28 Ocak 2019 Pazartesi

TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" -İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken!..

TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 19 Ocak 2019
İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken!..
İkinci cumhuriyetçi bir bilim adamı gayrimüslim kimliğinin getirdiği bir tavır ile Türk düşmanlığı yaparken, Türklerin Ulusal Kurtuluş Savaşı ile Anadolu’yu yeniden işgal ettiklerini öne sürmüş ve bu işgale artık son verilmesi gerektiğini söylemiştir. Yeni Bizans projesinin peşinde koşarak, kiliseler ile işbirliğine giren ve Fener Rum Patrikhanesinden emir alarak Türk ve Türkiye düşmanlığı yapan bu tür sözde bilim adamları ülkemizde yeni bir kafa karışıklığı yaratarak Türk devletinin çöküşüne giden yolu açmak istemektedirler. Türk Ceza Kanununun Türklüğü ve Türk devletini koruyan maddelerini Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak ortadan kaldırmak isteyen ve bunu ifade özgürlüğü çerçevesinde gündeme getiren gayrimüslim ve gayri Türk kimseler ciddi bir Türk düşmanlığı yaparken yasaların korumasından kurtulmak ve dünyanın merkezi coğrafyası olan Anadolu üzerindeki Türk egemenliğine son vermek istemektedirler. Bu doğrultuda uluslararası hukuka göre resmi adı Türkiye Cumhuriyeti olan Türk devletini ortadan kaldırabilmek için akla gelen her yolu denemekteler ve yeni yeni yorumlar getirerek bin yıllık Türk egemenliğinin sona erdirilmesi için çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar. Türklerin bu coğrafyada tarihten gelen bin yıllık egemenliğini bir türlü kabul etmek istemeyen ve bunu bir an önce kaldırmak isteyen gayrimüslimler, yeniden Bizans dönemindeki gibi Hıristiyan bir imparatorluk düzenine geçebilmek için, bu ülkedeki Türk varlığını bir işgal olarak nitelendirmekten de çekinmemektedirler. Bin senedir Türklerin egemen olduğu topraklarda ve bir Türk devletinin çatısı altında vatandaş olarak yaşamını sürdüren bir gayrimüslim bilim adamı Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak ilan etmekten çekinmeyecek derecede yüzsüzlük gösterebilmektedir.
Tarih biliminin verilerine göre Türkler
Tarih biliminin verilerine göre Türkler Orta Asya’da gün yüzüne çıkmışlar ve daha sonrada bazı gelişmeler nedeniyle Önasya’ya göç etmek zorunda kalmışlardır. Türkler bugünkü yaşadıkları Önasya topraklarına bin yıl önce göçler yolu ile gelmişler, bir süre sonra da Selçuklu İmparatorluğunu Horasan merkezli kurarak ve yeryüzünün merkezi coğrafyasında yayılarak geniş alanlarda bir Türk devleti ortaya çıkarmışlardır. Bugün ki İran merkezli bir Türk egemenliği bütün Orta Doğu’ya yayılırken, Türkler İran üzerinden Kafkasya, Anadolu, Suriye ve Irak topraklarına gelerek yerleşmişlerdir. Asya’da göçebe bir yaşam düzeni içinde yaşayan Türk kavimleri bir imparatorluk düzeni içerisine girince yerleşik yaşam düzenine geçmişler ve bu doğrultuda dünyanın merkezi topraklarını Türk topraklarına dönüştürmüşlerdir. Bu coğrafyada Türklerden önce yaşayan Hıristiyanlar ve Yahudiler Roma İmparatorluğunun çöküşü üzerine egemenliklerini yitirmişler ve yeni gelen Türklerin hegemonyasında oluşan devlet düzenine uyum sağlamağa çalışmışlardır. Türklerin Önasya’ya gelişleri bir otorite boşluğu alanı yaratıldığı için gerçekleşmiştir. Roma İmparatorluğunun yıkılışından sonra Bizans İmparatorluğu da bu coğrafyada tutunamamış, İslamiyet’in çıkışından sonra kurulan Emevi ve Abbasi İmparatorlukları da çökme noktasına gelince Ön Asya topraklarındaki boşluğu Orta Asya ve Kafkasya üzerinden gelen Türk kavimleri doldurmuştur. Bugünkü Rusya toprakları üzerinde kurulmuş bulunan bir Türk İmparatorluğu olan Hazar devletinin çöküşü üzerine Türkler güneye doğru inmişler Kafkasya bölgesinden geçerek Horasan’a gelince Tebriz merkezli Selçuklu İmparatorluğunu kurarak merkezi coğrafyanın bütün bölgelerine yayılmışlardır. İşte bu süreç içinde Türkler kavimler halinde gelerek Anadolu’ya yerleşmişler ve bu yarımadayı Türkiye yapmışlardır. Daha haçlı seferleri sırasında bundan tam on yüzyıl önce Avrupa’dan gelen Hıristiyan ordularının komutanları Anadolu için Türkiye sözcüğünü kullanmışlar ve bu toprakların bir Türk ülkesi olduğunu kabul etmişlerdir.
Anadolu bin yıllık Türk ülkesi
Anadolu’nun bin yıllık Türk ülkesi olmasına rağmen yeniden bir Bizans özlemi içinde olan Hıristiyanların Türkleri işgalci ilan ederek bu projelerinin önünü açmağa çalıştıkları görülmektedir. Böylesine bir yaklaşım içinde Osmanlı İmparatorluğunun çöküşü ile beraber bu topraklarda Türk egemenliğinin sona erdiğini ilan ederek, Osmanlı sonrasında yeni bir Türk devleti olarak Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşunu kabul etmek istememektedirler. Bu nedenle, Türklerin bütün dünyanın emperyalist güçlerine karşı vermiş oldukları ulusal kurtuluş savaşını bir işgal hareketi olarak suçlamaktan da hiç çekinmemektedirler. Bazı özel üniversitelerde tıpkı Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde olduğu gibi yabancı okullarda yapılan Ermeni, Kürt ve Rum sorunlarını ele alan konferanslar ve açık oturumlar, Osmanlı sonrasında yeniden gündeme gelen Türk egemenliğindeki siyasal yapının tasfiye edilmesini amaçlamaktadır. Eski yabancı kolejlerin arkasındaki misyoner örgütleri ve gayrimüslim vakıflarının günümüzde özel üniversitelerin arkasında çalışmalar yaptıkları ve destekler sağladıkları görülmektedir. Batı emperyalizminin hizmetinde yapılan bu girişimlerin tamamı, Anadolu’daki Türk egemenliğine son vererek çok uluslu ve çok dinli kozmopolit bir federasyon düzenini alt kimlikli eyaletler aracılığı ile gerçekleştirebilmenin arayışı içindedir. Bunların faaliyetlerine ve toplantılarına katılan alt kimlikli gayrimüslim bilim adamlarının da Türkleri Türkiye’de işgalci ilan etmekten çekinmemektedirler. Arkalarına Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletlerinin desteğini alan bu kişiler aynı zamanda Türk
Türk vatandaşı olmalarına rağmen
Türk vatandaşı olmalarına rağmen, Türk düşmanlığını sürdürmekten çekinmemektedirler. Bütün mesele gelip, eski Osmanlı topraklarında yeni bir Bizans İmparatorluğu kurmak ya da Büyük İsrail projesi doğrultusunda ABD ve İngiltere devletlerinin desteğini sağlamak noktasında düğümlenince, geleneksel Türk düşmanlığı doğrultusunda Türklerin işgalci ilan edilmesi kendiliğinden gündeme gelmektedir. Türklerin bu coğrafyadaki bin yıllık egemenliği görmezden gelinerek, kesin bir Türk karşıtlığının sergilenmesi çağdaş uygarlığı temsil ettiğini ileri süren batı ve onun işbirlikçisi batıcı güçlere hiç yakışmamaktadır. Batı bloğu beş yüz yıldır bütün dünyayı sömüren bir emperyalizmin örgütleyicisidir. Türkiye’deki azınlıklar da batı destekli bir yeni Bizans arayışına girdiklerinde manda ve himaye yönetimini Türk egemenliğine tercih etmektedirler. Böylesine Türk düşmanlığına yönelen gayrimüslim azınlıkların, bin yıllık Türk egemenliğinin ötesinde bazı tarih uzmanlarının dile getirdiği gibi on bin yılı aşan bir proto-Türk yerleşiminin Anadolu’nun çeşitli yörelerinde belirlendiğini de bilmeleri gerekir. Bu doğrultuda, Anadolu’nun on bin yıllık Türk toprağı olduğunu öne süren ciddi bilimsel eserler vardır. İtalya ve İspanya yarımadasına ilk yerleşen kavimlerden birisi olan Etrüsklerin de Türk asıllı olmaları proto-Türk alanda çalışmalar yapan bilim adamlarının tezlerini doğrulamaktadır. Roma ve Bizans imparatorluklarından çok önceki dönemde Ön Asya ve civarına gelen Türk kavimlerinin bu bölgelerde yerleştiğini artık birçok bilim adamı kabul etmektedir. Onbin yıllık Türk geçmişinin bulunduğu bu topraklarda hiç kimsenin Türkleri işgalci olarak ilan etme hakkı bulunmamaktadır. Bunun aksi örnekler, çağdışı art niyetli girişimlerdir. Ne yazıktır ki, bazı gayrimüslim bilim adamları da sırf din farkı ya da etnik köken ayrılığı nedeniyle böylesine olumsuz durumlara sürüklenebilmektedirler.
Türklerin onbin yıldır bu bölgede yaşadığı gerçeği
Türklerin onbin yıldır bu bölgede yaşadığı gerçeği dikkate alınırsa, Anadolu topraklarındaki Türk tarihi belirli bir tasnife göre açıklanabilir. Türklerin Anadolu’ya ilk gelişlerin proto-Türkler aracılığı ile on bin yıl önce olduğuna göre, bu durum birinci dalga Türkleştirme olarak kabul edilebilir. Hazar İmparatorluğunun yıkılmasından sonra ki göçlerle Selçuklu İmparatorluğunun kurulması ile de bu merkezi coğrafyada ikinci dalga Türkleştirme gündeme gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu ise Türk egemenliğinin Balkanlar üzerinden Avrupa’ya da yayılmasını sağlamış ve bu toprakların Türkleştirilmesini daha da güçlendirmiştir. Milliyetçilik cereyanlarının Balkan ülkelerini Osmanlı İmparatorluğundan koparmasından sonra yaşanan Birinci Dünya Savaşı ile merkezi coğrafyadaki Türk egemenliği sona ermiştir. Bunun üzerine batılı emperyalistler Osmanlının merkezi topraklarını işgale başladığında, Türk ve Müslüman halk kitleleri bu saldırıya karşı direnerek bir ulusal kurtuluş savaşı vermişler ve sonucunda zafer elde ederek yeniden Türk egemenliğini tesis etmişlerdir. İşte bu kurtuluş savaşını gayrimüslim bilim adamları ya da uzmanların bir işgal olarak ilan etmeleri, çok ciddi bir saptırmadır. Türklere karşı haksızlık yapmayı ve her zaman çifte standart bakmayı alışkanlık haline getirmiş olan batı dünyası ve gayrimüslim azınlıklar, Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak ilan edecek derecede ileri gitmektedirler. Türklerin tarihten gelen geleneksel hoşgörüsünü rencide edecek derecedeki bu haksız tutumun artık bir sona ermesi gerekmektedir. Türkleri kendi ülkelerinde işgalci olarak gören zihniyet bu topraklarda yeni Bizans ya da Büyük İsrail kurulması ardında koşan Batı emperyalizminin bir uzantısıdır. Türkiye Cumhuriyetini geçici bir devlet olarak gören bu kesimler, Türk devletini ortadan kaldırabilmek için her yolu denemektedirler. Türk ulusu bu kadar haksızlığa artık bir son vermek durumundadır. Toplumda giderek bu doğrultuda gündeme gelen bilinçlenmenin ciddi bir ulusal tepkiye yol açmasından çekinen bu saldırgan çevreler, Türklerin haklı tepkilerini önleyebilmek üzere Türkiye’de yeni iç karışıklık ve kavgalar çıkartabilmenin kışkırtıcılığı içindedirler.
Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Bizans, İyonya, Trakya, Kapadokya
Türkiye topraklarından Kürdistan, Ermenistan, Pontus, Bizans, İyonya, Trakya, Kapadokya gibi gayri Türk ve gayrimüslim küçük eyalet devletçikleri çıkartabilmenin çabası içinde olan batı emperyalizminin işbirlikçisi çevrelerin Türkiye’deki Türk egemenliğine karşı yürüttükleri komplolara ve emperyalist oyunlara karşı artık Türk ulusunun Atatürk’ün izinde giderek daha bilinçli ve kararlı bir tutum içerisine girmesi gerekmektedir. Madem onlar Türkiye’deki Türk devletini geçici bir düzen olarak görüyorlarsa, o zaman ulusal kurtuluş savaşında sürdürülen antiemperyalist bir çıkış ile Türklerin Türkiye’ye yeniden yerleşmeleri sağlanmalıdır. Türkiye’nin yedi coğrafi bölgesinde alt kimlikli ayrı devletçiklerin gündeme getirilmeğe çalışıldığı bu aşamada Türkler Türkiye’nin her bölgesine yeniden yerleşerek ulusal ve üniter siyasal yapılanmanın güçlendirilmesini bir an önce sağlamalıdırlar. Bu topraklarda yedi yüzyıla yakın bir süre egemenliğini sürdürmüş olan Osmanlı İmparatorluğu ile ondan önceki Türk devleti olan Selçuklu İmparatorluğunun yönetim tarihinden bugünün Türkiye’si için dersler çıkarmak gerekmektedir. Selçuklu ve Osmanlı yönetimleri merkezi coğrafyadaki egemenliklerini koruma doğrultusunda neler yaptıysa, Türkiye Cumhuriyetinin de aynı yoldan giderek benzeri yöntemlerle Türk devleti ile Türk ülkesini bütünleştirmesi gerekmektedir. Anayasada var olan Türkiye Cumhuriyetinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlayacak derecede yeni ulusal ve üniter yapı güçlendirilmelidir. Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde dıştan desteklenen ayrılma ya da merkezden uzaklaşma gibi eğilimlerin önünü kesecek yeni yaklaşımların geliştirilmesi bölünmenin önlenebilmesi açısından zorunlu görünmektedir. Dünyanın merkezindeki Türk devleti bu aşamada birliğini ve bütünlüğünü koruyabilirse bütün Türk dünyası için bir cazibe merkezi konumuna gelebilecektir.
Türklerin Anadolu’ya yeniden yerleşmeleri gerekmektedir.
Türkiye’de dağılma ve çözülmenin önlenebilmesi için Türklerin Anadolu’ya yeniden yerleşmeleri gerekmektedir. Bazı büyük ilçelerin bu doğrultuda iç dengeleri yeniden sağlayacak çizgide vilayet yapılmaları yarar sağlayabilir. Böylece büyük illere göç önlenebilir ve nüfusun ülke sathına yeniden yayılması sağlanabilir. Ayrıca, kendisini şimdiden eyalet merkezi ya da müstakbel yeni devletlerin başkenti ilan eden bazı büyük illerin bölünmesi de eyaletleşmenin önüne geçilmesinde katkı sağlayabilir. Bu doğrultuda, Türkiye’nin idari taksimatının yeniden düzenlenmesi, alt kimlikli ayetleşmeye izin vermeyecek derecede ulusal ve üniter yapının güçlendirilmesini sağlayacak doğrultuda bir ulusal idari reforma acilen ihtiyaç bulunmaktadır. Böylesine bir milli idari reformu bir iktidar programına dönüştürecek bir siyasal parti beklenmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin bu topraklarda kalıcı bir devlet olarak yoluna devam edebilmesi için böylesine bir milli program iktidarına gereksinme vardır. Türkler, Anadolu’ya yeniden yerleşerek hem Misak-ı Milli sınırları içerisinde ulusal yapının güçlenmesine yardımcı olmalılar, hem de bu şekilde devletlerini güçlendirerek, merkezi coğrafyanın, merkez devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğe taşınmalıdırlar.
Kaynak: TÜRKLER TÜRKİYE’YE YENİDEN YERLEŞMELİDİR - Prof. Dr. Anıl Çeçen

12 Ocak 2019 Cumartesi

"CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN "ANKARA KALESİ, NO: 249" Ankara, 12 Ocak 2019 - cumhuriyetçiler ile demokratların bir araya gelmesi, bunun ilk adımı olmalıdır. Dolayısıyla, Cumhuriyetçi demokratlar hareketi, merkezde bu işbirliğinin çıkış noktası olacaktır.


ANKARA KALESİ NO: 249
"CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 12 Ocak 2019

Türkiye Cumhuriyeti Birinci dünya savaşı sonrasında siyaset sahnesine çıkmış olan ulus devletlerin önde gelen temsilcilerinden biridir. Dünya tarihi imparatorluklardan ulus devletlere geçiş doğrultusunda sürüp giderken, büyük imparatorluk alanları dağınıklık göstermiş ve bu durum nedeniyle eski devlet sınırları zamanla değişmiştir. İlk çağlardan orta çağlara geçiş süreci içinde insanlık, derebeylikten krallıklara, daha sonrasında da imparatorluklardan ulus devletlere doğru gelişen bir değişim süreci yaşamıştır. Bugünkü dünya düzeni böylesine bir geçmişin ve gelişmelerin ortaya çıkarmış olduğu bir yapılanmadır. Günümüzün dünya haritası son iki bin yıllık gelişmeler doğrultusunda oluşurken, bugünün ulusal temele dayanan cumhuriyet devletleri tarihsel süreç içindeki siyasal gelişmelerin doğal bir sonucu olarak gerçeklik dünyasında yerlerini almışlardır.

Modern dünyanın çağdaş cumhuriyetleri , Fransız devrimi sonucunda cumhuriyet rejimine geçiş ile birlikte kurulurken, Avrupa ülkelerindeki krallıklar zaman içerisinde cumhuriyet devletlerine dönüşmüştür. Fransız aydınlarının örgütü olan Jakobenler Birliği, kralı tahtından indirirken sadece cumhuriyet rejimine geçişi ilan etmekle kalmamış, aynı zamanda Fransız ulusunun da temellerini atmıştır. Uzunca bir süre din kavgalarına sahne olan Fransa’da; özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkelerine dayanılarak yapılan büyük siyasal devrimde bütün Fransızlar din ve etnik kökenleri geride bırakarak ve cumhuriyet devletinin çatısı altında Fransız ulusunun evlatları olarak bir araya gelmişlerdir. Kral Frank’ın ortaya çıkardığı Frank Krallığı daha sonraki aşamada Fransız Cumhuriyetine dönüşürken, çağdaş cumhuriyetlerin tarih sahnesine çıkışına giden yol açılmıştır. Fransa’dan sonra sırasıyla bütün Avrupa ülkeleri ulusal gelişmeler doğrultusunda cumhuriyetlere dönüşürken, İngiltere sahip olduğu geniş sömürge alanlarından yararlanarak imparatorluğunu korumasını bilmiştir. Atlantik okyanusunun tam ortasında yer alan bu ada ülkesinde uzun süre cumhuriyetçiler ile kralcılar arasında siyasal çekişmeler yaşanmış ve sonunda imparatorluğa bağlı sömürgelere dayanan krallık taraftarları bu mücadeleyi kazanarak ve Britanya İmparatorluğunu Birleşik Krallık adı altında sürdürerek, Avrupa kıtasının cumhuriyet devletlerinin dışında kalmıştır. İngiltere’de kralcıların yendiği cumhuriyetçiler daha sonraları gemilerle Amerika’ya gitmişler ve çok istedikleri cumhuriyet düzenini ilk oluşturdukları on eyaleti bir araya getirerek kurmuşlardır.

İngiltere’deki çekişmeler Fransız devrimine giden yolu açarken , Fransa’da gerçekleşen devrim cumhuriyet devletlerinin yapılanmasını sağlayan devlet modelini de ortaya koymuştur. Özgürlük, eşitlik ve kardeşlik ilkeleri doğrultusunda yola çıkış ile başlayan devrim daha sonraki oluşumlar ile önce cumhuriyetin ilanını gündeme getirmiş, daha sonra da acil sorun olan din ve devlet işlerinin ayrılması doğrultusunda laiklik düzenini kurmuştur. Devlet işlerinde din farkının kaldırılması ile halkın temsilcileri arasından devletin yeni yöneticileri seçilmeye başlanmıştır. Fransız devrimi çok kanlı aşamalardan geçerek ulus devleti ve cumhuriyet rejimine doğru dönüşümler gösterirken, halkta biriken sosyal ve kültürel oluşumlar aynı zamanda kral Frank’ın çocuklarının Fransız milletine dönüşümünü de beraberinde getirmiştir. Kral yerine cumhur başkanın ülkeyi yönetmesi , genel seçimler uygulamasını ortaya çıkarmış ve belirli dönemlerde sandığa giden Fransız halkı kendi içinden yöneticilerini seçerek uluslaşma yolunda emin adımlar ile ilerlemiştir.

İngiltere’de yaşanan siyasal çekişmeler ile birlikte Avrupa kıtasında otuz yıl süren din ve mezhep savaşları Westfalya barışına giden yolu açmıştır. Bu antlaşma çerçevesinde kıtanın her bölgesinde görülen din ve mezhep savaşlarına son verilmiş ayrıca dağınık Germen nüfusunun toparlanarak bir Alman ulus devleti oluşturmasının yolu açılmıştır. Westfalia barışının din ve mezhep savaşlarına son vermesi sayesinde Fransız halkı ve diğer Avrupa halkları zaman içerisinde uluslaşma sürecini tamamlamışlardır. 1648 tarihli Westfalia antlaşmasından sonra 1789 yılına kadar geçen iki asırlık dönem, Avrupa kıtasındaki devletlerin çatısı altında yaşayan halk topluluklarını zamanla uluslaştırmıştır. Böylece Avrupa devletleri bir yandan cumhuriyet rejimine doğru dönüşürken ,aynı zamanda halkların uluslaşması sürecini de birlikte yaşayarak üç asırlık bir dönem içinde çağdaş ulus devletler haline dönüşmüşlerdir . Ulus devletler oluşumu ile cumhuriyet rejimlerinin zaman içinde devletlerin yeni siyasal modeli biçimine dönüşmesi ,aynı dönemin özellikleri olarak birbirlerini tamamlayan siyasal gelişmeler olarak, Avrupa kıtasının modern çağlar boyunca yeniden yapılanmasında önde gelen belirleyici etkenler olmuşlardır .Yirminci yüzyılın ileri ve gelişmiş ulus devletleri tarih sahnesinde boy gösterirken , cumhuriyet devletleri ile uluslaşan toplumlar birlikte öne çıkmışlar ve Avrupa tipi devlet ve yaşam modelinin uzun süreli temsilcileri olmuşlardır. Cumhuriyetçi ulus devletler Avrupa devlet modeli olarak yeni dönemi belirlemiştir .

Yirminci yüzyıla doğru dünya giderken, Avrupa ülkeleri hem sömürge imparatorluklarını yürütmüşler hem de zaman içinde gündeme gelen siyasal ve sosyal birikimlerin etkisiyle uluslaşma süreçlerini tamamlayarak, çağımızın modern ulus devletleri olarak dünya haritasındaki yerlerini almışlardır . Birinci dünya savaşına giden yolda ulus devletler birbirleriyle çok büyük çekişmelere yönelirken, var olan büyük imparatorlukların parçalanmasıyla yeni ulus devletler dünya sahnesine çıkarak devlet sayısının artmasına katkıda bulunmuşlardır .Yirminci yüzyıla girerken yirmi devlet haritada varken , çıkarken iki yüz civarında devlet, Birleşmiş Milletler üyesi olarak dünya sahnesindeki yerlerini almışlardır . Birinci dünya savaşı sonrasındaki oluşumların tarih sahnesine çıkardığı yeni devletler yollarına devam ederek geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşma çabası içine girerlerken , İkinci dünya savaşı sonrasında estirilen özgürlük rüzgarları doğrultusunda sömürgelerin uluslaşması ve giderek bağımsız devletlere dönüşmesi birbiri ardı sıra gündeme gelince , devletlerin sayısı iki yüze yaklaşmıştır .Böylesine köklü dönüşümler birbiri ardı sıra yaşanırken devletlerin hem sayıları artmış hem de siyasal yapılanmaları , Fransız devrimi sonrasında Avrupa kıtasında yaşanan gelişmelere paralel yeni oluşumların ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur . Yirminci yüzyıl bir anlamda batı tipi devlet modelinin evrensellik kazanarak eski sömürgelerin devletleşmesi yolu ile bütün dünya kıtaları üzerinde yaygınlaşmasına sağlamıştır . İmparatorlukların parçalanması üzerine ortaya çıkan küçük devletlerin halkları uzun süre birlikte yaşamaktan gelen ortak tarih, kültür ve yaşam biçimleri doğrultusunda uluslaşarak ,eski sömürge devletlerinin çağdaş cumhuriyetlere ve ulus devletlere doğru yönelmesine yardımcı olmuşlardır . Bu nedenle günümüzün cumhuriyet devletleri ile ulusal toplumların birbirine bağlılığı siyasal anlamda önemli bir gösterge olmuşlardır.

Batı tipi devlet denilince akla hemen Avrupa devlet modeli gelmekte ve ulusal toplumlar ile cumhuriyet devletleri arasındaki kopmaz bağlılık ortak tarihsel sürecin yarattığı bir yaşam biçimi düzeni olarak öne çıkmaktadır . Laiklik düzeninin sağlamış olduğu yeni düzen çerçevesinde din ve mezhep farklılıkları geride bırakılırken, uluslaşma eğilimleri güç kazanarak öne geçmiş ve belirli devletlerin çatısı altında yaşayan halk topluluklarının zamanla uluslaşması ,toplumsal bir gerçeklik olarak tamamlanmıştır . Halkların uluslaşması ile birlikte devletlerin de cumhuriyetleşmesi ortak bir gelişme zemininde yeni boyutlar kazanırken ,cumhuriyetlerin demokratik yaşam biçimleri ile tamamlanması sorunu öne çıkmıştır . Sözlük anlamı ile halk yönetimi olarak tanımlanan cumhuriyet rejimlerinin demokratik yaşam düzenleri ile birliktelik kazanması , yönetimin tümüyle halk kitlelerine bırakılmasına yol açmıştır. Roma İmparatorluğu döneminden gelen cumhuriyet kavramı , İngiltere’deki çekişmeli siyasal sürecin içinden doğan demokrasi kavramı ile bütünleşirken , aslında her ikisi de halk yönetimi anlamına gelen iki kavramın birlikteliği olgusu ile karşı karşıya kalınmaktadır . Cumhuriyet kavramı Latincedeki halkın malı anlamındaki ResPublica sözcüğünden gelirken , demokrasi kavramı da eski Yunanca da var olan halkın gücü anlamındaki DemosCratos kavramından ileri gelmektedir .İki kavramın ayrı köklerden gelmesine rağmen daha sonraki uygulama aşamalarında bir araya gelerek sürekli birliktelik kazanması , gerçek anlamda bir halk yönetimi arayışının sonucu olmuştur . Cumhur sözcüğü Türkçeye Arapça’dangelirken ,Demokrasi kavramı önce eski Yunan ve daha sonra da İngiltere kökenli siyasal düşünceler sayesinde öne çıkmıştır .Avrupa’nın son üç yüz yılında birlikte kullanılan bu kavramlar, ortaya demokratik cumhuriyet yapılanması biçiminde bir yeni sentez çıkarmışlardır . Batıdaki devletlerde, cumhuriyet rejimleri ile demokratik yaşam biçim bütünleşerek modern siyasal düzenleri ortaya çıkarmışlardır.

Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde halk tabanının okumuşluğu ve bilimin aydınlığına sahip olması ortaçağdan kalan dini yönetimleri ve krallıkları devre dışı bırakırken, giderek demokrasi ile bütünleşmiş olan bir cumhuriyet devleti modelinin güçlenerek ana siyasal rejim haline gelmesini sağlamıştır . Avrupa’nın kuzey bölgesinde yer alan küçük devletlerdeki küçük krallıkların ötesinde , bütün Avrupa kıtası demokratik cumhuriyet rejimleri çatısı altında bütünleşirken , Avrupa kıtasının yanı başında yer alan üç büyük imparatorluğun dağılması üzerine Avrupa tipi ulus devletler kıtanın doğu bölgesinde de kurulmaya başlanmıştır . Avusturya ve Macaristan İmparatorluğunun çöküşü sonrasında imparatorluklardan ulus devletlere geçiş süreci öne çıkmıştır .Bu aşamadan sonra , içine girilen Balkanizasyon süreci Osmanlı İmparatorluğunu ortadan kaldırırken yerine çağdaş bir Avrupa devleti modeli olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur . Atatürk Balkanlar’da yetişen bir Türk önder olarak Avrupa kıtasının siyasal birikimini iyi biliyordu . Fransız devriminin yenileştirdiği bu kıtanın devlet modelini , kıtanın yanı başında kurduğu yeni Türk devletine de taşımak istiyordu . Bu doğrultuda ,bir ulusal kurtuluş savaşı aracılığı ile Türk ulusuna yeni bir devlet kazandırılırken aynı zamanda Fransız devriminden gelen cumhuriyet rejimi ,laik düzen ve ulus devlet üçlüsü birlikte benimsenerek dünya siyaset sahnesine modern bir cumhuriyet devleti çıkartılmıştır .İnsanlık tarihinin beşiği olan Avrupa kıtasındaki yenileşme ,Türk devrimi ile dünyanın merkezi coğrafyasına taşınmış ve Avrupa kıtasının yanı başında bir Avrupa tipi cumhuriyet ulus devleti Atatürk’ün önderliğinde Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurulmuştur . Avrupa kıtasının dışında oluşturulan ulusal cumhuriyet devleti , bütün dünya kıtalarındaki ulus devletlere örnek ve öncü olmuştur.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında özgürlüğüne kavuşan Türkler kurdukları cumhuriyet devleti ile çağdaş dünyanın içinde yerlerini almışlardır. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında bütün ulusal güç cumhuriyet rejiminin güçlendirilmesine dönük olarak kullanıldığı için, hemen demokrasiye geçilememiş ve tek parti yönetimi olarak adlandırılan o dönemde cumhuriyet devriminin atılımları birer birer gerçekleştirilmeye çalışılmıştır .Kurucu önder Atatürk çok istemesine ve ikinci partinin kurularak rejimin demokratikleşmesi için çaba göstermesine rağmen, iç ve dış cumhuriyet rejimi düşmanlarınıngirişimleri ile iki kez kurulan ikinci parti denemeleri başarısızlıkla sonuçlanmıştır . Ayrıca , Birinci Dünya savaşı sonrasında ikinci bir dünya savaşının gerçekleşmesi üzerine savaş hali devam ettiği için olağanüstü hal yönetimi savaş yılları boyunca yürütülmeye çalışılmış ve bu aşamada çok partili rejime geçilememiştir . Rejimin demokratikleştirilmesi doğrultusunda yapılan iki girişim sonuç vermeyince, İkinci Dünya savaşının sona ermesi beklenmiş ve savaşı demokrasi cephesinin kazanması üzerine ,Türkiye’de de ikinci bir siyasal partinin kurulmasıyla demokratik rejime geçilmiştir . Türkiye Demokrat Partinin kurulmasıyla ve iktidara gelmesiyle demokrasiye geçmiştir . Böylece cumhuriyet devletinin demokrasi ile geliştirilmesi ve halkın tam anlamıyla yönetime katılabilmesi doğrultusunda Kemalist Cumhuriyet kendini yenilemesini bilmiştir .Devleti kuran Atatürk’ün partisi cumhuriyeti inşa ederek saltanata karşı cumhuriyetçi bir devrimi gerçekleştirmesinden çeyrek asır sonra , halk kitlelerinin desteği ile iktidara gelen Demokrat Parti halkın temsilcilerini yönetime getirerek ülkede demokratik bir devrim yapmıştır. Böylece,Tek partiden çok partili rejime geçen Türkiye Cumhuriyeti kendi modeli içinde cumhuriyet ile birlikte demokrasi yapılanmasını birlikte gerçekleştirebilmiştir. Dünyanın en büyük ülkesi olan Amerika Birleşik devletlerinde olduğu gibi cumhuriyetçi ve demokrat iki büyük parti yapılanması sayesinde , Türkiye batı tipi çağdaş bir demokratik rejime sahip olabilmiştir.

İki dünya savaşı sonrası dönemde doğu bölgesinde bir sosyalist blokun oluşturulması üzerine Türk devleti batı dünyasına doğru bir kayma göstererek, ve batı tipi devlet modelini yeni dönemde de koruyarak sürdürmeye çaba göstermiştir . Bu nedenle, Türkiye’nin yanıbaşındaki sosyalist blokun etkisi altına girmemek üzere Türkiye güvenliğine önem vermiş ve bu doğrultuda batı blokunun güvenlik örgütlenmesi içinde yer alarak tarafsız konumunu geride bırakmıştır . Batı güvenlik sisteminin savaşa yönelik yapılanması bütün batı devletleri içinde derin devlet yapılanmalarını gündeme getirdiği için , Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın ikinci yarısında her on yılda bir askeri darbe ve müdahaleler ile karşı karşıya kalmıştır . İkinci dünya savaşı sonrasında içine girilmiş olan demokratik ortam bu yüzden her on yılda bir kesilme göstermiş ve bu durumda cumhuriyetçiler ile demokratlar Türkiye ortamında bir karşıtlık çizgisi çıkmazına düşmüşlerdir . Her on yılda bir batı blokunun çıkarları doğrultusunda askeri müdahalelerin gündeme getirilmesi , Türkiye’de yeni oluşmaya başlayan demokrat tabanı sarsmış ve cumhuriyete sahip çıkma doğrultusundaki askeri müdahalelere karşı doğal bir tepki zaman içerisinde toplumda yaygınlaşmaya başlamıştır . Anti sovyetik bir tutum ile batı emperyalizminin taşeronu konumuna sürüklenmek istenen Türkiye’de zamanla bu çıkmaza karşı önemli gelişmeler gündeme gelmiştir . Askeri dönemler sonrasında yeniden demokrasiye dönüldüğünde cumhuriyetçiler ile birlikte demokratların ayrı ayrı partiler halinde örgütlendiği görülmüştür . Bu doğrultuda cumhuriyetçiler Kemalist devlete sahip çıkarlarken , demokratlar ise askeri dönemlerin yaratmış olduğu baskı dönemlerine karşı hak ve özgürlüklerden yana bir arayış içinde olmuşlardır . Bu aşamada , cumhuriyetçiler devletçi noktaya sürüklenirken , demokratlar toplumun içinden gelen hak ve özgürlük arayışının temsilcileri olarak ayrı ayrı hareket ederek normal demokratik rejiminin kuralları içinde siyaset yapıyorlardı .

Yeni bir yüzyılın başlarında soğuk savaş ve küreselleşme dönemleri geride kalırken siyasal alana yeni bir dönem gelmektedir . Eski dönemde dünya siyasetinin ana çelişkisi kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı olarak ilan edilmişti . Sosyalist sistemin dağılmasından sonra eski dönemin galibi kapitalist sistem olmuştu . Şimdi gelinen aşamada ise ana çelişkinin kapitalist sistemin temsilcisi küresel şirketler ile ulus devletler olarak ortaya çıktığı görülmektedir . Küreselleşme görünümü altında küresel tekelci şirketler , ekonomiyi devletlerin elinden alarak ve piyasa üzerinden yöneterek ulus devletleri tasfiye etme aşamasına gelmişlerdir . Alt kimlikleri hortlatarak , insanların etnik kimliklerini kışkırtarak , yeni ve uydurma tarikatlar kurarak ve cemaatlar ile milletleri paramparça ederek , hem ulus devletlerin hem de cumhuriyet rejimlerinin ortadan kaldırılmaya çalışıldığı görülmektedir . Bu aşamada bütün ulus devletlerin bölünerek ya da parçalanarak ortadan kaldırılması ile birlikte , yeni oluşturulacak eyaletler üzerinden bölgesel federasyonlara doğru ulus devletler zorlanmaktadır . Küresel sermayenin dünya egemenliği hedefi doğrultusunda ulus devletler üzerinden ulusal toplumlar parçalanırken ,halkın genel seçimler aracılığı ile katılım sağladığı cumhuriyet rejimlerinin ise alt kimlikli eyaletler yaratılarak ve bunlara dayalı olarak oluşturulacak yeni yerel yönetimler üzerinden merkezi devlet modellerinin de ortadan kaldırılmak istendiği artık kesinlik kazanmıştır . Çok uluslu küresel tekeller üzerinden uluslara , ulus devletlere ,merkezi yönetimlere ve cumhuriyet rejimlerine yönelik yıkıcı ve parçalayıcı saldırı bütün dünyada devlet sayısını iki yüzden iki bine doğru çıkartmayı hedeflemekte , daha sonraki aşamada ise ,iki bin eyaletin on büyük kıtasal federasyonun denetimi altına alınmasıyla küresel finans kapitalin bütün dünyada evrensel denetimi istenmekte ve on büyük federasyonun daha sonra büyük sermayenin kontrolü altında bir dünya konfederasyonunu oluşturması ana amaç olarak ortaya konulmaktadır . Gelinen yeni aşamada var olan devlet ve ulus yapılarını ortadan kaldırmak isteyen finans kapitalin süper emperyalizmine karşı ,bütün dünya halkları ve devletleri varlıklarını koruyabilmek için bir araya gelerek karşı çıkmak ve ortak bir siyasal mücadeleye girişmek zorundadırlar. Böylesine büyük bir mücadeleye giden yolda emperyalizmin tehdit ettiği değerlerin ve kazanılmış hakların korunabilmesi için öncelikle demokratik cumhuriyet rejimlerinin iki yakasını temsil eden demokratlar ile cumhuriyetçilerin ortak bir çatı altında bir araya gelmelerigerekmektedir .Gelinen yeni aşamada ortaya çıkan dev küresel yapılanmaya karşı cumhuriyetçiler ile demokratların birlikteliğinde dünya halkları ve devletlerini yeni bir var olma mücadelesibeklemektedir .Zamanın ruhu artık cumhuriyetçiler ile demokratları karşıt çizgide siyaset yapmaktan uzaklaştırarak birlikte var olma doğrultusunda ulusal cumhuriyet devletlerinin korunması çizgisinde bir antiemperyalist mücadeleye doğru getirmiştir .

Küresel gizli devlet yapılanmalarının öncülüğünde var olan devletler ve rejimler yıkılırken, halklar parçalanırken ,uluslar ortadan kaldırılırken , dışa bağlı ve sermayenin güdümünde diktatörlükleri destekleyen emperyalizme karşı siyasal alanda yer alan bütün kesimlerin bir araya gelerek ortak hareket etmesi bugünün koşullarında zorunluluk arz etmektedir . Bütün ülkelerin cumhuriyetçileri ile demokratlarının bir araya gelerek emperyalizmin güdümündeki askeri rejimlere ve merkezi diktatörlüklere izin vermemesi bu doğrultuda zorunlu olmaktadır . Bütün cumhuriyet devletleri böylesine olumsuz bir gelişmeye karşı gereken önlemleri almalı ve kendi güçlerinin yetmediği durumlarda komşu devletler ile bir araya gelerek, bölgesel güvenlik örgütlenmeleri çatısı altında, hem kendisini hem de bölgesini güvence altına almaya öncelik vermelidir . Cumhuriyet devletlerinin yanı sıra uluslar ve ulusal toplumlar da evrensel alanda dayanışma içine girerek , tekelci şirketlerin küresel saldırılarına karşı topluca harekete geçerek ve bu doğrultuda bir ulusal enternasyonel oluşumunu bir an önce gerçekleştirerek küresel emperyalizme karşı bir alternatif insiyatifi dünya sahnesine çıkarmalıdırlar . Küreselcilerin plan ve programlarına karşı çıkanlar ,ortak dayanışma cephelerinin kendi planlarını hem devletler hem de halklar ya da uluslar dayanışmasıyla gündeme getirmeleri , insanlığın geleceği açısından son derece önem taşımaktadır . Bugünün kuşakları yaşanmakta olan böylesine büyük bir değişimin ortaya çıkardığı çıkmazlara karşı, tarihsel misyonlarını yerine getirerek , insanlığın şimdiye kadar kazanmış olduğu bütün değerleri bir uygarlık savunması doğrultusunda korumasını bilmelidirler .

İçinde bulunulan tarihsel dönüşüm aşamasında herkesin var olan değerleri korumak ve ekonomi üzerinden yürütülen saldırılara karşı önlem almak doğrultusunda toplumsal sorumlulukları vardır . Bu sorumluluklar doğrultusunda herkes kendi payına düşen görevleri yerine getirirse , ekonomiyi silah olarak kullanan finanskapital emperyalizmine karşı insanlık daha insancıl bir çizgide alternatif küreselleşme programını gündeme getirebilir . Her ülkenin siyasal alanında merkezi oluşumlar bu açıdan önem taşımaktadır . Yıkıcı saldırılara karşı merkezin etrafında soldaki ve sağdaki bütün akımların bir araya gelerek dış güçlere karşı ulusal bir direniş hareketine yönelmesi kazanılmış hakların korunması açısından acil bir durumdur . Devleti savunan cumhuriyetçiler ile toplumu temsil eden demokratların böylesine bir merkezi yapılanmayı gerçekleştirmek üzere bir araya gelmeleri anti emperyalist bir çizgide yeni bir oluşumun başlangıcı olacaktır . Bu nedenle şimdiye kadar solda politika yapan cumhuriyetçiler ile sağda politika yapan demokratların milli merkezde bir araya gelerek , her türlü dağılma ve çözülmeye karşı çıkacak cumhuriyetçi demokrat bir hareketin başlatılması bugün için zorunlu görünmektedir . Devletçi cumhuriyetçiler ile halkçı ya da ulusçu demokratların bir araya gelmesinden oluşacak olan yeni bir sinerjik atılım, bütün toplumların ve de devletlerin yeni dönem işbirliği ve dayanışma girişimlerinin başlangıcı olacaktır . Cumhuriyetin devamı için devletlerin ayakta kalması ,demokrasilerin sürekliliği için de ulusal toplumların varlığının korunması gerekmektedir . Bu nedenle , cumhuriyetçiler ve demokratların temsilcilerinin bir araya gelerek ortak bir durum tespiti raporu üzerinde anlaşmaları ilk adım olacaktır . Sonraki aşamada ise , iki kesimin temsilcilerinin birlikte hazırlayacakları bir cumhuriyetçi demokrat program ile yola devam edilirken , toplumun her kesiminde hareketin temsilcilerinin bulunmasına ve dış temsilcilikler aracılığı ile mazlum ulusların bu aşamada evrensel bir dayanışmaya sahip olmaları sağlanmalıdır .Toplumların her kesiminden olduğu kadar kamusal alanda görev yapan kuruluşların içinden gelen temsilcilerin de , bütün toplumun cumhuriyetçi demokrat bir program çerçevesinde bir araya gelmesi oluşumuna katkıda bulunmaları haksızlıkların önlenmesi açısından yararlı olacaktır . Cumhuriyetçi demokrat hareket emperyal saldırılara karşı ulus devletlerin,halkların ve ulusların karşı çıkışı olarak daha adil bir dünyanın yaratılmasına katkı sağlayacaktır .
Zamanın ruhu kavramının yeniden geçerlilik kazandığı bir dönemde son çare: Cumhuriyetçiler ile Demokratların “MERKEZDE” bir araya gelmesidir.
İnsanlık bugün zamanın ruhu kavramının yeniden geçerlilik kazandığı bir döneme doğru yol almaktadır. Daha çok büyük değişim dönemleri sırasında ortaya çıkan bu kavram süper emperyalizmin dünyayı alt üst etmeye çalıştığı bugünkü yeni aşamada tekrar önem kazanarak, gelecek için üzerinde düşünülmesi gereken bir durum olduğunu herkese göstermektedir. Bu aşamada her şeyin değiştiği, hiçbir şeyin eskisi gibi olmayacağı dünyayı bilinmez bir geleceğin beklediği gibi kafa karıştırıcı söylemler, emperyal merkezler tarafından ortaya atılarak ve dünya devletleri ve halkları hem karamsarlığa hem de umutsuzluğa doğru kışkırtılarak, insanlığın küresel emperyalizmin çıkarcı isteklerine boyun eğmesi istenmektedir. Böylesine aşırı ve haksız bir isteme doğal olarak dünya ulusları kendilerini koruyabilmek üzere karşı çıkacak ve direneceklerdir. Böylesine bir antiemperyalist dalganın gelmekte olduğunu gören küresel şirketlerin merkezleri, bankacılık alanında çeşitli manevralar çevirerek, para sistemi ile oynayarak ,teknolojik alandaki yenilikleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanarak, enerji ve maden yataklarına el koyarak her yerde terör ve sıcak çatışmaları kışkırtarak, bütün insanlığı bir büyük yok oluşa doğru kıyamet senaryoları çizgisinde sürüklemektedirler. Sonunda dünyanın yok oluşuna kadar gidebilecek bu gibi olumsuz gelişmelerin bugünün dünyasında insanlığı, dünya devletlerini ve halklarını teslim almasının bir kader olmadığı, aksine tamamen emperyalizmin yeni bir aşaması olarak dünya uluslarına dayatıldığı açıklığa kavuşmuştur. Para gücü ile ekonomiyi satın alanlar, medyayı kullananlar ve siyaseti finanse edenler kendi seçtikleri adamları devletlerin başına getirerek kıyamet senaryolarını devreye sokmaya çalışmaktadırlar.
Zamanın ruhunu kendi çıkarları doğrultusunda görmek isteyen emperyalistlerin eskisi gibi bütün dünyayı bir avuç işbirlikçi ile yönetemeyecekleri artık kesinlik kazanırken, insanlık ve dünya halkları adına bir büyük koalisyonun emperyalizme karşı halkçı bir dayanışma aracılığı ile öne çıkması gerekmektedir. İşte cumhuriyetçiler ile demokratların bir araya gelmesi, bunun ilk adımı olmalıdır. Dolayısıyla, Cumhuriyetçi demokratlar hareketi, merkezde bu işbirliğinin çıkış noktası olacaktır.
Kaynak: CUMHURİYETÇİ DEMOKRATLAR BİRLİĞİ - Prof. Dr. Anıl Çeçen

8 Ocak 2019 Salı

ANADOLU'DA ÜÇÜNCÜ ENDÜLÜS "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Türk dünyası açısından çok da anlam ifade etmeyen bu kavram İslam dünyası açısından son derece önem taşıyan ve dünyanın geleceğini yönlendiren bir tarihi dönemin adı olarak öne çıkar.

ANADOLU'DA
ÜÇÜNCÜ ENDÜLÜS 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 08.Ocak.2018
Endülüs kavramı, Türkiye’de pek bilinmeyen ya da yeterince üzerinde durulmayan kavramlardan birisidir. Ne var ki, Türk dünyası açısından çok da anlam ifade etmeyen bu kavram İslam dünyası açısından son derece önem taşıyan ve bir anlamda dünyanın geleceğini yönlendiren bir tarihi dönemin adı olarak öne çıkmaktadır. Türklerin Avrupa’da pek de gidemediği bir bölge olan, kıtanın tam da güneybatısında yer alan İberik Yarımadası ya da bugünkü adı ile İspanya adı verilen bir bölgede tarihin en kritik dönemlerinde yedi yüz yıl boyunca hüküm sürmüş bir uygarlığın ya da imparatorluğun adı olarak Endülüs kavramı insanlığın geçmişinin kavranabilmesi açısından fazlasıyla önem taşıyan bir kavramdır.İslam dünyası açısından çok önemli olan bu kavram,Osmanlı dönemi açısından da Avrupa’da gerçekleştirilen Türk-İslam uygarlığının dini kökenlerini gündeme getiren bir oluşumun adıdır. Endülüs tarihi bilinmeden Avrupa tarihi anlaşılamaz, ayrıca İslam tarihi üzerinden gidildiği zaman .Türklerin Müslümanlığı kabul etmesi aşamasından sonrasının ele alınabilmesi ya da kavranabilmesi açısından da dikkate alınması gereken önemli kavramlardan birisi de gene Endülüs adıdır.Bugünün Türkiye’sinde ortaya çıkan bazı olumsuz koşullar, Anadolu yarımadası üzerinde de yeni bir Endülüs macerasının yaşanmakta olduğunu göstermekte ve üçüncü kez bir Endülüs faciasının tarihte oluşup oluşmayacağını tartışma alanına getirmektedir.
BİR DEVLET ADI OLARAK "ENDÜLÜS" KAVRAMI!..
Endülüs kavramı öncelikle bir devletin adı olarak öne çıkmıştır. Hrıstıyanlığın beşinci yüzyıldan sonra bütün Avrupa kıtasını kapsaması ve bundan sonra iki yüz yıl boyunca bu kıt'ada yoğun bir Yahudi ve Hristiyan çatışmasının yaşanmasını takiben Orta Doğu bölgesinde Müslümanlığın üçüncü tek tanrılı din olarak meydana çıkması ve hemen sonrasında da Arap ve Berberi komutanlar sayesinde Kuzey Afrika üzerinden İberik yarımadasına taşınmasıyla beraber bugünkü İspanya denilen ülkenin topraklarında yedinci yüzyılda bir Müslüman devleti kurulmuştur. Bu tarihe kadar,Avrupa Hristiyanlığı ile tek başına mücadele eden Yahudiler, İspanya’da bir Müslüman devleti kurulduktan sonra bunun içinde yer almışlar ve Endülüs devleti zamanla bir Yahudi-İslam uygarlığına dönüşmüştür.İspanya yarımadasına geçerken gemileri yakan Tarık BinZiyad, bu bölgede kalıcı bir İslam devleti kurulabilmesi için çaba göstermişve daha sonra da,İspanyanın bugün Anduluzya denilen merkezi bölgesinde, sekiz yüz yıl sürecek bir büyük İslam devletinin temellerini atmıştır.İberikYarımadasında kurulan İslam devleti kısa zaman içinde gelişerek bütün yarımadayı denetimi altına almış ve daha sonraki dönemlerde de Pirene dağları üzerinden düzenlediği çeşitli askeri akınlar ile Hristiyan Avrupa kıtasına yönelik birçok askeri seferi düzenleyerek, Avrupa kıtasında mutlak bir Hristiyan hegemonyasını önlemiştir. Endülüs devleti çatısı altında rahat bir yaşam sürdüren Yahudiler,hem bilim de hem de ticarette üstünlük göstererek Akdeniz merkezli dünya dönemindekıtasal gelişimleri doğrudan etkileyebilmişlerdir. Vatikan merkezli bir Hristiyan Avrupa Yahudileri kıtadan atmağa çaba gösterirken, bir de İberikYarımadasında büyük bir İslam devleti kurulunca bu planlarını gerçekleştirememişler ve daha sonraki aşamada seki asır boyunca Endülüs devleti üzerinden Avrupa kıtası ciddi bir Hristiyan ve Müslüman çekişmesi dönemine girmiştir. Müslüman Endülüs devleti savaşarak yayılınca ve kısa bir süre sonra imparatorluk olma düzeyine gelince, Avrupa kıtasındaki Hristiyan hegemonyası sınırlanmış ve Müslümanların sağlamış olduğudenge içindeYahudiler rahatlıklahem bilimdehem de ticarette öne geçerek, Orta Çağın karanlık döneminin aydınlığa kavuşabilmesi için çaba gösterebilme şansını elde etmişlerdir. Endülüs dönemi, bu nedenle Avrupa kıtası tarihindeyeni bir dönemin başlangıcı olarak da kabul edilmektedir.

Sekiz yüzyıla yakın biruzunca süre içinde İberik yarımadasına bütünüyle egemen olarakAvrupa kıtasının batı bölgelerinde önemli bir imparatorluk kurma şansını elde eden Endülüsdevletiaynı zamanda büyük bir uygarlığı da insanlık alemine kazandırmasına rağmen gene, medeniyetler teorisi doğrultusundadağılıp yıkılmaktan kurtulamamış 1492 tarihi itibarıylaEndülüs devletinin Müslüman ve Yahudi dinine mensup bulunan vatandaşları gemilerle bu kıtayı terk etmek ve yarımadadan uzaklaşmak zorunda kalmışlardır. Müslümanları taşıyan gemilerin yakılmasıyla kurulan bu büyük devlet, sekiz yüzyıl sonrageneSeferad adı verilen gemi seferleri iletasfiye edilmiş ve Endülüs’ün Müslümanları Afrika kıtasının kuzey bölgesinetaşınırken, Endülüs Yahudileri deAvrupa kıtasının doğusunda yeni kurulmakta olan Osmanlı İmparatorluğunagene Seferad seferleri ile gemiler aracılığı ile getiriliyorlardı. Yedinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar devam eden bu güçlü devlet, tarihte görüldüğü gibiilerlemiş uygarlığına ve güçlü yapılanmasına rağmengene de çöküş sürecinden kurtulamıyor ve zamanla dağılma noktasına gelerek bütünüyle tarih sahnesinden siliniyordu. Tüm devletler gibi kendisini korumasına ve güçlü bir devlet ile ileri bir uygarlık düzeyine gelmesine rağmen, medeniyetler teorisinin ortaya koymuş olduğudevri daimin dışında kalamaması,çok önemli bir tarihsel dönüşüme neden oluyordu. Endülüs’ün çöküşü ile beraberEndülüs Yahudileri ile Orta Doğu Müslümanları, Osmanlı devletinin çatısı altında Balkan bölgesinde buluşarak, yıkılan Endülüs’ün uzantısı olarak Osmanlı imparatorluğunu Avrupa kıtasının bu kez de doğusundabir araya gelerek,Vatikan merkezli bir Hristiyan tekelciliğininya da dinsel bir fanatizmin Avrupa kıtasına egemen olmasının önüne geçiyorlardı. Bir anlamda Endülüs devletinin yarım bırakmış olduğu Hristiyan dinini dengeleme misyonu, daha sonraki aşamadaİspanyolYahudilerininBalkanlar’da Asyalı Türkler ve Orta Doğulu Müslümanlar ile birleşmesiyleoluşturulan Osmanlı İmparatorluğu aracılığıdevam ettiriliyordu.Hristiyan Avrupa kıtası sekiz asır boyunca batıdan Endülüs Müslüman devleti ile dengelenirken, sonraki aşamadabu kez yedi yüz yıl boyunca Osmanlı İmparatorluğu üzerinden debenzeri misyon yerine getiriliyordu.

Dünya siyasal tarihi açısındanEndülüs kavramının önemi hem bir devlet hem de bir uygarlık olarak önemli yere sahiptir. Ne var ki, asıl Endülüs denilince hatırlanan olgu bu büyük devletin ya da uygarlığın çöküş öyküsüdür. Avrupa kıtasınındenizlere ve okyanuslara açılangüneybatı bölgesinde böylesine büyük ve zengin bir devlet olarak kurulmuş olan bu imparatorluk nasıl oldu daçökme aşamasına geldi sorusuhem siyaset bilimini hem dedevletteorileriniyakından ilgilendirmiş, bu sorunun cevabıçeşitli yönleri ile araştırılırken,medeniyetler teorisinin oluşumunaEndülüs deneyimi önemli ölçülerde ciddi birbilgi birikimi kazandırmıştır.Bir devletin zaman içinde güçlenerek kendi zamanının en önemli siyasal merkezi ya da gücü konumuna gelmesiüzerinde durulması gereken bir konu olmasına rağmen, aynı devletin zaman içerisinde zayıflayarak kısa bir süredeçökme ya da dağılmanoktasına gelmesi debu konudan daha fazla öneme sahiptir çünkü var olan bütün devlet yapıları değişen koşullarda kendilerini yenileyerek yola devam edebilmenin yollarını aramaktadırlar.Orta çıkan yeni koşullar siyasal dengeleri değiştirdiği gibi, daha güçlü yeni devlet yapılanmaları da ortaya çıkarabilir ve bu gibi durumlarda eski devletler zorda kalarak ya dağılmak ya da parçalanmakdurumunda kalabilmektedirler.OswaldSpengler gibi, medeniyetler teorisi üzerine kitaplar yazmış ya da teoriler geliştirmiş düşünürler, tarihteki olayları geleceğe dönük olarak yorumlarlarken, Endülüs olgusu önemli birbilgi kaynağı ya da çıkış noktası olmaktadır. Endülüs deneyimi bilinmeden ve iyice değerlendirilmeden, hiçbir devlet geleceği ile ilgili güvenli bir çözüm üretemez.

Avrupa’nın batısındaki İberik yarımadasındayedinci yüzyıldan on beşinci yüzyıla kadar süren birinci Endülüsdönemi yaşandığı gibi, Endülüs sonrası dönemde deon üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar devam edenOsmanlı İmparatorluğu dönemi yaşanmıştır. Osmanlılar tıpkı Endülüslerin batı Avrupa’da oluşturdukları gibi doğu Avrupa’da bir devlet düzeni kurmuşlar ve sürekli olarak Vatikan merkezli Hristiyan Avrupa ileçatışarakya da savaşarakyirminci yüzyılın başlarına kadar hegemonyalarını sürdürebilmişlerdir.Ne var ki, yirminci yüzyıla girerken önce Balkanlar bölgesinde iki büyük savaş döneminin yaşanması ile Osmanlı hegemonyası Avrupa toprakları üzerinde sona ermiş, daha sonraki aşamada dünyanın merkezini ele geçirme kavgası doğrultusunda Anadolu yarımadası üzerinde de, Birinci Dünya Savaşı ortaya çıkmış ve çeşitli cephelerdeki savaşların kaybedilmesi üzerine deOsmanlı İmparatorluğu tıpkı Endülüs devletiçökerekbitme noktasına gelmiştir.Hristiyan ve Müslüman dünyaları arasındaki çekişmelerde Avrupa’nın Hristiyan bütünlüğü karşısında bir denge sağlamak üzere gündeme gelen Endülüs ve Osmanlı devletlerininbenzeri bir akıbetten kurtulamamaları , tarih ve siyaset bilimleri açısından karşılaştırmalı olarak incelenmesi gerekenönemli birsorun olarak ortaya çıkmaktadır. Bir anlamda ikinci Endülüs vakası Balkanlar’da yaşanmıştır. Endülüs devleti asıl merkezi olanİberik yarımadasının göbeğindekiAnduluzya’da egemenliği elinden kaçırınca, Endülüs vatandaşı olan Müslümanlar ve Yahudiler İberik yarımadasından kovulmuşlardır.Benzeri bir biçimde, Osmanlı devleti deBalkan savaşlarını kaybederek çökme noktasına gelince,Balkan yarımadasından Osmanlı Müslümanları ile Yahudiler gene aynı şekilde kovulmuşlar ve her iki grup da Osmanlı imparatorluğunun arka ülkesi olan Anadolu yarımadasına gelerek, bu ülkedeikinci bir kurtuluş savaşı vererek o dönemin çağdaş koşullarına uygun bir ulus devlet modeli ortaya koyabilmişlerdir.Batı Avrupa’nınemperyalHristiyan devletleri gene Endülüs dönemindeki gibi dinsel fanatizme yönelerek, Avrupa kıtasını Müslümanlardan ve Yahudilerden temizleme harekatına kalkışarakve Osmanlı ahalisini Balkanlar’dan Anadolu’ya doğru kovarak, Avrupa kıtasını gene sadece Hristiyanlara mal etmek istemişlerdir.Tarih bir anlamda yedi asır sonra tekerrür edince,on beşinci yüzyılda Avrupa kıtasının batısından kovulan Müslümanlar ve Yahudiler, beş yüz yıl sonra yirminci yüzyılda daAvrupa’nın doğu bölgesindeki Balkan yarımadasından kovulmak durumunda kalmışlardır.İberik yarımadasında yaşanan etnik kovulma ve süpürme operasyonunun bir benzeri Balkan yarımadasında yirminci yüzyıla girerken ortaya çıkmıştır.

Endülüs olayı, medeniyetler teorisi açısından bir çöküşün öyküsüdür.Endülüs gibi ileri bir uygarlığın çöküşe geçmesi ve bu uygarlığın dayanmış olduğu güçlü devletintasfiye edilmesinden çıkansonuçlardan eğer gerçekçi bir doğrultuda dersler alınabilseydi, Balkanlar’da ikinci bir Endülüs olayının yaşanması önlenebilir ve böylecemerkezi coğrafyanınbeş bölgesini hegemonyası altında tutabilen büyük ve güçlü Osmanlı İmparatorluğunun yoluna devam etmesi sağlanarak, büyükbir çöküşün ikinci kez Balkan yarımadasında ortaya çıkması önlenebilirdi.Osmanlı devleti de tıpkı Endülüs devleti gibikuruluş,gelişme ve büyüme dönemleri yaşadıktan sonraduraklama ve gerileme aşamalarına doğru sürüklenmiş ve sonunda çöküş ile bitme noktasına gelmiştir.Anadolu’nun batı bölgesinde dünya sahnesine çıkan bu büyük cihan imparatorluğu Balkanlar elden çıkınca gene aynı topraklara geri dönerek bir var olma savaşına doğru sürüklenmiş ve devletin çöküşü önlenemeyincegeride kalan ahali bir ulusal kurtuluş savaşı zaferi kazanarak, Balkanlar sonrasında Anadolu ‘dabir büyük ulus devlet kurulabilmiştir. Osmanlılar da tıpkı Endülüslüler gibi güçlü ve uygar olmalarına rağmen çöküş sürecinin önlenemeyen kurallarından kurtulamamışlar, büyüme dönemi sona erince duraklama ve gerileme dönemleri birbiri ardı sıra yaşanmış ve sonundabüyük savaşlar ile çöküşe giden yol hızlanmıştır. Balkanlar’da gerçekleşen ikinci Endülüs faciası da,medeniyetler teorisinin kurallarınauygun bir doğrultudayaşanmış ve böylece ikinci kez Müslümanlar ile Yahudiler Avrupa toprakları dışına atılmışlardır. Avrupa toprakları Yahudiler ve Müslümanlardan temizlenince bunların yerineküçük küçük Hristiyan devletçikleri kurularak,Batı Avrupa’nın emperyal büyük Hristiyan devletlerinin hegemonyasına Avrupa kıtasının doğusu da terk edilmiştir. Osmanlı’nın Balkanları terk etmesiylebatı Avrupalılar kıtanın doğusundaki Yahudilerin bütünüylebölge dışına çıkartılmasını sağlayacak bir senaryoyu da ikinci dünya savaşı döneminde Hitler Nazizmi ile uygulamaalanına getirmişlerdir. Ulus devletler çağında kendi ulus devletlerini Avrupa topraklarında kuramayanYahudiler de bu sürece tepkiolarakkendi devletlerini, kutsal topraklar olarak ilan ettikleri Orta Doğu’nun ortalarındakurabilmişlerdir.

İberik yarımadasındabirinci Endülüs çöküşünün yaşandığı gibi ikinci Endülüs çöküşü de, Balkanlarda Osmanlı’nın bitişi ile gerçekleşmiştir. On üçüncü yüzyıldan yirminci yüzyıla kadar, Kafkasya’dan Viyana önlerine, Kırım’dan Kıbrıs’a, Rusya’danMısır’a, Bağdat’tan Budapeşte’ye kadar at sırtında merkezi bölgenin güvenliğini sağlayan bir devlet olarak, Osmanlı İmparatorluğunun da normal koşullarda devam etmesi veher türlü gerileme ya da çöküş süreçlerinin önlenmesigerekirdi. Ne var ki, gene buradamedeniyetler teorisinin acımasız ve katı kuralları devreye girmesiyle, Endülüs sonrasında ikinci bir uygar devletin çöküşüne giden yolun açıldığıgörülmektedir. Bu nedenle, Endülüs devletiniönünü kesen vebu büyük uygarlık devletini çöküşe götürengelişmelerin iyi bir değerlendirmesinin yapılması gerekmektedir. Endülüs devleti yoluna devam ederken ne gibi olumsuz gelişmeler ile karşı karşıya kalındı, neden bunlar önlenemedi veçöküşe giden süreç durdurulamadıgibi sorularıneldeki bilgiler ile değerlendirilmesi ve bilimsel açıdan daeleştirilerinin yapılması, medeniyetler teorisininbilimsellik kazanabilmesi açısındanyararlı olacaktır. Bu gibi değerlendirmelertamamlandıktan sonra, Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünün ve Balkanlar’dan geri püskürtülmesinin koşullarının ya da sonuçlarınınEndülüs uygarlığının çöküşü ile benzerliklerinin olup olmadığıanlaşılabilecektir. İkisi de sekiz yüzyıla yakın bir süre yaşamış olan bu büyük imparatorlukların ya da uygarlıkların çöküşleri arasında ki benzerliklerin bulunması, insanlık tarihinin daha iyi anlaşılabilmesine yardımcı olabilecektir. Büyük devlet olmanın ya da ileri düzeyde bir uygarlıkaşamasına gelebilmenin hiçbir devleti çöküşten kurtaramayacağınıEndülüs olayı açıkça ortaya koymuş ve bu durum Balkanlar’dan Osmanlı’nın kovulmasıyla beraber ikinci kez tarih önünde de doğrulanmıştır. Üç büyük din arasındaki çekişmede Avrupa kıtası ile beraber merkezi coğrafyanın kimin kontrolü altında olacağı sorusu, ortaya hem Endülüs hem de Osmanlı’nın çöküş senaryolarını çıkarmıştır.Hristiyanlar ile Yahudiler arasında yaşanan dünyayı yönetme yarışında Müslümanlar sürekli olarak kullanılmışlar, hem askerlikhem dedevlet yükünü taşıyan bürokrasi Müslümanların sırtınayüklenirken, her dönemde Yahudiler ticareti ve ekonomiyi kendi denetimleri altında tutarak zenginliğin temsilcisi olabilmişlerdir. Devletlerin çöküşleri ticaret ve ekonomiyi fazla etkilememiş, aradan geçen zaman dilimleri çerçevesindeekonomik ve ticari ilişkiler farklıyönlerdegelişebilmiş ve bu durumun doğal sonucu olarak dagündeme yeni model devlet tipleri gelmiştir. Ekonomik ilişkiler üzerinden dünya ekonomisi ve ticari ilişkiler ayarlanırken, ortaya çıkan farklı koşullardaeski devlet modelleri eskimiş, yerinedaha farklı konumlarda siyasal örgütlenmeler gelince eskisinden çok farklı devlet yapılanmaları eski devletlerin topraklarının üzerinde gelişmeler göstermiştir. Endülüs devleti yıkılınca, yeriniKastilya krallığının oluşturduğu Hristiyan İspanya devleti almış,İberik’de kalanYahudiler ise,Vonverso adı altındadinlerinden dönerekHristiyanlığayönelerek bunun yanı başında bir Portekiz devleti oluşturmuşlardır.Balkanlar’daki ikinci Endülüs olan Osmanlı devletinin çöküntüsü üzerineOsmanlının Avrupa toprakları üzerinde batı Avrupa’nın büyük devletlerinin denetiminde küçükHristiyan devletçikler tarih sahnesine çıkmıştır. İkinci Endülüs sonrasında daçöken büyük devletin yerini küçük devletçikler almıştır.

Müslümanlar ve Yahudiler,birinci Endülüs çöküntüsü ile önce Batı Avrupa topraklarından, BalkanlardakiOsmanlı çöküşü üzerine gündeme gelen ikinci Endülüs çöküntüsünden sonra daAvrupa kıtasının doğu topraklarından kovulmuşlardır. Daha sonraki aşamada Hitler Nazi yönetimi sırasında geri kalan Yahudileri de Avrupa topraklarından atarak, bugünün İsrail oluşumuna giden yolu açmıştır. Ne var ki, Avrupa kıtası ile İsrail arasında kalan Anadolu yarımadasında Osmanlı sonrasında Türkler ve Müslümanlar bir orta boy Türk devleti kurmuşlar ve Balkan Yahudilerinin bir kısmı da, Türkleşmeyi kabul ederek bu devletin çatısı altında eşit vatandaş olarak yaşama hakkını elde etmişlerdir. Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı Osmanlı devletini ortadan kaldırınca, bu devletin merkezi topraklarında bir Türk ve İslam devleti olarakTürkiye Cumhuriyeti ortaya çıkmış,eski Roma ve Bizans döneminden kalarak uzun süre Osmanlı ülkesinde yaşamlarını sürdüren Hristiyan ve Musevigayrimüslimlerde bu çağdaş cumhuriyet devleti çatısı altında yerlerini almışlardır. Ne var ki, Roma İmparatorluğununmerkezi coğrafyaya gelişinden sonra başlayan üç büyük din arasındaki çekişme, iki bin yıllık Milat sonrası tarih dönemindetırmanarak devam etmiş, Endülüs ve Osmanlı gibi iki büyük devlet ve uygarlık bu yüzden çökerektarih sahnesinden silinmiştir.Şimdi bu iki bin yıllık kavganın yeni dönemdede devam ettiği görülmekte, bir yandanFener Rum patrikhanesinin öncülüğündeYeni Bizans Projesidevreye sokulurken, bu kezOrta Doğu’da kendi devletlerini kurmuş olan Yahudilerin, İspanya ve Balkanlar’da kovuldukları gibi kovulmamak üzere, kurmuş oldukları küçük devletlerini büyüterekbütün eski Osmanlı topraklarını Büyük İsrail devleti çatısı altında bir araya getirmeğe çalıştıkları anlaşılmaktadır.Eski Bizansarayışları ,Vatikan üzerinden merkezi coğrafyaya Fener Rum Patrikhanesinin işbirlikçiliği ilemerkezi topraklarda gerçekleştirilmeğe çalışılırken, Siyonizm ile üç büyük dinin çıktığı kutsal Orta Doğu topraklarını kendi vatanı ilan eden Yahudilerin , bir büyük Siyonist imparatorluğa Büyük İsrail Projesi ile yöneldikleri ve bunu da ABD gibi süper birdevletin gücünü lobileri aracılığı ilekullanarak yapmağa çalıştıklarıgörülmektedir.

Büyük İsrail’in uzantısı olan Büyük Orta Doğu Projesini gerçekleştirmek üzere merkezi topraklara gelmiş olan Amerikan askeri gücü, bütün eski Osmanlı ülkelerine yerleşmeğe çalışırken,NATO üzerindenTürkiye’nin merkez ülke olarak kullanıldığı göze çarpmakta veBüyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail projelerine doğru çeşitli adımlar bir plan dahilinde atılırken, üçüncüEndülüs olgusunun bu kez Anadolu toprakları üzerinde gündeme getirilmeğe çalışıldığı açıkça göze çarpmaktadır.Osmanlı sonrası için Türk ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu bölgeleri tek bir ulus devletin çatısı altında birleştirerek merkezdeki otorite boşluğu alanını doldurmak üzere uygulama alanına getirilmiş olanMisak-ıMilliuygulamasınınKuzey Irak ve Kuzey Suriye bölgeleri üzerindenABD ve İsrail ikilisince zorlandığı, Balkanlar’da uygulanmış olanSevr projesininAnadolu üzerinden Orta Doğu’ya taşınarakAnadolu’da yerleşmiş olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin ortadan kaldırılmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır.Endülüs ve Osmanlı döneminde Hristiyan Avrupa’nın hedefinde Yahudiler ve Müslümanlar birlikte yer aldığı için, birinci ve ikinci Endülüs’ün benzer yanları daha çoktur.Şimdi gelinen aşamada Anadolu yarımadasında Mısak-ı Milli sınırları üzerindeyaşanmakta olan üçüncü Endülüs çöküntüsündebu kez Türkler ve Müslümanlar hedefte yer almakta, Yahudiler ise asıl devletleri olan İsrail kurulduğu için bu kez Müslümanlar ile birlikte hareket etmemekte amaİsrail’in yanında yer alarak Amerika Birleşik Devletlerinin askeri ve ekonomik gücünün Büyük Orta Doğu görünümünde büyük İsrail içinkullanılmasınıbatıcı ve liberal görünerek desteklemektedirler.Anadolu’da birbüyük çöküntü dıştan güdümlü olarak yaşatılmakta , AvrupalıFener Rum Patrikhanesi işbirlikçiliğindeHristiyanlar Yeni Bizans Projesi üzerinde yoğunlaşırken, Amerikan HristiyanlarıSiyonist Evanjelik tarikatının öncülüğünde ,Büyük İsrail projesine yönelerek, Türkiye’de yaşayan Yahudileri de bu projede işbirlikçi olarak kullanmaktadırlar. Yahudilerin bir kısmı Atatürk Cumhuriyetinde kalarak Kemalist Cumhuriyetrejiminidesteklemelerine rağmen, büyük çoğunluğunun Siyonist İsrail’e teslim olarak hareket ettikleri görülmektedir. Anadolu’da üçüncüEndülüs yaşanırken, Müslümanlar ile Yahudilerin bu kez yollarının ayrıldığı ortaya çıkmakta, birinci ve ikinci Endülüs çöküşleri sırasında Hristiyan Avrupa’ya karşı Müslümanlar ile dayanışma içine giren Yahudilerin bu kez Siyonist İsrail’in öncülüğünde bu küçük ülkenin merkezinde yer aldığıçeşitliyeni uygulamalara angaje oldukları anlaşılmaktadır.

Küreselleşme ile beraberOrta Doğu ülkelerine saldıran Atlantik emperyalizmiile Siyonizm ittifakı, Anadolu topraklarında üçüncü Endülüs çöküşünüörgütlemekte, Türk devletinin çözülmesine ve çöküşüne giden yolda her türlü emperyalpolitikayıdıştan müdahale yolu ile gündeme getirerek,siyasal işbirlikçi kadroları aracılığıile sonuç almağa çalışmaktadır. Bir yandan bölücü terör demokratik görünümler altında desteklenirken, yerleşik Müslüman kesimlerin tepkilerini ortadan kaldırma doğrultusunda işbirlikçi yeni cemaatler oluşturulmakta ve bunlar aracılığı ile Müslüman tabanın tepkileri önlenerek halk kitleleri bütünüyle Siyonist ve emperyalist planlar doğrultusunda teslim alınmağa çalışılmaktadır.Cemaatlerholdingleştirilerek, kapitalist düzenin işbirlikçileri konumuna dönüştürülürken, dini cemaatler ve etnik topluluklar üzerinden yerelleşmeprojeleri devreye sokulmakta ve bunlar aracılığı ile yerel yönetimler görünümünde küçük eyaletler oluşturularak, küresel sermayenin daha doğrusu Siyonizm inkontrolü altındabir merkezi coğrafya Büyük İsrail hedefleri doğrultusunda gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. Bu doğrultuda ulusal değerler yok edilirken, sermaye bütünüyle küresel emperyalizmin kontrolü altına alınmakta, ülkenin ulus devlet yapısı tasfiye edilirken, ülkeyi ve devletikoruyacak ya da savunacak ulusalcı kesimlersiyasi ve hukuki baskılar altında tutulmaktadır. İnsan haklarına aykırı birçok hukuki işlem ya da dava süreçleri, adil yargılanma haklarına ters düşülerek uygulanmağa çalışılmaktadır. Endülüs ve Osmanlı devletlerinin çöküşü sırasında görülen merkezin zayıflatılması operasyonu, başkentin İstanbul’a taşınması girişimleriyle gündeme getirilmekte,yerel yönetimler güçlendirilerek bölünme hızlandırılırken, bunları denetlemesi gereken güçlü merkez ortadan kaldırılarak üçüncü Endülüs çöküşünün Anadolu toprakları üzerinde gerçekleştirilmesinin önü açılmaktadır. Ülkenin başka bölgelerindeki kentler başkent ilan edilerek, başkent Ankara’daki merkezi devlet yapılanmasıtasfiye edilmek istenmektedir. Endülüs ve Osmanlı başkentlerinde yaşanan çöküş sürecine bugünün Türk devletinin merkezi olan Ankara’darastlanmaktadır. Başkent Ankara’nın bugünlerde Pompei’nin son günleri gibi bir döneme sürüklendiği açıkça göze çarpmaktadır.

Endülüs devletinde merkezin zayıflamasıyla başlayangerileme, daha sonraki aşamadataht ve iktidar kavgaları ile devam edip gitmiş ve bu durumun sonucundadevletinbaşkenti ülkeyi yönetemez hale gelmiştir. Merkezin zayıflaması üzerine, tıpkı bugün Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde görüldüğü gibi merkezden kopma, ayrı bir etnik ya da dini cemaateyale oluşturma girişimleri İberik yarımadasında da gündeme gelmiş ve belirli bölgelerde kendiliğinden otonomi uygulamaları ortaya çıkıncaEndülüs devletinin dağılma süreci hızlanmıştır. Endülüs devletinin temelde bir Emevi devleti olması ve sülale arasında bitmek bilmeyen iktidar kavgalarınınsürüp gitmesi, Endülüs devletini çöküşe götüren başlıca neden olmuştur.Ayrıca, Arap topluluklarındaçokça görülen kabile çekişmelerinin İspanya’ya taşınması da, Endülüs devletinin tam anlamıyla homojenbir topluma sahip olmasını önlemiş ve bu durumun sonucunda sürüp giden çekişmeler devletin iç çöküş ortamını hazırlamıştır.Ayrıca, Arnap toplumlarından taşınan tutucu ve bağnaz yaklaşımlar da Endülüs uygarlığını sarsmış ve bu uygar düzenin geleceğe dönük bir çizgide devam etmesinin önünü kesmiştir. Ayrıca Orta Doğu’dayaygın bir biçimde görülen mezhep ve tarikat çekişmeleri deEndülüs toplumunu sarsmış ve yaralamıştır. Bu ülkede yaşayan Yahudilerin, ticaret ve ekonomiye ağırlık vermesi yüzünden sahip olunan zenginlikler yurtdışına taşınmış ve bu devletin çatısı altında kazanılan para dışarıya kaçırıldığı için, Endülüs devletinin ekonomik çöküntüsüne giden yol kendiliğindenbu doğrultuda açılmıştır. Zenginliklerin dışarıyataşması sonucunda, Endülüs uygarlığının dışa doğru bir açılım yaşamasına neden olmuş, bir anlamda Endülüs devleti Orta çağın karanlık dönemlerinde Avrupa kıtasının daha sonralarıaydınlanma ya yönelmesindebaşlıca etki sağlayan merkez olmuştur. Zenginliklerin bir kısmı dışarıya kaçırılırken, saray hayatına büyük zenginliklerin bir kısmının girdiği görülmüş, yaşanan zenginlik dönemlerinde Endülüs sarayınıniyice ahlak açısından çöktüğü görülmüştür. Zenginliğin rahatlığına dalan Endülüs Emevihükümdarları, doğru dürüst devleti yönetemez hale gelmişler, çöküşe giden yoldaçok büyük olumsuzlukların devlet yönetimini bozmasına yol açmışlardır. Ayrıca devletin sınırlarının genişlemesi üzerine de merkezi yönetimin zayıfladığı ve ülkenin her bölgesini yönetemez bir zayıflama noktasına geldiğini göstermiştir. Para kazanma hedefi Endülüsdevletini esir alınca, giderek genişleyen ekonomik ilişkileringetirdiği zenginlik ile beraber Endülüs devletindeİslam dininin ahlak kurallarını ortadan kaldırmıştır. Ekonomik hedeflerin öne geçmesi üzerine bozulan devlet yönetimibir türlü yerine oturtulamamış,Endülüs’lü Yahudi tüccarlar bütün Akdeniz’ibir anlamda kendi ekonomik havuzlarına dönüştürürlerken, devletlerini ihmal ederekEndülüs üzerinden sahip oldukları zenginliklerini dışarıya taşımışlar ve böylece de Endülüs’ün çöküşüne giden yolda öncülük yapmışlardır. Devletin ekonomik olarak zayıflaması üzerine, halkın gereksinimleri karşılanamamış ve bu durumun sonucunda da Endülüs ülkesinde yaşamlarını sürdürmekte olanhalk topluluklarının bir kısmı ayaklanarakdevletin dağılmasına yardımcı olmuşlardır. Benzeri durumların Osmanlı devletinde de öne geçmesi üzerine, bu büyük devletde tıpkı Endülüs devleti gibi çöküş sürecine sürüklenmiştir. Bu yüzden, Osmanlı devletinin çöküşü ikinci bir Endülüs olgusu olarak tanımlanmaktadır.

Yirmi birinci yüzyılınbaşlarında, Anadolu toprakları üzerinde kurulu bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin de yaşanan tarihin ortaya çıkardığı yeni gelişmeler ve olaylar üzerinebir anlamda üçüncü Endülüs çöküş senaryosuna alet olduğunu göstermektedir. Değişen dünya koşullarında, emperyalizmin gündeme getirmiş olduğu yeni dünya düzeni planları ya da merkezi coğrafyayı ele geçirme projeleri aracılığı ile dışarıdan körüklenen gelişmeler sonucunda Türkiye Cumhuriyeti devleti de tıpkı Endülüs ve Osmanlı devletleri gibi bir çöküş dönemine doğru zorlanmaktadır. Endülüs ve Osmanlı devletlerindeMüslümanlar ve Yahudiler ortak hareket etmişlerdir ama bugün Türkiye7de bu ortaklığın devam etmediği ve Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşamakta olan Yahudi nüfusun önemli bir kesimininSiyonist Büyük İsrail projesine, Avrupa ve Amerika gibi batılı merkezler üzerinden angaje oldukları anlaşılmaktadır. Endülüs ve Osmanlı devletlerinin çöküşünü, Yahudi ve Müslüman birlikteliği durduramamış ve çöküş kaçınılmaz olarak yaşanmıştır. Bugün gelinen noktada, Anadolu toprakları üzerinde üçüncü bir Endülüs çöküş senaryosu Siyonizm ve emperyalizm destekli olarak geliştirilirken,Anadolu’daki Türk devletiningeleceği artık Yahudilerin desteğinden çıkmaktavekomşu devletler ile diğer dünya devletleri arasında geliştirilecek işbirliği ve dayanışma politikalarına bağlı görünmektedir.Türkler Anadolu’da bu kez yalnız bırakılırken, Adriyatik’ten Çin Seddine uzanan Türk dünyası kendiliğinden devreye girmekte,yeni yetme İslamcı tarikatlarAtlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i destekli,Büyük Orta Doğu ya da Büyük İsrail için kullanılırlarken,dünyanın ortasında bağımsız devlet olarak şimdiye kadar ayakta kalabilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti, önümüzdeki dönemde Türk dünyası ile yakınlaşarak varlığını güçlendirecek,Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki geleneksel Hristiyan karşıtı ittifakın dağılmasından meydana gelen siyasal boşluk, hem komşu devletler hem de Türk dünyası ile yakınlaşılarak doldurulacak ve böylece, Anadolu’da gerçekleştirilmek istenen üçüncü Endülüs çöküşüne izin verilmeyecektir.