21.YÜZYILDA
ULUSAL EGEMENLİK
Yirminci yüzyıl geride kaldıktan ve yirmi
birinci yüzyılın ilk on yılını tamamladıktan sonra, gerçekçi bir ulus devlet ve
ulusal egemenlik değerlendirmesi yapmak gerekmektedir. Bütün dünyanın bir çağ
değişimi yaşadığı, bir yüzyılın son on yılında yepyeni bir dönem ile karşı
karşıya kalındığı ve nelerin olduğu tam olarak ortaya çıkmadan yeni yüzyılın
ilk yıllarını geride bırakmaya başlamak, bugün içinde bulunulan durum ve
geleceğin yeni koşullarını ve yapılanmalarını açıklığa kavuşturmak açısından
daha gerçekçi görünmektedir. Bu çerçevede, dünya ve insanlık, bugünkü
yapılanmasından nasıl bir geleceğe doğru yol almaktadır sorusuna, getirilecek
en iyi yanıtlardan birisi; yirmi birinci yüzyılda ulusal egemenlik düzenlerinin
nasıl bir gelişme geçireceğinin ortaya konulmasıyla verilebilecektir.
İnsanlığın içine girmiş olduğu elektronik uzay çağında değişimin hızı herkesin
başını döndürürken, yakın geleceği görebilmek ve bunun üzerine düşünce
üretebilmek giderek zorlaşmaktadır. Ne var ki, gene de geçmişten gelen bilimsel
bilgi birikimi ve yaşanmış siyasal olayların ortaya koymuş olduğu siyasal
deneyimlerin, böylesine bir harekete kalkışabilmek açısından yeterli destek
sağlayıcı olduğu söylenebilir. Hızlı değişim süreçlerinin yaratmış olduğu baş
döndürücü ortamın olumsuzlukları ancak geçmişin bugüne taşıdığı siyasal ve
bilimsel bilgi birikiminin sağlamış olduğu olanaklar ile aşılabilecektir.
İlk çağlardaki küçük nüfus
yapılanmalarının Orta Çağ sonrasında hızla büyümeye başlamalarıyla, insan
toplumlarını yönlendirme ve yönetme sorunları ortaya çıkmıştır. İlkel ve geri
kalmış toplumlarda nüfus arttıkça çekişme ve çatışma da tırmanmış, geniş halk
kitlelerinin toplu bir halde düzen içerisinde yaşama şansı giderek ortadan
kalkmıştır. İşte bu sürecin başlangıcında dünya sahnesine tek tanrılı dinler
çıkmış ve kitlelerin hem yönlendirilmesinde hem de belirli bir otoritenin
öncülüğünde düzenli bir yaşama kavuşturulmalarında etkili olmuştur. Yahudilerin
Mısır’dan kovulmaları sırasında Musa Peygamber’in ortaya çıkarak ilk tek
tanrılı dini ortaya koyması yeni bir başlangıç olmuştur. Böylece ilk din
devletine giden yolda İsrail bir din devleti olarak Milattan Önceki yıllarda
Orta Doğu’da kurulmuştur. Puta tapan pagan Roma İmparatorluğu, bu ilk tek
tanrılı dine dayanan İsrail devletini yıkarak Yahudileri bütünüyle yok edeceği
sırada, Hıristiyanlık bir Yahudi asıllı din adamı tarafından ikinci tek tanrılı
din olarak gündeme getirilmiştir. Romalılar bunun üzerine yeni tek tanrılı din
olan Hıristiyanlık ile uğraşırken, Yahudiler Akdeniz kıyılarına dağılarak
geleceğin ticaret kolonilerini ve ekonomi kentlerini kurmuşlardır. Daha sonraki
aşamada Hıristiyanlık kuzeyden Avrupa’ya girerek bütün kıtaya yayıldığı aşamada
ise Yahudiler Avrupa kıtasından dışlanmaya başlamışlar ve bu aşamadan sonra içine
girilen Orta Çağ döneminde Avrupa kıtası bin yıl süre ile Hıristiyan Kilisesinin
dine dayalı baskı yönetimi altında kalmıştır. Karanlık Orta Çağ Avrupa kıtasında
Hıristiyan ve Yahudi çekişmesine neden olmuş, Hıristiyanlık bütün Avrupa
kıtasını ele geçirerek bir Kilise egemenliği oluştururken, Yahudiler hedef
alınarak sinagoglara Avrupa’da yer verilmemiştir. Hıristiyanlık bütün Avrupa’yı
ele geçirirken, daha önceki tek tanrılı dinin mensubu olan Yahudiler yok edilmeye
çalışılmıştır.
Üçüncü
tek tanrılı din olan Müslümanlık henüz Orta Doğu’da yayılmadan, Kuzey Afrika
üzerinden İberik yarımadasına geçerek, Orta Çağ döneminde Hıristiyan Avrupa
kıtasına karşı, Avrupa’nın batısında İslam-Yahudi ittifakına dayanan Endülüs İmparatorluğu
kurulmuştur. Hıristiyan Avrupa kıtası İberik yarımadası üzerinden Endülüs’ün Müslüman
askerleri tarafından zorlanırken, Kuzey bölgesinde bugünkü Rusya topraklarında
kurulu bulunan Hazar İmparatorluğu üzerinden, Türk kavimlerinin göçleri gündeme
getirilmiş ve bugünkü Macaristan, Bulgaristan ile Finlandiya ve Estonya nüfuslarını
oluşturan Türk kavimleri göçü gene yedinci yüzyılda Avrupa kıtasına yönelmiştir.
Avrupa kıtasındaki Hıristiyan-Yahudi çekişmeleri yüzünden kıtanın doğusuna Türk
göçleri ve batısına da Müslüman göçleri yönlendirilerek, kıta içerisinde Hıristiyan
ağırlığına karşı Yahudiler hem Türk boyları hem de İslam kavimleri ile bir
karşı denge sağlamaya çalışmışlardır. Böylece; Orta Çağ döneminde üç büyük din
arasındaki çekişmeler tırmanmış ve giderek çeşitli savaşlara dönüşmüştür. Bu
durumda, giderek artan ülkelerin nüfusları dinler aracılığı ile kontrol edilmeye
çalışılmış, azınlıkta kalan Yahudiler sürekli olarak bulundukları ülkelerde ve
genel olarak bazı bölgelerde her zaman için Hıristiyan ve Müslüman dengelerine
dikkat ederek, kendi varlıklarını koruyabilmek ve ele geçirmiş oldukları
ekonomik zenginlik düzenlerini koruyabilmek için çeşitli yöntemleri
geliştirmişlerdir. Doğudan gelen göçler ile nüfusu fazlasıyla artan Avrupa
kıtası o dönemde dünyanın merkezi olma düzeyine gelince, üç büyük din
arasındaki çekişmeler ve savaşlar tarihin belirleyici unsuru olarak öne
geçmiştir. Hıristiyanlara karşı Müslümanları, Müslümanlara karşı da Hıristiyanları
desteklemek her zaman için azınlıktaki Yahudilerin izlediği bir yöntem olmuş ve
böylece Orta Çağ Avrupa’sında yeni bir denge düzeni tek tanrılı dinler
aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır.
Rönesans ve Reform daha sonraki yenidünya
düzeninin başlangıcı olmuştur. Avrupa kıtasında matbaanın keşfi ile bir
aydınlanma hareketi başlamış, Hollanda ve İngiltere üzerinden bütün kıtaya
yayıldığı aşamada, artık Avrupa dönemi geride kalırken, Avrupa merkezli yeni
bir dünya düzenine yönelinmiştir. İtalya Rönesans ve Reform hareketlerinin
merkezi olmaya başlayınca, Orta Çağ düzeni bütünüyle çökmüştür. Bilim ve endüstri
devrimleriyle insanlık daha gelişmiş yeni yapılanmaya doğru yöneldiğinde yaşam
biçimi değişmiş ve insanlık Avrupa’nın dışında yeni kıtalara yönelerek bütün
dünyayı keşfe yönelmiştir. On beşinci yüzyılın sonlarına doğru bu gelişmelerin
etkisiyle İberik yarımadasındaki Kastilya Krallığı bütün yarımadayı ele geçirerek,
Müslümanları ve Yahudileri Avrupa kıtasından kovup, Endülüs İmparatorluğu
yerine İspanya Krallığını kurmuştur. Endülüs’ün yıkılışı sonrasında Müslüman Araplar
yeniden Afrika kıtasına sürülürken, Musevi Yahudiler de gemilere binerek okyanus
ötesi kıtalara açılmışlar ve böylece dört büyük kıta ile dünya denizleri ve
adalarının keşfi dönemi başlamıştır. Üç yüz bin civarında Yahudi de gemilere
binerek Akdeniz üzerinden Osmanlı İmparatorluğu topraklarına gelmiştir. Seferad
adı verilen bu Yahudiler Endülüs’ün yıkılışı ile batı Avrupa’dan kovulunca
kıtayı terk etmemişler bu kez de Doğu Avrupa’ya göç ederek Osmanlı İmparatorluğunun
topraklarında yaşamaya başlamışlar ve bu büyük Müslüman devletini, Hıristiyan
Avrupa devletlerine karşı desteklemişlerdir. Bu nedenle altı yüz yıllık Osmanlı
tarihi sürekli olarak Hıristiyan Avrupa devletleriyle yapılan savaşlar ile dolu
geçmiştir. Azınlıktaki Yahudiler, Müslüman Endülüs’ü Hıristiyan Avrupa’ya ve
Vatikan’a karşı kullanamayınca bunun üzerine Müslüman Osmanlı İmparatorluğunu
sürekli olarak Hıristiyan Avrupa kıtasına karşı “Tanrının Kılıcı” adı altında
kullanmışlardır. Bir anlamda Yahudilerin Avrupa kıtasında yaşamlarını ve
ekonomik etkinliklerini sürdürebilmelerinin güvencesi Osmanlı devleti olmuştur.
Orta Çağ sonrasında Avrupa tarihini
belirleyen olgu yine dinler savaşı olmuştur. Üç büyük tek tanrılı din
arasındaki çekişmeler ya da Yahudilerin Hıristiyan-Müslüman dengelerini arayan
yeni yaklaşımları öne geçtikçe, dinler arası çatışmalar çıkmış ve bu doğrultuda
Avrupa tarihini belirleyen olaylar birbiri ardı sıra tarih sahnesinde kendisini
göstermiştir. Roma İmparatorluğu döneminden kalma Roma merkezli bir Katolik
yapılanması Avrupa kıtasında öne geçince ve yine Yahudilere olan baskılar
artınca bu kez, Almanya’da Luther ve Fransa’da Calven isimli iki Yahudi asıllı
din adamının öncülüğünde Kiliseye karşı protesto hareketleri ortaya çıkmış ve
bunun sonucunda da Protestanlık yeni bir Hıristiyan mezhebi olarak Katolikliğe karşı
örgütlenmiştir. Katolikler Macaristan’da, Yahudileri kırım ve kıyam
başladıklarında Osmanlı imdatlarına yetişerek, bu ülkeyi fethetmiştir. Osmanlı
yönetiminde Macaristan’da Protestanlık geliştikten sonra, Osmanlı yönetimini dünya
ekonomisini yönlendiren Yahudiler geri göndermişlerdir. Avrupa’nın kuzeyinden
başlayarak Protestanlık yayıldıkça bu kez Avrupa kıtasında mezhepler üzerinden
ikinci dönem din savaşları başlamıştır. Daha önceki aşamada dinler savaşırken
bu kez mezhepler savaşmaya başlamış ve Yahudilerin desteklediği Protestanlar
ile Katolikler arasında çok kanlı din savaşları yaşanmıştır. Otuz yıl, kırk yıl
daha da ileri giderek elli yıl süre ile devam eden bu Katolik-Protestan
çekişmeli din savaşları sonucunda Avrupa’da çok insan ölmüş, bir gecede yapılan
büyük katliamlar sonucunda dinci kesimler çok insan zayiatı vermiştir. Müslüman
Osmanlı İmparatorluğunun sağladığı güçler dengesi altında Protestanlık
Avrupa’da yayılırken, katı ve fanatik Katoliklik önlenmiş ve geleceğe dönük
yeni bir denge bu kez Hıristiyan mezhepleri arasında oluşturularak, Avrupa’da
diğer din mensuplarının da yaşayabileceği bir denge ortamı yaratılmak
istenmiştir. Ne var ki, dinler savaşı ile geçen zaman içerisinde Avrupa
devletlerinin karşı karşıya gelmesi, güney ülkeleri Katolik alanı olarak
varlıklarını korurken, kuzey ülkelerinin Protestanlığın yayılma alanları olarak
yeni yapılanmada yer almaları yeni bir çatışma ortamına Avrupa kıtasını
sürüklemiştir.
İşte bu duruma son vermek için, toplanan
büyük Avrupa devletleri 1648 yılında geleceğin Avrupa’sına yön vermek üzere Vestfalya
Antlaşmasını imzalamışlardır. Bu antlaşma ile krallık devletlerinin sınırları
kesin olarak belirlenmiş ve kral merkezli bir yönetim sağlanarak, geleceğe
dönük bir süreçte krallıkların kendi toplumları ile bütünleşerek ayrı bir
ülkesel yapılanmaya yönelmeleri sağlanmıştır. Böylece, her krallık devletinin
merkezinde yer alan başkente bağlanan kentler bir devletin sınırları içerisinde
uzun süreli kalıcı bir birlikteliğe yöneltilerek her devletin kendi toplumu ile
sahip oldukları ortak ülke koşullarında ve özelliklerinde bütünleşebilmelerinin
yolu açılmıştır. Bu süreç, krallık devletlerine bağlı olarak yaşamakta olan
insan topluluklarının zaman içerisinde halk topluluğundan ulusal topluma
geçişini sağlayan bir etki yaratmıştır. Sürekli olarak aynı ülkede birlikte
yaşayan, ortak devletin çatısı altında tek bir yönetime bağlı olarak
yaşamlarını sürdüren kitleler giderek ortak özelliklere sahip olmaya
başladıklarında ulus gerçeğinin dünya sahnesine çıktığı görülmüştür. Ulusal
egemenliğe ve daha sonraki aşamada da ulus devlete giden yol, halk kitlelerinin
uluslaşmasıyla başlamıştır. 1648 Vestfalya Antlaşması ile yönü çizilen bu
oluşum 1789 Fransız Devrimi bir patlama noktasına ulaşmış ve bir ulusal devrim
ile krallıklardan ulus devletlere geçiş başlamıştır. Ulus devlete giden yol
Vestfalya Antlaşması ile çizilirken, Fransız Devrimi bir patlama noktası olarak
tarih sahnesine çıkmış ve daha sonraki hızlı uluslaşma sürecinin başlangıcı
olmuştur. Eşitlik ve özgürlük ilkeleriyle beraber ele alınan kardeşlik ilkesi, Fransız
Devriminin farklı etnik kökenden gelen insanları bir kardeşlik anlayışı
içerisinde ulusal bir toplumun çatısı altında birleştirebilmesinin esası olmuştur.
Kardeşlik anlayışı ve yaklaşımı, farklı kökenden gelen insanların eşitlik ve
özgürlük ortamında özgürce bir araya gelebilmelerini sağlamış, aynı ülkedeki ortak
devletin çatısı altında geçmişten gelen ve geleceğe yönelen bir yaşam düzeni
içerisinde benzerliklerin kaynaşmasıyla ulusallaşma başlamıştır. Bir buçuk asır
sonra Fransız Devrimi ile patlama noktasına gelen uluslaşma süreci, daha
sonraki dönemde de devam ederek, batının önde gelen büyük ulus devletlerinin üç
yüz yılı aşkın bir zaman dilimi içerisinde uluslaşabildiklerini ve bu aşamadan
sonra çağdaş ve modern bir ulus devlete sahip olabildiklerini göstermektedir.
İlkel toplumdan modern çağa büyük bir
değişim geçiren insan toplumları, önce dinler aracılığı ile yönlendirilmek ve
yönetilmek istenmiş daha sonraki aşamada da din savaşlarının büyük katliamlara yol
açması ve giderek artan dünya nüfusunun yeni bölgelerde farklı devlet yapıları
içerisinde yaşamlarının sağlanmak istenmesi üzerine, Fransız Devrimi ile
beraber ulusçuluk akımları hızla gelişmiş ve böylece çeşitli ülkelerdeki halk
topluluklarının uluslaşma aşamasına gelmelerine giden yolu açmıştır. On beşinci
yüzyıldan sonra dünyaya açılma gündeme geldiğinde büyük imparatorluklar kurulmuştur.
Yirminci yüzyıla girerken yeryüzünde yirmi devlet vardı. Yirminci yüzyıl
biterken yeryüzünde iki yüz ulus devlet oluşmuştur. Önce dinler alanındaki
krallıklar imparatorluklara dönüşürken aynı zamanda uluslaşma sürecini de
beraber yaşamışlardır. Böylece din devletlerinden ulus devletlere geçiş aşaması
yaşanmış ve krallıklar zaman içerisinde Fransa’da olduğu gibi ulus devletlere dönüşmüştür.
Birinci Dünya savaşı sonrasındaki aşamada büyük imparatorluklardan ulus
devletlere geçiş gündeme gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında birçok
sömürgelerin bağlı oldukları imparatorluklardan koparak, bağımsız ulus
devletlere yöneldikleri görülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasında benzeri
yeni bir süreç yaşanmış ve Birleşmiş Milletlerin kurulması üzerine bütün eski
sömürgeler ulus devletler olarak Birleşmiş Milletler çatısı altında
toplanmışlardır. Son olarak soğuk savaşın sona ermesi üzerine Sovyetler Birliği
ve Yugoslavya Federasyonları dağılınca yirmi iki tane yeni ulus devlet dünya
haritası üzerinde bağımsız siyasal yapılanmalar olarak yerlerini almışlardır. Böylece,
dünya düzeni yirminci yüzyıldan çıkarken iki yüz civarında ulus devlete sahip
olan bir yapılanma kazanmıştır. Önceleri dinler aracılığı ile yönetilen insan
toplumları, nüfusun giderek artması ve bütün dünya kıtalarına yayılması üzerine
yeni ulus devletlere gereksinme doğduğu için, bugünün dünyasında iki yüz
civarındaki ulus devlet sahip oldukları ulusal egemenlik düzeni içerisinde
kendi ülkelerinde varlıklarını sürdürmektedirler. Artan nüfus ve kıtalar
üzerine yayılma yeni yeni ulus devletleri dünya sahnesine çıkarmış ve bu yüzden
günümüz dünyasında giderek çok uluslu ve devletli bir süreç giderek artan bir boyutta
gündeme gelmiştir.
John Naisbith adında küreselleşme
filozofu bir ABD‘li, bugünün iki yüz ulus devletli yapılanmasını eksik görmekte,
insanlık için iki yüz devletin yeterli olamayacağını, gelecekte insanlığın
gereksinmelerinin karşılanabilmesi için en az iki bin devlete gereksinme
olduğunu “Global Paradoks” isimli kitabında açıkça yazabilmektedir. Yirminci
yüzyılda yaşanan üç kuşak ulus devletler sürecinin ortaya çıkardığı iki yüz
devletli dünya yapılanmasını yeterli bulmayan küresel emperyalizm merkezleri,
John Naisbith gibi kendi düşünürleri aracılığı ile iki bin devletli bir yapılanmayı
dünya kamuoyunun önüne bir hedef olarak koymaktadırlar. Böyle, bir davranış da
küresel emperyalizmin sonuna kadar zorladığı böl ve yönet metotlarını yeniden
devreye sokmakta, bütün ulus devletler dışarıdan gelen küresel emperyalizmin
baskı ve tehditleri karşısından dağılmak zorunda kalmaktadırlar. Küresel
emperyalizmin patronlarının bütün dünyaya dayatmış olduğu bu plan yüzünden
bütün dünya devletleri dağılma ve parçalanma tehdidi altında kalmaktadırlar. Bugünün
yeryüzü haritasında yer alan büyük ve orta boy ülkelerin tamamı bölünme ve
parçalanma tehditleri ile karşı karşıyadır, çünkü iki bin devlet yaratma
projesi batının emperyal merkezleri tarafından bütün dünya devletlerine zorla
ve baskı yöntemleriyle dayatılmaktadır. Yirmi devletten iki yüz devlete çıkan
dünya yapılanmasında iki bin devletin zorlanması yüzünden yerkürenin her
köşesinde etnik ve dinsel çatışma sahneleri yaşanmakta ve bu yüzden küresel
güvenlik çok ciddi tehditler altında kalmaktadır. Ulus devletleri parçalamayı
amaçlayan küresel emperyalizmin ana hedef noktasında ulusal egemenlik düzeni
bulunmaktadır. Ulus devletleri şimdiye kadar ayakta tutan bu egemenlik
anlayışından verilecek en küçük ödünler hızla beraberinde yeni küçük
devletçiklerin dünya sahnesine çıkmasına yol açmakta ve bu yüzden de devlet
sayısı sürekli olarak artmaktadır.
Siyonist lobilerin elinde toplanan
küresel sermayenin güdümündeki küresel emperyalizm, Siyonizm’in ulus ötesi
yaklaşımı çerçevesinde uluslara karşı çıkan bir yaklaşımı giderek tırmandırdıkça
bütün ulus devletler dağılma tehlikesine doğru sürüklenmektedirler. Siyonizm’in
temelinde ırk ve din anlayışı olduğu için ve kesinlikle bir ulusal öz
bulunmadığı için, böylesine bir küresel emperyalizmde uluslar ve onların egemenliği
başlıca hedef tahtasına oturtulmaktadırlar. Uluslararası kapitalizmin merkezi
olan Amerika Birleşik Devletlerindeki küçük devlet yapılanması olarak eyalet
sistemi öne çıkarılmakta, bir anlamda ulus devletlerden eyalet devletlere geçiş
için uluslararası düzen zorlanmaktadır. ABD’den elli devlet çıkarken,
Rusya’dan, Çin, Brezilya ve Hindistan gibi büyük alanlı devletlerden de ellişer
eyalet devleti çıkarabilmenin hesapları yapılmaktadır. Sadece beş büyük
devletten iki yüz elli civarında eyalet devletinin çıkartılması, küresel emperyalizmin
iki bin devletli dünya projesine uygun düşmektedir. Bu arada, Meksika Türkiye, İran,
Endonezya, Mısır, Arabistan ve Nijerya gibi orta boy ülkelerden de on ile yirmi
arasında eyalet devletçikleri çıkarmak aynı proje doğrultusunda gündeme getirilebilecektir.
Avrupa’nın büyük devletleri de sahip oldukları vilayet ya da eyaletleri bu
doğrultuda bağımsız yapılar olarak kabul ederse, iki yüz ulus devletten iki bin
eyalet devletine geçiş daha da kolaylaşacaktır. Dünyanın geri kalan kıtalarında yer alan her
ülkede benzeri doğrultuda merkezden kopan eyalet devletçikleri yaratılırsa iki bin
rakamına ulaşmak kolaylaşabilecektir. Singapur ya da Malta gibi küçük adalar
ayrı devlet sayılabiliyorsa, Türkiye’nin bir vilayeti kadar genişliğe sahip
olan beş yüz bin nüfuslu eski Yugoslavya eyaleti Karadağ da ayrı ve bağımsız
bir devlet olarak kabul edilebilecektir. Aynı doğrultuda Ermenistan ve
Azerbaycan arasında çekişme konusu olan Karabağ’da devlet sayılabilir, Kosova
sonrasında ortaya çıkan Abazya ve Osetya gibi minyatür devletçikler de yeni
eyalet devletleri döneminde, bağlı oldukları ülkelerden koparak bağımsız
siyasal yapılanmalar statüsünde uluslararası alanda var olabileceklerdir. Yerleşik
devlet yapılarını ve dünya düzenini bütünüyle sarsacak derecede radikal yaklaşımlar
ile gündeme getirilen bu tür politikalar önümüzdeki dönemde bütün dünyayı bir
kaosa sürükleyecek kadar tehlikeli görünmektedir.
Küresel emperyalizmin patronu bir avuç
zengin iş adamıdır. Bunlar her yıl düzenli olarak yaptıkları toplantılarda, Bilderberg,
Trilatral Komisyon, Dış İlişkiler Komisyonu, Dünya Ekonomi Forumu ve İlliminati gibi yapılanmalar çerçevesinde emperyal planlarını yürütmeye çalışmaktadırlar.
Bu doğrultuda hem Amerika Birleşik Devletlerini, hem Birleşmiş Milletleri hem
de diğer uluslararası kuruluşları kullanarak, Siyonist bir lobinin merkezinde
olduğu bir yenidünya düzeni yaratabilmenin ardında koşmaktadırlar. Bir avuç
aşırı zengin insanın merkezinde bulunduğu bu ırkçı ve saldırgan emperyalist yapılanma
bütünüyle ulus gerçeğini inkâr ettiği için, yeryüzündeki bütün ulus devletlerin
ulusal egemenlik düzenlerine de uluslararası kuruluşlar üzerinden ciddi bir
savaş açmışlardır. Ulus devletlerin kendi ülkelerinde uygulamaya çalıştıkları
ulusal egemenlik düzenleri üç yönden aşındırılarak ortadan kaldırılmak
istenmektedir. Öncelikle ulus devletlerin bazı yetkilerinin uluslararası kuruluşlara
devredilmesi ulusal egemenlik düzenlerini kökünden sarsmakta ve tüm devletleri uluslararası
bir egemenliğin boyunduruğu altına sokmaktadır. Tepeden uluslararası kuruluşlar
aracılığı ile budanan ulusal egemenlik düzenleri yandan da sivil toplumculuk
çalışmaları ile çevrelenmekte, ulus devletlerin elinde olan birçok yetki ve alan
sivil toplumculuk adına dışarıdan finanse edilen emperyalizmin Truva atı
konumundaki sivil toplum kuruluşlarına devredilmektedir. Böylesine bir emperyal
amaçlı tasfiye operasyonu emperyalizmin papağanları tarafından gerçek demokrasi
ya da çağdaş sivil toplumculuk olarak savunulmakta, ulusal toplumun içerisinden
tepki olarak ortaya çıkabilecek karşı duruşları, ulusal refleksleri ortadan kaldırarak
önlemek istemektedirler. Bu plan doğrultusunda çok para dağıtılmakta, toplum
önderleri projeler yolu ile zenginleştirilerek satın alınmakta, sivil toplum
kuruluşu görünümündeki emperyalizmin örümcek ağı örgütler dıştan finansmanlar
yolu ile satın alınarak küresel emperyal projelerde ulus devletlere ve ulusal
egemenlik düzenlerine karşı kullanılmaktadır. Ulus devletlerin ulusal egemenlik
düzenlerini tasfiye edecek üçüncü girişim de yerelleşme adı altında devreye
sokulmakta ve böylece başkentlere bağlı ulusal egemenlik düzenleri yerine, devlet
merkezinden uzak ve kopuk bir biçimde yerelleşme politikaları ile yapılanmaları
desteklenmektedir.
Avrupa Birliğinde uygulanan yerel
yönetimler özerklik şartı gibi uluslararası belgeler, yerel yönetimleri merkezi
yönetimden koparmak ve ulusal egemenlik düzeni yerine yerel egemenlik düzeni
getirmek gibi bir büyük oyun gene Dünya Bankası ve Uluslararası Para Fonu
üzerinden bütün ulus devletlere karşı tezgahlanmaktadır. Küresel emperyalizm
döneminde ulus devletlerin egemenlik düzeni üstten uluslararası kuruluşlar, yandan
sivil toplum kuruluşları ve alttan da yerel kuruluşlar aracılığı ile budanmaya
çalışılmaktadır. Bu çerçevede küreselleşmenin tam anlamıyla bir ulus devlet ve
ulusal egemenlik düzenlerinin tasfiyesi operasyonuna dönüştüğünü söylemek
mümkündür. Bu aşamada bu tür dıştan güdümlü politikaları kendi ulus devletlerine
karşı uygulayacak liberal, sosyal demokrat ya da dinci görünümlü siyasal kadrolar
küresel emperyalizmin emir erleri olarak siyaset sahnesinde kullanılmakta ve
ulusların kendi ulus devletlerine ya da ulusal egemenlik düzenlerine sahip
çıkabilecekleri alternatif ulusal hareketlerin ya da partilerin önü
kesilmektedir. Tam anlamıyla bir çıkarcı düzen emperyal merkezler ve onların
yerli işbirlikçileri aracılığı ile yürütülüp gitmektedir.
Ulusların ellerinden devletleri ve egemenlik
düzenleri alınırken, ekonominin yönetimi bütünüyle piyasaya terk edilmekte,
uluslararası kuruluşlar üzerinden ekonomik ilişkiler yürütülürken uluslararası
tekelci şirketler piyasa üzerinden bütün ülkelere komuta etme şansını elde
etmektedir. Çok uluslu tekeller ulus devletlerin ülkelerine girerlerken,
uluslararası kuruluşların desteği ile hareket etmekteler ve ulus devletin
elinden alınan ekonomi düzenlerini kendi çıkarları doğrultusunda hiçbir sınır
tanımadan uygulayabilmektedirler. Çok uluslu tekeller sınırsız büyürken ve ulus
devletlerin kendilerine çıkardıkları zorlukları, engelleri, vergileri ve kontrolleri
kolayca aşarken, devletler ekonomik krizlere sürüklenmekte, halk toplulukları
ve uluslar büyük bir çöküntü içerisine girmekte, orta tabakalar çökerken,
yoksulluk ve işsizlik hızla yüksek oranlara tırmanmaktadır. Dünya zenginlikleri
çok uluslu tekeller üzerinden bir avuç zenginin ya da Siyonist lobilerin elinde
toplanırken, halk kitleleri yoksulluğu ve işsizliğe mahkûm edilebilmektedir.
Bir yandan dolar milyarderlerinin sayısı tırmanırken, öte yandan yoksulların ve
işsizlerin sayıları anormal derecelerde artmakta ve bu koşullarda, ulus
devletlerin kendi ekonomilerini yönetebilme şansı ortadan kaldırılmaktadır. Aklı
başında hiç kimsenin kabul edemeyeceği, doğru dürüst hiçbir ulus devletin uygun
göremeyeceği biçimde ulusal egemenlik düzenlerini tahrip eden olumsuz
gelişmeler dıştan destekli ve emperyal işbirlikçi bir çizgide sürüp giderken,
hem uluslar dağılmakta hem de ulusal egemenlik düzenleri ciddi biçimlerde
sarsıntı geçirmektedir. Soğuk savaş sonrasında başlamış olan ulus devletlerin tasfiyesi
günümüzde de devam etmektedir. Dünya Bankası ve İMF destekli programlar
uluslararası kapitalist sistemi güçlendirirken, ulus devletlerin ekonomilerini
ellerinden alarak, çok uluslu tekellerin çıkarları doğrultusunda bir ekonomik
yapılanmaya doğru kullanmaktadırlar. Dünya halklarının daha kötü durumlara
sürüklenmesi, çok uluslu tekellerin öncülüğünde Dünya Ticaret Örgütünün
Birleşmiş Milletlerin yerine geçmesi gibi olumsuz gelişmeler batı zorlamalı
küresel emperyalizmin devam ettirilme çabaları olarak günümüzde de gündemdedir.
Ne var ki, artık yolun sonuna gelinmiştir. Eskisi gibi ne ABD, ne İMF ne de Dünya
Bankası kendi programlarını dünya ülkelerine zorlayamamaktadırlar. Yirmi yıllık
uygulamalar sonucunda bir doyum noktasına gelinmiş ve bir dönemece sürüklenilmiştir.
Yirmi birinci yüzyılda, batılı emperyalistlerin planladığı
gibi bir ulusal egemenlik düzenlerinin tasfiyesi değil ama ulusal reflekslerin
harekete geçmesiyle beraber, ulusal egemenlik düzenlerinin yeniden kurularak
güçlendirileceği dönemler olacaktır. Batılı kaynaklarda dile getirildiği gibi: yirmi
birinci yüzyılın başlarında ulus devletler ortadan kaldırılamazsa, en az bir
beş yüzyıl daha insan toplumları ulusal egemenlik düzenleri çatısı altında yönetileceklerdir.
Bu durumda çok uluslu şirketlerin ulus devletleri parçalayarak iki bin eyalet
üzerinden gerçekleştiremedikleri küreselleşme olgusu, yirmi beşinci yüzyılda, beş
yüz yıllık güçlenme döneminden sonra ulus devletlerin kardeşçe, eşitlik ve
özgürlük ortamında bir araya gelmeleriyle, savaş, terör ve sıcak etnik ve
dinsel çatışma olaylarının geride bırakılmasıyla mümkün olabilecektir. Böylece
batı ve şirket merkezli emperyal globalizm devre dışı kalırken, ulus devletlerin
ulusal egemenliklerini koruyarak eşit bir düzeyde bir araya gelerek oluşturacakları
uluslar enternasyonali çatısı altında dayanışmacı küreselleşme anlamında bir
solidarist globalim beş yüz yıllık bir birikim sonucunda gerçekleşebilecektir. Yirmi
birinci yüzyılda başlayacak ulusal egemenlikleri yenileme ve güçlendirme dönemi,
beş yüz yıllık bir geçiş aşamasından sonra ulus devletler kaynaşması ile
dayanışmacı bir küreselleşmenin hazırlayıcısı olacaktır. Yirmi birinci yüzyılda
başlayan yeniden ulus devletler dönemi, beş yüz yıllık bir dayanışma ve deneme
döneminden sonra, tek bir dünya düzeninin kardeşlik ve dayanışma ortamında
oluşmasını sağlayacaktır. Çok uluslu şirketler ile ulus devletler arasındaki
savaşı ÇUŞ’lar kaybetmiş ulus devletler kazanmıştır. Yirmi birinci yüzyıl bu
nedenle ulusal egemenlik düzenlerinin yenileneceği ve güçlendirileceği bir
dönem olacaktır. Tek bir dünya devleti için acele edilmemeli ve batılı
emperyalistlerin öncelikle aradan çekilmeleri sağlanmalıdır. Belki o zaman ulus
devletler daha rahat bir araya gelerek, bir ulus devletler kardeşliği ve
dayanışması çerçevesinde tek bir dünya devletini bir üst yapılanma olarak
gündeme getirebileceklerdir. Çok uluslu şirketlerin satın aldıkları işbirlikçi politikacılar
aracılığı ile ulus devletleri tasfiye etme dönemi sona ermekte ve yerini
yeniden uluslaşma ve ulusal egemenlik düzenlerini öne çıkaracak ulusal
iktidarlar dönemi almaktadır. Bu çerçevede, Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini
kurmuş olan Büyük Atatürk’ün söylediği gibi Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus
devlet olarak sonsuza kadar varlığını sürdürmesi ve gelişerek öne çıkması
mümkün olabilecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder