14 Ağustos 2022 Pazar

KAMU YÖNETİMİ AKADEMİSİ(KAYA) ACİLEN KURULMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

            KAMU YÖNETİMİ AKADEMİSİ(KAYA) ACİLEN KURULMALIDIR

                                                                                                                             

                 Türkiye’de devlet sorunu her geçen daha da büyürken ve zamanla içinden çıkılmaz bir kaotik ortama doğru sürüklenirken, Türkiye Cumhuriyeti devleti kendi varoluş nedeni olarak yaratılmış bir kamu kurumunu bir gece ansızın kapatarak, Türk devletinin kurumsal dayanak noktası olan kurumu ortadan kaldırmıştır. 1952 yılında, ikinci dünya savaşı sonrası bir aşamada kurulması gündeme gelen  TODAİE- TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ, Ankara Üniversitesi çatısı altında Siyasal Bilgiler Fakültesine bağlı olan bir hukuksal statü içinde kurulmuş ve küresel emperyalizmin Türk devletini tasfiyesi aşamasına kadar yaklaşık olarak yarım yüzyılı aşkın bir süre, Türk ulusuna ve Türkiye Cumhuriyeti devletine önemli hizmetler görerek, uluslararası alanda Türk devletinin diğer devletler ile olan rekabet yarışında geri kalmamasını ve aynı dönem içinde de bir çok devletten daha iyi ve gelişmiş bir konuma gelerek, onlarca devletin çağdaş bir düzeye gelmesi sürecinde onlara öncülük ve ağabeylik yapmıştır. Türkiye bir orta boy devlet olarak uluslararası alanda çok yönlü ilişkilere girerken kendisinden büyük olan devletlerden öğrendiklerini, daha sonraki aşamalarda kendisinden küçük olan devletlere doğru yönlendirmiş ve bu doğrultularda çeşitli araştırma, eğitim ve kalkınma projelerinde küçük devletlere yol göstererek öncülük yapmıştır. TODAİE’nin tarihi incelendiği zaman, Türk devletinin bu kamusal örgütlenme ile yapılanma merkezinin Türkiye Cumhuriyeti adına birçok plan ve proje ile birlikte aynı zamanda uluslararası projelerde de Türkiye’yi gerektiği gibi temsil ederek, kamu yönetimi alanında ilerleme, gelişme ve kalkınmaya yönelik projelerin uluslararası alanda daha etkin bir çizgide yürütülmesine, yardımcı olarak üzerine aldığı misyonu gerektiği gibi yerine getirmeye çalışmıştır.

                TODAİE- TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ , ikinci dünya savaşı sonrasında ABD Orta Doğu’ya gelirken, Türkiye NATO’ya üye olarak girerken  ve aynı zamanda Atlantik emperyalizmi ile Siyonizm ortaklığı merkezi coğrafya da yeni bir düzen kurarken, orta dünyanın merkezi devleti olarak diğer devletlerden çok farklı konumda olan Türkiye Cumhuriyeti de Atatürk sonrası dönemde bölge yeniden kurulurken yeniden biçimlendirilmek istenmiş ve batı dünyasında görülen kamu yönetimi alanındaki yeniliklerin Türkiye’ye yansıtılması açısından Türk devleti içinde yeni bir yapılanmaya gidilirken, TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ, YAKIN VE ORTA DOĞU ÇALIŞMA ENSTİTÜSÜ ve ORTA DOĞU TEKNİK ÜNİVERSİTESİ gibi resmi adlarında “Orta Doğu” kavramı taşıyan üç kamu kurumu aynı anda  kurularak, Avrupa’nın komşusu konumundaki Türkiye’nin yüzünü batıdan çevirerek doğusunda bulunan Orta Doğu bölgesine doğru yönlendirilmesi sağlanmak istenmiştir. Günümüzde çok konuşulan Büyük Orta Doğu projesinin aslında yirminci yüzyılın ikinci elli yılına girerken bölge ve Türkiye’ye yön vererek orta alanda Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail ve İngiltere’nin Yakın Doğu Konfederasyonu projelerinin ilk adımlarının atılmaya başlandığı görülmüştür. İşte bu aşamada ABD destekli kuruluşu yapılan TODAİE daha sonraki yarım yüzyılı aşan ömründe birçok idari reform ve kamu yönetimi geliştirme ya da araştırma ve eğitim gibi çalışmaları başarı ile yürütmüştür. Avrupa’nın yanı başında bir Avrupa kamu yönetimi enstitüsünün kurulmaması ve de bu doğrultuda Türkiye ile bölgenin yeniden yapılandırılması aşamasında, Orta Doğu merkezli üç kamu kurumunun Türk devletinin çatısı altında 1952 yılında kurulması, gelecekte Türkiye’nin yönünün batı değil ama   Orta Doğu üzerinden doğu olacağının en önemli işareti olarak kabul edilebilir. Balkanlar sınır komşusu olarak Avrupa ile bir köprü oluştururken, Türkiye’nin yüzünün doğuya çevrilerek Orta Doğu merkezli bir yenilenmeye yönlendirilmesi, Büyük Orta Doğu projesinin yarım yüzyıl önceki başlangıcıdır.

                Türkiye bu dönemde 27 Mayıs oluşumu ile de karşı karşıya getirilmiş ve yeni bir anayasa gündeme getirilerek devletin yapısı daha modern bir çatıya dönüştürülmek istenmiş ve bu tür modernleşme girişimlerinde, TODAİE ilgili ve yetkili kamu merkezi olarak Türk devletinin kendini yenileme girişimlerinde gerekli olan çalışmaları Ankara Üniversitesi çatısı altında yapmıştır. 27 Mayıs sonrasında devletin örgütsel yapısı yenilenirken, TODAİE Ankara Üniversitesi içindeki bilimsel araştırma ve eğitim merkezi konumundan çıkarılarak daha etkin bir kamu kurumuna dönüştürülmüş ve Başbakanlığa bağlı özerk bir kamu kurumu olarak, TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ GENEL MÜDÜRLÜĞÜ adı altında başbakanlığa bağlı bir genel müdürlük olarak yeniden düzenlenmiştir. TODAİE böylece eğitim ve araştırma ağırlıklı bir eğitim merkezi olmaktan çıkartılarak, günlük işleri yürüten kamu yönetiminin bir parçası konumuna getirilmiş ve bu alanda uzmanların toplandığı bir kamu kurumu olarak diğer kamu kuruluşları ile birlikte başbakanlık ya da diğer bakanlıklar aracılığı ile yürütülen kamu yönetimi işleri ve projeleriyle uğraşmıştır. 27 Mayıs sonrasında devlet işlerinin yürütülmesinde hem günlük idari çalışmalar yapılmış hem de bunların yeterli olmadığı aşamalarda Türk Silahlı Kuvvetleri’nin devreye girmesiyle birlikte askerlerin yönetim de olduğu bazı ara dönemler de gündeme getirilerek kullanılmıştır. 27 Mayıs bu alanda yepyeni bir anayasa getirerek devleti yeniden kurduğu gibi, benzeri düzenlemeler 12 Mart, 12 Eylül, 28 Şubat ve de 15 Temmuz gibi ara rejim tarihlerinde gündeme getirilirken, devletin kamu yönetimi organlarına düşen işlerin ve de çalışmaların yerine getirilmesinde TODAİE diğer devlet kurumları ile birlikte kamu yönetiminin yenilenmesi çizgisindeki çalışmalara katılmışlardır. Normal tarihlerde TODAİE Türk devletinin yönetim sorunları ile uğraşırken, ara dönem ve askeri rejimlerde, olağanüstü durumların ortadan kaldırılması çizgisinde devlet adına yapılması gereken işlerin yerine getirilmesi ya da bütünüyle devlet yönetimini güçlendirecek düzeyde idari reform çalışmalarının tamamlanması amacıyla, TODAİE öncülüğünde yeni çalışmalar birbirini izleyen bir doğrultuda gündeme getirilerek tamamlanmaya çalışılmıştır.

                27 Mayıs hareketi bir devrim olarak ele alındığında Atatürk devriminin eksik kalan yanları ele alınarak tamamlanmaya çaba gösterilmiştir. Askeri yönetim işbaşında iken yapılan çalışmaların bir kısmı daha sonraki aşamalarda da ele alınarak Türk devlet geleneğinin sürdürülmesi için adımlar atılmıştır. Merkezi idarenin yenilenmesini hedefleyen bu araştırma raporu, MEHTAP raporu adıyla eski başbakan Süleyman Demirel ile TODAİE’nin kurucularından olan Anayasa Profesörü Mümtaz Soysal’ın iş birliği sayesinde gerçekleştirilmiştir. Atatürk dönemindeki Kuvayı Milliye yönetimi koşullarında hazırlanmış olan bu, bilimsel çalışma, Merkezi hükümet teşkilatı araştırma projesi adı ile yayınlanmıştır. TODAİE’nin en önemli katkılarından birisi olan MEHTAP projesi daha sonraki dönemlerde gündeme gelen idari reform çalışmalarına ışık tutarak yön göstermiştir. TODAİE’nin sonraki yıllarda yaptığı çalışmalar siyasal dönemlere göre değişiklik göstermiştir. Askeri rejimlerde ara dönem çalışmaları yapılırken, normal dönemlerde de TODAİE bir eğitim ve araştırma kurumu statüsü ile hareket ederek kendisinden beklenen uzman kuruluş ihtisasını kamu yönetimi sisteminin üzerine yaymaya çaba göstermiştir. 1971 yılında verilen bir muhtıra ile Türkiye yeniden bir askeri yönetim ara rejimine sürüklendiği aşamada yeni hükümet bir yasal düzenleme yaparak İDARİ REFORM çalışmalarını başlatmıştır. Üniversiteler ve bakanlıklar ile ilgili uzman kuruluşların temsilcilerinden oluşturulan geniş bir kadro ile TODAİE yeni idari reform raporunu MEHTAP sonrası dönemin koşullarında tamamlamıştır. Askeri rejimin kısa sürmesi ve reform programını uygulamaya geçirecek uzun süreli bir güçlü hükümetin işbaşına gelememesi yüzünden, yeni ortaya konulan idari reform programının masada kalması ve bu nedenle de uygulama alanına getirilememesi gibi olumsuz durumları ortaya çıkardığı için cumhuriyet tarihinin ikinci idari reform çalışması da sonuçsuz kalmıştır. İki cihan savaşı sonrasında dünya soğuk savaş koşullarına uygun bir değişim süreci içine girerken, Türk devletinin yeniden yapılanma girişimleri görmezden gelinerek, emperyalizmin geleceğe dönük plan ve projelerine uygun çalışmalar yirminci yüzyılın son çeyreğinde gündeme getirilmiştir. Ülkenin kendi çıkarları doğrultusundaki yenilenme çabaları emperyal güçlerin girişimleriyle engellenmiştir.

                12 Mart ara rejiminin kısa sürmesi yüzünden gerektiği gibi yapılamayan idari reform çalışması daha sonraki aşamada bir NATO darbesi ile gündeme gelen 12 Eylül askerî harekâtı ile yeni bir aşamaya gelmiş ve 12 Mart’ta yapılamayan geniş kapsamlı idari reform 12 Eylül’ün uzun yıllarından yararlanılarak tamamlanmak istenmiştir. 12 Eylül bir NATO harekatı olduğu için ara rejimde işbaşına gelen askeri kadroların çoğunluğu NATO kökenli olmuş ve bu doğrultuda Atlantik ittifakının bir askeri örgütlenmesi olan NATO Türkiye’de yönetimi  ele geçirerek, Türk devletini kendi istediği hedeflere doğru yönlendirerek, Türk devletinin kuruluş yıllarından gelen yapılanması ve dayandığı ilkeleri görmezden gelerek, Kuzey Atlantik ittifakının çıkarları doğrultusunda ve İsrail’in güvenliği ön plana alınarak yepyeni bir misyonu esas alan bir devlet yapılanmasına Türkiye zorlandıkça, MEHTAP ve  İDARİ REFORM projeleri geride bırakılarak 12 Eylül’ün getirdiği NATO yapılanması esas alınmıştır. Türk Silahlı Kuvvetlerinin NATO üyesi olması yüzünden ortaya çıkan bu gibi karışıklıklarda iç ve dış konjonktürler karşı karşıya gelmiş ve bu yüzden de Türkiye’nin devlet sorunu ile güvenlik meseleleri ortada kalmıştır. Ulusal kurtuluş savaşının dinamiklerine uygun bir biçimde bir ulus devlet olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, ikinci dünya savaşı sonrasında İsrail’in güvenliğini bahane ederek öne çıkan ABD ve NATO ordularının baskıları ve yönlendirmelerine muhatap olarak, kendi güvenliğini ve de devlet düzenini kurarak koruyamaz bir olumsuz duruma sürüklenmiştir. 12 Mart rejimi 27 Mayısı’ öne çıkartmaya çalışırken, 12 Eylül NATO hareketi de bu durumun tamamen aksi çizgide , Türk devletinin yapılanmasını ve güvenlik sorunlarını ikinci plana atarak, Atlantik emperyalizminin ve Siyonizmin çıkarları doğrultusunda geliştirilen politikalar yüzünden, Türkiye  eski merkezi devlet konumundan çıkartılmış ve giderek Türk devletinin çok  ciddi tehditlere sürüklenmesine yol açabilecek düzeyde tehlikeli maceralara sürüklenmek gibi, son derece olumsuz risk faktörlerinin öne çıkmasına yol açmıştır. Merkezi coğrafya yüzyılların savaş ve çatışma maceralarına doğru giderken bu bölgedeki bütün devletler terör, savaş ve sıcak çatışmalardan kaynaklanan daha fazla riskli durumlarla karşı karşıya bırakılmışlardır.

                Askeri rejimler Atlantik ittifakının yaratmış olduğu dönemsel krizler çerçevesinde her on yılda bir devreye girerlerken, 27 Mayıs’ı 12 Mart, daha sonrasında da 12 Mart’ı 12 Eylül hareketleri izlemiş ve son olarak 28 Şubat ile 15 Temmuz hareketleri NATO ve batı destekli olarak devreye konarak Türkiye’nin ulusal çıkarları devre dışı bırakılmıştır. Batı görünümlü NATO çıkarları öne çıkarılırken, Atatürk’ten gelen ulusal dış politika ve milli siyasetlere de sahip çıkan olmamıştır. Türkiye Cumhuriyeti bağımsızlık çizgisinden uzaklaştırılarak ABD ve NATO’nun merkezi bölge karakolu durumuna düşürülürken, bir güvenlik devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti tam anlamda bir güvensizlik ortamına düşürülmüştür. Atlantik emperyalizmi ile İsrail Siyonizminin küresel hegemonya amaçlı bir üçüncü dünya savaşı senaryosunda Orta Doğu bölgesini savaş alanına dönüştürmeleri hem Türkiye’nin güvenlik önlemlerini hem de devletin kamu yönetimi organı olan TODAİE’nin hazırlamış olduğu idari reform girişimlerini geçersiz kılarak geride bırakmaktadır. Bir devlet ancak güvenlik önlemleri ve kamu yönetimi düzenlemeleri ile ayakta kalabilir ve böylece sonsuzluğa kadar varlığını koruyabilir. Bölgede savaş tehdidi eskisine oranla fazlasıyla artmasına rağmen Türk ordusunun küçültülmesi ve asker sayısının azaltılması gibi durumlar devletin varlığını tehdit eden çelişkiler yaratırken, bugün gelinen aşamada emperyalist ordulara karşı çıkacak düzeyde yeni devlet ve ordu güçlerine gereksinme vardır. Bu çerçevede geçmişten gelen idari reform plan ve projelerine sahip çıkılarak bunlara öncelik verilmesi gerekmektedir. Ayrıca, Türk ordusu her açıdan modernleştirilerek güçlendirilirken, idari reform planlarına uygun düşecek bir biçimde askeri ve idari reform çalışmalarının bir bütünlük içerisinde uyumlu ortamlar oluşturmasına dikkat edilmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti genel kurmayı ile askerî açıdan ve ayni şekilde Kamu Yönetimi Kurumu ile de devlet örgütü ve yönetimi açısından yenilenerek merkezi coğrafyanın en bağımsız devleti konumuna gelebilmelidir. Devletler açısından yönetim bir bütündür bu yüzden askeri ve bürokratik yönetim merkezlerinin, devletin geleceği için ortak hareket etmeleri zorunludur.

                İki büyük dünya savaşı sonrasında bir de yirminci yüzyılın ikinci yarısında soğuk savaş yaşayan bütün dünya ülkeleri fazlasıyla zorlanmışlar ve yüzyılın son çeyreğinde bir de küreselleşme olgusu ile karşı karşıya kalmışlardır. ABD emperyalizmi dünya hegemonyası için çaba gösterirken her dönemde değişen stratejiler izlemiştir. Sovyetler Birliği çökertilirken Türkiye’ye bir NATO karakolu görevi vermişlerdir. Bu doğrultuda, Türk devleti Rusya ile İsrail arasında kalan orta coğrafyanın merkezi devleti haline gelmiştir. Sovyetlerin dağılması ya da İsrail’in büyük bir imparatorluk düzeyine gelmesini sağlayacak köklü değişiklikler için Türk devleti bir cephe ülkesi olarak hazırlanırken, merkezi devlet misyonu devre dışı bırakılmıştır. Soğuk savaş sırasında bir NATO karakolu olarak hazırlanan Türkiye, küreselleşme aşamasında ise gene ABD ve NATO ordularının orta dünyanın merkezindeki hegemonya alanı olarak hazırlanırken, Türk devletinin bölgedeki siyasal boşluğu dolduracak bir biçimde yeniden yapılandırılmasında, TODAİE ismini taşıyan Türkiye ve Orta Doğu Enstitüsü’nün önemli çalışmaları olmuştur. Rusya’nın dağılması, ABD’nin bölgeye gelmesi ve İsrail’in bölge içerisinde patlamaya hazır bir bomba konumuna gelmesi birlikte değerlendirildiğinde, Atlantik güçlerinin merkezi bölgeyi gelecekte kendi hegemonyaları için kullanırken, Türk devletinin yeni dönem yapılanmasına da önem verdikleri görülmektedir. Bütün dünya üçüncü bir cihan savaşına doğru yönlendirilerek hazırlanırken, Türkiye Cumhuriyeti’nin hem devleti hem de milletiyle birlikte bu iş için hazırlanmaya çalışıldığı anlaşılmaktadır. On yılda bir devreye giren askeri yönetimlerin arkasında NATO ve müttefiklerinin öne çıktığı görülmekte ve bunların dünyanın doğusuna doğru sürdürdükleri hegemonya yayılması sürecinde, Türkiye’deki idari reform çalışmalarını  sürekli destekledikleri göze çarpmaktadır .Kuvayı Milliye sonrasında kurulmuş bulunan Türkiye Cumhuriyeti, aslında Türk milleti ve Türk devletinin  ulusal çıkarları doğrultusunda  kendisini yenileyerek güçlenmesi gerekirken, on yıllık askeri dönemlerde Türkiye Atlantik güçlerinin savaş senaryoları için hazırlanmış ve bir çok açıdan kullanılmaya çalışılmıştır.

                Emperyalizm bütün büyük devletleri hedef alarak bunların bölünmesi için çalışmıştır. Türkiye devleti ise emperyalist ve Siyonist saldırılar karşısında güçlenerek büyümeye çaba gösterirken, NATO ittifakı ile yetinmeyerek ve dünyanın önde gelen ülkeleriyle kurulan yeni ilişkilerin sağladığı fırsatlardan yararlanılarak devletin ve ülkenin yapıları yenilenmeye çalışılmıştır. Türk devleti içe dönük bir yenilenme sürecine girerken, TODAİE’nin bilimsel araştırma ve çalışmalarından fazlasıyla yararlanılmaya çalışılmıştır. On yıllık askeri periyotlarda idari reform çalışmaları bir devrim kadar etkili sonuçlar vermiş ve Atatürk devriminin yarım kalan yapılanması daha sonraki aşamalarda tamamlanmaya çalışılmıştır. İdareyi maslahatçıların köklü devrim yapamayacaklarını iyi bilen Atatürk, yüzeysel düzeltmelerle uğraşmak yerine daha köklü reformların yarattığı devrim sarsıntıları aracıyla sonuç almaya çalışmıştır. Ülke ve devletin güçlenmesiyle Türkiye’nin tam bağımsız bir cumhuriyet devleti olması için mücadele edilmiştir. Dünya üçüncü bir cihan savaşına doğru sürüklenirken, Türkiye önce kendini kurtarmak doğrultusunda Atatürk reformlarını yeni bir temele oturtabilmek için yoğun mücadelelere girişmiştir. Daha sonraki aşamalarda Atatürk devriminin yarım kalan yönleri dikkate alınırken, TODAİE öncülüğündeki Türkiye’nin kamu kurumları, ülkenin gereksinmeleri hedefinde hazırlanan ulusal plan ve projelere öncelik verilen adımlar atılarak soncul amaca doğru gerçekçi bir açılım yapılmasına öncelik verilmiştir. Türkiye’nin sahip olduğu toplumsal potansiyel ve ulusal güçlerden yararlanan TODAİE, onar yıllık periyodlar dizisindeki idari reform çalışmalarını son aşamada kapatılana kadar sürdürmüştür. Devletin çatısı altında toplanan bütün bakanlıklar ve bunlara daha alt düzeyde bağlı birçok kamu kurumu, TODAİE’nin çalışmalarını yakından izleyerek yardımcı ve destek olmaya çalışmışlardır. Ne var ki, uluslararası konjonktürdeki gelişmeler ile ulusal konjonktürdeki kesişmeler nedeniyle, yüz yıllık cumhuriyet tarihi içinde hem içeriden hem de dışarıdan gelen müdahale rüzgarlarının birbiriyle karışması sonucunda, ortaya bugünkü Türk devlet yapılanması çıkmıştır. Böylece batı tipi devletlerin yanı sıra doğu tipi devlet modelleri de gündeme gelebilmiştir.

                Dünya coğrafyasının merkezi bölgesindeki gelişmelerde hem iç hem de dış faktörlerin etkili olmalarıyla birlikte, devletler arası rekabet ve çekişme örneklerine daha fazla rastlanmıştır. Türk idari reformunun merkezi örgütü olarak TODAİE yirmi birinci yüzyılın başlarında çalışmalarını sürdürürken bir gece ansızın çıkartılan bir yasal düzenleme ile ortadan kaldırılmıştır. İki binli yılların ilk çeyreğinde ılımı İslam modeli adı altında Orta Doğu bölgesinde çalışmalarını yürüten bir iktidar partisi, siyasal gücü ele geçirdikten sonra kendisini destekleyen Atlantik güçlerinin küreselleşme projeleri doğrultusunda, devletin yapılanmasına el koyarak modelinin değiştirilmesine yönelmiş ve bu aşamada, Türkiye’de yürütülmekte olan idari reform çalışmalarında ulusal değil ama küresel seçeneklerin öne çıkması için çalışılmıştır. Bir ulus devlet olan Türkiye’nin gereksinmeleri ulusal çizgilerde gündeme gelirken, Atlantik güçlerinin araya girerek emperyal küreselleşme doğrultusunda geliştirdikleri plan ve projelerin üzerinde çok baskıcı bir yaklaşımı zorlayarak geliştirdikleri görülmektedir. Dış konjonktürdeki gelişmeler iç konjonktürdeki idari reform girişimlerini geride bırakırken, kamu yönetimi alanında ulusal konjonktürün getirdiği yeni yapılanmalar terk edilerek dış konjonktür üzerinden dayatılan uyum paketleri ile yetinmek gibi bir yeni duruma, yeryüzü haritası üzerinde yer alan iki yüzü aşkın ulus devletin dış konjonktür zorlamaları ile karşı karşıya kalınmıştır. Bu nedenle, Türkiye ve komşuları küresel emperyalizmin dayatmaları üzerinden yönlendirilirken iç dinamiklerde yer alan TODAİE merkezli idari reform ya da yeni yönetim yapılanmaları siyasal gündemde devre dışı bırakılmışlardır. Böylesine olumsuz bir sürecin son olarak geldiği aşamada bir gece ansızın çıkarılan kanun kuvvetindeki bir kararname aracılığı ile, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kendini yenileme merkezi olan TODAİE- TÜRKİYE VE ORTA DOĞU AMME İDARESİ ENSTİTÜSÜ’nün varlığına son verilmiştir.

                Osmanlı İmparatorluğu döneminden gelme ENDERUN geleneğinin Türkiye Cumhuriyeti içinde yer almasıyla birlikte, TODAİE bir bilimsel uzmanlık kuruluşu olarak aynı doğrultuda devreye girmiştir. Bilimsel alanın en derinlerinde gerçeği arayanlar için gündeme getirilen Enderun mektepleri Osmanlı döneminde en üst düzeyde kamu yöneticisi yetiştirirken, koskoca bir imparatorluğun yönetim sorunu bilgiye, bilime ve çalışma alanının en derinlerinde var olan uzmanlık birikiminin en derinlerinde yapılan çalışmalar aracılığı ile imparatorluk yönetiminin en üst düzeylerine aktarılıyordu. Osmanlı döneminde geliştirilmiş olan bu yaklaşımın daha sonraki dönemde, cumhuriyet devleti çatısı altında yeniden örgütlenmesinin devletler arası rekabet düzeninde gündeme gelmesi modern yönetim biliminin bu doğrultudaki yeni gelişmelere açık olması sayesinde mümkün olabilmiştir. TODAİE 65’inci kuruluş yıldönümünde bir yıkılış olgusu ile karşılaşması, iki bin yıldır merkezi topraklarda egemen olan Türk hegemonyasının Atlantik emperyalizmi ile Siyonizmin gerçekleştirdiği kutsal ittifak üzerinden gerçekliğe kavuşturulması, Türk devletinin de tıpkı Osmanlı imparatorluğu gibi bir çökertilme senaryosu ile karşı karşıya bulunduğunun açık bir göstergesidir. Yalnızca teorik bilginin kazandırıldığı akademik bir kamu kurumu olmanın ötesinde, TODAİE aynı zamanda üst düzey kurum yöneticilerinin bir araya gelerek ortak çalışmalar yaptığı bürokrasinin deneyimlerin paylaşıldığı bir devlet merkezi olarak çalışmalarını yürüttüğü görülmektedir. Kamu yönetimine yönelik olarak eğitim araştırma ve yayın faaliyetleri ile, Türkiye ve Orta Doğu Amme İdaresi Enstitüsü Türk kamu yönetiminin en önde gelen merkezi devlet kurumu olmuştur. TODAİE’nin lisans ve yüksek lisans programlarının Avrupa Birliği Kamu Yönetimi Akreditasyon merkezi tarafından akredite edilen Türkiye’deki tek programdır. Aynı doğrultuda TODAİE’nin yayınladığı altı bilimsel dergi arasında yer alan Amme İdaresi dergisi Avrupa eğitim ve araştırma kuruluşları tarafından endekslenerek ilgili çevrelerin yararlanmaları amacıyla yönlendirilmektedir. 1952 yılında Türkiye Cumhuriyeti ile Birleşmiş Milletler örgütü arasında imzalanan bilimsel ve teknik yardım anlaşması çerçevesinde kurulmuş olan TODAİE kuruluşundan kapatılışına kadar çok yoğun çalışmaların içinde olmuştur.  TODAİE, Türkiye ile birlikte Orta Doğu, Kafkaslar ve Balkanlar bölgelerinde etkin olan bir öncülük görevini yarım yüzyılı aşkın bir zaman dilimi içinde yerine getirmiştir.

                Modern Enderun mektebi olarak çalışmalarını sürdüren TODAİE kamu yönetimi alanında en üst düzeyde eğitim ve araştırma çalışmalarını öğrencilerine sunarak Türkiye Cumhuriyeti’nin üst düzey yönetici gereksinmelerini karşılama şansını elde etmiştir. Yüksek lisans ve doktora alanlarında uluslararası alanda ortaya çıkan tüm yeniliklere açık bir çizgide çalışmalarını yürüten TODAİE, sahip olduğu öğrenci potansiyelinin bütün dünyayı tanıyacak derecede dışarıya açık olmasına çaba gösterilmiştir. Programlara katılanlar vaka analizleri, grup çalışmaları ve ortak araştırmalarla toplum, devlet ve kamu çalışmalarına yorum getirme, açıklama yapma ve değerlendirmeler getirme gibi özellikler kazanabilmektedirler. Bir bilim merkezi olarak TODAİE yönetimin her alanında etkinlik sağlarken, tüm bakanlıkların çalışanlarına merkezi ve yerel yönetim çalışanlarına, üst düzeyde görev üstlenenlere ve kamusal alanda çalışmalar yapan gönüllü kuruluşlara da yardım ederek destek sağlayan bir potansiyeli eğitmek ve yetiştirmek üzere her alanda kurslar, konferanslar ve de dersler düzenlemiştir. Yüksek lisans ve kurs çalışmalarında uzun süreli eğitim programları yapılabildiği gibi aynı zamanda kısa süreli eğitim çalışmalarında ise, her alanda en üst düzeyde bilginin aktarılmasını hedefleyen programlar geliştirilmektedir. Belirli alanlarda yapılan ortak çalışmalar sırasında aynı alanın önde gelen uzmanlarının bir araya gelmeleri sağlanarak, kollektif çalışmalar düzeyinde iş birliklerinin gerçekleştirilmesinde TODAİE gene bir idari merkez olarak davranmıştır. Eğitim çalışmaları gece yapıldığı gibi gündüz programları ile de yürütülebilmektedir. Birçok alanda yetişmiş ve eğitim görmüş kamu personelinin yeniden öğrencilik yıllarına geri dönüşleri ve bunların ikinci dönem eğitim almaları gene TODAİE’nin ilgili merkez ve servisleri tarafından öğrencilerin özelliklerine ve de arayışlarına uygun bir biçimde düzenlenebilmektedir. Yüksek öğretim programlarını daha önceden tamamlayan kursiyerler ikinci öğrencilik dönemlerinde kamu yönetiminin her alanında ikinci bir diploma sahibi olma şansına sahip olmuşlardır.

                Normal koşullarda devlet daireleri ya da özel sektör çatısı altında işi olan katılımcılar ya da yeni öğrenciler gündüz vakti zamanları olmadığı için gece eğitimi aracılığı ile ikinci öğretimlerini tamamlayabilmektedirler. Akşam yüksek lisans programları aracılığı ile adalet yönetimi, eğitim yönetimi, güvenlik yönetimi, afet yönetimi ve göç yönetimi gibi kamu yönetiminin bir parçası konumundaki alanlarda verilen lisans üstü eğitimlerle kazandırılan uzmanlık eğitimleri ile her alanda etkin çalışmalar yapabilecek kapasitede yeni kamu yöneticileri yetiştirilebilmektedir. Kamu yönetimi eğitimi sırasında siyasal bilim alanına dönük de çalışmalar yapılarak her iki alanın birbiriyle olan bağlantıları dersler sırasında açıklığa kavuşturulmaktadır. Bakanlıklar ya da genel müdürlüklerden gelen talepler üzerine de TODAİE birimleri çalışmalar yürüterek gereksinme duyulan konularda olay ya da konu merkezli çalışmalar ya da araştırmalar yürütülmektedir. 1972 yılında Hükümetin kararıyla oluşturulan İdari reform danışma kurulunun çalışmalarıyla “İdarenin yeniden düzenlenmesinde ilkeler ve öneriler” başlıklı rapor hazırlanmıştır. 1982 yılında TODAİE bünyesi içinde “Kamu yönetiminin yeniden düzenlenmesi” isimli raporu enstitü yayınlanmıştır. Kamu yönetimine her açıdan bütüncül bir bakış getirmek üzere hazırlanmış olan Kamu Yönetimi Araştırması, KAYA projesi olarak TODAİE Kamu Yönetimi Araştırma müdürlüğünün genel sorumluluğu altında yürütülmüştür. KAYA Projesi 1991 yılında Türkiye 21. Yüzyıla girerken kitap halinde yayınlanarak Türk kamuoyuna dağıtılmıştır. Kamu yönetimi alanında devletin en büyük danışma organı olması gereken TODAİE, dış baskıların yoğunlaşması üzerine bu konumundan hızla uzaklaştırılmış ve daha sonraki aşamada da bir gece ansızın, Türk devletinin kendini yenileme organı bir kanun gücünde kararname ile yok edilmiştir. İçeriden ya da yurt dışından gelen talepler üzerine bağımsız bilimsel araştırma projeleri hazırlayan TODAİE, yirmi birinci yüzyılın başlarında yeni kamu yönetimi başlığı altında gündeme getirilen küresel kamu yönetimi anlayışının en yoğun saldırdığı bir merkez konumuna getirilerek kapatılmasına giden yol açılmıştır. Kurumlara yabancı kuruluşlara belediyelere ve diğer yerel yönetim organlarına hem danışmanlık yaparak hem de bunların gereksinme duyduğu alanlarda raporlar hazırlayarak, Türkiye kamu yönetiminin üst düzeydeki yerini korumasına yardımcı olmuştur.

                Türkiye Cumhuriyeti kendini yenileme organı olarak TODAİE isimli kamu kurumuna, küreselcilerin saldırısını önleyemiyorsa, bu aşamadan sonra artık Türk devletinin ulusal çizgide bir kamu yönetimi yapılanmasına sahip olması son derece zor görünmektedir. Kritik bir aşamaya gelmiş olan Türk kamu yönetimi şimdi bir yol ayırımına gelmiştir. Bir tarafta Atatürk döneminden gelen Kemalist Cumhuriyet yapılanması ve Türk ulus devleti, diğer yanda da alt kimlikçilik ve eyaletcilik yolu ile ülkeye bulaştırılmak istenen bölücülük ile emperyalist federasyonculuk karşı karşıya getirilmektedir. Küresel sermaye ve tekelci şirketlerin çıkarları uğruna ulus devletlerin millet yapılanması ortadan kaldırılmakta ve bugünün iki yüz ulus devletli yapılanması, geleceğin iki bin devletcikli küresel federasyonuna dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Belediyeler yerel devletler haline getirilerek başkentlerden koparılırken alt kimlikli grupların birlikte yaşadığı küçük bölgeler de geleceğin federasyonlarında eyaletlere dönüştürülmeye çalışılmaktadır. Böylece var olan ulus devletler ile bunlara toplumsal taban görevini yerine getiren ulusal toplumlar ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Birinci dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan iki yüz ulus devlet ulusal, üniter ve merkezi yapılanmalarını korurlarken, küresel şirketlerin ulus devletlere yönelen bölücü ve çökertici saldırısı ile karşılaşılmaktadır. Küresel şirketler dünya yönetimini ulus devletlerin elinden alırken kendisine ortak olarak tarikatları ve dini cemaatları yanına almaktadır. Böylece bir tarafta uluslar ile devletlerin ortaklığı varken, bunlara karşı çizgide küresel şirketlerle bölgesel tarikatların ortaklığı ulusları ve devletleri parçalayıcı bir unsur haline getirilmek istenmektedir. Şimdi böylesine bir yol ayırımına gelindiği aşamada Türk kamu yönetimi bir karar vermek durumundadır. Ya kurucu Atatürk’ten gelen ulusal ve üniter devlet yapısına sahip çıkılarak bölücü ve çökertici saldırılara karşı çıkılacaktır, ya da küresel şirketlerin tarikatlarla iş birliği çerçevesinde ulus devletlerden vazgeçilerek şehir devletleri ve eyaletlerin oluşturacağı federasyonların çatısı altında parçalı bir devlet halinde yaşanacaktır.

                Bir gece ansızın bir kararname ile TODAİE’yi ortadan kaldıran küresel irade, ulus devletin merkezi dayanağını ortadan kaldırırken, alt kimlikçi şehir ve eyalet devletçiklerine yönelen küresel sermaye saldırganlığının federasyonculuğu öne çıkartılmaktadır. Küresel emperyalizmin ulus devletleri ve ulusal toplumları yok eden saldırganlığına karşı, ulus devletler ve uluslar yeni dönemde yeniden ulusçuluk ve ulus devletçiliğe sahip çıkılarak ayakta kalabilirler. Bu doğrultuda TODAİE’nin yerini alacak bir düzeyde bir KAMU YÖNETİMİ AKADEMİSİ’nin öncelikle kurulması gerekmektedir. Artık   kamu yönetimi sorunları enstitüler aracılığı ile değil ama Kamu Yönetimi Akademileri aracılığı ile daha geniş boyutlarda ele alınarak küresel emperyalizme karşı ulus devletlerin çatısı koruma altına alınmalıdır. TODAİE aracılığı ile örgütlenen Türk kamu yönetimi birikiminin önümüzdeki dönemde yeniden ele alınarak ortaya yepyeni bir Kamu Yönetimi Akademisinin konulması gerekmektedir.  Bu doğrultuda oluşturulacak Kamu Yönetimi Akademisi, bütün emperyalist saldırılara karşı ulus devletlerin yanında yer alarak ve ulusal varlıkları sonuna kadar sahip çıkarak destekleyecektir. İdari reform ulus devletin korunması amacıyla yapılabilir. Küreselcilerin bu çizgideki saldırılarına karşı ulusal toplum ve ulus devlet iş birliğinin öncelikle sağlanması gerekmektedir. Yeni kurulacak olan Kamu Yönetimi Akademisi bu doğrultuda atılacak en önemli adım olacaktır. KAYA projesi Türk devletini kaya gibi sağlamlaştıracak bir adım olarak emperyalizmin önünde koruma sağlayacaktır.   

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

5 Ağustos 2022 Cuma

DEVLET ORDULARINDAN DÜNYA ORDUSUNA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA   KALESİ

          DEVLET ORDULARINDAN DÜNYA ORDUSUNA

           Savaşlarla dolu olan insanlık tarihi iki büyük dünya savaşı ve arkadan yarım yüzyıllık bir soğuk savaş sonrasında, küresel sermayenin insanlığı tek bir dünya devletine doğru baskı uygulayarak gündeme getirdiği küreselleşme sonrasında da yeni bir soğuk savaşın gündeme gelmesiyle, insanlığın uzun yıllar peşinde koştuğu bir evrensel barış düzeni, ne yazıktır ki bugün bile gündeme gelememiştir. Uzun süren savaş dönemlerini arkadan barış dönemleri izlemiş, barış antlaşmalarının geçerliliğini yitirdiği aşamalarda ise yeniden savaş süreçleri tarih sahnesinde öne çıkarak, dünya gezegeni ve insanlık aleminin geleceğini belirlemeye yönelmiştir. Milyonlarca yıl geriden gelen dünya gezegeni bu çerçevede bir türlü istikrarlı ve düzenli bir yaşam ortamına sahip olamamıştır. Birbirinin kurdu olduğu ileri sürülen insanlar sürekli değişen koşullar içerisinde yaşamlarını sürdürebilmek üzere mücadele ederlerken, bazen mücadele koşullarının sertleşmesiyle birlikte savaş dönemlerine doğru sürüklenmişlerdir. Bu gibi durumların ötesinde yaşam koşullarının daha yumuşak bir ortama kavuştuğu süreçlerde ise barış dönemleri gündeme gelerek, insanlığı gelecekte yok olmaya götürebilecek savaşlara son verebilecek barış koşulları, büyük mücadelelerle yaratılmaya çalışılmıştır. Tarihin sürekliliği ilkesi açısından savaş ve barış oluşumlarına bakıldığı zaman her ikisinin birbirinin hem karşıtı hem de devamı olduğu görülmektedir. Uzayıp giden savaş süreçlerinin zamanla kesintilere uğraması barış ortamlarına geçişi hızlandırmış, devletler arası ilişkiler düzeyinde görüşmelerin ya da uluslararası ilişkiler ortamında sorunlar ya da çatışmaların gündeme gelmesiyle birlikte, barış süreçlerinin hızla bir savaş ortamına dönüşebildiği, tarihin birçok aşamasında görülebilmiştir. Savaşlarla barışların birbirinin tamamlayıcısı olduğu bütünsel bir geçmişe sahip olan insanoğlu, yeni bir yüzyılın başlarında gene benzeri bir durum ile karşı karşıya getirilmiştir.

          İnsanlığın dünyaya yayılmasıyla birlikte değişik ülkelerde yaşayan toplumlar bulundukları yere, jeopolitik konuma ve sahip oldukları koşullara uygun bir tarih yaşayarak bugünlere gelebilmişlerdir. Barış ortamı ile savaşlar arasındaki ilişkiler genel anlamda birbirinin tamamlayıcısı olan süreçler ile bütünleşmiştir. Savaşlarla birlikte barışlar da birbirini izlediği için, her iki kavramın tanımlanması sırasında bu birliktelik aradaki bağlantı üzerinden ortaya konulurken, savaşlar için silahlı diplomasi, barışlar için de silahsız savaşlar tanımı kullanılarak bu iki kavram arasındaki yakınlık açıklanmaya çalışılmıştır.  İki kavram arasındaki ilişkiler bütününe hangi açıdan bakılırsa bakılsın, savaş ve barış kavramları hem birbirinin karşıtı hem de tamamlayıcısı olarak süreklilik arz eden ortamların içinde bulunmaktadırlar. Bu nedenle barış isteyenler savaşları, savaş isteyenler ise barış ortamlarını ortadan kaldırmak zorundadırlar. Birbirleriyle mücadele etmek durumunda olan bu taraflar bir anlamda birbirlerini yok etmek, ya da devre dışı bırakmak zorunda kalmaktadırlar. Siyasi tarih incelendiğinde her dönemin kendine özgü koşullarında hem dünyanın yönetimi hem de var olan insan toplumlarının belirli bir düzen içinde yaşamaları, her zaman için sorun olmuştur. Çeşitli dönemler tek başına ele alınarak incelendiğinde barış ortamlarının çöküşü ile birlikte savaşlara, savaş koşullarının gevşemesi ya da yozlaşmaya başlamasıyla birlikte de barış ortamlarına doğru bir kayma oluşumu kendiliğinden devreye girebilmektedir. Bu nedenle, barış görüşmeleri devam ederken savaşlardan söz edilebilmekte, savaşların en şiddetli aşamalarında barış arayışları öne çıkarak tarafların önünü kesebilmektedir. Bu çerçevede savaş ve barış kavramlarını düşman kardeşler olarak görmek ve bu doğrultuda her zaman için her ikisini de dikkate alarak değerlendirmeler yapmak zorunluluğu vardır. Savaşlar insanlık tarihinin istenmeyen dönemleri olarak öne çıkarken, barış dönemleri de büyük istekler ve özverilerin sonucunda devreye girerek, insanların yaşam düzenlerini saldırgan savaşların güvencesi altına almaktadır.

           Savaşlar insanlık tarihinin istenmeyen olumsuzlukları olarak yüzyıllardır sürüp gelirken, aradan geçen uzun yıllar boyunca insanların yaşam biçimleri değişmiş, ilkel çağları geride bırakan insanlık, orta çağ tarihi itibarıyla tek tanrılı dinlerin gündeme getirdiği feodal beylikler ve papazların yönetimindeki şehir devletleriyle yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Şehir devletleri arasındaki çekişmeler savaşları gündeme getirdiğinde, her kent yönetimi kendi silahlı birliğini kurarak yoluna devam etmeye çalışmıştır. Şehirler arası savaşları kazanan kentlerin başındaki feodal beyler zamanla kendi krallıklarını ilan ederken, şehirlerarası savaşlarda yenik düşen kentler krallıklarını ilan eden kentlere bağlanmaya başlayınca, kent devletlerinden ulus devletler dönemine geçişin önü açılmıştır. Silahlanma olgusunun şehir devletleri yaratması üzerine, kentler arası savaşlar uzun sürmüş ve bu dönemin sonucunda krallık ilan eden kentlerin askeri birlikleri, büyüme süreci sonucunda ulus devlet konumuna gelirken, orduların da uluslaşması aşamasında kendiliğinden ulus devletler ve onlara bağlı biçimde yeniden örgütlenen ulusal ordular tarih sahnesindeki yerlerini alarak, dünya tarihinin şekillenmesinde önemli bir misyonu yerine getirmişlerdir. İnsanlık ilk çağlardan orta çağa geçerken, daha sonraki aşamada gündeme gelecek olan uluslaşma ve ulus devlet düzenine yönelme sayesinde beş yüzyıllık bir geçiş dönemi sonrasında, bugünkü büyük ve güçlü ulus devletler yapılanması öne çıkarak dünyanın geleceğinin belirlenmesinde en etkili faktör olmuştur. Yirminci yüzyılın başlarında uluslaşan toplumlar ve ulus devlet haline dönüşen krallıklar arasındaki çekişmeler, yeryüzünün birçok bölgesinde kanlı çatışmalara ve silahlı isyanlara davetiye çıkarırken, bu tür sorunların dışında kalmak isteyen krallıklar ulusal toplumlarını ulus devlet ordularına dönüştürerek, hem varlıklarını korumak hem de bu yoldan elde edilen güçlenme aracılığı ile uluslararası alanda kendi hegemonyaları doğrultusunda, yeni bir dünya düzeni kurabilmenin arayışları içinde olmuşlardır. Kuvvetli ordusu olan devletler çekişme sürecinde dağılmayarak ve yollarına devam ederek, en güçlü krallıkların örneklerini her dönemde dünya haritasının üzerinde kurabilmişlerdir.

          Aslında dünya tarihi incelendiği zaman, devletler ile orduların aynı süreç içinde ortaya çıkarak güçlendikleri görülmektedir. Doğal ortamdan kurulu düzenlere geçildikçe devlet örgütlenmeleri çok daha fazla genişleyerek, güçlenme yolunda önemli gelişmeler göstermiştir. On bin yıl öteden gelen devlet örgütlenmeleri yolu ile toplumlar kırsal alana bağımlılıktan kurtularak, yerleşik bir düzene geçişin çalışmalarını yapmışlar ve dünyanın tam ortalarında yer alan Mezopotamya bölgesinde yerleşik bir düzene geçişin ön hazırlıkları tamamlanmıştır. Göçebe toplumdan yerleşik düzene geçerken insanlar eğitilmeye başlanmış ve bunun sonucunda da uygarlığın yepyeni çağdaş bir düzen olarak öne çıkmasının yolu açılmıştır. İnsanlar okudukça ve eğitildikçe toplumların uygarlaşması, sosyal bir gerçeklik kazanarak gelecek için yol gösteriyordu. Yerleşik düzen beraberinde güvenlik ve korunma gereksinmelerini de gündeme getirdiği için bu doğrultuda merkezi güçlenmeyi sağlayacak askeri birlikler olarak ordular öne çıkıyordu. Zaman içerisinde kent devletlerinden ulus devlet yapılanmasına dönüşmüş olan bu tür yapılanmalar, birbirini izleyerek gündeme geldikçe, güçlenen ordular daha da büyüyerek, büyük devletlere paralel biçimde büyük ordular da tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlardı. Birbirini yemek ya da yok etmek iddiasında olan insanlar ve toplumlar arasında çekişme ve çatışmalar yayıldıkça, savaşlar birbiri ardı sıra dünya sahnesinde daha fazla görülmeye başlanıyordu. Şehirler ve devletler büyüdükçe güvenlik gereksinmeleri fazlasıyla artmakta ve bu doğrultuda da her devlet merkezi, diğer devletlere karşı kendi egemenliğini koruyarak güvenlik örgütleriyle birlikte çağdaş ordular ortaya çıkarılıyordu. Orta çağdan bu yana sürüp giden siyasal gelişmelerin yarattığı gereksinimlerin, karşılanması için devlet ve ordu ilişkilerinde ortaya çıkmakta olan yapısal temellendirmelerin dikkatle korunması gerekmiştir. Devletler ile ordular arasındaki ilişkilerin her yönü ile karşılanabilmesi için güç dengeleri ile birlikte güvenlik arayışlarının da doğal etki alanları yaratması, doğal olarak tamamlayıcı bir oluşum olarak gündeme gelmektedir. Her devlet bir güç merkezinin var olma örgütlenmesi olduğu için çatışmalar, çekişmeler ve savaşlar da böylesine bir oluşum sürecinin sonraki aşamaları olarak öne çıkmaktadır.

          Ordu ve güvenlik sorunları ile ilgili konuları bir düzene koyabilmek açısından devlet yapılanmaları kalıcı bir düzen getirerek, sorunların daha da karmaşıklaşmasını önlemektedir. Bu nedenle hukuk ve siyaset merkezleri her zaman için ya devlet mekanizmalarıyla çalışmak ya da en azından devlet yapılanmalarının getirmiş olduğu kamu düzenleri ile birlikte çalışmak isterler. Devlet ve ordu ilişkilerinin temel dinamikleri geçmişten gelen yapısal temel üzerinde yükselirken, gündeme gelen nedensellik bağlantıları çerçevesinde çözüm yollarına doğru bir açılım gerçeklik kazanabilir. Devlet yapılarına ya da kamu düzenlerine yönelik çeşitli tehditler her zaman için sorun yarattığından dolayı, güvenlik konusu her devletin en önde gelen sorunlarından birisidir. Devletler bu çerçevede öncelikle kurulu bulundukları bölgelerde ilk olarak üstünlük taşıyan otoritesini herkese ve her çevreye öncelikle kabul ettirmek zorundadır. Bir ülke içinde ya da bir devletin çatısı altında ortak bir statü çerçevesinde gerçekleştirilecek olan toplu yaşam ya da birlikte yaşam düzenlerinin kurulabilmesi ve bunun sonsuza kadar devam ettirilmesi iddiası, gene ordular aracılığı ile gereği yerine getirilen bir konudur. Devletlerarası çekişmeler ya da toplumlar arası çatışmaların gündeme geldiği aşamalarda iç ve dış konjonktürdeki dengeler bozulabilir. Güç unsurunun eksik olduğu ya da geride kaldığı gibi durumlar ortaya çıkınca devlet gücünün düzen ve istikrarın sağlanmasında beklenen ağırlıkları ortaya koyamadığı görülmekte ve bu nedenle devletin temelinde var olan kamu gücünün yeniden destek sağlanarak eskiden gelen güç dengelerinin yeniden kurulabilmesi gerekmektedir. Devletin gücünün yeniden eski dengelere dayanan bir kamu düzeni oluşturamadığı aşamalarda, bir başka güce dayanan güçlünün hukuku eski düzenin yetersiz kaldığı aşamada devreye girerek, var olan otorite boşluğunun doldurulması veya giderilmesi çizgisinde beklenen ağırlığını ortaya koymak durumundadır. Ancak bu yoldan uluslararası düzen dengeli bir biçimde sürdürülerek devlet düzenleri korunabilmektedir.


          Devletlerin güvenliğinin sağlanmasında kamu otoritesinin hiçbir biçimde inkâr edilemez bir ağırlığı bulunmaktadır. Devlet otoritesinin varlığı açısından güvenliğin sağlanmasının bir diğer unsuru devletin şiddet tekeli ya da silah kullanma yetkisinin devreye sokulmasıdır. Bir ülke içinde ya da bir devletin sınırlarının arasında kalan yerlerde silah kullanılması, ancak çatısı altında yaşanmakta olan devletin etkin ağırlığı ile sağlanan kamu düzeni içinde sağlanabilmektedir. Ülke içinde güvenliğin sağlanması aşamasında var olan bütün siyasal güçlerin dikkate alınarak hareket edilmesi gerekmektedir. Farklı devlet yapılanmaları içinde ordunun ülke içindeki güç merkezlerini dışlamadan hareket etmesi, var olan siyasal çıkmazlardan kurtulabilmek için önemlidir. Otorite çıkmazları aşılırken, geçmişten gelen sistemin odak noktası olarak ordu, toplumsal barışı sağlamak doğrultusunda bir devletin güç merkezi konumunda tüm diğer güç merkezlerini dikkate alarak hareket etmek zorundadır. Egemenliğin giderek ön plana çıktığı son yüzyıllarda devletler, bu gücü kullanarak hem kendi güç merkezlerinin korunmasında hem de devletin silahlı kanadı olarak ordunun her zaman için sorunlu durumlarda devreye girmesinin sağlanmasında, kendilerinden beklenen işlevselliği yerine getirdikleri ortaya çıkmaktadır. Burada devlet ve ordu arasındaki ilişkilerin düzenli bir biçimde işlemesinin ne kadar yaşamsal öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Güç sahibi devletler kendi ordularını işlerine geldiği gibi ve de ulusal çıkarlarının bulunduğu her aşamada ileriye sürerek ağırlık dengelerini kendileri için en uygun zamanda kollamak durumundadırlar. Büyük devletler sahip oldukları güçlü orduları ile onların sağlamış olduğu prestijden yararlanarak, uluslararası alandaki güçlü konumlarını devam ettirebilmenin çabası içinde olmaktadırlar. Eğer sahip oldukları bu gibi güçlülük unsurunu kullanarak kendi çıkarlarına uygun bir sonuç alamazlarsa ve de bu yüzden dünya barışı tehdit altına girerse, o zaman büyük devletler otorite ile önleyemedikleri sorunları çözmek ya da kuramadıkları yeni kamu düzenini oluşturabilmek üzere, sahip oldukları silahlı güç olarak orduları ile meydana çıkarak, dünyanın her bölgesinde ortaya çıkabilecek olumsuz siyasal gelişmelere müdahale edebilmektedirler. Bu aşamada, var olan küresel düzenin ya da dengelerin muhafaza edilmesinde büyük devletlerin otoritelerinin bir araya gelerek olumsuz gelişmelere karşı bir cephe oluşturması, dünya barışı açısından son aşama çözümü olabilmektedir.

           Devletler bütün toplumsal kuruluşlar ya da örgütlenmeler gibi belirli zaman dilimlerinde ortaya çıkarlar ve değişen koşulların ortaya çıkardığı durumlara göre varlıklarını sürdürürler. Bazı devletler içinde bulundukları konjonktüre bağlı olarak uzun ya da kısa ömürlü olabilirler. Büyük dünya savaşları dahil olmak üzere yer küre üzerinde meydana gelen bütün değişiklikler sosyal yapılanmaları etkilediği için ,bazı devletler  içinden geçilen konjonktürün fazlasıyla yansıyan etkilerine göre, ya işin başında ters düşerek devletleşme sürecini tamamlayamadan dağılabilirler ya da başlangıçta kuruluş aşamasını tamamladıktan sonra, kısa zaman içinde yeni ortaya çıkan koşulların etkisiyle başlangıçta oluşturmuş oldukları dengeleri muhafaza edemeyerek, kısa bir zaman dilimi içinde dağılmaya doğru sürüklenebilirler. Devletlerin varlığının devamı konjonktürel gelişmelere doğrudan bağlı olduğu için her siyasal yapılanma toplum içindeki ve dış dünyadaki değişiklikleri izleyerek durum tespitleri yaparlar.  Yeni koşullarla birlikte gelişen konjonktürel değişikliklerin ortaya çıkardığı koşullar ile belirli amaçlara yönelik güdümlü baskıların yansımalarıyla, ortaya çıkan yeni ortamlarda bütün devletler kendi geleceğini arayarak, ayakta kalabilmenin ve sonsuzluğa kadar yoluna devam edebilmenin çabaları içinde olurlar. Devletler kurulurken olduğu gibi devam ederken ya da çöküşe doğru zorlandığı aşamalarda, kendilerini kurtarmak üzere yeni yapılanmalara yönelebilirler, ya da ayakta kalabilmek için diğer devletler ile bölgesel ve de küresel boyutlarda iş birliği yaparak ve de yardımlaşarak yola devam edebilmenin çabası içine girebilirler. Her devlet ilgili birimleri aracılığı ile dünyadaki değişimleri yerinde izleyerek, kendisi için gündeme gelebilecek tehdit ve tehlikelere karşı bağlı birimler aracılığı ile önlemler alabilmektedir. Ordular her devletin güç unsurunun örgütleri olarak, sınırların ötesinden gelebilecek her türlü olumsuz duruma karşı çıkabilecek durumda olmak zorundadır. Devletler kendi gereksinmeleri için kurdukları orduları en üst düzeyde güçlü bir örgütlenme düzeyine çıkararak, her türlü tehlike ve tehdide karşı ordu kozunun en üst düzeyde kullanabilmenin her zaman için çabası içinde olmaktadırlar.

          Dünya siyasetinde öngörülemez durumların ortaya çıktığı dönemlerde ve içine sürüklenen olumsuz durumlarda her devlet kendini kurtarabilmek için her yola başvururken, kendi ordusu ile birlikte hareket ederek önlemler almakta ve de sorunlara karşı farklı çözüm reçetelerinin devreye girmesi için girişimlerde bulunmaktadırlar. Devletler arası rekabet düzeni içinde her devlet belirli alanlarda ya da konularda ihtisas sahibi olmaya doğru yönelirken, devletler ve orduları arasında var olan iş birliği düzeni yeniden oluşturularak, teknolojik alandaki yenilikler ile toplum içinde ortaya çıkan yeni koşulların birlikte ele alınarak hareket edilmesi gerekmektedir. Bugünün koşullarında varlığını koruyan ulus devletler kendilerini korumak ve bu doğrultuda etkili olabilmek için kendi ordusu ile birlikte ortak çalışmalara gidebilirler. Kendi devletini kuran ulusal toplumların bu doğrultuda çıkarlarını koruyabilmek için ordularını öne çıkaran güçlü bir yapılanma içinde olmaları gerekmektedir. Ordunun çalışmaları sırasında ortaya çıkan yeni durumlara göre önlem alma yoluna girildiğinde, ülkenin geleceği için kurulabilecek bir güçlülük içinde hareket edebilmesi gerekmektedir. Bu aşamalarda ulus devletler ulusal çıkarları koruma doğrultusunda hareket ederken halk topluluklarının oluşturduğu devlet modellerinde ise, ülkenin ve halk kitlelerinin çıkarlarına öncelik verilerek hareket edilmektedir. Dünya haritası üzerinde yer alan iki yüzden fazla devlet yapılanması çerçevesinde sorunlar ele alındığında gene ordu faktörü öncelikli olarak devreye girerek, çeşitli önlemlerin devlet ve toplumun geleceği için karara bağlanması sağlanmaktadır. Ordulara böylesine durumlarda genişletilmiş yeni yetkilerin tanınması ile devlet krizlerinin aşılabilmesi sağlanmaktadır. Devletlerin olumsuz gelişmelerle karşılaşması aşamasında, güvenliğin yeniden örgütlenmesi ya da ortaya çıkan yeni durumlara uygun hareket ederek eskisinden çok farklı ya da daha gelişmiş bir yeni yapılanmaya yönelinmesi gibi durumlar da ortaya çıkabilir. Bu gibi tartışmalı durumlarda devletlerin zayıflık göstermeyerek kararlı bir biçimde hareket etmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak problemli noktalarda her devlet kararlı davranarak kendisi için tehdit arz eden durumların ortadan kaldırılmasını veya geleceğin koşullarında bunların devre dışı bırakılmalarını gerçekleştirebilecek adımları atması gerekmektedir.  


          Devletler eski çağlardan bu yana kendi varlıklarını güçlendirme çizgisinde ordu unsurunu güçlendirebilmek için birçok yola başvurabilmektedir. Her devlet kendi nüfus yapısını zorlayacak önlemlere yönelmeden önce, durum tespiti ve analiz işlemlerini dikkate alarak çalışmalarını yönlendirirken normal nüfus ve asker sayıları arasında güvenlikçi bir dengenin ortaya çıkması için çaba göstermektedirler. Tekelci şirketler giderek küreselleşme sürecinde çok büyüyerek ve ulus devletlere karşı saldırı ve savaş senaryolarını devreye sokarak yeryüzü üzerinde mutlak egemenlik sahalarını genişletmektedirler. Böylesine çıkarcı bir genel yöneliş içerisinde büyük şirketler tekelcilikten öne çıkarak ve daha sonra da kendi çıkarları açısından küreselciliğe yönelerek, evrensel bir hegemonya düzeni hedefine doğru emin adımlarla ilerlemişlerdir. Beş yüz yıl önceden başlayarak bugüne kadar yükselen devlet merkezli gelişmeler son dönemin küresel hegemonya yayılmacılığı çerçevesinde daha çok şirket merkezli gelişmelere yerini bırakmıştır. Şirketler büyüdükçe tekelcilikten küreselciliğe geçmişler ve sonunda dünya hegemonyası devletlerin elinden alınarak büyük şirketlere devredilmiştir Yetki genişliği devletlerin elinden alınarak şirketlerin yönetimine bırakılırken, uluslararası kuruluşlar sürekli olarak özelleştirmeleri savunmuşlar ama devlet merkezli kamu düzenlerini ortadan kaldırmak üzere de özelleştirmeler üzerinden önce piyasa ekonomisini kurmuşlardır. Böylece piyasa merkezli şirketleşme aşamasına gelinerek devletlerin ve toplumların bu aşamada şirket merkezli bir kapitalizme yönelmeleri sağlanmıştır. Yüzyıllarca toplumları devlet merkezli yönetmeye alışmış olan insan toplumları, beş yüz yıl sonra kendi ürettikleri sermaye merkezli bir kapitalist yapılanmaya yönetilmiştir. İnsanlığın son çeyrek yüzyıllık yaşam döneminde, kapitalist ekonomi düzeni daha da güçlenerek piyasa üzerinden insanlığın kaderinde olumsuzluk çizgisinde etkili olmuştur.

          Devlet gücü ya da ülke iktidarı bürokrasinin elinden çıkarak sermayedarların eline geçmesiyle birlikte devlet mührü de el değiştirerek yüksek bürokrasiden büyük şirket patronlarının eline geçmiştir. Sosyalizm bir işçi ve emekçi halk sistemi olarak gelişirken, kapitalizm de şirket sahibi sermayedarların elinde bir yaşam biçimine dönmüştür. Son dönemlerde ise sosyal demokrasi ya da demokratik sosyalizm adı altında kamusal rejimlerin gündeme getirilmesi görülmeye başlanmıştır. Bu yeni dönemde tekelci büyük sermaye kapitalizmi ekonomik yol olmanın ötesinde siyasal bir sisteme doğru dönüştürürken, var olan demokratik rejimlerin paranın yönetimi ve kontrolü altında kapitokrasi adı altında eskisinden çok farklı bir yaşam düzenine doğru dönüştürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Artık halk kitleleri işsizliğe ve yoksulluğa doğru zorlanırken, halkın egemen olduğu siyasal sistem olarak demokrasiler geride kalarak tarihe mal olmuşlar ve bunların yerini de sermaye sahibi büyük burjuvalar almaya başladığında, artık devletler arasındaki rekabet düzeni yerine şirketler arası çekişme dönemi başlamıştır. Şirketler çok fazla büyüyerek, devlet bütçelerinin on katından fazla özel yıllık bütçelere sahip olmaya başladıkları noktada, giderek zayıflayan ekonomik düzen üzerinden büyük ve güçlü orduları kurmak, beslemek ve de devlet iktidarını temsil eden gerçek güç olarak öne çıkarmak zorlaşmaya başlamıştır. Her şeyi para yolu ile satın almak aşamasına gelen iş adamları ekonomi üzerinden devlet düzenlerinin de yeni iktidar sahibi olmuşlar, ülke ve devletin gereksinmeleri doğrultusunda kamu yönetimini sermaye sahiplerinin tekeline bırakarak kapitalizmin kapitokrasiye dönüşmesine yol açmışlardır. Dünya devletlerinde ordular ulus devletlerle beraber giderek küçüldükçe, her şeyi satın alarak sonsuza kadar büyük ekonominin yönetimini ellerine alan patronlar devletin yerine şirketleri koyarken, orduları da devletin elinden alma doğrultusunda özel askeri birlik ve sermaye mücadelesi veren yeni askeri yapılanmalar kurmaya başlamışlardır. Bu gibi girişimlerin sonucunda güvenlik alanı bir ticaret sahasına dönüştürülmüş ve normal askeri birlikler küçültülerek ortadan kaldırılırken, bunların yerine güvenlik ve koruma şirketleri adı altında yeni yapılanmalar örgütlenerek devreye sokulmaktadır. Bir devletin en büyük misyonlarından birisi olan güvenlik sektörünün özelleştirilmesi ile birlikte liyakat, güven ve düzen kavramlarının ortadan kalktığı yerlerine ne olduğu belli olmayan bazı mafya benzeri yapılanmaların öne çıktığı görülmektedir. Böylesine bir olumsuz durum kapitalizmin merkezi olan ABD’de ortaya çıktıktan sonra dünya ülkelerinde yayılmıştır.

           Dünyanın kapitalizmin bir üst aşaması olarak kapitokrasiyi yaşamaya başladığı aşamada, demokrasiler sisteminden çıkarak paranın egemenliğine teslim olma gibi insanlığın genel ilerleme tarihine ters düşen olumsuz bir aşamaya gelmiştir. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında batı merkezli kapitalist sistemin büyük oranda etkisi olmuştur. Para her şeyi satın alırken, güvenlik hizmetlerinin özelleştirilmesi üzerinden eski orduların yerine yeni orduları güvenlik şirketleri görünümünde devreye sokmaktadır. Böylece devletin adalet, güvenlik, özgürlük, eşitlik, liyakat gibi temel ilkelerinin devlet düzeni ile bağlantıları kesilmekte ve güvenlik gibi devletler açısından olmazsa olmaz bir kavram olarak özel ordularla, ülkelerin ve halk kitlelerinin hak ve özgürlükleri koruma altına alınmaya çalışılmaktadır. Şirket sahiplerinin özel çıkarları doğrultusunda kurulan bazı güvenlik örgütlerinin hiçbir biçimde adil, eşitlikçi ve de güvenlikçi olmadıkları, kendilerine maaş ödeyen kuruluşların çıkarları doğrultusunda bazı savunma görünümlü hizmetlerle birlikte daha çok dünya ve piyasa hegemonyaları doğrultusunda, alan geliştirmek amaçlı saldırı mekanizmalarını da devreye sokabildikleri görülmektedir. Patronların egemen olduğu büyük şirketlerin yönetiminde etkin olan bir avuç sermaye sahibinin zamanla, dünya siyaset sahnesini halk kitlelerinin egemenliği çizgisindeki demokrasilerden uzaklaştırarak, giderek küreselleşen sermaye düzenlerinin çıkarları yönünde ön plana çekerek, kapitokrasi uygulamaları üzerinden bir para ya da sermaye imparatorluğuna doğru yepyeni bir yapılanma ile insanlığın önüne çıktıkları görülmektedir. Para ilişkileri geçmişten gelen bütün gelenekleri ve yaşam biçimlerini bozarken, bunları korumakla görevli devletlerin küresel şirketlerin oyun bahçesine dönüştürüldükleri artık iyice kesinlik kazanmaktadır. Böylesine bir dönüşüm süreci içinde siyaset bütünüyle küresel şirketler üzerinden yeni bir oyun alanı olarak dizayn edilmekte ve ordular da küçültülerek sermayenin askeri kadrolarına yeni etkinlik alanları yaratılmaktadır. Böylece ulusal kurtuluş savaşları aracılığı ile kurulmuş olan ulus devletlerin ordularının yerini, hiçbir biçimde ulusal olmayan sermayenin askeri birlikleri, küresel şirketlerin çıkarları için almaktadırlar.


          Devletlerin devlet merkezli ordularının yerini sermaye şirketleri görünümünde sermayenin askeri birlikleri almaktadır. Ulus devletlerin büyük patronları milli burjuvazi olmaktan çıkarak dışa açılma görünümünde küresel şirketlerle uluslararası ilişkilere yöneldikleri aşamada, burjuva toplumları ulusallık özelliğini kaybederek küresel burjuvazinin işbirlikçi ortakları görünümüne sürüklenmektedirler. Şirketleşmede başlayan çok kültürcülük oluşumlarının, şirketler üzerinden toplumsal alana doğru yayıldıkları aşamada, ulusal burjuvazinin ikiye bölündüğü, üst düzeyde kalanların uluslararası burjuvaziye dönüşerek piyasa ekonomisi ve teknolojik gelişmelerin bütünleşmesiyle bir dünya devleti peşinde koştukları anlaşılmaktadır. Devletler ulusal kimliklerini piyasa ekonomisi içinde kaybederken, ordular da piyasanın yönlendirmesine girerek, bir anlamda ulus ötesi yapılanmalar olarak yeni bir dünya düzeninin ordusu olmaya doğru yönlendirildikleri görülmektedir. Bugün dünya haritası üzerinde yer alan iki yüz den fazla ulus devlet, küresel emperyalizmin saldırgan piyasacılık girişimleriyle ortadan kaldırılmakta ve askerlik de vatan borcu olarak bir amatör hizmet alanı olmaktan çıkarılmaktadır. Böylece ulus devletler ile birlikte ulusal ordular da tarihin derinliklerine doğru gömülürken, güvenlik alanında koruma bekçileri ve şirketleri cirit oynatmaya başlamıştır. Böylesine önemli bir yapısal değişim daha önceden düşünülerek bir plan ya da projeye dönüştürülmediğinden, çeyrek asırlık küreselleşme sonucunda ulus devletlerin ulusal orduları eski düzenlerini kaybederek dağınık bir ortama doğru sürüklendikleri için, dünya güvenlik haritasında önemli ölçülerde boşluklar gündeme gelmiştir. Ulus devletlerin küçültülerek yok edilmesi süreçleri şehir ya da eyalet devletleri gibi oluşumlar üzerinden tezgahlanırken, olumsuz koşulların tehdit ortamı kaldırabilmek üzere güvenlik ve koruma şirketlerinin devreye sokulmasıyla çözüm üretilmeye çalışılmış ama ciddi bir sonuç alınamamıştır. Daha çok eski suç örgütlerinde hukuk dışı işlere girmiş olan insanların silahlı güvenlik şirketlerinde görevler üstlenerek, yeni dönem güvenliğinin sağlanmasında öne geçtiklerinden, bazen koruma şirketleri mensuplarının da güvenlik hizmeti yerine güvenlik tehditleri yarattıkları dünyanın bütün ülkelerinde gözlemlenmektedir. Devletlerin küçültülmesi   dünyada ciddi bir güvensizlik ortamı yaratmıştır.  

          Devlet ordularının Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek bir dünya ordusu kurulması beklenirken, devlet ordularının yerini şirket ordularının alması son derece yanlış bir geçiş uygulaması olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. İki büyük dünya savaşı sırasında Almanya, İngiltere, Rusya gibi yıkılan büyük devletler ve onların ordularının içine sürüklendikleri çöküş ve dağılma süreçlerinin de insanlığın geleceğinde önemli bir güvenlik sorunu yarattığı anlaşılınca, hiçbir büyük devletin kendi ülkesi ya da küresel alanın korunabilmesi açısından yeterince güvenlik yaratamadığı, sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Büyük devletler bir savaşı kazansa bile, diğer savaşları kaybedebilmiş ama hiçbir büyük devlet sonuna kadar kendi ülkesinin ya da küresel alanın sürekli korunabilmesi açısından sonsuza kadar giden bir devlet ya da ordu güvenliği tesis edilememiştir. Bu durumu yerinde gören dünya devletleri, gelecekte kendilerini ve devletlerini güvence altına almak doğrultusunda bölgesel ya da küresel güvenlik kuruluşlarına yönelmişlerdir. Özellikle iki büyük dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan küresel güvenlik boşluğunun yaratmış olduğu sorunlar, bugünün dünyasında ciddi bir barış ve güvenlik sorunu yarattığı için, ülkesel ve bölgesel güvenlik arayışlarının ötesinde küresel güvenlik gereksinmesi açıkta kalmakta ve tam olarak karşılanamamaktadır. Cihan savaşları sonucunda kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünün bütün dünya devletleri açısından güvenilir bir çatı örgütlenmesi olması beklenmiş ama o dönemden bu yana ortaya çıkan siyasal gelişmeler böylesine bir beklentinin tam olarak gerçekleşemediğini de dünya kamuoyuna göstermiştir. Devlet orduları ulus devletler arasında ulusal çıkarlar açısından sürekli olarak güvenlik sorunu yarattığı için, bugün yeni gelinen aşamada bütün devletlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek, acil dünya barışını sağlayacak bir doğrultuda Birleşmiş Milletler ordusunu kurmaları gerekmektedir. Ayrıca dünya uzaya açılırken, uzayda var olabilecek tehdit ve tehlikelere karşı da birleşmiş bir dünya ordusunun gerekli olduğu bazı maceracı devlet adamları ya da büyük devletlerin önlerinin kesilerek savaşlara giden yolların önüne geçilmesi de dünya barışı açısından giderek bir zorunluluk haline gelmektedir. Maceracı emperyalist devletler ile uzaya açılmanın getireceği risklerin giderilmesi açısından, öncelikle bir dünya devletine ve de ordusuna gereksinme giderek artmaktadır.

          Tek bir dünya çatısı altında bir araya gelmek, insanlık açısından bugünlere taşınan yüzyılların bir ütopyasıdır. Tarihin her döneminde etkin olan devletler güçlü orduları ile büyük savaşlar yaratarak kendi dünya krallıklarını kurmuşlar ama hiç birisi sonuna kadar başarılı olamamıştır. Bugün gelinen yeni aşamada artık insanlık bir büyük dünya güç merkezinin öncülüğünde bir araya gelerek, dünya barışı için yepyeni bir dünya ordusu kurmalıdır. Bu doğrultuda Atlantik emperyalizminin maşası olarak kullanılan NATO’nun öncelikle Birleşmiş Milletlere bağlanarak bir dünya ordusuna dönüştürülmesi zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Bu aşamada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Dünya ordusunun kurulmasına öncülük ederken NATO ve benzeri bütün bölgesel ya da küresel güvenlik örgütleri Birleşmiş Milletler bayrağının çatısı altında bugün için bir araya gelebilmelidirler. Dünya devletinin tek ve bütünleşmiş bir dünya örgütüne dönüşmesiyle birlikte, insanlık yüz yıllardır bir ütopya olarak düşündüğü tek bir dünya devleti çatısı altında birleşebilmenin yollarını aramaya devam edecektir. Bu sürecin daha fazla uzatılarak güvenlik açığı yaratılmasına izin verilmeden son dönemin uzaysal ve teknolojik ilerlemelerinin tüm insanlığa anlatılmasıyla, beklenen dünya beraberliği başlangıç aşamasına gelebilecektir. Tek bir dünyaya dönüşüm için, yeryüzünde iki yüzden fazla devletin bir araya gelmesi ve Birleşmiş Milletlerin bu hedef çizgisinde yeni bir dünya devletine dönüşerek, NATO’yu kendisine bağlı bir dünya ordusu yapması artık kaçınılmaz olmuştur. Giderek üçüncü dünya savaşı çıkmazına mahkûm edilen insanlığın, acil bir evrensel barış düzenine kavuşabilmesi için, insanlık Birleşmiş Milletler çatısı altında Dünya Devletini kurabilmelidir. NATO’nun bu örgüte bağlanmasıyla oluşacak bir dünya ordusu kurularak, büyük devletlerin yeni emperyalistler konumunda küresel bir hegemonya düzeni içinde, insanlığın tarihte olduğu gibi tekrar baskı altına alınarak sömürülmesinin önlenmesi, tarihsel bir zorunluluk kazanmıştır. Bugünkü koşullarda tüm insanlık için acil bir barış görevi, bütün devletlerin devreye girmesiyle oluşacak uluslararası iş birliği ve dayanışma sayesinde sağlanabilecektir.

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN