31 Mayıs 2018 Perşembe

"TÜRKİYE CUMHURİYETİ 100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR!.." Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

TÜRKİYE CUMHURİYETİ
100 YILLIK PARANTEZ DEĞİLDİR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yıldönümü yaklaşırken, bazı ulus devlet karşıtı çevreler Atatürk’ün çağdaş cumhuriyet devletini yüz yıllık parantez olarak ilan etmeye başladılar. Dünyanın merkezi coğrafyasında kendi konumlarına göre özel çıkarları doğrultusunda plan ve programlar geliştirenler ile emperyalizmin çıkarları doğrultusunda belirli projelere angaje olarak, ortalık alanı bu gibi yaklaşımlar için hazırlamaya çalışanlar, Türk ulusunun bir ölüm kalım savaşı verdikten sonra ilan etmiş olduğu bağımsız halk cumhuriyetini, geçen yüzyılın başlarında ortaya çıkan dünya koşulları ve konjonktürünün dayatmış olduğu bir geçici bir siyasal yapılanma olarak görmekte ve bu doğrultuda uluslar arası konjonktür doğrultusunda açılmış bir parantez olarak ifade etmektedirler. Şeriat devleti peşinde koşan siyasal İslamcısından tutun da, küresel sermayenin militanlığına soyunmuş olan neoliberal gruplara kadar, geçici bir parantez değerlendirmesi öne çıkarılmakta, cumhuriyetin yüzüncü yılına kadar gelemeden tasfiye edilmesi gerektiği vurgulanarak, bu doğrultuda artık bu paranteze bir son verilmesi gerektiği, açıkça dile getirilmektedir.
Yüz yıl önceki koşulların ortadan kalktığı öne sürülürken, o dönemin koşulları yüzünden açılmış olan parantezin, değişen koşullar dikkate alınarak kapatılmasının zorunlu olduğunu, bazı inançlı militan siyaset adamları her fırsatta söyleyerek, Türk devletinin geleceğini n olmadığını, artık bu tür bir devlet yapılanmasının merkezi alanda barınamayacağını bir yıkıcı tez olarak siyaset sahnesine getirmektedirler .
Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının, bu devletin geleceği ile ilgili olarak tasfiye kararı almaya hakları olmadığı gibi , Türk ulusunun dünyanın en büyük emperyalist güçlerine karşı büyük bir mücadele vererek elde etmiş olduğu bağımsız bir devlet çatısı altında yaşama güvencesini de tümüyle ortadan kaldırmaya çalıştıkları görülmektedir . Herkesin hem etnik kökeni , hem de dinsel ya da kültürel kimliği birbirinden çok farklı olabilir . Herkes kendi kimliğine veya çıkarlarına göre farklı devlet modelleri peşinde koşabilir . Siyasal hareketler ve örgütler bazen kendi devletlerini kurmak üzere yola çıkabilirler, ya da koşullar ayrı bir devlet kurmaya elverişli değilse, o zaman da var olan devlet yapısını kendi kimliklerine ya da çıkarlarına göre değiştirmeye kalkışabilirler . Dünya tarihi bu çekişmenin çeşitli örnekleri ile dolu olan bir devletler mezarlığı olarak görülebilir .

Her devlet belirli bir aşamada dünya sahnesine çıkmış olabilir , daha sonraki dönemde koşullar değişti ise, o zaman da var olan devlet yapısını yeni ortaya çıkan koşullar doğrultusunda yeniden yapılanmaya zorlayan oluşum ya da siyasal hareketler gündeme gelebilir . Bu gibi süreçlerde halen var olan ya da geçmişten gelen devletler ,kendilerini yeni koşullara uygun bir biçimde yenileyebilirse o zaman gelecek yüzyılda da yollarına devam edebilirler .Kendini yenileyemeyen ya da zaman içinde zayıf kalarak gücünü kaybeden devletler, hızla çöküşe ya da dağılmaya doğru sürüklenmektedirler . Bu açıdan yeryüzü haritasında yer alan bütün devletler benzeri bir gelişme sürecinden geçmişlerdir . Tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından konu ele alınırsa , her devletin tarihin belirli bir aşamasında dünya sahnesine çıktığı , geçen zaman dilimi içinde kendini yenileyenlerin başarılı devletler olarak yollarına devam ettikleri , kendini yenileyemeyenlerin ise ,başarısız devletler olarak tarihin tozlu sayfalarındaki yerlerini istemeden almak zorunda kaldıkları görülmektedir .
Türkiye’de cumhuriyet düşmanları Atatürk Cumhuriyetinin defterini dürme doğrultusunda yüzüncü yıldönümüne gelmeden devletin tasfiyesini zorlarlarken ,bir de Türkiye’nin doğu bölgelerinde ayrı etnik ya da dinsel yapılanmalar üzerinden farklı devlet modellerini devreye sokmaya çalışan kesimler , Osmanlı İmparatorluğunun son dönemlerinde ülkeyi kurtarmak isteyen son Osmanlı hükümetinin tehcir uygulamasını tersine çevirerek ,tehcirin yüzüncü yılında tekrar Türk ve Müslüman kimliğinin dışında devlet yapılanmaları arayışı içine girenler , gene bir parantezin kapatılmasından söz etmektedirler . Osmanlı İmparatorluğu sonrasında , Misakı Milli sınırları içerisinde güçlü bir ulusal devletin ,ya da çağdaş cumhuriyetin yapılanmasını bir türlü kabül edemeyenler , Türkiye Cumhuriyeti karşıtlığını parantezcilik oynayarak sürdürmek istemektedirler .Bu doğrultuda birinci dünya savaşı ile doğu Anadolu tehcirinin yüzüncü yıllına gelindiği aşamada Türk devleti için parantez eleştirileri ve suçlamalarının sayısı artmakta ,her türlü yayın organında Türkiye Cumhuriyeti , merkezi alanda zorunluluklar nedeniyle ortaya çıkmış olan siyasal bir parantez olarak açıklanmaya çalışılmaktadır .
Türk devleti açısından küçültücü ve aşağılayıcı bu tutum ve davranışların cumhuriyet düşmanlarının sözlerinde her geçen gün daha fazla yer alması karşısında ,Türk kamuoyunda bir parantez tartışması son aylarda giderek artmıştır . Başta Türkiye Cumhuriyeti başbakanı olmak üzere siyaset sahnesinin diğer aktörleri de , Türk devletinin bugün gelmiş olduğu aşamayı bir parantezci yaklaşım çerçevesinde ele alarak anlatmaya çalışmaktadırlar . Uluslarası ilişkiler alanında kariyer yapmış olan Türkiye’nin yeni başbakanı , biraz kamu hukuku okusaydı ya da devlet olgusu üzerine birkaç kitap karıştırsaydı , Türkiye’nin geleceği ile ilgili olarak kasten çıkarılmış olan parantez tartışmalarına girmeyerek , ülkeye ve devlete zarar verebilecek bu tür tartışmalardan uzak durmayı tercih edebilirdi

Kasıtlı olarak parantez kavramını Türkiye’nin geleceği doğrultusunda kullanan kararlı kişiler ,yakın gelecekte Türkiye Cumhuriyeti gibi güçlü ve çağdaş bir ulus devleti orta alandan kaldırmak istedikleri için, parantez kavramını bilinçli olarak öne çıkarmakta ve bu kavramdan hareket ederek Türk devletinin kalıcı esas devlet olmadığını ve bu nedenle de ancak bir parantez durumu ile açıklanabilecek geçici bir statüye sahip olduğunu ,Türk kamuoyuna genel anlamda benimsetmeye çalışan Türkiye karşıtları , Türklerin bağımsız devletini bir parantez kıskacı içine alırlarken , bu devletin aslında kalıcı olmadığını ve tüm parantezler gibi geçicilik gösterdiğini ,Türk kamuoyuna anlatmaya çalışmaktadırlar . Parantez kavramının her zaman için genel doğrunun dışına çıkan durumları ifade etmesinden yararlanmak isteyen cumhuriyet düşmanlarının , Türk devletini de genel doğru çizgisinin dışında kalan bir siyasal oluşum olarak tarih sahnesine çıktığını , normal duruma dönülme noktasına gelindiğinde bugün sınırları içinde Türk devletinin egemenlik düzeninin geçerli olduğu Misakı Milli yapılanmasının, söz konusu olamayacağını açıkça dile getirmekten çekinmemektedirler .
Normal bir yazı düzeninde nasıl normalin ötesindeki kelimeler ya da açıklamalar yazının içinde belirtilirken parantez içine alınıyorsa ,Türkiye Cumhuriyetinin varlığı da istisnai durum gibi düşünülerek ,geçicilik parantezi içinde açıklanmaya çalışılmaktadır . Parantezci yaklaşım içinde Türk devletini ele alanlar , parantez olarak kabül ettikleri Türkiye Cumhuriyeti’nin geçici bir devlet olduğunu , bu nedenle hiçbir zaman kalıcılık iddiasında bulunamayacağını , tüm diğer parantez içinde belirtilen geçici durumlar gibi ,Türk devletinin de tarih sahnesinde geçicilikten öteye gidemeyeceğini , her aşamada dile getirmekten kaçınmamaktadırlar . Siyaset biliminin ortaya koyduğu bilgiler doğrultusunda ,ancak başarısız olan ya da zayıf kalan devletler için geçicilik ya da istisnai durum konumu öne sürülebilmektedir . Ne var ki , bütün devletler ,geleceğe dönük bir biçimde sonsuzluk iddiasına dayalı olarak kurulduğu için, her devletin içinde bulunduğu gerçek durum ve koşullar genel olarak devletlerin geleceğini belirlemektedir .
Siyaset bilimi açısından konu ele alındığı zaman , Oswald Spengler isimli bir bilim adamının medeniyetler teorisi olarak ortaya konulan kuramı doğrultusunda değerlendirme yapmak gerekmektedir . Spangler’in teorisine göre , devletlerin hayatı da tıpkı diğer canlılara benzemekte ve bu doğrultuda tıpkı diğer canlı varlıklar gibi doğmakta , büyümekte ve belirli bir süre yaşadıktan sonra ölmektedirler . Sosyoloji ve siyaset bilimi teorisi açısından ,devletlerin de yaşayan diğer canlılar gibi böylesine bir var olma sürecinden geçtiği görülmektedir . Her devletin önce bir var olduğu ,bir en güçlü ve tepe noktada varlığını güçlendirdiği ama belirli bir zaman dilimi içinde de zayıflayarak güç kaybetme noktasına geldiği görülmekte ve bu aşamadan sonra da çöküş ve dağılma oluşumları ile devletler tarih sahnesinden çekilmektedirler . Yıkılan devletlerin ahalisi hemen yok olmamakta ,vatan topraklarını oluşturan ülke de bir toprak parçası olarak varlığını devam ettirdiği için ,aynı ülke üzerinde eski ahalinin yeniden örgütlenmesi ile eskisinden çok farklı doğrultuda yeni devlet yapılanmaları ortaya çıkabilmektedir .

Parantez kavramını kullanarak Türk devletini ele alanlar , bu tezleri dikkate alarak hemen bir devletin sonunu hızlandırılmış bir siyasal gelişmeler doğrultusunda hazırlayarak ve sona erdiren örneklerden yararlanarak bir devletin geleceği ile oynayabilmektedirler Devlet karşıtlarının iyi bildikleri bu durumları var olan devletlerin kurumları da aynı derecede iyi bildiği için ,parantez teorilerinden ya da yaklaşımlarından hemen sonuç çıkmamaktadır . Devlet güçleri , değişen siyasal ve sosyal koşulları iyi izleyerek önlemler almaya başladığı zaman , geçicilik suçlamasıyla öne çıkan parantezciler geri adım atma durumunda kalabilmektedirler . Aksi durumlarda ise , devlet yapılarının devlet düşmanları tarafından çökertilerek dağıtılma aşamasına sürüklenildiği ortaya çıkmıştır . Devletlerin büyüklüğü ya da güçlülüğü gibi kriterler ,siyasal yapılanmaların devam edip etmemesi ,ya da sona erip ermemesi gibi durumlarda etkin bir role sahip bulunmaktadır .
Bir devlet yapılanmasının kalıcı olması ya da geçici olarak kalması gibi durumlar daha çok dünya konjonktüründeki gelişmelere göre belli olmaktadır . Bu noktada , bütün devletlerin dünya haritası üzerindeki yerinin jeopolitik açılardan gösterdiği konum ile birlikte, büyük devletler arasındaki hegemonya çekişmesi sürecinde güç merkezleri arasındaki çekişmeler ya da öne geçme gibi durumlar da belirleyici olabilmektedir . Bu çekişme süreci içinde , devletler birbirleriyle rekabete kalkışırlarken, hem kendilerini korumaya öncelik vermekte hem de diğer devletlerden öne geçerek kendi çıkarları doğrultusunda dünya haritasının belirli bölgelerinde emperyal hedefler için etkili olabilmektedir . Bu gibi durumlarda , bazen büyük devletlerin dağılmasıyla küçük devletler gündeme gelebilmekte, ya da bazen da bu durumun tamamen aksi bir yönde bir devletin komşularını ele geçirerek bulunduğu bölgede daha güçlü ya da büyük bir yeni devlet modeli yapılanması ortaya koyduğu görülebilmektedir .
Devletlerin parçalanmaları ya da komşuları aleyhine genişleyerek büyümeleri de , bölgesel ya da küresel güç merkezlerinin yeni jeopolitik konumlarına göre belirlenebilmekte , bu gibi durumların kalıcı olabilmesi ya da kısa bir zaman dilimi sonrasında geçicilik göstermesi de gene , siyasal güç merkezleri arasındaki çekişmelere bağlı olduğu gibi , bunların dışında ortaya çıkan başka faktörlerin yansıması olarak da farklı sonuçlar ortaya çıkarabilmektedir . Bu çerçevede , bir devletin geçici bir parantez olarak belirtilebilmesi ,ya da geleceğe dönük olarak sonsuza kadar yaşayabileceğinin ifade edilebilmesi genel anlamda dünya düzeyindeki evrensel gelişmeler ile açıklanabilmektedir . Konjonktürel gelişmelerin ya da güç merkezleri arasındaki değişikliklerin küresel düzeyde çevreye yayılması ile, bir çok devletin kaderleri belirlenebilmekte ve bu doğrultuda dünya haritası yeniden biçimlenmektedir . Devletler arası ilişkilerde hiçbir zaman tam anlamıyla eşitlik ya da istikrar sağlanamamakta ,bu yüzden de küçük ve orta boy devletlerin geleceği devler arasındaki çekişmelerin gösterdiği yeni durumların etkinliği ile değerlendirilebilmektedir . İki yüzün üzerinde bir devlet sayısı ile dünya haritası değişkenliğe her zaman için gebe bir durumdadır .

Türkiye Cumhuriyeti , dünyanın merkezi coğrafyasında yer alan orta boy bir devlet olarak her zaman için evrensel alandaki güç merkezleri arasındaki çekişmelerin ya da emperyal projelerin hedefine aldığı bir ülkedir . Dünyanın merkezinde yer alan bir büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılması üzerine ortaya çıkan otorite boşluğu alanında , Türk ulusunun bir var olma savaşı vermesiyle kurulmuş olan Türk devletinin ,varlığını koruyabilmesi ya da geleceğe dönük olarak yaşam süresini sonsuza kadar sürdürebilmesi için de, böylesine bir mücadele verilmesi gerektiği görülmektedir ,çünkü parantezci yaklaşımlar ile Türk devletine ömür biçilmekte ve kısa bir zaman dilimi içerisinde bu ulusal siyasal yapının ortadan kalkacağı ya da kalkması gerektiği açıkça ifade edilebilmektedir . İmparatorluklar devri devam ederken varlığını koruyabilen Osmanlı İmparatorluğu , ulus devletler çağına geçilmesi aşamasından sonra giderek zorlanmış ve bir Osmanlı ulusu yaratamadığı için, hem küçük küçük devletlere bölünerek Balkanizasyon sürecine alet olmuş hem de bu dönemin hemen ertesinde gündeme gelen Birinci Dünya Savaşında yenilerek teslim olmuş ve böylece devlet olma durumu da sona ermiştir .
Osmanlı İmparatorluğu varlığını sürdürürken , hiç kimse bu büyük devlet için parantez ifadesini kullanarak Osmanlı hegemonyasının geçiciliği iddiasında bulunmamıştır . Ne var ki , Birinci Dünya Savaşının sonucunda ortaya çıkan yeni güç dengeleri içinde Atlantik güçleri olan İngiltere ve Fransa’nın Orta Doğu bölgesine gelerek ortak bir hegemonya düzeni kurmaları üzerine ,Osmanlı İmparatorluğu tarih sahnesinden geri çekilirken , geride bıraktığı merkezi topraklar üzerinde bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti doğal bir sonuç olarak ,ulusal kurtuluş savaşı zaferi sonrasında dünya haritası üzerindeki yerini almıştır .Osmanlı devleti hiçbir zaman geçici bir parantez konumunda olmamış ama , cihan savaşı sonrasında değişen dünya koşulları çerçevesinde teslim olarak bitme aşamasına zorla getirilmiştir .
Osmanlı sonrası dönemde ,bu büyük merkezi devletin üzerinde egemen olduğu on milyon kilometre karelik geniş alan üzerinde, bütün büyük güçlerin yeni projeleri olmuş ve bu doğrultuda çekişmeler ikinci bir dünya savaşına kadar sürüp gelmiştir . İlk proje , üzerinde güneşin batmadığı büyük dünya imparatorluğunun patronu konumunda olan İngiltere’nin olmuştur . İngilizler , geri çekilen Osmanlı devletinin hinterlandı üzerinde gene İstanbul merkezli bir büyük merkezi bölgesel yapılanma olarak Yakın Doğu Konfederasyonu adı altında dörtlü bir federasyon modelini ,kendisinin merkezinde yer aldığı yeni bir siyasal yapılanma doğrultusunda düşünmüş ama gücü yetmediği için ve de Fransa ile tam olarak anlaşarak ikili bir merkezi modeli gerçekleştiremediğinden ,böylesine bir emperyal bağımlılık projesi hazırlayıcılarının planları doğrultusunda gerçekleştirilememiştir .
Britanya İmparatorluğu merkezi alana tam olarak egemen olamazken , ortağı konumundaki ikinci emperyalist imparatorluk sahibi Fransa da istediği gibi kendisine bağlı bir büyük bölgesel yapılanmayı gerçekleştirememiştir . Birinci Dünya Savaşı sırasında büyük bir çöküş ile yıkılan Rus Çarlığı yerine bir sosyalist devrim sayesinde dünya sahnesine çıkmış olan Sovyetler Birliği projesi de, dünyanın kuzey yarıküresinde bölgesel bir devlet yapılanması ile ortaya çıkarken ,bu yeni güç merkezi yapılanmasının sıcak denizlere doğru yayılabilmesi doğrultusunda, merkezi alanın tam ortasında yer alan Anadolu yarımadasını da coğrafi bölgeleri esas alarak ,yedi ayrı devletçik olarak kendi oluşturduğu ideolojik birliğin çatısı altına alabilmeyi hedefliyordu . Bir anlamda Sovyetler Birliğinin de Anadolu topraklarına emperyal amaçlı bakması , Anadolu yarımadası üzerinde geride kalan Osmanlı ahalisi olarak Türkleri tam anlamıyla ortada bırakmıştı . Kalıcı olması gereken bir büyük imparatorluğun bir cihan savaşı sonrasında ortadan kaybolması üzerine, en az onun kadar güçlü olabilecek ve asırlar boyunca güçlü bir biçimde merkezi alanda devlet olarak varlığını sürdürebilecek bir yeni devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti ,Türklerin batılı emperyal güçlere karşı verdiği bir ulusal kurtuluş savaşı sayesinde tarih sahnesine çıkıyordu .

Yirminci yüzyıla girerken Avrupa emperyalizminin iki büyük devi olarak İngiltere ve Fransa dünyanın merkezi coğrafyasına el koyarak ,dünyanın merkezi imparatorluğunu dağıttıkları için tam anlamıyla bir küresel hegemonya düzeni kurmayı hedefliyorlardı . Ne var ki , bu aşamada artık Avrupa emperyalizminin rakibi olarak Amerikan emperyalizmi dünya sahnesine çıkarken , Japon savaşı ile çökertilen Rusya’da ikinci bir çöküş Birinci dünya savaşı ile gündeme getirilerek , bu durumdan yararlanan yeni bir siyasal yapılanma sosyalist devrim görünümünde uygulama alanına getiriliyordu . Orta Doğu’ya girmiş olan İngiliz ve Fransız emperyal güçleri tam Kafkaslar üzerinden Hazar bölgesine doğru yöneldikleri aşamada ,Amerikan sanayicilerinin ve küresel sermayenin denetimi altındaki New York borsasından sağlanan yüz milyonlarca dolarlık maddi destek ile , Troçki Moskova’da Kızıl Orduyu kurarak Sovyetler Birliğinin önünü açıyordu . Kızıl Ordu daha bütün Rusya’nın kontrolunu ele geçirmeden, Almanya destekli Osmanlı ordusunu Azerbaycan’dan çıkartmak üzere Kafkasya seferine çıktığı aşamada, İngiliz ve Fransız ordularının Anadolu üzerinden kuzeye doğru yönelerek Hazar bölgesine girmelerinin önü kesilmiş bulunuyordu.
Böylece , Birinci dünya savaşı sırasında cephelerde savaşmayan Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa devletleri birbirini yok ederken ,dünyanın gelecekte merkezi konumuna gelecek Hazar bölgesini ideolojik bir yeni yapılanma ile yönlendirerek , Avrupalı emperyalistlerin bu bölgeyi ele geçirmelerini önlüyordu . Böylesine bir emperyal amaçlı operasyon ,geleceğe dönük Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin çekişmeleri yüzünden gündeme geliyordu . Karl Marks’ın öngörüsü ile çok gelişmiş kapitalist ülkelerde gerçekleşmesi gereken komünist ihtilal , Avrupa ve Amerika çekişmesi yüzünden dünyanın kuzey yarıküresinde ve kırsal alanda yayılmış bir bir köylü toplumunda dışarıdan ithal edilen Bolşevik kadro sayesinde gerçekleştiriliyordu . I871 Paris komününden ders alan kapitalistler , kendi gelişmiş ülkelerinde böylesine bir komünist ayaklanmayı önlemek üzere , hiç işçi sınıfının olmadığı bir kırsal alan ülkesinde dışarıdan destekli ve manüplasyonlu bir hareket ile Komünist ihtilal yaratarak , İngiliz-Fransız ortaklığının bütün dünyayı ele geçirmesini önlüyorlardı .
İki dünya savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri dünyanın hegemon süper gücü haline gelirken , Rusya’da kurulu bulunan Sovyetler Birliği sanki bunun dengeleyicisiymiş gibi gösterilerek , yer yüzü kıtalarını beş yüz yıl yönetmiş olan Avrupa’nın önde gelen emperyal güçleri iki büyük kutbun arasına çekilerek hapsediliyorlardı . İşte böylesine bir süreç içerisinde ,kuzey yarıküresinde yer alan sosyalist blokun temsilcisi olarak Sovyetler Birliği’nin güney yarıküresine inmesini ve sıcak denizlere çıkmasını önleyecek bir merkezi tampon devlete gereksinme duyulduğu aşamada , Anadolu halkı ayağa kalkarak bir ulusal kurtuluş savaşına yöneliyor ve bu doğrultuda bir mücadeleyi zafere ulaştırarak , çağdaş bir cumhuriyet devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti ni kuruyordu .
Sovyet ihtilali sonrasında bir de Anadolu ihtilali Atatürk’ün önderliğinde Türk ulusu tarafından gerçekleştiriliyordu . Yeni kurulan Türk ulus devleti sahip olduğu jeopolitik konumuyla , batı emperyalizmi ile Doğu kutbu olan Sovyetler Birliği arasında yeni oluşan bir tampon ülke olarak devreye giriyordu . Rus jeopolitiği Antalya’yı kendi kızıl elması olarak ilan ettiği için , Türkiye gibi orta boy bir devletin merkezi alanda bağımsız bir devlet olarak meydana çıkması , savaş yıllarında bozulmuş olan dünya dengelerinin yeniden kurulması doğrultusunda katkı sağlıyordu .
Bu nedenle , bazı batılı ülkeler Türklere bu coğrafya da bağımsız bir devlet vermek istememelerine rağmen , karşı kutup olan Sovyetler Birliği’nin güneye doğru yayılmasını önlemek üzere, Türkiye Cumhuriyetini bir tampon devlet olarak benimsemek zorunda kalmışlardır . Lenin ve arkadaşları batılı emperyalistleri Anadolu toprakları üzerinde görmek istemezken , Avrupa ve Amerika ülkeleri de Sovyetler Birliği’ni Akdeniz’de görmek istememiş ve bu durumdan yararlanan Türk ulusu da , Osmanlı imparatorluğunun merkezi bölgesinde bağımsız bir cumhuriyet devleti kurma şansını elde etmiştir .
Anadolu toprakları üzerinde Sevr haritasını çizerek Balkanizasyonu Orta Doğu’ya taşımak isteyen İngiltere ile birlikte bütün batılı devletler doğu blokuna karşı ortaya çıkan Türk devletini öncelikle bir tampon devlet olarak kabül ederek ,Türklerin Anadolu topraklarından Orta Asya’ya doğru sürülmesi operasyonunu bir süre için ertelemek zorunda kalmışlardır . İşte böylesine bir tampon devlet oluşumu ile gerçek emperyal planların ertelenmesi projesine ,dünya dengeleri açısından bir yüz yıllık süre tanımışlardır . Batılıların son yıllarda Türkiye için bu yüz yıllık süre olgusunu bir parantez olarak ortaya atmaları , yüzüncü yıla gelinmeden Türkiye Cumhuriyetini haritadan silmeye çalışmaları nedeniyledir . Onlara göre , Sevr planının tamamen red edilmesi anlamına gelen Türkiye Cumhuriyeti projesi , kuzey bölgesinde oluşturulan sosyalist blokun yayılmasının önlenmesi için, benimsenmiş olan bir geçici uygulamadır ve Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra bu yapılanmanın da ortadan kaldırılması gerekmektedir . Sosyalist blokun yaşadığı sürece , Türkiye Cumhuriyeti bir tampon devlet olarak merkezi alanı Ruslara kaptırmamış ve daha sonraki aşamada da Nato yapılanması Türkiye’ye taşınarak , Türk devletinin batı ittifakının sınır karakolu konumuna gelmesine yol açılmıştır . Bu yüzden Türkler kendi ülkelerinde büyük baskılar altında yaşamak zorunda kalmışlar , daha sonraki aşamada da Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Avrasya kıtasının bütün bölgelerinde ortaya çıkan sıcak çatışmalar , Türkiye Cumhuriyetini bir ateş çemberinin içine çekmiştir. Batılılar kuruluşuna yardımcı oldukları Sovyetler Birliğinin ömrünü varolan dünya dengeleri nedeniyle , yüz yıllık bir zaman periyodu içinde düşündükleri için , doğu ve batı blokları arasında yer alan Kemalist Türkiye’nin ömrünü de buna dayanarak belirlemeye çalışmışlar ve bu yüzden Türkiye için bir çok yerde yüz yıllık parantez tanımlaması kasıtlı bir biçimde dile getirilmiştir . Cumhuriyet yüzüncü yılına doğru yol alırken ve bir asırı geride bırakırken , batılı emperyal çevreler artık yüz yıllık parantezin kapatılması gerektiğini açıkça dile getirerek, Türkiye Cumhuriyetinin tasfiyesine giden yolları açıktan desteklemektedirler.
Osmanlı devletinin tarihe mal olmasından sonra merkezi alanda gerçekleştirmeyi düşündükleri asıl projelerini bir türlü uygulayamadıkları için, bunların önünde koskoca bir engel olarak duran Türk devletini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girerek, istemeden tanımak zorunda kaldıkları yüz yıllık paranteze bir son vermeyi hedeflemektedirler . İki öge arasında yer alan bir durumun ifade edilmesi olarak tanımlanan parantez kavramı, Türkiye ile ilgili olarak kullanıldığı zaman , yirminci yüzyılın başlarında dünya haritasının ortalarında yerini alan ,bir siyasal yapılanmanın yirmi birinci yüzyılın başlarında ortadan kaldırılmak istenmesinin bağlantısını açıklamak üzere yeniden siyasal gündeme getirilmektedir . Yüz yıl öncesinin dünya dengelerinin gündeme getirdiği Türkiye Cumhuriyeti gibi bir devlet modeline , soğuk savaş sonrasında hiç ihtiyaç bulunmadığını ve hele küresel ya da emperyalistlerin güdümündeki bölgesel projelerde kesinlikle böyle bir devlet modeline yer verilmemesini isteyen işbirlikçi ve mandacı çevreler , yüz yıllık parantezin kapatılmasını yüzleri kızarmadan talep edebilmektedirler .
Bu yıl içinde yayınlanan bir kitapta ,Ermeni meselesinin kamuoyundaki tartışmacılarından birisiyle yapılan söyleşiler gene “yüz yıllık parantez” başlığı altında sunulmaktadır .Türkiye’nin doğu Anadolu bölgesinde bir Hrıstıyan devlet kurmak ve Gregoryen Klisesinin hegemonyasını binlerce yıllık Türk toprakları üzerine taşımak isteyen gayrimüslim lobiler ,açıktan yüz yıllık parantez tartışmalarına kalkışarak , Atatürk’ün çağdaş ulus devletini tarihin tozlu sayfalarına geri göndermeye çalışmaktadırlar .Türk ulusunun ve devletinin kendisini yok edecek böylesine bir girişimin farkında olduğu ama uluslar arası hukuk ve demokratik rejimin gerekleri doğrultusunda hoşgörülü davranarak barış içinde bir çözüm arayışı içine girdiği son dönemlerdeki gelişmeler ile iyice açıklık kazanmıştır .
Yüz yıllık parantez olgusunu başlığına taşıyan kitap incelendiği zaman ,açılan parantez yüzünden özgürlüklerin eksik kaldığı ve özgürlükçü dönüşümün yarım bırakıldığı ileri sürülmektedir . Türk milliyetçiliğinin diğer etnik kesimlerin özgürlüklerinin önünü kestiği ve bu yüzden özgürlükçü bir yapılanmaya gidilemediği ortaya konulmaya çalışılmaktadır . Türk ulusu ,yirminci yüzyılda yeni bir dünya düzeni kurulurken ,yeryüzü haritasında yerini almaya çalışmış ama toplumun diğer kesimlerinin bu doğrultuda kendi yapılanmalarına gitmelerine izin verilmemiştir . Bir anlamda dolaylı bir Sevr haritası savunması olan kitapta , batı emperyalizminin Anadoluya Balkanizasyonu taşıması gerektiği ve bu doğrultuda tıpkı Balkanlarda olduğu gibi küçük küçük devletçiklerin Anadolu coğrafyasında Sevr haritası doğrultusunda oluşturulması gerektiği ,dolaylı yollardan ifade edilmeye çalışılmaktadır . Balkanlardaki küçük devletçikler benzeri yapılanmalar ile , Anadolu’da yaşayan çeşitli topluluklara kendi devletlerini kurma şansının tanınmasını savunan gayrimüslim entelektüel , Türk devletinin ulusal ve üniter yapılanmasına dolaylı yollardan karşı çıkmaktadır .
Yüz yıllık parantezi konu alan kitabın son bölümünde başlık olarak parantezin kapanması ele alınmış ve 2015 yılına doğru gidilirken , Anadolu’nun doğu bölgesinde yeniden bir Hrıstıyan yapılanmanın gündeme getirilmesi gerektiği açıkça vurgulanmaktadır . Birinci dünya savaşı sırasında Doğu Anadolu’da meydana gelen kendi devletini kurma mücadelesini Türkler ve Müslümanlar kazandığı için , Misakı Milli sınırları içerisinde ulusal ve üniter bir devleti Türkler kurabilmiştir . Devlet kurma mücadelesini kazanan Türkler , bugün soykırım yapmakla suçlanmakta ve bu doğrultuda yabancı mahkemelerde yargılanarak mahkum edilmeye çalışılmaktadır . Toprak talebi ile birlikte ayrı bir devletin Türkiye’nin doğusunda tanınması ve bu doğrultuda Türklerin ülkenin doğu bölgelerinden geri çekilmesi açıkça talep edilebilmektedir .
Rusların sıcak denizlere inme hattı ile Fransızların Suriye’den Hazar bölgesine çıkma hattı olan bölgede Büyük Ermenistan kurmak hayalleri peşinde koşanlar , Türkiye Cumhuriyetini yüz yıllık parantezin içine kapatarak , böylesine bir devletten kurtulabilmenin hesaplarını yapmaktadırlar . Batı ülkelerinin bir çoğunda alınan parlamento kararları ile Türkiye geçmişteki olaylar nedeniyle suçlanmakta ,karşılıklı çekişme ve sürgünler sırasında Osmanlı devletinin var olduğu unutularak , Osmanlı yönetiminin kusurları ve suçları Türk devletinin sırtına yüklenmeye çalışılarak, ciddi bir haksızlık yapılmaktadır . Osmanlı devletinden sorulması gereken hesabın Türkiye’den sorulması , tıpkı İsrail’in Romalılar döneminde sürgün edilmelerinin suçunu zavallı Filistinliler’den sorması gibi ortaya hukuka son derece aykırı bir durum yaratmaktadır . Osmanlı döneminden Türk devleti sorumlu tutulamayacağı gibi ,Roma imparatorluğu döneminde gerçekleşen sürgünün suçu da Filistin halkının üzerine yüklenemez . Uluslar arası hukuk böylesine çelişkili durumları ortadan kaldırabilmek üzere günümüzde yeni açılımlar yapmak zorundadır .

Türkiye Cumhuriyeti , ne tez , ne anti tez,ne de parantez değildir . İmparatorlukların tarih sahnesinden çekildiği bir aşamada ortaya çıkan çağdaş bir ulus devlet projesi olarak Türkiye Cumhuriyeti, günümüzde uluslar arası bütün kuruluşların hem kurucusu hem de üyesi konumuyla çağdaş uluslar ve devletler ailesinin onurlu bir üyesi olmaya çalışmaktadır . Bir çok engel ya da manüplasyon ile karşı karşıya kalan Türkiye Cumhuriyeti, kurucusu büyük önder Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği gibi, ilelebet payidar kalabilmenin çabası içerisinde olduğu için, böylesine güçlü bir devleti yüzyıllık parantezlere sıkıştırmak mümkün değildir. Üç kıtaya yayılmış bulunan Türk dünyası ile çeşitli ülkelerde yaşamını sürdürmekte olan üç yüz milyonun üzerindeki Türk asıllı toplulukların Türkiye Cumhuriyetini parantez olmanın ötesine taşıyarak, her türlü parantez kıskacının aşılmasında, Türk devletinin en büyük yardımcısı olarak dünya sahnesinde yerlerini almaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti tez, antitez ya da parantez olmanın ötesine giderek, çağdaş bir sentez olarak, yeni dönemde bütün dünyaya örnek gösterilen bir devlet konumuyla öne çıkmaktadır.
(15 Kasım 2014 Cumartesi, ANKARA KALESİ; PROF. DR. ANIL ÇEÇEN)
Gönderen Evrensel Bilinç Akademisi zaman: 08:38

29 Mayıs 2018 Salı

TÜRKİYE YÖNÜNÜ ARIYOR "Prof. Dr ANIL ÇEÇEN" TÜRKİYE'NİN SEÇENEĞİ

TÜRKİYE YÖNÜNÜ ARIYOR
Prof. Dr ANIL ÇEÇEN
Türkiye Cumhuriyeti kendisini yönetecek bir başkanı aylardır ararken, geçen haftalarda bir düşünce platformunda Türkiye'nin yönü tartışma masasının üzerine konuldu. Son yıllarda siyasetin içine iyice girmiş olan bir dini cemaatın önde gelen temsilcilerinin yönetiminde, Türkiye'nin önde gelen İslamcı, gayrimüslim, ateist, liberal, küreselci, etnikçi, ayrılıkçı, bölücü, batıcı ve mandacı kesimlerinin içinden gelen bazı temsilciler, bir hafta sonunda Karadeniz kıyısındaki bir sahil kasabasında bir araya gelerek, Türkiye Cumhuriyetinin yirmi birinci yüzyılda nereye gideceğini ve nasıl bir yöne doğru ilerleyeceğini kendi aralarında ele alarak bir sonuca varmaya çalışmışlardır. Ulusal Kurtuluş Savaşının bir kazanımı olarak öncü kadro tarafından kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinden yana olan ve Atatürk'ün devlet modelini antiemperyalist bir çizgide savunan millici, milliyetçi, ulusalcı, cumhuriyetçi ve antiemperyalist Atatürkçü kesimleri dışlayarak, düzenlenen bu toplantıda, gene çeyrek asırlık küreselleşme döneminin neoliberal düşünce kalıpları öne sürülmüş, büyük patronların hoşuna giden teslimiyetçi şarkılar söylenmiş ve küresel sermaye imparatorluğunun çıkarları doğrultusunda, Türk ulusunun cumhuriyet devletine bir gelecek çizgisi belirlenmeye çalışılmıştır. Finans kapitalin tosunları ile cami cemaatinin giderek kapitalistleşen temsilcileri, küresel emperyalizmin zorla empoze ettiği ortak düşünceleri dışarıdan güdümlü manüplasyon senaryoları doğrultusunda birlikte ele alarak görüşmüşler ve Türk devletine bir yön çizmeye çalışmışlardır.
Türkiye'nin hem geleceği hem de yönü bütün Türk vatandaşlarını yakından ilgilendiren yaşamsal bir konudur.
Türkiye'nin hem geleceği hem de yönü bütün Türk vatandaşlarını yakından ilgilendiren yaşamsal bir konudur. Bu yüzden belirli toplum kesimlerinin, bir takım zirve toplantıları yaparak bütünüyle Türk ulusunun ve devletinin geleceğine el koymaları ya da yönlendirmeleri, bağımsız bir devlet düzeni açısından mümkün değildir. İç ve dış bazı çıkar çevrelerini temsil ederek bu gibi bilimsellik ya da siyasal plancılık görünümündeki girişimlerin ülkeye yarar sağlamaktan çok kafa karışıklığı yaratarak zarar verdiği görülebilmektedir. Daha çok İstanbul merkezli kadroların bu gibi toplantılarda boy göstermeleri, finans kapitalin medyası tarafından da desteklenince, ülke kamuoyu açısından yönlendirici olmakta ve Türk toplumunun gerçek temsilcisi olan Türk vatandaşlarının görüş ve düşünceleri dışlanarak, Türkiye bir yerlere doğru çekilmek ya da, batılı emperyalist devletlerin çıkarları doğrultusunda yarı sömürgeci bir çıkmaza doğru sürüklenmektedir. Küreselleşme süreci ile birlikte içine girilen zaman dilimi içerisinde, Türk halkına, vatandaşlara ya da ulusal kamuoyuna bakmadan birbiri ardı sıra düzenlenen seminer ya da sempozyum görünümlü toplantılar, bütün ülkelerde olduğu gibi dışarıdan empoze edilen fikir ve planlar doğrultusunda belirleyici olmaya çalışmaktadırlar. Yirmi birinci yüzyılın ilk yılları geride kalırken ve bu yüzyılın içine doğru daha hızlı bir tempo ile girilirken, bütün dünya ülkelerine değişim görünümü altında ciddi dönüşüm programları zorla dayatılmaktadır. Uluslararası tekelci şirketlerin çıkarları doğrultusunda dünya halklarına ve devletlerine dayatılan plan ve programlar çerçevesinde, her ülkenin yapısal düzeni köklü değişikliklere doğru iteklenirken, bu gibi dayatmalardan Türkiye Cumhuriyeti de payına düşenleri almaktadır. Türk devletinin varlığını bir türlü içine sindiremeyen, kurucu önder Atatürk'ten gelen devlet modelini kendi çıkarları açısından kabul edemeyen iç ve dış çıkar çevreleri, Türklerin anavatanını kendi çıkarlarına uygun bir çizgiye çekebilmek üzere, küresel emperyalizmin mandacılığına soyunabilmektedirler. Mandacılık beraberinde taşeronluğu da bir misyon olarak gündeme getirince, Türklerin tam bağımsız devlet düzenini, çağdaş cumhuriyetini, laik ve üniter ulusal devlet yapısını demokrasi adına değiştirmeye çalışmaktadırlar. Var olan düzen ile sorunu olan kesimler, Atatürk ile cumhuriyet karşıtlığında birleşerek, Türklerin ülkesine yeni yönler vermeye çalışmaktadırlar.
Amerikan emperyalizminin "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" tanımlamasına uygun bir doğrultuda İslamcı çizgiyi benimsemiş olan katılımcılar,
Amerikan emperyalizminin "Yeni Türkiye Cumhuriyeti" tanımlamasına uygun bir doğrultuda İslamcı çizgiyi benimsemiş olan katılımcılar, devletin laik modeline karşı çizgide birleşirlerken, Türkiye'nin yönünü kaybettiğini, bu yüzden ciddi bir yönsüzlük sıkıntısı çektiğini, ülkenin yönünü yitirmesiyle birlikte de, Türk ulusu ve devleti için geleceğe dönük ciddi bir yön krizinin ortaya çıktığı konusunda aralarında yapmış oldukları tartışmalar basın organlarına yansımıştır. Dünyanın merkezi coğrafyasının tam ortasında yer alan merkezi ülke Türkiye Cumhuriyetini, batı ile doğu arasında bir yerlerde kalmış önemsiz bir ülke gibi göstermeye çalışan küreselci neoliberaller, Türkiye için yeni bir tanımlama getirerek, Türk devletini batılı olmayan doğulu ya da doğulu olmayan batılı gibi bir çelişkili yaklaşım içerisinde, yeni bir tanım geliştirerek açıklamaya çalışmışlardır. Türkiye Cumhuriyetini doğu ile batı arasında yer alan merkezi bir devlet ya da ülke olarak, daha düzgün ve kalıcı bir biçimde tanımlamaya yanaşmayan zirve katılımcıları, eskiden olduğu gibi bugün de Türk devletini merkezi bir güç olarak görmekten ya da tanımlamaktan kaçınmışlardır. Bu kesimlerin öncelikle bilmeleri gereken jeopolitik gerçeklik, Türk devletinin doğu ve batı arasında yer alan merkezi bir güç ya da ülke olduğudur. Batı merkezli bir kafa yapısı ile hareket eden katılımcı kesimlerin, akıllarının Türkiye'yi bir merkez ülke olarak kavramakta zorlandığı görülmüştür. Yuvarlak yerküre düzeni içerisinde kendisini batının emperyal devletlerine yakın bir konuma yönlendiren mandacı kesimlerin, jeopolitik biliminin ortaya koymuş olduğu en büyük gerçeklik olarak, Türkiye'nin merkezi konumunu görebilmekte zorlandıkları anlaşılmıştır. Batılı ülkelerde yetişen aydınların ya da bilim adamlarının batı merkezli düşünceden kurtulamadıkları için, bir türlü Türkiye'yi merkez olarak göremedikleri ve bu yüzden de çok ciddi politik hatalara sürüklendikleri, yıllardır ortaya çıkan örnekler ile anlaşılmıştır.
Batıcı kafa yapısı ile hareket eden katılımcıların çoğunluğu, Türkiye'nin batı bloku ile ters düşmesinden çok rahatsız olduklarını dile getirmişler,
Batıcı kafa yapısı ile hareket eden katılımcıların çoğunluğu, Türkiye'nin batı bloku ile ters düşmesinden çok rahatsız olduklarını dile getirmişler, Türk dış politikasının batı çizgisinden uzaklaşması yüzünden Türkiye Cumhuriyetinin son dönemlerde bir yön krizi içine düştüğünü ileri sürmüşlerdir. Orta Doğu bölgesine demokrasi getirme gerekçesi ile giren batı emperyalizminin, bu bölgeye uzun süren bir terör ve savaş çıkmazı getirdiğini görmezden gelmişlerdir. Türkiye'nin Arap coğrafyasında ortaya çıkan demokrasi taleplerinin karşılanmasında batı bloklunun dışına çıkarak daha bağımsız bir çizgi izlemesi, batıcı kesimlerde kuşku yaratmış, Türk devletinin bu yüzden içinde bulunduğu coğrafya da yalnızlığa sürüklendiği ifade edilmiştir. Büyük Orta Doğu Projesinin iktidara getirdiği hükümetin, komşularla sıfır sorun sloganı ile işe girişirken, komşularla sayısız soruna sürüklenmesi ele alınarak eleştirilmiş ve bu doğrultuda Türkiye'nin batı blokundan ayrılmadan hareket etmesinin daha doğru olacağı öne sürülmüştür. İkinci Dünya Savaşı sonrasının soğuk savaş dönemi koşullarında, Türkiye güvenlik gerekçesi ile batı blokuna yakın durmuş ama bu durumdan faydalanmak isteyen batılı emperyal devletler de Türk devletini tıpkı Osmanlı Devleti gibi yarı sömürge konumunda kendilerine bağımlı kılabilmenin yollarını aramışlardır. Türkiye'nin jeopolitik konumundan yararlanmak isteyen batılı büyük devletler Orta Doğu bölgesine yönelik bütün siyasal açılımlarını, Atatürk'ün ülkesi üzerinden geliştirmeye öncelik vermişler ve bu doğrultuda Türk devletinin sınır komşuları ile bütünüyle ters düşmesine hatta bazı durumlarda düşman konumuna sürüklenmesine neden olmuşlardır. İsrail'i korumak için Adana'da yapılan İncirlik üssü yüzünden Türk devleti bütün güney komşuları ile düşman konumuna düşürülmüştür. Türkiye merkezi coğrafya da bir bölge ülkesi olmasına rağmen, aynı zamanda batı ittifakı içinde yer aldığı için, bölgeye yönelen birçok batılı operasyon da merkez üssü olarak kullanılmış ve bu nedenle de bütün komşu ülkeler ile batının emperyal yaklaşımları yüzünden sürekli olarak karşı karşıya gelmiştir. Böylesine çelişkili bir duruma düşürülen Türkiye Cumhuriyetinin batı ile Orta Doğu arasında kalınca hangi yönde hareket edeceği, batı bloku ile mi yoksa bölge ülkeleriyle mi birlikte olacağı meselesi dünya siyasal gündeminin önde gelen sorunlarından birisi olmuştur.
Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk
Türkiye Cumhuriyetinin kurucu önderi Mustafa Kemal Atatürk, Türk Devletini dünyanın orta yerinde merkezi bir model ülke olarak kurmuştur. Birinci Dünya Savaşı ile beraber imparatorluklar tarihe mal olunca, Osmanlı devletinin yerine, bu imparatorluğun merkez toprakları olan Anadolu yarımadası üzerinde diğer ülke ve devlet modellerinden çok farklı bir siyasal örgütlenme gerçekleştirilmiştir. Batı bölgesindeki devlet yapıları liberal-kapitalist bir çizgide örgütlenirken, Sovyet devrimi sonrasında da Türkiye'nin doğu sınırları yakınında bir büyük sosyalist imparatorluk düzeni oluşturulmuştur. Aynı dönemde Osmanlı halifesine bağlılıktan geride kalan bir büyük İslam coğrafyası da, Türkiye Cumhuriyetinin güney sınırlarından başlayarak dünyanın merkezi alanlarında İngiliz emperyalizminin destek ve öncülüğünde devletleşmeye başlamıştır. Kuzey Amerika ve Avrupa kıtalarında batı tipi liberal-kapitalist devletler kurulurken, Sovyetler Birliği çatısı altında yeni geliştirilen sosyalist devlet modeli hızla örgütlenmiştir. Hilafetin kaldırılması üzerine başsız kalan İslam coğrafyasında da İngiliz emperyalizmi, bu bölgenin çeşitli ülkelerinde İslam tipi devletçikler kurarak, dünya haritası üzerinde devletsiz ülke kalmaması için yoğun çaba göstermiştir. Böylece üç ayrı dünya arasında kalan Anadolu yarımadası üzerinde, çağdaş Türkiye Cumhuriyeti bir merkezi devlet modeli olarak, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında kurulmuştur. Ulusal kurtuluşun önderi Mustafa Kemal, savaş içinde devleti kurarken, batı tipi liberal-kapitalist, doğu tipi sosyalist ya da güney tipi İslam modeli devlet yapılanmalarını bir yana bırakarak, üç dünya arasında Kemalist model adı verilen tamamen kendi koşullarına uygun merkezi bir özgün siyasal yapılanma modelini oluşturmuştur. Dünyanın merkezi imparatorluğu olan Osmanlı devleti yıkılınca, bu büyük devletin geride kalan topraklarında Atatürk, dünyanın jeopolitik gerçeklerine uygun düşen bir denge sistemi ile yeni bir model oluşturmaya çalışmıştır.
Cumhuriyetin ilanından sonra bir yabancı gazeteci cumhurbaşkanı Atatürk ile röportaj yaparken
Cumhuriyetin ilanından sonra bir yabancı gazeteci cumhurbaşkanı Atatürk ile röportaj yaparken ilginç bir soru sorarak, Türkiye'nin konumunu ve yönünü gündeme getirmeye çalışmıştır. Yabancı gazeteci Türk modelinin, batı tipi liberal-kapitalist ya da doğu tipi sosyalist Marksist bir olmadığını, ama ne olduğunun belli olmadığını, Türkiye'nin hangi çizgide nasıl bir yöne doğru yönleneceğini sorunca, devletin kurucusu olarak Atatürk bu soruya önemli bir cevap vermiştir. Ona göre, Türkiye ne batı tipi kapitalist ne de doğu tipi sosyalist bir devlet değildir. Bu nedenle, Türk modelini birilerine benzetmeye çalışmak doğru değildir. Türkiye Cumhuriyetinin kurucu başkanına göre, Türkiye gelecekte hiçbir ülkeye benzemeyecek hatta Amerikalılaşmayacaktır. Türk devletini hiçbir modele benzetmek söz konusu değildir. Türkiye'yi kesinlikle birilerine benzetmek isteyenler, Türklerin hiç kimseye benzemediğini ama mutlak bir benzetme yapılacaksa o zaman ancak kendilerine benzetilebileceklerini dile getirmiştir. Bu çerçevede devletin kurucusu büyük önder Atatürk, bu açıklamasıyla hem Türk devletinin modelini hem de gelecekteki yönünü açıkça ortaya koymuştur. Türkiye Cumhuriyeti, birinci dünya savaşı sonrasında kurulurken üç dünya arasında bağımsız ve hiç birisine benzemeyen merkezi bir devlet türü olarak öne çıkmıştır. Bu hali ile Türkiye'nin hiçbir başka siyasal modele benzetilmesi mümkün değildir. Türkiye Cumhuriyeti kendine özgü koşulların ortaya çıkarmış olduğu bir devlet olarak, gene kendine dönük ve benzeyen bir çizgide ilerlemeler gösterecektir. Üç dünya arasında böylesine merkezi bir devlet kurulurken, hiç kimseye ya da modele benzemeye çalışılmamış aksine, yıkılan imparatorluğun bıraktığı siyasal boşluk alanında hiçbir başka modele benzemeden, ülke halkının kuracağı tam bağımsız ulus devlet ve çağdaş cumhuriyet yapısı ile Atatürk'ün geleceğe yönelik çizdiği model ve bunun dayandığı temel ilkelere dayanan bir gelecek inşa edilmeye çalışılmıştır. Böylesine bir oluşum sonucunda tarih sahnesine çıkmış olan Türk devletinin hiçbir başka modele benzetilmesi mümkün olmadığı gibi, başka yollara çekilmesi ya da kurucu iradenin ortaya koymuş olduğu yoldan çıkarılarak başka yönlere doğru çekilmesinin mümkün olmadığını, Türkiye'nin yönü üzerine toplantılar düzenleyerek halk kitlelerini kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çaba gösteren, iç ve dış çıkar çevrelerinin de görebilmesi gerekmektedir. Namaz kılarken selam durulan kıblenin yönünün değiştirilmesi nasıl mümkün olamıyorsa, Türkiye Cumhuriyetinin de Atatürk'ün çizmiş olduğu yönden kaydırılması mümkün olamayacaktır.
Türk Devletinin modeli Birinci Dünya Savaşı sonrası döneminin özelliklerine göre belirlenmiştir. 
Türk Devletinin modeli Birinci Dünya Savaşı sonrası döneminin özelliklerine göre belirlenmiştir. İmparatorluklar dağılırken ulus devletlere geçilmesi dikkate alınarak, Avrupa kıtasının hemen yanı başında benzeri bir ulus devlet, ulusal kurtuluş savaşı kazanılarak kurulabilmiştir. Böyle bir adım atılırken gelecekte batı emperyalizminin sömürgesi olabilecek bir liberal-kapitalist yapılanmadan uzak durulduğu gibi, Lenin'in başında bulunduğu Sovyetler Birliğinden de uzak durularak sosyalist ya da Marksist bir devlet yapılanmasına gidilmemiştir. Ayrıca, halifelik kurumu bir yasal düzenleme ile iptal edilerek Türkiye'nin güney sınırlarının ötesinde uzanıp giden Müslüman devletleşme modellerine karşı da bir mesafe konulmuştur. Türkiye'nin sınırlarını çevreleyen her üç dünyaya karşı uzak durulması sayesinde, bunların her üç tipinin ötesinde bir merkezi modele yönelebilmek mümkün olabilmiştir. Atatürk böylesine farklı bir siyasal yapılanmayı özgürce ortaya koyarken, Türk Devletinin ve çağdaş cumhuriyet rejiminin temel ilkelerini de belirleyerek yeni devletin anayasası içerisine de koymuştur. Halen Türkiye Cumhuriyeti anayasasının, giriş kısmında cumhuriyetin temel ilkeleri olarak belirtilen genel kurallara, Türk ulusu kurucu önderin siyasal mirası olarak Atatürk ilkeleri adı altında sahip çıkmaktadır. Atatürk ilkeleri ile dünya sahnesine çıkmış bulunan bir devletin, gene aynı ilkelere dayanarak ve sahip çıkarak ayakta kalabilmesi ve değişen dünya koşullarında yoluna devam edebilmesi bu temel ilkeler sayesinde mümkün olabilecektir. Türk devletine yeni elbiseler giydirmek ya da yepyeni yönler çizerek bir yerlere kaydırmak üzere harekete geçen kesimlerin de, bu gerçekliği görerek hareket edebilmeleri doğru ve gerçekçi sonuçlara varabilmek açısından yararlı olacaktır. İmparatorluklar cihan savaşı sonrasında dağılırken, Türklerin yeni bir imparatorluğa yönelebilmeleri mümkün değildi. Sovyet devrimi gerçeği dikkate alınarak, devrimci bir atılımla çağın gereklerine uygun düşen tam bağımsız bir ulusal devlet çağdaş laik bir cumhuriyet rejimi ile birlikte inşa edilebilirdi ve Atatürk'te bunu yapmıştır.
Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini Birinci Dünya Savaşı sonrasının koşulları içerisinde tarih sahnesine çıkartırken,
Atatürk, Türkiye Cumhuriyetini Birinci Dünya Savaşı sonrasının koşulları içerisinde tarih sahnesine çıkartırken, soğuk savaşın getirmiş olduğu yeni dengeleri ve gerginlikleri dikkate alarak hareket etmiş ve bu gerçekler doğrultusunda yeni Türk devletine geleceğe dönük bir yön kazandırmaya çalışmıştır. Böylesine olumsuz koşullarda Ruslar ileri giderek, doğu Anadolu'dan toprak isteyecek kadar baskı yapmışlar ama Kemalist rejim merkezde oluşturduğu tam bağımsız çizgiden feragat etmeden bu tür yeni emperyalist taleplere karşı sağlam durarak, ortaya çıkışı sağlayan dengelerin korunması konusunda yeterince etkili bir tavır sergilemiştir. Sovyetler Birliğinin, İkinci Dünya Savaşı sırasında fazlasıyla güçlenerek dünya sahnesinde öne çıkması ve bu doğrultuda Nazi imparatorluğunun yıkılmasında etkin bir rol oynaması, Rus emperyalizminin yöneticilerinin yeniden emperyalizme yönelerek, merkezdeki tampon ülke Türkiye Cumhuriyetinden toprak talep edecek kadar ileriye gitmelerine yol açmıştır. Bu durum giderek ağır bir tehdit halini alınca, Türk devleti de batı bloku ile ilişkilerini daha da yakınlaştırarak, kendi güvenliği açısından batı güvenlik şemsiyesinin altında bulunmayı bir güvence olarak görerek, batılı savunma sistemi içerisinde yer almıştır. İşte bu aşamadan sonra Türk devleti bağımsızlığını elinden kaçırmış, savaş alanlarında kazanılmış olan tam bağımsızlık statüsünden batı güdümünde bir güvenlik şemsiyesi altında, doğu batı çekişmesinin yaşandığı soğuk savaş ortamında batı blokunun ileri karakolu konumuna, Türkiye Sovyet tehdidinin dengeleri bozması yüzünden düşürülmüştür. İşte bu aşamadan sonra kurucu iradenin Türk devletine çizmiş olduğu tam bağımsız ülke kalabilme yönü yavaş yavaş batı hegemonyası doğrultusunda ortadan kaldırılmıştır. Türkiye Cumhuriyeti hak etmediği bir bağımlılık ilişkisine doğru zorlanırken, kurucu önder Atatürk'ten miras kalan tam bağımsızlık çizgisinden ve yönünden uzaklaşmak zorunda kalmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemin koşullarında tam bağımsız merkezi devlet modeli ile ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti,
Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemin koşullarında tam bağımsız merkezi devlet modeli ile ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti, ikinci dünya savaşı sonrası dönemin yeni koşullarında zorlanmaya başlamış ve değişen dünya konjonktüründe, geçmişten gelen merkezi bağımsız devlet modeli tehlikeli bir duruma doğru sürüklenmeye başlamıştır. İngiltere'nin geçmişten gelen Büyük Britanya İmparatorluğu yapısı içinde göreli olarak sürdürülebilen bağımsız devlet statüsü, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerikan emperyalizminin bölgeye gelişi ve bunun sonucunda da, iki bin yıllık bir aradan sonra Filistin topraklarında bir Yahudi devletinin kurulması üzerine Atatürk'ün bağımsız cumhuriyeti bu iki yeni siyasal gücün baskısı altına girmeye başlamıştır. ABD yeni Atlantik gücü olarak dünya hegemonyasını İngiltere'nin elinden alırken, Birleşik Krallık 'tan daha farklı bir siyasal yapılanmaya yöneliyor ve askeri üsler ile dünya ülkelerinin içine giriyordu. İngilizler Fransızlar ile birlikte girdikleri yerlerde yeni devletler kurarken, Amerikalılar zaten önceden kurulu olan devletlerin içine girerek yeniden devlet kurmak yerine üsler tesis ederek varlıklarını dünya kıtaları üzerinde örgütlüyorlardı. İkinci dünya savaşına girmekten uzak kalan Türk devleti, savaş sonrasında ABD hegemonyasının bölgeye girişi ile karşı karşıya kalıyor ve ülkenin her köşesinde üslerin kurulması önlenemiyordu. Sovyetler Birliğinin tehdit olarak görüldüğü bir aşamada, batı emperyalizmi tehdit olmaktan çıkıyor ve bir anlamda komünizm yayılmacılığına karşı bir güvence olarak görülüyordu. Türkiye bu aşamada kendini Sovyet emperyalizmine karşı korumak için batı güvenlik sistemine kayıyor ve Amerikan emperyalizmi ile İsrail Siyonizm'i bu durumdan yararlanarak Türkiye'nin içerisine serbestçe girerek örgütleniyorlardı. Türkiye'nin batı güvenlik sistemine girdiği tarih bu yüzden bağımsızlığını elinden kaçırdığı aşamadır. İki kutuplu dünyada Türk devleti merkezi coğrafyadaki Sovyet yayılmacılığına karşı kendisini batı blokunun kucağına atarken, devletin kuruluş aşamasından gelen tam bağımsız ve antiemperyalist politik çizgi terk ediliyordu. Birinci cihan savaşı sonrasında tam bağımsız bir siyasal yapı olarak ortaya çıkabilen Türk devleti, ABD ve İsrail'in bölgeye gelişi ile birlikte bağımsızlığını elinden kaçırarak bu iki yeni siyasal gücün hegemonyası altına giriyordu.
Amerikan emperyalizmi merkezi coğrafyaya gelmek için aylar önce vefat etmiş bir eski büyükelçinin na'şını bahane ederken,
Amerikan emperyalizmi merkezi coğrafyaya gelmek için aylar önce vefat etmiş bir eski büyükelçinin na'şını bahane ederken, Türkiye daha ne olduğunu anlamadan bir de güney bölgesinde İsrail'in kuruluşu vakası ile karşı karşıya kalıyordu. İkinci cihan savaşı sonrasında Stalin'in Kars ve Ardahan illerini yeniden talep etmesi Türkiye'yi batıya doğru sürüklerken, ABD bu durumdan yararlanmasını iyi bilerek, Türkiye'de üsler oluşturma yolu ile Atatürk'ün bağımsız devletinin içine giriyordu. Böylece Türkiye batı emperyalizminin merkezi alandaki üssü konumuna sürüklenirken, bölgedeki Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı İsrail'in korunması misyonu da İncirlik üssünün kurulmasıyla, Türkiye Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm in şemsiyesi konumuna itekleniyordu. Bu aşamada, Atlantik kıyılarında yetişmiş bazı politik kadroların taşeron olarak kullanılmaları nedeniyle Türkiye kuruluşundan gelen tam bağımsız dış politika çizgisinden çekilerek, Atlantik güçlerinin Truva atı konumunda bir çizgiye doğru yönlendiriliyordu. Çok kısa zamanda örgütlenen bu yeni durum Türk toplumunda büyük tepkilere yol açarken, gerçeklerin anlaşılmasının önlenmesi doğrultusunda terör ve askeri darbeler çıkmazına doğru Türkiye dış baskılar ile yönlendiriliyordu. Türkiye'yi kurmuş olan bağımsızlık insiyatifinin sonraki kadrolarının bir kısmının gayrimüslim lobiler aracılığı ile Atlantikçi emperyalizm ile İsrailci Siyonizm'e yakın durmaları yüzünden, Türk devleti kendini koruma çizgisinde ulusal reflekslerini kullanamıyor ve her geçen gün bağımsızlık daha da fazla elden giderken, Türk devletinin Atatürk'ten gelen tam bağımsızlıkçı antiemperyalist yönü zamanla ortadan kaldırılıyordu. Soğuk savaş döneminin son yıllarında Türkiye'nin her on senede bir askeri yönetimlere mahkum bırakılmasının ana nedeni, batı güvenlik sistemi içinde Türkiye'nin bağımsızlıkçı yönünün batıcı bir çizgiye kaydırılmasıdır.
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı gelecek yönünden saptırılması, Türkiye'nin önde gelen aydın kesimlerinde büyük tepkilere yol açıyordu
İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk'ün antiemperyalist ve tam bağımsızlıkçı gelecek yönünden saptırılması, Türkiye'nin önde gelen aydın kesimlerinde büyük tepkilere yol açıyordu. Çeşitli çıkar hesapları ile toplumun sağ kesimindeki politikacıların satın alınması ya da pasifize edilmesi yüzünden, sol aydın kadrolar içinden çıkan iyi yetişmiş uzman kadroların öncülüğünde bir yeni yön arayışı, 27 Mayıs askeri yönetim dönemi sonrasında gündeme geliyordu. Amerikan ve Rus yayılmacılığı ile İsrail Siyonizm'i karşısında bağımsızlığını yitirme noktasına gelen Türkiye Cumhuriyetinin, eskisi gibi tam bağımsız bir geleceğe doğru ilerlemesini sağlayabilme doğrultusunda, ülkenin önde gelen sol aydınları bir araya gelerek önce yeni devletçilik adını verdikleri bir bildiriyi birkaç yüz aydının ortak imzası ile kamuoyuna açıklıyorlar ve daha sonrasında da oluşturdukları yön hareketini aynı ismi taşıyan bir dergi ile Türk kamuoyuna taşıyorlardı. Beş yıla yakın bir süre çıkan bu dergi, İstanbul sermayesinin denetimi altındaki basının gözlerden kaçırdığı dünya ülkelerinin gerçeklerini dile getirerek, iki kutuplu dünya koşullarında ulus devletlerin nasıl bir antiemperyalist ve bağımsızlıkçı politika ile ayakta kalabileceğini her yönü ile inceleyerek ortaya koyuyordu. Yön hareketi, tam da Türkiye'nin Atatürk'ten gelen bağımsızlık yönünün elinden alınmaya çalışıldığı aşamada devreye girerek, Türkiye Cumhuriyeti devletinin yirmi birinci yüzyıla kadar yoluna devam edebilmesini sağlayan bilimsel birikimi siyasal alana aktarıyordu. Beş yıl süren Yön hareketi yayınladığı dergi ile gelecek kuşaklara önemli bir siyasal ve bilimsel birikimi aktarmış ve böylece Türkiye'nin Osmanlı devletinin son dönemlerinde olduğu gibi yarı sömürge durumuna düşürülmesini önlemiştir.
Yön hareketinin dergisi incelendiği zaman
Yön hareketinin dergisi incelendiği zaman, batı tipi liberal kapitalizm ile Sovyet tipi Marksist sosyalizm arasında, antiemperyalist bir bağımsızlıkçı çizginin oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Bir anlamda, Türkiye Cumhuriyetini var eden Kemalist bilgi birikimi Yön dergisi aracılığı ile yarım yüzyıl sonra yeniden ele alınarak değişen dünya koşulları çerçevesinde yenilenmeye çalışılmıştır. Bandung konferansı ile başlatılan üçüncü dünya hareketinin Amerikan ve Rus emperyalizmlerine karşı dünya ülkelerini bir araya getiren üçüncü yol arayışı içinde Türk kamuoyuna aktarılmasını, Yön hareketi başarıyla gerçekleştirmiştir. Ne var ki, Türkiye'nin bağımsızlıkçı yönünü koruyabilmesi amacıyla ortaya çıkan bu hareket, Amerikancı ve İsrailci kadroların ülkeye batıcı liberal yaklaşımları getirmesi, Atatürk ilkelerine dayanan Kemalist modeli ortadan kaldırmaya çalışmaları karşısında istenen başarılı çıkışları gerçekleştirememiş ve bir süre sonra dergi yayınına son verilmiştir. Yön hareketinin, azgelişmiş ülkeler için geliştirmeye çalıştığı üçüncü dünya sosyalizmi, Türkiye'nin Kemalist birikimi ile bir araya gelince önemli bir siyasal potansiyeli, batıcı yönlendirmeye karşı alternatif olarak öne çıkarıyordu. Atatürk'ün partisinin zaman içerisinde batıcı liberal kadrolara teslim olması yüzünden, Kemalizm devre dışı bırakılıyor ve Yön hareketinin canlandırdığı Kemalist düşünce ve projeler uygulama alanının dışına itiliyordu. Yön hareketinin demokratik ortamda ve siyasal yaşamda etkin olamaması yüzünden, Türkiye için yaşamsal öneme sahip olan bazı düşünce ve projelerin ara rejimler ve ordu destekli olarak devreye sokulması eğilimi ülkenin her on senede bir askeri rejimlere sürüklenmesi doğrultusunda ele alınarak ara rejim senaryoları içinde değerlendirilmeye çalışılıyordu. Türkiye için yaşamsal öneme sahip olan birçok plan ve programın, batıcı liberal kadrolar tarafından engellenmesi yüzünden ara rejim senaryoları ile devreye sokulmaya çalışılması, batı güvenlik sistemi içine girmiş olan Türk silahlı kuvvetlerinin kullanılmasını da gündeme getiriyordu. Demokratik ortamda Türk devletini güçlendirecek planlar engellendiği için, yurtsever çizgideki sol aydınlar tepeden inmeci girişimler ile dönüşümlerin gerçekleştirilmesi gibi girişimlere alet olarak, batı emperyalizmine tepki olarak geliştirdikleri karşı çıkışları ile de, askeri rejimlerin önünü açarak dolaylı yollardan gene batı emperyalizminin Türkiye'yi kıskaç içine alan siyasal plan ve projelerine alet olmaktan kurtulamıyorlardı. İyi niyetli girişimler siyaset sahnesinde engellenince, antidemokratik arayışlar alternatif olarak kendiliğinden devreye girerek ülkenin ara rejimlere sürüklenmesine yol açıyordu.
Kurucu önder Atatürk'ün Türk ulusuna emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti
Kurucu önder Atatürk'ün Türk ulusuna emanet ettiği Türkiye Cumhuriyetinin tam bağımsızlıkçı bir çizgide geleceğe dönük bir yön arayışında, toplumcu yön hareketinin başarısız kılınması üzerine, daha bağımlı politikalar batı merkezleri tarafından geliştirilerek Türkiye'deki mandacı kadrolar aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bu gibi girişimlerin sonucunda Türk devleti daha fazla batı emperyalizminin kontrolü altına girmiş ve İsrail Siyonizm'i tarafından fazlasıyla bölge ülkelerine karşı kullanılmıştır. Soğuk savaşın son döneminde iyice batı blokunun yönüne angaje edilen Türkiye, küreselleşme dönemine geçilmesiyle birlikte bir Atlantik sömürgesi konumuna düşürülmeye çalışılmıştır. Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail Projelerinin bölgesel merkezi konumuna getirilen Türkiye, bölge ülkelerine karşı geliştirilen çeşitli senaryolarda kullanılmıştır. Bu doğrultuda Atlantik kıyılarında yetiştirilen mandacı siyasal kadroların yönetime getirildiği bir süreç içinde, bölgeyi batılı planlara uygun dönüşüme zorlayan projelere doğru, Türk devleti yönlendirilmiştir. Britanya İmparatorluğunun sömürgelerine yönetici yetiştiren okullardan mezun olan bazı mandacı ve gayrimüslim kadrolar, Türkiye'nin ulusal çıkarlarına ters düşen birçok plan ve projenin taşeronu olarak kullanılmışlardır. Türkiye'nin önde gelen yazarlarından Atilla İlhan'ın eserlerinde ileri sürdüğü gibi, Türk toplumunun yüzde onu civarındaki bir kontenjan Türkiye'nin ulusal çıkarlarına karşı batılı emperyalistler ile işbirliği içinde olmuşlardır. Yarım yüzyılı aşkın bir süredir devam eden bu gibi olumsuz gelişmeler yüzünden, Türkiye tam bağımsız bir gelecek yönüne sahip olma durumundan zamanla uzaklaştırılmıştır.
Bugün gelinen yeni aşamada, çeyrek asırlık küreselleşme dönemi geride kalırken, dünya çok kutuplu yeni bir denge arayışı sürecine doğru sürüklenmektedir.
Bugün gelinen yeni aşamada, çeyrek asırlık küreselleşme dönemi geride kalırken, dünya çok kutuplu yeni bir denge arayışı sürecine doğru sürüklenmektedir. Hiç bir kutbun tek başına küresel bir hegemonya kuramadığı ve gelecekte de kuramayacağı yeni dönemde, emperyal devletler üstünlüklerini devam ettirebilmek için yeni senaryolara yönelerek, bütün dünya ülkeleri üzerindeki etki ve baskılarını sürdürme çabası içerisine girmişlerdir. Yeni dönemde kendi adamlarını, Türkiye gibi bağımlı ülkelerin başına getirerek diğer kutup merkezi emperyal devletlere karşı üstünlük sağlamak isteyen batılı emperyalistler geri adım atmama konusunda ısrarcı oldukları için, dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak çatışmaların önünü açmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti yeni cumhurbaşkanını seçerken, gelinen yeni aşamadaki uluslar arası konjonktürü iyi değerlendirerek hareket etmek zorundadır. Merkezi coğrafya için geliştirilen ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi ile Siyonizm in Büyük İsrail Projeleri geride kalırken, dünya devleti olma iddiasındaki Büyük Britanya İmparatorluğunun da, kendi kontrolü altında yeni bir İslam imparatorluğunu İslam Birliği senaryoları ile diğer dünya devletlerine karşı bir çizgide, Orta doğu bölgesinde bir dini yapılanma üzerinden gerçekleştirmeye çalışmasını da iyi değerlendirmek gerekmektedir. Türk ve İslam dünyasındaki tek aydınlanma devriminin gerçekleştirildiği Atatürk Türkiye'sinin emperyal projeler doğrultusunda laik ve çağdaş bir siyasal yapılanmadan koparak, yeniden Osmanlı dönemindeki gibi bir ortaçağ düzenine geri dönüşüne, Türk ulusu izin vermemelidir. Bu nedenle, Türkiye'nin yönünün belirlenmesi işi de sadece dinsel cemaatlara bırakılamayacak kadar önemli ve yaşamsal bir konudur. Türk halkı cumhurbaşkanını seçmek üzere seçim sandığına giderken, sadece bir devlet başkanını değil ama aynı zamanda kendi geleceğini de ve Türk devletinin yönünü de belirleyeceğini de iyi bilmek durumundadır. On bin yıllık Türk tarihi ile, merkezi coğrafyadaki bin yıllık Türk devlet geleneği, Türk ulusuna yirmi birinci yüzyılda tam bağımsız gelecek için yeterli bir destek sağlamaktadır. Türk vatandaşları oylarını kullanırken, dünyanın bugün geldiği durumu iyi görmek durumundadırlar. Her türlü psikolojik savaş ve algı yönlendirmelerine karşı çıkarak, Türk halkı ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda bir seçime yönelmek zorundadır. Türk ulusu cumhurbaşkanını seçerken, halifelik düzeninin okyanus ötesinden İslam coğrafyasına yeniden taşınmak istendiğini de görerek hareket etmek durumundadır. Geçmişten gelen siyasal birikimi, Türkiye cumhuriyetinin ve Türk ulusunun çıkarları doğrultusunda en iyi şekilde değerlendirecek ve her türlü emperyal baskıya direnerek zamanla güçlü bir önder olabilecek cumhurbaşkanının Türk ulusunca seçilmesi dünya barışına önemli katkı sağlayacaktır.Anıl ÇEÇEN yazdı RESİM:kemalistler:com

"KÜRDİSTAN, İSRAİL İÇİN KURULUYOR" - Hukukçu, Yazar: Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

KÜRDİSTAN, "İSRAİL İÇİN" KURULUYOR!..
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

Türkiye Cumhuriyeti her gün adım adım bir Kürdistan macerasına doğru sürüklenmektedir. Son dönemde birbiri ardı sıra gündeme gelen siyasal gelişmeler bir bütünsellik içerisinde ele alındığında Türkiye’nin hızlı bir biçimde Kürdistan’ın kuruluşuna doğru iteklendiği görülmektedir. Siyasal gelişmeler ile beraber ekonomik girişimler, askeri ve güvenlik gibi alanlarda yeni ortaya çıkan durumların tamamı Türkiye Cumhuriyeti’nin karşısına Kuzey Irak üzerinden Kürdistan devletinin oluşumunu dayatmaktadır. Süper güç olarak geçen yüzyıldan gelen Amerika Birleşik Devleti ordularının, on bin kilometre öteden gelerek Orta Doğu’nun merkezi ülkelerinden birisi olan Irak’ı işgal etmesi ve bu doğrultuda diğer komşu ülkeleri hedef alması ile başlayan yeni süreçte, bütün Orta Doğu bölgesinin haritasının yeniden çizilmek istenmektedir. Bu istek; geçmişten gelen harita doğrultusunda var olan devletlerin sınırlarının kabul edilmek istenmediği anlamını taşımaktadır. Irak macerası sonrasında başta İran olmak üzere bütün bölge devletlerinin hedef tahtasına oturtulması, ekonomik gelişmelerin bu doğrultuda yönlendirilmesi, terörün komşu devletler üzerinden bölgeye yayılmak istenmesi, yeni bir Orta Doğu yaratma doğrultusunda ciddi bir planın olduğunu açıkça ortaya koymaktadır.

Büyük İsrail adı verilen Siyonist plan doğrultusunda olaylar yönlendirilirken, bir bölge ülkesi olarak Türkiye Cumhuriyetinde iç politika bu emperyal plana kilitlenmiştir. Yirminci yüzyılın başlarında büyük bir hesaplaşmaya girişen büyük dünya devletleri merkezi alandaki Osmanlı devletinin topraklarını paylaşma yarışına girdikleri aşamada, Rusya’da gerçekleştirilen sosyalist devrim, olayların akışını değiştirmiş, yıkılan Osmanlı toprakları üzerinden Kafkasya ve Hazar bölgesine girme kavgası veren Avrupa ülkelerinin önüne koskoca bir Sovyetler Birliği çıkartılarak, Avrupa’nın büyük emperyal devletlerinin önü kesilmiştir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında İsrail devleti kurulamayınca, devreye İkinci Dünya Savaşının girdiğini ve bu iki büyük felaket sonrasında ikibin yıllık bir maceradan sonra Yahudi devletinin kurulabildiği görülmüştür. İsviçre’nin Basel kentinde toplanan ilk Siyonist kongrede alınan kararlar doğrultusunda elli yıl sonra Yahudi devleti kurulabilmiş, ne var ki soğuk savaşın sonrasına rastlayan yüzüncü yılda Büyük İsrail devleti kurulamamıştır. İki bin yılına girerken Büyük İsrail İmparatorluğunun merkezi coğrafya topraklarında kurulabilmesi için dünya olayları yönlendirilmeğe çalışılmış ama evdeki hesaplar çarşıya uymayınca Siyonist planlar yatmıştır.

İkibin yılına gelindiğinde ,ABD’deki Siyonist lobiler tarafından ayarlanan küresel emperyalizm saldırısı, 11 Eylül olayları ile canlandırılmış ve bu olayların intikamını almak ya da suçlularını cezalandırmak görünümü altında Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerine askeri saldırılar ve işgaller yönlendirilmiştir. İsrail için en büyük Arap tehlikesi olan Irak devletinin ülkesine atom bombası yalanları ile girilmesinden sonra, Büyük İsrail projesinin üçüncü adımı olarak Irak’ın kuzey bölgesinde bir kukla Kürt devleti ABD ve İsrail ordularının ve de şirketlerinin destekleriyle gündeme getirilmiştir. Siyonist kongre sonrasında ilk adım olarak dünyanın çeşitli ülkelerinde yaşayan Yahudiler Birinci Dünya Savaşı öncesinde İngiliz dominyonu olan Kıbrıs üzerinden Filistin’e taşınmışlar ama Büyük Britanya İmparatorluğunun karşı çıkması nedeniyle İsrail devleti kurulamamıştır. Balfor deklarasyonu ile Yahudilerin devlet kurma hakkını görünüşte tanıyan Britanya yönetimi, İmparatorluk çıkarları nedeniyle bu devlete izin vermeyince, Siyonist lobiler Amerika’ya taşınmışlar ve New York’u merkez tutarak buradan kapitalist sistem üzerinden bir ekonomik dünya hegemonyasını başlatmışlardır. Planın ikinci aşamasında resmen devletin ilanı olduğu için, bu doğrultuda ABD’yi arkalarına almışlar ve ikinci dünya savaşı galibiyetinin kazandırdığı güç ile hem Amerikan ordusunu Orta Doğu’ya taşımışlar hem de ABD’nin merkezi coğrafyaya gelişinden yararlanarak ikinci dünya savaşının sona ermesinin hemen sonrasında İsrail devletini ilan etmişlerdir. Yeterli Yahudi nüfus Filistin’e taşınamadığı için ABD öncülüğünde Birleşmiş Milletler örgütü kurdurulmuş ve bu uluslararası kuruluşun ilk resmi kararı ile bir Yahudi devleti olarak İsrail dünyaya ilan edilmiştir.

Büyük İsrail projesinin ilk adımı Birinci Dünya Savaşı öncesinde, ikinci adımı da İkinci Dünya Savaşı sonrasında gerçekleştirilince, sıra üçüncü adıma gelmiştir. Bu da daha önceden kurulmuş olan küçük Yahudi devletinin merkezi coğrafyayı bütünüyle kontrolü altına alan bir Büyük İsrail İmparatorluğuna dönüştürülmesi meselesidir. Orta Doğu tarihi incelendiği zaman yirminci yüzyılda kurulmuş olan Yahudi devletinin üçüncü İsrail olduğu anlaşılmaktadır. Daha önceki Yahudi devletlerinin tarihleri incelendiğinde bunların savaşlar ve işgaller sonucunda yıkıldığı görülmektedir. Milattan yaklaşık bin yıl önce kurulmuş olan ilk İsrail devleti bir Mezopotamya krallığı olan Babil devleti tarafından yıkılmış ve Yahudiler Babil’e sürgün olarak gönderilmişlerdir. Daha sonraları o dönemdeki İran devletinin Babil krallığını yıkması üzerine geri dönen Yahudiler Filistin’e dönerek ikinci İsrail devletini oluşturmuşlardır, ama bir süre sonra Akdeniz üzerinden merkezi coğrafyaya gelen Roma İmparatorluğunun İsrail devletini yıkması üzerine Yahudiler kaçarak dünyanın çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Milat yılları sırasında gerçekleşen bu büyük göç ikibin yıl sonra yeniden Tevrat’ta Yahudilere vaat edilmiş olan kutsal topraklara Yahudilerin geri dönüşü ile sona ermiştir. Yirminci yüzyılın soğuk savaş ortamında ortaya çıkmış olan İsrail devleti kurulduğu günden bu yana tam altmış yıldır sürekli olarak komşuları ve bölge devletleri ile savaş içerisinde olmuş ve Orta Doğu bölgesi üzerinden dünya barışını sürekli olarak tehdit etmiştir. Küçük İsrail devletinin dış desteler ile gelinerek kurdukları küçük devlet çatısı altında barınabilmeleri son derece güç olmuş, komşularının saldırılarına karşı kendisini korumağa çalışırken karşı ataklarla harekete geçen Yahudi devletinin bütün bölge ülkelerine sırasıyla saldırılara geçtiği görülmüştür. İsrail’in sürekli saldırıları Yahudi devletinin güvenliği için batılı ülkeler tarafından sürekli olarak hoşgörü ile karşılanmış ama bölge ülkeleri açısından da tahammül edilemeyecek bir bölgesel kaos ortamı yaratmıştır.

Büyük İsrail projesinin üçüncü adımı Mezopotamya bölgesine egemen olmak olduğu için, bu doğrultuda adımlar atılmış ve Irak’taki Kürt Yahudileri üzerinden Mezopotamya’ya egemen olma planları gizlice yürürlüğe sokulmuştur. Ne var ki, Saddam Hüseyin rejiminin giderek Arap milliyetçiliğine yönelen katı ve sert yönetimi İsrail’i tehdit ettiği için, İsrail bu bölgeyi kontrol edebilmek üzere çeşitli senaryolar ve manevralar düzenleyerek Amerikan ordusunun Irak’a saldırısını ve işgalini yönlendirmiştir. Baas rejimlerinin batılı merkezlerden yönlendirilmesi Mezopotamya’nın hegemonya altına alınabilmesi açısından yeterli olamayınca, bunun üzerine Irak’ın işgali ve Saddam rejiminin yıkılması kaçınılmazlaşmıştır. ABD sayesinde bu birinci derecedeki Arap tehdidinden kurtulan İsrail hemen Irak’ın kuzeyinde bir işbirlikçi kukla devleti Yahudi asıllı Kürtler aracılığı ile kurmuştur. Devletin bütün kuruluş masrafları gene Siyonist lobiler tarafından karşılandığı gibi, daha önceleri İsrail’e göç etmiş olan Irak Yahudileri de bu ülkeye geri gönderilerek Mezopotamya ülkesinde güçlü bir Yahudi lobisinin oluşturulmasına çalışılmıştır. Özellikle Kum kentinden gelen Barzani aşiretinin İran Yahudilerinin önde gelen bir gücü olarak, bu kukla devletin yönetimine getirilmeleri de, daha önceki Mehabad Cumhuriyeti deyiminin yeni oluşturulmakta olan Erbil Cumhuriyetine emsal olabilmesi için gene Siyonist lobiler tarafından ayarlandığı görülmüştür. İsrail hem ABD’yi hem de kenti kontrolü altındaki uluslar arası Siyonist lobileri birlikte kullanarak Arapların tam ortasına bir işbirlikçi Kürt devletini dayatabilmiştir çünkü tarihte ortaya çıkan ilk İsrail devletinin Mezopotamya gücü olarak Babil krallığı tarafından yıkılmasından fazlasıyla derslerini almışlardır.

Akdeniz’in kıyısında yeni bir Roma İmparatorluğunu Kudüs merkezli kurmağa yönelen Siyonist İsrail devleti bir daha arkadan gelen bir Mezopotamya gücü tarafından yıkılmamak üzere bu kritik bölgede kendi denetimi altında bir kukla devleti bölgedeki Yahudiler üzerinden kurmağa yönelmiştir. Amerikan ordusunun bölgeye gelmesinden de yararlanılarak Irak devleti üçe bölünmeğe çalışılmış,Arap nüfus çoğunluğu Şii ve Sünni olarak ikiye bölünürken, Kürtler ayrı tutulmuş, bu ülkede Kürt nüfusu kadar var olan Türkmen toplulukları da görmezden gelinerek Şii nüfus içerisinde sayılmışlardır. Büyük İsrail projesinin üçüncü adımı böylece atılarak Mezopotamya bölgesinin İsrail’in denetimi altına girmesini sağlayacak bir Kürt devleti oluşumu Yahudi asıllı Kürt aşireti Barzaniler aracılığı ile oluşturulmuştur. Ne var ki, Birinci Dünya Savaşı sonrasında İngilizler ile Fransızlar Osmanlı sonrası dönem için bölgenin haritasını çizerlerken Kürtleri dörde ayırdıkları için, Kuzey Irak’taki Kürt oluşumu üçüncü adımın bir başlangıcı olarak kabul edilerek, İran, Suriye ve Türkiye’deki Kürt bölgeleri ile bu kukla devletin bütünleştirilmesiyle, bir Büyük Kürdistan projesi yaşama geçirilmeğe çalışılmıştır. Kuzey Irak merkezli başlatılan ayrılıkçı etnik Kürt terörü Irak gibi Türkiye, İran ve Suriye’yi tehdit etmiş, bu ülkelerdeki Kürt bölgelerinin de katılımıyla Büyük Kürdistan’ın kurulması amaçlanmıştır. Beş milyonluk küçük İsrail’in beşyüz milyonluk bir büyük Arap ve Müslüman dünya ile savaşamayacağı bilindiği için, Araplara, İran’a, Türkiye’ye ve tüm İslam dünyasına karşı İsrail için savaşacak bir milyon kişilik bir Kürt ordusunun oluşturulmasını sağlayacak, Büyük Kürdistan projesi İsrail merkezli olarak gündeme getirilerek gene Siyonist lobilerin destekleriyle gerçekleştirilmeğe çalışılmıştır. Küçük İsrail’in güvenliği ve Büyük İsrail’in kurulabilmesi için bölgede dört ülkeye bölünmüş bütün Kürt asıllı insanların bir araya getirileceği bir yirmi milyonluk nüfusa sahip olacak Büyük Kürdistan Siyonist projenin üçüncü adımı olarak öne çıkarılmıştır.

Büyük İsrail projesi, Türkiye Cumhuriyeti’ni de ortadan kaldırılmasını hedeflediği için, İran ve Azerbaycan Türkleri ile Anadolu Türkleri arasına Büyük İsrail, Büyük Kürdistan ve Büyük Ermenistan’ı koyarak Türkleri parçalamak, emperyal müdahalelere karşı işbirliği yapmalarını önlemek gibi bir yol izlenmiştir. Bu doğrultuda Kürtler ile yakın işbirliğine giren Yahudiler, aynı zamanda eskiden uzun asırlar boyunca kavga ettikleri Ermeniler ile de yeni bir dayanışmaya girerek, bölgedeki Türk egemenliğini ortadan kaldırmağa çalışmışlardır. Batı ülkelerindeki Yahudi lobileri soğuk savaş yıllarında Ermeni tasarılarına karşı çıkarken, yeni dönemde Ermenilerin tasarılarını Siyonist lobilerin batılı parlamentolara getirdikleri ve Türkiye aleyhinde bu tasarıları yasalaştırdıkları son yıllarda fazlasıyla görülmüştür. Ayrıca küresel sermaye aracılığı ile denetim altına aldıkları medya ve basın organları aracılığı ile Türkiye, İran ve Suriye gibi bölge ülkelerinin aleyhinde yayınları tırmandırarak, kendi planlarına paralel bir çizgide hem Ermenileri hem de Kürtleri dünya kamuoyunda öne çıkarmışlardır. Terörist Kürtler ile bölücü aşiretler sanki bir ulusun parçasıymışlar gibi dünya kamuoyuna lanse edilmişler, Kürt devletinin kurulması doğrultusunda batı ülkelerinin geniş desteği medya organları aracılığı ile kamuoyu üzerinden kuzey Irak’taki kukla devlete sağlanmağa çalışılmıştır. Büyük İsrail’in bir parçası olacak Büyük Kürdistan’ın kurulabilmesi için, batı dünyası üzerinden kutsal topraklar üzerinde kurulu bulunan Türkiye, Suriye ve İran gibi büyük devletler açıkça hedef alınmıştır.

Tarihte ikinci kez kurulan İsrail devletinin, Avrupa üzerinden Akdeniz kanalı ile merkezi coğrafyaya gelen Roma İmparatorluğu tarafından yok edilmesi gerçeği dikkate alındığında İsrail’in bu doğrultuda batıdan gelebilecek benzeri saldırıları karşılayabilmek için karşı kıyısında bulunan Kıbrıs adası üzerinde de ciddi bir hegemonya kurma çalışmaları içerisinde olduğu görülmektedir. Kıbrıs’ta Yunan ya da Türk egemenliğine karşı çıkan, bu adayı gelecekte kendi hegemonyası altına alabilmek doğrultusunda İngiliz ve Amerikan güçlerinden yararlanmağa çalışan İsrail devletinin benzeri doğrultuda Türkiye’yi de gene kendi çıkarlarına alet etmeğe çalıştığı gözlemlenmektedir. Kıbrıs’taki Türk varlığını kendi planları doğrultusunda yönlendirmeğe çalışan İsrail devleti Avrupa Birliği üzerinden adaya ve Doğu Akdeniz’e egemen olmağa çalışan yeni Roma İmparatorluğu girişimini ABD ve NATO üzerinden dolaylı olarak desteklediği Türk ordusu sayesinde geri püskürttüğü görülmektedir. Avrupa Birliği bir Hıristiyan yapılanması olarak Akdeniz’de yeni bir Yahudi hegemonyası istemediği için Kıbrıs’a önem vermekte ve bu adanın Yunanistan, Rusya ve Türkiye’nin hegemonyasına girmesini önlemek üzere çeşitli senaryoları batılı ülkeler üzerinden devreye sokmaktadır. Rusya’nın ada üzerinde baskılarının artmağa başladığı bir aşamada İsrail bölgede yeni ortaya çıkan petrol ve doğal gaz kaynaklarına el koyma doğrultusunda Güney Kıbrıs Rum kesimi ile beraber Türkiye’ye karşı bir antlaşma imzalayacak derecede ileri gidebilmiştir. Böylece Kürdistan ile arkasını güvence altına alan İsrail devleti Kıbrıs üzerinde kurmağa başladığı yeni hegemonya düzeni ile de batılı ülkelere ve Avrupa emperyalizmine karşı Doğu Akdeniz bölgesindeki güvenliğini sağlama almaktadır.

Çeyrek yüzyıl önce Amerika’da yayınlanan bir Siyonist dergi olan Kivinum isimli yayında Oded Yinon Büyük İsrail projesinin detaylarını açıkça ortaya koymuştur. Buna göre, bölgenin en küçük devleti olan İsrail’in tüm merkezi alana egemen olabilmesi için bütün komşu ülkelerin parçalanması gerekmektedir. Siyonist plan Yahudilere Siyon tepesinin kenarında bir dünya imparatorluğunu kazandırırken, terör ve savaş yollarıyla tüm eski Osmanlı ülkelerinin parçalanmaları gündeme getirilmektedir. Irak ABD ordusu sayesinde üçe bölünürken, Suriye, İran ve Türkiye’de sahip oldukları Kürt bölgeleri üzerinden hem bölünmek, hem de dağıtılarak eyaletler halinde Kudüs gibi kutsal bir kentin başkent olacağı büyük bölge devletine bağlanmak istenmektedir. Elli eyaletten oluşan Amerika Birleşik Devletleri gibi bir büyük federasyon, İsrail’in merkez olacağı ve Kudüs’ün başkent olarak öne çıkacağı yeni bir bölgesel yapılanma üzerinden otuz ya da kırk eyaletten oluşacak bir Orta Doğu Birleşik Devletleri adı altında oluşturulmak istenmektedir. Avrupa Birliğinin bir Hıristiyan yapılanması olarak Avrupa Birleşik Devletlerine doğru yöneldiği bir aşamada bu oluşumun merkeze gelmesini önlemek üzere, Büyük İsrail anlamında bir Orta Doğu Birleşik Devletleri ile Osmanlı İmparatorluğunun yıkılmasından meydana gelen otorite boşluğu alanı Siyonist lobiler ve İsrail tarafından doldurulmak istenmektedir. İsrail’e bu olanağı sağlayacak tek yol da, Büyük Kürdistan’ın öncelikli olarak kurulmasıdır. Kuzey Irak’taki kukla devleti güçlendirecek doğrultuda Türkiye’nin Güneydoğusunun da Kürdistan olarak ilan edilmesi sayesinde Türkiye ile beraber Suriye ve İran’ın da parçalanmalarının önü açılacak ve bu sürecin sonucunda ortaya çıkacak dört parçalı Kürdistan, Büyük İsrail doğrultusunda oluşarak Orta Doğu Birleşik Devletlerinin önünü açacaktır. “Vur gerilla vur, Kürdistan’ı kur “ aslında Büyük İsrail’in kurulmasının en geçerli yolu olarak öne sürülmektedir. Bu doğrultuda, ayrılıkçı Kürt etnik terörünün arkasında ciddi bir Amerikan, İngiliz ve İsrail desteğinin olduğu görülmekte, diğer batılı devletler de bölgeyi dağıtacak bu girişime karşı çıkmayarak dolaylı yollardan destek vermektedirler.

Irak’ta askeri işgal ve savaş yolu ile kurulan Kürdistan’ın Türkiye’de demokrasi yolundan kurulmağa çalışıldığı görülmektedir. Irak’ta batı tipi demokrasi olmadığı için insan hakları ve demokratik yöntemler geçerli olamamış ve kukla devletin kuruluşunda terör ile başlayan bir süreç içerisinde hem askeri işgal hem de haksız savaş siyasal yöntem olarak kullanılmıştır. Geleceğin Sümer Devleti kuzey Mezopotamya’da kurulurken, dünyanın en büyük hava alanı ile gene dünyanın en sağlam binaları kalıcı olmak üzere, bu bölgede Amerikalılar tarafından yapılmıştır. ABD Irak’a çıkmak üzere gelmiş ve burada yerleşmiştir. İsrail’in koruması artık Kuzey Irak üzerinden yapılırken, bölgenin Kürt nüfusu da gene İsrail ve ABD güçlerinin korunmasında yan güç olarak kullanılmaktadır. PKK terör örgütü ve onun yavrusu olan Pejak örgütü bölge devletlerinin parçalanmaları doğrultusunda terörist ataklarını sürdürürken, onların istikrarsızlığa kavuşturduğu Kürt bölgelerinin yeni bir süreç içerisinde bağlı oldukları devletlerin merkezlerinden koparak Erbil Cumhuriyetini merkez alan bir büyük Kürdistan’a doğru yönlendirildikleri anlaşılmaktadır. Yahudilerin dünya tarih sahnesine çıktıkları Mezopotamya’ya geri döndükleri ve kendi kontrolleri altındaki Amerikan askeri güçleri sayesinde de Kuzey Irak üzerinden bölge ülkelerini dağıtacak girişimlerini gene işbirlikçi Kürt kesimleri üzerinden tezgâhladıkları görülmektedir. Yeni dönemde İran’a yönelik bir saldırı hazırlığı içerisine giren İsrail’in hem Amerikan askeri varlığından, hem de Kürtlerin nüfus varlığından yararlanarak İran gibi bir büyük devleti Orta Doğu’dan geri püskürtmeğe çalıştığı anlaşılmaktadır. İran’ın bölgedeki Şii hegemonyasını durduran Sünni güç olan Saddam rejiminin çökertilmesiyle, bölgede bir otorite boşluğu meydana gelmiş, İsrail’in küçüklüğü nedeniyle bu boşluk doldurulamayınca Kuzey Irak üzerinden kurulmuş olan Kürdistan’ın büyütülmesi projesi gündeme getirilmiştir. Şii İran’ın hegemonyasının önlenebilmesi için güçlü bir Sünni Kürdistan İsrail tarafından oluşturulmağa çalışılmaktadır.

Şimdi sıranın Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde yaşamakta olan Kürt asıllı nüfusun yaşadığı bölgenin bir anlamda Türkiye Kürdistan’ına dönüştürülmesine gelmiştir. Çeyrek asırdır devam eden ayrılıkçı Kürt etnik terörü, bölge insanını Türklükten uzaklaştırarak zorla Kürtleştirmeğe çalışmış, bu bölgenin Türkleri terör ile korkutularak Kürtleştirilirken aynı zamanda dış müdahaleler ile de insan hakları ve demokratik süreç adına Kürdistan federasyonunun Türkiye eyaletinin oluşturulmasına doğru gelişmeler dıştan güdümlü bir biçimde yönlendirilmeğe çalışılmıştır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin Lozan Barış konferansında uluslar arası bir antlaşma ile kabul edilen Misakı Milli sınırlarına göz dikilmiş ve üniter devletin bir bölgesi, ulus devletin sınırları ötesine çıkartılmağa çalışılmıştır. Türk halkının yirminci yüzyılın başlarında büyük bir özveri ile vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşı kazanımları elinden alınmağa çalışılmıştır. Bu süreç Sovyetler Birliğinin dağılmasıyla gündeme gelmiş ve Avrupa Birliği üzerinden Türkiye’ye demokrasi görünümü altında benimsetilmeğe çalışılmıştır. Türk halkını açıkça aptal yerine koyan böylesine bir emperyal manevraya Türkiye Cumhuriyetinin kolay kolay “evet” demeyeceği iyi bilindiği için Avrupa Birliği süreci Türkiye’nin güneydoğusunun kopartılmasında kullanılmıştır. Wikiliks belgeleri bu durumun açık bir kanıtı olarak b sında yer almıştır. İsrail ve ABD, Avrupalıları kullanarak Türkiye’den ikinci bir Kürdistan çıkarmağa çalışmışlar ve gerçeklerin Türklere söylenmesini önlemeğe çalışmışlardır. Türk devletinin en büyük müttefiklerinin Türkiye’yi yok edecek manevralar doğrultusunda açıkca yalan beyanda bulunmaları ve gizli planlarına Türkiye’yi alet etmeleri kesinlikle, Türk ulusu tarafından kabul edilemeyecek bir olumsuz durum yaratmıştır. Bu aşamadan sonra Türkiye resmen İsrail’e “Bir dakika “diyebilmiştir. İsrail’in de bu duruma tepkisi Mavi Marmara gemisindeki on Türk vatandaşını katletmesi olmuştur. Bu aşamadan sonra artık Türkiye Cumhuriyetinin Orta Doğu bölgesinde İsrail ile açıkça karşı karşıya geldiği görülmektedir.

Bütün gizli planları açığa çıkan İsrail Siyonizm’inin Kuzey Irak‘ta ve Türkiye’nin güneydoğusunda Kürt ayrılıkçılarına destekçi olarak çıkmasıyla, yeni bir dönem başlamış ve Türk-İsrail ittifakı sona ermiştir. İsrail’de bunun üzerine hem Türkiye üzerinde yeni oyunlar tezgahlamaya başlamış hem de batı ülkeleri üzerinden Türkiye’yi İran savaşı öncesinde ciddi bir ekonomik krize sürükleyerek kaos ortamına sürükleme girişiminde bulunmuştur. Orta doğu’da oynanan emperyal oyunların açığa çıkması üzerine bütün İslam ülkeleriyle beraber Asya devletleri de Türkiye’nin arkasında yer almışlar ve batıdan Türkiye’ye empoze edilen ekonomik krize karşı sıcak para akışını artırarak Türkiye’nin direnme gücünü artırarak desteklemişlerdir. İsrail planlarının açıkça Türkiye’ye düşman bir çizgide ortaya çıkmış olması, Misakı Milli sınırlarını tehdit edecek derecede bir bölücü Kürt oluşumunu desteklemesi, Türkiye’yi İran ile karşı karşıya getirerek bir üçüncü dünya savaşı senaryosuna alet etmeğe çalışması üzerine,Türkiye’deki Kürt hareketleri daha da hızlanarak güneydoğu bölgesinde bölücü ve yeni bir ulus devlet kurucu doğrultuda bölge toplantılarını ve siyasal girişimleri gündeme getirmiştir. Şimdi artık, Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan Kürt toplulukları,yerel yönetimler görünümünde eyaletler ve bölge yönetimleri istemekteler, Başkent Ankara’dan koparak kendi devletlerini oluşturma doğrultusunda özerklik talep etmektedirler. Ayrıca bu yeni devlet oluşumu doğrultusunda alt dillerini öne çıkararak iki dilli bir yapılanma üzerinden kendi alt dillerini resmi dil olarak kabul ettirmek için çaba harcamaktadırlar. Demokratik Toplum Kongresi adı altında resmen ayrı bir millet olarak hareket eden Kürt asıllı topluluklar, bu doğrultuda kendi öz savunma güçlerini oluşturarak, Türk devletinin koruyucu şemsiyesi altından da uzaklaşmak istemektedirler. Bir anlamda İsrail’in kendi güvenliği için oluşturulması düşünülen bir milyon kişilik Kürt ordusunun başlangıcı olacak bu öz savunma gücünün Türkiye ile beraber bütün bölge ülkeleri için yeni bir terör tehdidi oluşturacağı açıktır. Terör örgütünün gücünün yetmediği aşamada öz savunma gücü adı altında resmen bir yeni ordu kurulmaktadır. Bütün bu yeni adımlar ve talepler birleştirildiği zaman Siyonist İsrail’in bölgedeki komşularına karşı en büyük müttefiki olacak bir Kürdistan devletinin İsrail’in çıkarları doğrultusunda kurulmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır.

2002 yılında yayınlanmış olan “İsrail’in Kürt kartı“ isimli kitap incelendiğinde dünya Siyonizm’inin merkezi olan İsrail’in merkezi bölgeye egemen olabilmek için elindeki en büyük kozun Kürdistan devletinin kurulması olduğu ortaya çıkmaktadır. Tarihsel, teolojik ve jeopolitik nedenler açısından konu ele alındığında her açıdan ciddi bir Kürt ve Yahudi ittifakının Kürdistan devletinin oluşumunun perde arkasında yer aldığı görülmektedir. ABD ve İsrail’in gücünün yetmediği durumlarda Avrupa ya da başka ülkelerdeki Siyonist lobiler hemen devreye girerek Büyük İsrail Projesinin gerçekleşmesi için çalışmaktalar ve Büyük Kürdistan devletinin oluşumunu bu doğrultuda hızlandırmaktadırlar. Son zamanlarda siyasal trafiğin hızlanması ve özerklik talepleriyle beraber,öz savunma gücü,iki dilli düzen,bölge yönetimi,kent meclisleri gibi konuların öne çıkması da Kürdistan devletinin bir an önce kurulması için çaba sarf edildiğini ve bu doğrultuda İsrail’in acele ettiğini ortaya çıkarmaktadır. Şimdiye kadar gelişen olayların gösterdiği gibi İsrail’in yaşaması için büyümesi gerekmektedir. Büyük İsrail için de Kürdistan devleti vazgeçilmez üçüncü adımdır. Kürdistan devleti kurulamazsa, Filistin sorunu nedeniyle bir araya gelecek Arap devletlerinin İsrail’i haritadan silmeleri gibi bir durum ortaya çıkabilecektir. Kürdistan kurulmazsa İsrail üçüncü kez yıkılabilmektir. Bu nedenle, Siyonizm bölge devletlerine karşı İsrail’in güvenliği doğrultusunda Kürdistan oluşumunu dayatmaktadır. Yirminci yüzyılın başlarında İngiltere ve Fransa tarafından Orta Doğu haritası çizilirken, bir Kürdistan devletinin kurulmamasının nedeni olarak, Kürt kartının gelecekte Büyük İsrail’in kurulması doğrultusunda kullanılmak istendiğini açıkça göstermektedir, Ayrıca Türkiye’nin güneydoğusunda yaşayan ailelerin on civarında çocuk yapması da, İsrail ve Siyonist lobilerin maddi yardımlarıyla, ayrıca Dünya bankası ve Avrupa Birliği fonlarıyla banka hesapları üzerinden desteklenmekte ve bölgedeki Türk ve Arap nüfus çoğunluğuna karşı Yahudiler, Kürt nüfusunu artırarak kendi çıkarları doğrultusunda yeni dengeler kurmağa çalışırken, gelecekte savaşlar da bölge ülkelerine karşı kullanabilecekleri bir milyonluk Kürt ordusunun temellerini atmaktadırlar. Türk ordusunu emperyal hedefleri doğrultusunda kullanamayacağını anlayan ABD ve İsrail’in Kürdistan devleti aracılığı ile bir milyonluk Kürt ordusunu gerçekleştirmeğe çalıştığı artık iyice anlaşılmıştır. Türk devleti önümüzdeki günlerde bütün bu gerçekleri bilerek ve değerlendirerek adımlarını atmalı ve savaş ve terör tehditlerine karşı bölge güvenliğini sağlayabilmek üzere komşularıyla kalıcı bir bölgesel güvenlik paktını acilen ve öncelikli olarak oluşturmalıdır. Artık iyice belli olmuştur ki, Kürdistan kurulmazsa İsrail yıkılır. Bunu önlemek isteyen İsrail’in de önümüzdeki dönemde Büyük Kürdistan devletini kurdurarak bütün bölge devletlerini tehdit edeceği ve çeşitli senaryolar aracılığı ile baskı altına almağa çalışacağı açıktır. O zaman bölge devletleri de kendilerini korumak üzere kesinlikle daha sıkı bir işbirliğine girmelerinde bölge ve dünya barışı açısından büyük yararlar vardır.
kaynak:http://www.altayli.net/articles.php?article_id=923

28 Mayıs 2018 Pazartesi

YENİ CUMHURİYET PROGRAMI Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

YENİ CUMHURİYET PROGRAMI 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN 
GİRİŞ:
Yirminci yüzyılın başlarında imparatorluklar dağılırken, ortaya çıkan ulus devletlerden birisi olan Türkiye Cumhuriyeti aradan bir asır geçtikten sonra, yirmi birinci yüzyılda yoluna devam ederek kurucu önderin bir hedef olarak ortaya koyduğu ,sonsuza kadar var olabilme yolunda kendini yenilemek noktasına gelmiştir. Geçen yüzyılda , imparatorluklardan ulus devletlere geçildiği gibi , bu yüzyılda da ulus devletlerden sermayenin egemenliğinde küresel bir imparatorluğa şehirler ve eyaletler üzerinden gidilmek istenmektedir . Bütün diğer ulus devletlerde olduğu gibi , tekelci büyük şirketlerin öncülüğünde sermayenin küresel imparatorluğuna geçilmeye çalışılırken , Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti de çökertilerek dağıtılmaya çalışılmakta ve bu doğrultuda Balkanizasyonun Orta Doğuya getirilmesiyle hem bölgesel hem de küresel doğrultularda yeniden yapılanmaya doğru zorlanmaktadır .

Soğuk savaş sonrasında içine girilmiş olan küreselleşme döneminde tam çeyrek yüzyıl geride bırakılmıştır . Bu aşamada ,bazı federasyonlar dağılmış ve zayıf ulus devletler çökme noktasına doğru istemeden sürüklenmişlerdir .Bu aşamada zayıf ulus devletler dağılma çizgisine doğru sürüklenirken , bazı güçlü ulus devletler de toparlanarak ve ortaya çıkan tarihsel fırsatları değerlendirerek ,yeniden yapılanma yoluna gitmişler ve bu doğrultuda güçlenerek hem kendilerini korumuşlar hem de yeni dönemde kendi bölgelerinde daha etkin bir konuma gelebilmenin yollarını aramışlardır . Son yıllardaki gelişmeler sonucunda Çin,Rusya,Brezilya ve Hindistan gibi güçlü bazı ulus devletlerin kendi bölgelerinde millet imparatorlukları kurmaya yöneldikleri anlaşılmaktadır .

Türkiye Cumhuriyeti Osmanlı imparatorluğunun dağılması üzerine eski devletin merkezi topraklarında ilan edilen Misakı Milli sınırları içerisinde eski Osmanlı ahalisinin bir araya gelerek , batı emperyalizmine karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşı sonucunda kurulmuştur . Cumhuriyet dönemi anayasaları topluca ele alındığında , devletin kurucu iradesinin ortaya Türkiye’ye özgü bir devlet modeli koyduğu görülmektedir . Emperyalist orduların saldırı ve işgal girişimlerine karşı cumhuriyet devletinin çatısı altında bir araya gelerek ulusal kurtuluş savaşı veren Osmanlı ahalisi , savaşarak uluslaşmış ve savaş sonrasında kendi ulus devletini kurma hakkını elde ederek , dünya haritası üzerinde bir yeni ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti siyasal yapılanmasını oluşturmuştur . Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti , Türk ulusunu temsil eden kurucu önderliğin Türk ulusunun egemenliğini sağlama doğrultusunda kurulmuş bir kendine özgü devlet yapılanmasıdır . Türk anayasaları incelendiği zaman , Türkiye Cumhuriyetinin , demokratik ,laik ve sosyal bir hukuk devleti olduğu bugünkü anayasanın giriş bölümünde belirtilmektedir . Ayrıca , kuruluştan gelen bir doğrultuda Türk devleti ,aynı zamanda Atatürk milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde milli, üniter ve merkezi bir yapılanmaya da sahiptir . Başkent Ankara’da örgütlenen Türkiye Cumhuriyeti ,ulusal sınırlar içerisinde kalan bütün vatan topraklarına eşit düzeyde sahip çıkarak kollarını ülkenin her köşesine ulaştırmaya çalışan ve her yerleşim merkezinde yaşamını sürdürmeye çabalayan Türk halkının , her türlü gereksinmesini kamu hizmeti anlayışı doğrultusunda karşılamayı ulusal görev olarak bilen bir vatansever anlayışın ürünüdür . Türk halkının Düveli- Muazzama adı verilen batının büyük emperyal güçlerine karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşını zafere ulaştırması sayesinde , tam bağımsızlık düzeni içerisinde Türk ulusu diğer uluslara benzer bir biçimde kazanılmış haklara sahip olmuştur . Ulusal kurtuluş savaşının kazanılması sayesinde , bu durumun doğal sonucu olarak Türk halkı ve devletinin kazanılmış haklarına herkesin saygı göstermesi gerekmektedir . Bu nedenle , Türkiye’nin önceliği ilk olarak kazanılmış hakların bütünüyle korunmasıdır .

GENEL DURUM :
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşundan bu yana , yıllar geçtikçe ulusal kurtuluş savaşının getirdiği heyecan yitirilmiş ve zaman içerisinde coşku yok olmuştur . Zamanla umutlar boşa çıkmış ve tutunulan dallar kırılmıştır . Batı dünyasına yaklaşıldıkça çılgınca tüketme rüzgarı estirilmiş üreterek kazanma hevesi söndürülmüştür . Toplumun geleneksel dengeleri bozulmuş ve insancıl değerler yıkılmıştır . İçinde bulunulan coğrafyanın getirdiği ikilemler aşılamamış ve giderek kutuplaşmalar daha üst düzeylere tırmanarak kesinleşmiştir . Cumhuriyetin ilk yıllarından gelen kamu yararı anlayışı bir yana bırakılmış ,kamuya hizmet anlayışı terk edilmiş ve özel çıkarlar doğrultusunda kamu yönetimi yozlaştırılmıştır . Batı emperyalizminin çıkarları doğrultusunda dışarıdan bağımlı bir ekonomik yapı dayatılmış ve Osmanlının son döneminde olduğu gibi ülkenin yeniden yarı sömürge durumuna düşürülmesi doğrultusunda içeride bir düşünce terörü estirilmiştir . Batı hegemonyası geliştikçe , giderek sömürgeleşen ülkede niteliksizlik her alana yayılmıştır . Dış baskılar sonucunda zayıflayan devlet bünyesinde demokrasi cumhuriyeti kemirmeye başlamış ve bu durumdan cumhuriyet rejimi fazlasıyla yara almıştır . Soğuk savaş döneminde ve sonraki küreselleşme aşamasında , Türkiye dünyadaki yeri ve kimliği konularında şaşkına çevrilmiştir . Atatürk’ten Türk ulusuna yadigar kalan çağdaş cumhuriyet rejimi bu aşamada tasfiye edilme aşamasına getirilmiştir .

Her yönü ile bir çürüyüşe ve çöküşe mahkum edilmek istenen Türk devletinin yeniden toparlanıp uluslar arası alanda eskisi gibi güçlü bir var olma pozisyonu yakalanabilmesi için , Türk ulusunun ve devletinin bir diriliş çıkışı zorunlu olmuştur . Akla ,bilime ve Türk halkının ulusal çıkarlarına uygun olacak bir yeni çıkış için , cumhuriyetin yenilenmesi ve bu doğrultuda ortaya bir yeni cumhuriyet programının konulması gereklilik kazanmıştır . Dünyanın tam ortasında devrimci bir atılım ile kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetinin eskisi gibi yeniden dirilebilmesi için, yarım kalan cumhuriyet devriminin cumhuriyetçi bir program ile tamamlanması gerekmektedir . Bütün dünya devletleri gibi dışarıdan bir küresel saldırı ile karşı karşıya kalan Türk devletinin ,içinde bulunulan dönemi doğru değerlendirerek tam bağımsızlığı her yönden koruyacak bir ulusal çıkışa gereksinme bulunmaktadır . Yirminci yüzyılın ulus devletler çağını iyi değerlendiren Türk ulusunun , yeni yüzyılda da eskisi gibi yoluna devam edebilmesi için bir cumhuriyetçi atılım zorunlu görünmektedir . T.C. anayasasının başlangıcında belirtilen cumhuriyetin temel ilkeleri doğrultusunda yeni bir cumhuriyetçi programın uygulama alanına getirilmesi gerekmektedir .

Türkiye Cumhuriyetinin tarihten gelen siyasal birikimini gündeme getirerek , bugün gereksinme duyulan konularda yeni çözümler üretmek ve bunları zaman içinde uygulamaya aktarmak ,Türk ulusunun karşı karşıya kaldığı beka sorununun giderilmesi için giderek zorunluluk kazanmaktadır . Demokrasi adına cumhuriyet devletinin tasfiyesini dayatan küresel emperyalizme karşı ulus devletin gücünü artırmak ama bunu yaparken de demokratik rejime bağlılığı koruyarak hareket etmek durumu , Türk ulusunun önüne yeni bir sınav daha çıkarmaktadır . Her türlü demokrasi dışı ve ara rejim meraklısı girişimlere halk egemenliği doğrultusunda karşı koyacak bir ulusal refleksin devreye girmesiyle ,Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük yeni yapılanmasını bir ulusal program çerçevesinde gerçekleştirebilecektir .Devletin kurucu önderi Atatürk’ten gelen devrimci birikim bu gün de Türk ulusuna yön göstermektedir . Türk devleti ulusal kurtuluş savaşından gelen çağdaşlığa yönelme eğilimini öne çıkararak , yeni orta çağ özlemlerine karşı uygarlıkçı tutumunu sürdürecek ve Atatürk döneminde Halkçılık programı ile başlayan siyasal var olma sürecini bugün yeni cumhuriyet programı ile tamamlayarak yoluna devam edecektir. Yüzyıla yaklaşan bir dönemde var olan Türkiye Cumhuriyetinin gelecekte de varlığını sürdürebilmesi için devletin aksayan yönlerinin giderilmesi , toplumun karşı karşıya kaldığı sorunların çözülmesi , bugünün gelişmiş ülkeleri ile baş edebilecek düzeyde güçlü bir Türk devletinin yeniden yaratılabilmesi için cumhuriyetçi bir atılımı gerçekleştirecek bir cumhuriyet projesine acilen gereksinme duyulmaktadır .

A- ANAYASA VE DEVLET SORUNU:
Türkiye Cumhuriyeti bugün hiç gerek olmadığı halde yapay bir çizgide anayasa arayışına yönlendirilerek , yeni anayasa üzerinden yepyeni bir devlet eskisinden çok farklı bir biçimde kurulmaya çalışılmaktadır . İstenen yeni bir anayasa değil yeni anayasa girişimi üzerinden yeni bir devletin kurulmasıdır . Türkiye’nin ulusal kurtuluş savaşından ve kurucu kadronun girişimlerinden kaynaklanan ulusal,üniter,merkezi ,demokratik,sosyal,laik bir hukuk devleti modelinin öncelikle korunması gerekmektedir . Özerklik, eyalet sistemi ,başkanlık rejimi ya da federasyon uygulaması gibi bölgesel arayışlar ile Türkiye Cumhuriyetinin kazanılmış haklarına dayanan devlet modelinin yeni anayasa yapımı sırasında değiştirilmesi , Türk halkının ulusal egemenlik ilkesine ve kazanılmış haklarına ters düştüğü için hukuk açısından mümkün olamayacaktır .

Devletin demokrasi esaslarına göre çalışması cumhuriyet rejiminin özüne ve ilkelerine hiçbir zaman aykırı olmamak durumundadır . Türkiye’nin bu aşamada yoğun bir karışıklık ortamı yaşaması dikkate alınarak , aynı anayasa ile dar boğazı geçmesi, emperyal devlet planlarına ya da hegemonya projelerine alet olarak dağılmaması için zorunlu görünmektedir . Şimdiye kadar Avrupa Birliği sürecinde yarısından fazlası değişmiş biçimde var olan şimdiki anayasanın içinden geçilen kritik dönemde uygulamada kalması , Türk ulusunun beklenmedik emperyal siyasal projeler ile karşı karşıya kalmaması için gereklidir . Küresel yayın organlarının yıllardır beyin yıkayarak Türk toplumunun yeri ve kimliği ile uğraşmaları yüzünden, halkın kafası karışmış ve alt kimliklerin hortlatılması ile de , kurtuluş savaşından bu yana gelen antiemperyalist ortak rıza ve dayanışma ortadan kaldırıldığı için ,Türkiye’nin bugünkü aşamada ayakta kalabilmesi için var olan anayasa ile kaos dönemini geride bırakması, ülke bütünlüğü açısından yaşamsal bir öneme sahiptir .

Avrupa Birliği Yerel yönetimler şartı Türkiye’ye kabül ettirilerek ,Türk kentlerinin başkent Ankara’nın denetimi dışına çıkartılması iç ve dış egemen güçler tarafından dayatılmaktadır .Türk devletinin parçalanmamak ve kendi birliğini korumak için koyduğu şerhler kaldırılarak , Türkiye cumhuriyetinin çeşitli bölgelerinin tıpkı Katalanya ,Bavyera ,Korsika ve İskoçya gibi ayrı devletlere bölünmesinin önü açılmak istenmektedir . Yerel yönetimlere kendi gelecekleri için karar alma yetkisi verilerek referandum ile bölünmeye giden yol açılmak istenmektedir . Başkent’teki ulus devletin insiyatifi dışına çıkarılacak yerel yönetimlerin, gelecekte eyalet ya da kent devletlerine dönüştürülebilmesi için küresel sermaye ve tekelci şirketler ulus devletlere baskı yapmaktadır .Bu nedenle yerel yönetimler özerklik şartı doğrultusunda merkezin denetimi ve yönlendirmesinı son verilmek istenmektedir . Yerel yönetimlere başkentlerde bağımsız olarak dış ilişkiler kurma yetkisinin tanınması ile de , devlet sayısı 200 ‘den 2000’e doğru artırılmak istenmektedir .

Tekelci şirketler küreselleşerek büyürken , ulus devletler kendilerine bağlı olan bölge ve kentlerin özerkliğe kavuşturulması ile parçalanmaya çalışılmaktadır .Devletin ana yükümlülüğü olan , adalet,güvenlik,maliye,diyanet ve dış işleri gibi bakanlıkların dışında kalan bakanlıkların kaldırılarak bunların görevlerinin tümüyle yerel yönetimlere devri kamu yönetimi reformu olarak ulus devletlere devredilmesi öngörülmektedir . Yerel yönetimler reformu görünümünde merkezi yönetimlerin tasfiyesi özerklik şartı ile gündeme getirilmektedir . Valilerin seçimle gelmesi ,bölge meclislerinin kurulması , yerel yönetimlere vergi toplama ve mahkeme kurma yetkilerinin tanınması gibi yenilikler ulusal ve üniter devletleri federasyonlara dönüştürmenin aracı olarak kullanılmakta ve böylece yerelleşme üzerinden ulusal toplumlar parçalanarak yok edilmektedirler . Yerelleşmeye sivil toplumculuk da karıştırılırken , küresel şirketler diğer dernekler ,vakıflar ve cemaatlar ile birlikte yerel yönetim meclislerinde temsil edilerek imparatorluk hegemonyalarını tesis ederlerken yerel yönetimleri başkentlerden kopartarak , küresel emperyalizmin önünü açmaya çalışmaktadırlar . Bu nedenle ,küreselci bir anayasa değişikliğine karşı çıkılması gerekmektedir .

Yerel yönetim reformu görünümünde merkezi devletlerin tasfiye girişimine karşı, ulus devletlerin merkezi ve ulusal yapılanmalarını güçlendirecek bir milli idari reforma acilen gerek vardır . Bu doğrultuda , ana yetki ve halk egemenliğinin dışında kalan bazı küçük işler ve bürokratik işlemler başkenteki karışıklığı önleme doğrultusunda merkezi idare tarafından yerel yönetimlere devredilebilir . Artan nüfusun gereksinmelerinin karşılanması çizgisinde yerel yönetimler güçlendirilirken , merkezi yönetimin zayıflamasına izin verilmemeli ve merkezi yönetim de bir milli idari reform ile güçlendirilerek ,yerel yönetimlerin başkentteki devlet yapılanması çerçevesinde denetimleri sağlanmalıdır . Bu doğrultuda bir Yerel Yönetimler Bakanlığı kurulmalı ve yerel yönetimlerin merkezi devlet tarafından denetimi iç işleri bakanlığından alınarak yerel yönetimler bakanlığına devredilmelidir . Ayrıca , I921 anayasasının uygulanması sırasında kurucu idarenin devletin taşra örgütünü denetlemek üzere tesis ettiği umumi müfettişlik kurumu yeni dönemde genel valilik olarak gündeme getirilerek , yerel yönetimler bakanlığı ile yerel yönetimler arasında bir uygulama köprüsü kurulmalıdır . Merkezi devlet , genel vali aracılığı ile yerel yönetimler ve taşra örgütleriyle daha sıkı bir işbirliği içinde çalışabilir .

Büyük şehir uygulamalarının ikinci aşamada bütün şehir uygulamasına dönüştürülmesi ile yeni bir eyaletleşme dönemi başlatılmıştır . Ayrı bir kanun çıkarılarak bütün şehirlere dönüştürülen büyük şehirler şimdiden eyaletleşme yoluna giderek , merkezi devlet yapısını bozmaktadırlar .Bu nedenle ,acilen yeni bir kanun çıkartılarak bütün şehir uygulamalarına son verilmesi gerekmektedir .Avrupa Birliği çatısı altında oluşturulmuş olan bölge devletlerinin zamanla eyaletlere dönüşmesi dikkate alınarak , Avrupa’da uygulanmayan yerel yönetimler özerklik şartının Türkiye’de kabül edilmesi öncelikle önlenmelidir . Avrupa devletleri protokolları imzalayarak bu tür yenilikleri kabül etmiş görünmektedirler ama kendi meclislerinden bu konu ile ilgili kanun çıkarmadıkları için bu tür uygulamalar kağıt üzerinde kalmaktadır . Türkiye’nin güneydoğusundaki sorun özerklik şartı ile değil ulusal ve üniter devletin merkezi yapılanmasının güçlendirilmesi ile çözüme kavuşturulabilecektir . Merkezi devlet ile birlikte vilayetlerin yapılarının da güçlendirilmesi sayesinde belediyeler üzerinden eyaletleşme eğilimlerinin önüne geçilebilecektir .

Yerel yönetimlerin güçlendirilmesiyle birlikte, merkezi idarenin taşra örgütlenmesi de gündeme getirilecek milli idari reform sayesinde yeniden ele alınarak üniter devlet modeli çizgisinde güçlendirilecektir . Küresel emperyalizm ulus devletleri yeni demokrasi programları ile kontrolu altına alırken , ulus devletler de bağımsız yapılarını kuvvetler ayrılığı ilkesini güçlendirerek koruyabileceklerdir . Fransız devrimi ile bütün modern devletlere yayılan kuvvetler ayrılığı sistemi önümüzdeki dönemde güçlendirilerek , tek parti iktidarlarının devletleri parti devletine dönüştürmesinin önlenmesi yolunda kullanılabilecektir . .Parti disiplini üzerinden yasama organında sıkı kontrol sağlayabilen güçlü tek parti iktidarlarının,parti devleti oluşturma doğrultusunda yargı organlarını da ele geçirmesine izin verilmeyecektir . Yargı en üstteki yüksek organlardan en alttaki birinci derece mahkemelerine kadar her türlü siyasal baskı ve yönlendirmenin dışında hareket ederek , siyasal iktidarlar üzerinde hukukun denetimini kuracaktır.

Ayrıca , I961 anayasasında var olan çift meclis sistemi ,siyasal iktidarın denetimi ve frenlenmesi için batı ülkelerinde olduğu gibi cumhuriyet senatosunun kurulmasıyla yeniden tesis edilecektir . Senatoda yer alacak vilayet temsilcileri daha bağımsız hareket ederek yürütme üzerindeki yasama denetiminin daha etkin olmasını sağlayabilecektir . Vilayet senatörlerinin daha bağımsız hareket etmesi sayesinde , milletvekillerinin parti disiplini yüzünden genel başkan vekili olması önlenebilecek ve yasama organı halk egemenliği ilkesi doğrultusunda kendisinden beklenen yasama ve denetim görevlerini yerine getirebilecektir . İktidara gelerek yürütme yetkisini ele geçiren siyasal partilerin devleti tümüyle ele geçirmesi Senato aracılığı ile önlenebilecektir .

Küreselleşme döneminde zayıf ulus devletler çökerek parçalanma noktasına gelirken , güçlü ulus devletler ise zayıf olanların rekabet ortamından soyutlanmasıyla meydana gelen boşlukta daha da güçlenerek bölgesel devlet anlamında millet imparatorlukları yapılanmasını gündeme getirmektedirler . Birer milli devlet statüsündeki büyük alan devletleri giderek bir imparatorluk yapılanmasına doğru dönüşürken , Türkiye’de benzeri bir çizgide eski Osmanlı hinterlandında yeni bir imparatorluk arayışı içine sürüklenmiştir . Hiçbir karşılığı olmayan yeni Osmanlıcılık Türkiye’ye zaman kaybettirirken , hızlı hareket eden güçlü ulus devletler kendilerinin merkezinde yer aldığı millet imparatorluğu arayışı içerisine girmektedirler . Türk devletinin bu gibi oluşumlara karşı da kendi yapılanmasını daha da güçlendirmesi gerekmektedir .

Bir milli idari reform ile devlet yapısı daha da büyütülerek güçlendirilirken yeni bakanlıkların kurulmasına da öncelikli bir biçimde yer verilmelidir . Zaman içerisinde ortaya çıkan yeni durumlar ve sorunlar dikkate alınarak devletin değişen koşullara uyum sağlayabilmesi için yeni bakanlıklar kurulmalıdır . Bu doğrultuda , Bilim ve Teknoloji Bakanlığı ,İletişim Bakanlığı ,Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı , Göç Bakanlığı ve Dış Türkler Bakanlıklarının devletin kamu hizmetlerinin daha iyi görülebilmesi için acilen kurulması gerekmektedir . Halen var olan Avrupa Birliği bakanlığı gibi bütün dış Türklerin yaşadıkları ülke ve bölgeler dikkate alınarak bir Avrasya Bakanlığı da kurulabilir . Ayrıca yukarıda belirtilen Yerel Yönetimler Bakanlığı da yeni bakanlıkların içinde yer almalıdır . Kültür ve Turizm Bakanlığı eskisi gibi ikiye bölünmeli ve Kültür bakanlığı , bir Milli Kültür Bakanlığı olarak yeniden düzenlenerek yarım kalan uluslaşma sürecinin milli kültürün güçlendirilmesi sayesinde tamamlanması sağlanmalıdır . Dünyanın en büyük Turizm merkezlerinden birisi olan Türkiye’nin Turizm bakanlığı da daha geniş ve etkili bir biçimde yeniden düzenlenmelidir . Her bakanlığın daha güçlü örgütlere sahip olması , bakanlıkların yetkilerini artıracak yeni yasal düzenlemeler aracılığı ile sağlanmalıdır.

Merkezi devlet yapılanması yerel yönetimler ile birlikte güçlendirilirken , devletin taşra yapılanması yeniden ele alınmalıdır . Küresel çağın moda olan eğilimleri doğrultusunda bölgelerde ayrı devlet yapılanmaları dışarıdan zorlanırken , merkezi devletin sınırları içinde kalan bütün toprak parçalarının ulusal ve üniter devletin kendi halkı ile bütünleşmesi sağlanmalıdır .Bunun için çeşitli bölgelerdeki alt kimlikçi yapılanmalara karşı ülke birliğinin korunması doğrultusunda üst kimlik olarak Türklüğü benimsemiş olan vatandaşların devreye girerek, ülke içindeki kopma eğilimlerine karşı denge kurmaları sağlanmalıdır . Türklerin Türkiye’ye yeniden yerleşmeleri sağlanarak Türk toprakları ile Türk vatandaşları arasında kopmaz bağlarla yeni bir tür birliktelik devletin yeni bir yaklaşımı olarak geliştirilmelidir . Devletin taşra örgütü bu doğrultuda yenilenirken , bazı yeni vilayetler giderek büyüyen ilçeler üzerinden kurulabilir ve bu yeni il merkezlerinin büyük kentlerin varoşlarında sürünen halk kitlelerinin yerleşerek çalışma olanaklarına kavuşabileceği birer cazibe merkezi konumuna gelerek ,ülkenin bütün bölgelerinin yeniden bütünleşmeleri doğrultusunda önemli katkılar sağlayabilirler. Tarım, endüstri,turizm,kültür ve sağlık alanında kentlerin uzmanlaşmaları sağlanarak, yeni cazibe merkezleri üzerinden toplumsal bütünleşme güçlü bir biçimde yeniden gerçekleştirilebilir.

Ankara merkezli yeni bir yapılanma planı sayesinde ,Türklerin Türkiye’nin her köşesine yeniden dengeli bir biçimde yerleşmeleri sağlanarak , yeni kurulacak Göç Bakanlığı aracılığı ile iç ve dış göçler yolu ile yeni gelen insan topluluklarının ülkenin bütünleşmesine katkı sağlayacak düzeyde bir yeni yapılanmanın önü açılmalıdır . Savaşların çökerttiği komşu ülkelerdeki ezilen halk kitlelerinin göçler yolu ile Türkiye’ye gelmeleri gibi bir durumun ülkede üç milyondan fazla insanın ihtiyaçlarının karşılanmasını zorladığı bir noktada , Türk devleti de tıpkı Osmanlı devleti gibi nüfus kaydırması ya da tehcir gibi uygulamalar ile ülke bütünlüğünü korumaya öncelik verecektir . Osmanlı devleti merkezi coğrafyayı kontrol ederken ,nüfus hareketlerini dikkatle izleyerek , bu gibi gelişmelerin ülke de bölücü bir gelişmeye neden olmaması için önlemler almıştır . Aynı bölgede kurulmuş olan Türk devleti de benzeri önlemleri alarak ülke ve devlet birliğini koruma hakkını kullanacaktır . Üç kıta arasında yer alan merkezi alandaki emperyal gelişmeler ve nüfus hareketlerinin yeni devlet yapılanmalarını zorladığı için merkezi konumdaki Türk devletinin varlığını sürdürebilmek için kendini koruyucu önlemler alması gerekmektedir .

B- ULUSLARARASI İLİŞKİLER VE DIŞ POLİTİKA
Yirminci yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki dünya savaşı sonrasında iki kutuplu bir düzen meydana gelmiş ve yirminci yüzyılın son yıllarına kadar bu devam etmiştir . Bu aşamada kuzeyde var olan Sovyet tehdidi yüzünden Türkiye batı bloku içerisinde kendi güvenliğini sağlamaya çalışmış ve bu yüzden Nato üyesi olmuş ve bu doğrultuda İsrail’in kurulma aşamasında ,Amerikan ordusu merkezi alanda İngiltere sonrası dönem ve yeni kurulan İsrail’in güvenliği için daha üst düzeyde bir hegemonya düzeni oluşturmaya yönelmiştir . Bu aşamada batının ileri karakolu haline gelen Türkiye sosyalist bloka karşı batı bloku tarafından kullanılmıştır . Sovyetler Birliğinin yıkılması üzerine dünya düzeni değişmiş ve iki kutuplu dünyadan tek kutuplu dünyaya geçiş aşamasına gelinmiştir . Batı blokunun üstünlüğünün devam edebilmesi için ABD’nin süper güç olarak tek kutuplu dünya düzeni arayışı küreselleşme döneminin ana hedefi olmuştur . Ne var ki , çeyrek asırlık bir zaman dilimi içinde bütün dünyaya ABD merkezli tek dünya düzeni dayatılması sonuç vermemiş ve tek kutuplu küresel sermaye imparatorluğu bir türlü kurulamamıştır . İMF ve Dünya Bankası gibi uluslar arası kuruluşların yoğun çaba sarf etmesine rağmen tek kutuplu dünya düzeni oluşturulamamıştır .

Tek kutuplu dünya düzeni ile birlikte bunun uzantısı olarak gündeme getirilen bölgeselleşme projeleri olarak , Avrupa Birliği süreci durmuş . Büyük Orta Doğu Projesi istendiği gibi yürütülememiş ve bunun arkasına gizlenen Büyük İsrail Projesi ise hepten iflas etmiştir .Ayrıca ABD’nin dolaylı yollardan geliştirdiği Avrasya stratejisi de Afganistan ve Pakistan üzerinden başarısızlık ile sonuçlanmıştır . Soğuk savaş sonrasında gündeme getirilen beş büyük emperyal proje iflas ederken ,batı merkezli dayatmalara karşı büyük dünya devletlerinden tepkiler gelmeye başlamış ve bu doğrultuda Brezilya,Rusya ,Hindistan ve Çin bir araya gelerek batı karşıtı bir blok olarak BRİC yapılanmasını gündeme getirmişlerdir . Ayrıca , Brezilya merkezli Dünya Sosyal Forumu , batı merkezli Dünya Ekonomik Forumuna karşı bir alternatif olarak öne çıkarılmıştır . Çin’in öncülüğünde Şangay İşbirliği Örgütü ,Rusya’nın öncülüğünde Bağımsız Devletler Birliği ve Kollektif Savunma Örgütü , Brezilya’nın öncülüğünde Güney Bankası ile Çin’in öncülüğünde Asya Yatırım Bankası gibi oluşumlar da , hep batı kapitalist blokuna karşıt alternatif bir çizgide geliştirilerek devreye sokulmuşlardır . Afrika Birliği çatısı altında bir araya gelen Afrika ülkeleri de batılı emperyalistlere karşı bir araya gelerek kendilerini koruma doğrultusunda bir kıtasal dayanışma düzenine yönelmişlerdir .

BRİC blokunu oluşturan Çin,Rusya,Hindistan ve Brezilya gibi dev ülkeler kendi bölgelerinde merkezi güç olmaya yönelirken , dünya hem çok kutuplu bir yapıya doğru yönelmiş hem de bu büyük devletler kendi bölgelerinde millet imparatorluklarına dönüşerek , yeni dünya düzeninin alternatif bir çizgide oluşturulması için çaba göstermişlerdir .Küreselleşmenin durması beraberinde karşıt bir oluşum olarak bölgeselleşmeyi getirince , büyük ulus devletler kendi bölgelerinde millet imparatorluklarına yönelerek çok kutuplu bir yeni yapılanmayı öne çıkarmışlardır . Batı merkezli emperyal senaryolar iflas edince, İngiltere ve Fransa tekrar eski sömürgelerine yönelerek kendi millet imparatorluklarını kurmuşlardır .Almanya ise Atlantik güçlerine karşı koyan güçlü yapılanması ile bir orta Avrupa devi haline gelerek Avrupa Birliğinin mutlak egemeni konumuna gelmiş ve kendi millet imparatorluğunu Avrupa Birliği üzerinden geliştirmiştir . Böylece ,dört BRİC ülkesine karşılık ABD,İngiltere,Fransa ve Almanya ‘da kendi millet imparatorluklarını gündeme getirerek çok kutuplu dünyanın daha da karışık bir yöne kaymasına yol açmışlardır . Doğu ve batı dünyalarında ortaya çıkan sekiz millet imparatorluğundan sonra ,merkezi coğrafya da Türk Birliği , Arap Birliği ve Şii Birliği gibi üç yeni oluşum da kendiliğinden gündeme gelmiştir . Saddam’ın öldürülmesi dolayısıyla meydana gelen hegemonya boşluğunu hızla dolduran İran ,merkezi alanda Şii Birliğini beş ayrı İslam ülkesinde etkisini artırarak fiilen oluşturunca , bölgeye sonradan gelen İsrail İran düşmanlığını tırmandırarak, savaş yolu ile Büyük İsrail Projesinin önünü açmaya çalışmıştır .

Bir ön Asya devleti olan Türkiye’nin Orta ve Kuzey Asya’da yer alan Türk devletlerini bir araya getirerek bir Türk Birliğini oluşturması batılı emperyal güçlerin müdahaleleri nedeniyle giderek zorlaşınca bu kez orta dünyada var olan yirmi beş Arap ülkesinin bir araya gelmesi bir Arap Birliği kurmak için zorunlu olmuş ama gene batılı ülkelerin Arapları sonuna kadar bölmeleri yüzünden , merkezi alanda bir Arap Birliği de kurulamamıştır . Doğu ve batı bölgelerinde oluşan sekiz ayrı millet imparatorluğuna merkezi alanda Türk-Arap-Şii birliktelikleriyle oluşturulacak üç yeni millet imparatorluğu gündeme gelmiş ama bölgede etkin olan batı emperyalizmi buna izin vermeyerek Araplar,Türkler ve Acemler arasında bir yarışı gündeme getirmişlerdir . İşte böylesine yaygın üç büyük millet imparatorluğu oluşumunun önlenebilmesi amacıyla batılılar bir yandan mezhep savaşlarını kışkırtırken , bir savaş devleti olarak kurulmuş olan İsrail’in terörü ,etnik kavgaları ve cemaat kavgalarını kışkırtarak bölgedeki devletlerin yıkılmasına yol açan pan-siyonizm uygulamaları da ,Büyük İsrail imparatorluğunun kurulması doğrultusunda yönlendirilmeye çalışılmıştır .Merkezi alandaki üç büyük millet imparatorluğu oluşumunun önünü kesmek üzere İsrail ,Büyük İsrail İmparatorluğu oluşumuna yönelmiş ve bu doğrultuda terör üzerinden bölge devletlerinin yıkımı sağlanarak , oluşturulacak küçük devletçiklerin Kudüs’e eyalet olarak bağlanacağı ,bir Orta Doğu Birleşik Devletleri yapılanması Amerika Birleşik Devletlerine benzer bir çizgide kurulmaya çalışılmıştır .

Merkezi coğrafyanın merkez ülkesi olarak Türkiye Cumhuriyetinin Arap ya da Şii Birliği içinde yer alması düşünülemeyeceği gibi , Büyük İsrail projesine alet olarak küçük eyaletlere bölünmesi de Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar olabilmesi açısından düşünülemeyecek bir durumdur . Bu durumda , dünyanın orta alanındaki yeni devletleşme projelerine karşı , Türkiye’nin öncülüğünde bölge devletlerinin bir araya gelerek dayanışma içerisinde bir Avrupa Birliği ya da Afrika Birliği gibi ,aynı doğrultuda bir Merkezi Devletler Birliğinin oluşturulması ,hem merkezi devletlerin korunması hem de bunlar arasında bir bölgesel yapılanmanın Avrupa’da olduğu gibi gündeme getirilerek emperyalist ya da Siyonist müdahalelerin bölge devletleri üzerinde baskısının önlenmesi açısından önemlidir . İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu , ABD’nin Büyük Orta Doğu , İsrail’in Büyük İsrail Projelerine karşılık , Türkiye Cumhuriyeti devleti de kurucu önder Atatürk’ün yolundan giderek, bölgenin diğer önemli devleti olan İran ile bir araya gelerek yeni bir Sadabat Paktını Merkezi Devletler Birliği olarak ortaya koyabilmelidir . Azerbaycan’ın başkentinde ikinci Bakü Kongresi toplanmalı ve soğuk savaş sonrası dönemde merkezi alandaki devletlerin bir araya gelerek kendi ve bölge güvenlikleri için bir bölgesel ittifakın temelleri atılmalıdır . Bakü’nün merkez olacağı bölgesel ittifakta Türk-İran ortaklığının temelini oluşturacağı bir bölgesel birlik içinde Irak,Suriye,Azerbaycan ve Gürcistan gibi komşu ülkeler katılmalıdır . Altı bölge devletinin oluşturacağı merkezi Devletler Birliğinde Nato benzeri bir güvenlik örgütlenmesi de Cento adı ile yapılmalı ve böylece ikinci kez merkezi devletler bir güvenlik örgütünün şemsiyesi altında bir araya gelerek hem teröre hem de üçüncü dünya savaşı girişimlerine karşı çıkmalıdır .Merkezi alandaki çekişmelerin sonucu olan terör giderek bir üçüncü dünya savaşını tırmandırırken , Atatürk’ün ana ilkesi olan yurtta ve dünyada barış ilkesi bu kez komşular arasındaki dayanışma sayesinde Orta Doğu bölgesinde de uygulanabilmelidir . Böylece , doğu ve batıda oluşan sekiz büyük millet imparatorluğunun orta dünyayı ele geçirmelerini önleyecek bir büyük devlet yapılanması merkezi devletler birliği oluşumu sayesinde önlenerek merkezi alana barış getirilebilecektir .

Atatürk’ün dış politikasının , İran ile ortaklık ,Rusya ile dostluk ve batılı emperyalist ülkeler ile mesafeli ilişkiler esasına dayandığını ,Türk devletini yönetenler iyi bilmek durumundadırlar . Türkiye’nin içinde bulunduğu jeopolitik konumu iyi bilen Türk hükümetleri Türkiye’yi içine sürüklendiği çıkmazdan kurtarabilecektir . Sovyetler Birliği zamanında dış dünyaya kapalı kalan Türk dünyası ile yakın ilişkilerin önümüzdeki dönemde öncelikli olarak ele alınması gerekmektedir .Türkiye’nin doğuya açılımının İslam dünyası çizgisinde yapılması cumhuriyetin laik devlet yapılanmasını devre dışı bıraktığı için Türkiye giderek Arabistan’a benzemektedir . Türkiye’nin doğru çizgide doğuya açılımının Türk dünyası üzerinden olması gerekmektedir . O zaman Anadolu yarımadası üzerinde Türklük tartışma konusu olamaz , Türkiye Cumhuriyeti çağdaş devlet modeli ile diğer Türk devletleri için örnek bir ülke konumuna gelebilir . Dünyanın merkezinde Türkiye Cumhuriyetinin yoluna devam edebilmesi ve millet imparatorluklarının saldırılarına karşı ayakta kalabilmesi için , Türk devleti kesinlikle Türk dünyası üzerinden doğuya açılmalıdır .

Türkiye dünyanın jeopolitik merkezinde yer aldığı bilinci ile hareket ederek doğu-batı ve kuzey-güney dengelerine dikkat etmek zorundadır . Bu dört yönden gelecek tehdit ya da saldırılara karşı Türkiye Cumhuriyeti diğer yönlerdeki komşuları ya da müttefikleri ile işbirliği yaparak çok yönlü bir dış politika üzerinden kendini güvence altına alabilmelidir . Türkiye Avrupa Birliğine üye olarak alınmayacağını bilerek Avrupa ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmeli ve Avrupa dengelerini Arap ve İslam ülkelerine karşı kullanabilecek düzeyde esnek bir diplomasi ile Türkiye bulunduğu yerdeki güçlü konumunu koruyabilmelidir . ABD ile ilişkilerde Türkiye hiçbir zaman askeri üs ya da sınır karakolu olarak kullanılmamalı ve savaş alanlarına piyon ya da taşeron konumlarında sürülmemelidir . İki çağdaş ülke olarak Türkiye ve ABD ortak çıkarlar doğrultusunda dayanışma sağlamayı başarabilmelidir . Yurtta sulh ve dünyada sulh ilkesi kuruluşunda var olan Türkiye cumhuriyeti, hem kendi bölgesinde hem de dünyanın her yerinde barış içinde birlikte yaşamanın yollarını aramalı ve bunun güvencesi olmalıdır . Evrensel düzeyde bir yeni yapılanma arayışında Türkiye Birleşmiş Milletler genel kurulunda daha aktif görevler üstlenmeli ve dünya ülkeleri ile yakın işbirliği geliştirilerek emperyal küreselleşmeye karşı alternatif doğrultuda bir dayanışmacı küreselleşmeyi gündeme getirebilmelidir .

C - EKONOMİ VE MALİYE
Ekonomi bugün diğer alanlardan daha fazla önemli bir konuma gelmiştir çünkü küresel emperyalizm ekonomi üzerinden bütün dünya devletlerine baskı yaparak müdahale etmektedir . Herşeyi ve her alanı ekonomiye bağlayan kararlı bir tutum, ekonomi üzerinden devlet ve toplum yapılarının değiştirilmesini kolaylaştırmaktadır .Özelleştirme yolu ile bütün devletlerin ulusal ekonomilerini ellerinden alan küresel sermaye şirketlerinin daha sonraki aşamada bir küresel imparatorluk düzenini insanlığa dayatması sonunda dünya halkları yeni yüzyılda yeniden köleleşme durumuna düşürülmüştür . Bu nedenle , özelleştirmeler yolu ile halkların ve ulus devletlerin mallarına el konulmasına son verilmeli ve bu doğrultuda kamulaştırma işlemlerine başlanarak , yeniden devletlerin kendi ekonomik alanlarına egemen olabilmelerinin yolu açılmalıdır . Özelleştirme kurumu kapatılarak bunun yerine tıpkı özelleştirme kurumu gibi yeni bir kamulaştırma kurumu kurulmalı ve devletin elinden alınan eski Kamu Ekonomik Kurumları yeniden kurulmalıdır . Halk kitlelerinin yokluğunu açıktan hissettiği her alanda , yeni bir Kamu Ekonomik Kuruluşunun oluşturulmasına öncelik verilmelidir .

Küreselleşme süreciyle beşte bir toplumu yaratılacağı ,toplumun beşte biri zenginleşirken geri kalan beşte dördünün de orta sınıf haline geleceği ileri sürülerek ,bu yeni yapılanma sayesinde yoksulluğun ve işsizliğin ortadan kalkacağı söylenmiştir . Ne var ki , aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimi içinde bunun tamamen tersi bir doğrultuda bir yanda yüzde birlik aşırı zengin kesime karşı yüzde doksan dokuzluk yoksul kesim köleleşerek ortaya çıkmıştır . Bir anlamda %1’lik aşırı zenginliğe karşı %99 luk bir yeni köle sınıf dolaylı olarak yaratılmıştır . Teknolojinin hızla ilerlemesi sayesinde bin kişi ile çalışan fabrikalar on kişi ile çalışmaya başlamış ve bu nedenle de aşırı derecede bir işsizlik ileri teknoloji yüzünden gündeme gelmiştir . Böylesine haksız ve aşırı dengesiz bir ekonomik gidişe karşı çıkmak ve bunu durdurmak bir ulus devletin öncelikli görevi olmalıdır . Acilen servet dağılımı yeniden ele alınarak , toplum kesimleri arasında anayasalarda var olan eşitlik ilkesine daha yakın bir yeniden bölüşme tesis edilebilmelidir .Devletlerin sahip olduğu ekonomik olanakların halk kitlelerine daha eşit ve adil ölçülerde dağıtımı sağlanmalıdır .

Küresel sermayenin finans kapital düzeninde bütün ekonomiler dışarıdan yönlendirilerek tekelci şirketlerin çıkarlarına öncelik verilirken , ulus devletlerin Planlama kurumlarının önleri kesilmiş ve bunlar zaman içerisinde çalışamaz hale getirilmişlerdir . Daha önceki yıllarda Devlet Planlama Örgütleri ülke ve devletin ulusal çıkarları doğrultusunda çalışarak , evrensel rekabet düzeni içerisinde ulus devletlerin ekonomilerinin daha fazla ülke çıkarlarını gözeten bir biçimde yönlendirmeleri sağlanmıştır . Küreselleşme aşamasında devre dışı bırakılan Devlet Planlama kurumunun yeniden eskisi gibi çalışması sağlanmalı ve bu kurumun sağlayacağı kalkınma planları doğrultusunda yeniden planlı ekonomiye dönülmesi sağlanmalıdır . İzmir İktisat Kongresinde devletin kuruluş döneminde kabül edilen ulusal ekonomi ilkesinin her türlü emperyal ekonomik plana karşı kararlı bir biçimde uygulamaya aktarılması bir an önce gerçekleştirilmelidir . Devlet vatandaşlarına öncelikli olarak planlı bir ekonomi içerisinde gelecek güvencesi sağlamalıdır .

İMF ve Dünya Bankası tarafından uygulanan borçlandırma ve kredilendirme programlarına bir an önce son verilerek , yeniden ulusal çıkarlar doğrultusunda bağımsız ekonomiye öncelik verilerek köle yetiştirme düzenine bir son verilmelidir . Batılı ülkeler ile şimdiye kadar imzalanan ve Türkiye’yi bir sömürge durumuna düşüren gizli ikili anlaşmalara artık bir son verilmelidir . Türkiye’nin yeniden sömürgeleşmesine yol açan batı kaynaklı emperyal politikalar yerine, eşit ilişkilere dayanan yeni ekonomik açılımlar dünyanın çeşitli bölge ve ülkelerine karşı uygulama alanına getirilmelidir . Asya yatırım bankası ya da Güney’inBankası gibi ülke kalkınmasına öncelikli olarak yer veren uluslar arası ekonomik yapılanmalara ağırlık verilerek ,böylesine oluşumlar içerisinde diğer devletler ile birlikte ortak bir dayanışma düzeni doğrultusunda yer alınmalıdır .

Küresel kapitalizmin baskıları ile kapatılmış olan kamu bankaları yeniden açılarak , bankacılık sisteminin tekrar kamu bankalarının denetimi altında yer alması sağlanmalıdır . Sanayi bankası olarak Sümerbank, Konut bankası olarak Emlakbank, maden bankası olarak Etibank ,Ticaret Bankası olarak Türk Ticaret Bankası ,Denizcilik Bankası olarak Denizbank yeniden kamu bankaları statüsünde kurularak , bankacılık sisteminin batılı emperyalistlerin kontrolu dışına çıkarılması sağlanmalıdır . Ayrıca , Oyak isimli yardımlaşma kurumunun kurmuş olduğu Oyakbank’ın yeniden açılması sağlanarak ,paraya gereksinme duyan toplum kesimlerinin maddi anlamda desteklenmeleri sağlanabilmelidir . Oyakbank’ın satışının iptali ile askeri kesimin zenginleşmesi daha kolay sağlanabilecek , güçlenen Türk sanayi sektörünün askeri kesim ile daha zengin koşullarda birlikte olabilmesi ile ,Türk ekonomisi rakip ülkeler ile olan yarış içinde daha iyi konumlara gelebilecektir .Bu aşamada, Atatürk’ün bankası olan Türkiye İş Bankasının küresel sermayeye satılması önlenmeli ve bu doğrultuda bankanın geleceğini güvence altına alacak yeni bir sistem geliştirilmelidir. T.C. Merkez Bankasının statüsü yeniden belirlenmeli ve bu banka içindeki sermaye yapılanmasının dış güçler tarafından kullanılması önlenmelidir .

Ordu Yardımlaşma Kurumu , Türk devletinin belkemiğini teşkil ordu mensuplarının durumlarını iyileştirmek olduğu kadar , Türkiye’nin ve devletin gereksinmelerinin karşılanmasında maddi destekler alarak daha iyi konumlara gelebilmenin arayışlarını örgütleyebilen bir kamu kuruluşu olmuştur . Kısa adı , Oyak olan Ordu Yardımlaşma kurumunun sağladığı olanaklar, askeri kesimin bir çok gereksinmesini karşılayarak diğer toplum kesimlerine oranla daha iyi ve zengin bir konuma getirdiği için , anayasada var olan eşitlik ilkesi gereğince devlet , OYAK gibi bir kuruluşu işçiler için İYAK ,memurlar için MEYAK ,çiftçiler için ÇİYAK, öğretmenler için ÖYAK, esnaflar için EYAK ve de sanatkarlar için SAYAK adı altında yeni yardımlaşma kurumları örgütleyerek değişik toplum kesimlerinin de tıpkı askeri kesim gibi her türlü gereksinmelerinin karşılanarak ve daha iyi bir ortamda yaşam düzeylerinin yükseltilerek daha tatmin edici bir konuma getirmelidir. Küresel sermaye düzeni ile bütünleşen yerli sermaye gruplarının işbirlikçi ve mandacı ortaklıklarına karşı ülke ekonomisinin ulusal yapısını koruyabilmek için , özel ve kamu sektörlerinin yanı sıra ülke içindeki yardımlaşma kurumları aracılığı ile yaratılacak sosyal sektörün üçüncü sektör olarak devreye girmesi sağlanmalıdır. OYAK’ın Ereğli Demir Çelik fabrikalarını kurtarması gibi , OYAK gibi güçlü bir biçimde kurulacakyeni sosyal dayanışma kurumları sayesinde ülke ekonomisinin başlıca sektörlerinin küresel sermaye ve yerli işbirlikçilerinin ellerine geçmesi önlenebilecektir.

T.C. Merkez bankasının yeniden kurulmasıyla ,banka hissedarı konumundaki batılı emperyalist devletler ve şirketler ,kurumun bünyesinden çıkartılmalıdırlar . Batı emperyalizminin işbirlikçisi konumundaki yerli büyük sermaye gruplarının da banka hissedarları arasından çıkartılması sağlanmalı , başta OYAK olmak üzere diğer alanlarda kurulacak olan sosyal yardımlaşma kurumlarının ortak hissedarlık konumuna getirileceği yeni bir ulusal yapılanma ,T.C. Merkez bankası için acilen gündeme getirilmelidir . ABD’de uygulanan , özel şirketlerin kontrolü altındaki Federal Rezerv benzeri bir modeli Türkiye’de taklit etmeye son verilmeli ve bu doğrultuda Merkez Bankası Türk halkının çeşitli kesimlerini temsil eden büyük sosyal yardımlaşma kurumlarının kontrolu altına alınmalıdır . Ekonomik bağımsızlık Merkez Bankasının bağımsız bir yapılanmaya yönelmesi ile başlatılmalıdır .

Kurucu önder Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşında ,Türkiye’nin Hrıstıyan batı dünyası işgalinden kurtulabilmesi içingönderilmiş olan para yardımını , ülke ekonomisini kurmak için değerlendirmesi sayesinde kurulmuş olan Türkiye İş Bankasının , batının emperyal sermaye saldırı merkezi haline gelen İstanbul’a taşınmasına izin verilmemeli , bu ulusal banka yeniden kuruluş amaçlarına uygun bir biçimde Kuvayı Milliye’nin başkenti olan Ankara’ya getirilerek , ulusal ekonominin yeniden kurulmasında öncü bir rol üstlenmelidir . İş Bankası’nın Ankara’ya geri dönüşü ile , Türk ekonomisinin küresel sermayenin denetiminden çıkması süreci başlatılmalıdır . Atatürk , daha sonradan batı emperyalizminin müdahale edebileceğini tahmin ettiği için bankayı Türkiye Cumhuriyetini kurmuş olan partinin denetimine bırakmıştır . Ne var ki , küresel batı sermayesi siyaseti finanse ederken kendi adamlarını partinin başına getirerek , İş Bankasının gerçek misyonu olan ulusal ekonomiye katkıda bulunmasını önlemiştir . İstanbul’un yeniden Hrıstıyan Bizans’a dönüştürülmesi sürecinde Hint Müslümanlarının Müslüman Türk ulusunun kurtulması için gönderdiği sermayenin gerçek amacı doğrultusunda kullanılması gerekmektedir . Bu nedenle , emperyalizmin işbirlikçisi kadroların yönetiminden İş Bankası kurtarılarak,yeniden başkent Ankara’da ulusal ekonominin öncülüğüne yönelmesi sağlanmalıdır .

Yüz yıllardır Türklerin elinde olan İstanbul kentinin yeniden Bizans’a dönüştürülmesi planları doğrultusunda kurulmuş olan İstanbul borsası kaldırılmalıdır . Tamamen Londra ve New York borsalarına bağlı olarak kurulmuş olan İstanbul borsası , hem İstanbul’un yeniden Bizanslaşmasına katkıda bulunurken , diğer yandan da küresel emperyalizmin Türkiye’yi bütünüyle satın almasına yardımcı olmakta ve bu yüzden de Türkiye’nin ulusal ekonomisine zarar vermektedir . İstanbul borsası üzerinden yürütülen sıcak para operasyonları ile bir gece ansızın büyük para akışları yapılabilmekte ve istendiği zaman Türk bankaları boşaltılarak batı kapitalizminin istediği ülkelere para akışları yapılabilmektedir . İstanbul borsası üzerinden Atlantik sermayesi bütün Avrasya bölgesini ekonomik olarak kontrol altına alarak, bu bölgede Rusya,Çin,İran ve Hindistan gibi doğunun büyük devletlerinin önünü kesmeye çalışmaktadır .Türkiye ekonomik alandaki doğu –batı kavgasına alet olmamalı orta dünyada kendisinin merkezinde yer aldığı bir yeni yapılanmaya başkent Ankara üzerinden yönelmelidir . İstanbul yeniden teslim olmuş Mütareke İstanbul’una dönerken , Ankara’da yeniden Kuvayı Milliye Ankara’sı olarak örgütlenmeli ve ekonomik bağımsızlık savaşı ile ulusal kurtuluş savaşını tamamlamalıdır . New York borsasının , Rusya’daki komünist devrimi nasıl finanse ettiği iyi hatırlanmalı ve , Atlantik emperyalizminin Avrasya bölgesini ele geçirme doğrultusunda İstanbul borsası üzerinden geliştireceği emperyal saldırılara Türkiye’nin alet olmasına izin verilmemelidir .

Ülkeyi bölmeyi ve geleceğin eyalet devletleri oluşturmayı hedefleyen Ekonomik Kalkınma Ajansları uygulamalarına bir an önce son verilmelidir . Başkent Ankara’da devlet ve bütün bakanlıklar merkezi olarak yer alırken , Ankara’yı başkent olma statüsünden kurtararak diğer bölgelerile aynı düzeye indirme komikliğine bir an önce son verilmelidir . Ankara Türkiye Cumhuriyetinin başkenti iken ve halen anayasal düzen devam ederken , Ankara’yı Türkiye’nin herhangi bir bölgesi ile eşit düzeye indirerek ayrı bir kalkınma ajansı oluşturmak hem üniter devlet yapısına hem de Türkiye cumhuriyeti anayasasına aykırı düşen bir husustur .Emperyal baskılar ile ortaya çıkan bu gibi durumlar Türk devletinin kurucu iradeden gelen siyasal modeline ters düşmektedir . Türkiye’nin yeniden Ankara’dan yönetilebilmesi Türk ulusunun tekrar kendi ulusal ekonomisine sahip çıkabilmesi ve ülkenin giderek yirmiden fazla eyalete bölünmesi gibi tehlikeli gidişleri durdurmak üzere , bir an önce Ekonomik Kalkınma Ajansları kapatılarak , bunlara yüklenmiş olan kamu projelerinin yeniden merkezi bakanlıklar eli ile yürütülmesi düzenine normal olarak geri dönülmelidir .

KOBİ adı verilen küçük ve orta boy işletmeler ile ilgili yeni bir düzen oluşturulmalı , Türkiye piyasası çok uluslu ve tekelci şirketlerin elinden kurtarılırken küçük ve orta boy işletmelerin önce kendi bölgelerinde devreye girmeleri ve daha sonrada bunların birleştirilerek yeni milli firmalar olarak Türkiye ekonomisi içerisinde yer almaları sağlanmalıdır . Bu doğrultuda Halk Bankası yeniden yapılandırılmalı ve Türk halkının içine sürüklenmiş olduğu yüksek işsizlik oranlarının düşürülmesi doğrultusunda küçük ve orta boy işletmelerin hem kurulmalarına hem de gelişmelerine devlet desteği olanakları artırılmalıdır . Türkiye’deki küçük ve orta boy işletmelerin serbest piyasa ekonomisinde başarılı olabilmeleri için devletin her türlü kamu olanaklarını seferber etmesi sağlanmalıdır . Yerel sanatların ve üretimlerin geliştirilmesi sürecinde küçük ve orta boy işletme düzeni öne çıkarılarak desteklenmelidir .

Türkiye ekonomik alanda yüksek teknolojiye dayanan üretim düzenini ,bağımsız ekonomisi için bir an önce kurmak zorundadır . Bu doğrultuda , ülke düzeyine yayılmış olan üniversitelerden yararlanılmalı ve her üniversitenin çatısı altında ekonomik kuruluşlar ile işbirliği olanaklarını artıracak teknopark yapılanmalarına gidilmelidir . Türk bilim adamlarının yeni buluşları hemen ekonomik alana aktarılabilmeli ve piyasa gereksinmeleri doğrultusunda üniversiteler geliştirdikleri bilimsel ve teknolojik verileri , özel sektör ya da kamu sektörü kuruluşları ile paylaşabilmelidir . Üniversitelerin bu doğrultuda verimli çalışabilmesi için Yüksek Öğretim kurulu ile Sanayi Bakanlığı ,yüksek teknolojiye dayanan üretim plan ve programlarını hükümetlerin desteği ile öncelikli olarak devreye sokabilmelidir . Türkiye’den dışarıya beyin göçüne izin verilmemeli , yüksek öğretimden çok büyük başarı ile yetişmiş olan iyi beyinlerin Türkiye’de kalabilmesi için yeni programlar geliştirilmelidir . Ayrıca , yüksek teknolojiye öncelik veren bir Türkiye’nin cazibe merkezi olarak gelişebilmesi için yabancı ülkelerden Türkiye’ye beyin göçünü hızlandıracak yeni destek projelerinin uygulama alanına getirilmesi gerekmektedir .

Avrupa Birliğine giriş sürecinde Avrupanın önde gelen büyük ülkelerinin engellemeleriyle devre dışı bırakılan Türk tarımının yeniden ele alınması sağlanmalıdır . Avrupa uzmanlarının Türk şehirlerini dolaşarak köylüye yönelik olarak uyguladıkları üretimi durdurma projelerine Türk devleti karşı çıkmalı ve kırsal alanlarda yaşamakta olan Türk köylülerini yeniden eskisi gibi üretime teşvik etmelidir . Avrupa Birliği Türkiye’nin tarımsal üretimini durdurduğu aşamada , Türkiyenin kırsal nüfusu şehirlere dolarak varoşlarda yoksul yerleşimlere yönelmiş ve bu yüzden üretimden dışlanan bu kesimler, hem Belediyelerin gıda yardımına muhtaç duruma düşmüşler hem de dini cemaatların yayılma bölgeleri olarak laik Türk devletinin yeniden din devletine dönüştürülmesinde toplumsal taban olarak kullanılmaya başlanmıştır . Üretimden uzaklaştırılan kırsal kesim insanları hem giderek artan şeriat düzeni tehlikesinde hem yoksulluk nedeniyle ortaya çıkan terör olaylarında fazlasıyla etki sahibi olmuşlardır . Kentlerin kenar mahallelerinde barınmaya çalışan varoş halklarının yeniden kırsal kesimlerindeki evlerine geri dönüşlerinin sağlanması ve küresel piyasa ekonomisinin ötesinde yeniden ulusal ekonomiye üreterek katkıda bulunabilmeleri ve böylece hem işsizlik hem de yoksulluk çıkmazından kurtulabilmeleri için , devletin acil bir eylem planı uygulamaya getirmesi gerekmektedir . Devlet Planlama Örgütünü göstermelik bir biçimde kalkınma bakanlığına dönüştürerek gerçek anlamda bir sosyo-ekonomik kalkınma sağlanamaz . Belediyelerde artan çorba kuyrukları ile cemaat önderlerinin çevresindeki avuç açan aç ve işsiz insan kalabalıklarının önlenebilmesi için toprakları çok verimli tarım alanı olan Türkiye’nin ,yeniden bir tarım ülkesine dönüşü tarımsal kalkınma programları ile gerçekleştirilmelidir . Küresel şirketlerin fabrika ürünü gıda maddeleri istilasına karşılık tarladan üretilen taze ürün piyasasının sağlıklı nesiller için hızla devreye sokulması gerekmektedir . Sanayi toplumu olması engellenen Türkiye’nin üretici bir yapılanma için yeniden tarım toplumu olabilmesinin önü açılmalıdır .

Halk kitlelerinin kenar mahallelere toplanarak herkesin alışveriş merkezleri üzerinden piyasaya teslim edilmeleriyle ilgili uygulamalara son verilmesinin zamanı gelmiştir . Böylesine bir süreç içerisinde kırsal alandan ve tarımsal üretimden uzaklaştırılan milyonlarca insan hem işsiz kalmış hem de açlığa mahkum edilmiştir . Büyük şehirlerde trafiği tıkayan insan kalabalıklarının önlenebilmesi için yeniden kırsal alanlara göç devlet tarafından desteklenmelidir . Köyündeki evini ,arsasını ve tarlasını satanların yeniden eski yerleşim bölgelerine dönmeleri için kırsal alana yerleşim programları geliştirilmelidir .Türkiye’de köylerin ve kırsal alanlarınyeniden düzenlenerek eskisi gibi ekonomik yaşam düzenine katılmalarının sağlanabilmesi için göstermelik olmayan ama gerçek anlamda etki sağlayacak biçimde kırsal alan yeniden yapılanma programlarının devreye sokulmaları gerekmektedir. Cumhuriyetin ilk yıllarındaki gibi köye medeniyet götürecek ve kırsal alanı çağdaş dünya ile bütünleştirecek Köy Enstitüleri gibi milli seferberlik programlarının daha fazla zaman yitirmeden uygulama alanına getirilmeleri gerekmektedir . Köylü kesimin vahşi kapitalizmin çarklarına kapılıp yok olmaması için köyü ve köylüyü canlandıracak yeni kalkınma planlarının Köy Enstitülerinde olduğu gibi küresel emperyalizme karşı devreye sokulmaları gerekmektedir .

Uzay çağının ve geleceğin ekonomisindeki enerji gereksinmesini karşılayacak önemli madenlerin Türk topraklarında bulunduğu hususu dikkate alınarak , yeni bir ulusal madencilik projesinin devreye sokulmasında çok büyük kamu yararı bulunmaktadır . Bu doğrultuda öncelikle Türkiye’nin gerçek maden envanterinin çıkartılması ve ve nerede hangi madenin ne kadar olduğunun bilimsel raporlar ile kamu oyuna açıklanarak Türk toplumunun sahip olduğu maden zenginlikleri alanında bilinçlendirilmeleri gerekmektedir . Özellikle krom ,boraks ,uranyum,tungsten ve wolfram gibi kimsenin duymadığı ve bilmediği geleceğin önemli madenlerinin büyük miktarda Türk topraklarında bulunması , ekonomik kalkınma ajansları gibi bölücü uygulamalar ile Türk devletinin parçalanmasına yol açmaktadır . Dünyanın en önemli maden rezervlerine sahip bulunan Türkiye’de maden yasalarının ihanet yasalarına dönüştüğü çok sık görülmüştür . Emperyalist güçlerin çıkarları doğrultusunda bir maden düzeni kurularak Türk halkının kendi maden zenginliklerinden yararlanmalarının önü kesilmiştir . Şimdi de bölücü örgütlerin Türkiye’nin elinden almak istediği bölgelerdeki maden ve yer altı zenginliklerinin o bölge halkı ile kurulacak ortaklıklar üzerinden gene Türk ulus devletinin kontrolundan kaçırılmak istenmektedir . Halkların hakları görünümünde ,eyalet konumundaki küçük bölge halklarına maden ve enerji kaynakları açılmak istenmekte ve böylece ulus devletin merkezindeki başkent Ankara’nın elinden Türkiye’nin zenginlikleri koparılmaya çalışılmaktadır . Maden alanındaki sömürünün önlenebilmesi için Türk Maden Kurumu ile birlikte Etibank’ın yeniden kurulması gerekmektedir .

Dört bir yanı petrol kuyuları ile dolu bulunan Türkiye’nin bir petrol ülkesi olması cumhuriyetin kuruluş döneminde engellenmiştir . Kuzey Irak ve Batum bölgeleri petrol bölgeleri olduğu için Misakı Milli sınırları dışında bırakılmış , Rusya ve İngiltere aralarında petrol bölgelerini paylaşırken Türkiye’nin bir petrol ülkesi olmasına izin vermemişlerdir . Sovyetler Birliği zamanında Rusya’da hazırlanan enerji raporlarında Türkiye’nin Güneydoğu , Orta Anadolu , Ege Denizi ,Trakya , Karadeniz ve Kıbrıs bölgelerinde yoğun petrol ve doğal gaz kaynakları bulunduğu otoriteler tarafından ortaya konulmuş ama büyük petrol şirketlerinin devreye girerek Türkiye’yi teslim almaları üzerine bu kaynaklar doğru dürüst araştırılmamıştır . Güneydoğu bölgesinde petrol bulan mühendislerin kemikleri yıllar sonra dağlardan indirilmiş ,doğu Anadolu bölgesi Türkiye’nin sınırları içerisinde yer almasına rağmen petrol aranması yasak bölge ilan edilerek bu bölge petrolü müstakbel Büyük Ermenistan devleti için ayrılmıştır . Devletin petrol kurumu ciddi bir petrol araştırması yapmamış, petrol olduğu ileri sürülen bölgelerde göstermelik olarak sadece bir tek kuyu Batman’da açılmıştır . Türkiye’deki petrolün çıkartılmasını engelleyen işbirlikçi ve mandacı çevreler Türk petrolünün çok derinlerde de olduğunu ve bu yüzden çıkartılamadığını ileri sürerek kendilerini mazur göstermeye çalışmışlardır .Basra körfezi civarındaki çöl alan petrolü bitince sıranın ikinci bölge olarak dağlık alana geleceği ve bu aşamada da Kuzey Irak ile birlikte Türkiye’nin güneydoğu ve doğu bölgelerinin işletmeye açılacağı kulislerde dillendirilmiştir . Wilson prensipleri doğrultusunda Anadolu’nun doğusunu Türklerin elinden almaya çalışan Atlantik emperyalizmi ,yeni kurulacak Güneydoğu ve Doğu Anadolu devletlerine bu bölgelerin petrol zenginliklerini sunmaya hazırlanmaktadır . Bu nedenle acilen Türk Petrol kurumu kurularak , büyük petrol şirketlerine karşı Türk halkının ulusal çıkarları ve Türk devletinin kazanılmış hakları savunulmalıdır .

Türk maliyesinin yabancı ülke vatandaşlarına teslim edildiği bir aşamada Türkiye dışa karşı bir yarı sömürge ülke görünümü vermektedir . İngiliz , Amerikan ya da Alman vatandaşı konumundaki uzmanların Türkiye’nin bütçesi ve mali yapılanması ile yakından ilgilendiği bu aşamada Türkiye Cumhuriyeti yeniden Düyunu Umumiye günlerine geri döndürülmektedir . Dünya Bankası ve İMF uzmanlarının siyasal kadrolara getirildiği bu yarı sömürge düzeninde ,Türk ekonomisinin geleceği Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda değil ama küresel emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yönlendirilmektedir . Tam bu aşamada yabancı devlet vatandaşlarının Türk maliyesi ve ekonomisi üzerinde etkin olmaya başlamaları da, Türkiye’nin bir sömürge düzenine dönüştürüldüğünü açıkça kanıtlamaktadır . Dünyada %1 lik aşırı zengin kesimine karşılık %99 luk dışlanmış yoksul halk kitlelerini karşı karşıya getiren küresel sömürge düzeninden kurtulabilmek için , öncelikle Türkiye’nin Ankara merkezli üniversitelerden yetişen ulusal bakış açısına sahip olan gerçek anlamda milli yönetici kadrolara ihtiyacı bulunmaktadır . Türkiye gibi bir ülkenin maliyesi yabancılara teslim edildiği noktada o ülke artık dışarıdan yönetilen bir sömürge konumuna gelmiştir . Şimdiye kadar çeşitli örnekleri ile kanıtlanan ve Osmanlı İmparatorluğunun batırılış sürecinde de ortaya çıkan bu durumun bir an önce sona erdirilmesi için Türkiye’nin acilen bir milli iktidara ihtiyacı bulunmaktadır.

Bağımsız bir ülkenin bütçesi ulusal gelir kaynakları ile yapılır . Ne var ki , Türkiye’de son yıllarda kaynağı belirsiz sıcak paranın sürekli olarak Türkiye’ye körfez ülkeleri üzerinden sokulması ile Türk devleti hem gelir kaynaklarını hem de harcama kalemlerini iyice şaşırmış bir duruma gelmiştir . Bu nedenle denk bütçe bir türlü yapılamamakta ve böylesine dengesiz koşullarda cari açık giderek her geçen gün tırmanmaktadır . Bir devletin iflasını çoktan gündeme getirecek düzeyde bir cari açık giderek artarken , hala Türk ekonomisinin yürütülmesi kaynağı belirsiz sıcak para ile sağlanabilmektedir . Tamamen siyasal çıkarlar ve hesaplara dayalı bir biçimde gündeme getirilen kaynağı belirsiz sıcak para uygulamaları Türkiye’nin mali düzenini temelden bozduğu gibi giderek artan cari açıklar da emperyalist güçlere istedikleri anda ekonomik kriz çıkararak Türk devletini çökertme olanağını vermektedir . Bu durumda yarını belli olmayan bir ülkede Türkler kendi ekonomilerini yürütme sorunu ile baş başa kalmış durumdadırlar . Türkiye’nin bu çok tehlikeli durumdan bir an önce hızla kurtulabilmesi için tıpkı Kuvayı Milliye günlerinde olduğu gibi gerçek milli bir iktidara ihtiyacı vardır .

Tam bağımsız bir Türkiye Cumhuriyeti için Türkiye’nin maliye ve ekonomisinin yeniden milli güçlerin denetimi altında Türk devletinin kontrolu altına girmesi gerekmektedir . Bu doğrultuda Türk uzmanları tarafından hazırlanacak bir milli ekonomi modelinin öncelikli olarak uygulamaya başlanmasında zorunluluk vardır . Bazı ekonomi bilmeyen ilahiyatçılar tarafından hazırlanan göstermelik milli ekonomi modeli ile halk kitlelerini uyutmak yerine gerçek uzmanların hazırlayacağı bilimsel bir milli ekonomi programının ulusalcı bir iktidar tarafından devreye sokulmasında acil bir kamu yararı bulunmaktadır . Yıllarca batılı ekonomik merkezler tarafından yönlendirilen Türk ekonomisinde sermaye birikimi düşüncesiyle özel sektörden doğru dürüst vergi alınmamış ve bütçenin büyük yükü dolaylı vergiler üzerinden yoksul Türk halkının üzerine yıkılmıştır . Devlet desteği , teşvikler ve vergi ödememe yolu ile büyüyen Türk şirketleri devletin yanında yer alarak ülke gereksinmeleri doğrultusunda yatırım yapacaklarına , küresel sermaye ile ortaklıklara girerek dünya ekonomisi içinde kendilerine yer arayarak büyüme yolunu tercih etmişlerdir .Bir anlamda ülkesine ihanet eden sermaye milli olmaktan çıkarken , milli devletin küresel emperyalizmin baskıları ile çökertilmesine aracı olmuş ve Türkiye’nin yarı sömürgeleşmesi bu açıdan da desteklenmiştir . Bu durum dikkate alınarak , önümüzdeki dönemde sermayeden ve özel sektörden daha ciddi oranlarda vergi alacak bir programı uygulayacak mili ve cumhuriyetçi bir iktidarın iş başına gelmesi gerekmektedir . Vergi ödemeyen özel sektör yabancı sektör haline gelirken , milli ekonominin tasfiyesinde de aracı olarak kullanılmıştır .

Özel sektörün vergi ödememesi yüzünden bütçenin gelirlerini sağlayacak vergiler dolaylı yollardan Türk halkının omuzları üzerine yüklenmiştir . Türkiye’de her geçen gün geçim sıkıntılarının artmasının sebebi özel sektörün ve yabancı firmaların ödemesi gereken vergilerin halk kitlelerinden zamlar yolu ile alınmasıdır . Örnek olarak içkiye yapılan aşırı zamların, hem İslami politika gösterilerek siyasal destek toplamaya yardımcı olduğu ama aynı zamanda sahte içkilerin piyasadaki aşırı pahalılığı önlemek üzere devreye girmesi yüzünden yüzlerce insanın ölmesine giden yolları açtığı görülmüştür . Sınırlarının çevresi petrol dolu bir ülke olan Türkiye’de dünyanın en pahalı benzininin satılması da , bütçedeki vergi gelirlerindeki eksikliğin zamlar yolu ile yoksul halk kitlelerinin sırtına bindirildiğini göstermektedir . Bu gibi çarpıklıkların önlenmesi için geliştirilecek bir milli maliye programı aracılığı ile özel sektör kuruluşları doğru dürüst vergilendirilmeli ve uluslar arası tekelci firmalar ciddi vergi uygulamalarına bağlanarak açık bütçenin gelir kaynaklarının tamamlanması gerekmektedir . Büyük şirketlerin siyaseti finanse etmesi yolu ile işbaşına gelen siyasal kadroların arkasında hep büyük şirketler olduğu için ,halktan yana doğrudan vergilendirme değil ama şirketlerden yana dolaylı vergilendirme yollarına öncelik tanınmaktadır . Böylesine bir çarpıklık devam ettiği içindir ki , küreselleşme sürecinde %I aşırı zengin ile %99 yoksullaşan halk kitleleri karşı karşıya getirilmiştir . Bu durumu önleyecek bir ulusal vergi politikasının acilen uygulama alanına getirilmesi gerekmektedir . Adil vergilendirme ve hakça bölüşüm yeni vergi reformunun ana kuralı olmalıdır .

Ülke ekonomisinin piyasalar üzerinden denetimine son verilerek yeniden Türk halkının ulusal çıkarları doğrultusunda devlet merkezli bir uygulamaya geçilebilmesi için kamu sektörünün genişletilmesi gerekmektedir . Özelleştirmenin yabancılaştırma anlamına geldiği ve bu yoldan küresel şirketlerin ülke içlerine girerek emperyal bağımlılık ilişkilerini örgütlediği görüldüğü için , bu durumu önlemek üzere ülke gereksinmeleri doğrultusunda çeşitli alanlarda Kamu Ekonomik Kuruluşlarını yeniden oluşturacak bir milli kamu ekonomisi programına gerek vardır . Bu doğrultuda , milli ekonomiyi koruyacak biçimde bir Dış Ekonomi Bakanlığı kurularak , küresel şirketlerin yönlendirmelerini devlet adına karşılayacak ve ilişkilerin daha dengeli bir biçimde geliştirilmesine yardımcı olacak yeni bir yapılanmanın bir an önce başlatılması gerekmektedir . Bir dönem kurulmuş olan Dış Ekonomik ilişkiler Bakanlığı aracılığı ile geliştirilecek milli ekonomiyi koruma programları ,piyasa üzerinden gelebilecek dış ekonomik saldırılara karşı koyacak korunma metotlarının devreye sokulmasında yararlı olacaktır . Küresel ekonomik saldırılara karşı bütün bakanlıklar işbirliği yaparak ülke ekonomisini ayakta tutabilmeli ve beklenmedik ekonomik kriz senaryolarının önüne geçebilmelidir .

D- EĞİTİM VE KÜLTÜR
Eğitim ve kültür birbirine bağlı olan ve birbirini etkileyen iki alandır . Bu nedenle bir ulusal program da birlikte ele alınmalarında fayda bulunmaktadır . Türkiye’de hem eğitim hem de kültür herkesin el attığı ve bu yüzden de karma karışık bir duruma getirilen iki alandır . Aslında her ülkenin ve devletin kendi eğitimine ve kültürüne sahip çıkma ve bunları yeniden üretme hakkı doğal olarak vardır .Ne var ki , dünya film piyasasının % 90 nını kontrol eden Holywood başta olmak üzere batılı emperyal merkezler hem kendi kültürlerini hem de kendileri açısından yararlı buldukları eğitim programlarını , medya ve basın organları üzerinden dünya halklarına empoze etmekteler ve bazen da zorla bu programları devreye sokarak , dünya ülkelerini ciddi dayatmalar ile karşı karşıya bırakmaktadırlar .

Türkiye’nin batıya açılmasıyla birlikte cumhuriyetin kurucu kadrolarının temellerini atmış olduğu kamusal eğitim düzeni çökertilmiştir . İşin içine sermaye girdiği zaman , Türk devletinin ülkenin ulusal çıkarları doğrultusunda eğitim ve kültür alanlarını yönlendirmesi önlenmiş ve ortaya kamu ve özel karışımı bir kargaşa ortamı çıkmıştır . Cumhuriyetin bireyleri özgürleştirme ve bilinçli yurttaş yetiştirme yönünde yapılandırmayı hedeflediği milli eğitim sistemi iç ve dış baskılar ile çökertildiği için ,bugün Türkiye’de tutarlı bir eğitim ve kültür düzeninden söz edebilmek mümkün değildir . İsminde “Milli “ kavramı bulunan Milli Eğitim Bakanlığı küresel plan ve projelere angaje olarak son yıllarda Türkiye’yi dışırıdan yönlendirme programlarına eğitim alanında yönlenerek , Milli Eğitim yerine yabancı eğitim uygulamalarına alet olmuştur .İlerleyen teknolojinin çeşitli verilerini kullanan yabancı plan ve programlar, küreselleşme görünümünde uygulama alanına aktarılırken, milli eğitim ile ilgili bakanlık uygulama ve programlarına son verilerek eğitimden uzak tutulan milli kavramının geriletilmesi sağlandığı için , Türk milletinin gelecekteki kuşaklarını yetiştirecek bir milli yapılanma eğitim alanından dışlanmıştır .Bu nedenle , ulusal bir program aracılığı ile Milli Eğitim alanındaki Türk milletinin milli yapısına son veren küresel uygulamalara son verilmesi gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulmuştur . İmparatorluğun yıkılışından sonra bir ulusal kurtuluş savaşı veren Türk milleti ,savaş alanında emperyalizme karşı tam bir dayanışma içerisinde anti emperyalist bir mücadele vererek uluslaşmanın temel adımını atmıştır .Cumhuriyetin kuruluşu sırasında açılmış olan Millet mekteplerinde milli eğitime önem verilmiş, bu okullarda hem Türkçe hem Latin alfabesi hem de millet olmanın esasları Türk milletinin genç kuşaklarına öğretilmiştir . Cumhuriyeti ilan eden Kuvayı Milliye harekatı Türk milletinin geleceğini bir devlet çatısı altında kurumlaştırırken , Millet Mektepleri ile Türk milletinin uluslaşmasının ilk adımı tamamlanmıştır . Ne var ki , daha sonraki dönemlerde Millet Mekteplerinin çalışmaları engellenmiş ve dış baskılar ile , önce Millet Mektepleri daha sonra Halkevleri ve sonunda da Köy Enstitüleri kapatılmıştır .Orta çağ toplumundan çağdaş bir ulus ve cumhuriyet devleti çıkartan Kemalist devrim eğitim yolu ile kendisini geleceğe dönük üretmiş ve cumhuriyet eğitimi aracılığı ile cumhuriyetin genç kuşakları yetiştirilmiştir . Kuruluş dönemindeki eğitim çalışmaları ile Türk ulusunun doğuş aşaması tamamlanmıştır . Şimdi bu uluslaşma sürecinin tamamlanması gerekmektedir . Bu nedenle , Türk devletinin ikinci bir uluslaşma planını kararlı bir biçimde uygulama alanına getirmesi gerekmektedir .

Türk ulusunun uluslaşma sürecinin tamamlanabilmesi için , Kültür Bakanlığının adının Milli Kültür Bakanlığı olarak değiştirilmesinde ulusal yarar vardır . Cumhuriyet devletinde öncelik milli kültürün olduğu zaman hiçbir emperyalist güç milli devleti yıkabilecek bir toplumsal ortam bulamaz . Ama milli kültür yerine yabancı kültüre öncelik verilirse , sinema ve televizyonlar da % 90 oranında Amerikan ürünü filmler ve programlar yayınlanırsa , genç kuşakların kafası karıştırılmakta ve böylece uluslaşma sürecinin dışına genç kuşaklar çıkartılarak ulus devletlerin toplumsal tabanları silinmektedir . Bu nedenle , Kültür Bakanlığının adının değiştirilmesiyle birlikte bir Milli Kültür Programının da uygulamaya aktarılması zorunlu görünmektedir.

Türkiye’de cumhuriyet rejimi örgün eğitim kadar yaygın eğitime de özel bir yer vermiştir . Cumhuriyetin ilk yıllarında bir millet yaratma doğrultusunda Millet Mekteplerine öncelik verilirken , daha sonraki aşamada devlet yapısının halkçı bir tabana sahip olabilmesi doğrultusunda Halkevleri kurulmuş ve kısa zamanda beş binden fazla şubeye ulaşarak yurdun her köşesinde bir halk eğitimi merkezi oluşturulmuştur .. Hiçbir şeyin bulunmadığı Anadolu topraklarında bir çağdaş devrim yapılırken , ülke nüfusunun halkçı bir anlayış ile ele alınması sağlanmıştır . Yirminci yüzyılın ortalarına kadar sürdürülen Halkevleri çalışmaları ile Anadolu nüfus yapısının içinde bulunun etnik ve dinsel kökenler geride bırakılarak halkçılık anlayışı çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti için çağdaş bir halk yaratılmaya çalışılmıştır . ABD’nin bu bölgeye gelmesiyle birlikte Köy Enstitüleri ile birlikte kapatılan Halkevlerinin ortaya çıkardığı eksiklik daha sonraları dini cemaatların devreye sokulmasıyla , kuran kursları üzerinden Türk halkı yeniden ortaçağın ümmet toplumuna dönüştürülmeye çalışılmıştır . Bugün gelinen noktada Köy Enstitüleri ve Halkevleri kapatıldığı için Türk toplumu çağdaş bir cumhuriyet devletinin halkı olmaktan çıkmış , cemaatlar üzerinden bir orta çağ toplumu oluşumu yeniden gündeme getirilmiştir .Bu durumun önlenebilmesi için Halkevlerinin kanun yolu ile bir kamu kurumu olarak yeniden kurulması sağlanmalıdır . Ülkede etnik köken tartışmalarıyla ülkenin bölünmeye gitmesinin önlenebilmesi için kanun ile bir kamu kurumu olarak kurulacak Halkevlerinde , Türk halkı yeniden çağdaş cumhuriyet devletinin halkı olarak yetiştirilmelidir . Bu doğrultuda bütün vilayetlerde açılmış olan kültür merkezlerinin kanunla yeni kurulacak Halkevlerine devri gerçekleştirilmeli ve her Halkevi bulunduğu il ya da ilçede Türk halkını kaynaştıran eğitim ve kültür programları ile yeniden bir yaygın eğitim seferberliğinin merkezi konumuna getirilmelidir .

Halkevleri ile ilgili olarak yapılan değerlendirmelerin benzeri Köy Enstitüleri için de yapılabilir . İkinci dünya savaşının getirdiği içe kapanma dönemindeki durgunluğun aşılabilmesi ve kırsal kesim insanının geleceğe hazırlanarak ülkede topyekün bir tarımsal kalkınmanın gerçekleştirilebilmesi amacıyla kurulmuş bulunan Köy Enstitülerinde Anadolu’nun dört bir yanından seçilerek alınan öğrenciler iş içinde eğitim , eğitim içinde iş anlayışı doğrultusunda eğitilerek geleceğin toplumsal ve ekonomik önderleri olarak yetiştirilmeye çalışılmıştır .Amerikan emperyalizmi tarafından Türk toplumu din üzerinden teslim alınmaya çalışılırken , bu kurumlar komünist yuvası ilan edilerek kapatılmış ve böylece cumhuriyet rejiminin kırsal alana giderek köyü ve köylüyü uyandırması ve üretime geçerek canlandırması atılımları önlenmiştir . Bugün gelinen yeni aşamada tıpkı Halkevleri boşluğunun yarattığı olumsuzluklar gibi benzeri değerlendirmeler Köy Enstitülerinin kapatılmasıyla ilgili olarak yapılabilmektedir . Halkevleri ve Köy Enstitülerinin kapatılmalarıyla meydana gelen boşluklar , kuran kursları cemaat yapılanmaları ile doldurulduğu için Türk toplumu pozitif bilimsel çizgiden uzak bırakılmaya çalışılmıştır .Ne var ki , bugün ülkenin her köşesinde açılmış olan üniversitelerden yararlanılarak , Köy Enstitülerinden gelen boşluğun doldurulması doğrultusunda yeni çalışmalar yapılabilecektir . Özellikle kırsal kalkınmaya elverişli bölgelerdeki üniversitelerde açılacak benzeri enstitüler ya da meslek liseleri aracılığı ile yeniden geleceğin kırsal kesim önderlerinin buralardan yetiştirilmelerine öncelik verilmelidir . Köy Enstitüsü mezunlarının oluşturdukları dernek ve vakıflar aracılığı ile zamanında Köy Enstitüleri merkezi olan Hasanoğlan bölgesinde , cumhuriyetin halkçı eğitim birikimini bugünlere ulaştıracak bir Hasan Ali Yücel Üniversitesi devlet eli ile kurulmalıdır .

Küresel emperyalizm eğitim alanını devletin elinden alarak bir ticaret alanı olarak yeniden düzenleme çabası içindedir . Böylece devletin elindeki kamu okullarını elinden çıkarması ve eğitimin özelleştirilmesi görünümünde küresel şirketlerin ticaret alanı haline dönüştürülmesi ile ulus devletlerin kendi uluslarını yeniden üretecekleri bir sürecin önü kesilerek, ulus devletlerin tasfiyesi hedefi zorlanmaktadır. Bu nedenle, küresel emperyalizmin dümen suyunda eğitim yaparak Türkiye’nin sömürgeleştirilmesinin toplumsal tabanını oluşturmaya çalışan özel eğitim kurumlarının devletleştirilerek , anayasada var olan cumhuriyetin temel ilkeleri doğrultusunda hareket etmeleri sağlanmalıdır .

Eğitim alanının bir kamusal alan olduğunun öncelikle kabül edilmesi gereklidir . Bunun benimsenmesi sonrasında eğitimin parasız olması ve toplumun her kesiminden gelen gençlere aynı düzeyde etkin ve kaliteli eğitimin verilebilmesi sağlanmalıdır .Eğitimin parasız olabilmesi için devletin bu alanda bir altyapı örgütlenmesini tamamlaması gerekmektedir . Daha önceki yıllardan gelen özel eğitim kurumlarının kamulaştırılması ,anayasada güvence altına alınacak eğitim hakkının korunması doğrultusunda atılacak adımlar sonucunda gerçekleştirilmelidir .Eğitimin her alanda parasız olması bu alandaki hakların gerçekleştirilmesi açısından önem taşımaktadır .Devlet kendi kamusal alanını düzene koyarken , bir kamusal hak olan eğitim ve öğretim haklarının en üst düzeyde gerçekleştirilmesine öncelik verilmelidir .

Türkiye cumhuriyetinin en önemli özelliklerinden birisi de cumhuriyet eğitiminin birliğinin sağlanması olmuştur . Osmanlı İmparatorluğu döneminde devletin yapısı laik olmadığı için bütün cemaatlar ve tarikatlar kendi aralarında örgütlenerek cemaat mensuplarının eğitimlerini gerçekleştiriyorlardı . Bu nedenle , bir eğitim birliği yoktu . Cumhuriyet rejiminde ise ,Fransız devriminden geldiği gibi laik bir devlet kurulduğu için eskisi gibi cemaatların kendi okullarını açarak eğitim yapmalarına izin verilmiyordu. Yeni devlet bir ulus devlet olarak kurulduğu için toplumun uluslaşması doğrultusunda tek modele dayanan bir eğitim yapılanması hedefleniyordu .Bu doğrultuda eğitimin birliği anlamına gelen Tevhid-i Tedrisat kanunu çıkartılarak bütün toplumun devletin öncülüğünde tek tip eğitimden geçmesi isteniyordu . Laik bir devletin toplumsal tabanının da benzeri bir biçimde din dışı yapılandırılması gerekiyordu . Cumhuriyet devriminin felsefesini hayata geçiren ve ,toplumun bu alandaki gereksinmelerini karşılayan bir ulusal eğitim düzeni Türkiye cumhuriyetinin öncelikle gerçekleştirmeye çalıştığı bir amaçtı . Ne var ki , eğitim alanında özelleştirmelerin yapılması üzerine dini cemaatların kendi okullarını kurmalarının yolları dolaylı olarak açılmıştır . Bu yüzden bugün gelinen noktada , cumhuriyet rejiminin ilk olarak çıkarmış olduğu eğitimin birliği yasasına aykırı bir durum vardır . Böylesine çelişkili bir durumun bir an önce sona erdirilmesi ve yeniden eğitimin birliği yasası doğrultusunda cumhuriyet eğitimi çerçevesinde genç kuşakların ayırım gözetmeksizin eğitimlerini tamamlamaları sağlanmalıdır .

Atlantik emperyalizminin ve İsrail siyonizminin dünyanın merkezi alanında yayılan İslam coğrafyasında yeniden hegemonya kurma girişimleri sonucunda Türkiye’de son yıllarda gündeme getirilmiş olan dini esaslara uygun eğitim örgütlenmelerinin yeniden cumhuriyet rejiminin laik,ulusal ve çağdaş yapılanmasına uygun bir aşamaya getirilmesi için Atatürk döneminde olduğu gibi yeni bir aydınlanma seferberliğine gereksinme vardır . Kemalist devrimin getirmiş olduğu cumhuriyet düzenine uygun bir çizgide çağdaş eğitimin bilimsel esaslara dayanması ve modern dünyanın yapılanmasına paralel bir çizgide geliştirilmesi bugünkü cumhuriyet hükümetlerine düşen öncelikli bir görevdir . Cumhuriyet rejiminin varlığını koruyabilmesi ve geleceğe dönük yaşayabilmesi ancak , genç kuşakların cumhuriyet düzenine uygun bir eğitimden geçmesi ile mümkündür . İslam coğrafyasını ele geçirmeye yönelik strateji ve politikaların Türkiye’nin cumhuriyetçi eğitim düzenine zarar vermesine izin verilmemelidir .

Küresel sermayenin dünya imparatorluğunu hedeflediği bir aşamada ulus devletlerin varlığı tehlikeye girmektedir . Bu nedenle , ulus devletlerin varlıklarını geleceğe yönelik bir çizgide koruyabilmeleri için ulusal eğitime önem vermeleri gerekmektedir . Her yurttaşın temel hakkı olan eğitimin toplumun ve devletin ulusal çıkarları doğrultusunda ele alınarak düzenlenmesi gerekmektedir .Küresel sermayenin uluslar arası sömürü düzenine karşı çıkacak , uzaktan kumandalı saldırılara karşı dik durabilecek cumhuriyetçi nesillerin yetiştirilebilmesi için eğitimin kesinlikle ulusal olması gerekmektedir . Bir ülkenin ya da ulusun çıkarları doğrultusunda dünyaya bakılması ve ortaya çıkan yeni durumların bilimsel açıdan değerlendirilerek yeni kuşaklara bu doğrultularda ulusal bir eğitim birikiminin aktarılması gerekmektedir . Yabancı dil eğitimine dünyayı anlamak için ağırlık verilebilir ama yabancı dilde eğitim yaparak vatandaşların kendi milli dillerinden uzaklaştırılmaları kabül edilemeyecek bir durumdur . Ulusal eğitim milli dil ile yapılırken , dünyanın kavranabilmesi ve diğer ülkelerdeki gelişmelerin izlenebilmesi içinde iyi ve kaliteli bir çizgide yabancı dil eğitimi yapılabilmelidir . Sadece batı dillerinin değil ama dünya haritasında yer alan diğer büyük ve önemli ülkelerin dillerinin de eğitim sistemi içinde yer almaları ülke yararı açısından katkı sağlayacaktır .

Gelişmiş batı ülkelerinde görüldüğü gibi , yaşam boyu eğitim programlarının geliştirilebilmesi için her şehir ya da ilçede yaşam boyu eğitim merkezleri kurulmalıdır . Bu merkezlere değişik konularda eğitim görmek isteyen insanların istedikleri eğitimleri alabilmeleri için farklı programlar geliştirilebilmelidir . Gençlere olduğu gibi orta yaş kuşaklarına ya da emeklilik çağına gelmiş olan insanlara yönelik eğitim programlarına yaşam boyu eğitim anlayışı içerisinde yer verilebilmelidir . Üniversiteler ya da meslek okulları ile işbirliği yapılarak geliştirilecek değişik eğitim programları yaşam boyu eğitim merkezleri aracılığı ile her yerde ve alanda uygulanabilmelidir .

Yüksek öğretim düzeni yeniden ele alınarak bugün gelinen aşamadaki bilgi düzeyi doğrultusunda yeniden bir değerlendirme yapılmalıdır . Yüksek Öğretim Kurumunun kamu yararına ulusal eğitimi hedefleyen bir çizgide yeniden örgütlenebilmesi için ilgili yasalarda değişikliklere gidilmelidir . Ülkede her il merkezinde üniversite açılması tamamlanmış ve onlarca özel üniversite büyük şehirlerin çeşitli mahallerinde oluşturulmuştur . Her yere üniversite açılırken gençlerin ihtiyaçlarının karşılanmasına öncelik verilmiştir . Ne var ki , gerekenin üzerinde bir rakama ulaşan üniversite sayısında cemaatların rolü olduğu görülmüştür . Eğitimin birliği ilkesine aykırı bir biçimde cemaat üniversitelerinin açılması toplumun giderek laik devletten uzaklaşmasına neden olmuş ve bu doğrultuda cumhuriyetin eğitimde birlik ilkesi yasalara aykırı bir biçimde devre dışı bırakılmıştır . Üniversitelerin dışa açılmaları sağlanırken , eğitimin bir ticaret konusu olmasına izin verilmemeli ve asıl işin eğitim olduğu her zaman için hatırlanmalıdır . Üniversitelerde uzmanlaşmaya ağırlık verilmeli , yüksek lisans ve doktora eğitimi hakkı gelişmiş büyük üniversitelere tanınmalı ve her yeni açılan üniversitenin yüksek lisans ticaretine yönelmesi önlenmelidir . Ayrıca , yüksek öğretimde hoca eksikliğinin giderilebilmesi için , Ankara ‘da YÖK’e bağlı olarak görev yapacak bir Yüksek Öğretim Akademisi kurulmalı ve bu merkezde , Anadolu üniversitelerinin hoca ihtiyacını karşılayacak biçimde yüksek lisans ve doktora eğitimleri genç akademisyenlere verilmelidir .

Eğitimin yanı sıra kültür alanında da yeni bir atılıma ihtiyaç vardır . Kültür Bakanlığının yeniden ele alınarak düzenlenmesi Türk kültürünün gelişimi açısından zorunludur . Turizm’den ayrılacak Kültür Bakanlığının Türk kültür dünyasında reform yapacak düzeyde daha etkili bir örgütlenmeye kavuşturulması zorunludur . Türk Sanat Kurumu adı altında bir kamu kurumunun kurulması bakanlığı ortadan kaldıracak bir çizgide değil ama bakanlığın çalışmalarını tamamlayacak bir doğrultuda ı sağlanmalıdır . Ayrıca , telif hakları sorununun gelişmiş ülkelerde çözülmesi gibi bir adım atılmasıyla, Düşünce Hakları Kurumu adı altında yeni bir kamu oluşumu bir an önce tamamlanmalıdır . Türk Patent ofisinin kurulmasıyla patent hakları nasıl güvence altına alındıysa , Düşünce Hakları Kurumunun kurulmasıyla da telif hakları düzeni hukuki bir yapıya kavuşturulacak ve Türkiye’de böylece kültür eserlerindeki korsanlık bütünüyle önlenebilecektir . Ayrıca , yazarlar ,yayıncılar ile dağıtımcılar arasındaki meselelerin çözüme kavuşturulmasıyla birlikte , üretilen bütün kültür ve sanat eserlerinin okuyucu ya da izleyiciye ulaştırılabilmesi açısından resmi bir kamu kurumu olarak Yayın Dağıtım Kurumunun kurulması da , kültür alanındaki sorunların çözümü açısından yararlı olacaktır . Türk Dil Kurumu ile Türk Tarih kurumunun Atatürk’ün yadigarları olarak yeniden eski özgür statülerine kavuşmaları sağlanmalıdır . Atatürk Kurumu Dil ve Tarih Kurumlarının ayrılmasından sonra yeniden düzenlenerek , Türk dünyasına dönük çalışabilmesi için daha güçlü bir yapılanmaya dönüştürülmesi sağlanmalıdır .Türkiye Cumhuriyetinin çağdaş bir cumhuriyet rejimi olarak sahip olduğu birikimin bütün Türk dünyasına dönük yeni bir model yapılanma olabilmesi için , Atatürk Kurumu öncü olabilecek bir çizgide yeniden örgütlenmelidir .

Dünya tarihinin en önemli ülkelerinden birisi olan ,Türkiye topraklarında ilk çağlardan kalma çok büyük tarihi eserler ve önemli şehirlerin kalıntıları vardır .Bunların bir kısmı yüzyıllar boyunca toprak altında kaldığı için Türkiye Cumhuriyeti tarihi ve kültürel eser kaçakçılarının en çok aktif oldukları ülkelerin başında gelmektedir . Anadolu topraklarındaki tarihi eser zenginliğinin Avrupa kıtasının üç misli olduğu öne sürüldüğü için , Türkiye sınırları sürekli olarak tarihi ve kültürel eser kaçakçılığına alan olmaktadır .Bu durum dikkate alınarak , Akdeniz ülkelerinde görülen kültür polisi uygulamasının gündeme getirilmesi ve devletin Türk topraklarından yapılmakta olan tarihi ve kültürel eser kaçakçılığının, kültürel alan güvenlik örgütü oluşturulması sayesinde geride bırakması düşünülmelidir . Böylesine bir yeni güvenlik örgütünün aynı zamanda Turizm merkezleri için de devlet adına görev yapması da mümkün olabilecektir .

E- SAĞLIK VE SOSYAL GÜVENLİK
Küresel emperyalizm tıpkı eğitim alanında olduğu gibi doğal yapısı gereği bir kamusal alan olması gereken sağlık alanını da gerçeklere aykırı bir biçimde devletin elinden alarak özelleştirme görünümünde ticaret alanına dönüştürmeye yönelmiştir . Hayata gelen herkesin en doğal hakkı olan sağlık hakkının varlığını görmek istemeyen para babaları , sağlık alanını da kendi özel ticaret alanına dönüştürerek devletlerin kendi vatandaşlarına sağlamaya çalıştığı sağlık yardımlarını ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girmişlerdir . Amerikan ilaç şirketlerinin zamanla çok büyüyerek bütün sağlık sektörünü ellerine geçirmesinden sonra sağlık alanı bu tekelci şirketlerin elinde özel kazanç alanı olarak yeniden düzenlenmeye çalışılmıştır. Küresel şirketler içerisinde çok güçlü bir konuma gelen Amerikan ilaç tekellerinin saldırıları yüzünden , sağlık alanı insanların yaşam haklarını güvence altına aldıkları bir kamusal alan olmaktan çıkartılmaktadır . Öncelikle bu durumun önlenmesi ve daha sonra da sağlık ve yaşam haklarıına uygun bir çizgide sağlık alanının yeniden bir kamusal alan olarak düzenlenmesi gerekmektedir .

Küresel emperyalizmin temsilcisi olan ilaç firmaları ile yapılmış olan patent antlaşmaları büyük ilaç vurgunlarına neden olduğu için bunların öncelikle iptal edilmesi gerekmektedir . Piyasada var olan ilaçlara benzer ilaçların Türkiye’de üretilebilmesini sağlayarak Türk ilaç endüstrisinin gelişmesi de sağlanmalıdır . Ayrıca ,milli güvenliğin gereği olarak yıllardır piyasada var olan temel ilaçların ve bu doğrultuda kullanılan aşıların Türkiye’de üretilmeleri de sağlanmalı ve böylece sağlık alanındaki tekellerin ilaç üzerinden vurgun yapmalarının önüne geçilmelidir . Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslar arası sağlık kurumları ile işbirliği içerisinde çalışacak bir Türk Tıp Kurumu daha fazla zaman geçirmeden kurulmalıdır .

Küresel leşme programı çerçevesinde Türkiye’deki hastaneler ve sağlık düzeninde yapılan reform tam bir başarısızlık ile sonuçlanmıştır . Devlet hastanaleri ile birlikte üniversite hastanelerine de el konulurak bunların özelleştirilme görüntüsü altında Amerikan ilaç şirketlerinin kontrolu altındaki uluslar arası sağlık firmalarına devredilmeleri oyunu ortaya çıkınca , sağlık dünyasında büyük tepkiler gündeme gelmiş ve kapitalist sistemin istediği özelleştirilmiş sağlık düzeni kurmak üzere uzun süre işbaşında kalan bakan istifa ederek ayrılmak zorunda kalmıştır . Sağlık alanında özelleştirme amacıyla el konulan hastaneler ortada kalınca bu kez , Kamu Hastaneleri Birliği adı altında ne olduğu belli olmayan , başarısız özelleştirme programının ortaya çıkardığı sorunları aşmak üzere geçici olarak örgütlenen bir kurum halkın karşısına çıkartılmıştır . Üniversite hastanelerine de özelleştirme için el konulması Tıp alanındaki eğitim düzenini çökertirken , bakanlıkların elindeki hastanelerin de yeni kurulan bir kuruma devredilmesiyle de ortaya bir çok karışıklık yaratan sorun çıkmıştır . Küresel sermaye Türkiye’nin sağlık düzeni ile kendi çıkarları doğrultusunda oynarken uzaktan kumandalı bir biçimde oynarken , yoksul Türk vatandaşlarının hem sağlık hem de yaşam haklarını tehlikeye atacak kadar eski kamu düzenini bozmuştur . Bu durumun bir an önce düzeltilebilmesi için üniversite hastanelerinin yeniden rektörlüklere devredilerek tıp eğitim düzeninin yeniden kurulması gerekmektedir .

Kamu Hastaneleri Birliği bir kamu kurumu olarak kurulurken , sağlıkta özelleştirme girişimlerinin başarısız kalması ve eski düzenin çöküşü nedeniyle böylesine bir adım atılmıştır . Her bakanlığın ya da belediyenin kendi hastanesini kurması gibi bir süreçte , bunun dışında kalan kamu kurumlarını da düşünerek konunun kamusal alanda yeniden bir düzene kavuşturulabilmesi için Kamu Hastaneleri Birliği gündeme gelmiştir . Önceleri özelleştirmeler yüzünden geçici olarak ortaya çıkan bu birliğin zamanla kalıcı olacağı ortaya çıkmıştır . Sağlık alanında bütünüyle özelleştirmelerden vazgeçilmesiyle ortaya çıkan sağlık alanının kamusal bir yapılanma içerisinde düzenlenmesiyle Kamu Hastaneleri Birliği , devletin sağlık kamusal alanı ile ilgili temel örgütlenmesi olarak öne çıkmıştır . Üniversite hastanelerinin ihtiyaçları ise Yüksek Öğretim Kurulunun yeni aşamada oluşturacağı örgütlenme ile karşılanacaktır . Tıp eğitimi ile hastane hizmetleri arasındaki eşgüdümün yeni dönemde YÖK çatısı altında ilgili bir birim tarafından tamamlanmasına ,Sağlık Bakanlığının ilgili birimlerinin de katkıda bulunması gerekmektedir . Sağlıkta reformun , küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda değil ama insan haklarının en üst düzeyde geliştiği bir aşamada sağlık hakkı doğrultusunda olacağı yavaş yavaş ortaya çıkmaya başlamıştır . Gerçeklerin aşırı kazanç uğruna görmezden gelinmesiyle reform yapılamamış ,yeniden eskisi gibi bir kamusal alan düzenlenmesi gündeme gelmiştir .

Bütün insanların sağlıksız durumlardan kurtarılarak sağlık hakkı doğrultusunda gereken kamu hizmetlerine sahip olabilmeleri doğrultusunda devletin engelleri kaldıran bir yaklaşım içerisine girmesi gerekmektedir . İnsan sağlığının korunabilmesi için koruyucu hizmetlerin düzenli olarak yürütülmesi zorunludur . Sağlık hakkı öncelikle yaşama hakkını güvence altına alırken daha sonra da çalışma ve diğer hakların düzene konulmasında katkı sağlamıştır . Küreselleşme sürecinin getirmiş olduğu yeni liberal saldırılar karşısında sağlık hakkının temel alınması ve bu haktan yola çıkarak diğer benzeri hakların korunması gerekmektedir .

Yeterli bir sağlık reformu için devlet bütçesinin daha da genişletilmesine ihtiyaç bulunmaktadır . Varlıklı insanların bazı asgari düzeydeki masraflara katkısının sağlanması , sağlık hakkı ile ilgili olarak devletin altına girmiş olduğu harcama yükünün biraz olsun azaltılması içindir . İnsanlar en doğal hakları olan sağlık hizmetlerini alırken muhtaç durumdaki insanlara yeşil kart uygulamalarının en üst düzeyde yapılması gerekmektedir . Sağlık hizmetleri ucuzlatılırken , ilaç masraflarının karşılanmasında da devlet uygulamalarının genişletilmesi zorunlu görünmektedir . Üniversite hastanelerinde eğitim gören geleceğin hekim adaylarının masraflarının da bir kısmının devlet tarafından karşılanması sistemin güçlendirilmesine yardımcı olacaktır .

Koruyucu sağlık hizmetlerinin kişilere yönelik ya da çevreye yönelik olmak üzere iki başlık altında ele alınması ve zaman içerisinde gelişmelerinin sağlanması gerekmektedir . Kişilere yönelik koruyucu hizmetlerde sağlık eğitimi ,erken tanı,aile planlaması bağışıklık ve beslenmenin düzeltilmesi ile ilgili hizmetlerin bir bütünsellik içerisinde yürütülmesi gerekmektedir . Çevreye yönelik koruyucu hekimlik çalışmalarında da temiz suya ulaşma , tuvaletlerin düzeni ,barınak ve besin hijyenlerinin sağlanması ,erozyonların önüne geçilmesi ,ilk yardım ve acil tedavi hizmetleri ile hasta sevki hizmetlerinin belirli bir düzen çerçevesinde yönlendirilmesi gerekmektedir . Son yıllarda geliştirilen aile hekimliği kurumunun koruyucu hekimlik çizgisinde toplum hekimliği gibi geliştirilebilmesi ve ana – çocuk sağlığında daha etkin sonuçlar alabilmek için , sağlık alanındaki kamu hizmetlerinin yeniden düzenlenmesi gerekmektedir .

Tedavi edici sağlık hizmetlerinin daha da geliştirilerek en üst düzeyde örgütlenebilmesi için hem bölge hem de ihtisas hastanelerine gereksinme vardır . Ayrıca bütün büyük şehirlerde trafik hastanelerinin kurulması acil yardım ihtiyaçlarının karşılanabilmesi açısından gerekli görünmektedir . Temel sağlık hakkı doğrultusunda herkesin genel sağlık sigorta sistemine sahip olabilmesi için gereken önlemlerin alınması gerekmektedir . İlaç gereksinmelerinin karşılanmasında , yabancı şirketlerin hegemonyasının kırılabilmesi için Sağlık bakanlığının öncülüğünde bir ilaç endüstrisi programı uygulama alanına getirilmelidir . Toplumun daha sağlıklı bir duruma gelebilmesi için de halk sağlığı hizmetlerinin daha etkili bir biçimde yeniden düzenlenmesi gerekmektedir . Hasta hakları bildirisinin tam olarak uygulanabilmesi için bütün hastaneler de Sağlık bakanlığı denetçilerinin etkin çalışmaları gerçekleştirilmelidir . Böylece sağlık hizmetleri insan haklarına uygun olacaktır .

Sağlık alanında hizmetlerin yürütülmesi sırasında ortaya çıkan sorunların çözüme kavuşturulabilmesi için yüksek sağlık kurulu oluşturulmalı ve ülkede sağlık eğitimi ile sağlık sorunlarının izlenerek çözüme kavuşturulması için çalışmalar yapacak bir Ulusal Sağlık Akademisine gereksinme vardır . Akademi ,ulusal sağlık politikalarının geliştirilmesi ,her alanda sağlık hizmetlerinin yerine getirilmesini devlet adına izleyecek , sağlık eğitimini en üst düzeyde ele alınması doğrultusunda girişimlerde bulunacaktır .

Dünya nüfusunun artması , artan ihtiyaçların karşılanması doğrultusunda endüstri kirliliğinin artması ,her geçen gün dünyanın doğal yapısının zarar görmesi gibi gelişmeler insanlığın karşısına çevre sorununu yeni bir konu olarak çıkartmıştır . Doğal hayatın bir parçası olan insanlar yaşadıkları doğal çevre ile geçmişten gelen bir doğal bağlantıya sahipken ,bugün giderek artan çevre kirliliği yüzünden doğal ortam ile bağlantıları tehlikeye girmektedir . Enerji sorunun fosil yakıtlar üzerinden karşılanması , üretim yapan fabrikaların baca filtrelerinin tam olarak takılmaması , sanayi üretimini çok daha fazla kazanç elde etmek için artıran fabrikaların hukuk ve sınır tanımayan girişimleri ile birlikte büyük ülkelerin çevre kirliliğini görmezden gelmeleri insanlığın karşısına çok büyük bir çevre sorunu çıkarmıştır . Türkiye’de giderek çevre kirliliğine sürüklenirken bir çevre makro planının acilen devreye sokulması gerekmektedir .

Çevreyi kirletmeyen ürünlere vurulacak yeşil damga uygulamalarının genişletilmesiyle çevre koruma bilincinin artırılması sağlanmalı ve çevre ile ilgili kamu kurumlarının ,çevre kirliliği yaratan kuruluşlara karşı devlet desteği ile daha güçlü bir biçimde mücadele etmeleri sağlanmalıdır . Bütün fabrikaların ve kentlerin arıtma tesisleri kurmaları zorunlu tutulmalıdır . Batı ülkelerinde olduğu gibi çevre atıklarını yakacak tesisler kurarak kentlerin ısınma sorunları çözülmelidir . On katın üzerindeki büyük bina ya da toplu konut yapımını yasak getirilmeli , on kattan yukarı yapılan binaların on kata indirilmeleri belirli bir plan dahilinde yapılmalıdır . Yeşil alanların korunması çevre kuruluşlarının devrede bulunmaları sayesinde gerçekleştirilmelidir . Doğal hayatın korunmasında güvenlik güçlerinin de devreye girmesi sağlanmalıdır . Batı ülkelerindeki çevre polisi ve mahkemeleri uygulamalarına Türkiye’de de başlanmalıdır .

Sosyal güvenlik konusu , küreselleşme süreci sonrasında çok hızlı bir biçimde olumsuz noktalara gelmiştir . Yüksek teknolojinin uygulandığı fabrikalarda işçi sayısı onda bir oranına düşürülmüş ve bu yüzden çok büyük işçi kitlesi işsiz kalmıştır . İşsiz sayısının her geçen daha da büyümesi sonucunda sendikalar büyük miktarlarda üye kaybetmiş ve giderek cılız örgütler konumuna düşürülmüşlerdir . İşsizliğin en üst noktalara tırmandığı küresel emperyalizm döneminde sendikacılık bitme noktasına gelmiş ve bu yüzden de çalışan halk kitleleri işsiz yığınlara dönüşürken , sosyal güvenlik sorunları çığ gibi büyümüştür. Devletlerin sosyal güvenlik bakanlıkları ya da kurumları bu duruma karşı gereken önlemleri almaya çalışırken , Türkiye’deki sosyal güvenlik düzeninin seksen milyonluk nüfusun bütün gereksinmelerini karşılayamayacağı ortaya çıkmıştır . Bu durumda halk kitlelerinin sosyal güvenlik sorunlarının çözüme kavuşturulması ile ilgili yeni bir paket programın devreye konulması zorunluluk kazanmıştır .

Dünyanın gelir dağılımı en bozuk ülkelerinden birisinin Türkiye olması dikkate alınarak , devletin sosyal güvenlik hizmetlerine bu açıdan da önem vererek yaklaşması gerekmektedir . Açlık sınırında yaşayan orta tabakalar ile , işsizliğe mahkum edilen emekçi kitlelerin bütün sosyal giderlerinin devlet tarafından sırtlanması zorunlu hale gelmiştir . Gerçekci ekonomik paketlerle gelir dağılımı bozukluğunu gidermek sosyal güvenlik sorunlarının çözümü açısından bir başlangıç olacaktır . Kaçak işçi çalıştırarak kayıt dışı ekonomiyi besleyen özel kuruluşların cezalandırılması ile sosyal güvenlik alanında belirli bir ölçüde kamu düzeni sağlanabilecektir . Kalıcı bir sosyal güvenlik düzeninin örgütlenmesiyle toplum içinde sosyal barış kurulacak ve Türk toplumu ulus devletin sağladığı olanaklar ile daha fazla dayanışma içerisinde sorunlarına çözüm arayacaktır . Aktif nüfusun belirli sosyal standartlara kavuşturulmasıyla kamu düzenini sarsabilecek sosyal sorunların ortaya çıkması önlenebilecektir .

Sosyal güvenlik düzeninin yeniden oluşturulmasında bütün yükü devletin üstlenmemesi için , işçi ve memur sendikalarının güçlendirilmeleri gerekmektedir . Yeni çıkarılacak kanunlar ile işçi ve memur sendikalarına daha güçlü yapılanma olanakları tanınırsa sendika üyesi olarak çalışan kitlelerin sorunları daha kolay çözülebilecektir . Çalışan halk kitlelerinin yeniden sendikaların çatısı altında toplanabilmelerinin yolu açılırsa , küresel saldırının yaratmış olduğu yaralar daha hızlı bir biçimde sarılabilecektir . İşçi ve memur kitlelerinin sosyal güvenlik sorunlarının çözümünde sendikaların devrede olması daha güçlü bir yeni sistemin kurulmasına yardımcı olacaktır .Bu doğrultuda Avrupa Birliği çatısı altında getirilen bütün sosyal şartların ve hakların benzerlerinin Türkiye’de de uygulama alanına getirilmesinin desteklenmesi gerekmektedir .

Daha önceleri kurulmuş olan Ekonomik- Sosyal Konsey’in çalışmalarının yeniden düzenlenmesi ve bu kurulda işçi kesimi ile işverenlerin temsilcilerinin birlikte çalışarak ülke içinde öne çıkmış olan sosyal güvenlik sorunlarını hızla çözüme kavuşturmaları beklenmektedir . Sosyal Güvenlik Kurumunun çalışmalarını destekleyecek ve bu alandaki kamu hizmetlerine katkı sağlayacak bir doğrultuda yeni kurumsal yapıların geliştirilmesinde yarar vardır . Meslek kuruluşlarının sendikalar ile işbirliği yapması ve bütün çalışanları bir araya getirecek bir ulusal çalışanlar meclisinin kurulması , bu alandaki sorunların çözümünde halk kitleleri arasında dayanışma sağlanması açısından yararlı olacaktır .

Atatürk’ün cumhuriyeti emanet ettiği gençliğe Türkiye Cumhuriyetinin öncelikli olarak sahip çıkması gerekmektedir . Cumhuriyet yönetimi kendi gençliğine sahip çıkarsa, o zaman Türkiye Cumhuriyetini yarın yönetecek olan genç kuşaklar daha kaliteli bir ortamda ve yapılanmada göreve gelebilecektir . Devletin elindeki bütün olanakları Türk gençliğinin iyi bir düzeyde yetiştirilebilmesi için kullanması gerekmektedir . Korunmaya muhtaç gençler için değişik hizmetler örgütlenmeli ve bunlar için yeni merkezler kurularak diğer gençler ile aralarında eşitlik sağlanmalıdır . Gençlerin daha iyi yetişebilmeleri ve boş zamanlarında yararlı çalışmalar yapmalarını sağlayacak gençlik evlerinin bakanlık çatısı altında örgütlenmesi gerekmektedir . Türk gençliğinin sorunlarına sahip çıkacak ve bu doğrultuda çalışmalarını devletin ilgili kamu kurumları ile birlikte sürdürecek bir ulusal gençlik konseyinin kurulması gerekmektedir .Yurt düzeyinde gençlik festivalleri yapmak ve gençleri her tür spor ya da sosyal etkinlik olanakları getirecek yeni bir tür örgütlenme çalışması ,ulusal gençlik konseyi aracılığı ile yerine getirilmelidir .

Bir İslam ülkesi olan Türkiye’de kadının toplumdaki yeri her zaman için tartışma konusu olmaktadır .Geçim sıkıntılarının arttığı son dönemde evlilik içi kavgaların arttığı ve bu gibi çekişmeler yüzünden bir çok kadının hayatını kaybettiği görülmektedir . Bu gibi durumların önlenebilmesi için kadının siyasette , toplumda ve bürokraside konumunu güçlendirerek kadın çalışan sayısının artırılması gerekmektedir . Kadınlar da erkeklerin girdiği bütün okullara girerek onlar ile birlikte okuyabilmeli ve her alanda erkekler gibi yetişebilmelidirler . Kadınları erkeklere muhtaç durumdan kurtaracak düzeyde iş ve çalışma olanaklarına kavuşturmak gerekmektedir . Yasalar ve hukuk makamları önünde erkeklerle birlikte eşit koşullara sahip olan kadınların ,erkeklere karşı korunmaları ile de ilgili önlemlerin alınması zorunludur . Kadınların ahlak dışı yaşamlara sürüklenmemesi ve hayatlarını kaybetmemesi için kadın kuruluşlarının desteklenmesi gereklidir.Bir yandan aile mahkemeleri bir yandan da kadın sığınma evlerinin sayılarını artırmak gerekmektedir . Aile ve sosyal yardım bakanlığının Türkiye’nin aile ve kadın sorunlarının çözümünde Avrupa standartlarını Türkiye’ye getirecek yeni projelere yönelmesinde yarar vardır . Bakanlık ile eşgüdüm sağlayacak bir ölçüde yerel yönetimlerin de kendi bölgelerinde yaşayan kadınlar için sığınma evleri ve benzeri koruma kuruluşları oluşturmalarında da kamu yararı bulunmaktadır .

F- HUKUK VE DİN
Türkiye uluslar arası İslamcı bir anlayış ile millet olmaktan çıkarak yeniden orta çağ döneminde olduğu gibi ümmet toplumuna doğru dönüştürülmektedir . Böylesine önemli bir dönemecin tam ortasına gelindiği bir aşamada hukuk ve din alanlarının birlikte ele alınmalarında , ülkenin ulusal çıkarları açısından büyük yarar vardır . Din adına ortaya çıkanlar hukuk düzenini tehdit ederlerken , hukuk adına ortaya çıkanlar da laik devlet modelinin korunması doğrultusunda din alanını yeniden düzenlemeye çalışmaktadırlar . Hukukçular hukuk devleti içinde dinsel alanı yasal bir düzene kavuşturmaya çalışırken , din adamları ise hiçbir biçimde pozitif hukuku tanımaz bir çizgide hareket ederek , dinin getirmiş olduğu geleneksel adalet anlayışı içerisinde hak ve haksızlıklar ile ilgili sorunları çözmeye çalışmaktadırlar .Orta çağdaki dine dayalı kamu düzeni arayışı küresel emperyalizm tarafından desteklendiği için, Fransız devrimi sonrasında kurulmuş olan laik devlet düzeni ve çağdaş hukuk yapılanmasını din çevreleri bir türlü kabül edememektedirler .Bu durum dikkate alınarak hukuk ve din kesimlerinin temsilcilerinin bir araya gelerek barış içinde birlikte var olma olanaklarını bir büyük toplantı aracılığı ile araştırmaları gerekmektedir .

Anayasası olan her devlet gibi Türkiye Cumhuriyeti de bir anayasal devlettir ve anayasaya dayanan bir hukuk düzenin üzerinde kurulmuştur . Bu nedenle Türk devleti öncelikle bir hukuk devletidir ve her türlü işlemi kesinlikle hukuka dayanmak zorundadır . Anayasa ve yasalardan kaynaklanmayan hiçbir yetki kullanılamaz .Gene anayasa ve yasalara dayanmayan hiçbir işlem de geçerli olamaz . Devletin içinde yer alan bütün hukuk makamları bu iki esasa göre hareket etmek zorundadır . Ne var ki , uygulamada ise anayasanın her gün çiğnendiği , anayasa ve yasalara dayanmayan bir iş ve işlemin keyfi yaklaşımlar içerisinde gerçekleştirilmeye çalışıldığı görüldüğü için bu durumdan hem Türkiye cumhuriyeti devleti hem de ülkemizdeki hukuk devleti düzeni büyük zararlar görmektedir . Anayasa maddelerinin titizlikle uygulanması , her türlü iş ve işlemin anayasa ve yasalarda belirtilen kurallara uygun olarak yapılması hukuk devletinin gereğidir .Hal böyle olmasına rağmen , ülkede her gün hukuk dışı işlem ve eylemlerin birbiri ardı sıra öne çıkmaları karşısında hukuk makamları ve otoritelerinin bir araya gelerek ülkenin bütün kurumlarını ve herkesi hukuk devleti ilkesine uymaya davet etmeleri gerekmektedir .

Küreselleşmenin getirdiği yeni hukuk uygulamaları hukuk alanına yeni katkılar getireceğine başka handikaplar getirmiştir . Kamu denetçiliği kurumu , idari yargıya paralel bir yapılanma getirerek uygulamada düplikasyonlara yol açmıştır . Hakemlik uygulamaları ise , küreselleşme sürecinde karşı tarafı yabancı olan kesimlere yaramıştır . İsviçre’deki hakemlik merkezi küresel emperyalizmi meşrulaştırırken uluslar arası şirketlerin çıkarlarını ulus devletlere karşı koruyarak , bu durumdan ulus devletlerin zararlı çıkmalarına giden yolu açmıştır . Hakem davalarında kaybeden taraf hep devletler olmuş ,böylece ulus devletlerin tasfiyesi süreci hızlanmıştır . Ayrıca arabuluculuk uygulamaları da bir anlamda devletin resmi hukukunu devre dışı bırakan özel hakemlik kurumuna dönüşme eğilimi göstermiştir . Her üç yeni kurum , küresel emperyalizm tarafından desteklenerek bütün devletlere empoze edilirken , yerleşik devlet yapılarının üretmiş olduğu ulusal hukuk dışlanmış ve denetçi ,hakem ve de arabulucu kişiler üzerinden hukukun bireyselleştirilmesi sağlanmak istenmiştir .Hukuka bireyselleşmeyi getirerek ulus devletlerin hukuk yapılarına zarar veren bu üç kurumun bir an önce kaldırılarak ,ulus devlet hukukuna geri dönülmesi gerekmektedir .

Üst üste yeni kurulmuş bir partinin büyük çoğunluk ile işbaşına gelerek yürütme ve yasama güçlerini denetim altına almasından sonra , çağdaş cumhuriyet devletlerinin ve demokrasinin sigortası olan yargıyı da kendine bağlı kadrolar ile denetim altına almak istemesi üzerine, Türkiye’de hukuk devletinden parti devletine geçiş süreci yaşanmıştır . Daha önceleri iktidar partisi ile ortak hareket ederek devletin bütün güçlerine sızmış olan bir cemaatın bu aşamada iktidar partisi ile karşı karşıya gelmesi de Türkiye’de hem yargının tarafsızlığına hem de hukuk devleti düzenine ters düşmüştür . Bu durumda , Türkiye’de devletin parti denetiminden çıkarak yeniden hukuk devleti konumuna gelebilmesi için , kuvvetler ayrılığı sisteminin öncelikle yeniden ele alınarak daha geniş bir biçimde düzenlenmesi gerekmektedir . Türkiye önümüzdeki dönemde karşılaşacağı bir çok siyasi ve hukuki sorunu ve hatta şimdi yaşanan iktidar ile cemaat çekişmesini ancak güçlendirilmiş kuvvetler ayrılığı sistemi ile aşabilecektir . Böylesine bir yapılanmayı sağlayacak adımların atılabilmesi için bütün hukuk ve yargı organlarının temsilcilerinin bir araya geleceği Türkiye Adalet Platformu bir an önce kurulmalıdır . Ayrıca Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu ikiye ayrılarak , hakim ve savcıların ayrı kuruluşların çatısı altında birbirlerini denetlemeleri ortamı yaratılmalıdır .

İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken , Avrupa ulus devletleri din dışı bir laik düzen içinde örgütlendiği için , Türkiye’de de ulus devletin ilanı ile birlikte laiklik düzeni anayasal bir çerçevede kurulmuştur . İmparatorluk dönemindeki kozmopolit yapılanmadan ulusal bir üniter devlete geçiş gerçekleştirilmeye çalışılmış ve bu doğrultuda din işleri cemaatların elinden alınarak laik devlete verilmiştir . Türkiye cumhuriyeti de din işleri ile ilgili olarak bir uzman kuruluş statüsünde Diyanet İşleri Başkanlığını kurmuştur . Bu başkanlık aracılığı ile devletin ve milletin dini gereksinmeleri kamu hizmeti düzeyinde karşılanmaya çalışılmıştır . Ne var ki , ılımlı İslam uygulamaları küresel dönemde dıştan destekli olarak öne çıkınca , bunun üzerine Kemalist devrimin laiklik düzeni tartışılmaya başlanmıştır . Bir yandan Aleviler bu kurumun çatısı altında Sünniler gibi yer almaya çalışmış . diğer yandan da Musevi ve Hrıstıyan dinlerinin mensubu olan gayrimüslüm kesimler ,Vatikan ya da İsrail devletlerinin din işlerini dışarıdan yönetmelerine giden yolların açılmasını istemişlerdir . Osmanlı döneminden kalma gayrimüslüm vakıflarile okulların Hrıstıyan ve de Musevi cemaatların denetimine bırakılması talebi , cumhuriyet rejiminin geçen asrın başlarında getirmiş olduğu laik devlet sisteminden uzaklaşmaya neden olmuştur . Küresel emperyalizmin dinler arası diyalog anlayışı çerçevesinde bir İslam ülkesi olan Türkiye’de din işlerinin yeniden cemaatlara devri ile devletin bu işlerden çekilmesi talebi öne çıkmıştır . Türkiye’de hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin ,hem Sünnilerin hem de Alevilerin yaşaması din ve mezhep çekişmelerine neden olduğu için , cumhuriyetin kurucuları laik devlet düzeni içerisinde sorunu çözmek istemişlerdir . Ne var ki ,Atlantik emperyalizmi ile İsrail siyonizminin İslam coğrafyasını ılımlı İslam modeli ile yönetmek istemeleri yüzünden, Türkiye’de ki laik devlet modeli değiştirilmek istenmektedir . Anayasada her Türk vatandaşına din,inanç ve vicdan özgürlüğünün tanınmasıyla aslında cumhuriyet rejimi sorunu çözmüştür . Bugün gelinen aşamada Diyanet İşleri Başkanlığının kaldırılarak din işlerinin yeniden cemaatlara bırakılması, laik devletin geleceği açısından düşünülemeyecek bir girişimdir . Bu nedenle , Diyanet İşleri Başkanlığı ile ilgili kanun yeniden düzenlenerek bu kurumun çatısı altında Dinler Yüksek Kurulu ile Mezhepler Yüksek kurulu gibi iki ayrı yüksek kurulun getirilmesi ve bu organlarda dinler ile mezheplerin ayrı ayrı temsilcilerinin katılması, ülkede yaşanmakta olan çekişme ve çatışmaların aşılması açısından yararlı olacaktır . Komşu ülkelerde var olan mezhepleri yakınlaştırma kurumları gibi kuruluşlar Diyanet İşleri Başkanlığı varken ayrıca kurulamaz ama Diyanet kurumunun çatısı altında bütün din ve mezheplerin temsilcilerinin bir araya gelerek din ve mezhep konularını tartışabilecekleri yüksek kurulların oluşturulması ile bu alana da demokrasi gelecek ve cumhuriyetin çatısı altında bir diyalog ortamı kurulabilecektir . Avrupa’da iki bin yıl boyunca yaşanan din ve mezhep kavgalarının Orta Doğu’ya taşınması, üçüncü dünya savaşı tehlikesi nedeniyle kesinlikle önlenmelidir .

SONUÇ:
21. YÜZ YILDA YEPYENİ BİR CUMHURİYET İÇİN HODRİ MEYDAN