30 Eylül 2019 Pazartesi

HALKÇILIK HALKLARCILIKLA HAKLANANAMAZ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


 HALKÇILIK HALKLARCILIKLA HAKLANANAMAZ
                                                                                                                                             
                Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkmıştı. Devletin temel modeli olarak kuruluş sırasında ulus devlet yapılanması benimsendiği için, Türkiye Cumhuriyeti bugünün önde gelen ulus devletleri arasında yer almaktadır. Ne var ki, Türkiye’de ulus devlet kurulurken her şey ulusçuluk anlayışına bağlı kılınmamış, ülkenin üzerinde kurulu bulunduğu ülke topraklarının sahip olduğu jeopolitik özellikler nedeniyle, sadece ulusçuluk ile yetinilmeyerek siyasal rejim bölgesel halkçılık anlayışı üzerine dayandırılmış ve ülke rejiminin temel dayanak noktası olarak halkçılık ana düşünce olarak benimsenmiştir. Bir anlamda hem milliyetçilik hem de halkçılık aynı zaman diliminde beraberce benimsenmişti. Avrupa’nın yanı başında bir ulus devlet kurulurken milliyetçilik, Sovyetler Birliği gibi bir büyük halkçı devlet modeli inşa edilirken de, halkçılık ele alınmış ve her ikisi de birlikte benimsenerek yeni rejimin çıkış noktası olan cumhuriyet ilkeleri arasında birlikte benimsenmişlerdir. Fransız devrimi sonrasında Avrupa’da ulus devletler doğarken milliyetçilik hareketleri bu yeni yapılanmaya taban oluşturmuş, milliyetçi hareketlere karşı  tepki olarak ortaya çıkan halkçılık hareketleri de,  Rusya’da bir büyük ideoloji imparatorluğu olarak doğan  Sovyet Sosyalist  Cumhuriyetleri Birliği’nin temel düşünce yaklaşımı  aracılığı ile ortaya çıkmıştır. Türkiye böylesine büyük bir devlet ile çok uzun sınırlara sahip bir komşuluk konumunda bulunması nedeniyle, Avrupa’dan gelen milliyetçilik anlayışını aynı zamanda halkçılık ilkesi ile dengeleyerek, iki ayrı dünya arasında bir köprü oluşturmaya çalışırken, yeni siyasal rejimin altı temel ilkesi arasında milliyetçilik ile birlikte halkçılık prensibi de benimsenerek, Kemalist rejimin iki temel taşı olarak kabul edilmişlerdir.

                 Ulus devletler Avrupa’sını yaratan Fransız devrimi, milliyetçilik hareketleri ile gerçekleşme aşamasına gelmiş bir ideolojik imparatorluk olarak modern dünyayı belirlerken,  Avrupa’nın doğusunda yer alan  büyük imparatorlukların çatısı altında yaşayan halk kitleleri de  halkçılık  eylemleri ile kendi ülkelerinin gelecekteki yapılanmalarında aktif rol sahibi olmaya çaba gösteriyorlardı. Avrupa ülkelerinde üç yüz yıllık bir gelişme dönemine sahip olan ulus devletler gibi aydınlanma hareketleri doğu imparatorluklarında pek fazla görülmediği için toplumsal tepkiler ya da oluşumlar halkçılık anlayışı çerçevesinde gelişmeler göstererek, siyasi tarihin belirleyici unsurları arasında yerlerini alıyorlardı. Ortaçağ’dan çıkışı sağlayan bilimsel devrimler ve sosyal oluşumlar ulus devletlere giden yolu açarken, diğer yandan insan topluluklarının ortak bir ülkede aynı tarih, dil ve kültürü paylaşması da uluslaşma sürecinin yolunu açıyordu. Özellikle imparatorluk sınırlarına ve devlet yapısına sahip olan ülkelerde, uluslaşma ile birlikte geniş imparatorluklardan küçük ve orta boy ulus devletler dönemine geçiliyordu. Avrupa’da kralların merkezi otoriteye sahip kılınmalarıyla birlikte ulus devletler tarih sahnesine çıkıyordu. Daha sonraki aşamada da demokrasiye geçilmesiyle birlikte krallıklar geride kalırken, ulus devletlerin çatısı altında demokratik cumhuriyet rejimlerine geçiş aşaması gündeme geliyordu. Böylesine yaşanan bir sürecin sonunda milliyetçilik Avrupa ulus devletlerinin ana felsefesi konumuna geliyordu. Benzeri bir süreç Avrupa’nın doğusunda ve Avrasya bölgelerinde yaşanmadığı için, milliyetçilik cereyanlarının doğu bölgelerine doğru hızla yaygınlık kazanmasıyla birlikte, belirli bölge halkları imparatorluk merkezlerine karşı çıkarak ve ayaklanarak kendi yaşadıkları bölgelerde egemenlik arayışına girmeleriyle birlikte de, halkçılık cereyanları Asya kıtasının belirli bölgelerinde ağırlık kazanıyordu. Avrupa kıtasından farklı bir süreç yaşayan Doğu Avrupa ve Avrasya bölgelerinde halkçılık eylemleri ana belirleyici hareketler olarak öne çıkıyorlardı.
                 Avrupa bölgesindeki krallıklara karşı gelişen ulusçuluk hareketleri Fransız devrimi sonrasında bütün kıtaya yayılırken, doğuya doğru da gelişmeler göstererek kıtanın doğu bölgesindeki imparatorlukları da etkilemiştir. Avrupa’daki karışıklıklar on sekizinci yüzyılda Rus Çarlığı’nın sınırları içine girerken,  bu büyük ülkeyi Atlas okyanusundan Pasifik okyanusuna kadar uzanan iki büyük kıtanın çeşitli bölgelerinde, Moskova merkezli imparatorluğa karşı çıkışların birbiri ardı sıra insanlık tarihinde yer almasını sağlamıştır. Bütün Rusya bölgesi bu gibi hareketler ile sarsılmaya doğru kayarken, ayaklanmalar ve isyanlar birbiri ardı sıra gelerek küresel alanda değişimin başlangıcı olacak bazı yeni yapılanmaları yeryüzü sahnesinde günışığına çıkarıyordu. Avrupa’daki karışıklık hareketleri Fransız ulusal devriminin etkisi ile uluslaşma doğrultusunda gelişirken, benzeri bir ulusal devrim yaşamamış olan Avrasya bölgesindeki eylemler daha çok halkçılık olarak gündeme geliyor ve bu doğrultuda değişim sürecinin geleceğe doğru sürüp gitmesinde belirleyici bir fonksiyon oynuyordu. İki kıta arasında büyük bir imparatorluk olarak kurulmuş olan us Çarlığı, Avrupa’daki isyan hareketleri ile birlikte terör ve benzeri sokak hareketlerine sahne olmaya başlayınca, Rus devleti bu gibi halkçı hareketlerin zaman içerisinde uluslaşarak ülkeden kopmaya yönelmesi gibi ciddi bir tehdit ile karşı karşıya kaldığını görmüştü. Bu aşamada devreye giren Rus derin devletinin devlet aklı, yeni başlayan halkçılık hareketlerinin zamanla ulusçuluk akımlarına dönüşmesini önlemek üzere, devlet halkçılığı gibi bir alternatif eylemler dizisini örgütleyerek ülkenin her köşesinde devreye koyuyordu. Rusya devletinin siyasal güçleri, sokak hareketlerine karşı bir baskı politikası geliştirerek nerede bir olay varsa oraya kendi ekiplerini göndererek ve devlet terörü yaratarak ülkede anarşiye gidişi önlemeye çalışıyordu.
           Rus halkı içinde batılı güçlerin terör ve sokak hareketleri örgütlemesine izin vermek istemeyen Çarlık rejimi,  devlet terörü yaratarak sokağa çıkan, ulusçuluk yaparak bölücü girişimleri gündeme getiren oluşumları önlemeye çalışmış ve bunun sonucunda da Avusturya -Macaristan İmparatorluğu ile Osmanlı devletini parçalayan ulusçuluk akımlarının Rus sınırından içeri girmesine izin vermemiştir. Devlet eli ile yaratılmış olan halkçılık hareketleri sayesinde,  ülke çapında terör yaratılarak sokak hareketlerinin milliyetçilik cereyanlarına dönüşmesi devlet gücü ile önlenebilmiştir. Rusya böylece ulusçuluk akımlarının parçalama tehdidinden kurtulmuş ama ABD destekli Japon ordularının Pasifik kıyılarından Rusya’nın iç bölgelerine girerek arkadan saldırı ile Çarlık rejimini yıkmalarını önleyememiştir. Devletçi terör ile batıdan gelen ulusçuluk akımlarını önlemesini iyi beceren Rus devleti aynı başarıyı arka bölgelerden ülkeye girerek imparatorluğun devlet düzenini çökerten Japon ordularına karşı gösterememiştir. Moskova önlerine kadar gelen Japon askerleri Rus Çarlığı’nın egemenliğine son verirken, hiçbir batılı gücün yıkamadığı Rusya’nın hegemonya düzeni yıkılarak çökertilmiştir. I905 yılında Moskova’daki Rus devleti çökerken ülke 1917 yılına kadar süren bir iç savaş dönemi yaşamıştır. On yıldan fazla süren devletsizlik döneminde Rusya’nın bütün bölgelerinde karışıklıklar çıkartılmış ve bunlardan yararlanılarak ve batılı milliyetçilik cereyanları doğrultusunda yeni ulus devletlerin Rusya’nın sınırları içerisinde kurulması önlenerek, ülkenin parçalanmasına izin verilmemiştir. Bu aşamada Rusya’da milliyetçilik önlenirken aynı kitleleri üzerinde halkçılık öne çıkarılmıştır. Rusya gibi çok geniş topraklara sahip bulunan bir ülkede farklı etnik kökenden gelen halklara uluslaşma hakkı tanınmamış ama devlet kontrolü altında geliştirilen halkçılık siyaseti ile halk kitlelerinin hak ve özgürlükleri doğrultusunda eylem yapmalarına engel olunmamıştır. Ne var ki,  Rusya’da devlete bağlı olan güçlerin baskı ve terör estirerek örgütlediği devlet halkçılığı politikaları, geçiş dönemi sürecinde ayrılıkçı ya da bölücü bazı ulusalcı oluşumlara denetim getirerek, çağ değişimi aşamasında Rus devletinin ülkesinin Osmanlı devleti gibi parçalanarak ya da dağılmayarak ve bölünmeden aynı büyüklükte yirminci yüzyıla girmesini sağlamıştır.

                Halkçılık hareketlerini devlet eli ile örgütlemeden uzak kalan Osmanlı İmparatorluğu, Rus İmparatorluğu gibi bölünmeden yirminci yüzyıla girme şansını yakalayamamış, Fransız devriminin yansımaları olan Avrupa’daki milliyetçi cereyanların Osmanlı sınırlarının içerisine doğru sızmasını önleyememiştir. Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa sınırları içinden giren milliyetçilik hareketleri öncelikle ülkenin Balkan bölgesindeki topraklarda etkili olmuştur. Avrupalı emperyalist devletlerin desteği ile içeri giren ulusalcı hareketler, Osmanlı İmparatorluğunu parçalayarak ülkenin bölünmesine giden yolu açmışlardır. Bir anlamda dünya literatürüne Balkanizasyon kavramını bölünme olgusu anlamında kazandıran bu gibi gelişmeler, daha sonraki aşamada Balkan bölgesinden Anadolu’ya ve daha sonrasında da gene Anadolu üzerinden Orta Doğu ülkelerine doğru sıçrama göstermiştir. Ulus olgusu tarih sahnesine çıktığı için ulusçuluk hareketleri bütün dünya bölgelerine yayılarak, büyük imparatorlukların dünya haritasından silinmesine giden yolu açmışlardır. Ulusçuluk ya daulusalcılık hareketleri zamanla belirli bölgelerin imparatorlukların ülkesinden kopmasına yol açmış ve bunun sonucunda da dünya haritasındaki devlet sayısı yirmiden iki yüzlere doğru bir çıkış göstermiştir. Çok uluslu kozmopolit toplum yapılarına sahip bulunan imparatorluklar ulusçuluk akımlarına karşı birlik ve bütünlüklerini koruyamayınca, ortaya paramparça haritalar çıkmış ve sonunda her milliyetçi hareket kendi ulus devletini kurma hakkını elde etmiştir. Daha sonraki aşamada ise devletleşen ulusların büyüyerek genişlemek için birbirleriyle yarışa girmeleri yüzünden birinci cihan savaşı çıkmıştır.
                Milliyetçilik hareketleri Fransız devrimi sonrasında Avrupa kıtasından bütün dünyaya yayılırken, devlet sayısının artmasına yardımcı olan bir olumlu değişim süreci yaşanmıştır. Ulus devletler milliyetçilik cereyanları ile dünya haritasındaki yerlerine sahip olurlarken, halkçılık akımları devlet merkezli olarak geliştirilerek milliyetçilik cereyanlarının önünü kesiyordu. Bu aşamada Rus imparatorluğunun topraklarında milliyetçilik hareketleri gelişemeyince, halkçılık bunun yerine ülkede estirilen devlet terörü aracılığı ile yaygınlık kazanıyordu. Halkçı hareketlerin Rus devleti tarafından desteklenerek örgütlenmesi,  Rusya’da devrime giden yolu açıyor ve bu doğrultuda halkçılık üzerinden bir sosyalist rejim Rus Çarlığının topraklarında bir devrim ile gerçekleştiriliyordu. Avrupa kıtasındaki ulusçuluk hareketleri ulus devletlerin sayısının artmasına neden olurken, Rusya topraklarında devlet eliyle geliştirilen halkçılık böylesine bir oluşuma izin vermiyordu. Devlet terörü aracılığı ile getirilen halkçılık hareketleri Rusya’nın her bölgesinde yaygınlık kazanırken,  devletsizlik ortamına son verecek bir doğrultuda sosyalist devrimin gerçekleşmesine dolaylı yollardan elverişli bir ortam sağlanıyordu. Bir avuç aydının öncülüğünde gerçekleştirilen Sovyet devrimini ülkeye dışarıdan gelen elli beş kişilik Bolşevik hareketi grubu yapıyordu. İşçi sınıfının olmadığı bir ülkede sosyalist devrim bir avuç aydın aracılığı ile yapılarak tarihsel dönüşüm süreci tamamlanmaya çalışılıyordu. Rusya’da on iki yıllık devletsizlik dönemi sırasında halkçılık hareketleri sosyalizmin inşasına giden yolu açıyordu. Halkçılık girişimleri milliyetçiliği önlerken, yeniden kurulan devlet bölünmeyi önleyerek,  çok büyük bir alanda Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliğinin kuruluşunu dünyaya ilan ediyordu.
                İmparatorlukları parçalayan milliyetçilik oluşumu bir Avrupa modeli olarak yaygınlık kazanırken, halkçılık akımı da milliyetçiliği önleyen bir Rusya modeli olarak tarihsel süreç içerisindeki yerini alıyordu. Halk kitlelerini yönlendiren milliyetçilik cereyanlarının ülkeleri bölmesini önleyen bir yol olarak Rusya’da devletçi halkçılık ile sonuç elde edilince yeryüzündeki her milliyetçi hareketin kendi devletini kurmasına giden bölücülüğün önü kesiliyordu. Sonraki yıllarda milliyetçiliğin geliştiği yerlerde yeni ulus devletlerin kurulduğu görülmüş ve böylece yeryüzündeki devlet sayısı bugünkü büyüklüğüne doğru ilerlemiştir. Halk kitlelerinin milliyetçi ya da halkçı doğrultuda eylemlere sürüklenmeleri ayrı ayrı sonuçlar vermiş ve bu nedenle dünyanın çeşitli bölgelerinde sıcak hareketler ayaklanma ve isyanlar olarak birbiri ardı sıra gündeme gelmişlerdir. Bu noktada milliyetçilik bölücülük olarak öne çıkarken, halkçılık bu tür gelişmelere karşılık dengeleyici ve kopmaları önleyici çizgide gelişmelere aracı olmuşlardır. Bu açıdan dünyanın her bölgesinde benzer sorunlar ortaya çıkmış ama milliyetçiliklerin bölücülüğe dönüşmemesi için halkçı politikalar devreye sokulmuştur. Aynı halk kitleleri üzerinde yaşanan deneyler dünyadaki bütün ülkelerde Türkiye’de olduğu gibi kendi özel koşullarına uygun bir milliyetçilik ve halkçılık dengesi arayışını gündeme getirmiştir.
                Türkiye deneyinde ise Atatürk hem Avrupa’daki hem de Rusya’daki gelişmeleri yerinde izleyerek bu konuda ortaya bir Türk modeli koymuştur. Osmanlı sonrası için İngiliz emperyalizminin hazırlamış olduğu Sevr planı, Balkanlardan başlayarak Anadolu, Kafkasya ve Orta Doğu bölgelerini alt kimlikçi mikro milliyetçi kışkırtmalar aracılığı ile bölgeyi paramparça etmeyi hedeflediği için bunu önlemek üzere,  Balkan savaşları sonrasında Osmanlı devletinin merkezi toprakları üzerinde bir ulusal kurtuluş mücadelesi başlatılmıştır. Balkan bölgesindeki milliyetçilikler mikro düzeyde gelişirken, emperyalizmin Asya topraklarına girmesini önlemek üzere bir makro milliyetçi hareket olarak ulusal kurtuluş savaşı Türk toprakları üzerinde geliştiriliyordu. Misakı Milli sınırları içerisinde kalan topraklarda hiçbir biçimde mikro milliyetçiliğe izin verilmeyerek, bu sınırlar içinde yaşayan eski Osmanlı ahalisi bir ulusal toplum olarak kabul edilmiştir. İmparatorluktan ulus devlete geçilirken milliyetçilik Türk milliyetçiliği olarak makro düzeyde geliştirilmiş ve Türkiye Cumhuriyetinin kuruluş süreci içinde yer alan her Türkiye insanı, yeniden tarih sahnesine çıkartılan Türk devletinin eşit ve özgür vatandaşları olarak ilan edilmiştir. Bu noktada Balkanlar’daki gibi bir mikro milliyetçilik ile Anadolu’nun parçalanmasına izin verilmemiş aksine yurt düzeyinde makro bir milliyetçilik ile ülkenin her bölgesi ile bütünleştirilmesine dikkat edilmiştir. Eski Osmanlı halkı bir araya getirilirken, ortaya çağdaş bir ulus çıkartılmasına dikkat edilmiş ve bu aşamada halk kitleleri bütünleştirilirken halkçılık anlayışı temel alınmıştır. Ulusal kurtuluş savaşı emperyalizme karşı çıkan bir halk mücadelesi olarak yapılırken, geride kalan halk kitlelerinin bütünüyle uluslaştırılmasına dikkat edilmiştir.
                Dünyanın ortasında Türkiye Cumhuriyeti adı altında bir ulus devlet kurulurken, devletin temel olarak dayandığı esas Atatürk’ün bir sözü ile ilan edilmiştir. Buna göre,” Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk milleti denir”, biçimindeki tanımlama ile Türk devletinin temel normu bütün dünyaya ilan edilmişti. Böylesine bir tanımlamaya dayanan Türk devleti dışa karşı bir ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkarken, içeride dayandığı halk gücü esas kabul edilerek halkçı yapıda bir cumhuriyetin temelleri atılmıştır. Rus modelinde halkçılık ilkesi milliyetçilik eylemlerine karşıt bir çıkış olarak devlet eliyle kullanılırken, Atatürk ilkelerine dayanan Türkiye Cumhuriyeti halkçı bir ulusalcılık anlayışına dayandırılmıştır. Eski deyimi ile milliyetçilik olarak öne çıkan bu siyasal akım Türkiye deneyinde ulusçuluk olarak değil ama ulusalcılık olarak benimsenmiştir. Ulusculuk  kavramı milliyetçiliğin yeni ifade biçimi olarak öne çıkarken, devletin halkçılık anlayışı ile bütün vatandaşlar ile bütünleşmesinden meydana gelen devlet yapılanması bütüncül anlamda  ulusal kavramı ile açıklanmıştır. Bu açıdan ulusal kavramı ulusçuluğun ötesinde halkçılık anlayışı ile her vatandaşı ile bütünleşen ulus devleti ifade etmektedir. Dışa karşı milli devlet olarak ortaya çıkarılan Türk devleti ulusalcı yapısı ile bir halkçılık esasının yansımasını da öne çıkarmıştır. Burada, Türk modeli devlet yapılanmasında kurucu önder Atatürk’ün halkçı ve milliyetçi tutumunun sentezi görülmektedir. Atatürk Türk ulus devletini kurarken, halkın etnik ya da dinsel kökenini değil, bir bütün olarak nüfus içinde en yoğun olarak bulunan halk kitlesinin geldiği etnik ve kültürel yapıyı bir siyasal kimlik olarak benimsemiştir. Ruslar halkçılığı milliyetçiliği önlemek için kullanırken, Atatürk halkçılık ile milliyetçiliği bir arada ele alarak, Türkiye Cumhuriyetinin üzerinde kurulduğu toprakların hem jeopolitik hem de sosyolojik özelliklerine uygun bir sentez arayışı içine girmiştir. Böylesine sentezci bir tutumun sonucunda halkçı bir ulusalcılık Türk devletinin temel taşı haline getirilmiştir.
                Bugün gelinen yeni aşamada her şey alt üst olurken Atatürk’ün halkçı ulusalcılığa dayanan siyasal modeli Türk ulusu için yol göstermektedir. Kurduğu devleti başka örneklerinden farklı bir çizgide örgütleyen Atatürk, siyasal sistemin temellerini atarken eklektik bir yol izleyerek sentezci bir yaklaşım içerisinde olmuştur. Avrupa ile Rusya arasında bir köprü konumundaki topraklar üzerinde halkçı bir ulus devlet yapılanmasını kendine özgü bir yaklaşım içinde ortaya koyarken, Atatürk ortaya özgün bir devlet modeli koymuştur. Buna göre, devlet ulusal bir yapıda olacak ama siyasal rejimin temelinde ise halkçılık anlayışı yatacaktır. Buna göre uluslaşan bir halk topluluğunun yeni devletin toplumsal yapısını oluşturması istenmiştir. Avrupa’nın kıyısında bu kıtanın modeline yakın bir devlet Fransız devriminden gelen milliyetçilik, cumhuriyetçilik ve laiklik ilkelerine uygun olarak kurulurken, benzeri bir biçimde köprünün diğer ayağının dayandığı bölge olarak Rusya’daki devrimden de yararlanılmıştır. Rus devriminin dünya sahnesine çıkarmış olduğu devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkeleri de cumhuriyet rejiminin ikinci grup ilkeleri olarak benimsenmiştir. Kurucu önder Atatürk’ün eklektik bir yöntem ile bir araya getirdiği bu ilkeler, aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti rejiminin de temel ilkeleri olarak benimsenmiştir. Bu yaklaşımın bir yanında halkçılık diğer yanında da milliyetçilik ilkeleri bulunmaktadır. Uygulama alanında her iki ilkenin bir arada bir ulusal sentez anlayışı içinde ele alınması Atatürk’ün eklektik sentezci yaklaşımına uygun düştüğü için, iki ilkeyi ya da anlayışı birbirinden ayrı düşünmek mümkün değildir. Her iki ilkenin birbirini tamamlayacak bir biçimde uygulama alanına aktarılması, Türkiye Cumhuriyetinin ortalama yoldan oluşturduğu ulus devlet ve halkçı rejim dengesini koruyacaktır.

                Ne var ki, bugün gelinen yeni aşamada hem soğuk savaş hem de küreselleşme dönemleri arkada kalırken, batı emperyalizmi yeniden Türkiye’yi kendi çıkarları doğrultusunda güncel projelere zorlayarak hegemonya düzenini merkezi coğrafyada eskisi gibi geçerli kılmaya çalışmaktadır. Özellikle Atlantik ötesinden hareket ederek bütün dünyaya kendi çıkarları doğrultusunda yön verme çabası içinde olan Atlantik bölgesinin süper gücü, Türkiye’yi gelecekte kendi siyasal rejimine benzer bir biçimde iki partili demokrasi ile yönetmek istemekte, sağ kanatta cumhuriyetçiler ile sol kanatta demokratların yer alacağı bir bağımlı yapının çatısı altında, Türkiye’nin geleceğini kendi kontrolleri altında tutmaya öncelik vermektedirler. Bu doğrultuda kendi demokrat ve cumhuriyetçi anlayışları Türkiye koşullarına ters düştüğü için, sol kanatta bir cumhuriyetçi oluşum ile birlikte sağ kanatta bir demokrat yapılanmanın gerçekleştirilmesi gibi yeni bir projeyi gündeme getirmektedirler.  Türkiye özelinde dinci ve milliyetçi partilerin sağ kanatta demokrat çizgide, halkçı ve haklarcı partilerin ise sol cumhuriyetçi doğrultuda bir araya getirilmesiyle, dört partili sistemden iki partili sisteme geçiş planlanmaktadır. Son yıllarda bu denklemi bozmak isteyen bazı iç ve dış çevreler, işin içine bir de merkez sağ partinin girmesiyle daha farklı bir siyasal yönlenmeyi Türkiye’ye empoze etmektedirler. Merkez sağın çöküşü üzerine büyük bir dinci partinin iktidara gelmesi iç ve dış destekler ile sağlanmıştır. Şimdi rejimin yeni döneme uygun bir biçimde yönlendirilmesi sırasında, Atlantik güçleri iki partili demokrasi üzerinde hassas bir biçimde durmaktadırlar. Ulus devleti kuran halk partisinin bütün Türkiye halkına sahip çıkan halkçılık ilkesi varken, güneydoğu halkını ülkenin bütününden kopartarak ülkeyi bölmeye hazırlanan etnik kökenlilerin partisi konumundaki bir siyasal örgüt  tüm etnik grupları birbirinden ayırarak halklarcılık adıyla yeni bir akımı öne çıkartmaya çalışmaktadır. Böylece halkçı cumhuriyet ile ulus devletin kurucusu olan halk partisi dıştan güdümlü bir plan doğrultusunda birleştirilerek   ve  halkçılıktan halklarcılığa  geçiş sağlanarak, Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizminin merkezi alanda yaratmaya çalıştığı  bölgesel federasyonun eyaletleri yaratılmaya çalışılmaktadır. Halklarcılık anlayışı bölgeyi Sevr haritası doğrultusunda alt kimlikçi eyalet yapılanmalarına doğru sürüklerken, Atlantik emperyalizminin Büyük Orta Doğu Federasyonu ya da İsrail Siyonizminin Büyük İsrail İmparatorluğu gibi emperyal projelere halklarcılık ve eyaletçilik uygulamaları ile Türkiye Cumhuriyeti alet edilmeye çalışılmaktadır.
                Türkiye siyaset sahnesine küreselleşme döneminde dahil olan halklarcılık hareketi, bugünkü dünya düzenini kurmuş olan Britanya imparatorluğunun desteklediği merkezi coğrafya yapılanmasının yeni ismi olarak ortaya çıkartılmaktadır. Balkanları Osmanlı’dan kopartırken küçük küçük etnik devletçikler yaratarak dünyanın merkezi imparatorluğunu ortadan kaldıran  İngiltere, günümüzde  Atatürk’ün ulus devletinin ortadan kaldırılabilmesi için yeniden Sevr politikalarına dönerek, Türkiye’nin ve komşularının her bölgesinde var olan alt kimlikli grupları kışkırtarak  Atatürk’ün yarattığı  Türk ulusu gerçeğini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girmiştir. Atatürk’ün ulus devlet ve halkçı cumhuriyet dengesini bozarak ortadan kaldıran Atlantikçi yaklaşımın, Türkiye halkını alt kimlikleri ortaya çıkartarak halklarcı anlayış ile  ifade etmeye çalışması ile ikinci Balkanizasyon dalgası, önce Anadolu’ya daha sonra da hem Orta Doğu’ya hem de Kafkasya’ya taşınarak bu bölge halklarının da mikro-milliyetçi yapılandırma ile, Büyük Orta Doğu Federasyonunun  eyaletleri konumuna dönüştürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bölgesel federasyon planları doğrultusunda orta dünya  Balkanizasyon çıkmazına doğru sürüklenirken, Orta Doğu ülkeleri de Orta Asya’ya doğru esen rüzgarlar doğrultusunda  eyaletlere bölünerek federasyon düzenine hazırlanmaktadırlar. Halklarcılık anlayışı Irak ve Suriye savaşları sırasında da  görülmüş ve bu doğrultuda Irak üçe, Suriye ise beş eyalete doğru zorlanırken, alt kimlikçi halklarcılık anlayışı bu ülkelerin  parçalanmasına yardımcı olarak,  ikinci Balkanizasyon projesine  önemli ölçülerde katkı sağlamıştır. İslamın birleştiriciliği ile bölge devletlerinin emperyalizme karşı çıkan dayanışmalarının geride bırakılmaya çalışıldığı bu aşamada, halklarcılık anlayışının genişletilmesiyle birlikte çok parçalı bir federasyon tıpkı Amerika Birleşik Devletlerinde olduğu gibi, Orta Doğu Birleşik Devletleri olarak merkezi alanda kurulmaya çalışılmaktadır. Bu noktada halklarcılık anlayışının yaygınlık kazanmasıyla birlikte eski Osmanlı hinterlandı Atlantikçi ve Siyonist merkezlerin denetimine verilmektedir.
                Emperyalizmin projelerinin karşısında yüz yıl önce bunlara karşı savaşa kalkışmış ve dünyanın ilk ulusal kurtuluş savaşını büyük bir zafer ile kazanmış bir geleneğin siyasal örgütü olarak, Atatürk’ün partisinin ulus devletçi yaklaşımı ile birlikte halkçı cumhuriyet anlayışını da bugünün koşullarında Türkiye’nin üniter yapısı açısından korunması gerekirken, bölücü çevrelerin desteklediği halklarcılık anlayışının halkçılık ilkesinin yerine monte edilmesine, bugünkü halkçılık ve ulusalcılık dengesinde oluşturulan toplumsal barış ortamında güvenli yaşamını sürdüren her Türk vatandaşının karşı çıkması gerekmektedir. Birleştirici bir halkçılık ve uzlaştırıcı bir ulusalcılık anlayışı ile ülkede bulunan farklı kökenden insanı bir araya getirerek Misakı Milli sınırları içinde bir dayanışma düzeni kuran Atatürk ‘ün, halkçı ulusalcılık ya da ulusalcı halkçılık anlayışının Türkiye Cumhuriyeti devletinin devamlılığı açısından  günümüz koşullarında sürdürülmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyetinin  ulusal,üniter ve merkezi bir yapıda kurulmasını sağlayan  Atatürk ilkelerinin  Anayasanın giriş kısmında yer aldığı gibi aynı zamanda cumhuriyet rejiminin de temel taşları olduğunu, parçalanmak istenen Türk ulusunun bugünün koşullarında bir kez daha düşünmek durumun olduğu açıktır . Orta Doğu bölgesine yıllardır savaş getiren ve bu bölgede ki devletler ile halklara karşı hala silah dağıtmaktan çekinmeyen emperyalizm ile Siyonizmin bölgeyi kana boğan savaş oyunlarına bölge devletleri ile dayanışma kurarak karşı çıkılmalıdır. Bölgenin değişik ülkelerinde yaşayan halkların bir araya gelerek oluşturacakları bir dayanışma düzeninin güvenlik ve yardımlaşma ekseninde acilen oluşturulması  zorunluluğu iyice ortaya çıkmıştır.  Bu aşamada, Türk halkı diğer ülkelerin halkları ile bir araya gelebilir ve ortak hareket ederek emperyalist oyunları bozabilir. Bölge güvenliği ve barışının gerçekleştirilmesi açısından bölge halkları ile bütünleşen bir halklarcılık yaklaşımı, ancak  bölge devletlerinin bir araya gelerek bölgesel güvenlik doğrultusunda  bütünleştirilmesi açısından düşünülebilir. Ne var ki, böylesine bir halklarcılık Türkiye’nin ulus devlet güvenliği açısından hiçbir zaman düşünülemez çünkü bu tür bir oluşum Türkiye’nin Sevr haritasında olduğu gibi alt bölge eyaletleri  aracılığı ile ülkeyi parçalayarak federasyona sürükleyebilir. Bu nedenle üniter, ulusal ve merkezi devlet düzenini ortadan kaldırabilecek her türlü halklarcılığa karşı çıkarken, Fransız ve Rus devrimlerinin sentezinden oluşan bir siyasal bütünlüğün bugünde korunması, iç ve dış güvenlik açısından zorunlu görünmektedir.
                Türkiye Cumhuriyeti bir yüzyılı geride bırakırken, sahip olduğu devlet modeli ile merkezi alanda ayakta kalabilmiştir. Soğuk savaş döneminden gelen iki kutuplu dünya dağıldığı için bugün gelinen çok kutuplu dünya konjonktüründe eski emperyalist güçler yeni plan ve projeler ile ortaya çıkarak gene eskisi gibi hegemonyalarını merkezi coğrafyada sürdürmek istemektedirler. Böylesine bir yeni yapılanmayı kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmek için birbirleriyle yarışan hatta kavga ederek dünyayı savaşa sürüklemekten çekinmeyen bu gibi maceracı yaklaşımlara karşı, Türk devleti ve milleti sıkı sıkıya bir araya gelerek bölgeyi tehdit eden her türlü soruna karşı ortak bir dayanışma içinde hareket etmelidir. Türkiye Cumhuriyeti öncelikle başkent Ankara merkezli gücünü daha da artırmalı ve Misakı Milli sınırları içinde yer alan Türk vatanının bütün bölgelerini, her türlü yerel maceradan uzak tutularak başkent ile bütünleşen bir doğrultuda yeni bir yapılanmaya doğru yönlendirilmesi acilen sağlanmalıdır. Daha sonraki aşamada ise, Türkiye’nin bütün komşu ülkeler ile bir araya gelerek yeni bir bölgesel yapılanmaya yönelmesi gerçekleştirilmelidir. Türkiye böylece içeride ve dışarıda güçlenme sağlayarak, bölgeye yönelen emperyalist saldırılara güçlü bir biçimde karşı çıkabilecektir. Komşuları ile bütünleşen bir Türkiye merkezi alandaki jeopolitik güç boşluğunu doldurarak, çok kutuplu dünyada kutuplaşan büyük ülkelerin merkezi alanı ele geçirme oyunlarını bozabilecektir. Tek bir dünya devleti kurulana kadar sürüp gidecek böylesine emperyalist bir kavga senaryosu ile karşı karşıya kalan Türkiye’nin,  yeniden Atatürk’ün yoluna dönerek yüz yıl öncesinde olduğu gibi antiemperyalist bir ulusal kurtuluş mücadelesi vermesi gerekmektedir.
                Türkiye Cumhuriyeti kendisini ve bölgesini korurken kuruluş modeline sahip çıkmalı ve devletin kuruluş stratejisine uygun bir yönetim aracılığı ile karşı karşıya kaldığı tehlikeli dönemeci kendi potansiyeli ile geçebilmelidir. T.C. Anayasasının  giriş kısmında yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri arasında  yer alan  milliyetçilik esası, Anayasa’da yer alan Atatürk Milliyetçiliği tanımı ile belirtilmiştir. Türk milliyetçiliğini diğer milliyetçiliklerden ayıran konu Atatürk milliyetçiliği başlığı ile anayasada belirtilmiştir. Atatürk’ün bir bütün olarak ortaya koyduğu devlet ve rejim modelinin uygulanması sayesinde Türkiye bugünlere gelmiştir. Bu nedenle temel ilkelerin aynen korunması gerekmekte ve bu doğrultuda hiçbir esaslı değişikliğe gidilmemelidir. Son dönemde gündeme getirilen halkçılık yerine halklarcılık anlayışının uygulanmasıyla yerel yönetimler üzerinden eyalet sistemi ve federasyona doğru giden yeni yapılanma girişimleri, Türk devletinin geleceğini tehdit etmektedir. Emperyalist güçler Batı emperyalizminin Sevr ve Siyonizm haritalarını terör, savaş ve ekonomik kuşatma yolları ile Türkiye ve komşularına dayatırken, halkçılık kavramı geride bırakılmak istenmekte ve halklarcılık anlayışının benimsetilmesi ile alt kimliklerin her yönü ile hortlatılacağı bir parçalanma sürecine orta dünya mahkûm edilmeye çalışılmaktadır. Unutulmamalıdır ki, Türkiye Cumhuriyeti Kemalist halkçılık anlayışı ile kurulmuş bir halkçı ulus devlettir. Atatürk halkçılığı bütün bölge halklarını kucaklayarak emperyalizme karşı zafer elde etmiştir. Şimdi gelinen noktada ise bu zaferin ortadan kaldırılması için Kemalist halkçılık emperyalist halklarcılığa yedirilmek istenmektedir. Emperyalizmin Atatürk cumhuriyetinin işini bitirememesi için Kemalist halkçılığa sahip çıkılmalıdır. 

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

20 Eylül 2019 Cuma

YENİDEN ULUSLAŞMA PROGRAMI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


YENİDEN ULUSLAŞMA PROGRAMI
                                                                                                                            
                Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak dünyaya gelmiş ve yüzüncü yılına girerken bugün de gene bir ulus devlet olarak varlığını sürdürmektedir. Tarihin kesişme noktasında bir ulus devlet yapılanması ile dünya sahnesine çıkan Türk devleti, aradan geçen yüz yıllık zaman dilimi sonrasında ortaya çıkan yeni koşullar ve değişim süreci içerisinde öne geçen hegemonya iradeleri aracılığı ile dıştan güdümlü bazı planlar doğrultusunda köklü bir dönüşüme uğratılmak istenmekte ve bu çizgide tarihten gelen Türk ulus devlet modeli ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Tarihin her döneminde öne geçen güçler ya da yeni oluşan büyük devletler, hem kendi hegemonya alanlarını olabildiğince genişletmek hem de bu doğrultuda yeni bir dünya düzeni kurarak merkeze kendileri oturmak isterler. Millattan önceki dönemlerde başlayan evrensel hegemonya kavgası çeşitli aşamalardan geçerek bugüne kadar gelmiş ve ortaya çıkan yeni güçler tarihin her döneminde hem kendi siyasal yapılanmalarını öncelikli olarak oluşturmaya çalışmışlar, hem de bu doğrultuda merkezinde kendilerinin bulunduğu bir yeni dünya düzeni arayışını, sahip oldukları büyük güç ile dışarıdan baskı yolları uygulayarak kurmaya çalışmışlardır.  Her çağın kendine özgü koşulları bu tip arayışları canlı tutarak var olan siyasal devlet düzenlerini önce tehdit etmiş, sonrada bunların ortadan kalkarak yerine yeni düzenlerin kurulmasına öncülük etmişlerdir.

                 Türkiye Cumhuriyeti kendisinden önce merkezi coğrafya da devlet olma şansını elde etmiş olan iki büyük imparatorluğun çöküşü sonrasında, onlardan arda kalan birikimi örgütleyerek geniş topraklarda kurulmuş olan bir ulus devlettir. Yirminci yüzyılın başlarına gelindiğinde ortaya çıkan birinci cihan savaşı sırasında imparatorlukların tarih sahnesinden çekilmek zorunda kaldıkları bir aşamada, ulus devletlerin beşiği olan Avrupa kıtasının yanı başında ve ona sınırdaş bir komşu olarak Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, ulus devlet modeli seçilmiş ve bu doğrultuda önceden hazırlanarak uygulama alanına getirilen bir uluslaşma programı ile de zaman içerisinde ulusçuluk akımı Türkçülük çizgisinde örgütlenerek, Anadolu da bir Türk devleti ulus devlet modeline uygun bir biçimde kurulmuştur. İmparatorluklar çökerken, tarihin kırılma noktasında ulus devletler onların yerine öne çıkmış ve onların toprakları üzerinde kendi ulusal sınırlarını çizerek zamanın ruhunu temsil eden ulus devlet modeli benimsenmiş ve Türkiye Cumhuriyeti bir yeni siyasal oluşum olarak dünya haritasındaki yerini almıştır. Tarihin sürekliliği sürecinde olaylar hızlı gelişmiş ve Osmanlı İmparatorluğunu çökerten batının emperyalist devletlerine karşı bir var olma savaşı ulusal çizgide verilmiştir. Böylece ortaya çıkan ulusal kurtuluş savaşı zafere ulaşınca, Türkler tam bağımsız yeni ulus devletlerine kavuşmuşlardır. İmparatorluklar çökmese ve onların yerini ulus devletler almasa Türkiye Cumhuriyeti de yirminci yüzyılın başlarında bir ulus devlet olarak dünya sahnesine çıkamayabilirdi.
                Ulus devletlerin kuruluşu ve yapılanmaları ile ilgili olarak dünyanın siyasal konjonktürü olumlu koşullar yaratmıştır. On beşinci yüzyıldan sonra küresel bir yönlenmeye giden yerkürenin içine girdiği her dönemde ya yeni siyasal oluşumlar gündeme gelmiş ya da bunların sonucunda birbirinden farklı devlet modelleri tarih sahnesinde boy göstermeye başlamışlardır. İnsanlığın doğuşu, dünyaya yayılması ve uzun bir süre sonrasında önce Orta Doğu, sonra da Avrupa merkezli olarak yönlendirilmesi bugünkü tarihi hazırlayan oluşumlar zincirinin ilk halkasıdır. Avrupa devletleri sömürgecilik yaparak dünyaya egemen olurlarken aynı zamanda uzun süre birlikte yaşama şansını elde ederek uluslaşma olgusunu da yaşamaya başlamışlardır. Avrupa’nın sömürge imparatorlukları kendi aralarında uluslaşma oluşumu içine girdikleri yeni aşamada, devlet yapıları ulusal topluma dayalı bir biçimde gelişmeler göstermiştir. Bu sürecin patlama noktası Fransa’da on sekizinci yüzyılın sonlarında ortaya çıkınca, Fransız devrimi gerçekleşmiş ve bütün Avrupa ülkelerini uluslaşma çizgisinde yönlendirmiştir. Büyük Fransız devrimi sonrasında Avrupa ülkelerinde derin sarsıntı ve çalkalanmalar yaşanmış ve bu durum üç yüzyıl boyunca sürerek uluslaşma olgusuyla birlikte ulus devletlerin oluşumunu da hazırlamıştır. Bugünün Avrupa haritasında yer alan bütün ulus devletlerin oluşumları, yüzyıllar geride kalırken tamamlanmış ve bugüne yönelik siyasal yapılanmalarını bu doğrultuda tamamlamışlardır. Başta Fransız ulusu olmak üzere, batının gelişmiş zengin ülkelerinde ortaya çıkan uluslaşma olgusu ile birlikte bugünün modern ulus devletleri günümüz dünyasında yerlerini almışlardır. Avrupa kıtasında başlayan uluslaşma olgusunun zamanla diğer kıtalara da yayıldığı görülmüştür. Türkiye Cumhuriyeti bu nedenle, uluslaşma olgusunu Avrupa kıtasından sonra Orta Doğu bölgesine taşıyan tek köprü devlet olmuştur. Ulusları hayali cemaatlar konumundan kurtararak, toplumsal gerçeklik olmalarını sağlayan üç yüzyıllık Avrupa’daki uluslaşma sürecidir.
                Avrupa kıtasının yanı başında imparatorluklar sonrası dönemde bir ulus devlet olarak Türk devleti kurulurken, bu kıtada yaşanmış olan üç yüzyıllık uluslaşma olgusu çevre ülkeler ile birlikte Türkiye’yi de yakından etkilemiş ve birinci cihan savaşı sonrasında var olma mücadelesini kazanan Türkler, kendi ulus devletlerini üç kıtanın ortasında yer alan merkezi coğrafya da kurmuşlardır. Bugün hala Orta Doğu’da tek ulus devlet olarak hareket eden Türk devletinin bu coğrafyada etkili olarak kendi devlet modelini çevre ülkelerine taşımak gibi bir misyonu geçen yüzyıldan bugüne gelerek devam etmiştir. Ne var ki, bu coğrafyayı bölgesel olarak kontrol etmek isteyen emperyalizm ve Siyonizm gibi hegemonyacı akımlar,  bölgeye ulus devlet modelinin girmesini istemedikleri için bu alandaki tek ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. Eski Osmanlı hinterlandında yaşayan Arap kökenli toplulukların bir araya gelerek kendi ulus devletleri olarak bir büyük Arap Birliği devleti kurmalarının önlendiği bu aşamada, emperyalistler aynı doğrultuda Türk ulus devletini de ortadan kaldırarak, oluşturulacak küçük etnik ya da tarikatçı eyaletler aracılığı ile bir bölgesel konfederasyon ortaya çıkarabilmenin peşinde koşmaktadırlar. Onların bu tür olumsuz girişimleri yüzünden Arap ülkeleri bir araya gelerek kendi ulus devletlerini kuramamakta, aynı biçimde de Türklerin bir ulusal kurtuluş savaşı vererek tarih sahnesine çıkarmış oldukları Türk ulus devletinin, gelecekte varlığını sürdürmesi iyice tehlike altına girmektedir. Bugün hala kıtasal birlik baskıları altında kalan Avrupa devletleri ulus devlet modellerini bir ölçüde koruyarak çağdaş dünyada ulus devlet olabilmenin getirdiği haklardan yararlanmaktadırlar.
                Yirmi birinci yüzyıla doğru dünya giderken, soğuk savaş döneminde ikinci siyasal kutubu oluşturan sosyalist sistemin dağılması ve eski sosyalist halk cumhuriyetlerinin ortaya yeni ulus devletler  olarak çıkmasıyla birlikte,  yeni kuşak bir uluslaşma olgusu  ikinci kez yaşanmış ve  Birleşmiş Milletler örgütü içinde üye olarak yer alan ulus devlet sayısı iki yüzü geçmiştir. Devletlerin statüsü Birleşmiş Milletler aracılığı ile ulusal bir çizgide devam ederken, batı kapitalizmi küresel bir yapılanmaya yönelmiş ve ortaya çıkan evrensel emperyalizm döneminde büyük devletlerin eyaletler üzerinden parçalanmaya sürüklenmeleri, terör ve savaş konjonktürleri ile beslenmiştir. Küresel sermayenin ekonomi üzerinden dünyaya egemen olabilmenin çabası içine girdiği bu nokta da, ulus devletlere savaş açılmış ve terör eylemleri ile  küçük ulus devletçikler yaratılarak büyük ulus devletlerin tekelci şirketlere direnmelerinin önü kesilmeye çalışılmıştır. İnsan hakları ve demokrasi görünümünde kişilerin alt kimlikleri kışkırtılarak ve alt kimlik devletçikleri eyaletler halinde geliştirilerek, var olan ulus devletlerin dağılma ve parçalanmaya giden yola sürüklenmeleri açıkça desteklenmiştir. Bu aşamaya geçilmesiyle birlikte uluslaşma süreçleri kesilerek alt kimlikler üzerinden çok kültürlü kozmopolit toplumlar yaratabilmenin arayışları öne çıkmıştır. Dünya çapındaki siyasal oluşumların perde arkasında yer alan küresel şirketler dünya egemenliğine sahip olabilmek ve bunu büyük devletler ile paylaşmamak üzere ulus devletleri küçültebilmenin yollarını aramışlar ve ekonomiyi bir silah gibi kullanarak ulus devletlerin tasfiyesini gündeme getirmişlerdir. Tasfiye girişimleri ciddi boyutlarda var olan hukuk düzenleri açısından devlet yıkıcılığı misyonunu öne çıkarmış ve yüz yıl önce imparatorlukların çöküşü üzerine gündeme gelen ulus devletler, bu kez eski imparatorluklar gibi parçalanarak yıkılma tehlikesi ile karşı karşıya kalmışlardır.
                Ulus devletler hem bir tarihsel sürecin içinde gerçekleşen bir dönüşüm ile ortaya çıkmışlar hem de tarihin bu aşamasında çeşitli ülkelerde ortaya çıkan ulusal hareketlerin hazırladığı uluslaşma programlarının uygulama alanlarına aktarılmasıyla gerçeklik kazanmışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de Osmanlı devletinin çöküşü aşamasında cumhuriyetçi toplum kesimlerinin hazırladığı uluslaşma programının devreye sokulmasıyla siyasal alanda gerçeklik kazanmıştır. Türk devletinin kurucu önderi Atatürk,  gönlünde bir büyük sır olarak sakladığı cumhuriyet projesini yavaş yavaş uygulama alanına getirirken, tarihin derinliklerinden gelen Türklerin modern anlamda uluslaşmaları için yeni bir program hazırlayarak yola çıkıyordu. Ulusal kurtuluş savaşı için Samsun’a ayak basmadan önce İstanbul’da altı ay ikamet ederek ulusal kurtuluş savaşının hazırlıklarını tamamlıyor ve aynı çalışma içinde savaşın kazanılmasından sonra uygulama alanına getirilecek cumhuriyet devleti ile birlikte Türk ulusuna bağımsızlık kazandırma düşüncesi detaylandırılarak belirli bir uluslaşma programına bağlanıyordu. Daha önceleri tarihin her döneminde imparatorluklar kurarak ayakta kalan Türkler, batı emperyalizmi tarafından tarih sahnesinden silinmeye çalışılırken, ulusal kurtuluş savaşı ile yeniden varlıklarını kazanarak kurdukları cumhuriyet devletinin çatısı altında sonsuza kadar ulusal bağımsızlık statüsü içinde geleceğe dönük yaşamlarını güvence altına alıyorlardı. Cumhuriyet devleti Atatürk’ün gizli bir sırrı olmaktan çıkarak kurulurken, Türk ulusu da diğer çağdaş uluslar gibi tarih sahnesinde yeniden doğma şansını elde ediyordu. Burada kurucu önder Atatürk’ün cumhuriyet devleti projesi ile birlikte, uygulama alanına getirdiği uluslaşma programının, Türklüğün var olarak geleceğe dönük bir biçimde kurumlaşabilmesinin önde gelen dayanak noktası olduğu görülmektedir.
                Atatürk savaşı kazanıp devleti kurduktan sonra yeniden yapılanmaya yöneldiği aşamada cumhuriyet devletinin toplumsal taban kazanabilmesi amacıyla öncelikle Millet Mektepleri’ni kuruyordu.  Milli bir devlet kurmak üzere yola çıkmış olan ulusalcıların devleti temellendirirken Millet Mektepleri gibi bir örgütlenmeye öncelik vermeleri, gerçekçi bir girişim olarak kısa zamanda sonuç vermiş ve eski Osmanlı ahalisinden gelen Türk halkı bu okullar üzerinden Türk milleti kavramını benimseme aşamasına gelmiştir. Atatürk milli bir devlet kurulabilmesi için dayanak noktası olacak toplumun, uluslaşması gerektiğini iyi biliyordu. Bu yüzden Millet Mektepleri’ne öncelik vererek ülke düzeyinde bir ulusallaşma heyecanının örgütlenmesine dikkat ediyordu. Devletin ilk aşamasında yurdun her köşesinde kurulan bu mektepler aracılığı ile halk kitleleri ulus gerçeği ile karşılaşıyordu. Millet olabilmenin derslerinin verildiği bu çatıların altında, zamanla Türk milletinin tarih sahnesine çıkacağı bir oluşumun örgütlenmesi tamamlanmaya çalışılıyordu. Toplumların uluslaşmasında ana unsur olarak kurucu bir misyon üstlenen ulusal dil Türkçe, bu mektepler aracılığı ile halk kitlelerine öğretiliyordu. Ayrıca, cumhuriyetin kuruluş aşamasında toplumsal ve siyasal devrimler sırası ile uygulama alanına getirilirken, Millet Mektepleri Arap alfabesinden Latin alfabesine geçişin ana merkezleri konumuna gelerek, Türklerin ulusal dili olan Türkçe’nin çağdaş uygarlığın bir parçası olmasının önü açılıyordu. Millet Mektepleri, uluslaşma programının ilk maddelerinden birisi olarak cumhuriyet devleti tarafından kararlı bir biçimde çalıştırılmıştır.
                Osmanlı döneminde Anadolu’da kurulan Türk Ocakları örgütü de Türkleşme olgusunun gerçeklik kazanmasına katkıda bulunarak uluslaşma olgusuna destek sağladığı için Türkiye’nin uluslaşarak bir ulus devlete dönüşmesinde önemli ölçüde etkin olmuştur. Yeni kurulan devletin Türklük yapılanması ile bağdaşmayan diğer toplum kesimlerinin farklı ulus devletlere yönelmesini önlemek üzere de, daha sonraları Halkevleri adı altında geniş bir tabana yayılan halkçılık uygulaması ile, milliyetçilik oluşumu dengelenerek farklı kökenlerden gelen halk kitlesi üzerinde bir devlet millet kaynaşması yaratılmaya çalışılmıştır. Irkçı olmayan bir ulus devlet kurulurken milliyetçilik ilkesi Rus devriminde olduğu gibi halkçılık anlayışı ile dengelenmeye çalışılmıştır. Rusya’da bölücü milliyetçiliğe karşı bir baskıcı bir devlet halkçılığı uygulaması ile denge arayışına girilirken, Türkiye’de de toplum içinde baskıcı bir milliyetçiliğe karşı çıkışlar geniş bir halkçılık uygulaması ile dengelenerek bölünme ya da dağılmaya giden yolların önü kesilmeye çalışılmıştır. Türkçe’nin yaygın olduğu topraklardan gelerek Türk devletinin çatısı altına giren Türk toplulukları ve diğer gruplar halkçılık özüne dayanan bir ulusalcılık anlayışı ile kucaklanmaya çalışılıyordu. Halkçı girişimler ile etnik farklılıkların aşılmak istenmesi,  oluşturulmakta olan millet yapısının parçalanmasına giden yolları kapatıyordu. Etnik ve kültürel farklılıklar bir zenginlik olarak görülürken uluslaşma programı ile de uyum sağlanıyordu.
                Atatürk savaşı kazanıp devleti kurduktan sonra yaşamının son döneminde kurmuş olduğu yeni devlet düzenini geleceğe dönük olarak kurumlaştırmaya çaba gösterirken, Çankaya köşküne çekilerek bu doğrultuda önemli çalışmalar yapmıştır. İçe dönük bir milliyetçilik uygulaması sorun çıkartmaya başlayınca, halkçılık uygulamaları yeni dengelerin oluşturulabilmesi için devreye sokulmuştur. Ayrıca, uluslaşmanın ana gövdesini oluşturan Türklüğü çeşitli yönleri ile incelemek üzere Türk Dil Kurumu ve Türk Tarih Kurumu gibi iki önemli kurumu ulusal varlığın temel direkleri olarak kurmuş ve bu kurumların her sene düzenledikleri bilimsel çalışmalara katılarak, Türk ulusunun bilimsel açıdan da uluslaşabilmesi  için elinden gelen her çabayı göstermiştir. Daha sonraki yıllarda bu doğrultuda oluşturulan, Türk Folklor Kurumu, Türk Coğrafya Kurumu, Türk Kooperatifcilik Kurumu ve Türk Hukuk Kurumu gibi örgütsel yapılar kurulmakta olan devlete paralel kamu kurumları olarak öne çıkarılarak, bunların devlet ile millet arasında toplumsal bağlantıyı sağlayan köprüler olarak devreye girmeleri sağlanıyordu. Kemalist rejim bir ulus devlet kurarken, toplumun uluslaştırılmasına öncelik veriyor ve bu doğrultuda atılan her adımı planlı bir biçimde örgütleyerek kısa zamanda devleti ve ulusu ile bütünleşmiş bir Türkiye Cumhuriyeti ‘nin öne çıkması için her yolu deniyordu. Toplumsal yaşamın her alanında başında “Türk” adı ile yer alan kurumsal yapıların öne çıkarılmasıyla, Türkleşme üzerinden uluslaşma olgusunun tamamlanmasına öncelik veriliyordu. Türklük, bir uluslaşma planı çizgisinde cumhuriyet devletinin toplumsal yapısının adı olarak öne çıkartılıyordu. Batının önde gelen ulus devletlerine benzer bir ulusal yapının siyasallaşması doğrultusunda devlet eli ile uygulanan uluslaşma planının kısa zamanda sonuç verdiği görülüyordu.

                Türkiye Cumhuriyeti böylesine planlı bir merkezi oluşum ile dünya sahnesine bir ulus devlet olarak çıkmış ve devlet organlarının bu plan doğrultusunda bir çalışma düzenine kavuşturulması ile yüz yıla yakın bir dönemi başarıyla geride bırakarak, bugünkü koşullarda dünyanın önde gelen devletleri arasında hak ettiği yeri elde etmiştir. Ne var ki, sosyalist sistemin dağılması üzerine dünya küreselleşme adı altında farklı bir yöne doğru değişirken, tekelci küresel şirketler var olan ulus devletlere karşı planlı saldırılara geçerek ve şirketlerin egemenliğinde bir yeni dünya düzenini kurmak amacıyla ulus devletleri ortadan kaldırarak, kapitalist sistemin tekelinde bir küresel dünya düzeni peşinde koşmaya başlamışlardır. Bu nedenle, dünya haritasında yer alan bütün ulus devletlerin böylesine bir küresel saldırıya karşı ayakta kalabilmek için öncelikle kendilerini korumak zorunluluğu bir hak olarak vardır. Tehditler karşısında her ulus devletin varlığını ve haklarını koruyabilmek amacıyla ikinci bir uluslaşma planını devreye koymak  zorunluluğu vardır. İkinci olarak da küresel saldırılara karşı ulus devletlerin bir araya gelerek bölgesel ve küresel korunmalarını sağlayacak yeni uluslararası örgütlenmelerin çatısı altında hareket etmeleri, bölünme ya da parçalanma gibi olumsuz sonuçlara gidebilecek sürüklenmelerin önünü kesebilecektir. Özellikle bugün Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelmiş olan ulus devletlerin gene bu örgütün aracılığı ile, ulus devletlerin yarım kalmış uluslaşma süreçlerini tamamlayacak, ikinci uluslaşma programlarını, uluslararası konjonktür oluşturarak desteklemesi olumlu sonuç almak açısından zorunlu görülmektedir. Bu doğrultuda da her ulus devlet kendi siyasal gerçekliği içinde kendi toplumlarının uluslaşmasını tamamlayabilecek yeni uluslaşma programlarını devreye sokmaları mümkün olabilecektir. Bütün ulus devletlerin parçalanma ya da dağılma noktasına getirildiği küreselleşme aşamasından istikrarlı bir biçimde çıkabilmenin yolu olarak da ikinci uluslaşma programları etkin bir biçimde yararlı olacaklardır.
                Türkiye Cumhuriyeti kuruluş yıllarında devlet olarak örgütlenirken, adları milli kavramı ile bütünleşen Milli Savunma Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlıkları kurularak hükümetler içinde yer almış ve böylece ulus devlete saldırı sürecinde uygulanan milli politikalar ile devletin devamlılığı sağlanabilmiştir. Bugün ise ulus devletin korunabilmesi için benzeri bir yaklaşımın kültür ve ekonomi alanlarında gündeme getirilmesi gerekmekte ve kurulacak Milli Kültür bakanlığı aracılığı ile yarım bırakılan uluslaşma sürecinin hızlanarak devam etmesi sağlanacak ve benzeri bir yapılanmanın ekonomi alanında gerçekleştirilmesini sağlayacak Milli Ekonomi Bakanlığının da bir an önce kurulmasıyla,  emperyalist ülkelerin ekonomik saldırılarına karşı Türk ekonomisinin korunması  söz konusu olabilecektir. Bu arada ekonomide dışa açılmayı yönlendirecek bir Dış Ekonomik İlişkiler Bakanlığı gibi farklı bir örgütlenmeye daha önceki dönemlerde olduğu gibi gidilebilir. İç ve dış ekonomik ilişkiler yeniden düzenlenirken milli ekonominin yönetiminin devletin elinde bulunması, kitlelerin acil gereksinmelerinin yeterli düzeyde karşılanabilmesi açısından yararlı katkılar sağlayabilecektir. Belirli bakanlıkların adına milli kavramının eklenmesi, o alanlardaki bütün kamu hizmetlerinin ulusal çıkarlar doğrultusunda ele alınmasını ve geleceğe dönük ulusun yararına olabilecek bir düzeyde yönetiminin başarılmasını sağlayabilecektir. Ulus devletlerin ekonomi üzerinden piyasalar kullanılarak çökertildiği dikkate alınırsa, ekonomi alanında bir milli ekonomi yapılanmasına yönelmek için bir milli ekonomi bakanlığı başkent merkezli olarak öncelikli bir biçimde kurulacaktır. Ülkenin var olan ekonomik potansiyelinin bütünüyle ülke yararına kullanılabilmesi için milli ekonomi bakanlığına var olan gereksinme, sömürgeci baskılar nedeniyle aciliyet kazanmaktadır.
                Ulus devletlerin varlığı ve geleceğe dönük olarak devamlılığı açısından zorunlu bir dayanak olarak milli kültürün, Milli Kültür Bakanlığı aracılığı ile örgütlenmesi amaca hizmet açısından önem taşımaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin bütün dünya ülkelerinde bir milli devlet olarak tanınmasını sağlayacak bir örgütlenme son yıllarda milli kültür ile hiç bir yakınlığı bulunmayan Yunus Emre adına örgütlenmesi, kültürel alanda Türkiye’nin milli çizginin uzağında kalmasına neden olmuştur. Yunus Emre iyi bir şair ve de kültür adamı olmasına rağmen, bir ulus devletin taşıması gereken milliliğe uzak kalmış bir kişiliktir. Türk devleti denilince akla milli kültürün gelebilmesi için milliyetçi kimlikleri ile Türkiye Cumhuriyetinin bir ulus devlet olarak kurulabilmesine öncülük yapmış olan Atatürk, Yusuf Akçura ya da Ziya Gökalp gibi ağırlıklı isimlerin altında uluslararası kültür merkezleri ağı kurulabilirdi ve ancak o zaman Türk kültürünün bir milli kültür olarak diğer ülkelerin milli kültürleri ile rekabet edebilmeleri sağlanabilirdi. İkinci uluslaşma programı döneminde hem bakanlığın hem de kültür merkezlerinin milli çizgide değiştirilmesi, yeni bir kültürel atılımın göstergesi olarak, Türkiye’nin yarım kalmış olan uluslaşma sürecinin tamamlanmasına önemli ölçüde katkılar sağlayacaktır.
                İkinci uluslaşma programının ana amacı yarım kalmış uluslaşma sürecinin her türlü olumsuz koşula yada etkiye rağmen tamamlamaktır. Atatürk’ün getirmiş olduğu milli yapılanmayı bugün devam ettirecek yeni bir kitlesel örgütlenme tıpkı Halkevleri gibi devlet eliyle kurularak devreye sokulabilir. Nitekim bu doğrultuda daha sonraları Millet Kıraathaneleri gibi Osmanlı döneminden gelen geçmişi güncelleştirecek yeni bir çıkış sergilenmiş ama bunun devamı getirilememiştir. Türk milleti çoktan ortaçağ uzantısı kıraathaneleri geride bırakmış ama giderek modernleşen şehir yapılanmaları içinde ana unsur çağdaş kafeler uygulaması olmuştur. Avrupa kıtası Rönesans dönemi kafeleri ile ortaçağdan çıkarak çağdaşlaşma sürecine girerken, Türkiye’nin Osmanlı dönemi özlemini yansıtan kıraathaneler ile orta çağ dönemine yönelmesi düşünülmemesi gereken bir konudur. Ne var ki siyaset alanının çelişkileri bu gibi konuları zamanla sorun haline getirerek çağdaş uygarlık yoluna yönelen yeniliklerin önünü kesebilmekte ve geride kalması gereken bazı demode olmuş oluşumları yeniden gündeme getirerek emperyal güçlerin yeni hegemonya planları doğrultusunda ortaya çıkarabilmektedir. Ulus devlet milli çıkarlar doğrultusunda kurulduğuna göre milletin korunması ve yeni milliyetçilik atılımları ile gelişebilmesi için tıpkı Halkevleri gibi Millet Evleri kurulabilir ama bir kıraathane arayışı çerçevesinde millet kıraathaneleri gibi bir uygulamaya gidilmemesi gerekir. Yeni kafeler çağdaş uygarlığın simgesi olarak kent merkezlerinde yerlerini alırken kıraathane arayışı fazlasıyla bir geriye dönüş olarak tartışma alanına getirilmektedir.
                Kentsel dönüşüm programları ile Türk şehirleri modernleşirken, Millet Kıraathaneleri girişimi Türk kamuoyundan yeterince destek alamayınca, bu kez Millet Bahçeleri gibi yeni bir yeşil alan projesi öne çıkarılmıştır.  Gelişmiş batı ülkelerinde milli park olarak uygulanmakta olan kent merkezi yeşil alan projesi, bu kez Türkiye’de Millet Bahçesi olarak adlandırılarak uygulama alanına getirilmek istenmiştir. Son yıllarda küreselleşme eğilimleri kentlerin ortasına büyük çarşılar ve alış veriş merkezleri ile girerek var olan yapıları alt üst ederken, yerel yönetimler bunları dengelemek üzere merkezi alanlarda yeşil alan uygulamalarını öne çıkarmaktadırlar. Batı dünyasının önde gelen büyük kentlerinde, büyük kent ormanları ya da milli parkların daha geniş ve büyük projeler olarak devreye sokulmaya çalışıldığı görülmektedir. Büyük devletler giderek artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek için büyük yeşil alanlar yaratırken, Türkiye’nin bu konuda geride kalması ve adam başına düşen yeşil alan araştırmalarında sürekli olarak geride kalması üzerinde düşünülmesi gereken milli parklar konusunu gündeme getirmektedir. Türkiye’nin bu sorunu Millet Bahçeleri adıyla geliştirilmekte olan yeni proje doğrultusunda çözebilmesi için, bütün Türkiye’yi kapsayacak düzeyde geniş plan ve projeler ile hareket edilmesi gerekmektedir. Ülkenin su kaynakları doğal yapısı, fiziki coğrafyanın konumu gibi öncelikli konular incelenmeden böylesine bir proje gerçekleştirilemez. Su kaynaklarını emperyalizmin kendi çıkarları için oluşturduğu bölgesel projelerden kurtaramayan Türk devletinin yurt düzeyinde Millet Bahçelerini hizmete sokması hayal gibi görünmektedir. Ayrıca, Millet Bahçesi yapılacağı gerekçesi ile birçok tarihi eserin de ortadan kaldırılması ya da yeni alış veriş merkezleri kurulması gibi olumsuz adımlar, Millet bahçelerinin faydalarını azaltmaktadır. Bu tür yeşil alanların bütün halk kesimlerinin özgürce gelerek yaşayacağı ve diğer insanlarla kaynaşarak millet olmanın heyecanı ve gururunu hissedeceği kamusal alanlar olması gerekmektedir.
                İkinci uluslaşma projesi doğrultusunda öncelikli olarak ele alınarak yeniden yapılanması sağlanacak alan eğitim sektörüdür. Her devletin kendi vatandaşını ulusunun bir parçası olarak yetiştireceği ve dünyadaki gelişmeler doğrultusunda yenilenmiş bir ulusal yapının oluşturulması için ele alınarak düzeltilmesi gerekli olan alan eğitim sektörüdür. Devletin kurucu önderi Atatürk ile birlikte milli kültürü ve yönetimi temsil eden bütün büyük adamların, Türk ulusunun gelecekteki yöneticileri olarak yetiştirilmeleri gereken genç kuşaklara tanıtılması ve öğretilmesine öncelik verilmelidir. İlköğretim de Türk tarihinin büyük temsilcileri ve olaylarının yeterince çocuklara anlatılacağı bir müfredat programına gereksinme vardır. Orta öğretim de geleceğin yurttaşları olarak Türklüğü temsil edecek yeni kuşaklara geniş bir bakış açısıyla yurttaşlık bilgileri dersi tam olarak okutulmalıdır. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti devletinin dayandığı temel ilkeleri öğreten bir Atatürk İlkeleri dersinin hem orta hem de yüksek öğretimde anlatılması gerekmektedir. Özellikle uluslaşma sürecinin tamamlanabilmesi için tarihten gelen bilgiler ile var olan dünyanın gerçeklikleri bir araya getirilerek orta ve yüksek öğretim derslerinde geleceğin vatandaşlarına anlatılmalıdır. Böylece genel kültürü yüksek düzeyde yetiştirilecek Türk gençlerinden geleceğin yöneticileri ve önderlerinin çıkması mümkün olacaktır. Milli devletin devamını sağlayacak ve uluslaşma sürecini tamamlayacak her türlü eğitimin sistemli bir biçimde Türk gençlerine anlatılabilmesi için,  Milli Eğitim Bakanlığının yenilenen eğitim programlarını hazırlayarak bir an önce uygulamaya başlaması gerekmektedir. Türk milletinin geleceği ikinci uluslaşma programı ile tamamlanacak yeni bir eğitim reformundan geçmektedir.
                Ulus devletlerde bir devlet merkezi olarak başkent konumunda şehir bulunur. O kentteki devlet yapılanmasının da gene başkentte yer alacak bir biçimde milli merkezi bulunur. Milli merkezi bulunmayan ülkelerde her kamu kurumundan farklı seslerin çıkması ile birlikte tam bir kafa karışıklığı ortamı ortaya çıkmaktadır. Demokrasi adına her düşüncenin özgürce örgütlendiği ülkelerde, farklı yöndeki partiler halk çoğunluğunun oy desteği ile iktidara gelebilir. Milliyetçiliğe karşı çıkan liberal, demokrat, şeriatçı ya da komünist gibi ideolojik partiler iktidara gelebilirler ya da koalisyonlara katılarak devlet yönetiminde söz sahibi olabilirler. Bu gibi partilerin ya da iktidarların kendi çizgilerinde geliştirdikleri politikalar, zaman içerisinde devletin milli kimliğini olduğu kadar toplumların ulusal yapılarını da bozabilir. Ulus devletlerin böylesine karşıt ideolojik partilerin yönetimi altına girdiği aşamalarda büyük siyasal bunalım dönemleri ile karşılaşılmaktadır. İdeolojik partiler devleti kendi çizgilerini çekmeye çalışırken, devletin ulusal yapıdaki kurumlarının kendi alanları ile ilgili olarak devreye girdikleri aşamalarda, gene siyasal sürtüşme dönemlerine düşülmekte ve bu gibi durumlarda ulusal yapılar sarsıntı geçirdiği gibi, devletler de ya yönetilemez durumlara düşmekte ya da çökme aşamasına gelerek gelecekte yok olma gibi olumsuz bir gelişme ile karşı karşıya gelinmektedir. Her milli devleti bu gibi durumlardan kurtaracak bir doğrultuda yeni uluslaşma programlarına yeniden kaçınılmaz bir biçimde ileri ülkelerde gereksinme duyulmaktadır.
                Milli devletlerin milliyetçilik karşıtı siyasal iktidarların iş başına gelmeleri ya da emperyalist güçlerin baskıları altına sürüklenmeleri gibi kendilerini yok edebilecek tahditlere karşı devleti ve toplumu ulusal çizgide ayakta tutacak milli durum merkezlerine son yıllarda gerek duyulmaktadır. Önceleri her devletin kendi istihbarat örgütleri aracılığı ile tehditlere karşı mücadele ettiği dönem artık geride kalmıştır. İstihbarat örgütlerinin getirdiği bilgilerin ele alınarak değerlendirildiği ve bu gibi durumlarda aciliyet sıralarının belirlendiği, düşünce kuruluşları ya da batılı dillerdeki adıyla” thinktank”ların devlet güvencesi altında kurularak etkin bir biçimde çalıştırılmaları gerekmektedir. Ulus devletlerin ve ulusal toplumların ayakta kalabilmeleri ve yollarına devam edebilmeleri açısından, ülkeyi yükseltecek bir çizgide milli durum merkezi oluşumunun etkin bir biçimde kurulması gereklidir. Her kafadan çıkacak sese yanıt verecek, her türlü ideoloji ya da emperyal saldırıya karşı milli duruşu güvence altına alacak, siyasal gelişmeleri milliyetçilik açısından değerlendirecek bir milli durum merkezinin fazla gecikmeden kurulmasıyla, devletlerin küresel şirketlerin saldırılarına karşı kendilerini korumalarını sağlayacak bir siyasal denge düzeni merkezde oluşturulabilecektir. Devletlerin başkentlerdeki örgütsel varlığının sistemli bir biçimde korunabilmesi için ülkede var olan ulusal insiyatifi ve refleksi temsil ederek, gerektiğinde devreye girebilecek biçimde bir milli durum merkezinin kurulması zorunlu görülmektedir. Ulusal yapıyı ancak milli durum merkezi koruyacaktır.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

14 Eylül 2019 Cumartesi

KEMALİZM HİÇBİR ZAMAN SOSYALİZM OLMAMIŞTIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


KEMALİZM HİÇBİR ZAMAN SOSYALİZM 

OLMAMIŞTIR

Prof. Dr. Anıl Çeçen'in Eylül 2019 sayısında Derin Tarih Dergisine verdiği yazıdır.

Türkiye Cumhuriyeti üç dünya arasında kurulmuş bir merkezî devlettir. Avrupa’nın yanında Avrupa modeline yakın bir devlet kurulmuştur ama Batı tipi liberalizm kabul edilmeyerek Avrupa’nın dışında kalınmıştır. İslam dünyasının içinde Müslüman halk çoğunluğuna dayalı bağımsız bir devlet kurulmuştur ama devlet İslam devleti değil, laik bir yapıdadır. Sovyetler Birliği’ne komşu ve sınırdaş olarak oluşturulurken sosyalist sistem benimsenmemiştir. Bir anlamda Türkiye, jeopolitik yapısına uygun olarak üç dünya arasında merkezî bir yapıda ortaya çıkmıştır.

Ulus devlet olmasına rağmen dünyada başka hiçbir devlette olmayan özelliklerle tarih sahnesine çıktığı için “Kemalist Cumhuriyet” diye anılır.

Devletin kuruluş sürecinde ortaya çıkan bir yapılanma olan Kemalizm, önce Türk devletinin siyasî ve hukukî modelinin adı olarak öne çıkmıştır.

Batılılar ulusal kurtuluş savaşı sırasında Rus devrimine “Sosyalist”, Sovyetler Birliği’nin yanı başında beliren Türk devrimine “Kemalist” sıfatını takmışlardır. Rus devriminde sosyalistler başı çekerken, Türk devrimine yön veren güç Kemalistler olmuştur.

Her iki devrim de Batı dünyasının dışında kalan merkezî coğrafyada ortaya çıktığı için birbirlerini etkilemiş; Batı dünyası da her iki oluşumu dışarıdan izleyerek benzer yönleri üzerinde durmuştur. İmparatorlukların çöktüğü I. Dünya Savaşı sonrasında Batı’dan bu bölgeye bakanların iki devrim arasında benzerlik aradıkları görülür.

Kemalizm Fransız ve Rus devrimlerinden yararlanmış; birinci grup ilkeler olarak Cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik; Fransız, ikinci grup ilkeler olarak devletçilik, devrimcilik ve halkçılık da Rus devriminden alınmıştır. Böylece o günün şartlarında üç dünya arasında bir ulusal Cumhuriyet devleti, eklektik bir tutum izlenerek ve farklı dünyaların ürünü olan ilkeler bir araya getirilerek kendine özgü bir modelle kurulmuştur.
Kemalizmin sol ile ilk teması ortaya çıkış dönemindedir. Batı’dan uzak bir coğrafyada benzer şartlarda ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti ile SSCB, Batılı olmayan devletçilik, devrimcilik ve halkçılık ilkelerini benimseyerek liberal Batı’nın dışında kalan Doğu bölgesinin birikimini yansıtmıştır. İki kutuplu dünyada SSCB Doğu’yu temsil ederken, Türkiye Komünizm’in yayılması tehlikesine karşı güvenliğini hep Batı’da aramıştır.
Batı Kapitalizmindeki liberal gelişmelerle birlikte başta Sovyetler Birliği olmak üzere Çin, Yugoslavya, Arnavutluk, Küba ile Doğu Avrupa ülkelerindeki sosyalist devlet uygulamaları yakından izlenerek Kemalist Türkiye’nin ihtiyacı olan politikalar sentezci bir yaklaşımla geliştirilmeye çalışılmıştır.

Devletin modeli olarak altı ilke anayasaya girerken, liberal Batı kadar sosyalist Doğu da yakından izlenip incelenerek Türkiye şartlarına uygun düşecek bir bağımsız yol, devletin temelinde bulunan Kemalizm kavramı üzerinden geliştirilmeye çalışılmıştır. Bu nedenle sol akımlar, Batı’nın liberal yapılanmasına yakın derecede Kemalizmin oluşumunu etkilemiştir.

Ne var ki Atatürk devletin bağımsızlığını korumak için Celal Bayar gibi yakın arkadaşlarına millî bir komünist parti kurdurarak Rusya’nın SSCB Komünist Partisi üzerinden emperyalizme yönelmesinin önünü kesmiş, Batı’nın liberal çevrelerinin kontrolünde kurulacak bir sosyal demokrat partiye izin vermediği gibi, SSCB’nin yönetiminde bir Rus Emperyalizmine karşı da Türkiye Komünist Partisi ile çıkmıştır.

Atatürk döneminde çıkartılan Kadro dergisi ile 27 Mayıs sonrasında aynı çizginin uzantısı olarak yayımlanan Yön dergisi sol dünya görüşlerine sahip yayınlar olarak Kemalizmin içeriğinin belirlenmesinde önemli bir misyonu yerine getirmişlerdir. Her iki dergi de sol ve sosyalist görüşlere sahip yazar ve bilim adamlarının makaleleri ile Kemalizmin birinci ve ikinci dönem oluşumlarında etkili olmuştur. Batı’nın liberal baskıları ile Kadro dergisi kapatılmış, Yön dergisi ise soğuk savaşın ikinci yarısında, sosyalist dünya karşısında Kemalizmin Sosyalizm’den farklı bir ulusal sol anlayış olduğunu ortaya koymuştur.

Aradan yarım yüz yıl geçtikten sonra 27 Mayıs döneminde ortaya çıkan Yön dergisinin arkasında İngiltere’nin, o dönemde kurulan Türkiye İşçi Partisi’nin arkasında Rusya’nın, ortanın solu hareketinin gelişmesinde ise İsrail’in Türkiye’deki lobilerinin etkin olduğu görülmektedir.

27 Mayıs hareketinin yarım kalan Kemalist devrimi tamamlamak üzere devreye girmesi sonrasında Türk siyasetinde üç sol akım yabancı ülkelerin dışarıdan etkileriyle Türk siyasetinde öne geçmişlerdir. Bu üç sol hareket sonraki aşamada Kemalizmin gelişme çizgisinin oluşumunda yönlendirici olmuştur.

Türkiye’de sol hareketler çeşitli açılardan tasnif edilebildiği gibi Kemalizm açısından da ele alınarak incelenebilir. Bu konuda yayımlanan birçok dergi ve kitap gençleri ve araştırmacıları beklemekte. Bu birikim gizlenmek istenmekte ve bunların gerçekleri ortaya çıkarmasına izin verilmemektedir.

Sol akımların bir kısmı ulusalcı, cumhuriyetçi, devletçi ve laik anlayışlara sahip olduğu için kendilerini Kemalist olarak tanımlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti anti-emperyalist bir devlet olduğu için Batı’nın Emperyalizmine karşı çıkarak var olabilmiştir. Anti-emperyalist mücadelede bazı sol akımlar Atatürk çizgisinde olmuşlar ve Türkiye’nin yapılanmasında etkinlik sağlayarak üzerindeki emperyalist baskıları kırmaya çalışmışlardır. Düvel-i Muazzama’ya karşı çıkarak Batı’nın büyük devletleriyle savaşan Türk Devleti’nin en büyük özelliği anti-emperyalizm olmuş ve sosyalist akımlar da bağımsızlıktan yana olarak Türkiye’nin Kemalist birikimini desteklemişlerdir.


68 olayları gerçekte neydi?

Ne var ki Rusya sosyalist ülkeler üzerinden sosyal Emperyalizm’e yöneldiği aşamada sosyalist pasifliğe sürüklendiği zaman Kemalizmin tam bağımsızlık hedefi doğrultusundaki anti-emperyalist politikaları Türk devletinin gidişini yönlendirmiştir. Sol akımlar Sovyet sosyal Emperyalizminin etkisi altına girdikleri aşamada tam bağımsızlıkçı Kemalizmden uzaklaşmışlardır.

1968 olayları dünya konjonktürünün ürünü olan siyasal gelişmelerdir. Fransa’nın NATO’dan ayrılması üzerine Amerikancı güçler dünyayı karıştırmak için Karl Marks’a karşı Herbert Marcus’ü çıkararak kışkırtılan sokak olayları üzerinden gençlik kitlelerini işçi sınıfının yerine geçirmeye çalışmışlardır. O dönemin şartlarında siyasî alanda kaotik bir ortam yaratılmış, böylece askerî darbelerin önü açılmıştır. Gençlerin sokağa döküldüğü bu aşamada sol akımlar goşizme yönelmiş ve anti-emperyalizm çizgisinden ayrılarak darbelere zemin sağlayan başka yönlere kaymışlardır.

Türkiye’nin başına üç defa askerî rejimin gelmesinin nedeni, devletin çekirdeği olan Türk Silahlı Kuvvetlerinin ülke güvenliği amacıyla önlem almasıdır. Rusya üzerinden Sovyet sosyal Emperyalizmi yayılırken, Çin üzerinden de köylüleri ayaklandıran Maoizm, Kemalizmin ötesinde dünya siyasetinde etkin bir noktaya geliyordu. Stalin’in baskılarına karşı çıkarak SSCB’ye dahil olmayan Kemalist rejim, yaklaşmakta olan Çin Emperyalizmine de karşı çıktığı için gençliği sokak hareketlerine yönlendiren terör hareketlerinin gelişmesinde Maoizm de diğer sol hareketler gibi etkili olmuştur.

Kemalizmin kurduğu siyasî yapıyı yıkmak isteyen Batılı ve Doğulu emperyalistlerin gençlik hareketlerini yıkıcı biçimde destekledikleri aşamada Kemalist Türkiye sonuna kadar tam bağımsız kalabilmek için anti-emperyal mücadelesinden geri dönmemiştir. Goşist gençlik grupları sosyalizmi anarşizme dönüştürürken, Kemalizm kararlı bir çizgide anti-emperyalist yoluna devam etmiştir.

Sosyalist olmamasına rağmen sol düşüncelere açık bir önder olan Atatürk’ün fikir sisteminin oluşumunda Sosyalizm ile Kemalizmin yan yana geldiği birçok durum ortaya çıkmıştır. Siyasî alanda birçok sol görüş bulunmasına rağmen tek bir Kemalizm anlayışı olmuştur. Ayrıca Kemalizm hiçbir zaman Sosyalizm olmamıştır.

Kemalizm Mustafa Kemal’in yaptıkları, yazdıkları ve söylediklerinin oluşturduğu bir bütündür. Atatürk hayatı boyunca binlerce kitap okuyarak, yeni kurulan devletin temellerini sağlam atmaya çalışmıştır.

Kemalizm tarihî süreç içerisinde bir siyasî görüş olarak ortaya çıkmadan önce bir devlet modeli olarak doğmuştur. Devlet modeli olarak devam ettiği gibi bir ulusal düşünce sistemi olarak da varlığını korumaktadır. Sol ve sosyalist düşüncelerden yararlanmaya açık bir demokrat tavır her zaman Kemalizmde var olmuştur.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

3 Eylül 2019 Salı

MARK’S YANILDI AMA ATATÜRK HAKLI ÇIKTI - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


                MARK’S  YANILDI AMA ATATÜRK HAKLI ÇIKTI
                                                                                                                                             
                Karl Marks’ın  getirmiş  olduğu sosyalist tezler üzerine geliştirilen ideolojik devlet olarak,  Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği kurulduktan sonra üç çeyrek yüzyıl ayakta kalabilmiştir. Dünya konjonktüründeki gelişmeler, dünyanın en geniş topraklarına yayılmış olan  sosyalist imparatorluğu dağıtma noktasına getirince, Moskova merkezli  resmi sosyalizm açıklamaları sona ermiş ve bir büyük tartışma  sosyalizm sonrası dönemde başlatılmıştır. Sosyalizmin yanlışlığı ya da eksikliği, Sovyetler Birliğinin oluşturduğu resmi sosyalist düzenin  hatalı olup olmadığı, kapitalist sistemin perde arkasından kendisine bağımlı bir sosyalist düzen kurduğu ve böylesine bir örgütlenmeye  olan  gereksinme ortadan kalkınca, sosyalist sistemin arkasındaki desteklerin çekilerek bir büyük çöküş senaryosunun gerçekleştirildiği,  Sovyetler Birliğini yöneten Rusya  komünist partisinin çok büyük hatalar yapmasıyla  sosyalist sisteminin çöküşüne yol açıldığı  gibi iddialar zamanla öne sürülmüş   ve  sosyalist ideolojinin oluşturduğu imparatorluk yapılanmasının, neden kısa zaman içinde yıkılma aşamasına geldiği her yönü ile araştırma ve tartışma konusu olmuştur. Tartışmalar genişledikçe ve konunun ayrıntılarına girince, sosyalizmi bilimsel bir düzene kavuşturma iddiasındaki Karl Marks’ın yanıldığı ve yanlış değerlendirmeler ve  açıklamalar yaparak sosyalist ideolojiyi hatalı yönlere sevk ettiği ve bu yüzden de  Marks’ın kurmuş olduğu sosyalist ideolojiyi yönlendiren  görüşlerinin  yanlışlar içinde olduğu, bu yüzden Karl Marks’ın yanıldığı zaman zaman ileri sürülebilmiştir.

                Sosyalizm  kapitalizmin alternatifi olarak başka bir dünya yaratmaya çalışırken, bu süreç ile bağlantılı olarak bu iki ideolojinin arasında yer alan birbirinden çok farklı bazı üçüncü yol girişimlerine bile zaman zaman karşılaşılmıştır. Kemalizm de bu tür üçüncü yol arayışlarından birisi olarak, öncüsü Mustafa Kemal’in görüşlerini  sonraki  dönemlere  taşımıştır. Sosyalizm Marks’ın görüşlerini  bir araya getirerek  ve sistemleştirerek  bugünlere getirirken, Kemalizm’de  Mustafa Kemal’in görüşlerini  günümüze getirmiştir. Karl Marks’ın görüşleri ile ortaya çıkan sosyalizm ile, Atatürk’ün görüş ve düşüncelerini bir araya getiren Kemalizm karşılaştırıldığında, bu iki ideolojik tutumun hangisinin  doğru ya da yanlış olduğunu belirleyebilecek  bir ortam yaratılabilmektedir.  Karl  Marks Kapital isimli kitabında  kapitalist sistemi incelerken, bu sistemin ortaya çıkışı ile birlikte aynı zamanda  ortadan kaybolmasını da inceleyerek, kendi özel görüşlerini  belirli bir sistematik bütün halinde  kamuoyuna yansıtmıştır. Tarihsel süreç içerisinde olaylar birbiri ardı sıra gündeme gelirken, kapitalizmin belirli bir süreç içinde   ortaya çıktığı gibi, bir zaman dilimi içinde gene benzer bir biçimde ortadan kalkacağını  sosyalizmin ağa babası öne sürmüştür. Karl Marks’ın dönemine kadar ütopik bir akım olarak sosyalizm  belirli hayalleri öne çıkarmaya çalışırken, Marks’ın çalışmaları ve katkıları ile sosyalizm bir ideolojik bütün ya da uluslararası bir siyasal sistem olarak tanımlanabilmiştir. Karl Marks sonrasında  düşünce akımı ile birlikte siyasal sistem de sosyalizme yönelirken, teorinin ortaya koyduğu bir tarihsel diyalektik yöntemi ile birlikte,  toplumu içinde barındırdığı sınıflar açısından ele alarak sınıfsal   anlamda analiz eden  bir yaklaşım, zamanla kurumsallaşarak kuramsal alanda  sosyalist ideolojiyi tamamlamıştır. Sosyalizm öncesinden sonrasına doğru  toplumsal  yaşam ilerlerken, kapitalist sistemin şehirlerde yaşamaya başlayan bir kent soylu sınıf olarak  burjuvazinin eseri olduğu öne sürülmüştür. Kapitalist sistem burjuva sınıfının ortaya çıkmasıyla birlikte devreye girmiş ve bu sınıfın yönetiminde gelişmeler göstermiştir. Bu sınıfın tarih sahnesinden silinmesi ile de kapitalist sistemin ortadan kalkacağı, gene Marks tarafından öne sürülmüştür.
                Toplumsal yaşamın bir bütünsellik içinde sosyal sınıflar açısından ele alındığı aşamada  kent soylu bir sınıf olarak burjuvazinin  zamanla dağılmaya ya da çöküşe kaymasıyla birlikte  bu kez burjuva sınıfının yerini  işçi sınıfı olarak proleteryanın alacağı, Karl Marks’ın geliştirmiş olduğu tarihsel diyalektik anlayışının ana ilkelerinden birisi olarak  öne sürülmüştür. Avrupa kıtasındaki sömürgeci devletlerin dünya kıtalarını kendi aralarında paylaşarak sömürgeciliğe yönelmeleri ile birlikte  batı ülkelerinde zamanla büyük sermaye birikimleri meydana gelmiştir. Sermayenin zamanla çok büyümesi ve tekelci şirketleri ortaya çıkarmasıyla birlikte de kapitalizm bir ekonomik yaşam düzeni olarak öne çıkmıştır. Beş yüz yılı geride bırakan kapitalist sistem bu kadar zaman geride kaldıktan sonra   ilgili çevreler  aracılığı ile  yeniden değerlendirmeye alınınca  beş yüzyıllık  birikimin ortaya getirdiği bazı gerçekler ile birlikte sosyalizm  ele alınmaya başlanmıştır. Geçmişten gelen bilgiler ile kapitalizm yeniden değerlendirilirken, sistemin geleceği de ele alınarak  önümüzdeki dönemlerin nasıl gelişeceği sorusuna yanıt arayan yaklaşımlar yapılmakta ve  kapitalizmin gelecekte bu hali ile uygulama alanında olup olmayacağı  sorgulanmaktadır. Kapitalizmin ne olacağı sorusuna yanıt aranırken, sosyalizmin bir alternatif düzen olarak nasıl devrede olacağı  konusu üzerinde  hassas biçimlerde  tartışılmaktadır.
                Karl Marks’ın bilimsel olduğunu ileri sürdüğü sosyalizm anlayışında, sınıf savaşları  giderek keskinleşecek ve  zamanla büyüyen işçi sınıfının proleterya devrimi yaparak burjuva sınıfını tahtından indirecektir. Böylece  burjuva sınıfının çöküşünden sonra bir proleterya diktatörlüğüne geçileceği  gibi bir değişim öne sürülmekte, proleterya burjuvazinin yerini alırken, bir baskı rejimi oluşturacak olan proleteryanın burjuva sınıfını bir büyük devrim ile ortadan kaldıracağı  gibi bir dönüşüm  Marksizm tarafından şiddetle savunulmaktadır. Böylesine bir değişimin gerçekleşebilmesi için zamanla burjuva sınıfının  proleterya diktatörlüğü tarafından yok edileceği, kurulan diktatörlüğün baskı rejimi altında da  geride kalan burjuvaların tek tek temizlenerek bütün toplumsal yapının  proleterleşmesinin  ve sonunda ortaya bütünüyle işçileşmiş  bir  emek toplumunun çıkacağı  ileri sürülmüştür. Kapitalizme geçiş ile ortaya çıkan burjuvazinin, sistemin çöküşü ile birlikte  sosyalizme geçilirken  proleterya tarafından yok edileceği düşüncesi, Karl Marks’ın ortaya attığı  teorinin ana fikirlerinden birisidir. Ne var ki, ortaçağ sonrasında  aradan geçen beş yüzyıllık dönemde böylesine bir değişimin  hiçbir biçimde gerçekleşmemesi  yüzünden, Karl Marks’ın yanıldığını  ve bu yüzden Marksizmin  hatalı bir dünya anlayışı olduğu öne sürülmektedir.
                Marks’a göre  proleterya sınıfı öylesine gelişecek ki, sonunda  iktidarı ele geçirerek yapacağı bir darbe ile devleti  işçi sınıfının diktatörlüğüne dönüştürecektir. Bu aşamadan sonra devlet ile birlikte toplumda  proleterya diktatörlüğünün  egemenliği altına girecektir. Kent soyluluğun kökünün temizlenmesi ile birlikte herkes işçileşecek ve ortaya bir işçi sınıfı diktatörlüğü çıkacaktır. Marks bu görüşlerini  Avrupa ülkelerinde 1848 devrimlerinin gündeme geldiği aşamada öne sürmüştür. O dönemde sömürgeci Avrupa ülkelerinde, atölyeler  uygulamasından fabrikalar  düzenine doğru bir geçiş aşaması yaşandığı için, hızla işçi sayısının arttığı ve bunların sendikalar çatısı altında bir araya gelerek sosyalizm öncesinde sendikalizm akımını gerçekleştirdikleri görülmüştür. Binlerce işçinin sendika örgütlerinin çatısı altında bir araya gelmesiyle birlikte sendikalizm ihtilalciliğe doğru  yönelmiştir. İhtilalci sendikaların patronların kapitalist düzenini bozmaması için, ihtilalci sendikalizme karşı sosyalizm bilimsel bir sistem olarak hazırlanıyordu. Batı Avrupa’nın zengin ülkelerinde meydana gelen bu gibi gelişmeler, daha sonraki dönemde yirminci yüzyılın karşı kutubu olan sosyalist sistemin Rusya’da kurulmasına  yol açmıştır. Ne var ki, Rusya’daki sosyalist sistem işçi sınıfı olmadığı için  Bolşevizmin örgütlediği dışarıdan gelen aydınlar tarafından oluşturulmuştur.

                Karl Marks’ın  proleterya  diktatörlüğü ya da devrimciliği hakkındaki  görüşlerinin  hatalı çıkmasına rağmen, sermayenin birikimi ya da kapitalizmin bir sermaye diktatörlüğü olarak ortaya çıkması  konularında, Marks’ın bu kez haklı çıktığı görülmektedir. Sermayenin tekelci şirketler ve patronlar gibi ciddi anlamda azınlığın elinde birikmesi ile birlikte,  servet ve fırsat eşitsizliği ortaya çıkınca  burjuva toplumlarının bu yüzden yüksek oranlarda  haksızlık ve adaletsizlik durumları ile karşı karşıya  geldikleri  anlaşılmaktadır. Böylesine haksız bir toplum yapısında her türlü adaletsizliği ortadan kaldırmak üzere  sosyalizmin çoktan devreye girerek  uluslararası alanda yeni bir yapılanmayı başlatması gerekirken, gerçekte böylesine bir gelişme uzun süre çok beklenmesine rağmen bir türlü gerçekleşmeyerek  hayal kırıklığına neden olmuştur. Bu durumda daha farklı sorunlar ile karşı karşıya gelindiği için  insanlık yeni siyasal düşüncelere ve çözümlere yönelmek durumunda kalmıştır. Tarih boyunca kapitalizme alternatif olarak öne çıkması beklenen sosyalizmin bir türlü toparlanamaması ve dünyanın değişik bölgelerinde birbirinden farklı uygulamaların öne çıkması ile birlikte, sermaye düzeni olarak kapitalist sistemin müdahaleleri de sosyalizmin alternatif bir siyasal düzen olarak  devreye girmesini engellemiştir.
Vahşi kapitalizmin çizmeleri altına alarak ezdiği  bütün ekonomik yapılar zamanla çöküşe geçerken, kapitalist sistemin kendi çıkarları doğrultusunda dünyaya empoze ettiği  farklı uygulamalar, dış müdahaleler aracılığı ile gündeme getirilmiştir. İnsanlık tarihi bir özgürlük eşitlik dengesi içinde gelişirken, sermaye sahibi güçlüler özgürlüğü kendi çıkarları doğrultusunda kullanmışlar onların yoksulluğa mahkûm ettiği halk kitleleri ise bu haksızlığa itiraz ederek ve bir eşitlik mücadelesine girerek sosyalizmi insanlık tarihine kazandırmışlardır. Yaşam kavgası içinde güçlüler baskın çıkarken  halk kitleleri ezilmek durumunda kalmış ve böylesine bir süreç tarihin dönemeçlerinde kırılma noktaları ortaya çıkararak sosyalist  devrimlere giden yolu açmıştır. Sosyalizm ve benzeri akımlar bir alternatif olarak devreye giremediği zaman, kapitalizm hızla gelişmiş ve karşısındaki halk kitlelerini ezme doğrultusunda her türlü baskı ve şiddet yolunu kullanmıştır. Zenginler her geçen gün daha da zenginleşirken,  ezilen insan yığınları yoksulluktan sonra açlığa da mahkum edilerek vahşi  bir düzen altında kapitalizmin çizmeleri altında yaşam haklarını kaybetmişlerdir. Böylesine haksız bir gelişmeye karşı insanlığın karşı çıkışı ve eşitlik arayışı  ancak sosyalizm ile mümkün olabilmiştir. Halk kitleleri eşitsizliğin bedelini öderken zengin sınıflar ile orta sınıflar arasındaki ekonomik uçurum fazlasıyla genişlemiştir. Piyasa ekonomisi sürekli olarak zenginleri korurken orta tabakalara  sahip çıkmayarak onların ezilerek alt tabakalara doğru inişe geçmelerine uygun zemin hazırlamıştır.

                Genel anlamda bir avuç aşırı zenginin çıkarları doğrultusunda ekonominin  belirleyici kuralları karar altına alınırken  giderek artan eşitsizlik uçurumlarının bütün kapitalist ülkelerin sosyo-ekonomik düzenlerini  alt üst ettiği görülmüştür. Dış ticaretin artırılmasıyla zenginleşme olunca  bir çok ülkede üretim düzenlerine son verilerek halk kitleleri işsizliğe mahkum edilmiştir. Bu doğrultuda bütün ülkelerde gelir dağılımı ile fırsat eşitliği gibi konular en ön planda gelen tartışma konuları olmuştur. Eşitsizlik uçurumları ülkelerde ekonomik açıdan fazlasıyla adil olmayan durumlara neden olurken, dikkatli ve iyi bölüşüm düzenleri yaratılarak bu gibi olumsuz durumların önlenebileceği  ileri sürülmüştür. Geçmişin sorunları doğrultusunda karamsarlığa kapılan çevreler  umutsuz bir biçimde   sosyalist devrim arayışına girerlerken,  milli gelirin daha iyi bölüşümü ile eşitsizliğin giderilebileceği, ayrıca devletin araya girerek müdahale etmesiyle gerçekleştirilecek maliye ve vergi reformları aracılığı ile  de ülkede  daha dengeli bir ekonomik yaşam düzeni oluşturulabileceği savunulmaya başlanmıştır. Ekonomistler  ekonomik sorunları kapitalist sistem içinde kalarak çözüme kavuşturmaya çalışırlarken, iki asır önce kapitalist sistemin çökeceğini söyleyen Karl Marks bugünkü dönüşüm aşamasında  yeniden tartışılmaya başlanmıştır.
                Karl Marks on dokuzuncu yüzyılın ilk yarısındaki ihtilalci sendikalizm başkaldırılarına karşı proleterya diktatörlüğünü savunurken, burjuvazinin çökeceğini ve daha sonra da bir  sosyalist devrim ile  işçi sınıfının siyasal iktidara el koyacağını öne sürüyordu. Yoksul işçilerin sefalet düzeni içinde bir devrim yapmaları beklenemezdi. Üretim araçlarını elinde tutan burjuvazinin karşısında yer alan çalışan halk kitlelerinin zaman içerisinde mülksüzleştirilmeleri  ile yoksulluğa mahkum edilmeleri, ülkede orta sınıfların varlığına son vererek  bir avuç aşırı zengin kapitalistin  diktasını  beraberinde gündeme getiriyordu. Üretim araçları zamanla belirli ellerde toplanarak merkezileşiyor ve emek giderek ucuzlayarak işçilerin yoksulluğuna  neden oluyordu. Sistem içinde başlatılan mülksüzleştirme  zamanla daha üst tabakalara da sıçrayarak toplumda geniş bir yoksulluğun   tırmanmasına neden oluyordu. Böylesine güçlenen bir sınıf savaşı sonucunda  bütün sınıflar ortadan kalkarken, proleterya ülkede düzeni yeniden adil ve eşitlikçi bir düzen  kurmak üzere devrim yaparak siyasal gücü eline geçirecekti. Bu aşamadan sonra da proleterya diktatörlüğü denilen yeni yaşam düzenine geçilirken  kapitalizm bir rejim olarak sona erecek  ve yeni yaşam düzeni olarak sosyalist rejime geçilecekti. Böylece işçi sınıfının diktatörlüğü sayesinde   zengin burjuvazi dağıtılarak emekçilerin egemen olduğu adil bir yaşam düzeni eşitlik ortamı sayesinde gerçekleştirilecekti.
                İkinci dünya savaşı sonrası dönemin düşünürlerinin  görüşleri  ise Karl Marks’dan çok farklı bir biçimde ayrılıyordu. Kapitalizm  geliştikçe milli gelir artacak ve  daha adil bir bölüşüm ile  bireylerin geliri artacağı için yoksulluk da kalmayacak ve sosyalist bir devrim yapılmadan sosyal demokrasi  uygulamaları çerçevesinde sorunlar çözülebilecekti. Kapitalist sistemin teknolojik  yapılanmaya yönelerek yüksek bir verimlilik ile çalışmaya devam etmesi, toplum içinde daha eşit ve adil bir düzen kurulmasına yardımcı olacağı için toplumsal patlamalar önlenerek, sosyalist düzeni kuracak bir proleterya  devrimine ve diktatörlüğüne gerek kalmayacaktı. Yeni dönemin kapitalizm karşıtı   güçler kaptalizmin zaaflarından değil ama ortaya koyacağı  feragatlerin faziletlerinden  doğacağı için çöküş sonrası geçiş döneminde toplumsal patlama ya da devrimler olmayacak, aksine sistemin çalışmaya devam etmesiyle  değişim zaman içinde kendiliğinden gerçekleşecekti. Böylesine bir süreç içinde Karl Marks’ın  devrimci görüşlerine yer  kalmıyordu çünkü  daha adil bölüşüm ile çalışan halk kitleleri sisteme entegre olarak, haksızlığın ve eşitsizliğin   neden olduğu  yoksulluğun önüne geçiyordu.
                Post-kapitalist dönem denilen kapitalizm  ötesi toplum yapılanması içinde Marksizmin ideoloji olarak komünizm de siyasal sistem olarak çökmüştür. Kapitalizmin aşırı gelişme ile doruk noktasına gelmesi üzerine,  toplumsal  yapının kapitalizm ötesi  yeni bir sosyal düzene doğru bir dönüşümü öne çıkardığı anlaşılmaktadır. Kapitalizmin kaçınılmaz çelişkilerini, yabancılaşmayı, yoksulluğu, açlığı ve sefilleşmeyi alt ederek ortadan kaldıran bir oluşum olarak prodüktive devrimi gerçekleşmiştir . Artan verim ile birlikte emekli sandıkları büyük kapitalistlerin yerini almıştır.   Bu yardımlaşma örgütleri büyük ekonomik güçlere kavuşunca, zenginlerle rekabet edebilecek düzeyde bir ekonomik güce sahip olan sandık örgütlerinin  çalışan halk kitleleri ve emekçi kesimler adına  ülkedeki üretim araçlarını yönlendirme aşamasına geldikleri görülmektedir. Üretim araçları sermayenin kontrolu dışına çıkınca, sosyo-ekonomik  dengeler yeniden oluşturulmuş ve artan verimliliğin getirdiği  zenginlik ve kaynaklar iyi kullanılarak ve  ülkede doğal kaynaklar yeniden yapılandırılarak, daha akılcı bir yönetim düzeni bilgi temelli olarak gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bütün bu değişimler kapitalist sistem devam ederken gündeme geldiği için, sistem çökmeden kendini yenileyerek yola devam edebilmenin arayışı içine girilmiştir. Böylesine yeni bir durum giderek kurumlaşırken, Marks’ınproleterya devrimi düşüncesi iyice gündemin  gerisinde kalmıştır. Zamanla  kapitalizm gelişerek yok olmamış ve  sosyalizm gelmemiş ama  aksine  sistem kendini yenileyerek  küresel emperyalizmin  kuruculuğuna yönelmiştir.
                Karl Marks’ın en büyük  yanılgısı işçi sınıfının yok oluşunu önceden  tahmin edememesidir. Sendikalizm  ihtilalcilik döneminde  yüz binlerce hatta daha da ileri giderek milyonlarca insanın sendikaların çatısı altında bir araya gelmesi ile oluşan bir işçi sınıfı örgütlenmesiyken, daha sonraları Karl Marks’ın öncülüğünde sosyalist aydınların kurucusu olduğu sosyalist partiler sendikaların yerine geçmiş ve sendikalizmin yerini sosyalizm almıştır. Sosyalist partiler sendikalar gibi tam anlamıyla bir işçi sınıfı örgütlenmesi olamamışlar, bunun yerine sosyalist aydınların da katıldığı ve öncülük ettiği siyasal  yapılanmalar olarak tarih sahnesinde yerlerini almışlardır. Sendikalizm’den sosyalizme geçiş sayesinde  işveren sınıfını oluşturan patronlar, sendikalar üzerinden işçi sınıfı ile karşı karşıya kalmaktan kurtulmuşlardır. Araya aydınların öncülüğündeki sosyalist partiler girerek, demokrasilerin sosyalleşmesini sağlamışlardır. Batının gelişmiş ülkelerinde bu yoldan sosyal demokrasilere geçilmesi de  sendikacıları ayrıcalıklı bir sınıf haline getirmiş ve böylece  işçi sınıfının mücadele gücü  sendika örgütleri aracılığı ile  ayrı bir çizgiye  çekilmiştir. Sendika örgütleri patron örgütleri ile masaya oturarak  ekonomik konuları görüşmeye başlayınca, işçi sınıfının devrimci mücadelesi sona ermiş  ve zaman içerisinde proletrya denilen  işçi ve emekçi kitleleri dağılarak yok olma aşamasına gelmişlerdir. Kapitalist sistemin  işveren örgütleri gibi işçi örgütleri de  sermaye sisteminin mantığı doğrultusunda çalışmalara başladığı noktada  artık işçi sınıfı tarihte kalmış, onun yerine sistemden payını alan sendikalar üzerinden, liberal sosyal demokrasi düzenine geçilmiştir. Sendikaların işveren örgütleri ile ortak çalışmaya başlaması üzerine  işçi sınıfı çalışan halk kitlesi olarak adlandırılmaya başlanmıştır.
                Proleterya diktatörlüğünün ortadan kalmasına neden olan  işçi sınıfının  yok olması oluşumu dünyanın gelmiş olduğu teknolojik seviyenin bir sonucudur. Sovyetler Birliği’ni kurmuş olan  sosyalist devrimin daha sonra bütün dünya ülkelerinde işçi sınıfının devrimci mücadelesi ile gerçekleşeceği biçimindeki Marksist  öngörü, kapitalist sistem içinde meydana gelen teknolojik devrim nedeniyle gerçekleşememiş ve Karl Marks’ın bir yanılgısı olarak tarihteki yerini almıştır. İnsanlık son dönemlerde  her alanda ileri  teknoloji devrimlerine sahne olurken, her yeni gelen teknolojik buluşun ya da yeniliğin uygulamaya aktarılması ile birlikte binlerce işçinin işsiz kalarak işçi statüsünden uzaklaştıkları görülmektedir. Elektronik alanda meydana gelen büyük devrim  tüm fabrikaları ve üretim merkezlerini doğrudan etkileyerek yapı değişikliğine zorlamıştır. Önceden bin kişi ile çalışan fabrikaların  bugün on ya da yüz kişiyle  çalıştığı görülürse, teknolojik yenilenmelerin önümüzdeki dönemde bütünüyle  üretim düzenini etkileyeceği  ve işçi sayısını onda birlere düşürerek işsiz halk kitleleri yaratacağı anlaşılmaktadır. Kapitalist sistemin kendisini normal çalışma düzeni içinde yenilemesiyle işçi ve çalışanların statüleri yeniden belirlenirken, bir de yeni teknolojilerin  insansız yapılanmalarının elektronik bilimi aracılığı ile uygulamaya konulması ile de, çalışan halk kitleleri içinde işsiz kalan  kişilerin sayıları  her geçen gün artmaktadır. Sanayi alanında 4,0 ya da 5.0 gibi yeni düzen arayışları uygulama alanına aktarıldıkça, yeni  teknolojinin işçi sınıfını yendiği görülmektedir. Sürekli olarak teknoloji yenilenmesiyle sürdürülen kapitalizmin, bilinen yapısını geride bıraktığı ve ileri teknoloji  üreten  post kapitalist dönemin üretim düzenine geçildiği görülmektedir. Yenilenen teknolojinin üretim alanında yol açtığı veri paylaşımı ve  elektronik otomasyon dönüşümü hızla üretim düzenlerini değiştirerek tüm  dünyayı yenilemektedir. Akıllı teknolojilerin uygulamaya başlanması ile birlikte, bütün dünya geleceğin düzenine uyum sağlama yarışına kalkışmaktadır.
                Akıllı teknolojiler aracılığı ile gerçekleştirilen akıllı fabrikalar döneminde  işçi sınıfına olan ihtiyaç iyice gerilemekte ve son teknolojiyi iyi bilen birkaç kişilik gruplar fabrikaların üretim biçimlerini belirlemektedirler. Ayrıca içinde hiçbir insanın çalışmadığı sadece yüksek teknoloik üretim  amacıyla robotların çalıştığı karanlık fabrikalar düzeni de  günümüzde gerçekleştirilmiştir. Endüstriyel alanın ve üretim düzeninin hızla dijital bir yenilenmeye yönelmesi işçi sınıfının küçülmesine neden olmuştur. Makinalaşma  yolu ile ileri teknolojiye teslim olan bugünün devletleri, aralarındaki rekabet yüzünden ileri teknolojiye kilitlenerek ve bu alandaki bütün yenilikleri izleyerek, en kısa zamanda bu yeni duruma uyumlu bir düzene geçebilmenin arayışları içinde olmuşlardır. Çağdaş bilimin en ileri aşamasının buluşu olan yapay zekanın her alanda denemeye alınması ve bunun yönetiminde bir üretim düzenine geçilmesi de  işçi  sınıfının aleyhine yenilikler getirmektedir. Teknolojiye teslim olan bir işçi sınıfının her yenilikte güç kaybetmesi de, proleteryanın bir sınıf olarak ortadan kalkmasına giden yolu açmakta ve bu nedenle  Marksist bir proleterya diktatörlüğünün hiçbir zaman gerçekleşemeyeceği gibi bir yeni durumu öne çıkarmaktadır. İnsanların zaman içinde yabancılaşarak makinalara teslim olması ve makinalaşan düzenin temsilcisi olarak robotların her alanda kullanılmaya başlanmasıyla işçi sınıfı üretim dışında kalarak tarihin tozlu sayfalarında yerini almaya doğru sürüklenmektedir. İleri teknolojinin her şeyi  makinalaştırdığı bir aşamada her alanda insansızlaştırma  olgusu öne çıkmakta ve bir insan unsurunun örgütlenmesi olarak proleteryanın devre dışı kalmasıbu yoldan sağlanmaktadır. Yapay zeka uygulamalarının bilinçli olarak insansızlaştırılması da, işçi sınıfını üretim alanından uzak tutan bir uygulama olarak bugünün koşullarında uygulanmaktadır. Kapitalizm teknolojik devrimi geliştirerek uygularken, daha az insan ile daha çok iş üretebilmenin çabası içine girmiştir. Yarının dünyasının yaratılmasında ileri teknoloji  giderek  egemen konuma gelmektedir.
                Marks’a göre değer üreten ve üretim aracılığı ile ortaya ürün koyabilen güç ancak canlı emekte vardır. İnsanlar ancak  çalışarak emeklerinin ürünü olan üretim sayesinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Üretimde  artan otomasyon ve dijitalleşme kaçınılmaz olarak karışıklıklar yaratarak  bunalımlara yol açabilmektedir. Dijitalleşme maliyetsiz  üretim sağlamakta  ve işçiler olmadan doğrudan mekanik bir biçimde üretim yapabilmektedir.  Marksizm teknolojik yeniliklerin üretimde kullanımlarının  kazanç oranlarını düşüreceğini söylemektedir. Bu durumda internet üzerinden yapılan değer üretiminin, Marksist değer teorisi ile açıklanabilme şansı  giderek ortadan kalkmaktadır. İnternet üzerinden yapılan işlemler ile  bilginin paylaşılması, sonsuz bir biçimde yapılanmalar sağlanması ile  ve sosyal medyada düşünce ürünlerinin paylaşılmasının emek-değer teorisi ile açıklanabilmesi mümkün görünmemektedir. Dijital üretime geçiş  aracılığı ile  kapitalist üretim  düzenlerinde önemli  sıçramalar elde edilerek, kazanç oranlarının eskisinden çok fazla düzeyde artmasına giden yol açılmıştır. İnternet kullanımının yaygınlaşması da  çalışan işçi sayında önemli oranlarda düşüşlere neden olmaktadır. Robotlar aracılığı ile üretimin ve kazanç paylarının fazlasıyla artırılabilmesi kontrol dışı bir durum yaratmaktadır. Bugün kol emeği biterken  herkesin nitelikli ve yaratıcı işlerde çalışabileceği bir elektronik üretim ve çalışma düzenine doğru geçiş süreci  yaşanmaktadır. Artık kaba gücün yerini elektronik  ve teknolojik güçler  alırken , sınıfsal kavgalar aracılığı ile  sosyal devrimler gerçekleştirme dönemi de geride kalmaktadır.
                Marks’ın öngörülerinin, çağdaş dünyadaki gelişmelerin ortaya çıkardığı değişim süreci tarafından devre dışı bırakıldığı bir aşamada, çalışan halk kitlelerinin toplumsal düzenden dışlandığı, üretimin elektronik alana kaydırılmasıyla birlikte işçi kitlelerinin sınıfsal birlik ve bütünlük  düzeninden uzaklaştırıldığı bir aşamaya gelinmektedir. Bilginin kapitalist kullanımı bilgiyi daha değerli bir duruma getirirken  ve tek amaçları daha fazla kazanç elde etmek olan kapitalist merkezler  teknolojik rekabeti tırmandırırken, hem maliyetleri düşürmenin yollarını hem de nitelikli ustabaşıların denetimindeki üretimi onların elinden alarak  uzaklaştırmanın  yöntemlerini, elektronik devrimi iyi kullanarak gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. Üretim sürecindeki dijitalleşme olgusu  yüksek eğitimi olmayan  deneyimi eksik bazı  vasıfsız çalışanların işten çıkarılmalarına yol açabilmektedir. Teknolojideki ilerlemelerin  vasıfsızlara işçi olma hakkını tanımadığı bir dünyaya doğru gelişmeler ilerlemektedir.
                Karl  Marksın öngörülerine ters gelişen yaşam süreci , işçi sınıfını giderek ortadan kaldırırken proleterya olgusunu da tarihin tozlu sayfalarına gömmüştür. Proleterya olgusu zaman içerisinde ortadan kalkarken, bu sınıfın gelecekte oluşturacağı proleterya devrimi de geride kalmıştır. Ne var ki, kapitalizm her aşamada kendisini yenileyerek  yoluna devam ederken  toplum içindeki gelir dağılımı bozukluğu daha da yüksek düzeylere çıkarak, insanları  her geçen gün daha fazla işsizliğe ve sefalete mahkum  etmiştir. Küreselleşen kapitalizmin yeni aşamasında partiler gibi sendikalar da anlamını yitirince, sosyal alanda bir kaos yaşanmış ve giderek sendikalardan uzaklaşan halk kitleleri işsiz ve aç bir durumda  yoksulluğun kitle tabanını oluşturmaya başlamışlardır. Alabildiğine esnekleşmiş bir istihdam ortamında sürekli olarak değişen ve düzensiz  işlerde çalışarak güvencesiz bir yaşama zorlanan halk kitlelerinin ortaya çıkardığı yeni  bir alt tabaka,  giderek  prekarya adı ile tarih sahnesinde yerini almaya başlamıştır. Zamanında proleterya kavramını  sonuna kadar şiddetle savunan  Marksistler, bu kavramın ortadan kalması üzerine işçi sınıfının yerini  alan işsizler grubuna prekarya adı ile yaklaşım göstermişlerdir. Bir patronun iki dudağı arasından gelecek talimatlara teslim olan çalışan halk kitleleri bütünüyle güvencesizlik ortamına sürüklenirken, geçmişin sendikaları aracılığı ile bir çalışma düzenine sahip olan işçi sınıfının çökmesi üzerine  bir avuç aşırı zengin burjuva hem kendi ülkelerinin hem de dünya düzeninin kaderine el koymuşlardır. Eskiden sendikalar aracılığı ile kontrol edilebilen halk kitleleri, işçi sınıfının çöküşü ile ortadan kalkan sendikaların yokluğunda bütünüyle güvencesizliğe terk edilerek, her an patlamaya hazır yeni tehlikeli bir  alt sınıf  siyasal gündeme gelmiştir. Sendika güvencesinden yoksun olarak esnek bir düzende geçici  olarak görev yapanlar, prekarya oluşumunu tamamlayarak  sosyal düzenin bozulmasını önlemeye çalışmışlardır.

                Küreselleşme süreci her şeyi  yıkarken , devlet ve toplum düzenlerini alt üst ederken  yeni teknolojiye sahip çıkan bir yeni iş düzeni oluşturmuştur. Korkutma yolu ile  terör, baskı, sömürü, savaş ve benzeri bütün olumsuzlukları kullanarak bir avuç patronun hegemonyasında yeni bir dünya düzeni kurmaya çalışanlar sosyal sınıfları dağıtmıştır.  Burjuvazinin içinden en zenginleri küresel burjuva olarak uluslararası kuruluşlar aracılığı ile örgütleyerek  ve elektronik iş düzeni ile de çalışanlar ile işçileri  güvencesizliğe terk ederek yeni bir tehlikeli sınıfın ortaya çıkmasına yol açmışlardır. Sermaye fazlasıyla büyütülürken, emek alanı da olabildiğince daraltılmış ve bunun sonucunda da  işsiz güçsüz halk kitleleri güvencesiz bir ortama sürüklenerek  toplumsal patlamaların ve  kaotik gidiş ile gelişmekte olan  terörün yeni  insan unsurunu oluşturmaya başlamıştır. Küreselleşme  bir avuç insanı aşırı zengin yaparken, geride kalan bütün halk kitleleri  ve diğer toplumsal tabakalar  geleceği belirsiz bir kaos ortamına doğru sürüklenmişlerdir . Gelir dağılımının son derece yüksek olduğu ülkelerde prekarya sınıfının oluşumu daha hızlı bir biçimde gerçekleşirken,  gelir dağılımı nispeten diğer ülkelere oranla  düşük olan ülkelerde ise  her türlü dağınıklığa rağmen prekarya oluşumunun daha yavaş bir süreçte ortaya çıktığı görülmektedir. Çalışan yoksullar ile işsiz güçsüz toplum kesimlerinin zamanla bir araya gelerek ortak hareket etmeleri, küresel emperyalizmin işbirlikçileri tarafından önlenmeye çalışılmıştır. Güvencesiz varoluş hareketinin diğer toplum kesimlerine de yaygınlaştırılmaya çalışıldığı artık saklanamayacak bir gerçeklik olarak toplumun önüne çıkmıştır. Gelişmiş batı ülkelerinde  görülen  yarı zamanlı  statülerde giderek daha fazla insanın istihdam edilmesiyle, devlet düzeni içinde tam olarak güvenceye bağlanmış kamu yönetimi kadrolarının ortadan kaldırılmasına başlangıç olmuştur. Güvencesizliğin giderek tırmanmasıyla birlikte çalışanlar arasında   ortaya çıkan dışlanmışlık, öfke ve ikinci sınıf insan konumuna düşürülme gibi ruhsal depresyonlar çalışma düzenlerini bütünüyle bozarak ciddi ekonomik sarsıntıların yaratılmasına neden olmuştur. Geçmişin tam zamanlı ve güvenceli iş ortamından koparılan emekçiler  bir anlamda yabancılaşarak,  var olan sistemin dışında yeni bir olumsuz  yapılanmaya mahkum edilmişlerdir.
                Teorisini  işçi sınıfı üzerine kurmuş olan Karl Marks, teknolojinin proleteryayı  yenerek  devre dışı bırakması üzerine geleceğe dönük öngörülerinin  ortadan kalkacağı bir aşamaya gelmiştir. Marks proleterya  devrimi ile  burjuvazinin ortadan kalkacağını söylerken, işçi sınıfının güçlenerek  güçlü bir proleterya oluşumu ile sosyalist devrimini yapılacağına kesin gözü ile bakıyordu. Böyle bir  sınıf ortadan kalktığına göre artık gelecekte bir sosyalist devrimden söz etmek mümkün olamayacaktır . Üretim güçleri bütünüyle büyük sermaye kuruluşlarının elinde toplanması ve en ileri teknolojinin anında büyük sermaye şirketlerinde kullanılması üzerine, burjuvazi daha da güçlenerek  dışa açılmakta ve milli burjuva olmaktan çıkarak küresel burjuva olma aşamasına gelmektedir. Sınır ötesi ticaret ile birlikte şirketler de küreselleşerek, uluslararası tekelci merkezin kontrolü altına girerler . Bu tür bir gelişim süreci  gelecekte bir küreselleşmeyi öngöremeyen  Marksizmin iyice iflas ettiğini açıkça gözler önüne sermektedir. İhtilalci sendikalizm dönemindeki işçi ayaklanmaları üzerine patronların isteği üzerine  önce Manifesto’yu sonra da  Kapital adını taşıyan temel kitabını yazan  Karl Marks, sosyalizmi geleceğin sistemi olarak örgütlerken kapitalizm üzerine çalışmış ve bu çalışmaları sonraları işçi sınıfı yerine  kendisini finanse eden  patronların işine yaramıştır. Marks Almanya’dan İngiltere’ye geçerken uluslararası kapitalizmin etkisi altında kalmıştır. Marks’ın teorilerinin bugünkü küreselleşme oluşumunun önünü açtığı söylenebilir. Marks bir anlamda sosyalizm adına teori oluşturulurken, dolaylı olarak kapitalizmin  aşırı ölçüde gelişmesinin önünü açılmıştır. Her türlü yabancılaşmaya tam teşhis koyan Karl Marks, ileri teknolojinin işçi sınıfını ortadan kaldıracağını görememiştir.
                Atatürk ise Marks’ın tamamen tersine  bugün ezilmekte olan  yoksul halk kitlelerini zamanında  tespit ederek görüşlerini bu doğrultuda geliştirmiştir. Atatürk Marks gibi bir teorisyen olmadığı için ortaya bir doktrin koymaya çalışmamış, aksine bir eylem adamı olarak sahip olduğu fikirlerini sistemleştirerek başarıyla uygulama alanına aktarmıştır. Gelişen olaylar ve değişen koşullar karşısında donup kalmamak için bir teori geliştirmenin peşinde olmamıştır. Ortaya  çıkan her olay karşısında düşüncelerini açıklamaktan çekinmeyen  Mustafa Kemal, gerçekçi  olarak hareket etmiş ve gelişmeler karşısında gerçeklik kazanan durumlar  karşısında belirlediği tutumlar üzerine fikir ve görüşlerini açıklamaktan çekinmemiştir. Yaşamda en büyük yol göstericinin bilim olduğunu  dile getiren Atatürk, Marks gibi bir teorinin içine sıkışmamış, bilimi esas alarak  ve her türlü bilimsel gelişmeye açık bir tutum izleyerek çağdaş uygarlığı yakalayabilmenin peşinde olmuştur. Atatürk bu durumda olmayan bir proleterya üzerinden geleceğin devrimi peşinde koşmamış aksine var olan dünya düzeni çerçevesinde karşısına emperyalizmi  alarak hareket etmiştir. Marks, Kapitalizm-sosyalizm karşıtlığından harekete geçerken, Atatürk emperyalizm ve mazlum uluslar  arasındaki çelişkiden yola çıkarak antiemperyalizmi  ana hareket tarzı olarak ortaya koymuştur. Atatürk sınıfsal bir bakış açısıyla hareket etmemiş, yeryüzünde var olan devletler ve milletler gerçeğinden yola çıkarak Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti Devletini esas alan  bir yaklaşım ile hareket etmiştir.  Marksizmin sınıfsal analizleri yanlış çıkarken, Atatürk’ün milliyetçilik ve halkçılık ilkelerinin doğruluğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Atatürk emperyalizmi ana hedef olarak  ele alırken bu doğrultuda her alanda antiemperyal bir mücadeleyi Türk ulusuna izlenmesi gerekli yol olarak öneriyordu. Normal burjuvazinin yerini küresel burjuva alırken millik kavramı daha da önem kazınıyordu. Atatürk bu yüzden bir milli devlet kurarken, enternasyonalizme karşı çıkıyor ve milli devletlerin oluşturduğu çağdaş uygarlık ailesinin onurlu bir üyesi olacak modern bir cumhuriyet devleti  modeliyle  Türkiye’yi dünya haritasının tam ortasında kuruyordu. Dönemler değişince  Marks’ın görüşlerine uygun olarak kurulmuş olan Sovyetler Birliği çökerek dağılıyor ama Atatürk’ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti sapasağlam ayakta kalıyordu. Siyaset cahilleri son sosyalist devlet olarak Türkiye’yi de  çökertmeye çalışmalarına rağmen emperyalizmin oyunlarını Türkiye’ye karşı kullanamıyorlardı.
                Sosyalizm gene Marks’ın görüşlerinin tersine  gelişmiş ve sanayileşmiş İngiltere ya da Almanya’da gerçekleşemiyor ama bir kırsal alan devleti olan, sanayisi ve işçi sınıfı bulunmayan   bir köylü toplumu olan Rusya’da, dışarıdan gelen bir grup aydının  batı destekli maddi yardımlarına dayanılarak siyasal   bir sistem olarak kuruluyordu. Ne var ki dış mekanizmaların oluşturduğu bu yapının ötesinde, aynı dönemde Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak kurulurken, bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek tarih sahnesine Türk ulusunun çıkışı sağlanıyordu. Türk ulusunu Atatürk sınıfsal olarak ele almadığı için  Sovyetler Birliğine girilmiyor  ve her türlü sınıfsal analizin ötesinde, Avrupa devletleri gibi ulusal bir yaklaşım, milli bir politika olarak benimseniyordu. Avrupa’nın yanında bir ulus devlet kuran Atatürk, Asya’nın ön ve orta bölgelerinde örgütlenen  sosyalist sistemin etkisiyle milliyetçilik ile birlikte halkçılığı da benimseyerek,  bölge koşullarına uygun bir yeni sistem  modeli oluşturmaya çalışıyordu. Bu yüzden batılı ülkeler, Avrupa’nın doğusunda Asya topraklarında  sosyalizmin yanı sıra farklı bir yol izleyen Türkiye’nin rejimine de kurucusunun isminden hareket ederek Kemalizm adını veriyorlardı. Atatürk’ün kurtuluş savaşı sırasında dile getirdiği her düşünce, ortak liderin merkezi gücü sayesinde zamanla sistematik bir bütünlüğe sahip olarak, kapitalizm ile sosyalizm arasında Kemalizm adıyla daha farklı bir üçüncü yol denemesi olarak benimseniyordu.
                Kemalizm ile Marksizm ayrı ülkelerin ve dünyaların ortaya çıkardığı siyasal sistemler ya da  bu doğrultuda geliştirilen ideolojiler olarak görülmektedir. Marksizm bir ideoloji olmasına rağmen kendisini bilimsel sosyalizm olarak tanımlayarak çelişkiye düşmektedir…  Kemalizm ise bir uygulama stratejisi ya da siyasal sistem olarak tarih sahnesine çıkmış olmasına karşılık, kendisini hiçbir zaman bir doktrin olarak görmemiş ve olabildiğince bilimden hareket ederek bilimsel gelişmenin öncüsü olmaya çalışmıştır. Marksizm işçi sınıfına dayanarak dünyayı algılamaya ve açıklamaya çalışırken, Kemalizm emperyalizm gerçekliğini    esas alarak bu soruna karşı mazlum ulusların uyanışı ve dirilişinden yana olmuştur. Atatürk sonuna kadar ulusalcıdır. Karl Marks ise sonuna kadar  hep enternasyonalisttir. Onun bu anlayışı daha sonraki aşamada emperyalizmin  uluslararası baskı düzeni olarak küreselleşmeyi öne çıkarmasına giden yolu açmış  ve ulus devletlerin geleceğini tehlikeye atmıştır. Enternasyonel   marşı  önce komünizmin sonra da uluslararası kapitalizmin simgesi olmuştur Türkiye ise İstiklal Marşının verdiği güç ile ayakta kalarak bugünlere gelmiştir. Giderek bütün dünyayı hegemonyası altına almaya çalışan  küresel emperyalizm,  sosyalizmin getirdiği  enternasyonalizmi benimsemekte ve bu doğrultuda  enternasyonel  yapılanmalara gidilmektedir. Bugün gelinen aşamada sosyalist enternasyonel bile uluslararası kapitalist sistemin  kontrolü altına girmiştir.
                Atatürk dünyaya hiçbir zaman sınıfsal bakmamış, her zaman ulusalcı bir çizgide bakarak  bütün ulusların kardeşlik dayanışması içinde bir dünya bütünlüğü sağlayacağı  doğrultuda  adım atmıştır. Halkçılık onun anlayışında sınıfsallığı ortadan kaldırmıştır. Tekelci kapitalizm ve onun uzantısı küresel emperyalizm devam ettiği sürece, emperyalizme karşı antiemperyalist  bir karşı çıkış her zaman örgütlü olarak dünya halklarının  ve devletlerinin işbirliği içinde gerçekleştirilecektir. Yeni yüzyılda işçi sınıfı ihtilalleri yüz yıl geride kalırken, dünya halklarının özgürlük mücadelesinin  bir büyük dayanışma içerisinde dünya uluslarını tam anlamıyla  bağımsızlık düzenine doğru yönlendirdiği görülmektedir. İşçi sınıfı tarih olurken mazlum ulusların dayanışması gündeme gelmiş ve beş kıtanın her bölgesinde mazlum ulusların bağımsızlık mücadeleleri öne çıkmıştır. Emperyalizme karşı ilk antiemperyalist  ulusal kurtuluş savaşı vererek bütün dünya uluslarına örnek olan Atatürk, haklı çıkmış ama teknolojik gelişmeleri  göremeyen,  proleteryanın kayboluşunu  dikkate alamayan  sosyalist sistemin kurucusu Karl Marks yanılmıştır. Şimdiye kadar görmezden gelinen bu gerçekliğin artık tam anlamıyla ortaya konulması sayesinde dünyanın geleceğinde mazlum ulusların uyanışının bulunduğu artık inkar edilemeyecek bir gerçeklik olarak kabul edilme durumuna  gelmiştir.
                Batı ekonomisinin  bunalıma girdiği sıralarda ve  özellikle Avrupa kıtasındaki gelişmiş ülkelerde kazanılmış sosyal ve ekonomik haklardan ödün verilmesi gibi durumlarda, basın organları Marks’ın hayaletinin  Avrupa’nın üzerinde dolaştığını dile getiren yayınlar yapmaktadırlar. Gelişmeler karşısında  yanılan Marks’ın geride kalması gerekirken, bazı enternasyonal merkezler gene Marks’ı kullanarak gelinen yeni aşamaları yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra  Türkiye Cumhuriyetinin yıkılmasını bekleyenler de yanılmışlardır. Türk devleti bütün yeni gelişmeleri yerinde izleyerek  gereken önlemleri almakta  ve küresel emperyalizmin saldırılarına karşı çıkarak  yeni yüzyılda da yoluna devam etmektedir. Karl Mark’s  patronların isteği doğrultusunda işçi sınıfını yapılandırırken, Das Kapital kitabı ile Kapitalist sistemi esas alıyordu. Atatürk ise dünya savaşı sonrasında imparatorlukların dağıldığı bir sırada verdiği savaşı ve kurduğu devleti, Nutuk isimli kitabında ortaya koyuyordu. Yeni gelinen süper emperyalizm aşamasında artık ana çelişki sosyalizm-kapitalizm karşıtlığı olmaktan çıkarak, küresel şirketler ile ulus devletler  zıtlığı olarak gündeme geliyordu. Kapitalist emperyalizm bütün dünyayı ekonomi ve piyasalar üzerinden ele geçirerek  tek bir dünya yapılanması için uğraşırken, sosyalizm iyice geride kalıyor ve yeni zıtlaşmanın bir tarafı küresel şirketler olurken, diğer taraf da ulus devletler olarak gün ışığına çıkıyordu. Zamanında mazlum ulusların geleceğini gören ve dünyayı ancak mazlum ulusların yeniden yapılanması ile  yönetmenin mümkün olacağını Atatürk geçen asrın başlarında dile getiriyordu. Geldiğimiz aşamada Atatürk haklı çıkarken, her türlü zorlamalara rağmen Marks’ın  yeniden referans olarak gündeme gelmesi mümkün görünmüyordu. İşçi sınıfı olmadan Marks’ın teorisinin önümüzdeki dönemde yeniden öne çıkmasını beklemenin bir düş olmaktan öteye gidemeyeceği artık kesinleşmiştir.
                İşçi sınıfı yerine mazlum ulusları esas alan Atatürk, kurmuş olduğu ulus devlet ile  her türlü emperyalizme karşı koyarken bugün haklı çıkmıştır. Günümüzde  küreselleşmeye karşı ulusal mücadele her geçen gün yükselerek devam etmekte ama işçi sınıfı zaman içinde zayıflayarak küçüldüğü için  ortaya bir sendikal ya da sosyalist mücadele çıkamamaktadır. Geçmişten gelen sendikal düzen işveren örgütlenmesinin güçlenmesi nedeniyle bir işe yaramaz duruma  gelmiştir. Patronların sendikacıları satın almasıyla başlayan sarı sendikacılık giderek gelişirken, son kalan sendikaları da işbirlikçi sendikacılar kontrol altına alarak emperyalizmin işini kolaylaştırmışlardır. İşçi sınıfının tasfiyesinden sonra geride kalan çalışan kitlelerin örgütlenmeleri de önlenerek, bu kesimlerin bütünüyle prekarya oluşumlarına doğru kayıp gitmesinin yolları açılmaktadır. Robotlaşan ekonomi ile birlikte teknolojik üretimin devre dışı bırakıldığı  yeni dönemde yoksullaşan halk kitlelerinin korunabilmesi için, yeniden halkçılık hareketlerine ya da uygulamalarına olan ihtiyaç giderek artmaktadır. Atatürk’ün halkçı bir devlet kurduğunu, ulusalcılığı halkçılık ile dengeleyerek daha adil ve eşitlikçi bir düzen kurmaya çalıştığı bilinmektedir. Bu yüzden, Türkiye’nin   çevresinde   dağılma, çökme  ve tasfiye rüzgarları esmeye başladığı zaman, Misakı Milli sınırları içerisinde  Atatürk’ün hayaletlerinin dolaşmaya başladığı görülebilir. Batı kapitalizmi zor durumda kalınca, Marks’ın hayaletinden medet umuyorsa, Türkiye’de benzer biçimde olumsuz süreçlere sürüklendiği zaman bir karşıt çıkış olarak Atatürk’ün hayaletinden söz edilebilecektir. Türk devletinin kuruluş modelinin Atatürk ilkelerine dayanması, Atatürk’ün izlediği politikanın haklı çıkması, küresel sermaye ile ulus devlet  çatışmalarının devam etmesi  ve Türk devletinin onun eseri olarak yoluna devam etmesi gibi durumlar dikkate alındığında, Türkiye’nin üzerinde  Atatürk’ün hayaletinin dolandığı söylenebilir. Ne var ki, batı emperyalizmi zor duruma düştüğü zaman ya  da gelişmiş kapitalist ülkeler bunalıma sürüklendiği zaman Marks’ın hayaletinin Avrupa kıtasında dolaşması  mümkün değildir, çünkü işçi sınıfı tarihte kalmıştır. Ama Türkiye  Cumhuriyeti ve Türk ulusu sonsuza kadar yaşayacaktır.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN