KEMALİST AVRASYACILIK
Yirminci yüzyılın son döneminde “Atatürk ve Avrasya”
adındaki kitabım yayınlandığında, daha sonraları küresel emperyalizme teslim
olan Bizans’ın liberalleri, Türkiye’nin Kuva-yı Milliye döneminden gelen
Kemalist birikiminin temsilcileri olan Kemalistleri “Avrasyacı Kemalistler”
diye, alay ediyorlardı. Avrupa ya da ABD merkezli eğitimlerden geçen bu batı
kafalı enteller bir türlü anlayamadıkları Avrasya gerçeğini görmezden gelirken,
anti-emperyalist tutumları nedeniyle sürekli olarak batı düşmanı gösterilen
Kemalistleri Avrasyacı olmakla suçlayarak, bir anlamda kamuoyunun gözünden
düşürmek için, kontrolleri altıda bulunan yayın organlarını devreye
sokmaktaydılar. Amerikan ve Avrupa mandacılığına teslim olan bu Bizans
entelleri; bütün Doğu uluslarının desteğini alarak, Batılı emperyalistlere
karşı küçük Asya’da büyük bir direnişi başarılı bir biçimde ortaya koyan, bir
anlamda “Düveli Muazzam’a” denilen dünya devleti oluşumuna kafa tutan Türklerin
kutsal isyanını küçümseyip, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın kahramanı Mustafa Kemal Atatürk’ten
Türk ulusuna miras kalan antiemperyalist siyasal birikimi, Avrasyacı olmakla
suçlamaktan geri kalmıyorlardı. Kendilerini haklı çıkarabilecek her türlü
argümanın Türk ulusuna karşı batılı merkezlerce bilinçli olarak kullanıldığı
bir dönemde, Kemalizm’i çağdışı gibi göstererek halk kitlelerinin gözünden
düşürmeye çalışan emperyalizm işbirlikçisi mandacı Truva atları, bilmedikleri
Avrasya kavramını kullanarak sanki Kemalizm doğu dünyasının geri kalmış bir
siyasi macera imiş gibi göstermekten geri durmamışlardır. Atatürk ve
Kemalizm’in getirmiş olduğu büyük siyasal birikimin Türkiye Cumhuriyetinden
bütünüyle silinmek istenmesine rağmen gene de Atatürk’ten kalan bu büyük
birikim Türk ulusunu yol ve yön göstermeğe devam etmiştir.
Dünya
kıtalarının altı da birini kapsayan Sovyetler Birliği zamanında, bütünüyle
sosyalist dünyanın merkezinde yer alan Avrasya bölgesi uluslararası
konjonktürün dışında kalıyordu. O dönemde, dünya iki kutuplu bir yapılanmaya
sürüklendiği için merkezi coğrafya Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere ve
Rusya arasında paylaşılıyor, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ABD’nin Orta
Doğu’ya gelmesiyle Sovyetler Birliği ve ABD arasında bir çekişme alanı oluşuyor
ve bu aşamada İsrail’in kurulması sonrasında da Sovyetler Birliği’nin kurmuş
olduğu Demirperde yapılanması Avrasya bölgesini Batı dünyasına karşı arkasına
alarak koruyordu. Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla ortaya çıkan yeni serbest
alanı Türkiye Cumhuriyeti başbakanı Süleyman Demirel; “Adriyatik’ten Çin
Seddi’ne” diyerek çizdiği alan soğuk savaş sonrasında yeniden Avrasya bölgesi
olarak dünya sahnesine çıkıyordu. Asya ile Avrupa kıtalarının birleşme alanında
ortaya çıkan bu bölgenin adı gene iki kıtanın adlarının bir arada
kullanılmasıyla ifade ediliyordu. Bu bakış açısına göre, Avrupa’nın doğusu
Viyana’dan sonra başlarken, Asya’nın batısı da Çin Seddi’nden sonra başlayan
alan olarak öne çıkıyor ve iki hat üzerinden çizilen haritada Avrasya bölgesi,
dünya anakaralarının merkezi coğrafyası olarak dünya haritasının en kritik
jeopolitik alanı olarak uluslararası politikanın en yoğunlaştığı yer oluyordu.
Her açıdan önem taşıyan Avrasya merkezi alanı giderek dünya sahnesinde öne çıkarken,
küresel hegemonyayı bu bölgelere taşımak isteyen batılı emperyal merkezlerin
ana hedef tahtasına da gene aynı Avrasya coğrafyası gelip oturuyordu. Dünyanın
ana karası olarak kabul edilen Asya-Avrupa-Afrika yapılanmasının tam
ortalarında yer almakta olan Avrasya kıtası geleceğin küresel hegemonya
çekişmelerinin savaş alanı olarak soğuk savaş sonrası dönemde öne çıkıyor ve
demir perdenin kalmasıyla beraber de sıcak çatışmaların birbirini izlediği bir
karanlıklar coğrafyasına dönüşüyordu.
Jeopolitik
kitaplarında “kalpgah” olarak adı geçen Avrasya bölgesi, üç kıtanın ortasında
yer alırken, Asya-Avrupa ve Afrika kıtalarının birleştiği dünya ana karasının
merkez bölgesi olarak öne çıkıyordu. İşte böylesine bir yapılanma, dünya
sahnesine Ural-Altay bölgesinden çıkarak, bütün Sibirya, Moğolistan, Orta Asya,
Doğu Asya, Güney Asya, Orta Doğu, Kuzey Asya, Batı Avrupa ve Kuzey Afrika gibi
bölgelere kadar uzanan Türk toplulukları, bu bölgelerde kurmuş oldukları Türk
devletleri ve imparatorlukları ile Avrasya kıtasının asıl sakinleri ve
sahipleri olarak dünya tarihi içerisinde önemli bir yere sahip olmuşlardır.
Doğu-Batı ekseninde gelişen olaylara dayalı olarak yazılan dünya tarihinde bu
yüzden Türklerin yaşam alanı olan Avrasya bölgesi ve Türklerin bu alanda kurmuş
olduğu Türk devletleri kilit bir rol oynamışlardır. Dünya tarihi içerisinde
Türkler doğudan batıya kayan uygarlıklar zinciri içerisinde anahtar bir role
sahip olmuşlar, doğu bölgelerinde ilk kez ortaya çıkmış olan dünya
uygarlıklarının merkezi bölge üzerinden batı ülkelerine doğru taşınmasında gene
Türk boylarının at sırtında her bölgede ortaya çıktıkları görülmüştür. İki yüzü
aşkın Türk devletinin, Çin’de, Hindistan’da, Moğolistan’da, Sibirya’da Orta
Asya’da, İran’da, Rusya’da, Anadolu’da, Orta Doğu’da, Kafkasya’da,
Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da ve Avrupa kıtası üzerinde kurulmuş olduğu
hatırlanırsa, koskocaman Avrasya bölgesinin, Türklerin at sırtında dolaştırılan
uygarlıklarının yaşam alanını oluşturduğu görülmektedir. Avrasya denildiği
zaman Türklerin yaşam alanı, Türk devletleri denildiği zaman da Avrasya
bölgesinin çeşitli yerlerindeki siyasal yapılanmalar akla gelmektedir. Türkler
olmadan bir Avrasya tarihinden ya da coğrafyasından söz edebilmek, bu açıdan
son derece zordur. Türkler için, Avrasya kıtasının gerçek sahipleri şeklinde
yapılacak bir açıklama, tarihi ve coğrafi gerçeklere uygun olacaktır.
Tarihte görülen
bütün Türk devletlerinin ucuyla ya da kıyısıyla Avrasya kıtasının çeşitli
bölgelerinde yer aldıkları, bu çerçevede birer Avrasya yapılanması olarak öne
çıktıklarını söylemek bilimsel gerçeklere uygun düşecektir. Orta Asya’da tarih
sahnesine çıkarak Asya kıtasının her bölgesinde devlet kurma şansını elde etmiş
olan Türk toplulukları, sonraki aşamalarda batıya doğru göç ettiklerinde gene
Avrasya kıtasının bu kez de batı bölgelerinde devletleşme şansını elde
etmişlerdir. Böylesine bir genelleme çerçevesinde Avrasya bölgesi ile Türk
devletleri beraberce ele alınırsa, Türkiye Cumhuriyetinden önce bu topraklar da
var olan Osmanlı İmparatorluğu ve Selçuklu İmparatorluğu gibi iki büyük Türk
devletinin, daha önceki dönemlerdeki Harzemşah ve Hazar İmparatorlukları gibi
iki büyük Türk devletinin devamı olarak tarih sahnesindeki yerlerini aldıkları
görülmektedir. Selçuklu devleti Hazarların ve Harzemşahlar’ın çözülmesinden
sonra İran merkezli olarak tarih sahnesine çıkarken Kafkasya, Irak, Suriye ve
Anadolu bölgelerinin Türkleşmesinde öncü bir rol oynamış, daha sonra da Moğol
istilası üzerine dağılınca Osmanlı İmparatorluğunun kurulmasına giden yol
açılmıştır. Bütün bu devletlerin birer Avrasya yapılanması olması gibi, son
olarak dünyanın en büyük merkezi devleti olan Osmanlı İmparatorluğu ve onun
yıkılmasından sonra aynı topraklarda bin yıllık Türk egemenliğinin uzantısı
olarak tarih sahnesine çıkma şansını elde eden Türkiye Cumhuriyeti de birer
Avrasya devletleridir. Bu doğrultuda, Fatih’ten Kanuni’ye, Abdülhamit’ten
Atatürk’e kadar bu Türk devletlerinin başına geçen devlet adamları da birer
Avrasya hükümdarı ya da önderi olarak kabul edilmektedir. Bugün tarihsel
konjonktürdeki varlığını sürdüren Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu Atatürk’ten
gelen yaşam çizgisini geleceğe dönük olarak ilelebet payidar kılacak doğrultuda
sürdürmeye çaba gösterirken, Avrasya kıtasında gündeme gelen değişiklikler ya da
gelişmelerin etkisi altında kalmaktadır. Bu doğrultuda Atatürk’ün eseri olan
Türkiye Cumhuriyeti için bütünüyle bir Avrasya devletidir biçiminde bir
tanımlama yapmak bilimsel verilere uygun düşecektir.
Atatürk’ün
kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti bir Avrasya devleti olarak tanımlanırken,
aynı zamanda bu devletin kurulu bulunduğu topraklar üzerinde geleceğe dönük
olarak varlığını sürdürebilmesi açısından ciddi bir Avrasyacı birikime ve
etkinliğe sahip olunması gerekmektedir. Balkanlar’da doğmuş bir siyasal önder,
Avrupa birikimine sahip olduğu gibi, Anadolu’ya gelerek bu ülkenin kurtuluşu
için savaşırken, küçük Asya denilen büyük bir yarımadanın geleceğe dönük olarak
yepyeni bir siyasal yapılanmaya yönelmesinde etkili olurken aynı zamanda bir
Asya birikimini de tarih sahnesine çıkarırken, Asya ve Avrupa karışımından bir
sentez olarak Avrasya birikimi gündeme geliyordu. Atatürk, Avrupa kıtasında
tarih sahnesine çıktıktan sonra Asya kıtasının önde gelen bir bölgesi olarak,
küçük Asya yarımadasını batılı emperyal ülkelerin askerlerinin işgalinden
kurtarırken ciddi anlamda bir Avrasya birikimini öne çıkarıyordu. Bu çerçevede
hem Atatürk hem de onun düşünce ve eylemlerinin birleşmesinden meydana gelen
Kemalizm için Avrasyacı tanımını yapmak tarihsel süreç ve coğrafi konumlar
açısından doğru bir yaklaşım olacaktır. Atatürk için bir Avrasya önderi demek
ne kadar doğru ise, Kemalizm için de bir Avrasyacı hareket ya da düşünce diye
tanımlama yapmak o kadar doğru olacaktır. Avrasyacı Kemalizm ya da Avrasyacı Kemalistler
tanımı da bu doğrultuda doğru bir açıklama olarak görülebilmektedir. Nereden
bakılırsa bakılsın, Atatürk ve Kemalizm için Avrasyacı bir açıklama yapılırken,
Türkiye Cumhuriyeti için de benzeri bir doğrultuda Avrasya devleti demek
bilimsel açıdan gene doğru bir yaklaşım olacaktır.
Çin Seddi’nden
Adriyatik kıyılarına ya da Avrupa ortalarına kadar harita üzerinde uzanmakta
olan Avrasya bölgesi, kuzey, güney, doğu ve batı olarak ayrı bölgelere
ayrılırken, Kuzey’de Rusya ve Moskova, güneyde ise Türkiye ve Ankara bölgesel
merkezler olarak öne çıkmaktadır. Eski dönemde Rus Çarlığı Avrasya kıtasının
bütünüyle kuzeyini kapsarken, Osmanlı İmparatorluğu da güney bölgesini
kapsamakta, bu nedenle de Rusya’nın başkenti Moskova kuzey Avrasya’nın, Osmanlı
devletinin başkenti İstanbul’da güney Avrasya’nın merkezleri olarak öne
çıkmaktaydılar. Bu nedenle yüzyıllar boyunca iki büyük devlet ve iki büyük
merkez arasında Avrasya egemenliği ve merkezi olma yarışı devam edip gelmiş ve
bu doğrultuda zaman içerisinde büyük savaşlara varan kanlı çatışmalar tarihin
her döneminde görülmüştür. Avrasya bölgesinin doğusunda Çin batıya doğru
genişleyerek tümüyle Avrasya bölgesini hegemonyası altına almaya çalışırken,
önce Türklerin daha sonraki aşamada da İngilizlerin hegemonyası altında uzun
süre kalan Hindistan yarımadası da kuzeye doğru hegemonyasını genişletirken
gene bir Avrasya hâkimiyetini hedeflemiştir. Kuzeyden Ruslar güneye inerken,
güneyden İngilizler Hindistan üzerinden kuzeye doğru çıkarlarken, on dokuzuncu
yüzyılın ortalarında orta Asya bölgesinde karşı karşıya gelmişler ve bu nedenle
Rus ve İngiliz hegemonya alanlarının çatışma noktasında bir tarafsız bölge
ülkesi olarak Afganistan devleti kendiliğinden tarih sahnesine çıkmıştır. Aynı
Afganistan ülkesi bugünün koşullarında batıya doğru açılmak isteyen Çin ile
Orta Doğu üzerinden uzak doğuya uzanmak isteyen Amerika Birleşik Devletlerinin
çatışma alanının tam ortasında yer alan bir ülke olarak gene eski tampon ülke
konumunu bu kez kuzey-güney ekseninde değil ama doğu-batı ekseninde devam
ettirmekte ve bu yüzden de sıcak çatışmalardan bir türlü kurtulamamaktadır.
Çin’in batıya bu tampon ülke üzerinden açılarak Avrasya alanına yayılmasını
istemeyen Amerikan gücü, Orta Doğu üzerinden girmeye çalıştığı Avrasya bölgesinde
batı hegemonyasını sürdürmek isterken, Çin’e fırsat bırakmayacak bir yapay
savaşı kendi yarattığı bir göstermelik bir terör örgütü ile savaş bahanesiyle
sürdürmektedir. İki büyük süper dev olan Çin ve ABD, eski süper devler olan
Rusya ve İngiltere’nin Avrasya hegemonyası doğrultusunda karşı karşıya geldiği
Afgan dağlarında gene karşı karşıya gelmekteler ve bu nedenle Avrasya çekişmesi
artarak sürüp gitmektedir.
Bütün bu
gelişmeleri, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş aşamasında görerek ortaya çıkan ve
yıkılanın yerine yeni bir Türk devletini Avrasya’nın ortalarında kuran Mustafa
Kemal Atatürk, Avrasya kıtasının güney hattında uzanan Türk çizgisini tarihsel
konumu itibarıyla yakalayarak,bu durumdan yararlanabilmenin yollarını
aramış,batılı emperyal güçlerin dünyanın merkezine doğru Birinci Dünya Savaşı
sürecinde saldırıya geçmeleri üzerine, Küçük Asya yarımadası üzerinden geleceğe
dönük bir Türk egemenlik alanını güney Avrasya hattı üzerinden gerçekleştirmeye
çalışmıştır. Çok uluslu bir imparatorluktan ulus devlete geçerken, on beş
milyon kilometrekarelik bir imparatorluk coğrafyasından sekiz yüz bin
kilometrekarelik bir ulus devlet ülkesine doğru yönelirken, devletin adının
Türkiye Cumhuriyeti olarak konulmasının ardında yatan bir Avrasya Türk gerçeği bulunduğu,
kurucu önderlik tarafından bütün dünyaya gösterilmek istenmiş ve bu doğrultuda,
İran üzerinden Afganistan’a uzanan ve Çin Seddi’ne kadar giden bir Türk
hegemonya coğrafyasının geleceğe dönük kalıcı bir yapıya dönüşebilmesi
doğrultusunda Sadabat Paktı gibi bir bölgesel dayanışma paktı Birinci Dünya
Savaşı sonrasında ve İkinci Dünya Savaşı öncesinde Sovyetler Birliğine karşı
yeni bir güvenlik ittifakı olarak, Mustafa Kemal’in öncülüğünde gündeme
getirilmiştir. Batı bölgesinde Mussolini ve Hitler gibi faşist önderlerin,
tıpkı İngiltere ya da ABD gibi merkezi coğrafya üzerinden bir Avrasya
saldırganlığına kalkışmaması için, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasından
dolayı meydana gelen otorite boşluğu iki orta boy devletin bir araya
gelmesiyle, Türkiye-İran ortaklığı ile giderilmek istenmiş,böylesine bir güney
Avrasya birlikteliğine Irak ve Afganistan’da ortak edilerek,geleceğe dönük bir
Avrasya birliğinin ilk temelleri yirminci yüzyılın ortalarında,bölge dışı
emperyal güçlerin merkezi coğrafyaya gelerek yeni bir Avrasya hegemonyasına
soyunmalarını önlemek için,böylesine Türk nüfus ağırlığına dayanan bir Avrasya
yapılanması dünya sahnesinde öne çıkarılmaya çalışılmıştır. Eğer İkinci dünya
savaşı öncesinde Sovyetler Birliğinin güney Avrasya’ya inişinin önlenebilmesi
amacıyla gündeme getirilmiş olan bu ittifak geleceğe dönük olarak
kurumlaştırılabilseydi, bugün yaşanmakta olan Amerikan saldırganlığının bütün
Avrasya bölgesini kana bulaması gibi savaş dolu bir çağdışı sömürgeci macera
yaşanmayabilirdi.
Avrasya bölgesinin tam ortalarında
kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş aşamasında üç dünya arasında kalan
merkezi bir devlet modeli ile ortaya çıktığı için kurucusunun adından gelen bir
Kemalist Cumhuriyet’tir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında imzalanan Lozan
Antlaşmasıyla bütün dünya ülkeleri tarafından resmen bağımsız bir devlet olarak
kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa kıtasının yanında batılı bir devlet
olarak ortaya çıkarken çağdaş bir cumhuriyet olmaya özen göstermiş ama tam
olarak batının liberal siyasal yapılanmasına kendisine örnek almamıştır. Aynı
aşamada, kuzeyde Rusya üzerinden kurulmuş olan büyük Avrasya imparatorluğu
olarak Sovyetler Birliğinin getirmiş olduğu sosyalist devlet modeli de
benimsenmemiştir. Ayrıca eski Osmanlı hinterlandından başlayarak Orta Doğu
bölgesinden uzak doğu ülkelerine kadar güney Asya hattı üzerinden uzanıp giden
İslam devleti modeli de yeni dönemde benimsenmemiştir. Batı, sosyalist ve İslam
dünyaları gibi üç büyük siyasal sistemin tam ortasında merkezi bir devlet
olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti her üç sisteme benzemeyen bir yapıda
kurulurken, geleceğe dönük bir merkezi model olarak Avrasya kıtasının özgün
konumu gündeme getirilmiştir. Bir Avrasya devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti
Atatürk’ün önderliğinde dünya sahnesine çıkarken, batı dünyası, sosyalist
sistem ve İslam ülkeleriyle arasına ciddi bir model farkı koyarak hareket etmiş
ve bu nedenle de özgün modelin adı Kemalist rejim olarak belirlenmiştir.
Avrasya’nın ortasında üç dünya arasında sıkışıp kalan ama hiçbirine teslim
olmayarak kendi merkezi modelini ortaya koyabilen Kemalist Türkiye, geleceğin
Avrasya yapılanmasının siyasal merkezi modeli olarak öne çıkmış ve bizzat
kurucusu tarafından dizayn edilerek, geleceğin Avrasya yapılanmasının temelleri
yirminci yüzyılın başlarında atılmıştır. Atatürk, beş bin kitaplık bir büyük
kütüphaneyi incelemeye alırken, belirli alanların uzmanlarıyla her gece
sofrasında bir araya gelerek Anadolu bozkırının tam orasındaki yeni Başkent
Ankara’yı geleceğin Avrasya merkezi yapacak düzeyde bir dünya birikimini
Türkiye merkezli olarak örgütlemeye çalışmıştır. Yabancı gazetecilere
Türkiye’yi hiçbir başka ülkeye benzetmemeleri gerektiğini eğer benzetilecek
başka bir model aranıyorsa, o zaman Türkiye’nin ancak kendisine
benzetilebileceğini Kemalist Cumhuriyetin kurucusu olarak Atatürk bizzat
söylemiştir. Bir kurmay subay olarak dünya jeopolitiğini iyi bilen, tarihi iyi
okuyan ve bir devlet kurucusu olarak sahip olunan jeopolitik alanın
koşullarından ileri gelen özel durumu iyi değerlendirerek geleceğe yönelik bir
farklı siyasal modeli ortaya koyabilmeyi başaran Kemalist Cumhuriyet, iki büyük
dünya savaşı sonrasında her türlü üçüncü dünya savaşı zorlamalarına rağmen,
bugün sapasağlam ayakta kalabilmesini bilen bir merkezi devlet olarak Avrasya
hegemonya çekişmesi sürecinde Adriyatik’ten Çin Seddi’ne uzanan Avrasya
bölgesinin bütün ülkelerine yol ve yön gösterecek birikime sahip bir
konumdadır. Bu yönü ile de bölge ülkeleriyle çok yönlü ilişkilere girerek yeni
dönemde Avrasya kıtasının merkezi olmaya doğru emin adımlarla ilerleyebilecek
bir konuma sahip bulunmaktadır.
Türkiye
Cumhuriyeti bugünlere, sahip olduğu Kemalist modelini her türlü saldırıya
rağmen koruyarak gelmesini bilmiştir. Kemalist model bir anlamda Türk
devletinin güçlü ana yapısını ve çekirdek oluşumunu ifade etmektedir. Kendisini
çevreleyen üç ayrı dünyanın taklitçi bir kopyası olmanın ötesine giderek kendi
ülkesinin koşullarında eklektik ve sentezci bir yapılanmaya yönelen Türkiye
Cumhuriyeti devleti, bütün devletlerden ayrılan yönünü Kemalist modeline borçlu
bulunmaktadır. Orta Doğu ya da Orta Asya hegemonyasına yönelen batılı güçler,
bu coğrafyalara din üzerinden girmeye çalışırken, Kemalist Cumhuriyetin farklı
modelini zorlamaktalar ve Türk devletinin laik düzenini ortadan kaldırabilmenin
çabası içerisine girmektedirler. Bu nedenle, Kemalist Cumhuriyetin temelinde
var olan ulusal sentez ile ülkesel farklılık göz ardı edilmeye çalışılmaktadır.
Batı dünyasının yanı başında kurulurken Avrupa devlet modelinin çıkış noktası
olan Fransız devrimi esas alınmış ve bu doğrultuda laiklik, milliyetçilik ve
cumhuriyetçilik temel ilkeler olarak benimsenmiştir. Sovyetler Birliğinin yanı
başında yeni Türk devleti kurulurken sosyalist devrimin üç ana ilkesi olan halkçılık,
devletçilik ve devrimcilik ilkeleri de benimsenerek Fransız ve Rus devrimleri
arasında bir sentez oluşturulmaya çalışılmış ve böylece kötü bir kopyacılıktan
uzak kalınarak iki büyük devrim arasında Türkiye koşullarına uygun düşecek bir
sentez, ulusal eklektikçi bir metot ile oluşturulmaya çalışılmıştır. Böylesine
bir farklı yaklaşım dünyanın merkezindeki bir ülkede merkezi bir model olarak
öne çıkarılmıştır. Batı kopyacılığı ile batının sömürgesi olmaktan kaçınılmış,
sosyalist dünya ile de araya mesafe konularak yeni bir Rus sömürgesi,
Demirperde sınırında yaratılmak istenmemiştir. Batının sınır karakolu konumuna
sürüklenmemek için mücadele eden Kemalist Türkiye, ABD’nin bölgeye gelmesiyle
emperyal baskılar sonucunda böylesine olumsuz bir duruma zorla iteklenmiştir.
Türkiye
Cumhuriyeti, İslam dünyası içerisinde kurulmuş olan tek laik devlettir. Bu yönü
ile batıyı batı yapan Fransız devriminin bir anlamda Müslüman dünyaya
taşınmasının öncüsü olarak da Kemalist rejim kabul edilmektedir. Batının
bugünkü üstünlüğünün çıkış noktası olan Fransız Devrimi’nin getirdiği ulus
devlet, cumhuriyet rejimi ve laik devlet düzeni, Kemalist devrim ile Türkiye
gibi bir Müslüman millete sahip olan ülkede ilk kez gerçekleştirilmekte ve bu
yönü ile de bütün İslam coğrafyasına örnek bir model oluşturmaktadır. Batı
uygarlığının temelinde yatan bilimsel aydınlanma devrimi Fransızların büyük
ihtilali ile bütün batı dünyasına yayılırken, Avrupa’nın yanı başındaki Osmanlı
İmparatorluğunu da yakından etkilemiş ve milliyetçilik cereyanlarının yaratmış
olduğu Balkanizasyon süreci sonucunda Osmanlı devleti yıkılmak zorunda
kalmıştır. Laik ulusal cumhuriyet devleti modeli bütün İslam coğrafyası için
Türkiye üzerinden örnek olurken, halkçı, devletçi ve devrimci bir yapılanma da bütün
doğu ülkeleriyle beraber Türk dünyası ve Avrasya devletleri için de yeni bir
model olarak öne çıkıyordu. Avrasya bölgesindeki devletlerin büyük çoğunluğunun
tıpkı Türkiye gibi Müslüman toplum yapılarına sahip olması nedeniyle, Atatürk
devrimi ve Kemalist devlet modeli bütün Müslüman ülkeler için geçerli bir yeni
örnek olarak onlara yön göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Atatürk devrimi ve
Kemalist rejimi ile doksan yıllık bir süreç içerisinde bölgesinin en güçlü
devleti konumuna gelirken, batılı emperyal güçlerin hedefi konumuna gelmiş ama
bütün dış müdahalelere rağmen, Kemalist devlet modeli eski Osmanlı
hinterlandında yer alan bütün Müslüman ülkeler için örnek olmağa devam
etmiştir. Eğer Türkiye bugün için güçlü bir merkezi devlet olarak ayakta durabiliyorsa
bunu kurucu iradenin oluşturduğu sağlam Kemalist yapılanmaya borçludur. Tüm
İslam dünyası demokrasi dışı rejimler içerisinde bocalarken, Türkiye Cumhuriyeti
ilk kez batı tipi bir demokrasiyi çağdaş boyutlarda bir Müslüman toplum
yapılanması içerisinde başarmış ilk devlet modelidir. Avrasya bölgesinin bütün
Müslüman ülkeleri açısından Türkiye’nin çağdaş demokrasi deneyimi büyük
örnekler ve derslerle dolu olarak yön göstermektedir. Laik devlet düzeninin
getirmiş olduğu bilime dayalı pozitif devlet ve hukuk düzeni Türk devletinin
temelinde var olan en güçlü yapılanmadır. Bütün İslam ülkeleri açısından örnek
oluşturan bu modelin önümüzdeki dönemde, Kemalist bir Avrasya yapılanması için
de öncülük yapacağı açıktır. Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’inin
Türkiye üzerinden bölgeye ılımlı İslamcı cemaatler üzerinden yaymaya
çalışmasının ana nedeni, Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülüğünde güçlü bir
anti-emperyalist ve laik bir siyasal yapılanmanın Avrasya bölgesinde öne
geçmesini önleyebilmek içindir.
Avrasya
kıtasında yaşayan büyük nüfusun önemli bir kısmının Türk kökenli olması
çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti çağdaş bir Türk devleti olarak aynı zamanda
Türk devletleri açısından da izlenmesi ve ders alınması gereken bir siyasal
model olarak yön göstermektedir. Finlandiya’dan ve Macaristan’dan başlayarak
Afganistan’a ve Uygur bölgesine kadar uzanan geniş bir Türk coğrafyası da
Avrasya merkezli bir coğrafi konuma sahip bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti
günümüzde sahip olduğu Kemalist yapılanmasıyla, İslam ülkeleri için olduğu
kadar Türk devletleri için de önemli bir model ülke olarak öne çıkmaktadır.
Tarih boyunca Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde kurulan Türk devletlerinin
günümüzdeki uzantısı olan Türk devletlerinin geleceği açısından da Kemalist
model açıkça örnek olmakta ve geleceğe dönük daha güçlü bir bölgesel yapılanma
açısından yol göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti sahip olduğu Kemalist modeli
ile nasıl soğuk savaş dönemini aşarak bugünlere geldiyse, sosyalist sistemin
ortadan kalkmasından sonra yerine Kemalist modelin eski Sovyet Cumhuriyeti olan
Türk devletleri üzerinde etkili olmasını beklemek mümkündür. Kemalizm,
sosyalist sistemden halkçılık, devletçilik ve devrimcilik ilkelerini eklektik
olarak aldığı için, bu yapılanması nedeniyle eski Sovyet coğrafyasındaki Türk
devletleri ya da diğer komşuya da akraba toplumlar açısından da uygulanabilir
bir alternatif olarak Kemalizm kendiliğinden devreye girmektedir. Sosyalizmin
bittiği yerde Kemalizm başlamakta ve Avrasya ülkelerine yön göstermektedir ama
bu durumu kabul etmek istemeyen Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’i
Türkiye’yi hızla bir İslam devletine dönüştürerek din üzerinden bütün Avrasya
kıtasını kontrol etmeye çaba göstermektedirler. Bu çekişmenin çatışma alanı olarak
da ılımlı İslam’ın zorla dayatıldığı Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde siyasal
alanda öne çıkmaktadır. Ne var ki, bütün zorlama senaryolara ve dıştan destekli
operasyonlara rağmen, Kemalist Cumhuriyet sağlam iç bünyesi ile bugüne kadar
varlığını Avrasya bölgesine örnek olacak derecede bir güçlülük ile
sürdürebilmiştir.
Merkezi
coğrafyayı ele geçirmeye yönelik Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerinin
iflas ettiği günümüzde, emperyalizmin ılımlı İslam üzerinden bütün bölgeye
dayattığı din merkezli kontrol girişimini önleyecek yegâne model olarak
Kemalist Türkiye Cumhuriyeti örneği yeniden gündeme gelmekte ve bütün Avrasya
kıtası ile beraber doğunun tüm mazlum uluslarına yön göstermektedir. Avrasya
kıtasının tam ortasında hala güçlü bir devlet olarak varlığını her türlü
emperyal girişime rağmen sürdürebilen Türkiye Cumhuriyeti’nin gelecekte
izleyeceği yol kesinlikle Kemalist Avrasyacılık olacaktır. Türkiye Cumhuriyeti
bir Kemalist devlet olarak hem Avrasya bölgesinin bütünleşmesine öncülük ederek
öne geçecek, hem de Kemalist modeli ile Avrasya kıtasının bütün Türk ve
Müslüman ülkelerine yol göstermeğe devam edecektir. Türk devleti, Kemalist
Cumhuriyetçilik ile bugünlere gelmiştir. Gelecekte de Kemalist Avrasyacılık ile
yoluna devam ederken, Atatürk’ün Sadabat Paktı ile başlatmış olduğu Kemalist
Avrasya yapılanması sürecinin tamamlanmasını sağlayacaktır. İran’a karşı füze
kalkanına alet olan stratejik derinlik politikalarının iflas ettiği bir
aşamada, İran’ı bir büyük Avrasya yapılanması doğrultusunda yanına alacak
Kemalist Avrasyacılık akımının hem Türkiye’nin hem de bütünüyle merkezi
coğrafyanın kaderini antiemperyalist bir doğrultuda belirleyeceği açıktır.
Avrupa Birliğine, Amerika Birleşik Devletleri’ne, İsrail’e, Çin’e, Rusya’ya ve
Hindistan’a karşı büyük Avrasya Birliğini gerçekleştirecek olan siyasal akım
Kemalist Avrasyacılık olacaktır. Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti önümüzdeki
dönemde böylesine bir bilinç ile yoluna devam ederse her türlü savaş
tehlikeleri önlenerek, bölgesel ve küresel barışa giden yol açılabilecektir.
Yurtta ve cihanda sulh isteyen Kemalizm, Avrasya kıtasına da barış ve düzen
getirecektir. Kemalist Avrasyacılık üçüncü dünya savaşını önleyerek hem bölgeyi
hem de küresel barışı kurtaracaktır. Kemalist Avrasyacılık, bölge ülkelerini
bir araya getirerek gelecekte güçlü ve kalıcı bir Avrasya Birliğinin bölgesel
yapılanma olarak oluşturulmasının önünü açacaktır. Kemalist Avrasyacılık,
Atatürk reformlarını ve devlet modelini bölge ülkelerine taşırken, onları
çağdaş bir bölgesel birlikteliğe antiemperyalist bir çizgide hazırlayacaktır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder