25 Eylül 2021 Cumartesi

ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN BUGÜNKÜ MİSYONU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ATATÜRKÇÜ DÜŞÜNCE DERNEĞİ’NİN BUGÜNKÜ MİSYONU

                                                          

      Türkiye’nin en büyük demokratik kitle kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği yaz aylarında yapmış olduğu son genel kurul toplantısında Türk kamuoyunun güncel tartışma konuları içine girdi. Hemen her hafta Türkiye’de Atatürkçülük ve Atatürkçü Düşünce Derneği ile ilgili bir televizyon programı ulusal ya da yerel televizyon kanallarında yer almakta, ayrıca yazılı basında da ADD ile ilgili haber ve yorumlara giderek daha sık rastlanmaktadır. Ülkemizde Atatürk ve Atatürkçülük konuları gündeme geldi mi, en büyük Atatürkçü kuruluş olarak Atatürkçü Düşünce Derneği akla gelmekte ve herkes bu derneğin ne yaptığını, bu kadar büyük ve güçlü bir kuruluşun nereye gittiğini ister istemez sormaktadır. Böylesi bir durumu normal karşılamak ve bir anlamda da gelecek açısından olumlu görmek gerekir; çünkü hala Türk kamuoyunda Atatürk ve Atatürkçülük tartışılmakta, Türkiye’nin bu alandaki ulusal kuruluşu olan Atatürkçü Düşünce Derneği’nden Türk halkı çok şey beklemektedir.

       Atatürkçü Düşünce Derneği, son ara rejimin olumsuz koşullarında ülkenin önde gelen Atatürkçü bilim ve düşünce adamları tarafından kurulmuştur. Böylesine bir örgütlenmeye belirli kesimler karşı çıkmışlar, ülkede devlet ve ordu Atatürkçü olduğu sürece kitlesel bir örgütlenmeye gerek olmadığını ileri sürmüşlerdir. Buna karşı kurucular, devletin ve ordunun Atatürkçü olmasının Atatürk Cumhuriyetinin geleceği açısından yeterli olamayacağını, devletin ve ordunun başına Atatürk ilkelerine ters düşen yöneticilerin gelebileceğini ve bu nedenle artık Atatürkçülüğü halka ve ulusa mal etmek gerektiğini öne sürerek yollarına devam etmişlerdir. Yaklaşık yirmi yıl önce başlayan kuruluş çalışmaları üç yıllık bir ön hazırlık sonucunda tamamlanmış ve 1990’lı yıllara girerken Türkiye’nin Atatürkçüleri kendi kitle örgütleri ile demokrasi sahnesinde yerlerini almışlardır. Herkes kendi doğrultusunda örgütlenirken, Atatürkçüler de boş durmayarak bu doğrultuda örgütlendiler ve ulusal bir çizgide yerlerini aldılar. Ülkede demokrasi gelişirken ve değişik düşünceler yeni örgütlerle bu platformda yerlerini alırken, Atatürkçü Düşünce’nin de ulusal ve demokratik bir örgütlenme ile toplumsal alandaki örgütlenmesini normal karşılamak gerekirdi.

       Atatürkçülük tarihin belli bir döneminde Türkiye’de ortaya çıkan bir düşünce ve siyaset akımıdır. Atatürk’ün kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet modeli, diğer devletlerden çok farklı olduğu ve Türkiye’nin özelliklerine uygun olduğu için, ülkemizdeki devlet modelinin Atatürk modeli olduğunu öncelikle belirlemek gerekir. Çok uluslu büyük bir imparatorluğun altı yüz yıllık bir egemenlikten sonra yıkılmasıyla ortaya çıkan alanda, birçok küçük devlet ulusal yapıda kurulmuş ve en son geride kalan Anadolu yarımadasında yaşayanlar, emperyalist ordulara teslim olmamak üzere bir var olma savaşına sürüklenmişler, daha sonra da ulusal kurtuluş savaşını zaferle sonuçlandırarak bağımsız Türk devletine giden yolu açmışlardır. Atatürk, böylesine büyük bir kurtuluş savaşının önderi ve başarıya ulaşmış komutanı olarak Türk ulusundan aldığı yetki ile Türkiye Cumhuriyeti’ni bir ulusal devlet olarak kurmuştur. Bu nedenle de ulusal kurtuluş savaşı sırasında dünya siyaset arenasına bir çağdaş ulus olarak ortaya çıkan Türk ulusunun önderi olmuştur. Atatürk’ün kurduğu Türk devletinin eşit ve özgür vatandaşı olarak yaşayan Türkler daha sonraları atalarının izinden gitmişler ve böylece Atatürkçülük bir siyasal akım olarak Türk siyaset sahnesinde öne çıkmıştır. Atatürk yaşarken Ata’sına sahip çıkan Türk ulusu, O’nun yitirilmesinden sonra, Ata’larının izinden giderek Atatürkçü olmuştur.

          Cumhuriyetin kurulmasından sonra, Atatürk batı tipi bir demokrasiyi ülkeye getirebilmek için çok çaba göstermiş, kendisi iş başındayken arkadaşlarının ikinci siyasal partiyi oluşturma denemelerini açıkça desteklemiştir. Ne var ki, Ata’nın böylesine olumlu tavrını Cumhuriyet düşmanları zayıflık olarak algılamışlar ve fırsattan istifade ederek Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı siyasal eylemlere kalkışmışlardır. Bu nedenle, Türkiye’nin demokrasiye geçişi uzun süreli olmuş ve ancak ikinci dünya savaşı sonrasında koşullar uygun bir aşamaya gelmiştir. Demokrasiye geçilmesiyle beraber hem Cumhuriyet düşmanı hem de batı işbirlikçisi mandacı akımlar hızla öne geçmiş ve Atatürk’ün çağdaş Cumhuriyetinin kurulu bulunduğu Misak-ı Milli sınırları içinde dinci-şeriatçı devletler ile, batı emperyalizminin güdümünde mandacı ya da etnik eyaletçi yeni siyasal yapılanmalar tartışma konusu olarak gündeme getirilmiştir. Cumhuriyeti kuran ulusal kurtuluş savaş sırasındaki ortak rızanın demokrasi sürecinde yavaş yavaş ortadan kalktığı, emperyalist güçlerin bu bölgeye egemen olabilmek için alt kimlikleri ve bölücü akımları desteklediği görülmüştür. Osmanlı İmparatorluğunun merkez ülkesi üzerinde, dinci ya da etnikçi yeni manda yönetimleri oluşturmak isteyen Cumhuriyet düşmanı akımlar batı emperyalizmi tarafından desteklenmişler ve Atatürk’ün çağdaş ve tam bağımsız Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmek için kullanılmışlardır.

        Cumhuriyetin ilk yıllarında ve İkinci Dünya Savaşı sırasında bir Atatürkçü örgütlenmeye gereksinim duyulmamıştır; çünkü o dönemde Atatürk’ün partisi devleti ve Cumhuriyeti kuran siyasal örgüt olarak iktidardadır. İkinci Dünya Savaşı sonrasında demokrasiye geçilmesiyle birlikte Cumhuriyet ve Atatürk karşıtı örgütlenme başlamış ve çeşitli siyasal partiler aracılığıyla ülkenin gidişinde etkin olmağa çalışılmıştır. Yüzyılın tam ortasında yapılan bir genel seçimle iktidar el değiştirmiş, toprak burjuvazisinin önderliğinde kurulan yeni muhalefet partisi iktidara gelmiştir. O dönemin kırsal kesiminde etkin olan cemaatçi ve dinci yapılanmalar, Atatürk devrimlerine karşıt çizgide öne çıkmışlar ve yeni iktidarı anti cumhuriyetçi bir çizgide yönlendirmişlerdir. Atatürk’ün partisi o dönemin koşullarında Cumhuriyetin sahibi olarak tepki göstermiş ve olaylar on yıllık bir tırmanma sürecinden sonra bir askeri dönem ile Türkiye karşılaşmıştır. Batı dünyasının dışındaki bir ülkede ilk kez batı tipi bir demokrasi deneyimi Atatürk devrimleri ile başarıya ulaştırılmağa çalışılırken, hilafet ve saltanat özlemi içindeki gerici kesimlerin Cumhuriyet Türkiye’sinin çağdaş uygarlık yolunda önünü kesmeğe çalıştıkları görülmüştür. Yarım kalan Atatürk devrimlerini tamamlamak üzere iş başına gelen askeri yönetim o dönemin koşullarında çok ileri düzeyde sayılabilecek bir anayasayı Türk ulusuna kazandırarak yeniden demokrasiye geçilmesini kısa sürede sağlamıştır.

        On yıllık bir demokrasi deneyiminin askeri bir dönemle karşılaşmasından ders çıkarmak isteyen Türk devleti ve ulusu yeniden demokrasiye yönelerek çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olabilmek için yoğun bir mücadele dönemine girmiştir. Ne var ki, ikinci kez demokrasiye dönülmesiyle beraber Türkiye’nin başına batı ülkelerinde yetiştirilmiş siyasetçilerin gelmesi ile, ülkede batı bloğunun etkisi fazlasıyla artmıştır. Soğuk savaş döneminin koşullarında giderek artan Sovyet tehdidi Türkiye Cumhuriyeti’nin tarafsız çizgiden batı bloğuna doğru kaymasına yol açmış ve Türkiye batı ittifakının güvenlik örgütünün içine üye olarak girmiştir. Bu örgütün içine girilmesiyle beraber, batı emperyalizminin hegemonya örgütü konumundaki bu askeri örgüt de Türkiye’nin içine girmiş, askeri örgütlenme ile beraber sivil örgütlenme paralel düzeyde gelişmiş ve batı bloğunun temsilcisi ya da işbirlikçisi kadrolar Türk siyaset sahnesinde öne çıkmışlar, bunlara bağımlı alt kadrolar da Türk devletinin üst kademelerine getirilerek, Türkiye batıdan yönetilen bir ülke konumuna indirgenmiştir. Ülkede batı etkisinin daha da artması için terör de bir koz olarak kullanılmış, batılı gizli servisler aracılığı ile terör tırmandırılarak, müdahale gerekçesi yaratılmıştır. Müdahale ortamları gündeme getirilerek her on yılda bir askeri yönetim devreye sokulmuştur. Batının etkisini artıran her askeri müdahale Atatürkçülük adına yapılmıştır.

        Demokrasi görünümünde batıya bağımlılığın giderek arttığı yeni dönemde bir Eisonhower burslusu yedi kez başbakan olabilmiş, bir Rockafeller burslusu ise yarım yüzyıla yakın bir süre büyük bir dış destekle Türk solunun başında kalabilmiştir. Türk demokrasisi Eisonhower ve Rockafeller kıskacına girince Atatürk’ün Cumhuriyeti bağımsızlığını yitirmiş, batı emperyalizminin dünyanın merkezindeki askeri üssü konumuna sürüklenmiştir. Böylesine bir bağımlılık sürecinin, hem ülke devlet bağımsızlığını ortadan kaldırdığı hem de ülkenin Atatürk çizgisi ve devrimlerinden hızla uzaklaşan bir doğrultuya kaydırıldığını Atatürkçüler görmeye başlamışlardır. Özellikle, soğuk savaşın son askeri döneminin tamamen küresel güçlerce Türkiye’nin karşısına çıkarılması, bütün Atatürkçüleri endişeye sürüklemiştir. Askeri dönemin önderi, laiklik adına konuşmalar yaparken ayetler okumaya başlamış, ülkenin her yerinde Atatürk heykelleri yaparken, O’nun ilkelerinden önemli ödünler verilmiş, küreselleşme öncesi dönemde Türkiye’nin daha fazla batının denetimine girmesine giden yol açılmıştır. Askeri dönem, üniversitelerde tasfiyeler yapmış, gerçek Atatürkçü kadroları iş başından uzaklaştırmış, batının sömürgesi olmayı doğal gören bir tutumla Türk devletinin Atatürk çizgisinden giderek uzaklaşmasına neden olmuştur.

        Devletin yayın kuruluşlarında Atatürk’e hakarete varacak düzeyde ağır konuşmalar yapılınca, üniversitelerde çağdaş giyimin ötesinde bir başörtüsü sorunu ortaya çıkınca, siyasi kadrolar Atatürk devrimlerine karşıt bir çizgide emperyalizm ve gericiliğin hizmetine girince, Türkiye’nin Atatürkçü kadroları kuşkuya kapılmış ve uzun süren bir hazırlığın sonucunda Atatürkçü Düşünce Derneği’ni kurmuşlardır. Son ara dönemin koşullarında, Atatürkçülüğün rayından saptırılmasına tepki olarak gündeme gelen bu örgütlenme tamamlandığı sırada SSCB dağılmış Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kurucu kadrosu farklı bir ortam ile karşı karşıya kalmıştır. Ülkenin iç koşullarında anti-Atatürkçü girişimlerle mücadele etmek üzere kurulan Atatürkçü Düşünce Derneği, kuruluşundan hemen bir ay sonra kurucu genel başkanını menfur bir saldırı sonucunda yitirmiştir. Kuruluşu yurdun her yanında büyük bir umutla karşılanan Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kuruluşundan bir ay sonra genel başkanını yitirmesi halkta bir korku ve panik yaratmış, derneğin kurulması ülkenin her köşesinde umutla karşılanmasına rağmen dernek o dönemin koşullarında fazla gelişememiştir. İlk üç yıl on beş şube ile yetinmek zorunda kalan Atatürkçü Düşünce Derneği daha sonraki dönemde yeni bir yönetime kavuşunca, hızla üç yüz şubeli bir demokratik kitle kuruluşu konumuna gelmesinden sonra korku ve kuşkuya kapılarak, kendi adamlarını derneğin çatısı altına sokmuşlar ve bunlar aracılığı  ile derneğin içini karıştırarak Atatürkçüleri içi dönük bir mücadeleye yönlendirmişler ve böylece ülkedeki Atatürkçü potansiyelin güçlü bir biçimde Türkiye platformunda öne geçmesine izin vermemişlerdir. Hırsı aklından öne geçen bazı Atatürkçülere siyasal çıkar vaatlerinde bulunarak bunları öne sürmüşler ve sonunda Atatürkçü Düşünce Derneği’nin uzun süreli bir iç karışıklık dönemine sürüklenmesini başarmışlardır. Kendisine siyasal ikbal arayan bazı muhterisler, derneğin potansiyelini bir siyasal partiye dönüştürerek şanslarını denemişler; ama başarılı olamamışlardır. Bu tür siyasal girişimler Atatürkçü Düşünce Derneği’ne zarar vermiş; ama dernek kurucularının özverili çabalarıyla bu çekişme dönemi geride bırakılmıştır. Ne var ki, ülkenin İslami potansiyeline karşı, Atatürkçülüğü askeri dönemlerde kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak isteyen gayrimüslim lobiler ve emperyal sermayenin taşeronluğunu kabul etmiş olan işbirlikçi sermaye çevreleri yeniden mütareke döneminin koşullarına dönen İstanbul üzerinden oluşturdukları kadro ve hareketlerle Atatürkçü Düşünce Derneği’nin kaderinde etkili olmağa çalışmışlardır. Bu tür çabalarında Yeni Bizans projesine yönelen yeni mütareke İstanbul’u zaman zaman başarılı olmuştur; ama Kuvayı Milliye Ankara’sı ile Anadolu halkının anti- emperyalist dayanışmasını yıkamamışlardır. Son on yıldır, Atatürkçü Düşünce Derneği kongrelerinde, mütareke İstanbul’u ile Kuvayı Milliye Ankara’sı arasında ciddi çekişmeler yaşanmış ve bu çekişme örgütün tabanına da yayıldığı için Atatürkçüler sürekli bir canlılık içinde olmuşlardır. Atatürkçü Düşünce Derneği’nin içini karıştırmak, kendilerine bağlı kadrolar ile işbirlikçi çizgide yönetmek isteyen mandacı kesimler kendiliğinden bir çekişme yaratarak ülke tabanında Atatürkçü kesimlerin sürekli uyanık ve canlı kalmalarına neden olmuşlardır. Her olumsuz girişimin bir hayırlı sonucu olması gibi, günümüzdeki canlı ve hareketli Atatürkçü bir taban, varlığını mandacı kesimlerin emperyalizm güdümündeki işbirlikçi girişimlerine borçludur. Bu tür girişimlere gösterilen tepkiler ülkede Atatürkçülüğün bir ulusal tepki ve refleks olarak yeniden yükselmesine katkıda bulunmuşlardır.

        Yirmi birinci yüzyılın başlarında ülke genelinde Atatürkçü Düşünce Derneği’nin şube sayısı altı yüze yaklaşmış ve bu şubelerde de iki yüz bine yakın üye tabanı oluşmuştur. Derneğin kuruluşunu ve büyümesini engelleyemeyen emperyalist merkezler bu kez Atatürkçü Düşünce Derneği’ni yakın izlemeye almışlar ve emperyal sermayenin güdümündeki basın aracılığı ile ADD ve Atatürkçülerin aleyhine ciddi yayın etkinlikleri göstermişlerdir. Küresel sermayenin taşeronluğunu kabul eden sermaye çevrelerinin güdümündeki basın ile gene yurtdışından yönlendirilen dinci basın sürekli olarak ADD ve Atatürkçülerle uğraşarak Türk halkının gözünden Atatürkçülüğü düşürmeye çalışmışlar, emperyalizmin istediği cemaatçi ve etnikçi düşünceleri yayarak Atatürkçülerin ulusalcılığını mahkum edebilmenin yollarını aramışlardır.

           Siyaset sahnesindeki partilerde Atatürkçü kadroların dışlanması, özellikle Atatürk’ün partisinin okyanus ötesinden yönetilir bir duruma gelmesi, neoliberal işbirlikçi çizgiye kaymış göstermelik bir sosyal demokrasinin Kemalizm’in yerine ikame edilmek istenmesi, milliyetçi parti ve kuruluşların bile batı emperyalizmine karşı teslimiyetçi bir tutum içinde bulunmaları karşısında, Türkiye’nin genel gidişinden rahatsızlık duyan vatanseverler, ulusalcılar ve milliyetçiler ADD çatısı altında toplanmağa başlamışlardır. Bir siyasal parti olmamasına rağmen, var olan partilerden daha etkili bir konuma gelen ADD’nin giderek büyümesi ve Türk halkının geleceğe dönük arayışlarında bir umut ışığı olması noktasında, birçok siyasal parti ADD ile yakından ilgilenmeye başlamıştır. Atatürkçülüğü aile hatırası gibi duvara astığını söyleyen Atatürk’ün partisi ADD’yi uzaktan kontrol altına alabilmenin yollarını ararken, bazı küçük ve marjinal partiler Atatürkçü taban üzerinde etkin olmak ve bu tabanı kendi yanına çekebilmek için ADD şubelerini ele geçirmenin çabasına girmişler,ayrıca İslami kesimlerin giderek siyasallaşmasına karşı gene ara rejim arayışına giren bazı gayrimüslim çevreler işbirlikçi taşeron sermaye de gene bir ara rejimi Atatürkçülük adına iş başına getirebilmek için dernek yönetimini eline geçirebilmenin kavgasını bütün bu kesimler birbirleriyle mücadele ederek yapmışlardır. Bu durum, ADD örgütü ve tabanına canlılık getirirken, çok yararlı olmuş; ama dernek dışı kesimlerin ADD’ye el atmaları zaman içinde Atatürkçü potansiyelin yeniden bir iç kavgaya sürüklenmesine ve bir türlü toparlanamamasına neden olmuştur. Özellikle son beş yıllık süre bu tür çekişmelerin hızla tırmandığı dönemdir.

          Avrupa Birliği kendi fonları ile desteklediği sivil toplum kuruluşları ile devlet ve ulus karşıtlığını finanse ederken, Türkiye’yi sivil toplumculukla teslim alabileceğini hesaplıyordu. Avrupa’dan para alan başta Çağdaş Yaşam Destekleme Derneği olmak üzere birçok dernek, dış desteğe rağmen ADD kadar etkili olamamışlardır. Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye karşı uyguladığı ikiyüzlü ve çifte standartlı tutumlar Türk halkında büyük bir infiale yol açarken, bu kesimler ADD çatısı altında toplanarak Avrupa emperyalizmine karşı örgütlenmişlerdir. Avrupa Birliği demokrasi ve sivil toplumculukla ortadan kaldıramadığı Atatürkçülüğün giderek büyümesi karşısında, ADD ve Atatürkçülük hakkında “Kalpaksız Kuvayı Milliyeciler” adı altında bir rapor hazırlatmıştır. Bir Türk bilim adamına hazırlatılan bu rapor bir anlamda AB’nin bükemediği eli öpmesi olarak görülebilir; çünkü AB raporunda ADD ve Atatürkçülerin Türk toplamı içindeki güçleri ve etkinlikleri kabul edilmek zorunda kalmıştır. Bütün Atatürkçülerin bu raporu okumasında büyük yarar vardır.

          Atatürk ilkelerinin bütünselliğini reddeden, sadece laikliği ele alarak çağdaş yaşamı savunan bazı İstanbul dernekleri, günümüzde yeni Bizans senaryolarına alet olurken, Avrupa fonları ve Hıristiyan misyoner örgütleri ile beraber çalışmalar yapmaktalar ve bu yaklaşımı ADD üzerinden ülkenin Atatürkçü potansiyeline de taşımanın yollarını aramaktadırlar. Sivil toplumculuk ve demokrasi görünümü altında, mandacılık ve teslimiyetçilik Avrupa Birliği üzerinden Türk toplumuna taşınırken, Atatürkçüler de aynı çizgiye getirilmek istenmektedir. Avrupa merkezli bu tür girişimlere karşı, İsrail güdümlü Amerikan politikaları da Ortadoğu’da savaşa yöneldiği yeni aşamada Atatürkçülüğü bir askeri döneme geçiş için farklı noktalara çekebilmenin arayışı içindedir. Özellikle 1 Mart tezkeresinin reddinden sonra Türk ordusunu Irak harekatında kullanamayan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizminin, yeni dönemde İran ve Suriye’ye yönelik savaş planlarında hem Türkiye’yi üs olarak hem de Türk ordusunu kendi denetimlerinde kullanabilmenin arayışları içine girmişlerdir. Bu doğrultuda Türkiye’deki Atlantikçi güçlerin yeni bir askeri dönemi arzuladıkları ve bu doğrultuda demokrasiye son verme girişimlerinde yeniden Atatürkçülüğü kullanma gibi planlar yaptıkları anlaşılmaktadır. Soğuk Savaş döneminde tutmuş olan bu hesapların yeni dönemde tutmayacağını, Türkiye’nin artık daha bağımsız ve ulusal çıkarlarına öncelik vererek hareket edeceğini Atlantikçi dostlarımızın bilmeleri gerekmektedir. Türkiye başka ülkelerin emperyal planlarına alet olmayacak kadar büyük ve birikim sahibi bir ülkedir. Atatürk’ün Cumhuriyeti büyük bir tarih bilinci üzerine kurulmuştur. Atlantik emperyalistleri her nedense bu gerçeği görmezden gelmekte, İsrail siyonizminin peşine takılıp giderken Türkiye’yi de peşlerinden sürükleyeceklerini sanmaktadırlar. Ne var ki, bu ülkenin yirminci yüzyıl başlarında bu tür emperyalist girişimlere karşı çıkan Türk ulusunun vermiş olduğu bur kurtuluş savaşı neticesinde kurulmuş olduğunu bilmek zorundadırlar. Böylesine bir ulusal kurtuluş savaşının Türk milleti ve devletinde önemli bir siyasal birikim yarattığını görmezlerse, bölgeye dönük hesaplarında yanılmaları kaçınılmazdır. Atatürkçü Düşünce Derneği, ülkemizdeki bu ulusal ve tam bağımsızlıkçı bilincin günümüzdeki örgütüdür. ADD üzerinde hesap yapan tüm çevrelerin ADD’nin Türk toplumundaki tam bağımsızlıkçı birikimin yansımasını taşıdığını bilmeleri gerekmektedir. “Atatürk’ü bırakın” diyen Avrupa Birliği yöneticileri ile, Atatürkçülüğü Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri için kullanmak isteyen Atlantik emperyalistlerinin, Türk ulusundaki Atatürkçü birikim ve potansiyelin ADD ile devam ettiğini, 21. Yüzyılda dünya yeniden kurulurken Türk ulusunun ADD’nin taşıdığı bu birikimden yararlanacağını görebilmeleri gerekmektedir. İşte o zaman Türk ulusunu ve Atatürkçüleri doğru olarak anlayabilirler.

          Atatürkçü Düşünce Derneği, günümüz koşullarında beş yüzü aşkın şubesiyle, iki yüz bine yaklaşan üye potansiyeli ile Türk toplumunun en büyük demokratik kitle örgütüdür. Atatürk ilkelerine ve düşünce sistemine bütünüyle sahip çıkan bu kuruluş ülkemizdeki ulusal potansiyelin anti emperyalist çizgide bir reflekse dönüşmesinde fazlasıyla etkin çalışmalar yapmaktadır. Avrupa ve Amerika’da Türkiye’yi teslim almak isteyen çevreler bu durumdan fazlasıyla rahatsız görünmektedirler. Biz Atatürkçüler olarak onları anlıyoruz; çünkü bizi kendi projelerinde kullanamıyorlar. Türklerin Avrupa ya da Amerika’yı kullanmak veya dönüştürmek gibi bir projesi yoktur. Antiemperyalist bir bilinç üzerine kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin tarihten gelen ulusal bilinci günümüzde Atatürkçü Düşünce Derneği ile yaşamaktadır. ADD, günümüzün, Kuvayı Milliye, Müdafayı Hukuk ve Reddi İlhak cemiyetleridir. Türkiye Cumhuriyeti’ni bağımsız bir siyasal varlık olarak kuran ulusal kurtuluş savaşının nabzı günümüzde ADD şubelerinde atmaktadır. Emperyalizm işbirlikçisi dinci cemaatler, etnik devlet peşinde koşanlar ve taşeron gayrimüslim sermaye bu durumdan fazlasıyla rahatsızdır. ADD ve Atatürkçüler bu kesimleri ve kuruluşları yakından izlemekte, bunların Türkiye Cumhuriyeti’ne zarar vermelerini önlemek için mücadele etmektedirler.

          ADD’nin günümüzdeki misyonu yeniden Kuvayı Milliyenin öncü kuruluşu olmaktır. Türk ulusunda var olan ulusal bağımsızlık bilincini en ön planda tutarak, Türkiye’yi yeni yüzyılda hak ettiği yere çıkarabilmek ADD ve Atatürkçülerin önde gelen ulusal görevidir. Emperyal güçlerin planları doğrultusunda küçülerek ya da dönüştürülerek değil, daha da güçlenerek ve bölgedeki komşu ülkelere önderlik yaparak Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemde hak ettiği yeri alacaktır. Türkiye’nin bir devlet olarak yoluna devam edebilmesi v diğer devletlerle mücadele edebilmesi için Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelini kesinlikle koruması ve geliştirmesi gerekir. ADD ve Atatürkçülere böylesine bir görev, bir ulusal misyon olarak düşmektedir. Her türlü emperyalizme karşı savaşarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusunun söylediği gibi, sonsuza kadar yaşayabilmesi ancak böylesine bir ulusal misyonun yerine getirilmesiyle mümkün olabilecektir. ADD, önce Atatürkçü tabanı toparlayacak, daha sonra Atatürkçülerin önderliğinde Türk toplumunun toparlanmasını sağlayacak ve sonraki aşamada da Atatürk’ün Cumhuriyet devletinin yeni dönemin koşullarında onarılmasını ve daha da güçlenmesini sağlayacaktır. ADD ve Atatürkçülerin başarısı, emperyalizmin hezimeti olacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ADD Kurucu Genel Sekreteri

17 Eylül 2021 Cuma

LİBERALLER KEMALİST OLUYOR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 LİBERALLER KEMALİST OLUYOR

                Her zaman olduğu gibi, Türkiye son günlerde gene Kemalizm tartışmalarına sürüklendi ve bu doğrultuda birçok insan hem yazılar yazdılar hem de konuşarak kamuoyu oluşturmaya çalıştılar. Türk devletinin kurucu önderinin ismi ile dile getirilen bu düşünce sistemi ya da ulus devlet modeli, zaman içerisinde orta dünyada bağımsız bir büyük devlet olarak ayakta kaldıkça ya da varlığını geliştirerek geleceğe dönük bir biçimde yol alarak hedefine doğru gittikçe, her zaman ilgi odağı olarak çeşitli siyasal tartışmaların tam da göbeğinde yer almaktadır. Aslında her devlet için bu yönde çeşitli görüşler öne sürülebilmekte ve bunlar üzerinden çeşitli tartışma konuları birbirini izleyerek öne çıkarılabilmektedir. Dünya tarihi incelendiği zaman her devletin ortaya çıkışı ve de gelişerek büyümesi ile birlikte, tarih sahnesinden geri çekilmesine kadar geçen zaman dilimleri, farklı bölümler halinde ele alınarak tartışma konusu yapılabilmektedir. Dünya jeopolitiğinin tam merkezinde büyük bir devlet olarak ayakta kalabilmenin zorlukları ya da sorunları, Türkiye’nin çeşitli dönemlerinde ortaya çıkarak hem gerginlik hem de tartışma konusu olabilmektedir. Bugün içinden geçilmekte olan zaman diliminde bu doğrultuda yeni sahnelerin ortaya çıkması ile benzeri tartışmaların yeniden gündeme geldiği görülmektedir. Bu konuları bilen ve izleyen toplum kesimlerinin bir anda ortaya çıkan tartışmalara kapılıp gitmesiyle, Türk kamuoyunda yeni tartışma seansları birbirini izlemiştir.

                Bu yazının başlığında belirtilen normal olmayan yeni durum, son tartışma süreci içinde gündeme getirilmiş ve karşıt kesimlerin birbirine yönelik verdiği yanıtlar ile de devam ederek bugüne kadar gelmiştir. Türk toplumunu oluşturan çeşitli kesimler ya da grupların birlikte var olmasıyla Türkiye Cumhuriyeti bir çağdaş demokratik ülke doğrultusunda emin adımlar atarak, yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğini yavaş yavaş geride bırakmaktadır. Zamanın ilerlemesiyle birlikte çağdaş yapı ve koşulların da değişimi kendiliğinden gündeme gelmiştir. Yedi yüzyıllık bir imparatorluktan çağdaş bir ulus devlete geçerken ortaya çıkan siyasal kutuplaşmalar ve toplumsal gruplaşmalar, Türkiye siyaset sahnesine uzun süreli bir yapılanma getirmiştir. Merkezi alanda bir sosyalist federasyon dünyanın altıda bir oranda topraklarını kuşatırken, o dönemin koşullarına göre bir siyasal yapılanma kazanmış ve o dönemin koşullarından gelen yansımalar çizgisinde, Türk toplumu içinde bloklaşma oluşumları siyasal doktrinler doğrultusunda ortaya çıkmıştır. Avrupa’dan ve batı dünyasından gelen rüzgarlar sayesinde liberalizm imparatorluğun son yıllarında siyaset sahnesinde etkisini göstermeye başlamıştır. Daha doğru dürüst bir demokratik ortama geçilmeden ve batılıların baskılarıyla liberalizm siyaset sahnesinde boy gösterirken, Türkiye’nin kuzeyindeki Rusya bölgesinden önce sosyalizm daha sonra da yeni bir devletler birliği kurulurken de komünizm farklı ideolojiler olarak ortaya çıkmıştır. Orta dünyanın kuzey yarı küresinde Avrupa ve Asya modelleri olarak liberalizm ve sosyalizm gündeme gelirken, güney bölgelerinden de Müslüman halk çoğunluklarına dayanarak siyasal İslamcı bazı yeni akımların öne çıkmasıyla, liberalizm ve sosyalizm karşıt çizgide ama aynı zamanda da emperyalizme de karşı çıkmada bir araya gelen, bazı ortak gelişmeler içine girdiği anlaşılmıştır. Balkan savaşları ile başlayan yeni dönemde ülkenin daha çok batı bölgeleri emperyalizme karşı direnerek bir ulusal kurtuluş savaşına yönelirken, güneyden gelen siyasal İslamcılığa karşı ülkenin batı ve merkezi bölgelerinde bir ulusal kurtuluş savaşı ile birlikte, yeni bir siyasal akımın ortaya çıkarak kendisini herkese hissettirdiği bir farklı durum ile karşılaşılmıştır. Ulusal kurtuluş savaşının doğal önderi olarak kendisini dünyaya kabul ettiren Atatürk’ün, daha sonraları Kemalizm olarak adlandırılacak olan düşünce ve ilkelerinin, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir devlet olması yolunda, bütün kurtuluş savaşı katılımcılarının desteği ile güçlendirilerek, Osmanlı ahalisinin Türk ulusuna dönüşmesi ve bu yönde bir Türk ulus devleti kurulması gibi yeni adımlar, birbirini izleyen çizgide bağımsızlık yapılanması doğrultusunda atılmıştır.

                Günümüz dünya haritası içinde çok önemli bir merkezi konumda bulunan Türkiye Cumhuriyeti, kurtarıcısı ve kurucusu Atatürk’ün izinden giderek cumhuriyetin yüzüncü yılına girerken Kemalizm Türk ulusunun ve devletinin ana çizgisi olarak daha derinleşmiş ve bugünkü siyasal yapının ortaya çıkmasında ana etken olmuştur. Yüzüncü yılına girerken Türkiye Cumhuriyeti birçok dönemi geride bırakırken, uygulama alanına getirilen beş ayrı anayasal düzen içinde siyasal olarak varlığının devamlılığını sağlamıştır. Türk devleti siyasal kimlik kazanırken temel dayanak noktası Kemalizm olmuş, birbirini izleyen anayasaların giriş bölümlerinde belirtilen Atatürk ve cumhuriyet ilkeleri her zaman için Türkiye’ye yol göstermiş ve temel siyasal yapılanmanın biçimlenmesinde önde gelen bir ağırlığa sahip olmuştur. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının giriş bölümünde ısrarla belirtilen bu maddelerden oluşan siyasal yapılanma, Türkiye’de var olan devlet düzeni açısından her yönü ile yasal zemindeki meşruiyet arayışının ana kriterleri olarak değerlendirildiği için, Kemalizm bugünün Türkiye’sinde fazlasıyla önemli bir yere sahiptir. Türk siyasal rejimine sahip çıkanlar Kemalizm sayesinde yollarına istikrarlı bir çizgide devam ederlerken, Kemalizm karşıtı çizgide Türkiye’nin siyasal rejimi ile hesaplaşmaları olabilmekte, batıdan gelen liberalizm ve doğudan gelen sosyalizm ile birlikte güneyden gelen İslamcılık arasında merkezi Türk devleti sıkışıp kalmaktadır. Üç dünya arasında bir orta dünya devleti olarak öne çıkan Türkiye Cumhuriyeti, Kemalizm çizgisinde kuruluş modeline sahip çıkarak her türlü saldırı ve siyasal senaryolardan kendisini kurtarmasını bilmiştir. Bu çerçevede Türkiye ve Atatürk kavramları arasında bir bütünleşme vardır. Türk kimliğine dayanan Türk ulus devleti Türkiye Cumhuriyeti’ne dönüşürken, geçmişten gelen yapılanmasını daha da güçlendirerek ve dışarıdan gelen siyasal tehditlere karşı önlem alarak kendisini savunmasını bilmiştir. En az Atatürkçüler kadar Atatürk düşmanları ya da karşıtları da Türkiye’nin bir Ata-Türkiye devleti olduğunu, ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Atatürk ile Türkiye’nin kucaklaşarak bütünleştiğini bilmek durumundadırlar. Atatürk ve Türkiye kavramlarının tıpkı Bolivya’da devletin kurucusu antiemperyalist siyasal önder olan Bolivar ile onun kurduğu devletin bütünleşmesi gibi, Türkiye ‘de de Atatürk ile birlikte Türkiye’nin bütünleşmesi Bolivya ile birlikte Venezuella devletinin de Bolivar cumhuriyeti olarak adlandırılmasını gündeme getirmiştir. Venezuella devriminin önderi olan Chavez devleti yeniden kurarken ve Venezuella Bolivar Cumhuriyeti adı ile yeniden örgütlerken, Bolivya ile birlikte Venezuella devletinin de ortak bir güney Amerika devlet modelinde bir araya gelmesini savunmuştur. Amerika kıtası güney ve kuzey olarak ikiye ayrılırken kıtanın kuzeyinde Anglo-saksonlar, güneyinde de Spanik adı verdikleri İspanyol ve Portekiz kökenlilerden meydana gelen bir nüfus yapısına sahip bulunmaktadır. Kıtasal oluşum ve İspanyol asıllı halk tabanına dayanış gibi özel koşullar, Kuzey Amerika emperyalizmine karşı güney kıtasının mazlum uluslarının bir araya getirilmesini zorunlu kılmış ve bu yüzden İspanyol emperyalizmine karşı Bolivarcı bir anti emperyalist cephenin oluşturulması zorunluluk kazanmıştır. Simon Bolivar Güney Amerika kıtasındaki devletlerin hem kurucusu hem de kurtarıcısı olarak tarih sahnesinde yeniden öne çıkarken, benzeri bir süreçten geçerek bugünün dünyasına çağdaş ve onurlu bir üye olarak katılmıştır. Ulus devletlerin kuruluş aşaması olan yirminci yüzyılda Bolivya, Venezuella gibi Türkiye Cumhuriyeti de ulusların ve ulus devletlerin çağında bağımsızlık statüsüne kavuşmuşlardır. Devletin kuruluşu aşamasında Türkiye daha ayrı bir yol izleyerek kurucu önderinin değil ama kurucu milletinin adı ile devletin kurulması daha uygun olarak görülmüştür. O nedenle Ata-Türkiye adı değil ama Türkiye adı devletin adı olarak karara bağlanmıştır. Bolivya’daki devlet ve kurucu önder isminin kucaklaşması modeli yerine, Türkiye modelinde ulusun ve devletin isimleri kucaklaştırılarak yeni bir ulus devlet kurulması yoluna gidilmiştir. Kuzey Amerika ve Kuzey Avrupa’nın emperyalist geçmişlerine karşılık, Türkiye ve eski Osmanlı ülkeleri antiemperyalist geleneğin temsilcileri olarak, emperyalizme karşı bir tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik düzeninin kurucusu olmaya çalışmışlardır. Güney Amerika ile Orta Doğu ülkeleri batı emperyalizminin değerlendirmelerinde bu gibi ortak özellikleri yüzünden aynı çizgide bir merkez çevre ilişkili jeopolitik konuma sahip olmuşlardır.

                Dünya sürekli olarak değişirken her değişim kuşağının  getirdiği yeni koşullarda, Orta Doğu birbirinden farklı koşulların dayatmaları ile karşılaşmış ve bu gibi kaypak zeminlerde bile Türk devleti Atatürk’ün devlet modelinden vazgeçmeyerek  ve cumhuriyetin temel ilkelerine sahip çıkarak, çağdaş uygarlık dünyasının onurlu bir üyesi olabilmek için elinden gelen her yolu denemiştir. Böylesine büyük bir özveri gösterilirken, Türk milletinin onurlu üyeleri her zaman Atatürk’ün yanında olmuşlar ve onun ilkelerini ve devrimlerini çağdaş uygarlık hedefi doğrultusunda sonuna kadar savunmuşlardır .Ne var ki, Türkiye Cumhuriyeti’ni savaş döneminde kuran Osmanlı yapılanmasından dan geri kalan  eski imparatorluk ahalisi, savaş yılları içinde batının emperyalist ordularına karşı savaşarak, yeni Türk devletinin başarıyla kurulabilmesi için çaba göstermiştir. Osmanlı sonrası dönemde eski Osmanlı topraklarında tüm emperyalist güçlerin kendi çıkarları doğrultusunda gündeme getirdikleri plan ve projeler üzerinden, merkezi alanda yeni bir siyasal yapılanmaya doğru gidilirken İngiltere, Fransa ve Almanya gibi büyük devletlerin hesapları ve çıkışları gündeme gelmiştir. Silahlı savaş sonrasında batının emperyalist devletleri merkezi coğrafyayı kendilerine bağlamaya çalışırken, Rusya gibi bir dev ülke bir devrim yaparak yeni siyasal ideolojisine dayalı bir sosyalist emperyalizm gündeme getirerek eski Osmanlı ülkelerini kendisine bağlamak istemiştir. Bu aşamada İngiltere öncülüğünde batı bloku cihan savaşını kazandığı için onların plan ve projeleri doğrultusunda sınırları çizilmiştir. Ne var ki, bu tür girişimler de sonuç vermeyince, Osmanlı nüfusu içinde yer alan Rumlar, Ermeniler ve Yahudiler geleceğin Orta Doğusu için kendi planlarını ortaya koyarak ayrıca batı, doğu ve güney Anadolu bölgelerinde devlet kurma hakları olduğunu öne sürerek, bölgeyi Müslüman nüfusa bırakmayacak düzeydeki gayrimüslim devlet yapılanmalarını, bu bölgedeki İslam ağırlığını dengelemek üzere öne çıkarmışlardır. Bir tarafta Atatürk’ün öncülüğünde Türk ulusu yeniden uyanarak dünya tarihindeki geçmişten gelen misyonunu yerine getirmeye çalışırken, diğer yandan da batılı gayri müslim topluluklar merkezi coğrafyadaki varlıklarını korumak ve yeniden bir büyük İslam imparatorluğu çatısı altında erimemek üzere önlemler alarak ve Türkiye’nin doğu, batı ve güney bölgelerinden toprak alarak, kendi küçük devletlerini kurabilmenin çabası içine girmişlerdir.

                Eski Osmanlı ahalisi olan gayrimüslim unsurlar kısa zamanda toparlanarak bütün Misak-ı Milli topraklarına egemen olan yeni Türk devleti ile baş edemeyeceklerini gördükleri aşamada, Avrupa’nın önde gelen gayrimüslim devletleri ile iş birliği içine girmişlerdir. Almanya gayrimüslim Balkan ülkelerine sahip çıkarken, İngiltere Yunanistan, Fransa Ermenistan, ABD ise geleceğin müstakbel İsrail’i gibi devletlerin kuruluşuna çalışırken, Osmanlı sonrası dönemde merkezi alanının yeniden yapılandırılmasını öne çıkarmıştır. Türk ulusunun direnişi ile kırılan emperyalist kuşatmanın sonradan Kuvayı Milliye güçlerinin büyük taaruza geçmesi ve Türklüğün ulusal kurtuluş savaşının zaferi ile Türk devleti geleceğini güvence altına alacak biçimde, dünya tarihine şanlı bir sayfa, Türklerin çıkışları ve büyük zaferleri sayesinde yazılmıştır. Kurtuluş savaşı sonrasında Türk devletinin kuruluşu tamamlanınca, kurtuluş ve kuruluş aşamalarından sonra üçüncü dönem olarak devletin kurumlaşması aşamasına gelinmiştir. Atatürk otuz yıllık yöneticilik döneminde ilk iki dönemi başarıyla tamamladıktan sonra, kurmuş olduğu ulusal cumhuriyet devletinin geleceğe dönük kurumlaşmasına öncülük yapmıştır. Yapmış olduğu devrimleri sonsuza kadar yaşatacak ve bu doğrultuda da yenilenen Türk devletinin dünyanın büyük emperyalist devletlerine karşı koyarak geleceğin dünyasında daha güçlü bir yer edinebilecek aşamaya gelebilmek için, o dönemin koşullarında var olan bütün yollar denenmiştir.  Atatürk’ün önderliğinde Türk ulusunun önüne güvenceli bir gelecek oluşturabilmek üzere, Türk ulusunun her açıdan yararlanabilmesi doğrultusunda, devrimci bir cumhuriyetçilik akımı büyük önder tarafından örgütlenmiş ve Türk ulusu da kurucu önderinin çizgisinde ilerleyerek çağdaş cumhuriyet yönetiminin estirdiği yeni rüzgarlar yönünde, dünyanın önde gelen büyük devletleri ile rekabet düzeni içine girilmiştir. Atatürk ömrünün son döneminde, cumhuriyetin üçüncü aşaması çizgisinde kurumlaşmaya bütünüyle yönelirken, bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti üzerinden, dünya tarihinde öne çıkan iki yüz civarındaki ulus devlete de kalıcı bir model yaratmıştır.

                İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken, batı dünyasının önde gelen emperyalist devletleri ile onların uzantısı olarak Osmanlı toprakları üzerinde var olmaya çalışan gayrimüslim topluluklar, uluslaşma sürecinin dışında kalarak ve uluslaşmayı önleyerek gene eskisi gibi Osmanlı toprakları üzerinde hegemonya arayışlarına doğru yönelmişlerdir.  Ulus devletler büyük devletlerin bu gibi saldırgan tutumlarına karşı kendilerini koruyabilmek amacıyla ya uluslararası ya da bölgesel antlaşmalara giderek, büyük güçlere teslim olmamak üzere yeni güçlenme arayışları içine girdikleri görülmüştür. Devletler ve uluslar arasında her türlü rekabet giderek katılaşan bir çizgide sürüp giderken, batının önde gelen büyük emperyal devletleri ile Müslüman ülkelerin gayrimüslim azınlıkları ulus devletlere karşı siyasal iş birliği planları geliştirerek, bu çizgide işbirlikçi girişimler ile ulusları dağıtabilmenin ve bireycilik senaryoları üzerinden toplumları atomize edebilmenin çabası içinde hareket etmişlerdir. Yirminci yüzyıl başlarında dünya haritasında yer alan on civarındaki imparatorluk, iki yüz civarında ulus devlete dönüşürken, aynı zamanda ulus devletler içinde yer alan etnik,  kültürel ve dinsel grupların durumları da gündeme gelmiş ve bu gibi küçük toplulukların ulus olma şanslarının çok az olması yüzünden, ulus devletlerin çatısı altında bu gibi insan toplumlarına da aynı ulusun kimliğini yansıtan ulus devlet çatısı altında var olabilme ve yaşayabilme şansları, çağdaş uygarlık düzeni içinde kabul edilmiştir. Bazı ülkelerde alt kimlikli gruplar daha geniş alan kaplayan ulus devlet sahası içinde ulusun tam ortasında yer almak ve ulusal egemenlik  gücünün ulus devlet tarafından kullanılmasını benimserken, daha kalabalık nüfusa sahip olan ya da ortak bir tarih ve kültür aracılığı ile geçmişten gelen bir yapılanma ile bağımsız devlet olmaya yönelen yeni ulus devlet adaylarının ,geçmişten gelen eski ulus devlet yapılanmasını zaman içinde red ederek, kendi ulus devletini kurma yoluna yönelmeleri, dünyanın her ülkesinde ortaya çıkabilmekte ve bu doğrultuda egemen ulus devlet ile buna bağlı olarak yaşayan küçük  etnik devletler arasında ciddi çekişmeler yaşanmaktadır. Eğer böylesine bir süreç önlenemezse, o zaman da iç savaş senaryoları devreye sokularak, var olan eski ulus devlet yapılarının bölünmesi aracılığı ile, yeni ulus devletlerin oluşumuna giden senaryolar dünyanın bütün kıtaları üzerinden uygulama alanlarına sokulabilmektedir.

                Büyük ve küçük ulus devletler arasına emperyalizmin nifak sokmaya başladığı aşamalara gelindiğinde, küçük devletlerin bağımsızlık isteği ile bağlı bulunduğu büyük ulus devletlerden ayrılmaları söz konusu olabilmekte, böylesine bir bölünme sonrasında ise büyük ulus devletler ya ortadan kalkabilmekte ya da emperyalist devletlerin baskı gücü ile daha küçük bir devletçik yapısında yaşamını sürdürmeye çalışmaktadırlar. Her ulus devlet dünya konjonktürünün el verdiği aşamada bağımsızlık statüsü elde ettikten sonra, daha da büyüyerek diğer ulus devletlerden daha öne geçerek kuvvetlenmeye çalışırken, sınırları içinde daha küçük etnik grupları barındıran büyük ya da orta boy ulus devletlerin önce parçalanması, sonraki aşamada da dağılma noktasına sürüklenmesi çeşitli devletlerin ülke sınırları içerisinde gündeme gelmektedir. Alt kimlikli grupların kalabalıklaşarak halk kitleleri haline dönüşmesi gibi gelişmeler, yeryüzünde var olmaya devam eden bütün ulus devletlerde öne çıkarak, onların birlik ve bütünlüğünü tehdit etmektedir.  Bazı küçük topluluklar da kendi bağımsız gelecekleri için bağımsızlık arayışına girerken, bugünün koşullarında hemen hemen her devletin çatısı altında benzeri senaryolar ile karşılaşmak mümkün olmaktadır. Uluslararası alanda güç sahibi olan belirli siyasal ya da ekonomik merkezler, kendi güçlerini daha da artıracak biçimde dünya haritası üzerinde oynamayı marifet sayarak, tüm dünya ülkelerini siyasal kaos darboğazlarına doğru sürükleyebilmektedir. Yüzlerce yıl önceden gelen etnik gruplar ve dini tarikatlar kendilerinin özel çıkarları için dünya haritasındaki sınırları değiştirmeye çalışırlarken, yeni aşamada bu gruplara bir de küresel sermaye ve tekelci bankalar eklenerek, kendi çıkar düzenlerini koruyacak ve onları merkezi bir çizgide güçlendirerek içinde bulundukları ulus devlet düzenlerini bozabilecek derecede, dünyayı kaosa sürükleyebilecek oluşumlara meydan verebilmektedirler. Büyük devletler orta ve küçük boy devletlerde hegemonya kurabilme çalışmalarını sonuca yaklaştırmak istedikleri noktada, bölgedeki etnik, dinsel ve kültürel unsurları bölücü ve parçalayıcı güçler olarak kullanabilmektedirler.

                Böl-parçala-yönet ilkesi, bütün emperyalist devletler tarafından bir ilke olarak kullanırlarken, tüm alt kimlikli topluluklar emperyalizmin ulus devletleri bölerek dağıtma operasyonunun bir parçası konumuna gelmektedir. Devletlerin bölünmesi, parçalanması ve çökertilmesi için geliştirilen farklı planlar, dünya devletlerini her türlü maceraya sürükleyecek düzeyde uygulama alanına getirilirken, yirmi iki devletin sınırları değişeceği ya da Orta Doğu bölgesinde on tane yeni devletin kurulacağı gibi görüşler birer varsayım olarak öne sürülebilmektedir  Osmanlı sonrası dönemde çekişme alanı olarak devreye giren eski imparatorluk toprakları üzerinde, gene eskisi gibi çok farklı devletler ya da bölgeler oluşturma çabalarının  zaman zaman öne çıktığı görülebilmektedir. Emperyalist devletlerin hegomoni boşluğu alanlar için geliştirdiği yeni egemenlik planları, Amerika’nın Büyük Orta Doğu, İsrail’in Büyük İsrail, İngiltere’nin Yakındoğu Konfederasyonu, Almanya’nın Avrupa Birliği ya da Rusya’nın Avrasya Birliği gibi emperyal projelerine karşılık, bir de Osmanlı döneminden kalan gayrimüslüm unsurların öne çıkarmaya çalıştığı Büyük Ermenistan, Büyük Yunanistan, Büyük İsrail gibi bölge ağırlıklı küçük yerel yapılanmalar da görülebilmektedir. Böylece emperyalist devletler merkezi coğrafyaya egemen olabilme girişimleri aracılığı ile, bölgedeki geçmişten gelen eski unsurlar ile iş birliği yaparak onların yerel devletler oluşturma planlarına dış destek sağlamaktadırlar. Bölgedeki Müslüman nüfus ağırlığına karşı direnecek bir yeni siyasal yapılanma geçmişten kalan gayrimüslim unsurların bir araya getirilmeleriyle mümkün olabileceği için, eski Doğu Roma İmparatorluğu topraklarında Hrıstıyanlar, Museviler ve de diğer büyük din ve mezheplere bağlı olarak yaşayan nüfus gruplarının, ulus devletlerin ve onların üniter devlet düzenlerinin ortadan kalkmasına gidebilecek bir olumsuz yolu, kendiliğinden gündeme getirebileceği görülmektedir. Emperyal devletler ile gayrimüslim topluluklar arasında var olan siyasal düzeni reddetme çizgisindeki birliktelik, büyük emperyal planlar ile küçük var olma planları arasında yakınlaşma ve ortak düşman olan ulus devleti yerel yönetimleri güçlendirerek ortadan kaldırma, ya da Türk ve Müslüman nüfus ağırlığına karşı gayrimüslim büyük devlet ile küçük topluları birleştirme çabaları, sonuç almaya yönelik bir biçimde yukarıya doğru tırmandırılarak hedefe ulaşılmaya çaba gösterilmektedir 

                Ulus devletlerin kurulması ile işin bitmediği, ulus devlet kimliğini benimsemeden vatandaşlık statüsü üzerinden ulusal toplumun içine girmiş olanlar ulusal kimliği benimserlerse, o zaman problem çıkmamakta ve bir toplumsal uyumluluk içerisinde yaşamlarını geçmişten gelen devlet yapısı ile birlikte sürdürebilmektedirler. Ne var ki, ulus devlet vatandaşlarının kayıtlı oldukları devletin ulusal kimliğini benimsemeyerek ona karşı çıkan bir çizgide, geçmişten gelen alt kimliklerini sürdürerek ve ulusal toplum yapılanması içinde alt kimlikçi bir etnik, dinsel ya kültürel farklı bir topluluk yaratma girişimleri, ulusal toplum ve üniter devlet düzenleri açısından kesinlikle bölücü bir anlama gelmektedir. Hiçbir ulusal toplum ya da üniter devlet düzeni kendisini yok edecek bu tür girişimlere izin vermediği gibi, aynı zamanda tümüyle bir kopuş sürecine gidebilecek bir ayrılma izni ya da yeni yapılanmayı benimseme gibi bir karar aşamasına da uzak durarak, küçük toplulukların uluslaşması ya da ulus devlet kurması aşamasına gelebilmelerine kesinlikle izin vermemektedirler. Dünya haritası üzerinde yer sahibi olmuş devletler bu açıdan sahip oldukları statükoyu korumaya yönelirken, statüko öncesi ya da sonrasında gündeme getirilebilecek yeni bir siyasal yapılanmayı da kendi çıkarları açısından kabul etmemek durumundadırlar. Küresel güç merkezleri ya da küresel şirketler dünya halklarına zarar verebilecek bazı gelişmeleri hoşgörü ile karşılamış gibi görünmelerine rağmen, temelde varlıklarını korumaktan en küçük bir çizgide vazgeçmemektedirler. Bu nedenle, küresel güçler uluslararası alanda yeni hukuk, yeni düzen ya da insan hakları gibi konuları öne çıkararak ya da bu gibi kavramların arkasına saklanarak, küçük ve orta boy devletlerin ellerinden haklarını alabilmekte ve yeni küçük devletlerin kurulmasını desteklerken, eski büyük devletlerin bu tür oluşumlarda önleyici bir tutum takınmalarına da karşı çıkarak, geliştirme  görünümünde ulus devletlerin tasfiyesi ve de eyalet ile şehir devletleri merkezli yeni siyasal yapılanmalara gidilmesi doğrultusunda da en üst düzeyde bölücü ve yıkıcı etkilerini sürdürmektedirler. 

                Bu makalenin başlığında yazılı bulunan kavramların geride tutularak, bir ön çalışma yapılması ve bu bölümde dile getirilen başlık konularının daha iyi anlaşılabilmesi için siyaset bilimi ve kamu hukuku ile çeşitli uluslararası alanlarındaki bilgi birikimini yansıtmak, bu makalenin bütünlüğü açısından gerekli olmuştur. Yazının başlığında yer alan iki ideoloji kavramı arasında yaşanan gel gitler ya da daha farklı ilişkiler açısından konuya bakıldığında, ana konu olan Liberalizm ve Kemalizm kavramları geçmişten gelen önemle öne geçmektedirler. İdeolojilerin ortaya çıkışı, yaşaması ya da zamanla önemini yitirerek konumunu elinden kaçırması gibi durumlarda ortaya çıkan farklı konumlar hem kavramların anlamı ile değerini hem de birbirlerini etkileyecek düzeyde bir etkileşim sürecini gündeme getirmektedir. Siyasal tarih çalışmaları bu iki kavramın sahip olduğu güçlü potansiyeli ortaya koymaktadır.  Liberalizm bir uluslararası ideoloji olarak, Kemalizm ise bir ulusal düşünce modeli ve akımı olarak Türkiye siyaseti üzerinde fazlasıyla etkin bir konumdadırlar. Batı uygarlığı ortaya çıkarken, Adam Simit gibi düşünürler zenginliklerin kaynakları üzerine kitaplar yazmışlar ve bu doğrultuda bugün dünya ekonomisine egemen olan Liberalizmin önünü açarak gelişmesini sağlamışlardır. Kapitalizm bir ekonomik sistem olarak bugün yeniden gündeme gelirken, Liberalizm hem bu sistemin hem de ideolojinin temel dayanak noktası olarak gelişmeler göstermiştir. Liberalizm temelde serbestiyet ya da her açıdan özgür olma durumunu yansıtan bir anlama sahiptir. Çeyrek yüzyıl önce insanlığın içine sürüklendiği küreselleşme aşamasında ise, Liberalizm yeni biçimi ile Neo-Liberalizm olarak serbesiyetçiliği geride bırakmakta ve egemen güçlerin girişimleri ile yıkıcılık anlamını almaktadır. Küreselleşme tek bir dünya devleti yaratabilme hedefine ulaşabilmek için bu doğrultuda yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışırken, yüzyılların Liberalizm uygulamalarını ortadan kaldırarak ve kapitalist ulus devlet düzenlerini de yıkarak, bugün için yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışmaktadır.  Kapitalist sistem Neo-Liberalizm’in yıkıcılığından fazlasıyla yararlanarak ve ulus devletlerin tasfiyesine yardımcı olarak, aslında bir anlamda kendi sonunu da hazırlamaktadır. Liberalizm her türlü milliyetçilik akımlarına eskiden beri karşı çıkarken, Neo-Liberalizm ulus devletler ile birlikte kapitalist devlet düzenlerini de yıkarak, şehir devletlerinden oluşacak bir dünya Konfederasyonu için yeni küresel dünya düzeni arayışı içine girmiştir. Son çeyrek yüzyılda tekelci şirketler küresel örgütlere dönüşürken, ulus devletleri başlıca hedef konumuna getirmektedirler.

                Bugünün koşullarında liberal toplum kesimleri ulusal devletler ile birlikte ulusal yapılara da dönük bir toplu tasfiye etme süreci yaşarken, liberal kesimlerin Türkiye’nin ulusalcı devlet modelinin dayanağı olan Kemalist devlet modeli üzerine olumlu çizgilerde konuşarak ve dolaylı yollardan bu görüşü savunarak yeni bir kamuoyu yaratmaya çalışmaları, çatışmalar içinde bocalayan Türk siyaset hayatı açısından barış rüzgarları estiren son derece olumlu bir gelişmedir. Türk siyaset sahnesinde karşı karşıya var olan ve sürekli çatışan bu iki akımının içinden gelen liberallerin, dünya siyasetindeki son gelişmeler karşısında, Atatürk ve Kemalizm üzerine böylesine yeni ve olumlu bir oluşuma yönelmeleri, ancak siyasal alanda gündeme gelen son gelişmeler ile açıklanabilecektir. Böylesine beklenmeyen bir durumun aydınlanabilmesi ve açıklanarak anlaşılabilmesi hem liberalizm hem de Kemalizm’in son gelişmeler karşısındaki tutumlarının açıklığa kavuşturulması ile mümkün olabilecektir. Tam bu aşamada Liberallerin Kemalizm konusuna yönelmeleri ve bu çizgiye yakın durarak neredeyse kendilerini de Kemalist olarak tanımlamaları gibi, geçmişten gelen çizgilere ters düşecek bir adımın atılmasının arkasında yatan nedenlerin bugünün koşullarında açıklanması gerekmektedir. Liberalizm Kemalizm değildir aksine Kemalizm gibi ulus devlet yaratan ulusalcı görüşlere de bütünüyle karşıdır. Durduk yerde Liberalizm taraftarı bazı aydınların kendilerini son noktada Kemalist olarak ilan edercesine hareket etmeleri, dünyanın ve Türkiye’nin gidişinde ciddi bir anormal durum olduğunu açıkça göstermektedir. Yüz yıllardır geleneksel olarak milliyetçilik ve de Kemalizm gibi ulusalcılık akımlarına karşı çıkarken, bugün gelinen noktada liberal kesimlerin Kemalizm güzellemeleri yapmalarının arkasındaki ana neden, büyük bir savaş tehlikesi olarak yakınlarda ortaya çıkan Afganistan’daki Taliban oluşumunun tüm insanlığı tehdit etmesidir.  

                Türk kamuoyunda, “Bayram değil, seyran değil Liberaller Kemalizm’i neden öptü “sorusu ile gündeme gelen Liberalizm ve Kemalizm akımlarının yakınlaşmasının arkasında yatan gerçek nedenler araştırıldığında, demokrasi ve insan hakları kavramlarını siyasal amaçlı olarak kullanan küresel emperyalizmin iflasının ana neden olduğu görülmektedir. Bunun üzerine artık yeryüzünde hak ve özgürlüklere dayanan bir olumlu küreselleşme değil ama zamanla artan tepkiler, karşı çıkışlar ve terör ile savaş gibi sıcak çatışmalar üzerine giderek yükselen siyasal tepkilerin, dünyayı bir kaos ortamına doğru sürüklediği açıkça anlaşılmaktadır. Afganistan’da yaşanan kaotik terör ve savaş olaylarının bu ülke üzerinden tüm Orta Asya ve Orta Doğu ülkelerine hızla yayılması, çağdaş uygarlık düzeninin gelişmiş dünya ülkeleri ile birlikte, Türkiye gibi çağdaş bir cumhuriyet devletini de dünyanın geride kalan otoriter ve gerici kesimlerinin siyasal olarak gündeme getirdikleri dini modele bağlı otoriter rejimlerle hesaplaşmaya doğru yönlendirmektedir. Uygar ve gelişmiş ülkelerin devletlerin birçoğunda önde gelen aydın toplum kesimlerinin dinsel ve ekonomik baskılar ile sürekli olarak karşılaşmaları yüzünden, giderek artan bir gerginlik ve tepki gösterme sürecine girdikleri gözlemlenmektedir. Süper güç konumundaki Amerika’nın son dönemlerde dünya hegemonyası için savaş yolunu seçtiğini ve bu doğrultuda kendi yetiştirdiği bir terör ve savaş örgütü olan Taliban isimli karanlık örgüte, Afganistan gibi yüz yılı aşkın bir süredir devlet olma hakkını elinde tutan eski ve köklü Afgan devletinin yönetimini terk etmesi üzerine, gelecekte bir evrensel bir dünya barış düzeni bekleyen insanlığın büyük çoğunluğunda umutları kırmış ve dünya kamuoyunu savaş ortamına doğru sürüklemiştir. İşte bu süreç içinde, Taliban olgusu bir dönüm noktası olmuştur. Dünyanın en büyük gücü olarak bugüne kadar küresel düzeni yönlendiren ABD’nin Afganistan’dan çekilmesi ve bu çizgide kendi yetiştirdiği Taliban isimli terör örgütüne bir devletin ve kırk milyonluk ülke halkının geleceğinin teslim edilmesi üzerine, artık eski dünya düzeni ortadan kalkmış ve yerine yeni bir düzen kurulamadığı için de kaos ve savaş ortamı bütün dünya ülkelerine doğru yayılmıştır.

                Taliban örgütünün dünya sahnesine çıkışı ile birlikte batı blokunun dünya hegemonyasının geride kaldığı görülmektedir. Taliban’ın çıkışı bütün dünya ülkelerindeki düzenleri alt üst ederken Türkiye’ye de yansımış ve bu aşamada liberallerin saf değiştirerek Kemalizm çizgisine doğru yönelmeye karar verdikleri açıklığa kavuşmuştur. Liberalizmin gerektiği gibi siyaset sahnesinde etkili olabilmesi için bir dünya barışı düzenine gereksinme vardır. Bugün gelinen aşamada artık böylesine bir barış ortamının terör örgütleri aracılığı ile ortadan kaldırıldığı görülürken, özgürlükçü Liberallerin Kemalizm’e doğru direksiyon kırmalarının tek nedeni Taliban’ın siyaset sahnesine çıkışıdır. Taliban çizgisi dünya siyasetinde öne çıktığı aşamada Liberaller, kurulu bir düzene ve güvenlikçi bir devlet modeline dayanan Kemalizm’in, Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk ulusunun geleceğinin güvence altına alınabilmesi açısından ulusal çıkarlara daha uygun olduğunu gören Liberallerin, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu önderinin yanında yer almayı bugünün olumsuz koşulları açısından gerekli gördükleri anlaşılmaktadır. Şimdiye kadar hiçbir siyasal gücün engelleyemediği liberal grupların ortaya çıkan Taliban tehlikesi karşısında, kendi kendilerine Kemalizm’e yakın durma çizgisini tercih ettiklerinden dolayı, son olarak yayınlanan Atatürk’e övgü ve Kemalizm’e saygı yazılarından sonra Türkiye siyasetinde bir tek çizgi öne geçmektedir. O da ülkenin, devletin ve ulusun toplu güvenliğinin acilen sağlanmasıdır. Türkiye siyaseti ve diplomasisinin önümüzdeki dönemde güvenlik öncelikli bir çizgide ele alınması bu açıdan zorunlu görünmektedir. Taliban gibi bir örgütün ortaya çıkmasıyla liberallerin eski özgürlükçü söylemleri sona ermektedir. Dünya hegemonyası için, savaşın önünü açan emperyalist güçlere karşı, bütün ülkelerin aydınları ve okumuş insanları, yeni bir dünya güvenliği şemsiyesi altında bir araya gelebilmenin yollarını arayacaktır. Dünya hem emperyalistlerden hem de Taliban gibi terör örgütlerinden yeterince büyüktür ve var olabilmek için yeni bir dünya savaşını önleyecek güce sahiptir. Gelinen aşamada Atatürk’ün ve Kemalizm’in önemini yeni anlayan Liberallerin, artık İngiliz, Amerikan ve İsrail muhipliğini bir yana bırakarak, antiemperyalizm çizgisinde Türkiye’nin ulusal çıkarlarından yana yeni bir Kuvayı Milliye savunmasına yönelmeleri gerekmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

5 Eylül 2021 Pazar

YENİ KEMALİZM OLAMAZ AMA GÜNCEL KEMALİZM OLABİLİR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 YENİ KEMALİZM OLAMAZ AMA GÜNCEL KEMALİZM OLABİLİR

          Günümüzün süper gücü Amerika Birleşik Devletleri son zamanlarda yorgunluk belirtileri göstermeğe başladı. İngilizlerin beş yüz sürdürdüğü dünya imparatorluğunu geçen yüzyılın başlarında devralan bu büyük dünya devleti, Britanya İmparatorluğunun gösterdiği istikrarı ve sürekliliği eskisi gibi gösterememekte ve İngilizlerin dünya egemenliğinin beşte biri kadar kısa süren bir yüzyıllık dönem sonrasında dökülme ve çökme sinyalleri vermektedir. Türkiye‘nin ulusalcı aydınları ve Atatürkçülerinin yirmi yıl önce tartışarak bir sonuca bağladığı Yeni Kemalizm konusunu ABD düşünce kuruluşlarının daha yeni gündeme getirmeleri bu durumun açık göstergesi olarak kabul edilebilir.  Soğuk savaş sonrası dönemde bütün dünya ile beraber Türkiye’de küreselleşme dönemine girmiş ve yeni dünya düzeni süreci içerisinde dünyanın nereye gittiğini ve yeni dönemde Türkiye’nin ne olacağını hemen tartışmağa başlamıştır. Doksanlı yılların başlarında başlayarak iki bin yılına kadar tam on yıl süre ile Türkiye’nin Kemalistleri, Atatürkçüleri ve ulusalcıları yeni dünya düzeni ile beraber Türkiye’nin durumunu ve değişen koşullarda bir Yeni Kemalizm ya da batı dillerindeki adı ile Neo-Kemalizm olup olamayacağını yoğun bir biçimde tartışmışlardır. O dönemin dergileri incelenirse bu tartışmaların ve   yeni arayışların örneği olan bir çok yazı ve  makaleye rastlamak mümkündür. Ne var ki, Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizminin kontrolü altındaki dünya medyasının uzantısı olan Türkiye’deki Bizans medyası ve basını  ile küresel sermayenin denetimi altındaki yayınevleri, bu durumu Türk kamuoyundan gizlemek için her türlü yolu deneyerek ve gerçeklere tamamen ters düşen yayınlarla sahte bir kamuoyu yaratarak, Türkiye’yi yeni bir yüzyılın başlarında kendi çıkarlarına uygun düşecek bir doğrultuda farklı bir yerlere doğru sürüklemeğe çalışmışlar ve Büyük Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği Kemalist devlet  modelinin  güncelleşerek yoluna devam edebileceği  gerçeğini  ortadan kaldırabilmenin çabası içerisinde olmuşlardır.

         Türkiye’nin Atatürkçü potansiyeli ve Kemalist aydınları yeni bir Kemalizm olup olamayacağını, soğuk savaşın son yıllarından başlayarak çeyrek yüzyıldır tartışmaktadırlar. Bu konuda çeşitli öneriler ve yorumlar zaman zaman Kemalist çizgideki yayın organları tarafından gündeme getirilmiş ve özellikle Atatürkçü Düşünce derneğinin beş yüzü aşan şubeleri aracılığı ile yurt düzeyinde tartışılmıştır. Böylesine bir tartışma ortamının gelişmesinde özellikle Atatürk düşmanlarının, Kemalizm karşıtı Siyonistlerin, emperyalist ülke yandaşı mandacı liberallerin, şeriat peşinde koşan siyasal İslamcıların, etnik eyalet devleti için teröre başvuran bölücülerin elbirliği ile yürüttükleri Atatürk ve Kemalizm düşmanlığının önde gelen rolü olmuştur. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra batı emperyalizmi Atlantik üzerinden dünyanın merkezini kontrol altına almağa yöneldiğinde merkezi bir devlet olarak Kemalist Türkiye Cumhuriyeti dünyanın gündeminde en ön sıraya oturmuştur. Atatürkçü görünümüyle tezgahlanan bir Nato harekâtı olarak son askeri dönemde Kemalist devletin bağımsızlığı ortadan kaldırılarak Türkiye Cumhuriyeti ABD emperyalizminin bir alt kolu olarak yeniden yapılandırılmağa doğru zorlanmıştır. Atatürk’ün devlet modeli böylesine emperyal bir zorlamadan fazlasıyla zarar görmesine rağmen gene d e ayakta kalmasını bilmiş ve böylesine büyük bir saldırı karşısında ülkenin önde gelen Atatürkçü potansiyeli ADD çatısı altında örgütlenerek geleceğe dönük yeni bir sivil toplum yapılanmasına yönelmiştir. Yirmi birinci yüzyıla doğru Atatürkçüler yeniden örgütlenirken, başlıca tartışma konusu yeni dönemin Atatürkçülüğünün ne olacağı meselesi olmuştur. Küresel emperyalizm ve Siyonizm iş birliği ile medya ve basından dışlanan Atatürkçüler yeni bir Kemalizm olup olamayacağını, Atatürkçü Düşünce Derneğinin yurt düzeyindeki yüzlerce şubesi üzerinden oluşturulan karşı medya ortamında ele alarak tartışmışlar ve on yıllık bir dönemden sonra kesin olarak bir Yeni Atatürkçülük ya da Yeni Kemalizm olamayacağına karar vermişlerdir. Kemalist kesimin önde gelen bilim adamlarından birisi Neo-Kemalizm başlığı altında bir kitap hazırlamasına rağmen bu kitabı yayınlamamış ve zaman içerisinde yeni açılımlar ile Atatürk’ten Türk ulusuna miras kalan Kemalizm’in güncelleşmesine öncelik verilmiştir.

        Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak Atatürk, bu devletin geleceğe dönük olarak sonsuza kadar yaşamasını bir direktif olarak dile getirirken, kurucu önder olarak hem ulusuna hem de devletine yön gösteriyordu. Böylesine bir sürekliliğin ancak değişen koşulların dikkate alınmasıyla mümkün olabileceğini iyi bilen Mustafa Kemal altı temel ilkenin içerisine devrimciliği alarak sürekli yenilenmeyi sağlayacak bir temel yapı kuruyordu. Bir anlamda sürekli devrimciliği ana ilke olarak benimseyerek, ulusuna bırakmış olduğu büyük mirasın kalıcı olmasını sağlıyordu. Onun izinden gidecek cumhuriyetin yeni kuşakları, Atatürk ilkelerinden oluşan Kemalizm’in sürekli yenilenerek güncelleşmesine sağlayacak ve böylece değişen koşullara ayak uydurarak bir yeni Kemalizm sapmasının ortaya çıkmasına fırsat vermeyeceklerdi. Atatürk’ten rahatsız olan düşmanları ve karşıtlarının bir gün Türkiye Cumhuriyeti’ni onun yolundan ayırmak üzere Neo-Kemalizm uydurmasıyla yeni oyunlara kalkışmasına izin vermeyecek kararlı tutum, ancak zaman içerisindeki değişime göre güncelleşecek Kemalizm ile sağlanabilirdi. Gerçek Atatürkçüler ve Kemalist aydınlar bu durumu görerek ve bilerek hareket ettikleri için, Türk devleti bugüne kadar kurucu önderin iradesine sadık kalmış ve O’nun yolundan giderek bugüne kadar gelebilmiştir. Ne var ki, bu durumdan rahatsız olan emperyalist ve Siyonist çevreler, gene kendi bildikleri yoldan giderek Atatürk cumhuriyetini çıkarları doğrultusundaki çizgilere çekebilmek için bir Neo-Kemalizm saptırmasına doğru zorlama girişimlerini sürdürmüşlerdir. Türk halkı bu durumu iyi bildiği için, hiçbir biçimde kışkırtmalara alet olmamış, Kemalist aydınlar ülkenin Atatürkçü birikimini canlı tutarak zaman içerisinde Kemalizm’in güncelleşmesinin önünü açık tutabilmişlerdir.

         Türkiye bir dinsel bayram ve anayasa referandumuna doğru giderken, Amerika’nın başkentinde son derece etkili çalışmalar yapan İsrail lobilerinin denetimi altındaki Siyonist bir araştırma merkezinin Türkiye masası şefi Türkiye’deki cumhuriyet çizgisinin temsilcisi olduğunu iddia eden bir düşünce gazetesinde ”Yeni Kemalizm” başlığı altında  önemli bir makale yayınlamıştır. Şimdiye kadar bu kadar açık bir biçimde bir Yeni Kemalizm sinyalinin ABD’den ya da moda deyimi ile Okyanus ötesinden Türkiye’ye gelmediği düşünüldüğünde, okyanus ötelerinden Türkiye’ye köşe döndürmesi planlanan anayasa referandumu öncesinde böylesine bir yazının açıkça yayınlanması üzerinde durmak gerekmektedir. Süper güç ABD‘nin durduk yerde hiçbir şey yapmadığı, hesapsız adım atmadığı dikkate alınacak olursa, referandum  aşamasında  geleceğe dönük bir doğrultuda Türkiye’nin Atatürkçü çevrelerine ABD emperyalizmi tarafından bir Yeni Kemalizm hattı çizilerek iktidardaki ılımlı İslamcı siyasal yapıya karşı bir alternatif oluşturulmağa çalışılmaktadır. Okyanus ötelerinden ABD emperyalizminin merkezi alan hegemonyası doğrultusunda hazırlanmış olan Büyük Orta Doğu projesinin iflas ettiği ve yürümediği bir aşamada, her ata oynayan ve her siyasal gelişmeyi ya da çizgiyi kendi çıkarları doğrultusunda oportünistçe kullanmasını iyi bilen Atlantik emperyalizminin  dini kullanan projesinin iflas ettiği aşamada hemen yedek proje olarak Yeni Kemalizm’i Türk ismi taşıyan bir ABD vatandaşının imzası ile ortaya atmasında gene bir hikmet aramak gerekmektedir. ABD başkentinde etkin çalışmalar yapan bir Siyonist kuruluşun sorumlusunun imzası ile gündeme getirilmek istenen Yeni Kemalizm önerisi için, Türkiye’nin Atatürkçüleri “Şimdiye kadar neredeydiniz ve neden bugüne kadar Kemalizm’i silmek ve ortadan kaldırmak için her yolu denediniz, ya da neden şimdiye kadar Atatürk düşmanlarına destek verdiniz?“ diye sormak hakkına sahiptirler. Biz de bu doğrultuda ABD yönetiminin ve Siyonist lobilerin Türk ulusuna hesap vermek, açıklama yapmak gibi bir borçları olduğunu burada belirtmek durumundayız. Türkiye gibi dünya ülkeleri batılı emperyalistlerin oportünist girişimleri doğrultusunda zarara uğradıklarında ya da ulusal çıkarlarını koruyamadıkları durumlarda hesap sormak ve zarara uğrayan çıkarlarını onarmak durumundadırlar.

        Amerikan üniversitelerinde Türk tarihi ve sosyal yapısı üzerine doktora yapan yazarın makalesi incelendiğinde açıktan bir Amerikan oportünizmi göze çarpmaktadır. Dışarıdan ve içeriden her türlü zorlamaya rağmen yıkılmayan Atatürk Cumhuriyetini bir yönlere çekebilmek üzere, Amerikan emperyalizmi tam bir tornistan yapmakta ve şimdiye kadar uyguladıkları anti-Kemalist politikalardan vazgeçerek, Türkiye’nin Kemalist birikimini Büyük Orta Doğu projesine alternatif olarak kendi çıkarları doğrultusunda devreye sokmağa çalışmaktadırlar. Ayrıca kendi destekleri ile iktidara gelen ılımlı İslamcı siyasal yapı ile tam ters düştükleri aşamada yeniden Kemalizm’i hatırlamaları ve Yeni Kemalizm adı altında ters düştükleri İslamcı iktidara karşı bir alternatif olarak yeniden Kemalizm’e sarılmaları da gene kendi çıkarlarını kurtarma hesabına dayandığı anlaşılmaktadır. Siyasal İslam’ın Büyük Orta Doğu projesi doğrultusunda Türkiye’de iktidara gelmesi üzerine geçen sekiz yıllık dönemin sonunda eski ittifakın bozulduğu görülmektedir. İktidarla bozuşan ABD’nin yeni bir alternatif ararken, ülkede çökertilen sol ve sağ partilerin devre dışı kaldığı bir aşamada yeniden Kemalizm’i öne sürmesi de İran savaşı öncesinde asker alternatifine oynanmak istendiğini açıkça göstermektedir. Son yıllarda Türk ordusunu zor durumda bırakan çeşitli kampanyalara dolaylı destek veren ABD’nin tam İran savaşı öncesinde Yeni Kemalizm kavramı üzerinden Türk Silahlı Kuvvetlerine mesaj çakması üzerinde, Türk ulusunun ve devletin yetkili organlarının ciddi olarak durup düşünmeleri gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devletini emperyalizme karşı savaşarak kurmuş olan Atatürk’ün ordusunu demokrasi görünümlü saldırı senaryoları ile hırpalanmasına ses çıkarmayanların, İsrail siyonizminin dünya hegemonyası amacıyla kışkırtılan üçüncü dünya savaşında Türk ordusunu İran’a karşı sahaya sürülmesine sağlayacak bir doğrultuda Yeni Kemalizm kavramını ortaya atmasındaki hesapları iyi görmek ve buna göre hareket etmek gerekmektedir.

         Soğuk savaş koşullarından yararlanılarak kurulan İsrail devletinin ikinci dünya savaşı sonrasındaki sürekli savaş ve işgale dayanan politikalarının iflas ettiği aşamada Büyük Orta Doğu Projesi öne sürülmüş ve ABD sırtından Büyük İsrail’e giden yol açılmak istenmiş, ama bütün zorlamalara ve komplolara rağmen istenen sonuç elde edilememiştir. Her türlü baskı ve zorlamaya rağmen Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projelerinin iflas ettiği aşamada, Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm II Eylül komplosunu tezgahlayarak dünya ülkelerine saldırıya geçmiş ama dünyanın yeni büyük güçleri ve kutup merkezlerinin devreye girmeleriyle bu topyekün üçüncü dünya savaşı saldırganlığı önlenebilmiştir. Ne var ki, yer küre üzerinde tam bir hegemonya isteyen Atlantik emperyalistleriyle İsrail siyonizminin, Irak ve Afganistan maceralarından sonra İran’ı ana hedef tahtasına oturttukları aşamada bütün savaş planları Türkiye’nin ve Türk ordusunun kullanılması üzerine yapılmıştır. Irak’a yönelik haksız saldırı ve savaşa karışmayan Türk Silahlı Kuvvetleri İran savaşına da benzeri bir biçimde uzak dururken ,  Türkiye’deki siyasal iktidarın İslamcı kimliğine ve BOP projesi angajmanlarına  rağmen  gerçekleri görerek, batılı emperyal çevrelerden  savaş sürecinde uzak durmağa başlamış  ve şimdiye kadar yönettiği devletin çekirdek gücü ve merkezi organı olan Türk Silahlı Kuvvetleriyle bir araya gelerek, Türkiye’nin savaş koşullarındaki ulusal savunma stratejisinin  oluşturulmasına öncelik verilmiştir. İşte bu aşamadan sonra, Türk halk deyimi ile öküz ölmüş ve ortaklık bozulmuştur. Irak savaşına karşı çıkan Türk parlamentosu ile beraber Türkiye Cumhuriyeti yönetimi haksız İran savaşına karşı çıkma doğrultusunda komşularıyla yakınlaşma politikalarına girişmiştir. Komşularla sıfır sorun açılımı doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti sınır komşusu İran ile de yakınlaşma içerisine girince, başta İsrail olmak üzere batılı devletlerin haksız tepki ve baskılarıyla karşılaşılmıştır. Bu aşamaya kadar ABD ve İsrail çıkarları için komşularıyla savaşa karşı çıkan Türk ordusunun köşeye sıkıştırılmasına neden olan kampanyalara ses çıkarmayan Atlantik emperyalizminin, tam İsrail’in İran’ı vurmaya hazırlandığı aşamada Türk silahlı kuvvetlerinin gönlünü alacak doğrultuda bir Yeni Kemalizm açılımı yapması artık Türkiye’de hiç kimseyi ve hiçbir kurumu etkileyemeyecek kadar oportünizm kokmaktadır. Şimdiye kadar Atatürk ve Kemalizm karşıtı her girişimi destekleyenlerin çıkarcı Yeni Kemalizm açılımı, Türkiye’de artık hiçbir etki sağlayamaz. Ancak ABD’ye göbeğinden ya da cebinden bağımlı olan işbirlikçi ve mandacı çevrelerin Kemalizm üzerine nutuk atmalarına ve de bazı yayın organlarının yeniden Atatürk ve Kemalizm üzerine program yapmalarına yarar.

        Atatürk’ün partisinin başındaki Atlantik yediemini bir kaset senaryosu ile uzaklaştırıldıktan sonra, iktidardaki ılımlı İslamcı partiden iktidarı alabilecek derecede güçlü yeni bir alternatif arayışı öne çıkmıştır. İşte bu aşamada Atlantik emperyalizmi Siyonist kuruluşun Türkiye masası şefinin kalemiyle Atatürk’ün partisine laikliği yumuşatmasını önermektedir. Ilımlı İslamcı politikalar ile Türkiye Cumhuriyeti’ni laik devletten bir din devletine dönüştürmeğe çalışan Amerika Birleşik Devletleri, bir İslam devleti olan İran’a Siyonist İsrail’in çıkarları doğrultusunda savaş açarken, İran gibi bir İslam devletine karşı laik Türk devletinin ordusunu Yeni Kemalizm ile kullanmağa hazırlanırken, bu arada da yeni genel başkanı ile Atatürk’ün partisine laikliği yumuşatmasını ve bu ılımlı laiklik politikasını da Yeni Kemalizm adına savunmasını önermektedir. Yeni Kemal ile Yeni-Kemalizm peşinde koşan Atlantik emperyalizmi, ılımlı İslam’ın tutmadığı bir aşamada açıkça ılımlı laiklik politikasını önermekte ve bu politikayı da yeni genel başkanın öncülüğünde Atatürk’ün partisine önermektedir. Amerika’nın keyfi uğruna Atatürk’ün partisi geleneksel laiklik politikasından vazgeçecek, ılımlı İslamcı partinin tabanından da oy alarak iktidara gelebilmek için daha yumuşatılmış bir laiklik anlayışını ılımlı laiklik olarak uygulayacaktır. Bir Avrupa devlet modeli olan laiklik uygulamasını Amerika benimsemezken, İsrail gibi bir din devletini Türkiye’de ılımlı İslam üzerinden yaratmağa çalışmış ama bu girişimde başarısız kalınca bu kez, laik Türkiye ile barışabilmek için ılımlı laiklik de karar kılınınca, böylesine bir politika değişikliği Türk kamuoyuna en Atatürkçü gazete üzerinden “Yeni Kemalizm “olarak aktarılmağa çalışılmıştır. Avrupa laik Türkiye’yi desteklerken, ABD-İsrail ikilisi ılımlı İslamcı bir Türkiye peşinde koşmuşlar, yirmi yıllık bir zorlamaya rağmen sonuç alamayınca İran savaşı öncesinde laik Türkiye ile barışabilmek ve Türk ordusunu İran savaşında cepheye sürebilmek için, Yeni Kemalizm’i gündeme getirmişlerdir. Bu girişim, anti emperyalist bir siyasal çizgi olan Kemalizm’in doğasına açıkça ters düşmektedir. Bu nedenle Türkiye’nin aniden ortaya çıkan Yeni Kemal’ler ile Yeni-Kemalizm’e sürüklenmesini beklemek hayalden öte gidemez.

         Yeni-Kemalizm, batı dünyasının Türkiye’yi yitirdiği ve Türkiye üzerine ciddi eksen kayması tartışmalarının gündeme geldiği aşamada ortaya çıkartılmaktadır. Amerika’nın sesi olan yazara göre Yeni-Kemalizm sayesinde Türkiye yeniden İran’dan uzaklaşarak batı ile yakınlaşma şansını yakalayacaktır. ABD’nin yarım yüzyılı aşkın süre kendi emperyalizmi için Türkiye’yi bölgede  Türk ulusunun çıkarlarına aykırı bir biçimde kullandığı, Avrupa Birliğinin Türkiye’den her türlü ödünü almasına rağmen tam üyelik hakkı vermeyerek dışladığı, bir din ve ırk devleti olan İsrail’in Türkiye’nin ulusal ve laik devlet yapısını tehlikeye atan bölücü ve dinci akımları desteklediği artık kesin olarak ortaya çıktığına göre Türk devleti kendisini korumak için komşularıyla bir araya gelerek emperyalizme karşı bölgesel bir savunma paktının ardında koşacaktır. Atatürk’ün bölge ağırlıklı dış politikasına Türkiye’nin yönelmemesi için, Amerikancı yazar Yeni-Kemalizm ile Türkiye’nin yeniden batı dünyasına dönmesi gerektiğini öne sürmektedir. Kemalizm’in antiemperyalist bir akım olduğunu ve Türklerin bağımsız bir ulus devlet sahibi olabilmek için batılı emperyalistler ile savaştığını görmezden gelen Amerika’nın sesi konumundaki yazar, yeniden batı emperyalizminin kucağına Türkiye’nin oturtulmasını hiç çekinmeden Yeni-Kemalizm adına isteyebilmektedir. Türk tarihi üzerine doktora yapan bu yazarın en azından Türklerin bağımsızlıklarını elde edebilmek için batı ile savaştığını iyi bilmesi gerekirdi. Osmanlı İmparatorluğu gibi, Türkiye Cumhuriyeti devleti de sürekli olarak batılı devletler ile savaşmak zorunda kalmıştır. Osmanlı devleti gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de doğu olarak gören batının, emperyalist saldırıları böylesine olumsuz bir duruma neden olmuştur. Gerçek Kemalizm batı emperyalizmi ile savaşın ideolojisi olarak ortaya çıkarken, Yeni Kemalizm yeniden Türk devletinin batı emperyalizminin kucağına oturtulması olarak gündeme getirilmektedir. Böylesine büyük bir tarihsel çelişkiye Atatürk Cumhuriyetinin sürüklenmesini düşünmek Türk ulusu açısından mümkün değildir. Türkiye’yi tam anlamıyla bir batı sömürgesi yapmayı Yeni-Kemalizm görüntüsü üzerinden gizlemeye çalışan yazarın Türkiye’yi ve Türk ulusunu hiç tanımadığı açıkça ortaya çıkmaktadır. Yakındoğu ve Türkiye uzmanı bir yazarın bu konuları daha dikkatli bir biçimde ele alması beklenirdi.

       Amerika’nın sesi konumundaki yazar Avrupa Birliğini de aynı doğrultuda yanına alabilmek için makalesinde Türkiye Avrupa ilişkilerine de yer vermekte ve   Transatlantik ittifakı doğrultusunda Avrupa Birliğini de Amerika Birleşik Devletleri’nin yanında göstererek, Türkiye’nin yeniden Avrupa ile ilişkilerinin düzeltilmesinde Yeni Kemalizm’in yararlı olacağını dile getirmektedir. Batının emperyalist devletleriyle savaşmış olan Atatürk’ü yanlış bir biçimde batıcı gösteren yazar Mustafa Kemal’in gerçekçi bir uygarlıkçı olduğu gerçeğini görmezden gelerek, Mustafa Kemal’in Türkiye’nin Avrupalılaşmasını istediğini yanlış bir biçimde yazabilmiştir. Çağdaş uygarlığı devletine ve ulusuna ana hedef gösteren kurucu önder Atatürk hiçbir biçimde taklitçi bir batıcılığı körü körüne desteklememiştir. Avrupa’nın büyük devletlerinin Türkiye’ye eşit haklar vermek istemediğini ve yeni bir Yugoslavya modeli ile Türkiye Cumhuriyeti topraklarını Sevr haritasına çevirmek istediğini görmezden gelen yazar hala Avrupa üyeliği masallarıyla Türkiye’yi uyutacağını sanmakta ve bu durumu da Yeni-Kemalizm kavramı üzerinden gizlemeğe çalışmaktadır. Avrupa kıtasındaki gerçek laiklik uygulamalarını görmezden gelen yazar, hiç sıkılmadan Türkiye’ye hem Avrupa birliği üyeliğini hem de ılımlı laikliği beraberce önerme cesaretini gösterebilmektedir. Böylesine büyük bir çelişki içinde Türkiye’nin referandumu öncesinde acele ile kaleme alınan bu makaledeki çelişkiler, yenilir ve yutulur gibi değildir. Yazar hala kendini beğenmiş emperyalist edasıyla Türkleri aptal yerine koymakta, içinde bulunduğu çelişkileri gidermeden Türk ulusuna akıl öğretme ukalalığını sürdürebilmektedir. Avrupa modeli bir laik devlet olan Türkiye’de ılımlı İslam tutmayınca ılımlı laiklik üzerinden politikalarını sürdürmek isteyen Atlantik emperyalistlerine birilerinin gerçekleri anlatması zamanı gelmiştir. Hem Avrupalı hem de ılımlı laik bir ülke olmanın mümkün olmadığı bugünün Avrupa Birliği çatısı altında açıkça görülebilmektedir. İsrail lobilerinin baskılarıyla Orta Doğu’dan başka bir yere bakamayan Amerikan kamuoyuna birilerinin Türkiye’nin özel durumunu anlatması gerekmektedir. Kendi çıkarları doğrultusunda son derece oportünist davranan Avrupa Birliği yönetimi de Atlantik emperyalizminin böylesine çelişkili girişimleri karşısında tavır almamakta, sessiz durarak kendi çıkarları doğrultusunda çifte standartlı davranışlarını çekinmeden sürdürebilmektedir. Atatürk açıkça Avrupa emperyalizmini eleştirmiş ve Avrupa’nın ikiyüzlü tutumuna karşı çıkarak, antiemperyalist duruşunu sürdürmüştür. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti Yeni-Kemalizm görüntüsü altında edilgen davranarak bir yerlere gidemez, hele Avrupa ile ilişkilerinde ulusal çıkarlarını koruyamaz Türkiye Cumhuriyeti bugünkü yapısı ile belki hiçbir zaman Avrupa Birliğine tam üye olamaz ama Mustafa Kemal’in izinden giderek her zaman dünyanın önde gelen çağdaş ve ileri ülkelerinden birisi olabilir. Nitekim, Türkiye bu açıdan Atatürk’ün devlet modeli ile bütün Türk dünyası, İslam dünyası ve Avrasya ülkeleri içerisinde önde gelen laik ve çağdaş devlet modeli olarak örnek olmakta ve mazlum uluslara bağımsızlıkçı bir çizgide yön göstermektedir.

        Amerikancı yazar, Türkiye’nin geçmişten gelen güçlü bir Kemalist mirasın sahibi olduğunu yazısının sonlarında kabul etmekte ve diğer partiler ile beraber ılımlı İslamcı büyük partinin de bu gerçeği kabul ederek kendisini değiştirmesi gerektiğini önermektedir. Şimdiye kadar anti-Kemalist politikalar ile bir yerlere Türkiye’yi götürmek isteyen ılımlı İslamcılara, o çok sevdikleri deyim ile Okyanus ötesinden Türkiye’nin güçlü Kemalist birikimini kabul etmeleri gerektiğinin ABD’li bir uzman tarafından önerilmesi, önümüzdeki dönemde ciddi tartışmalara yol açacak gibi görünmektedir. Madem öyleydi de neden ABD şimdiye kadar Kemalizm karşıtı politikaları açıktan destekledi ya da Kemalizm karşıtı partileri destekleyerek iktidara gelmelerini sağladı? Bu gibi soruların yanıtlarını ABD devletini yönetenlerin vermesi gerekmektedir. Hiçbir büyük devletin Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet modeli ile ya da devletin kurucu düşünce sistemi ile oynamaya hakkı yoktur. İşine geldi mi anti-Kemalist işine geldi mi Yeni-Kemalist politikaları destekleyerek büyük çelişkilere sürüklenen ABD’nin Türkiye’yi de kendisiyle beraber çelişkili süreçlere doğru sürüklemek hakkı yoktur. Türkiye’nin kuruluş aşamasından gelen güçlü Kemalist birikimi ve geleneği bugün de devrededir ve her türlü dış baskıya rağmen Türk devletinin kazasız belasız yoluna devam etmesini sağlamaktadır. Bu çerçevede Kemalizm bir ulusal düşünce sistemi ve siyasal bir devlet modeli olarak bugün de varlığını sürdürmektedir. Bugüne kadar yaşanan olaylar ve günümüzdeki siyasal gelişmeler Kemalizm’in ne derece doğru ve haklı bir düşünce sistemi olduğunu açıkça kanıtlamıştır. Yüzyıla yakın bir zaman dilimi içerisinde haklılığı ve doğruluğu birçok gelişme ile kanıtlanan Kemalizm günümüzde her yönden güncelleşmiştir. Emperyalizmin her geçen gün dünya ülkelerini ve mazlum ulusları daha fazla baskı ve kıskaç altına aldığı bu aşamada antiemperyalist bir siyasal çizgi olan ve Atatürk’ten Türk ulusuna miras kalan Kemalizm, günümüz koşullarında her açıdan geçerliliğini korumaktadır. Hiçbir şeyin aslı varken suretine itibar edilmez. Geleneksel Kemalizm bugünün koşullarında Güncel Kemalizm olarak geçerliliğini korurken, batılı emperyalistlerin planları doğrultusunda sahte bir Yeni Kemalizm ile Türk ulusunun önü kesilemez. Türk ulusu önümüzdeki dönemde yeniden güncelleşen geleneksel Kemalizm ile yoluna devam ederken, yolunu kesmek üzere emperyalistler tarafından ortaya atılan her türlü Yeni –Kemalizm saptırmasına karşı uyanık olmak ve gereken önlemleri alarak ulusal çıkarlarını korumak zorundadır.  Son yıllardaki yaşanan olaylar ve siyasal gelişmeler ile doğrulanan Güncel Kemalizm, her zaman için sahte Yeni –Kemalizm arayışlarına izin vermeyecek kadar güçlüdür. Önemli olan Türk ulusunun bu gerçeği iyi bilmesidir. O zaman her türlü emperyal oyun ve yapay senaryoların önü kesilebilecektir. Neo-liberalizm adı altında yeni emperyalizm arayışının ardında koşanların, buna paralel benzeri Yeni-Kemalizm arayışları hiçbir zaman güncelleşen gerçek Kemalizm’in önünü kesemeyecektir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN