30 Temmuz 2023 Pazar

ANKARA KRİTERLERİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

              ANKARA KRİTERLERİ

        ANKARA, Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinin başkenti olarak, devletin bütün kamu kurumlarını ve devlet dairelerinin hepsini bir bütünlük içerisinde, kendi bünyesinde barındıran önde gelen bir merkez yapılanmasına sahip bulunmaktadır. Ankara bu kendine özgü durumu ile birlikte aynı zamanda dünyanın önde gelen merkezi coğrafyasının da önde gelen bir başkenti olarak birçok özellikleri içinde barındırmaktadır. Dünya haritası üzerinde yer alan bütün kentler ya da başkentler kendi bulundukları coğrafyanın özelliklerini taşırken, Türk devletinin başkenti olarak bulunduğu merkezi konumun kendisine kazandırdığı diğer özellikleri ile de diğer kentlere oranla daha güçlü ve etkin bir yapılanmanın tam ortasında yerini almıştır. Ankara’nın dünya haritası üzerindeki yeri, jeopolitik biliminin insanlığa kazandırdığı stratejik konum açısından ele alındığı zaman, günümüzde orta dünya adı verilerek açıklanmaya çalışılan merkezi coğrafyanın getirdiği bütün bilgi birikimleriyle Ankara olgusunun içeriğinin belirlenebildiği bir yeni durum önümüze çıkmaktadır. Ankara ile ilgili bir değerlendirme yapılırken geçmişten gelen bütün tarih, coğrafya ve genel kültür kökenli bilgiler öne çıkarak, Ankara kavramının içeriğinin belirlenmesinde fazlasıyla etkin olabilmektedirler. Ankara hem bir şehir olarak hem de merkezi coğrafyanın tam ortalarında yer alan bir bölge olarak geçmişin bilgi birikimini günümüze taşırken, aynı zamanda zamanımızdaki Ankara kavramının anlamını ve içeriğini bugünün kuşakları için belirleyebilmektedir. Bu nedenle, “ANKARA” denildiği zaman durup düşünmek ve geçmişten gelen bilgi birikimi ile değerlendirmeler yapmak gerekmektedir. Hem Ankara’nın yeni dönemdeki konumunu belirlemek, hem de bu merkezi kentte yaşamakta olan beş milyonluk Türk asıllı nüfusun, Türkiye’nin başkenti üzerinden yeni sahip olduğu konumunu, uluslararası alanda gündeme gelen yeni konjonktürlerin yansımaları açısından bakılmasıyla, bugünkü dönemde Ankara merkezli bakış açısının yeni durumunu belirlemek mümkün olabilecektir.

                Yakup Kadri, Ulusal kurtuluş günlerini anlattığı “Ankara” isimli kitabında, Kuvayı Milliye’nin başkenti olarak Türkiye devletini anlatırken, cumhuriyetin kurulmasından sonra yaşanan ulusal kurtuluş dönemiyle Ankara’nın merkezi konumunu ve bu kent içerisine yerleşen Türkiye burjuvazisinin durumunu, özelliklerini ve yaşadıklarını gelecek kuşaklara anlatarak, yeni kurulan Türk devletinin merkezinde yaşayan Türklerin ciddi bir başkent bilincine sahip olmaları gerektiğini açıklamaya çalışmıştır. Devleti çok büyük zorluklarla boğuşarak kuran kurucu kadro, daha sonraki aşamalarda gene zorluklara karşı yürütülen mücadele ile, cumhuriyet yönetimini oluşturma çabaları içerisinde başkent Ankara kaynaklı olarak ortaya çıkan yeni durumları Türk halkının önünde açıklığa kavuşturarak, Türk kamuoyunda ciddi bir cumhuriyet ve ulus devlet bilinci yaratmaya çaba göstermiştir. Milli mücadele azim ve kararlılığına önem veren kurucu kadro ulusal kurtuluş savaşı kazanıldıktan sonra, halka yönelen devrimlerin yapılması ve bu arada yeni devlet kurulurken ortaya çıkan çıkar ilişkileri ve bunlara dayanan para ilişkileri ile zayıf kalan insan ilişkilerinin yansımalarını “Ankara” isimli kitabı aracılığı ile Türk ulusuna aktarırken, Yakup Kadri’nin gerçekçi bir yazar olarak kuruluş dönemi sonrasında Ankara kenti üzerinden yeni devletleşme sancılarını dile getirerek, Türk halkının zaman içinde Türk ulusuna dönüşmesi sürecinde önemli açıklamalar yaparak, Türkiye Cumhuriyetinin güçlü bir ulus devlete dönüşebilmesi için,  fikri düzeyde önemli katkılar getirdiği anlaşılmaktadır. Kuruluş dönemindeki Yakup Kadri’nin geliştirdiği düşünsel önderliğin daha sonraki aşamalarda yeni cumhuriyet kuşakları içinden çıkan genç kuşakların ulusal kurtuluşun sonraki dönem temsilcileri olmaları için elverişli bir Kuvayı Milliye ortamı yaratılmıştır. Ulusal kurtuluş savaşının ilk aşamasında Atatürk aracılığı ile başkent statüsü kazandırılan “Ankara”, Yakup Kadri’nin öncülüğünde, daha sonraki aşamada ulusal kurtuluşun başkenti olunca, antiemperyalist ve tam bağımsız devrimci bir Türk Cumhuriyeti’nin, ulus devlet çatısı altında güçlü bir devlet olarak öne çıktığı görülmüştür.

                Türklerin yeni başkenti olarak seçilen Ankara kenti, Kuvayı Milliye mücadelesinin merkezi olarak seçildiği için, devrim tarihinde ulusal kurtuluş devriminin ortaya çıktığı coğrafi merkez olarak da bu yeni yapılanma içinde yer almış ve bu durumu ile de dünya literatüründe Ankara bambaşka bir yapılanma içine girerek, diğer kentlerden ayrılan bir Kuvayı Milliye başkenti çizgisinde yeni siyasal kimlik kazanmıştır. Türkiye Cumhuriyeti anayasasının üçüncü maddesinde Türkiye Devletinin ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütün olmasının belirlendiği bu maddede, Türk bayrağı ve İstiklal marşı ile birlikte Başkent Ankara maddesi de yer alarak, cumhuriyetin temel ilkeleri arasında Ankara ile devletin bütünleşmesi sağlanmıştır. Cumhuriyetin temel ilkeleri doğrultusunda Ankara’nın başkent olması hem değiştirilemez hem de değiştirilmesi teklif dahi edilemez bir hukuksal statüye bağlıdır. Ankara’nın  tam ortasında yer aldığı merkezi bölgenin geleceği ile ilgili olarak birbirinden çok farklı emperyalist plan ve projeler bulunduğu için, devletin kurucu gücü olan Kuvayı Milliye örgütünün ilan etmiş olduğu çağdaş ulus devletin birliği ve bütünlüğünün her türlü emperyalist saldırı ya da projelere karşı korunabilmesi ve  bağımsız yapılanması, ilan edilmiş olan Türk devletinin sonsuza kadar  devam edebilmesi için, öncelikle anayasanın giriş kısmındaki temel ilkeler aracılığı ile devlete  hukuksal bir güvenlik şemsiyesi getirmiştir. Cumhuriyet rejimine dayanan ulus devletin korunmasıyla ile ilgili bütün önlemler, anayasanın başlangıç hükümlerinde belirtilerek hukuk devletinin koruyuculuğu ile güvence altına alınmıştır. Ankara’nın başkent oluşu ile ilgili koruma aynı zamanda birinci kısmın genel esasları içinde yer alarak ve devletin temel amaç ve görevleri açısından açıklanarak, bu düzenlemenin hiçbir biçimde değiştirilmemesi gerektiği, gene anayasa bütünlüğünün Türk ulusuna ve Türk devletine kazandırmış olduğu ayrıcalıklı bir üst düzey hukuk örgütlenmesi olmuştur. Diğer ülkelerde olduğu gibi başkent olma ayrıcalığı tanınmış olan Ankara kentinin, aslında bu doğrultuda bir “Ankara “ kanunu çıkartılarak Londra, Roma, Paris ve Tokyo gibi büyük devlet başkentlerini koruyan benzeri bir yasal düzenleme ile, her türlü tehdit, saldırı ve riske karşı korunması gerekmektedir.

                Cumhuriyeti temsil eden ana ilkelerin her yönü ile ele alınarak, anayasanın başlangıç hükümleri ya da genel esaslar kısmında var olan devlet statüsünün koruma altına alınması, Türk devletinin üzerinde kurulu bulunduğu Anadolu ve Trakya toprakları üzerindeki Türkiye hegemonyasını güvence altına almayı hedeflemiştir. Aslında kendi başkentlerini özel yasalarla koruma altına alan diğer büyük devletler de benzeri bir destek aradığı için böylesine düzenlemelere giderken, Türkiye’de anayasa içinde sorunun çözüme bağlanması yoluna gidilmek zorunluluğu doğmuştur. Bazı ülkelerde, ayrı kanun düzenlemeleri ile başkentleri bağlı olan diğer kentlere karşı bir koruma arayışı sürüp giderken, bu konudaki Türk formülü, yasaların üstünde bir statüde anayasal düzenleme olarak örgütlenmiştir. Türk anayasal sisteminde yer alan değişmezlik sistemi ile koruma yaklaşımları çerçevesinde, gene Türk anayasasında cumhuriyetin temel ilkeleri olarak ifade edilen bazı kurallar, temel prensipler olarak, Türk eğitim sistemi ve sosyal bilimler arasında yer almakta ve aynı zamanda Türk toplumunun devrimci çizgide yeniden yapılandırılmasında temel taşlar olarak hizmet etmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti’nin ana yapısını belirleyen bu cumhuriyetçi ilkeler aynı zamanda devletin kurucu önderi Atatürk’ün de benimsediği temel kurallar kabul edilerek, Türk halkına önderlik yapan devlet kurucusu partinin de temel ilkeleri olarak, zaman içinde benimsenerek uygulama alanına aktarılmıştır. Başkent Ankara Kuvayı Milliye mücadelesinin merkezi olarak yeniden yapılanırken o dönemin koşullarında Atatürk bir sentez gerçekleştirerek dağınıklığı ortadan kaldırabilmenin yollarını aramıştır. Avrupa ve Asya kıtaları arasında kurulan merkezi devlet olarak Türkiye hem Avrupa düzeninin çıkış noktası olan Fransız devrimini hem de Asya’nın en büyük devlet yapılanması olarak öne çıkan Sovyetler Birliğini yaratan Rus devrimini de dikkate almaya çalışmıştır. Avrupa ve Asya kıtaları arasında Fransız ve Rus devrimlerinin yansıdığı merkezi bölge üzerinde kurulmuş olan Türk devletinin başkentinde Fransız devrimi ürünü olarak cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkelerinin ve dünya sosyalist sistemini kuran Sovyet Devrimi de Rusya üzerinden dikkate alındığı zaman, devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin de Türkiye’de öne geçtiği anlaşılmaktadır.

                İki kıta arasında kurulan merkezi devletin başkenti olan Ankara, aynı zamanda bu kıtalardaki siyasal sistemleri kuran Fransız ve Rus devrimlerinin de etkileri ile karşı karşıya kalarak ve uzun süreli bir siyasal mücadeleyi kurtuluş savaşı sonrasına kadar sürdürerek, bugüne kadar uzanan bir mücadelenin tam ortasında yer almıştır. Bu açıdan diğer devletlerden farklı özellikleri ile harita üzerinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti, sonraki dönemlerde meydana gelen siyasal gelişmelerden fazlasıyla etkilenmiştir. Türkiye yirmi birinci yüzyılda geleceğe dönük mücadelelerini  artırarak  yeni dünya düzeni içinde kendine uygun bir yer ararken, başkent Ankara hem yeni dünya düzencisi  emperyalist devletlerin hedefi olmakta hem de merkezi coğrafyadaki dinler, mezhepler, etnik kökenler, ulus devletler ve diğer devletlerin plan ve programları ile karşı karşıya kalmakta ve bu yüzden de hem bölünmek ve parçalanmak, hem de yeni ortaya çıkan emperyal devletlerin hegemonya planları doğrultusunda geliştirilen sömürgecilik saldırılarının ana hedefi konumuna  doğru sürüklenmektedir. Devletin kuruluşu bir asır geride kaldığı için geçmiş olan yüz yıllık zaman dilimini ve bu süreçte gündeme gelen siyasal gelişmelerin ve de yeniliklerin de hesaba katılarak de yeniden farklı değerlendirmelerin yapılması bir zorunluluk olarak öne çıkmaktadır. Osmanlı devletinin bittiği aşamada bir ulus devlet kurmak üzere ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti iki savaş arasında oluşturduğu kimliğini koruyarak ve yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar varlığını koruyarak, devletin devamlılığını sağlamış ama yirmi birinci yüzyıla doğru açılımların gündeme geldiği noktada, Türkiye’nin önüne yeni yapılanmalar alternatifi gündeme gelmiştir. Sosyalist sistem çökerken Avrupa ülkelerinin tıpkı Amerika Birleşik Devletleri gibi bir kıtasal birliğe yönelerek Avrupa Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği oluşumuyla gündeme getirilmiştir. Türkiye’nin yanı başında Sovyetler Birliği Rusya üzerinden dağılırken, bu kez bu duruma tamamen ters bir süreçte Avrupa ülkelerinin ABD’ye karşı bir kıtasal birlik devleti arayışı ile ortaya çıkması gibi iki ayrı oluşum, Türk devletini tehdit eden bir durum yaratmışlardır. Türk devleti bir yandan Amerika Birleşik Devletleri ile uğraşırken, yeni ortaya çıkan durumda benzeri bir mücadelenin Türkiye’nin yanı başında kurulmuş olan Avrupa Birliği’ne karşı da yapılması gerektiği, son siyasal gelişmelerle birlikte dünya gündemine girmiştir.

                Yirminci yüzyılın başlarında iki ayrı kutuplaşma sürecinin tam ortasında siyasal alana bir devlet olarak katılan Türkiye Cumhuriyeti yüz yıllık bir geçmişi geride bırakırken, doğu dünyasında Sovyetler Birliği ile, batı dünyasında ise Avrupa Birliğinin kurucusu konumuna gelen Avrupalı büyük devletler ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Avrupa’nın önde gelen büyük devletleri bin yıllık bir geçmişe doğru bakıldığında Roma ve Bizans gibi büyük imparatorluklar aracılığı ile Avrupa’nın büyük güçlerinin her aşamada emperyalizme yöneldikleri ve bu doğrultuda diğer dünya devletlerini yönlendirmeye çaba sarf ettikleri açıkça ortaya çıkmıştır. On sekizinci yüzyılın sonlarına doğu Kuzey Amerika’daki İngiliz sömürgelerinin bir araya gelerek birleşmeleri üzerine, yeni bir büyük güç olarak ABD doğmuştur. Daha sonraki aşamada bu yeni büyük devlet dünyaya yayılarak kendisinden önceki Britanya imparatorluğu düzenini ele geçirmiştir. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiliz İmparatorluğu çökerken, bunun yerini yeni kurulan Amerikan İmparatorluğu alarak, gene batı merkezli bir dünya düzenine eskisi gibi devam edebilmenin çabaları içine girmişlerdir. Hegemonya İngiltere’den Amerika’ya geçerken tam savaş anında bir de Rusya’da Sovyet devrimi gerçekleşince, yirminci yüzyılın başlarında dünya üç merkezli yeni bir siyasal yapılanmaya doğru yol almaya başlamıştır. İşte böylesine bir dönüşümün gerçekleştiği dünya üzerinde üç büyük siyasal güç toparlanarak öne çıkarlarken, eski Osmanlı hinterlandında boşta kalan eski Türk toprakları üzerinde bir milli uyanış ile seferberlik gündeme gelerek, yeni bir ulus devlet oluşturmak üzere, Türk ulusunun kendi ulus devletini kurarak tarih sahnesindeki yerini aldığı görülmüştür. Böylesine bir tarihsel dönüşüm aşamasında boşta kalan Osmanlı toprakları üzerine çok ciddi çekişmeler yaşanmış ve bu yüzden birinci dünya savaşı çıkartılarak güçlü bir merkezi güç olan imparatorluk yerine bir ulus devlet yapılanması geliştirilerek, emperyalistlerin orta dünyada saldırı ve işgal hareketlerine yönelmelerinin önüne geçilmek istenmiştir. Bu aşamada Türkiye’nin başkenti Ankara’ya önemli yeni misyonlar yüklenmiştir.

                Yer kürenin doğusunda ya da batısında ortaya çıkan büyük devletler ve imparatorluklar uluslararası bir hegemonya yapılanmasını kendi kurdukları siyasal egemenlik düzeni doğrultusunda yönlendirerek ve yeni dünya düzenleri arayışı içine girerek, zaman içerisinde sahip oldukları siyasal gücün sağladığı desteklerle bu tür hedeflere ulaşabilmenin yollarını aramaktadırlar. Türkiye orta boy bir devlet olarak varlığını güvence altına alarak hareket etmelidir. Merkezi bölgedeki konumunu koruyabilmek için Türkiye hem komşuları ile hem de bölge devletleri ile yakınlaşma ve dayanışma girişimlerinde bulunmaktadır. Ancak bu yollardan kendini koruyabilecek bir siyasal tavır geliştirebilecek Türk devleti, kendisini çevreleyen yakın bölgeler konularında sürekli gözlem içinde bulunarak, orta boy bir devlet olmaktan gelen eksikliklerini jeopolitik konumunu kullanabilen bir büyük devlet gibi gerektiğinde ortaya koyabilmelidir. Bu tür davranışlarıyla daha aktif bir konuma sahip olabilecek Türk devleti içinde bulunduğu jeopolitik konumunu öne çıkararak, orta boy devletten daha büyük bir devlet yapılanmasına doğru adım atmak durumunda kalmıştır. Dünyanın önde gelen büyük devletlerinin kolaylıkla yöneldiği emperyalist politikalara karşı merkezdeki Türkiye Cumhuriyeti, öncelikle kendini koruyacak ve geleceğe dönük güvence altına alacak merkezi bir güç olarak her zaman için her türlü olumsuz gelişmelere karşı uyanık olmak ve böylesine bir ulusal tavrın örgütleyicisi olarak da komşuları ile, ya da partner devletler ile farklı ilişkilere giderek, yeni dengeler arayışı içinde bulunmalıdır. Uluslararası kamuoyunun oluşumu sırasında sorunların küresel ilişkilerin aracılığı ile gündeme getirilmesi ya da dayanışma veya yardımlaşma hedefleri doğrultusunda öne çıkarılması, Türkiye gibi orta boy devletlerin sahip olduğu büyük devlet benzeri tutumların daha fazla öne çıkmasını ve zaman içinde devamlılık arz etmesini sağlayabilmektedir. Dünyanın birçok bölgesinde görülebilen bu tür yapılanmaların gelip geçici olmaması için süreklilik gösterebilecek jeopolitik adımların birbirini izleyerek, ülke ve bölge boyu politikalarda ağırlıklarını her zaman için gösterebilmelidirler.

                Türkiye dünya haritasında bulunduğu yeri iyi görerek ve böylesine bir yaklaşım sayesinde başkent Ankara merkezli politikalarını kurumlaştırabilmektedir. Yüz yıllık cumhuriyet tarihinin eleştirel bir bakış açısıyla ele alınmasıyla, Türk devletinin iç ve dış politikalarındaki değişikliklerin zaman geçtikçe yeni yönelmelerin süreklilik içinde öne çıkışlarının boyutlarını göstermektedir. Bir anlamda Ankara Kriterleri olarak topluca adlandırılabilecek ilke ve kurallar bütününde yer alan tutum ve davranışların başkent Ankara’nın adıyla belirlenmesi ve bunların bir paket olarak öne çıkarılması, Ankara Kriterleri kavramının Türk devleti ile milletinin ulusal çıkarlarına olumsuz yönelen her durumda, Türk tarafının hem Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hem de başkent Ankara merkezli bir içe dönüş hareketi biçiminde Ankara Kriterlerini öne çıkararak, aktif bir dış politikaya yönelebilmesi mümkün olmaktadır. Ulusal dış politika yönü ülke koşulları dikkate alınarak belirlenirken, Ankara Kriterlerinin öncelikli bir biçimde ele alınarak, Türkiye’nin çıkarlarını koruyacak düzeyde   bunlara dayanılması ve var olan sorunların çözüme bağlanması mümkün olabilecektir. Ülke ve devlet yönetimi ile ilgili olarak önceden hazırlanmış siyasal metinler ya da hukuk belgelerinin ortaya çıkarılabilmesi, geçmişten gelen bilgi birikiminin güncel sorunlara doğru yönlendirilmesi ile elde edilebilen olumlu katkılar, çözüm aşamasındaki sorunların çözüme kavuşturulmasında etkin bir biçimde kilit rol almaktadırlar. Kriter kavramının anlamı açısından konuya bakıldığında bir değerlendirme yapılması esastır. Geçmişten gelen bilgi ve değerler ile hareket edildiği zaman, var olan birikimin ana unsurlarının kullanılmasıyla birlikte çözüm için gerekli malzeme ile birlikte unsurların da ilke ve kurallar biçiminde ele alınması, bir zorunluluk olarak politika oluşturucuların önlerine çıktığı söylenebilir. Devletler hem kurumları ile hem de uzman kadrolarıyla sorunların çözümüne ya da yönlendirilmesine dönük adımlar atarlar. Bu gibi durumlarda sonuca kısa yoldan gidebilmek için devletlerin kurumsallığı doğrultusunda var olan tüm malzemenin ve uzmanlıkların devreye sokularak çözüm arayışlarının başlatılması gerekli olmaktadır. Ankara bir cumhuriyet devletinin başkenti olarak, Türk devletinin karşı karşıya kaldığı her türlü saldırıya karşı, sorunları çözmek üzere tarihin derinliklerinden gelen bilgi birikimine, sahiptir.

                Son aylarda Türk diplomasisi sürekli olarak batı kaynaklı sorunlarla işgal edilirken, Baltık denizi kıyılarında NATO zirvesi düzenlenmiş ve bu vesile ile Türkiye’nin batı ile ilişkileri yeniden masaya yatırılarak Türk tarafı hırpalanmaya çalışılmıştır. Her zaman olduğu gibi batılı emperyal ülkeler Türkiye’yi gene eskisi gibi insan hakları üzerinden eleştirmeye kalkışmışlar ve bu alandaki eksiklikleri yüzünden, Türkiye’nin hiçbir zaman Avrupa Birliği’ne üye olamayacağını ve bu doğrultuda Avrupa Birliğinin üyelik için ana ilkelerini gündeme getiren Kopenhag kriterlerini, Türk tarafının bir yasal düzenleme ile kabul etmesi gerektiği, gene Avrupa Birliği organlarında Türkiye’nin son durumu tartışılırken, eskisi gibi dile getirilerek  Türk karşıtlığı çizgisi gene sonuna kadar izlenerek, Türkiye gene Avrupa Birliği dışında bırakılarak  ve gene bu tutumun bir uzantısı olarak Türkiye’nin NATO’daki görevine dikkat çekilerek, Avrupa Birliği nimetlerinden mahrum edilen Türkiye, bu durumun bir tersi yansıma ile Türk Devleti’nin NATO üyesi olmaktan kaynaklanan görev ve misyonları gene eski toplantılarda olduğu gibi tekrar edilerek, Türk tarafı mahkum edilmeye çalışılmıştır. Avrupa medeniyetin merkezi olmak gibi bir iddia ile kendisini uygarlığın merkezi olarak ilan ederken, Türkiye’yi çağdışı kalmış doğu bölgesi ülkeleriyle birlikte uygar olmayan ülkeler kategorisi içinde düşündüklerini açıkça ilan etmişlerdir. Avrupa kapısında yarım asır üyelik için bekletilen Türkiye, devletiyle milletiyle ve siyasi ve askeri gücü ile; ABD, NATO, İngiltere ve İsrail’in çıkarları için hem Afrika çöllerine hem de sıcak çatışmaların bulunduğu savaş alanlarına, NATO’nun öncü güçleri olarak kullanılmaya çalışılmıştır. ABD’nin küresel politikaları gereği Rusya ile Ukrayna savaşı başlatılırken, İngiltere’nin baskılarıyla Kuzey Atlantik örgütlenmesinin devamı bu kez Avustralya’nın katılmasıyla bir Pasifik savunması AUKUS adıyla gündeme getirilirken, Türkiye’nin güvenliği ya da askeri öncelikleri düşünülmemiş, Avrupa Birliğinden Türkiye gene çifte standartçılık oyunları ile uzak tutulurken, Doğu Akdeniz, Balkanlar, Kıbrıs ve Ege adaları ile Kuzey Suriye üzerindeki siyasi çekişmeler ile askeri çatışmalara Türkiye’nin batı dünyasının çıkarları doğrultusunda yönlendirildiği görülmüştür. Türkiye gene bir emperyalizm oyununa savaşa sürülerek kurban edilmeye çalışılmıştır.

                ABD hegemonyası için Rusya ile Avrupa karşı karşıya getirilirken, dünya kamuoyunu oyalama çizgisinde bir Rusya-Ukrayna savaşının, Türkiye ile hiçbir biçimde ilgisi olmamasına rağmen, Türkiye’yi de NATO üyesi bir ülke olarak savaş cephesine yönlendirmek, Türkiye açısından çok büyük bir haksızlığa neden olmaktadır. İtalya’nın Faşist kadın başbakanı Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğinin gündemde olmadığını açıkça dile getirirken, Avrupa parlamentosunun Türkiye raportörü hazırladığı raporunda NATO ile Avrupa Birliğinin farklı kurumlar olduğunu ileri sürerek, Türkiye’nin kendisine karşı uygulanan haksızlığı dile getirmesine karşı çıkıyordu. Avrupacı kanat Brüksel’in yolunun Kopenhag Kriterlerinden geçtiğini resmen açıklarken, açıkça Ankara’nın kendi ulusal çıkarları için geliştirdiği kendi kriterlerine karşı tavır koyuyordu. Finlandiya’nın NATO üyesi olmasından sonra Türkiye’nin de Avrupa Birliği üyeliğini Türk tarafı gündeme getirdiği aşamada, Kopenhag kriterlerinin açıkça Türkiye’ye dayatılması AB’nin dostça olmayan resmi yaklaşımını açıkça ortaya koyuyordu. Bu durumda Türk hükümeti Ankara’daki Türk devletinin kendisi için uygun gördüğü çizgide, Ankara Kriterleri’ni gündeme getirerek, yavaş yavaş terör saldırılarına karşı çıkmayan ve bu tür saldırılara dolaylı olarak destek olan İsveç devletinin de NATO üyeliğine karşı Türk tarafı gereken tepkiyi ortaya koyarak, bundan sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin iki yüzlü ve çifte standartlı batı emperyal politikalarına karşı çıkacağı bütün dünyaya duyuruluyordu. Avrupa Birliği Türkiye’ye karşı çifte standartlı tavır ve politikalarına devam etmeye çalışırken, Türkiye batının emperyalist politikalarına karşı artık Ankara Kriterleri ile cevap vereceğini açıkça kamuoyuna yansıtıyordu. ABD dünyayı savaşa sürüklerken Rusya hareketi ile sarstığı dünya dengelerini yeniden gündeme getirme noktasında, Avrupa Birliği örgütü ile ortak hareket ederek, çok kutuplu dünya düzeninde yeni bir aşamaya doğru dünya konjonktürü çok zorlanıyordu. Türkiye, Avrupa Birliğine karşı izlediği antiemperyalist politikalara önümüzdeki dönemde devam ederek ve bütün savaşlara karşı çıkarak yeni dünya dengelerinin barışçı bir çizgide oluşumuna öncelik veriyordu. Atatürk’ün yurtta ve dünyada barış ilkesi Ankara Kriteri olarak devreye giriyordu.

                Dünyanın ortasında her konu ve alan ile çeşitli açılardan karşı karşıya gelen bir konumda Türkiye’nin dünyada gelişen ve ortaya çıkan bütün alanlarda Türkiye Cumhuriyeti, kurucu önder Atatürk’ten gelen ciddi bir dış politika birikimine sahip bulunmaktadır. Birinci dünya savaşı sonrasında bir ulus devlet olarak  dünya sahnesine çıkan Türk devleti yoluna devam ederken Ankara merkezli bir siyasal düzen kurularak Türklerin, Türk ulusunun ve Türkiye Cumhuriyeti’nin hak ve özgürlüklerine sahip çıkılmıştır.  Tarihin her döneminde birbirini izleyen olaylar ve siyasal gelişmelerin birbirlerini izleyerek siyasal alana çıkmasıyla birlikte, merkezi coğrafyadaki oluşumlar da bu gibi gelişmelerin yansımaları doğrultusunda  biçimlenerek, Türk devleti ile birlikte devletin başkenti olarak merkez konumunda bir Ankara yapılanması zaman zaman siyasal  alanda yönlendirici etkiler yaratmıştır .Bugün Türkiye’nin her yanında şehir devletleri ya da küçük eyalet yapılanmaları arayışları sürekli olarak tırmanırken, başkent Ankara ile bütünleşen Türkiye Cumhuriyeti, Ankara kriterlerini  bir savunma mekanizması olarak kullanarak, hem ayakta kalmasını biliyor hem de cumhuriyetin ilelebet payidar kalması doğrultusunda  gerekli olan önlemleri alarak yoluna devam etmesini biliyordu. Tarihin ilk dönemlerinden bu yana merkezi alanda var olan Türk devlet geleneği, merkezi devletin güçlü bir yapılanmaya kavuşturulmasıyla, varlığını güvence altına alarak yirmi birinci yüzyılda devletin  ayakta kalması güvence altına alınıyordu. Dünya tarihinin önde gelen aktörleri olarak Türkler, her zaman hem batı hem de doğu kürelerinde ortaya çıkarak merkezi alan üzerinden dünyadaki gelişmelerin en etkin gücü olarak mücadelelerini sürdürüyorlardı. Böylesine etkili bir konuma sahip olan Türk toplulukları her zaman için bir çıkış yolu bularak, her dönemde bir Türk devleti çatısı altında bir araya gelerek dünyanın değişik dönemlerinde Türk devletleri üzerinden Türk uygarlığının devamını sağlıyorlardı.

                Ankara Kriterleri tarihin her döneminde ortaya çıkan Türk devletlerinin kendi varlıklarını güvence altına aldıkları temel ilkeler ve kurallar bütünüdür. Hayatta her şeyi bilime ve bu alandaki gelişmelere dayandıran kurucu önder Atatürk ortaya koyduğu söylev ve demeçleriyle, kurucusu olduğu devletin gerçeklerini ortaya koymuştur. Bu açıdan O’nun miras olarak Türk gençliğine bıraktığı “Söylev “ isimli kitap ta Ankara Kriterlerinin temel dayanak noktalarından birisidir. Bir çağ değişimi sırasında var olan büyük devletlerin önünü kesen ve savaşları durdurarak bölgesel barış ortamını kuran Atatürk, gerisinde bıraktığı otuz ciltlik eseriyle Türk devleti ile birlikte Türk ulusuna da öncülük görevini, bilimsel birikim ile tamamlamasını bilmiştir. Hiçbir yabancı düşünür ya da bilim adamının etkisi altında kalmayan Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi yolunda ilerlerken gene kendi birikimini tamamlamasını savunmuştur. İki yüzden fazla devletin bulunduğu yeryüzü haritasında diğer devletler ve milletlerin yaşama  haklarının  güvence altına alınabilmesi ve dünyayı teslim alan neo-emperyalizm ile neo-koloniyalizm in sona ereceği ve yeni bir tür evrensel dayanışma aracılığı ile tüm insanlığın kazanılmış olan haklarının öne çıkacağı ve zaman içerisinde böylesine bir hakkaniyet ve adalet ile barış düzenlerinin gerçekleşeceği bir yeni dünya düşüncesinin geçerlilik kazanabilmesi için tüm ezilen ve esaret altında kalan toplulukların insan hakları düzenlemeleri doğrultusunda haklarına kavuşabilmeleri gerekmektedir. Ankara kriterleri her türlü haksızlığa karşı çıkmayı, evrensel barış ve adalet düzenlerinin kurulmasını sağlayarak ve mazlum ulusların her türlü hak ve özgürlüklerine kavuşabilmesi ve gelecekte daha adil bir yeni dünya düzenine Türkiye’nin ulaşabilmesi doğrultusunda Türk devleti ile Türk ulusunun üzerlerine düşen sorumlulukları yerine getirerek ve Ankara’nın ilkeli duruşu sayesinde daha adil bir dünya düzenine kavuşabilmesi çizgisinde, ulusalcı ve antiemperyalist kriterleri öne çıkararak, her türlü sömürü ve haksızlığın sona erdirilmesi hedeflenmelidir. Ankara Kriterleri bugüne kadar olduğu gibi öncelikle iç barışın sağlanması ve daha sonra da evrensel barışın garanti altına alınabilmesi açısından önem taşımaktadır. Uluslararası kuruluşların emperyal merkezlerin kontrolü altına sürüklenmesinin bir an önce önlenerek haksız düzenlerin ortadan kaldırılması ve uluslararası dayanışmalar aracılığı ile evrensel barış ve adalet düzeninin acilen kurulması gerekmektedir. Ankara’daki Atatürk Cumhuriyetinin Ankara Kriterleri aracılığı ile yeni bir dünya düzeni oluşumu için tıpkı Atatürk dönemindeki gibi mücadele etmesi zorunlu görünmektedir.                      

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN      

9 Temmuz 2023 Pazar

CUMHURİYETİN 100. YILINDA 100 İL VE 1000 İLÇE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

           CUMHURİYETİN 100. YILINDA 

100 İL VE 1000 İLÇE

                                                                                                                                              Cumhuriyetin yüzüncü yılında, Türkiye Cumhuriyeti genel seçimlerini yenilerken, gelecek yüz birinci yılda da yerel seçimlerini tamamlayacaktır. İki seçim arasında yüzüncü yılını kutlamaya hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti devleti, yüzyıl değişimi ile birlikte yeni bir çağ değişimi ile karşı karşıya kalmakta ve bu doğrultuda ortaya çıkan yeni koşullar çerçevesinde ve böylesine önemli bir zaman dönüşümü içerisinde, Türkiye geleceğin dünyasında yeni yerini aramaktadır. Cumhuriyet tarihi içinde yüz elli sayısını geride bırakacak kadar fazla bir siyasal partinin siyaset sahnesinde yerini almaya çalıştığı bir aşamada, her alanda ve her siyasal çizgide birbirinin tekrarı konumunda bir çok yeni siyasal parti kurularak, ülkenin geleceğine ve geçmişten gelen kazanılmış haklarına sahip çıkmak zorunda kalan Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti, bu doğrultuda örgütlenme çabası içine girmiş ve böylece  yüz elli civarında bir sayıda  partinin aktif olduğu bir siyasal ortamda, Atatürk cumhuriyeti  yüz yıllık bir birikimi arkasında bırakarak, geleceğin yüzyıllarına doğru açılım yapmaya çalışmıştır. Kamusal alandaki önde gelen kurumlar ile birlikte özel sektör alanındaki kuruluşlar da kendi çalışmalarıyla ilgili  tanıtım ve kutlama organizasyonları düzenleyerek ülkenin gelecekteki var oluşunu güvence altına  alabilmek doğrultusunda girişimler ile birlikte, her alanın kendine özgü özel yönelimleri  ile yapılanmaları birbiri ardı sıra kamuoyuna yansıtılarak, devlet ve millet kaynaşması içinde Türkiye Cumhuriyetinin birinci yüzyılının tamamlanmasının gerçekleştirilmesi için yoğun bir biçimde çaba gösterilmiştir. Bu tür ulusal çalışmalar ve kutlamaların birçok toplum kesimini bir araya getirmesi, ülkede giderek artmakta olan ayırımcı ve bölücü hareketlerin önünün kesilmesinde önemli katkılar sağlamıştır. Türkiye yüzüncü yılını tamamlarken ve yeni dönemde daha güçlü bir yapılanmaya doğru giderken aynı zamanda kendisine ayak bağı olan çeşitli siyasal sorunlarla her zaman karşı karşıya kalmıştır. Bu gibi sorunların aşılmasında ve iki binli yılların geleceğinde yerini sağlama almak durumunda olan Türk devleti, cumhuriyetin yüzüncü yıl törenleri ile birlikte bu tür bir yol arayışının gerçekleştirilmesi için yoğun bir program uygulama başarısını göstermiştir.

                Yüzüncü yılın gelişine önceden hazırlanan Türkiye Cumhuriyeti yılbaşından başlayarak gerekli önlemleri almış ve yayınlanan programlarda her kesim ile devletin ulusal bir zafer olarak anılması istenen yakınlaşma sürecine yönelmesi doğrultusunda, devlet ve kamu kurumları destekli sektörel plan ve programlara yüzüncü yıl boyunca yer verilmesine dikkat edilmiştir. Yirminci yüzyılın başında tarih sahnesine çıkmış olan Türkiye Cumhuriyeti yokluklar ve sorunlar karmaşası bir ortamda ulusal kurtuluş savaşı vererek önce bağımsızlığını kazanmış ve daha sonra da çağdaş devletler gibi bir siyasal örgütlenmeye giderek çağdaş uluslar dünyasının bir parçası olmak hakkını elde edebilmiştir. Türk devletinin kurucu önderi Atatürk, Türkiye’nin çağdaşlaşma yönünde yapısını ve yolunu belirlerken, merkezi coğrafyada modern dünyanın gereklerine uygun düşen bir çağdaş devletin öncelikle kuruluşunu sağlamıştır. Bugün yüzüncü yılını geride bırakmakta olan Türk devleti, ilk yüz yıl sonrasında ikinci ve üçüncü yüzyıllara doğru hazırlanırken kurucu önderin sonsuzluğa yönelen bir cumhuriyet çizgisi çizmesini iyi değerlendirerek, cumhuriyetin sonsuza kadar ayakta kalacağını ve kalması gerektiğini çeşitli söylev ve demeçleriyle, Türk halkına duyurmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda Atatürk cumhuriyetinin hem varlığının korunması hem de aynı zamanda diğer çağdaş ülkeler ile rekabet yarışında daha ileri düzeylerde geleceğin dünyasında yerini alabilmesi için, cumhuriyetin yüzüncü yılı kutlamaları yeni bir fırsat gibi görülerek değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu vesile ile yapılan yeniliklerin yanı sıra Türkiye için yepyeni bir hukuk ve idari düzen araştırmalarına gidilmiş ve Türkiye’deki merkezi devlet düzeni ile birlikte, Misakı Milli anlayışı ile çizilmiş olan ulusal sınırlar içinde bütün ülkeye yayılmış olan taşra teşkilatının yenilenerek güçlendirilmesine çalışılmıştır.

                Osmanlı devletinin çöküşü üzerine yaşanan ulusal kurtuluş savaşı sırasında Anadolu ve Trakya bölgelerinde on milyon civarında insanın yaşadığı dikkate alınırsa, Türkler dünyanın merkezi bölgesinde orta boylu bir ulus devlet ancak kurabilmiştir. Osmanlı devletinin bir imparatorluk olarak Balkan, Arap ve Anadolu yarımadaları üzerinde uzanıp giden ülke toprakları, devletin çökmesi ile ortada kalınca devlet geri kalmış bir siyasal örgütlenme olarak kendisini gerektiği gibi  koruyamamıştır.  Tarih boyunca fethedilen ülkelerin  bir araya getirilerek İmparatorluk topraklarının uzayıp gitmesi Osmanlı hinterlandını fazlasıyla genişletirken, benzeri bir çizgide insan unsuru artırılamamış ve tarih boyunca devam edip giden savaşlar yüzünden de ülke nüfusunun yarıdan fazlası kırdırılmıştır. Devlet çökertilirken Osmanlı ahalisinin dağınıklığı devam etmiş ve giderilememiştir. Bu dağınıklık devam ettiği sürece yeni bir Osmanlı ulusu yaratılamamış ve çeşitli bölgelerden gelen göçmenler, Osmanlı ahalisi olarak kayda geçirilerek ülke nüfusunun artması sağlanabilmiştir. Yüz yıl önce on milyonluk nüfusu ile yola çıkan yeni Türkiye Cumhuriyeti, yüzüncü yılında yüz yıllık birikimin sonucu olarak yüz milyonluk bir nüfusa sahip olabilmesi gerekirdi ama gene de bu tür bir sonucun oluşabilmesini destekleyecek derecede nüfus işleri normal boyutlarda yürütülmüştür. Bir ara batı ülkelerinin öncülüğünde nüfus planlaması çalışmaları yapılmış ve İstanbul’da yaşayan gayrimüslim zengin ailelerin öncülüğünde, Türk halkının tıpkı Çin’de olduğu gibi bir ya da iki çocuk ile yetinmesi gerektiği, Türk devletinin gündemine zorla getirilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türkiye’nin nüfusu batılı vakıflar aracılığı ile kontrol altına alınarak, Anadolu  ve Trakya yarımadaları üzerinde  Türklerin nüfus olarak artması ya da yüz yılda yüz milyon nüfusa sahip olabilmesinin önüne geçilmek istenmiştir. İki milyara yakın bir nüfusu olan Çin ve Hindistan gibi dev ülkelerde bir türlü uygulanamayan nüfus kontrolü programları, dünya nüfusunu azaltmak için uygulamaya getirildiğinde, İstanbul merkezli nüfus kontrolü plan ve projeleri emperyalist batı ülkeleri üzerinden Türkiye’ye getirilerek, Türk nüfusunun artırılmasını engellemek için uygulanmıştır. Ankara merkezli bir yapılanma içindeki Türk devletinde İstanbul merkezli politikalar ile nüfus kontrolü düzenli olarak yapılmıştır. Böylece yüz yılda yüz milyonluk nüfus gücüne sahip olma çizgisindeki ulusal politika, emperyalist destekli nüfus kontrolü yüzünden gerçekleştirilememiştir.

                Ankara’nın doğusunda yer alan Doğu Anadolu bölgesinde ise, İngiliz emperyalizminin yüz yıl önce hazırlamış olduğu Sevr planı ve haritası doğrultusunda Ermenistan, Lazistan, Alevistan ve Kürdistan adlarını alacak dört ayrı ulus devlet kurdurulmaya çalışırken, tehcir uygulaması ile Suriye’ye gönderilen Ermenilerin geri dönüşü sağlanmaya çalışılmıştır. Kuzey Irak’da Türkiye’nin önüne kesecek derecede güçlü bir Kürdistan  ile Lazistan devletleri  ABD emperyalizmini kullanan İsrail siyonizmi çizgisinde Türkiye topraklarının doğu bölgesinde oluşturulmaya çalışılmıştır .Batı Anadolu’da nüfusun gelişimini önlemek, doğu Anadolu’da ise yaşayan bütün toplulukları alt kimlikli bir yapılanmaya sürükleyerek Türklüğün ortadan kaldırılmaya çalışılması, yüz yılda yüz milyon nüfusa erişebilen Türkiye projesinin önünü kesmiş ve Osmanlı döneminde olduğu gibi bir ulus devlet olarak kurulmasına rağmen, Türk topraklarının eskisi gibi alt kimlikli toplulukların yaşam alanı olmasının yolu açık tutulmuştur. Yüz yıl önce on milyonluk nüfus ile işe başlayan Türk devletinin kendi nüfusunu kontrol edebilmesi emperyalist ve Siyonist projeler aracılığı ile önlenirken, batı Anadolu’daki batılı vakıflar ile, doğu Anadolu bölgesindeki terör örgütleri hep beraber birlikte geleceğin Siyonist federasyonunun oluşturulması yönünde, emperyalist istihbarat örgütlerinin denetimi altında çalışmalarını sürdürmüştür. Bugün cumhuriyetin yüzüncü yılı idrak edilirken, Türkiye yüz yılda yüz milyon nüfus projesini eski Osmanlı uzantısı toplulukların ülkeye getirilmesi ile çözmeye çalışmış ama bu gibi toplulukların tamamı alt kimlikli olduğu için, zorla vatandaşlık verilen eski Osmanlı uzantıları bugün Anadolu’nun belirli bölgelerine gelip yerleşerek Ermenistan, Lazistan, Kürdistan, Alevistan, Trakya ve Ege Cumhuriyetlerini ülkenin çeşitli bölgelerinde kurmaya çalışmaktadırlar. Ulusal kurtuluş savaşı sonrasında Türk halkı ülkeye dağınık bir biçimde yerleştirildiği için devlet bu durumun yönetilmesinde etkin olamamış, Sevr projesi, Büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projeleri doğrultusunda, bölgesel alt kimlikler çizgisinde Türkiye parçalanmış bir devlet yapılmak istenmiştir.

                Türkiye genel seçimler aracılığı ile yeniden bir yerel yönetimler seçimi aşamasına gelirken, bu kez batı emperyalizminin bölücü planları ve İsrail’in bölge merkezli politikalarının bölücü tehditleri ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Elli sene tam üyelik vaatleri ile Avrupa kapısında bekletilen Türkiye Cumhuriyeti Avrupa’nın güvenlik sorunlarında ve göçmen meselesinde sonuna kadar kullanılırken ve para yardımlarının esirgenmesi aşamasında, Avrupa ile karşı karşıya kalınmış ama şimdi gelinen noktada Avrupa’nın çıkarları doğrultusunda Türkiye hem Rusya hem de İran ile savaştırılmak istenmektedir. Şimdiye kadar böylesine Türkleri dışlayıcı bir politika uygulayan Avrupalılar, bu gibi olumsuz politikalarla yetinmeyerek, Barcelona merkezli uluslararası şehir devletleri ve yerel yönetimler birliğine Türkiye’yi üye yaparak, deniz kenarındaki büyük belediyeler üzerinden, Türkiye Cumhuriyeti’nin ülkesel birlik ve bütünlüğü ortadan kaldırmak istemektedirler. Türk devleti batılı devletlerle merkezi hükümetler üzerinden uluslararası ilişkilerini yürütürken, batı blokunun önde gelen emperyalist büyük devletleri Türk tarafına karşı çıkmaktadırlar. Büyük İsrail projesi çizgisinde bir İngiliz planı olan bölgesel federasyon oluşumunun önünü açmaya çalışan Türkiye’nin sahte dostlarının aslında, Türk devletine karşı düşmanca bir ortak tavır içinde oldukları görülmektedir. Kendisi birleşemeyen Avrupa Birliğinin, ya da bölünme süreci içindeki Amerika Birleşik Devletleri’nin de Türkiye’nin bölünmesinden yana oldukları, İsrail lobilerinin baskıları sayesinde Osmanlı devleti sonrasında büyük bir merkezi coğrafya federasyonu hesapları içinde hareket ettikleri açıkça görülmektedir. Türkiye yeteri kadar iç ve dış düşmana sahipken bir de yeni dönemin emperyalist plan ve projelerinin ortaya çıkarılması, Türkiye merkezli coğrafyada kurulmuş olan Türk devletinin geleceğe yönelen misyonunu görmezden gelerek, merkezi alanı bir belirsizlik sürecine doğru yönlendirmektedir.

                Yüzüncü yıl döneminde bir genel seçim yaparak ülkesindeki cumhuriyet rejiminin demokrasi ile bütünleşmesi hedefinde önemli bir siyasal adım atan Türk devletinin, toplumsal tabanının giderek genişlediği ve bu doğrultuda Anadolu coğrafyasının doğal bir süreç içerisinde eskisine oranla çok daha farklı bir yapılanma kazandığını, ortaya çıkan yeni koşullar belirlemiştir. Özellikle dünya nüfusunun sekiz milyarı geçmesi ve bu doğrultuda kendisine yerleşecek yeni yurt arayan milyonlarca insanı evlerinden ve yurtlarından uzaklaştırarak, ekmek kavgası amacıyla başka ülkelere doğru estirilen rüzgarlar aracılığı ile, sürüklenmelerinin yolunu açmıştır. Hedef ülkeler içinde yer alan Türkiye her geçen gün gelen göçmen dalgaları ile boğuşmak zorunda kalırken, özellikle Asya, Afrika ve Avrupa kıtaları arasında giderek hızlanan göçmen trafiğinin Türkiye’yi dört bir yandan tehdit ettiği ve bu yüzden Türk toplumunun ciddi bir sarsıntı içerisine doğru sürüklendiği görülmektedir. Birinci dünya savaşı sonrasında Anadolu yarımadasını bir Türk ülkesi olarak yeniden biçimlendiren Türk kavimlerinin göçleri ile Türkiye bir yüzyılı geride bırakırken, Avrupa Birliği süreci içinde uygulanan insan haklarının bölücü amaçlarla kullanılması  ve bu doğrultuda alt kimlikli insanların  giderek Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde alt kimlikli şehir ya da eyalet devletlerinin oluşturulması için yeni politikaların uygulanması için, önemli ülkelerden emperyalist projeler ile birlikte maddi katkı ve desteklerin sürdürüldüğü açıkça ortaya çıkmıştır. Dünya haritalarındaki oransızlık ve tasnif dışı yaklaşımlar çerçevesinde küçük bir ada devleti olan Malta adası ile birlikte, kocaman bir kıtasal alan oluşturan Avustralya devleti dünya hukuk düzeni içinde, var olan çelişkileri ve de devletlerinin oransızlığı çerçevesinde yer alması karışıklık yaratmıştır. Yirminci yüzyılda devlet sayısının  iki yüzden iki binlere çıkartılması amacıyla ulus ötesi bir evrensel oluşum biçiminde şehir ve eyalet devletlerine giden yollar, küresel sermayenin tek dünya devletini kurmaya çalıştığı yeni dünya düzeni çerçevesinde zorlanmakta ve insan hakları kavramı ile üstü örtülen alt kimlikçiliğe devam edilerek, yeni yüzyıllarda  iki bin eyalet devleti ya da beş bin şehir devleti gibi yeni siyasal oluşumlar olarak, var olan ulus devletleri ortadan kaldırmak ya da yok etmek çizgisinde, yeni dünya düzeninde temel dayanak noktası durumuna getirilmek istenmektedir. Bütün ulus devletleri tehdit eden şehir ve eyalet devletçiklerine karşı var olan ulus devletler kendilerini korumaya başladığı için kaotik bir ortam öne çıkmaktadır.

                Dünya hegemonya kavgasının cereyan ettiği orta bölgedeki bütün ulus devletlerin birliği ve ulusal sınırlar içinde bütünlüğü küresel sermayenin bölücülüğü karşısında fazlasıyla önem kazanırken, yerel ve genel seçimlerin konumları farklı boyutlar kazanmıştır. Genel seçimler sırasında ülkenin birliği ve bütünlüğü yerine bölgelerin farklılığı ve bu doğrultuda ayrı bir yapılanma içinde olması dile getirilirken, yerel seçimler sırasında da yerel kimlikler ya da alt kimliklerin hortlatılmasına dikkat edilerek, ülke içinde birbirinden farklı bölgelerde yerelcilik ya da bölgecilik politikaları önemsenerek ortaya Avrupa Birliği gibi bölgesel devlet olmak isteyen oluşumlar siyasal gündeme getirilmektedir. Böylesine var olan siyasal düzeni dışlayan ya da görmezden gelerek gereklerini yerine getirmeyen devletlerin ya da benzeri uluslararası kuruluşların, yaşanmakta olan çözülme ve dağılmaya yönelik konjonktürlerinde  ülkenin birliği ve bütünlüğünden yana olan milliyetçi ya da ulusalcı toplum kesimlerinin bu gibi yerelci ya da bölgeci yaklaşımlara karşı gereken dikkati göstermeleri ve bu tür olumsuz yaklaşımların devlet ve millet bütünlüğünü ortadan kaldırma girişimlerine karşı, hem dağılmayı önleyen hem de ülkedeki ulus devlet ile ulusal toplumun parçalanmadan, tek ve bütün bir konumda kalabilmek ya da yola böylesine güçlü bir biçimde devam edebilmek üzere, anti bölücü ya da anti emperyalist çizgide kararlı karşı çıkışları ve politik tepkileri milliyetçi toplum kesimleri tarafından ortaya koymak gerekmektedir. Bu doğrultuda her ulus devlet gereken önlemleri anayasa ve yasalar çerçevesinde almak durumundadır. Eğer devletin kurumları ve kadroları alt kimlikçi etnik gruplar ya da dinsel  topluluklar tarafından işgal edilirse ve ulus devletin mekanizmalarının çalışmasına engel çıkarılarak kamu düzenine zarar verilirse, o zaman bir ulus devlet çatısı altında vatandaş konumunda olan herkes, sahip olduğu bireysel hakları doğrultusunda ülkenin birlik ve beraberlik içinde varlığını koruyabilmesi için harekete geçebilir ve suç duyurusunda bulunarak,  bölücü ve yıkıcı siyasal kuruluşları ya da hareketleri izleyerek bunlara destek verebilir ya da finansal kaynak sağlayabilir. Tüm ülkeyi genel hatlarıyla desteklemek ve bu çizgide ulus devlet yapılanmasının korunabilmesi için gerekli olan siyasal adımların atılması, ulusalcıların örgütlenmesine ve de toplumun milli kanatlarında yaşayan insanların daha aktif bir politikaya yönelerek, hareket etmesine bağlı bulunmaktadır.

                Türkiye Avrupa üzerinden gelen bölücü hareketlerin parçalayıcı girişimlerinin etkileri altına girerken, yeni açılan mecliste ele alınması istenen Türkiye’nin yeni idari yapılanması kamuoyuna yansıtılmıştır. Bu doğrultuda cumhuriyet devletinin yüzüncü yılının kutlandığı bu tarihi aşamada ülkedeki vilayet sayısının yüze ve ilçe sayısının da bine çıkartılması önerisi dile getirilmiştir. Böylece ülkede giderek artan nüfusun yerleşim gereksinmelerinin daha kolay karşılanabileceği ve kentler arasındaki var olan geçmişten gelen idari taksimatın daha geliştirilerek, ülkenin her yanına dağılmış olan göçmen nüfus ile  işsiz halk kitlelerine iş bulmak ve bunlar için ülkede yerleşik düzeni daha da büyüterek devletin yapısının genişletilmesi ve değişen koşullarda yeni dengelerin devletin modeline uygun bir çizgide  öne çıkartılması, var olan hukuk düzeni çerçevesinde  geliştirilebilecek yeni devlet aklı uygulamaları aracılığı ile sorunlar çözüme kavuşturulabilir. Böylesine bir aşamadan geçmekte olan Türkiye Cumhuriyeti dış konjonktür ile iç oluşum süreçleri karşısında yeni bir ikileme doğru sürüklenmeye çalışılmaktadır. Bölücüler ve emperyalistler Türkiye’nin yerine yeni bir emperyal plan ya da proje gündeme getirerek ülkeyi yok etmeye doğru var olan konjonktürü derinleştirirlerken, bölücülüğe ve ayrılmaya karşı çıkan ulusalcı kesimler, ülkeyi ayakta tutabilmek ve bu çizgide devletin devamlılık çizgisinin kesintisiz devam etmesini istemekte ve ülkeyi bölebilecek her türlü girişime karşı tehditleri ortadan kaldırabilecek yeni adımları atabilmektedirler. Var olan hukuk devleti çatısı altında Türkiye Cumhuriyeti’nin ulusalcı yapısı ve kimliği korunarak hareket edildiği zaman h er türlü bölücü ve de ayrımcı senaryoların devre dışı kaldıklarını geçmişten bugüne gelen senaryolar ortaya koymaktadır. Yeni bir dünya düzenine geçilirken imparatorluk peşinde koşan emperyalistlere karşı yeni dönemde ulus devletlerin yeni savunma stratejileri devreye girmektedir. Saldırgan emperyalistlere karşı kazanılmış haklar düzenini korumak isteyen ulus devletler, bu duruma karşı çıkarak kendilerinin geleceğin yeni dünyasında var olabilecekleri uluslararası bir dayanışma düzeni istemektedirler.

                Tarih boyunca ulus devletler kendi toplumsal ya da yönetsel yapılarını değişen koşullara göre yeniden ayarlayan yönetim reformlarına giderek, varlıklarını güvence altına almak ve bu doğrultuda yeni ortaya çıkan koşullar ile durumlara göre kendi siyasal ve hukuksal yapılarını yenilemek durumundadırlar. Ulus devletlerin geçen yüzyıldan gelen kazanılmış hakları doğrultusunda kendi yapılarını korumak için yaptıkları reform çalışmalarının benzerleri yüz yıllık cumhuriyet döneminde gündeme getirilmiştir. Özellikle 27 Mayıs sonrasında Süleyman Demirel ve Mümtaz Soysal ikilisinin yürüttüğü çalışmalar ile Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi merkezli çok kapsamlı bir reform çalışması Başbakanlık üzerinden yapılarak, yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Türk devletinin soğuk savaş döneminin koşullarına uyarak daha güçlendirilmesinin yolları aranmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türk devletinin yenilenmesi çalışmaları doğrultusunda üç büyük idari reform çalışması TODAİE adını taşıyan devletin kendini yenileme merkezinde hazırlanarak, yeni bir düzen için uygulama alanına aktarılmıştır. Başbakanlık raporu sonrasında İdari Reform ve Kamu Yönetimi Araştırması adı ile yayınlanan iki ayrı idari reform çalışması, değişen koşulların dikkate alınmasıyla hazırlanarak devreye sokulmuş ve böylece her on yılda bir gündeme gelen ara rejimlerin kamu yönetimine yönelik yansımaları gerçekleştirilmiştir. Batı dünyasının önde gelen büyük devletlerinin gündeme getirdiği idari yenilikler ara rejimler sonrasında gündeme gelen idari reform kanunları ile düzene konulmaya çalışılmıştır. Batı dünyasının yanında kurulmuş olan batı tipi bir ulus devlet olarak Türkiye özellikle Avrupa ve Amerika merkezli idari gelişmeleri yakından izlemiş ve bu uygar ülkelerdeki idari gelişmelere uzak durmamak ve geçmişten gelen uluslararası düzeni desteklemek çizgisinde, reform çalışmaları üst düzey idari kurumlar ve üniversitelerin yardım ve destekleri ile tamamlanmaya çalışılmıştır. Yüz yıllık Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan bu yana çağdaş bir devlet yapılanmasını benimsemesi sayesinde batıdan esen rüzgarlar doğrultusunda Türkiye Cumhuriyeti genç bir cumhuriyet olarak varlığını koruyabilmiş ve yüzüncü yılını tamamlayarak ne kadar güçlü bir devlet yapılanmasına sahip çıktığını ortaya koymuştur.

                Genel seçimler atmosferinde yerelci yaklaşımların öne çıkarılarak tartışma konusu yapılması ve bu doğrultuda emperyalist baskıların giderek artması nedeniyle ulus devletten yana olan milliyetçi ve vatansever kesimler geçmişten gelen bir ulusal isteği dillendirmeye başlayarak, Türk devletini daha da güçlendirmek için Türkiye’deki il sayısını 1OO’e ilçe sayısını ise 1000’e çıkartılması gerektiğini kamuoyuna yansıtmışlardır. Yüz yıllık cumhuriyetin doğal hedefi olarak 100 milyon nüfus ile 100 vilayete sahip olma düşüncesi uzun süredir gündemde olan bir talep olarak, daha önceleri de Ulusal Güç Birliği Programı ile gündeme getirilmişti. O zaman bu girişimi bölücülük olarak gören ve karşı çıkan milliyetçi kesimlerin bazı kuruluşları Ulusalcı kesimlerin başından bu yana destekledikleri 100 il ve 1000ilçe programının ülkenin bölünmesine karşı yeni bir idari reform girişimi olarak kabul etmek mümkündür. Merkezi coğrafyada 100 vilayete dayanan ve bu çizgide yüz milyonluk bir nüfusa sahip olacak bir Türk devleti bu aşamadan sonra gelecekteki nüfus yapısını çok daha dikkatli olarak ele almak ve incelemek durumundadır. Siyonizm ve emperyalizm Anadolu’dan Türklüğü dışarı atmaya öncelik verirken, bazı siyaset adamlarının ülkeyi Arap, Rus, Ukrayna ve de Asya ya da Afrika kökenli başka ulusların temsilcileriyle Anadolu ve Trakya topraklarını doldurmaya çalıştıkları görülmektedir. Türkiye bugün Osmanlı hinterlandının merkez ülkesi olarak geçmişten gelen Osmanlı ahalisini teslim alarak onlara Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olma hakkını tanımış olan bir demokratik cumhuriyet devleti olmanın bütün gereklerini yerine getirmiştir. Ne var ki başta Siyonist İsrail olmak üzere Türkiye’nin nüfus yapısını oluşturan eski Osmanlı mirası nüfus içindeki gayrimüslimler ile yabancı devletlerin vatandaşı konumundaki alt kimlikli göçmenler bugünün Türkiye’sinde bu ülkeye izinsiz gelerek ciddi bir nüfus kargaşası ve siyasal sorunlar ortaya çıkarmaktadırlar. Sevr haritası doğrultusunda Kenan Evrenin söylediği gibi Türkiye’den sekiz ya da on devlet çıkarmak isteyen emperyalizm, devletin üst kimliği olan Türklüğü yok etmeye çalışırken, Balkanizasyon oluşumunu Balkanlar’dan sonra Anadolu’ya emperyalizm ve Siyonizm elbirliği ile taşımaya çalışmaktadırlar.

                Türkiye Cumhuriyeti yeni dönemin rüzgarları arasında silinip gitmemek için kendisini yenilemek zorundadır. Bu aşamada dördüncü bir idari reform olarak, “100  İL – 1000 İLÇE “ tanımlaması ile  açıklanan yapılanmaya yerel seçimler sonrasında gidilebilir ve Sevr haritaları doğrultusunda oluşturulan yeni eyalet devletlerin önü böylesine bir idari reform ile kesilebilir. Türkiye’nin coğrafi bölgelerinde Bizans imparatorluğu sırasında da yedi bölgede yedi ayrı devlet kurulması için eyaletler üzerinden federasyona gidilmek istenmiş ama başarılı olamamıştır. Roma imparatorluğu bu yüzden çökerken geleceğin parçalı devletleri Bizans toprakları üzerinde kurulmaya çalışılmıştır. Daha sonraki aşamada Selçuklular aracılığı ile Türk boyları merkezi coğrafyaya gelerek Hazar imparatorluğunun devamı çizgisinde orta alanın çeşitli bölgelerine yerleşmişlerdir. Türklerin sayısının göçler yolu ile çoğalması üzerine, önce Selçuklu sonra da Osmanlı yönetimleri devletleşme şansını elde etmiştir. Üç kıta üzerinde kurulan merkezi devletlerin imparatorluklar çağında on ya da on beş civarında eyaletler oluşturarak imparatorluk yönetimlerine yönelmişlerdir. Bizans döneminde olduğu gibi eski Osmanlı topraklarının Balkanizasyon devletlerine mahkum edilmemesi için, merkez ülke Türkiye’nin idari örgütlenmesinin yenilenmesi ve çok büyüyen ilçelerin il yapılması ve yeni gelen göçmenlerin yerleştikleri yerlerde oluşturdukları yeni yerleşim yerlerinin de öncelikli olarak ilçe statüsüne kavuşturularak, bunların da yavaş yavaş devreye girdiği yeni bir yerleşim düzeni aracılığı ile iller arasındaki çekişmelerin önlenmesi ve bölgesel eyaletleşmelere izin verilmemesi için ilan edilecek 1000 ilçe 100 il düzeni ile emperyalistlerin 7 ya da  8 alt kimlikli küçük devletçikler önlenebilir ve dördüncü bir idari reform ile Türkiye bölünmekten kurtulabilir. Balkanlaşma olgusunu önleyecek ama bu arada giderek sayısı artan göçmenlerin bölücü devlet kurmalarına izin vermeyecek adımlar atılabilir. Bizans eyaletleri ya da mikro milliyetçi Balkanlaşma eğilimlerine karşı 100 il ve 1000 ilçe modeli ile ulusal birlik ve devletin bütünlüğü gibi temel hukuk kuralları güvence altına alınabilir ve bu doğrultuda yerel seçimlere giderken dış güçlerin Türk halkının kafasını karıştırmalarına engel olunabilir. Şehir devletlerini önlemek için 100 il, bölgesel eyaletleri engellemek için de 1000 ilçenin kurulması devletin toplumsal tabanının daha da güçlenmesine ve de taşra örgütlenmesinin merkezi devlete daha sıkı bir biçimde bağlanmasını sağlayarak, ülkenin merkezinde ya da bölgelerinde yönetim krizlerinin çıkması önlenebilecektir.

                Şu an 81 vilayet ve 945 ilçeden oluşan Türkiye Cumhuriyeti’nin ülke yapılanması giderek artan nüfus sayısı ve yeni yerleşim yerlerinin oluşmasıyla 81 vilayetin 100 ile, 945ilçenin ise 1000 ilçeye dönüştürülmesi ile birlikte, Türkiye yepyeni bir yeni düzene kavuşacak ve bunun sonucunda Türkler Anadolu yarımadası ille Trakya bölgelerine yeniden yerleşmek durumunda kalacaklardır. Günümüzde Cumhuriyetin 100 yıldönümünde Türk dünyasına açılarak yeni dünya dengelerine yönelecek, Türkiye Cumhuriyeti ülkesi ve milletiyle bütünleşmek üzere yola çıkacak, Balkanlaşmanın getirebileceği her türlü bölücülüğe karşı yeni oluşturulacak 100 il – 1000 ilçe modeli ile Türkiye merkezini ve ülkesini güçlendirerek ve bütünleşerek güçlenme alternatifine yönelmek durumundadır. Yeni iller ve ilçeler kurulurken, var olan eski düzenlere dikkat edilmeli ve geçmişten gelen çekişmelerin ve sorunların günümüzde yeniden hortlatılmasına izin verilmemelidir. Son günlerde basına yansıyan İskenderun ilçesinin vilayet olması Hatay’ın bölünmesine giden yolu açmamalıdır. Reform yapılırken ve İl ile ilçeler yeniden değerlendirilirken her bölge ve yerleşim yerinin durumları açığa kavuşturulmalıdır. Yeni merkezler yaratılırken, şehirlerin devletleşmesi önlenmeli belirli bölgelerde toplanan halk kitlesi ya da göçmenlerin alt kimlikle yer alabileceği eyalet devletleri yaratılmamalıdır. Güçlü bir başkent olarak Ankara yeniden yapılandırılmalı ve iller, ilçeler ve diğer yerleşim merkezlerinin de güçlü başkentin çatısı altında yeniden yapılanmaları sağlanmalıdır. Türkiye’nin Avrupa birliğine üyeliğini önleyen yerel yönetimler özerklik şartı gibi bölücü ve karıştırıcı antlaşmalara yer verilmemelidir. Türkiye’ye kasten dayatılan bu özerklik şartına hiçbir Avrupa ülkesi ulus devlet olarak katılmamıştır. Uluslararası toplantılarda halkı aldatmak için alınan kararlar doğrultusunda Avrupa ülkeleri yeni yasaları meclis kararı ile kabul etmedikleri için, bize dayattıkları şartları kendileri uygulamamaktadırlar. 

 Prof. Dr.  Anıl ÇEÇEN