletten oluşan yenidünya düzenini kurmakta çok gecikmişlerdir. Bundan sonraki aşamada bütün ulus devletler kendi içlerine dönerek bir dönem toparlanmak, bir milli idari reform ile devlet ve egemenlik düzenlerini güçlendirmek zorundadırlar. Ancak böylesine bir toparlanma ve ulusal egemenliği yeniden yapılandırma döneminden sonra ulus devletler gene eskisi gibi çok uluslu tekelci şirketlerle karşı karşıya mücadelelerine devam edebileceklerdir
             Yirmi birinci yüzyılda, batılı emperyalistlerin planladığı gibi bir ulusal egemenlik düzenlerinin tasfiyesi değil ama ulusal reflekslerin harekete geçmesiyle beraber, ulusal egemenlik düzenlerinin yeniden kurularak güçlendirileceği dönemler olacaktır. Batılı kaynaklarda dile getirildiği gibi: yirmi birinci yüzyılın başlarında ulus devletler ortadan kaldırılamazsa, en az bir beş yüzyıl daha insan toplumları ulusal egemenlik düzenleri çatısı altında yönetileceklerdir. Bu durumda çok uluslu şirketlerin ulus devletleri parçalayarak iki bin eyalet üzerinden gerçekleştiremedikleri küreselleşme olgusu, yirmi beşinci yüzyılda, beş yüz yıllık güçlenme döneminden sonra ulus devletlerin kardeşçe, eşitlik ve özgürlük ortamında bir araya gelmeleriyle, savaş, terör ve sıcak etnik ve dinsel çatışma olaylarının geride bırakılmasıyla mümkün olabilecektir. Böylece batı ve şirket merkezli emperyal globalizm devre dışı kalırken, ulus devletlerin ulusal egemenliklerini koruyarak eşit bir düzeyde bir araya gelerek oluşturacakları uluslar enternasyonali çatısı altında dayanışmacı küreselleşme anlamında bir solidarist globalim beş yüz yıllık bir birikim sonucunda gerçekleşebilecektir. Yirmi birinci yüzyılda başlayacak ulusal egemenlikleri yenileme ve güçlendirme dönemi, beş yüz yıllık bir geçiş aşamasından sonra ulus devletler kaynaşması ile dayanışmacı bir küreselleşmenin hazırlayıcısı olacaktır. Yirmi birinci yüzyılda başlayan yeniden ulus devletler dönemi, beş yüz yıllık bir dayanışma ve deneme döneminden sonra, tek bir dünya düzeninin kardeşlik ve dayanışma ortamında oluşmasını sağlayacaktır. Çok uluslu şirketler ile ulus devletler arasındaki savaşı ÇUŞ’lar kaybetmiş ulus devletler kazanmıştır. Yirmi birinci yüzyıl bu nedenle ulusal egemenlik düzenlerinin yenileneceği ve güçlendirileceği bir dönem olacaktır. Tek bir dünya devleti için acele edilmemeli ve batılı emperyalistlerin öncelikle aradan çekilmeleri sağlanmalıdır. Belki o zaman ulus devletler daha rahat bir araya gelerek, bir ulus devletler kardeşliği ve dayanışması çerçevesinde tek bir dünya devletini bir üst yapılanma olarak gündeme getirebileceklerdir. Çok uluslu şirketlerin satın aldıkları işbirlikçi politikacılar aracılığı ile ulus devletleri tasfiye etme dönemi sona ermekte ve yerini yeniden uluslaşma ve ulusal egemenlik düzenlerini öne çıkaracak ulusal iktidarlar dönemi almaktadır. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini kurmuş olan Büyük Atatürk’ün söylediği gibi Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak sonsuza kadar varlığını sürdürmesi ve gelişerek öne çıkması mümkün olabilecektir.


Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

11 Nisan 2020 Cumartesi

KEMALİST AVRASYACILIK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


KEMALİST AVRASYACILIK

           Yirminci yüzyılın son döneminde “Atatürk ve Avrasya” adındaki kitabım yayınlandığında, daha sonraları küresel emperyalizme teslim olan Bizans’ın liberalleri, Türkiye’nin Kuva-yı Milliye döneminden gelen Kemalist birikiminin temsilcileri olan Kemalistleri “Avrasyacı Kemalistler” diye, alay ediyorlardı. Avrupa ya da ABD merkezli eğitimlerden geçen bu batı kafalı enteller bir türlü anlayamadıkları Avrasya gerçeğini görmezden gelirken, anti-emperyalist tutumları nedeniyle sürekli olarak batı düşmanı gösterilen Kemalistleri Avrasyacı olmakla suçlayarak, bir anlamda kamuoyunun gözünden düşürmek için, kontrolleri altıda bulunan yayın organlarını devreye sokmaktaydılar. Amerikan ve Avrupa mandacılığına teslim olan bu Bizans entelleri; bütün Doğu uluslarının desteğini alarak, Batılı emperyalistlere karşı küçük Asya’da büyük bir direnişi başarılı bir biçimde ortaya koyan, bir anlamda “Düveli Muazzam’a” denilen dünya devleti oluşumuna kafa tutan Türklerin kutsal isyanını küçümseyip, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ten Türk ulusuna miras kalan antiemperyalist siyasal birikimi, Avrasyacı olmakla suçlamaktan geri kalmıyorlardı. Kendilerini haklı çıkarabilecek her türlü argümanın Türk ulusuna karşı batılı merkezlerce bilinçli olarak kullanıldığı bir dönemde, Kemalizm’i çağdışı gibi göstererek halk kitlelerinin gözünden düşürmeye çalışan emperyalizm işbirlikçisi mandacı Truva atları, bilmedikleri Avrasya kavramını kullanarak sanki Kemalizm doğu dünyasının geri kalmış bir siyasi macera imiş gibi göstermekten geri durmamışlardır. Atatürk ve Kemalizm’in getirmiş olduğu büyük siyasal birikimin Türkiye Cumhuriyetinden bütünüyle silinmek istenmesine rağmen gene de Atatürk’ten kalan bu büyük birikim Türk ulusunu yol ve yön göstermeğe devam etmiştir.

      Dünya kıtalarının altı da birini kapsayan Sovyetler Birliği zamanında, bütünüyle sosyalist dünyanın merkezinde yer alan Avrasya bölgesi uluslararası konjonktürün dışında kalıyordu. O dönemde, dünya iki kutuplu bir yapılanmaya sürüklendiği için merkezi coğrafya Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere ve Rusya arasında paylaşılıyor, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Orta Doğu’ya gelmesiyle Sovyetler Birliği ve ABD arasında bir çekişme alanı oluşuyor ve bu aşamada İsrail’in kurulması sonrasında da Sovyetler Birliği’nin kurmuş olduğu Demirperde yapılanması Avrasya bölgesini Batı dünyasına karşı arkasına alarak koruyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni serbest alanı Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Süleyman Demirel; “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” diyerek çizdiği alan soğuk savaş sonrasında yeniden Avrasya bölgesi olarak dünya sahnesine çıkıyordu. Asya ile Avrupa kıtalarının birleşme alanında ortaya çıkan bu bölgenin adı gene iki kıtanın adlarının bir arada kullanılmasıyla ifade ediliyordu. Bu bakış açısına göre, Avrupa’nın doğusu Viyana’dan sonra başlarken, Asya’nın batısı da Çin Seddi’nden sonra başlayan alan olarak öne çıkıyor ve iki hat üzerinden çizilen haritada Avrasya bölgesi, dünya anakaralarının merkezi coğrafyası olarak dünya haritasının en kritik jeopolitik alanı olarak uluslararası politikanın en yoğunlaştığı yer oluyordu. Her açıdan önem taşıyan Avrasya merkezi alanı giderek dünya sahnesinde öne çıkarken, küresel hegemonyayı bu bölgelere taşımak isteyen batılı emperyal merkezlerin ana hedef tahtasına da gene aynı Avrasya coğrafyası gelip oturuyordu. Dünyanın ana karası olarak kabul edilen Asya-Avrupa-Afrika yapılanmasının tam ortalarında yer almakta olan Avrasya kıtası geleceğin küresel hegemonya çekişmelerinin savaş alanı olarak soğuk savaş sonrası dönemde öne çıkıyor ve demir perdenin kalmasıyla beraber de sıcak çatışmaların birbirini izlediği bir karanlıklar coğrafyasına dönüşüyordu.
      Jeopolitik kitaplarında “kalpgah” olarak adı geçen Avrasya bölgesi, üç kıtanın ortasında yer alırken, Asya-Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği dünya ana karasının merkez bölgesi olarak öne çıkıyordu. İşte böylesine bir yapılanma, dünya sahnesine Ural-Altay bölgesinden çıkarak, bütün Sibirya, Moğolistan, Orta Asya, Doğu Asya, Güney Asya, Orta Doğu, Kuzey Asya, Batı Avrupa ve Kuzey Afrika gibi bölgelere kadar uzanan Türk toplulukları, bu bölgelerde kurmuş oldukları Türk devletleri ve imparatorlukları ile Avrasya kıtasının asıl sakinleri ve sahipleri olarak dünya tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olmuşlardır. Doğu-Batı ekseninde gelişen olaylara dayalı olarak yazılan dünya tarihinde bu yüzden Türklerin yaşam alanı olan Avrasya bölgesi ve Türklerin bu alanda kurmuş olduğu Türk devletleri kilit bir rol oynamışlardır. Dünya tarihi içerisinde Türkler doğudan batıya kayan uygarlıklar zinciri içerisinde anahtar bir role sahip olmuşlar, doğu bölgelerinde ilk kez ortaya çıkmış olan dünya uygarlıklarının merkezi bölge üzerinden batı ülkelerine doğru taşınmasında gene Türk boylarının at sırtında her bölgede ortaya çıktıkları görülmüştür. İki yüzü aşkın Türk devletinin, Çin’de, Hindistan’da, Moğolistan’da, Sibirya’da Orta Asya’da, İran’da, Rusya’da, Anadolu’da, Orta Doğu’da, Kafkasya’da, Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da ve Avrupa kıtası üzerinde kurulmuş olduğu hatırlanırsa, koskocaman Avrasya bölgesinin, Türklerin at sırtında dolaştırılan uygarlıklarının yaşam alanını oluşturduğu görülmektedir. Avrasya denildiği zaman Türklerin yaşam alanı, Türk devletleri denildiği zaman da Avrasya bölgesinin çeşitli yerlerindeki siyasal yapılanmalar akla gelmektedir. Türkler olmadan bir Avrasya tarihinden ya da coğrafyasından söz edebilmek, bu açıdan son derece zordur. Türkler için, Avrasya kıtasının gerçek sahipleri şeklinde yapılacak bir açıklama, tarihi ve coğrafi gerçeklere uygun olacaktır.

      Tarihte görülen bütün Türk devletlerinin ucuyla ya da kıyısıyla Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde yer aldıkları, bu çerçevede birer Avrasya yapılanması olarak öne çıktıklarını söylemek bilimsel gerçeklere uygun düşecektir. Orta Asya’da tarih sahnesine çıkarak Asya kıtasının her bölgesinde devlet kurma şansını elde etmiş olan Türk toplulukları, sonraki aşamalarda batıya doğru göç ettiklerinde gene Avrasya kıtasının bu kez de batı bölgelerinde devletleşme şansını elde etmişlerdir. Böylesine bir genelleme çerçevesinde Avrasya bölgesi ile Türk devletleri beraberce ele alınırsa, Türkiye Cumhuriyetinden önce bu topraklar da var olan Osmanlı İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğu gibi iki büyük Türk devletinin, daha önceki dönemlerdeki Harzemşah ve Hazar İmparatorlukları gibi iki büyük Türk devletinin devamı olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldıkları görülmektedir. Selçuklu devleti Hazarların ve Harzemşahlar’ın çözülmesinden sonra İran merkezli olarak tarih sahnesine çıkarken Kafkasya, Irak, Suriye ve Anadolu bölgelerinin Türkleşmesinde öncü bir rol oynamış, daha sonra da Moğol istilası üzerine dağılınca Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasına giden yol açılmıştır. Bütün bu devletlerin birer Avrasya yapılanması olması gibi, son olarak dünyanın en büyük merkezi devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ve onun yıkılmasından sonra aynı topraklarda bin yıllık Türk egemenliğinin uzantısı olarak tarih sahnesine çıkma şansını elde eden Türkiye Cumhuriyeti de birer Avrasya devletleridir. Bu doğrultuda, Fatih’ten Kanuni’ye, Abdülhamit’ten Atatürk’e kadar bu Türk devletlerinin başına geçen devlet adamları da birer Avrasya hükümdarı ya da önderi olarak kabul edilmektedir. Bugün tarihsel konjonktürdeki varlığını sürdüren Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Atatürk’ten gelen yaşam çizgisini geleceğe dönük olarak ilelebet payidar kılacak doğrultuda sürdürmeye çaba gösterirken, Avrasya kıtasında gündeme gelen değişiklikler ya da gelişmelerin etkisi altında kalmaktadır. Bu doğrultuda Atatürk’ün eseri olan Türkiye Cumhuriyeti için bütünüyle bir Avrasya devletidir biçiminde bir tanımlama yapmak bilimsel verilere uygun düşecektir.
         Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti bir Avrasya devleti olarak tanımlanırken, aynı zamanda bu devletin kurulu bulunduğu topraklar üzerinde geleceğe dönük olarak varlığını sürdürebilmesi açısından ciddi bir Avrasyacı birikime ve etkinliğe sahip olunması gerekmektedir. Balkanlar’da doğmuş bir siyasal önder, Avrupa birikimine sahip olduğu gibi, Anadolu’ya gelerek bu ülkenin kurtuluşu için savaşırken, küçük Asya denilen büyük bir yarımadanın geleceğe dönük olarak yepyeni bir siyasal yapılanmaya yönelmesinde etkili olurken aynı zamanda bir Asya birikimini de tarih sahnesine çıkarırken, Asya ve Avrupa karışımından bir sentez olarak Avrasya birikimi gündeme geliyordu. Atatürk, Avrupa kıtasında tarih sahnesine çıktıktan sonra Asya kıtasının önde gelen bir bölgesi olarak, küçük Asya yarımadasını batılı emperyal ülkelerin askerlerinin işgalinden kurtarırken ciddi anlamda bir Avrasya birikimini öne çıkarıyordu. Bu çerçevede hem Atatürk hem de onun düşünce ve eylemlerinin birleşmesinden meydana gelen Kemalizm için Avrasyacı tanımını yapmak tarihsel süreç ve coğrafi konumlar açısından doğru bir yaklaşım olacaktır. Atatürk için bir Avrasya önderi demek ne kadar doğru ise, Kemalizm için de bir Avrasyacı hareket ya da düşünce diye tanımlama yapmak o kadar doğru olacaktır. Avrasyacı Kemalizm ya da Avrasyacı Kemalistler tanımı da bu doğrultuda doğru bir açıklama olarak görülebilmektedir. Nereden bakılırsa bakılsın, Atatürk ve Kemalizm için Avrasyacı bir açıklama yapılırken, Türkiye Cumhuriyeti için de benzeri bir doğrultuda Avrasya devleti demek bilimsel açıdan gene doğru bir yaklaşım olacaktır.
       Çin Seddi’nden Adriyatik kıyılarına ya da Avrupa ortalarına kadar harita üzerinde uzanmakta olan Avrasya bölgesi, kuzey, güney, doğu ve batı olarak ayrı bölgelere ayrılırken, Kuzey’de Rusya ve Moskova, güneyde ise Türkiye ve Ankara bölgesel merkezler olarak öne çıkmaktadır. Eski dönemde Rus Çarlığı Avrasya kıtasının bütünüyle kuzeyini kapsarken, Osmanlı İmparatorluğu da güney bölgesini kapsamakta, bu nedenle de Rusya’nın başkenti Moskova kuzey Avrasya’nın, Osmanlı devletinin başkenti İstanbul’da güney Avrasya’nın merkezleri olarak öne çıkmaktaydılar. Bu nedenle yüzyıllar boyunca iki büyük devlet ve iki büyük merkez arasında Avrasya egemenliği ve merkezi olma yarışı devam edip gelmiş ve bu doğrultuda zaman içerisinde büyük savaşlara varan kanlı çatışmalar tarihin her döneminde görülmüştür. Avrasya bölgesinin doğusunda Çin batıya doğru genişleyerek tümüyle Avrasya bölgesini hegemonyası altına almaya çalışırken, önce Türklerin daha sonraki aşamada da İngilizlerin hegemonyası altında uzun süre kalan Hindistan yarımadası da kuzeye doğru hegemonyasını genişletirken gene bir Avrasya hâkimiyetini hedeflemiştir. Kuzeyden Ruslar güneye inerken, güneyden İngilizler Hindistan üzerinden kuzeye doğru çıkarlarken, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında orta Asya bölgesinde karşı karşıya gelmişler ve bu nedenle Rus ve İngiliz hegemonya alanlarının çatışma noktasında bir tarafsız bölge ülkesi olarak Afganistan devleti kendiliğinden tarih sahnesine çıkmıştır. Aynı Afganistan ülkesi bugünün koşullarında batıya doğru açılmak isteyen Çin ile Orta Doğu üzerinden uzak doğuya uzanmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin çatışma alanının tam ortasında yer alan bir ülke olarak gene eski tampon ülke konumunu bu kez kuzey-güney ekseninde değil ama doğu-batı ekseninde devam ettirmekte ve bu yüzden de sıcak çatışmalardan bir türlü kurtulamamaktadır. Çin’in batıya bu tampon ülke üzerinden açılarak Avrasya alanına yayılmasını istemeyen Amerikan gücü, Orta Doğu üzerinden girmeye çalıştığı Avrasya bölgesinde batı hegemonyasını sürdürmek isterken, Çin’e fırsat bırakmayacak bir yapay savaşı kendi yarattığı bir göstermelik bir terör örgütü ile savaş bahanesiyle sürdürmektedir. İki büyük süper dev olan Çin ve ABD, eski süper devler olan Rusya ve İngiltere’nin Avrasya hegemonyası doğrultusunda karşı karşıya geldiği Afgan dağlarında gene karşı karşıya gelmekteler ve bu nedenle Avrasya çekişmesi artarak sürüp gitmektedir.

      Bütün bu gelişmeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş aşamasında görerek ortaya çıkan ve yıkılanın yerine yeni bir Türk devletini Avrasya’nın ortalarında kuran Mustafa Kemal Atatürk, Avrasya kıtasının güney hattında uzanan Türk çizgisini tarihsel konumu itibarıyla yakalayarak,bu durumdan yararlanabilmenin yollarını aramış,batılı emperyal güçlerin dünyanın merkezine doğru Birinci Dünya Savaşı sürecinde saldırıya geçmeleri üzerine, Küçük Asya yarımadası üzerinden geleceğe dönük bir Türk egemenlik alanını güney Avrasya hattı üzerinden gerçekleştirmeye çalışmıştır. Çok uluslu bir imparatorluktan ulus devlete geçerken, on beş milyon kilometrekarelik bir imparatorluk coğrafyasından sekiz yüz bin kilometrekarelik bir ulus devlet ülkesine doğru yönelirken, devletin adının Türkiye Cumhuriyeti olarak konulmasının ardında yatan bir Avrasya Türk gerçeği bulunduğu, kurucu önderlik tarafından bütün dünyaya gösterilmek istenmiş ve bu doğrultuda, İran üzerinden Afganistan’a uzanan ve Çin Seddi’ne kadar giden bir Türk hegemonya coğrafyasının geleceğe dönük kalıcı bir yapıya dönüşebilmesi doğrultusunda Sadabat Paktı gibi bir bölgesel dayanışma paktı Birinci Dünya Savaşı sonrasında ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde Sovyetler Birliğine karşı yeni bir güvenlik ittifakı olarak, Mustafa Kemal’in öncülüğünde gündeme getirilmiştir. Batı bölgesinde Mussolini ve Hitler gibi faşist önderlerin, tıpkı İngiltere ya da ABD gibi merkezi coğrafya üzerinden bir Avrasya saldırganlığına kalkışmaması için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından dolayı meydana gelen otorite boşluğu iki orta boy devletin bir araya gelmesiyle, Türkiye-İran ortaklığı ile giderilmek istenmiş,böylesine bir güney Avrasya birlikteliğine Irak ve Afganistan’da ortak edilerek,geleceğe dönük bir Avrasya birliğinin ilk temelleri yirminci yüzyılın ortalarında,bölge dışı emperyal güçlerin merkezi coğrafyaya gelerek yeni bir Avrasya hegemonyasına soyunmalarını önlemek için,böylesine Türk nüfus ağırlığına dayanan bir Avrasya yapılanması dünya sahnesinde öne çıkarılmaya çalışılmıştır. Eğer İkinci dünya savaşı öncesinde Sovyetler Birliğinin güney Avrasya’ya inişinin önlenebilmesi amacıyla gündeme getirilmiş olan bu ittifak geleceğe dönük olarak kurumlaştırılabilseydi, bugün yaşanmakta olan Amerikan saldırganlığının bütün Avrasya bölgesini kana bulaması gibi savaş dolu bir çağdışı sömürgeci macera yaşanmayabilirdi.
       Avrasya bölgesinin tam ortalarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş aşamasında üç dünya arasında kalan merkezi bir devlet modeli ile ortaya çıktığı için kurucusunun adından gelen bir Kemalist Cumhuriyet’tir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Lozan Antlaşmasıyla bütün dünya ülkeleri tarafından resmen bağımsız bir devlet olarak kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa kıtasının yanında batılı bir devlet olarak ortaya çıkarken çağdaş bir cumhuriyet olmaya özen göstermiş ama tam olarak batının liberal siyasal yapılanmasına kendisine örnek almamıştır. Aynı aşamada, kuzeyde Rusya üzerinden kurulmuş olan büyük Avrasya imparatorluğu olarak Sovyetler Birliğinin getirmiş olduğu sosyalist devlet modeli de benimsenmemiştir. Ayrıca eski Osmanlı hinterlandından başlayarak Orta Doğu bölgesinden uzak doğu ülkelerine kadar güney Asya hattı üzerinden uzanıp giden İslam devleti modeli de yeni dönemde benimsenmemiştir. Batı, sosyalist ve İslam dünyaları gibi üç büyük siyasal sistemin tam ortasında merkezi bir devlet olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti her üç sisteme benzemeyen bir yapıda kurulurken, geleceğe dönük bir merkezi model olarak Avrasya kıtasının özgün konumu gündeme getirilmiştir. Bir Avrasya devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün önderliğinde dünya sahnesine çıkarken, batı dünyası, sosyalist sistem ve İslam ülkeleriyle arasına ciddi bir model farkı koyarak hareket etmiş ve bu nedenle de özgün modelin adı Kemalist rejim olarak belirlenmiştir. Avrasya’nın ortasında üç dünya arasında sıkışıp kalan ama hiçbirine teslim olmayarak kendi merkezi modelini ortaya koyabilen Kemalist Türkiye, geleceğin Avrasya yapılanmasının siyasal merkezi modeli olarak öne çıkmış ve bizzat kurucusu tarafından dizayn edilerek, geleceğin Avrasya yapılanmasının temelleri yirminci yüzyılın başlarında atılmıştır. Atatürk, beş bin kitaplık bir büyük kütüphaneyi incelemeye alırken, belirli alanların uzmanlarıyla her gece sofrasında bir araya gelerek Anadolu bozkırının tam orasındaki yeni Başkent Ankara’yı geleceğin Avrasya merkezi yapacak düzeyde bir dünya birikimini Türkiye merkezli olarak örgütlemeye çalışmıştır. Yabancı gazetecilere Türkiye’yi hiçbir başka ülkeye benzetmemeleri gerektiğini eğer benzetilecek başka bir model aranıyorsa, o zaman Türkiye’nin ancak kendisine benzetilebileceğini Kemalist Cumhuriyetin kurucusu olarak Atatürk bizzat söylemiştir. Bir kurmay subay olarak dünya jeopolitiğini iyi bilen, tarihi iyi okuyan ve bir devlet kurucusu olarak sahip olunan jeopolitik alanın koşullarından ileri gelen özel durumu iyi değerlendirerek geleceğe yönelik bir farklı siyasal modeli ortaya koyabilmeyi başaran Kemalist Cumhuriyet, iki büyük dünya savaşı sonrasında her türlü üçüncü dünya savaşı zorlamalarına rağmen, bugün sapasağlam ayakta kalabilmesini bilen bir merkezi devlet olarak Avrasya hegemonya çekişmesi sürecinde Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan Avrasya bölgesinin bütün ülkelerine yol ve yön gösterecek birikime sahip bir konumdadır. Bu yönü ile de bölge ülkeleriyle çok yönlü ilişkilere girerek yeni dönemde Avrasya kıtasının merkezi olmaya doğru emin adımlarla ilerleyebilecek bir konuma sahip bulunmaktadır.
      Türkiye Cumhuriyeti bugünlere, sahip olduğu Kemalist modelini her türlü saldırıya rağmen koruyarak gelmesini bilmiştir. Kemalist model bir anlamda Türk devletinin güçlü ana yapısını ve çekirdek oluşumunu ifade etmektedir. Kendisini çevreleyen üç ayrı dünyanın taklitçi bir kopyası olmanın ötesine giderek kendi ülkesinin koşullarında eklektik ve sentezci bir yapılanmaya yönelen Türkiye Cumhuriyeti devleti, bütün devletlerden ayrılan yönünü Kemalist modeline borçlu bulunmaktadır. Orta Doğu ya da Orta Asya hegemonyasına yönelen batılı güçler, bu coğrafyalara din üzerinden girmeye çalışırken, Kemalist Cumhuriyetin farklı modelini zorlamaktalar ve Türk devletinin laik düzenini ortadan kaldırabilmenin çabası içerisine girmektedirler. Bu nedenle, Kemalist Cumhuriyetin temelinde var olan ulusal sentez ile ülkesel farklılık göz ardı edilmeye çalışılmaktadır. Batı dünyasının yanı başında kurulurken Avrupa devlet modelinin çıkış noktası olan Fransız devrimi esas alınmış ve bu doğrultuda laiklik, milliyetçilik ve cumhuriyetçilik temel ilkeler olarak benimsenmiştir. Sovyetler Birliğinin yanı başında yeni Türk devleti kurulurken sosyalist devrimin üç ana ilkesi olan halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkeleri de benimsenerek Fransız ve Rus devrimleri arasında bir sentez oluşturulmaya çalışılmış ve böylece kötü bir kopyacılıktan uzak kalınarak iki büyük devrim arasında Türkiye koşullarına uygun düşecek bir sentez, ulusal eklektikçi bir metot ile oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylesine bir farklı yaklaşım dünyanın merkezindeki bir ülkede merkezi bir model olarak öne çıkarılmıştır. Batı kopyacılığı ile batının sömürgesi olmaktan kaçınılmış, sosyalist dünya ile de araya mesafe konularak yeni bir Rus sömürgesi, Demirperde sınırında yaratılmak istenmemiştir. Batının sınır karakolu konumuna sürüklenmemek için mücadele eden Kemalist Türkiye, ABD’nin bölgeye gelmesiyle emperyal baskılar sonucunda böylesine olumsuz bir duruma zorla iteklenmiştir.

      Türkiye Cumhuriyeti, İslam dünyası içerisinde kurulmuş olan tek laik devlettir. Bu yönü ile batıyı batı yapan Fransız devriminin bir anlamda Müslüman dünyaya taşınmasının öncüsü olarak da Kemalist rejim kabul edilmektedir. Batının bugünkü üstünlüğünün çıkış noktası olan Fransız Devrimi’nin getirdiği ulus devlet, cumhuriyet rejimi ve laik devlet düzeni, Kemalist devrim ile Türkiye gibi bir Müslüman millete sahip olan ülkede ilk kez gerçekleştirilmekte ve bu yönü ile de bütün İslam coğrafyasına örnek bir model oluşturmaktadır. Batı uygarlığının temelinde yatan bilimsel aydınlanma devrimi Fransızların büyük ihtilali ile bütün batı dünyasına yayılırken, Avrupa’nın yanı başındaki Osmanlı İmparatorluğunu da yakından etkilemiş ve milliyetçilik cereyanlarının yaratmış olduğu Balkanizasyon süreci sonucunda Osmanlı devleti yıkılmak zorunda kalmıştır. Laik ulusal cumhuriyet devleti modeli bütün İslam coğrafyası için Türkiye üzerinden örnek olurken, halkçı, devletçi ve devrimci bir yapılanma da bütün doğu ülkeleriyle beraber Türk dünyası ve Avrasya devletleri için de yeni bir model olarak öne çıkıyordu. Avrasya bölgesindeki devletlerin büyük çoğunluğunun tıpkı Türkiye gibi Müslüman toplum yapılarına sahip olması nedeniyle, Atatürk devrimi ve Kemalist devlet modeli bütün Müslüman ülkeler için geçerli bir yeni örnek olarak onlara yön göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk devrimi ve Kemalist rejimi ile doksan yıllık bir süreç içerisinde bölgesinin en güçlü devleti konumuna gelirken, batılı emperyal güçlerin hedefi konumuna gelmiş ama bütün dış müdahalelere rağmen, Kemalist devlet modeli eski Osmanlı hinterlandında yer alan bütün Müslüman ülkeler için örnek olmağa devam etmiştir. Eğer Türkiye bugün için güçlü bir merkezi devlet olarak ayakta durabiliyorsa bunu kurucu iradenin oluşturduğu sağlam Kemalist yapılanmaya borçludur. Tüm İslam dünyası demokrasi dışı rejimler içerisinde bocalarken, Türkiye Cumhuriyeti ilk kez batı tipi bir demokrasiyi çağdaş boyutlarda bir Müslüman toplum yapılanması içerisinde başarmış ilk devlet modelidir. Avrasya bölgesinin bütün Müslüman ülkeleri açısından Türkiye’nin çağdaş demokrasi deneyimi büyük örnekler ve derslerle dolu olarak yön göstermektedir. Laik devlet düzeninin getirmiş olduğu bilime dayalı pozitif devlet ve hukuk düzeni Türk devletinin temelinde var olan en güçlü yapılanmadır. Bütün İslam ülkeleri açısından örnek oluşturan bu modelin önümüzdeki dönemde, Kemalist bir Avrasya yapılanması için de öncülük yapacağı açıktır. Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’inin Türkiye üzerinden bölgeye ılımlı İslamcı cemaatler üzerinden yaymaya çalışmasının ana nedeni, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülüğünde güçlü bir anti-emperyalist ve laik bir siyasal yapılanmanın Avrasya bölgesinde öne geçmesini önleyebilmek içindir.
       Avrasya kıtasında yaşayan büyük nüfusun önemli bir kısmının Türk kökenli olması çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti çağdaş bir Türk devleti olarak aynı zamanda Türk devletleri açısından da izlenmesi ve ders alınması gereken bir siyasal model olarak yön göstermektedir. Finlandiya’dan ve Macaristan’dan başlayarak Afganistan’a ve Uygur bölgesine kadar uzanan geniş bir Türk coğrafyası da Avrasya merkezli bir coğrafi konuma sahip bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti günümüzde sahip olduğu Kemalist yapılanmasıyla, İslam ülkeleri için olduğu kadar Türk devletleri için de önemli bir model ülke olarak öne çıkmaktadır. Tarih boyunca Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde kurulan Türk devletlerinin günümüzdeki uzantısı olan Türk devletlerinin geleceği açısından da Kemalist model açıkça örnek olmakta ve geleceğe dönük daha güçlü bir bölgesel yapılanma açısından yol göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu Kemalist modeli ile nasıl soğuk savaş dönemini aşarak bugünlere geldiyse, sosyalist sistemin ortadan kalkmasından sonra yerine Kemalist modelin eski Sovyet Cumhuriyeti olan Türk devletleri üzerinde etkili olmasını beklemek mümkündür. Kemalizm, sosyalist sistemden halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerini eklektik olarak aldığı için, bu yapılanması nedeniyle eski Sovyet coğrafyasındaki Türk devletleri ya da diğer komşuya da akraba toplumlar açısından da uygulanabilir bir alternatif olarak Kemalizm kendiliğinden devreye girmektedir. Sosyalizmin bittiği yerde Kemalizm başlamakta ve Avrasya ülkelerine yön göstermektedir ama bu durumu kabul etmek istemeyen Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i Türkiye’yi hızla bir İslam devletine dönüştürerek din üzerinden bütün Avrasya kıtasını kontrol etmeye çaba göstermektedirler. Bu çekişmenin çatışma alanı olarak da ılımlı İslam’ın zorla dayatıldığı Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde siyasal alanda öne çıkmaktadır. Ne var ki, bütün zorlama senaryolara ve dıştan destekli operasyonlara rağmen, Kemalist Cumhuriyet sağlam iç bünyesi ile bugüne kadar varlığını Avrasya bölgesine örnek olacak derecede bir güçlülük ile sürdürebilmiştir.
      Merkezi coğrafyayı ele geçirmeye yönelik Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerinin iflas ettiği günümüzde, emperyalizmin ılımlı İslam üzerinden bütün bölgeye dayattığı din merkezli kontrol girişimini önleyecek yegâne model olarak Kemalist Türkiye Cumhuriyeti örneği yeniden gündeme gelmekte ve bütün Avrasya kıtası ile beraber doğunun tüm mazlum uluslarına yön göstermektedir. Avrasya kıtasının tam ortasında hala güçlü bir devlet olarak varlığını her türlü emperyal girişime rağmen sürdürebilen Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekte izleyeceği yol kesinlikle Kemalist Avrasyacılık olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti bir Kemalist devlet olarak hem Avrasya bölgesinin bütünleşmesine öncülük ederek öne geçecek, hem de Kemalist modeli ile Avrasya kıtasının bütün Türk ve Müslüman ülkelerine yol göstermeğe devam edecektir. Türk devleti, Kemalist Cumhuriyetçilik ile bugünlere gelmiştir. Gelecekte de Kemalist Avrasyacılık ile yoluna devam ederken, Atatürk’ün Sadabat Paktı ile başlatmış olduğu Kemalist Avrasya yapılanması sürecinin tamamlanmasını sağlayacaktır. İran’a karşı füze kalkanına alet olan stratejik derinlik politikalarının iflas ettiği bir aşamada, İran’ı bir büyük Avrasya yapılanması doğrultusunda yanına alacak Kemalist Avrasyacılık akımının hem Türkiye’nin hem de bütünüyle merkezi coğrafyanın kaderini antiemperyalist bir doğrultuda belirleyeceği açıktır. Avrupa Birliğine, Amerika Birleşik Devletleri’ne, İsrail’e, Çin’e, Rusya’ya ve Hindistan’a karşı büyük Avrasya Birliğini gerçekleştirecek olan siyasal akım Kemalist Avrasyacılık olacaktır. Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti önümüzdeki dönemde böylesine bir bilinç ile yoluna devam ederse her türlü savaş tehlikeleri önlenerek, bölgesel ve küresel barışa giden yol açılabilecektir. Yurtta ve cihanda sulh isteyen Kemalizm, Avrasya kıtasına da barış ve düzen getirecektir. Kemalist Avrasyacılık üçüncü dünya savaşını önleyerek hem bölgeyi hem de küresel barışı kurtaracaktır. Kemalist Avrasyacılık, bölge ülkelerini bir araya getirerek gelecekte güçlü ve kalıcı bir Avrasya Birliğinin bölgesel yapılanma olarak oluşturulmasının önünü açacaktır. Kemalist Avrasyacılık, Atatürk reformlarını ve devlet modelini bölge ülkelerine taşırken, onları çağdaş bir bölgesel birlikteliğe antiemperyalist bir çizgide hazırlayacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN