GÖÇLER ARACILIĞI İLE ULUS DEVLET TASFİYESİ
Sovyetler
Birliği’nin dağılmasından sonra başlayan küreselleşme aşamasında, uluslararası
emperyalizm bütün dünya çapında bir büyük ayaklanmayı zaman içerisinde dolaylı
yollardan örgütleyerek, bütün dünya ülkelerinde yaşamakta olan halk kitlelerini
çeşitli nedenlerle ayağa kaldırarak bunların yeni ülkelere ya da bölgelere
doğru yönelmelerini sağlamıştır. Çeşitli olumsuz koşulların ortaya çıkması ya
da birikmesi üzerine birçok geri kalmış ülkedeki yoksul ve aç halk gruplarının ayağa
kalkarak, başka ülkelere ya da bölgelere göç ettikleri görülmektedir. Durduk
yerde hiç kimsenin doğduğu toprakları terk etmesi ya da her şeyini satarak
başka bir ülkeye doğru göçe yönelmesi mümkün olmayacağına göre ya uluslararası
konjonktürde yeni rüzgarların esmesi ya da ülkesel ya da bölgesel olumsuz
koşulların ortaya çıkarak mazlum halk kitlelerini rahatsız etmesi gibi
durumların söz konusu olabildiği aşamalar da dünya sahnesinde göç olgusu ve
beraberinde getirdiği olaylar dizisi öne çıkmaktadır. Bugün gelinen aşamada
dünya tarihinin en büyük göç olayları ile dünya karşı karşıya gelmiştir.
Yeryüzünün doğusundan batısına, güneyinden kuzeyine ya da bazen da bu
yönelimlerin tersi bir istikamette, eline bavulunu, çantasını ya da bohçasını
alan insanların göç amacıyla yaşadıkları ülkeleri terk ettiğini, bu doğrultuda
yürüyerek büyük mesafeleri kat etmeye çaba gösterdiklerini, bu arada yol da ya
araba kazaları ya da gemi, bot ve de
sandal gibi ulaşım araçlarının kazalara hedef olması yüzünden hayatlarını
yitirdikleri görülmektedir. Dünya medyasının bir televizyon dizisi gibi
aktardıkları olaylar ardı ardına gündeme gelince hem dünya düzeni hem de
insanlığı bekleyen belirsiz gelişmeler açılarından, yerleşik düzenini yitiren
insanlık son derece kaotik siyasal ihtimaller ve belirsiz bir yakın gelecek ile
karşılaşmaktadırlar.
İki cihan
savaşı sonrasında kurulmuş olan soğuk savaş düzeni içerisinde yüz yıla yakın
bir dönem yaşayan dünya ülkeleri, uzun süre bir Demirperde düzenine mahkûm
edilmiş ama küresel düzeni bekleyen gelişmelerin ortaya çıkardığı tehditler
yüzünden, bu eski düzen değiştirilmek zorunda kalınmıştır. Soğuk savaş düzeni
içinde batı bloku ile birlikte yeni bir denge unsuru olarak doğu bloku
ideolojik bir imparatorluk olarak gündeme gelmiştir. Dünya haritası üzerinde
ayrı devletler olarak yer alan doğu ve güney ülkeleri ise, geleceğe dönük daha
iyi bir yaşam düzeni arayışını sürdürürken, dünya nimetlerinden eski sömürgeci
batı emperyalizmi fazlasıyla yararlanmış ama sosyalist ülkeler ile üçüncü dünya
ülkeleri, böylesine bir zenginlik ortamından batı ülkeleri gibi
yararlanamadıkları için sürekli olarak daha iyi bir gelecek arayışı içinde
olmuşlardır. Bu ülkeler içinde geniş alanlara sahip olan devletler daha şanslı
bir konumda olmuşlar ve bu durumdan yararlanarak kendi vatandaşlarının her
türlü gereksinmelerini karşılamaya çalışmışlardır. Ne var ki, batı blokunun
kapitalist sistem sayesinde sahip olduğu zenginlik dünyanın diğer bölgelerine
tam olarak eşit dağılamadığı için, sosyalist blok ülkeleri ile üçüncü dünya
ülkeleri olarak görülen doğu ve güney devletleri, geri kalmışlığın çıkmazından
kurtulabilmek için mücadelelerini sürdürmüşlerdir. Ama gelir ve gıda dağıtımı
alanlarında eşitlik sağlayamadıkları için, soğuk savaş sonrası dönemde yoksul
ülkelerden zengin ülkelere doğru yoğun bir göç akımı ortaya çıkmıştır. Geri
kalmış devletler ekonomik alanda
yeterli çözüm üretemediği için gelişmiş ülkeler yeni dönemde cazibe merkezleri
haline gelmiş ve bu yüzden işsiz ve aç halk kitlelerinin, kendilerini
besleyemeyen azgelişmiş ülkelerden gelişmiş ülkelere doğru bir göç dalgası öne
çıkmıştır. Dünya tarihinde her dönemde görüldüğü gibi yoksulluk ve zenginlik
mücadelesi devam ettiğinden, yoksul ülkelerden zengin batı ülkelerine dönük güç
hareketleri son zamanlarda iyice ortaya çıkmış ve dünyanın merkezi denizi olan
Akdeniz, her gece televizyonlarda görüldüğü gibi, açlıktan ve işsizlikten
kurtulmak isteyen halk kesimlerinin boğulma alanı haline dönüşmüştür. Yüz yıl
önce Karadeniz çevresinde görülen kitlesel boğulma olaylarına, yüz yıl sonra
Akdeniz kıyılarında rastlanması tesadüf değildir.
Göç
hareketleri bir anlamda, nüfusun bir kısmının yer değiştirmesi ya da bir
ülkeden diğer ülkeye giderek sahip olunan vatandaşlık bağının, bir başka ülke
üzerinden gündeme getirilmesi olarak görülmektedir. Dünya tarihi incelendiğinde
insan topluluklarının sürekli bir göç halinde olduğu ve zaman içinde doğal
koşullara ve ihtiyaçlara dikkat edilerek, yer değiştirme hareketlerinde
bulunulduğu anlaşılmaktadır. Yıllar geçtikçe nüfusun artması insan gruplarının
yer değiştirmesine yol açtığı gibi, göçler aracılığı ile ortaya çıkan yeni
durumlara göre de yeryüzü kıtalarının üzerinde yeni yerleşim ve devletleşme
olguları da birbiri ardı sıra öne çıkmıştır. Genel olarak bireylerin ya da
grupların, yaşamak, yerleşmek ve çalışmak gibi hedefler doğrultusunda, bir
yerden başka bir yere hareket etmesi olarak göç olgusu tanımlanmaktadır. Göçler
sadece bir yer değiştirme hareketi değildir ve aynı zamanda toplumsal bir
değişim süreci olarak da ele alınabilir. Normal durumlarda göçler doğal değişim
sürecine göre biçimlenmektedir. Ne var ki, insanların yer ve ülke değiştirmesi sadece
doğal koşullara göre değil, daha çok ekonomik, sosyal ve siyasal koşulların ya
da düzenlerin geçirdiği değişim süreçleri içinde, ortaya çıkan yeni durumlara
göre daha çok halk kitlelerinin ya da belirli etnik, dinsel ya da kültürel
toplulukların topluca ülke değiştirmeleri olarak da ele alınabilir. Göç olgusu
çok değişik nedenlerle gündeme gelebilir ya da sosyal yaşamın en hareketli
dönemlerinde kitlesel bir eylem olarak gerçeklik kazanabilir. Küresel ekonomik,
sosyal ya da siyasal koşulların belirli zaman dilimlerinde farklı yapısallıklara
göre biçimlenmeleri göçlerin biçimini ve oluşum süreçlerini yakından
etkileyebilmektedir. İnsanlık tarihine bakıldığı zaman her göç oluşumunun
belirli özel koşullar çerçevesinde öne çıktığı dikkate alınmalıdır. İnsanlar
hareket etme yeteneğine sahip canlı varlıklar olduğu için her dönemde ortaya
çıkan gereksinmeler beraberlerinde göç hareketlerini de getirerek, hedefe dönük değişimlerin
toplumsal alanda gerçekleşmelerine giden yolu açmaktadır.
Göçler
bakış açılarına ya da ele alınan kriterlere göre kendi içinde tasnif
edilebilmektedir. Harita üzerindeki ülkelerin durumları genel bir kriter olarak
ele alındığı zaman göçlerin dış ve iç göçler olarak ikiye ayrıldıkları
anlaşılmaktadır. Dış göçler ülkeden ülkeye ya da kıtadan kıtaya gibi belirli
bölgesellikler çizgisinde tanımlanmaktadır. İç göçler ise daha çok bir devletin
milli sınırları içinde gerçekleşen yer değiştirme hareketleri olarak
görülmektedir. Dış göçler insan nüfusunun bütün yeryüzü kıtalarına dağılımını
gündeme getirirken, iç göçler de insanların kendi vatanları içinde çalışmak, para
kazanmak, belirli işleri ve etkinlikleri yürütmek gibi hedefler doğrultusunda
ülke içindeki bölgelerden bir diğerine geçişlerini anlatmaktadır. Dış göçler
daha çok uluslararası konjonktürdeki değişimlere göre gündeme gelmektedir. İç
göçler de ise bir ülkenin içinde bulunduğu koşullara göre oluşan yeni
durumların bu konuda yönlendirici etki yaptıkları görülmektedir. Yeni durumlar beraberinde
yeni koşullar getirirken, her ülke yönetimi bunlara dikkat ederek önlemlerini
almak zorundadır. Halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanması
doğrultusunda devletler hareket ederek kendi iç bünyelerinde dengeli kalkınma
ve yönetimi öncelikle gerçekleştirmek zorundadırlar. Dış göçler de insanlar bir
yabancı ülkeye giderek ve bu ülkenin vatandaşı olarak kendisine tümüyle değişik
bir yapılanma ortamı hazırlanmaktadır.
Dış göçler ülke, kıta, dünya ve kültür değişikliği gibi riskli
dönüşümleri gündeme getirmesine rağmen, iç göçler de daha mahcup bir göç
dalgası olarak aynı ülkede kalarak bölge ya da şehir değişikliğini öne
çıkarmaktadır. Belirli bir ülkede bölgeler arası rekabet ya da çekişme yüzünden
ortaya çıkabilen dengesizlik ortamlarında, zor duruma düşen toplum kesimleri
bölge ya da şehir değişikliğine yönelerek iş bulma, geçimini sağlama, açlıktan
kurtulma gibi hedeflere ulaşılabilmektedir. İç göçler yapılırken ülkenin birlik
ve bütünlüğünün korunmasına dikkat ederek daha dengeli bir ekonomi ile
gelişmişlik çizgisi yakalanmaya çalışılmaktadır. Dış göçlerde ise, böylesine
bir durum söz konusu olmadığı gibi, iç göçlerden farklı olarak da uluslararası
konjonktürün gereksinmeleri doğrultusunda hareket edilmektedir. Soğuk savaş
döneminin durağanlık ortamında işsizlik sorunu iç göçler ile dengelenmeye
çalışılırken, sonradan gündeme getirilen dış göçler olgusu tamamen yeni bir
dünya düzeni kurulması çizgisinde devlet düzenlerini bozan küresel bir oluşum
olarak devreye giriyordu.
Normal koşullarda
dünyada barış ortamı varsa o zaman herhangi bir göç girişimine yönelmek söz
konusu olmamaktadır. Dünyanın büyük güçleri ya da büyük devletlerin yeryüzü
barışını tam olarak gerçekleştirdikleri aşamada, insanlar vatandaşı oldukları
devletin çatısı altında kalarak geçim derdini çözmeye çalışmaktadırlar. O zaman
dış göçlere gerek kalmamakta, insanlar şehir ya da bölge değiştirerek iç göç
yolu ile yaşam, işsizlik ve açlık sorunlarını çözebilmenin yollarını
aramaktadırlar. Barış içinde yaşamın getirdiği güvenceler sayesinde, devletler
varlıklarını sürdürebilirler ve böylece vatandaşlarının her türlü
gereksinmelerini doğal yollardan karşılayabilirler. Ne var ki, böylesine bir
düzenin kurulamadığı aşamalarda, yeryüzü aç ve yoksul insanların yollara
düştüğü ve kendilerine yeni bir vatan aramaya başladıkları kargaşa ortamına
doğru sürüklenmektedir. Bu tür oluşumlar açısından göç olgusu ele alındığında barış,
savaş, düzen ve güvenlik gibi kavramların yardımlarıyla göç olgusunun ne olduğu
ne gibi sosyal, siyasal ve ekonomik sorunlardan kaynaklandığı açıklığa kavuşturulabilir. Devletlerin
güvenli milli sınırları içinde yaşamlarını sürdürebilen halk kitleleri
açısından hem düzen hem de güvenlik ortamları yaratıldığı için bu gibi
durumlarda barış ortamları daha iyi koşullarda gerçekleştirilebilmektedir.
Devletler hem kendi iç bünyelerinde hem de uluslararası ilişkiler alanlarında barış hedefini yakalayabilirlerse,
o zaman halk kitlelerinin harekete
geçerek ayağa kalkmaları ya da uzun mesafeler kat ederek yeni bölgelere gitmelerine gerek kalmamakta ve
devletlerin sağlamış oldukları toplumsal düzenler ile kamusal organizasyonlar çerçevesinde bütün
halk topluluklarının, içinde güvenli bir biçimde var olabileceği ya da yaşamını
sürdürebileceği toplumsal yaşam
olanakları halk kitlelerinin yararlanmaları doğrultusunda kamusal alana
sunulmaktadır. Uluslararası güvenlik ülkelerin ya da bölgelerin gereksinmeleri
çizgisinde sağlanabiliyorsa, halk
kitleleri bu gibi olumlu ortamlarda harekete geçerek ya da uzun yürüyüşler
aracılığı ile bir göç macerasına kalkışmamaktadırlar. Dünya liderlerinin savaş
girişimlerine karşı çıkmaları ve bu doğrultuda bölgesel ya da küresel barış
ortamlarına yardımcı olmaları sayesinde yeryüzüne barış ortamı getirilebilmekte
ya da bu doğrultuda korunabilmektedir
Bütün
devletler içinde bulundukları bölgelerin ya da ortamlarının her türlü
gereksinmesi doğrultusunda siyasal krizleri çözerek aşmak zorundadır.
Çatışmaların önlenmesi ve sorunların çözümünü sağlayacak barış antlaşmaları
ile, her kökenden gelen insanların hiçbir ayırım yapılmadan ele alınmalarını zorunlu
kılan barış antlaşmalarının, krizlerin önlenmesi doğrultusunda devreye
sokulmalarıyla, siyasal gerekçelere dayanan iltica talepleri ya da göç
girişimlerinin önlenebilmesi ya da ertelenebilmesi mümkün
olabilmektedir. Dünyanın içinden geçtiği uluslararası konjonktürlerin etkileriyle,
göç gibi vatan ya da bölge değişikliği durumları gündeme gelebilmektedir.
Hiçbir devlet kendi yaşam düzenini bozabilecek ya da bu gibi toplumları alt üst
edebilecek gelişmelerin cereyan ettiği göç dalgalarına alan olmak istemez. Bazı
büyük ülkeler bu gibi durumlarla karşılaşmamak ya da önlenemez bir duruma gelen
göç girişimlerini ülke düzeni doğrultusunda dengeleyecek biçimlerde önlem alıcı
bir yaklaşım içine girebilirler. Küresel gelişmeler ve eğilimler dünya
politikasını yakından etkilediği için göç gibi toplumsal olaylar uluslararası
konjonktürde güncelleşen gelişmelerin de etkisi altında ortaya çıkabilir ya da
yön değiştirerek yeni dönemin koşullarına paralel bir durum gösterebilir.
Devletlerin sorunlu dönemlerde iyi yönetilememesi gibi olumsuzluklar dünya
siyasetine yansıdığı zaman, bu gibi gelişmelerin ortaya çıkan faturası büyük
olmaktadır. Devletlerin gereken adımları atmaması ya da önlenemeyen gelişmeler
karşısında sıkı durarak gerekli olan önlemlerin alınamaması gibi gelişmelerin
yansımaları doğrultusunda, sosyal tepki olarak toplumların bazı kesimlerinin
göç girişimlerine kalkışması doğal bir gelişme olarak gündeme gelmektedir.
Siyasal çekişmelerin savaşlara dönüşmesi ya da ekonomik krizlerin giderek büyük
çöküşe kayması, açlıktan kaçan insanların kendilerini besleyecek ya da
koruyacak yeni devlet çatıları aramaları gibi zorunluluk durumlarında göçler ve
de yer değiştirme hareketleri doğal sonuçlar olarak öne çıkabilir. Ayrıca son
yıllarda görülen biyolojik savaş girişimleri doğrultusunda öne çıkan
mikropların önlenmesi de devletlerin görevine girmektedir. Virüs ve mikrop
yayılmaları da küresel göç hareketlerine yol açabilmektedir.
Normal durumlarda
ülkesini ya da yaşadığı bölgeyi terk etmek istemeyen insanlar, yaşadıkları
yerdeki düzenleri bozulunca ve geçmişten gelen güvenlik ortamları ortadan
kalkınca, doğal olarak bu yeni olumsuz durumların etkilerinden kaçmak için
ayağa kalkarak göç ve mübadele yürüyüşlerine kalkışabilmektedirler. Göç etmek
zorunda kalan insanlar aslında hemen bir yer değişikliğine yönelmeden önce çok
düşünmek zorunda kalmaktadırlar. Geçen dönemlerin konjonktürünün gündeme
getirdiği yeni koşullar karşısında yer
değiştirerek halen yaşadıkları ülkelere ya da devletlerin çatısı altına
gelenler, yeniden yeni süreçte her gelişmeyi yakından izleyerek ona göre
harekete geçmek ve durum değerlendirmesi
yaptıktan sonra da bir insan hakkı olarak tanınmış olan seyahat özgürlüğünün
olanakları çerçevesinde, kendilerine daha farklı yaşam alanları ve ülkeler
bularak buralara doğru yürüyüşe
geçtikleri zaman, göç olgusu kaçınılmaz olarak tamamlanmakta ve gerçekleştirilen
nüfus değişiklikleri ile yeryüzü ülkeleri üzerinden eskisinden bir çok yönden ayrılan yeni bir
yaşam düzeni oluşumuna doğru adım atılmaktadır. Normal koşullarda göçmenler
gidecekleri ülkeye karar verdikleri zaman oraya en çabuk yoldan ulaşarak göç serüvenini
tamamlamak isterler. Bu yoldan yeni bir ülkenin topraklarına ayak basan yeni
göçmenler için artık geri dönmek söz konusu değildir. Her türlü tehlikeyi göze alarak yola çıkan,
sınır duvar ve tellerini geçen, sınır bölgesinde bulunan deniz, göl ve ırmak
gibi su yollarını yüzerek aşan, yeni ülkeye ulaşabilmek için ölüm riskini göze alarak göç dalgası içinde
yer alan yeni göçmenler, kendileri için hedef ülke ya da bölge olarak
belirledikleri yeri seçtikleri aşamada artık yapacak tek şey göze kestirilerek
hedeflenen o yere yönelik göç hareketini tamamlamaktır. Yola çıkan, sınırı
geçen ve de yeni yerleşim yerine gelmeyi başaran göçmenlerin, bu aşamadan sonra
yeni geldikleri devletin vatandaşı olarak yeni ülkelerine tam olarak yerleşmeleri
gerekmektedir. Eğer göçmenlerin geldikleri eski ülke ile göç edilecek yeni ülke
arasında göç ve mübadele antlaşmaları imzalanmışsa, o zaman göç hareketleri
daha düzenli ve hukuka uygun bir biçimde tamamlanabilmektedir. İlgili işlemler
sırasında ortaya yeni sorunlar çıkarsa ya da yeni baskılar yolu ile göç oluşumu
engellenirse, o zaman yasal yolların açık olduğu dikkate alınarak, göç hukuku
ve mevzuatı çizgisinde hukuk mekanizmaları çalıştırılarak ihtilaflar çözüme
kavuşturulabilir. Bu gibi kararlarda Birleşmiş Milletlerin insan hakları
belgelerinde esas olan göç, seyahat etme ve yer değiştirme, gibi haklara
dayanılarak uygulamaların yapılması gerekmektedir.
Doğal göçler yolu ile büyük ve zengin ülkelere göç etme çabası içinde olan sığınmacılar, bu yolda hedefe ulaşabilmek için yol üstündeki ülkelerden geçerek göç etmeye çalışan halk kitlelerinin yol üstündeki ülkelerin yönetimleri ile ya da onların ortaya koyduğu engelleme politikaları ile karşı karşıya kalmaktadırlar. Bu doğrultuda her ülkenin kendi jeopolitik durumu ve konjonktürel konumunu dikkate alan yaklaşımlar geliştirdiği görülmektedir. Kendi nüfus dengesini bozmak istemeyen ve de göç olaylarının getirdiği yeni ekonomik harcamaların baskısı altında kendi mali dengelerini korumak isteyen devletlerin, göç işlemlerine karşı uzak durdukları ve bu türde gelişen olayları önleyerek gelecekte büyük ekonomik krizlerle karşılaşmayı önleme çabaları içine girdikleri görülebilmektedir. Küreselleşme sürecinin ortaya çıkardığı yeni değişim sürecinde göç hareketleri en fazla göze çarpan gelişmeler olarak görünmektedir. Bütün devletler bu doğrultuda kendi toplumlarına sahip çıkarak nüfusu bölebilecek dışa çıkışların önlenmesi için çaba gösterirlerken, diğer yandan da dışarıdan gelen aç ve yoksulların oluşturduğu baskın göçlere izin vermek istememektedirler. Kendi nüfusuna kaynak bulamayan küçük ve orta boy ülkelerin dışarıdan izinsiz göç hareketlerine sahne olmasını hedef ülke yönetimleri ile birlikte, dünya kamuoyunun sağ duyulu kesimleri de bu gibi durumları olumlu karşılamamakta ve göç hareketleri ile birlikte ülkelerin karşısına dikilen sığınmacılara karşı önlemler almaya çalışmaktadırlar. Her devlet kendi anayasal düzenini kurarken, hukuk devletinin gereklerini yerine getirmeye çalışmakta ve göç, mübadele ve sığınma gibi nüfus olaylarını uluslararası hukukun kuralları doğrultusunda kontrol etmeye çalışmaktadır. Konu ile ilgili olan Cenevre sözleşmeleri ile uluslararası insan hakları ilkelerine, Birleşmiş Milletlere üye olan her devletin dikkat etmesi dünya düzeni ve evrensel barış açısından gereklidir.
Avrupa
Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri gibi zengin batı bölgelerinin üst düzey devlet yapılanmaları göçmenleri
sınır kapılarında bekleterek, daha sonra geri göndererek bu saldırılardan
kurtulmaya çalışmışlar ama geri kalmış Asya ve Afrika ülkelerinden binlerce
göçmen ve sığınmacının göç etmek istemeleri üzerine, batılılar iyi okumuş
yüksek tahsil sahipleri ile yabancı dil bilen ve dünyayı izleyebilen
entellektüelleri vatandaş olarak almaya öncelik vermiş, dil bilmeyen ve
okumamış cahil düzeydeki insanları geri göndermeye çaba göstermişlerdir. Çağdaş
dünyanın büyük devletleri resmen ayrımcılık yaparken, Türkiye ise bu konuda
açık kapı politikası uygulayarak önceliği Müslüman göçmenlere vermiş ama diğer
din mensuplarını görmezden gelmiştir. Bu konuda Musul Türkmenlerinin göçü
sırasında da Sünniler Türkiye’ye kabul edilirken, Şii Müslümanlar İran’a
gönderilerek ciddi bir mezhep ayırımı uygulanmıştır. Türkiye orta dünyanın
merkezi ülkesi olarak tarih boyunca göç olayları ile karşı karşıya kalmıştır.
Anadolu’nun yanı başındaki Balkan ve Kafkas bölgeleri göçler yüzünden küçük
küçük azınlıklardan oluşan nüfus topluluklarına sahip olurken, tarihin her
döneminde buralardan kaynaklanan göç hareketlerinden geride bazı kalıntılar
olmuş ve bunlar merkezi coğrafyanın çok kültürlü ve etnik yapılı bir haritaya
yönlendirilmesine zemin hazırlamıştır. Balkan ve Kafkas toplulukları içinde
tarihin değişik dönemlerinde bu bölgeden gelip geçen kavimlerin kalıntıları
devam edip gelerek, günümüzde bu bölgede çok kültürlü siyasal yapılanmalara yol
açmıştır. Bu tür bir mozaik yapılanmayı ortaya çıkaran siyasal gelişmeler hep
göç olayları ile desteklenmiştir. Dış konjonktür değişirken, merkezi bölge de
bu gibi durumlardan etkilenmiştir. Bu yüzden devletler çok kültürlü bir yapıda ortaya çıkmış ve
zamanla bütünlük kazanabilmişlerdir. Avrupa, Asya ve Afrika kıtaları arasında
cereyan eden nüfus hareketleri yüz yıl önce modern dünya düzeni oluşturulurken,
bölge haritalarını yakından etkilemiş ve bu duruma göre hazırlanan emperyal
plan ve projeler merkezi bölge haritalarının oluşumunu etkilemiştir. Üç kıta
arasında kalan orta dünyada sürekli olarak her dönemde çeşitli siyasal
saldırılarla olduğu kadar bu doğrultuda gelişen göç oluşumları ile de karşı
karşıya gelinmiştir.
Herkesin
temel hak ve özgürlüklerinin korunması doğrultusunda göç ve sığınma olayları
ele alındığı zaman, uluslararası bir yapılanma ile karşılaşılmaktadır. Bu
konudaki hukuk düzenlemeleri hem göçmenlerin usulüne uygun olarak
yerleştirilmelerini, hem de var olan devlet yönetimlerinin kabul etmediği eğitimi
ve yabancı dili eksik olan sığınmacıların geri gönderilmelerini sağlamaktadır.
Her devlet kendi siyasal modeli ve kuruluş yapılanması açısından yeni sığınmacı
politikaları ortaya koymak zorundadır. Geri gönderme yöntemleri ile ulus
devletler ülke nüfusunun bütünlüğünün korunmasına öncelikli olarak dikkat etmek
zorundadırlar. Ülke içinde yaşayan yurttaşlar haklarını korumak için göçle
gelen yeni sığınmacıların yerleşim düzenlerini bozmalarına ya da var olan kamu
düzenine aykırı düşebilecek yapılanmalara yönelmelerine karşı
çıkabilmektedirler. Bu gibi göç ve sığınma olaylarına karşı duran çıkışlar, farklı
etnik ve dinsel gruplardan gelerek ülkede ulus devletin nüfus dengesinin bozulmasına
giden yolların önünü kesmektedirler. Bu durumlar da ulus devletler ile birlikte
o devleti kuran ulusların iş birliği yaparak kendi oluşturdukları siyasal
düzene sahip çıkmaları gibi ulusal bir savunma durumu ortaya cıkmaktadır.
İmparatorlukların geçen asırda yok olmasıyla gündeme gelen ulus devletlerin bir
asır sonra benzeri bir süreç içinde yok oluşlarını önleyecek bir ulus devlet
refleksi, bu aşamada ulusalcıların girişimleri ile öne çıkarılarak bölünmeye
giden gelişmeler önlenmeye çalışılmaktadır. Birbirinden farklı etnik, dinsel ve
kültürel yapılardan gelen sığınmacılar ya da göçmenlerin, ülke içindeki
uluslaşma sürecinin tamamlanması sonucunda gerçekleşen toplumsal bütünlük, yani
üniter siyasal devlet modelinin tüm bölücü tehditlere karşı korunması amacıyla,
çok kültürlü bir yapılanma doğrultusunda temelden bir değişiklik oluşumunun
tehdidi altına girmesi, bugünün dünyasında çok büyük siyasal sorunlara neden
olmaktadır. Çağımızın devlet modeli olan ulus devletin üniterliği ile toplumsal
düzeninin uluslaşması, göçler ya da sığınmalar yolu ile ulus devletlerin
çokluluk düzenine yönlendirilmesi çabalarında, dikkate alınması gereken
konulardır. Her ulus devlet üniter yapısını koruyarak varlığını sürdürebilir.
Çağımızın
gerçeği olan ulus devletler günümüzde küresel emperyalizm olgusu ile karşı
karşıya gelmekte ve bu yüzden de sürekli olarak her dönemde göç, sığınma, tehdit,
saldırı, işgal ve mübadele gibi nüfus hareketleri ile uğraşmak durumunda
kalmakta ve bu yüzden de yola devam etme çizgisinde inişli çıkışlı durumları
kontrol edebilmenin çabası içine sürüklenmektedirler. Türk devletinin son
küreselleşme döneminde gene bu doğrultularda rahatsız edilmesi, devletin ülkesi
ve milletiyle bütünlüğü ilkesine ters düştüğü için, yeni dünya düzenine var
olan ulus devletlerin hemen hemen hepsi karşı çıkmaktadır. Uluslararası
konjonktürde öne çıkan herhangi bir olay ya da gelişme bir anda ulus
devletlerin sınır boylarına binlerce ya da milyonlarca kişinin gelerek
yığılmalarına giden yolu açmaktadır. Kendi sorunları ile boğuşmaktan bir türlü
kurtulamayan ulus devletler, artan nüfus yapısının zorlamaları yüzünden, bir
anda binlerce ya da milyonlarca insanın kendi ülkesine gelmesini kabul
edebilecek ve onların gereksinmelerini karşılayabilecek durumda hiçbir zaman
olmamışlardır. Uluslararası alanı baskı altına alan olağan dışı gelişmeler,
büyük ekonomik krizler, devletler arası rekabetin sıcak çekişme ve çatışmalara
dönüşmesi üzerine gündeme gelen savaş senaryoları ulus devletleri tehlikeli
konumlara sürüklediği için, bu gibi siyasal yapılar kendi güçlerini korumak ve
yeni koşullara uyum sağlayarak sahip oldukları kazanılmış haklarını sonuna
kadar muhafaza etmek durumundadırlar. Bu çerçeve de ulus devletler ulusal
kimlik ve düzenin getirdiği her türlü hakkı sonuna kadar korumakla yükümlü
olduğu için, göç ve sığınma yolları ile milli sınırları geçerek gelen farklı
alt kimlikçi siyasal oluşumların, daha farklı bir alt kimlikçi ulusalcılık
dayatılmasına her zaman karşı çıkarak kurulu ulus devlet modelini savunmak
durumundadırlar. Bu nedenle bütün ulus devletler kendileri için bölücü ve
parçalayıcı etkiler yaratabilecek her türlü göç, sığınma ya da yeni yerleşim
girişimlerine karşı ulusal birlik ve ülkesel bütünlük kurallarına uygun olarak
hareket etmek zorunda kalmaktadırlar.
Küresel
emperyalizmin bütün dünyaya egemen olma planları doğrultusunda ulus devletlerin
ortadan kaldırılması küresel alanda
boşluklar getirdiği için , küresel şirketler ulus devletleri ortadan
kaldırabilme yolunda, alt kimlikçi eyaletleşme ,büyük şehirlerin şehir devletlerine dönüştürülmesi ve de
belirli alanların bir araya getirileceği
bölgesel federasyonları kendi kontrolleri altında oluşturma girişimlerini birbiri
ardı sıra siyasal gündeme getirirken, egemen güçler tümüyle ulus devletlere karşı
çıkmaktadırlar. Geleceğin dünyasında alt kimlikçi eyaletler ile şehir
devletlerinin birlikte yaşayacağı bölgesel federasyonları, daha sonraki aşamada
kurulacak bir dünya konfederasyonu çatısı altında toplamayı düşünen gizli dünya
devleti öncüleri, ulus devletleri ortadan kaldırabilmek için her yolu denemeye
başlamışlardır. Tarihsel bir olgu olan göçlerin yeniden gündeme gelmesi ve bu
doğrultuda emperyalist devletlerin çeşitli senaryolar peşinde koşmaları, Türk
ulus devletini merkezi coğrafyadan kaldırma senaryosunda Türkiye’yi yeniden bir
göç devletine dönüştürmüştür. Ülkenin
doğusunda batısında, kuzey ve güney bölgelerinde alt kimlikçi eyalet
devletlerine, İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin, Adana, Konya ve Sivas gibi büyük kentlerde şehir
devletleri oluşturmaya çalışan emperyalizm ve onların yerli işbirlikçileri,
Atatürk’ün sağlam temeller üzerine kurduğu Türkiye Cumhuriyetini ortadan
kaldırabilme amacıyla, dış baskılar ve iç senaryolarını birbiri ardı sıra
gündeme getirebilmektedirler Emperyalist
ve yerli işbirlikçi çevrelerin bu çizgide göç hareketlerini ulusal birlik
ile üniter devlet düzenlerini ortadan
kaldırma yolunda bir silah olarak kullanmaya çalıştıkları anlaşılmaktadır. Son
dönemde, Türk devletinin içi, Araplar, İranlılar, Ermeniler, Afganlılar,
Azeriler, Tacikler, Kırgızlar ve diğer Asyalı kavimlerin göç hareketleri ile
doldurulmaya çalışılmış ve bu doğrultuda
Türk devletinin ulusal bir yapılanmaya dayanan yüz yıllık birlikte
yaşamadan gelen ortak kimliği olarak ,Türklük bir ulusal olgu olarak ikinci
plana iteklenmiştir. Farklı alt kimlikçi göçmen grupların açık tutulan sınır
kapılarından içeriye özgürce girmeleri dış baskılarla sürdürülünce, büyük
şehirlerin yollarında Arapça, Ermenice, Kürtçe, Azerice, Tatarca konuşanlar
gibi merkezi coğrafyanın alt kimlikçi yansımaları ortaya çıkmıştır. Bu durumda
Türkiye’deki ulusal kimlik ve ulus devlet yapılanmaları ortadan kaldırılarak,
yeni Sevr senaryoları doğrultusunda, Türk devletinin çöküşü ve dağılış süreci
hızlandırılmıştır.
Batı
emperyalizmi merkezi coğrafyaya yeniden yerleşirken, bölge devletlerini tehdit
etmeye başlamış ve bu doğrultuda hem bir bölgesel savaş hem de bölge
devletlerinin sınırları içinde bir iç savaş tehlikesini gündeme getirmiştir. Bu
doğrultuda İsrail bölgeye yerleşirken Filistinlileri Ürdün’e sürmüş, komşu
ülkelerdeki Arapları daha uzak Arap devletlerine göçmen olarak göndermiştir.
Bölge için var olan emperyalist
planlarda, Büyük Orta Doğu, Büyük İsrail, Büyük Avrupa ve Büyük Asya gibi
oluşumlar hedeflendiği için, emperyalist güçler kendi planlarını empoze ederek,
bölgedeki ulus devletlerin dağılması ve yeni göçler yolu ile de nüfus
yapılarının değiştirilerek çok uluslu kozmopolit siyasal oluşumların
hedeflenmektedir. Bu senaryolar gündemde olduğu için, göçler aracılığı ile çok
kültürlü bir federasyonculuk gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır. Küresel
emperyalistler dünyanın merkezi alanını ele geçirirken orta dünyadaki ulus
devletlerin üzerinde giderek daha fazla baskı uygulamalarına başladığı göze çarpmaktadır.
Baskılar beraberinde zorbalık, işkence
ve ekonomik çöküş gibi olumsuz ortamları gündeme getirerek halk kitlelerini
işsizlik ve açlık çukurlarına doğru sürüklemektedir. Açlık insanları ayağa
kaldırdığı gibi işsizlik de ülke değişimine giden yolları öne çıkarmaktadır. Göç
edilen ülkelerin ekonomileri daha iyi bir durumda olduğu zaman göçmenler hemen
geldikleri ülkenin vatandaşlığını almaya çalışmaktadırlar. Bu gibi durumlarda
göçmenlerin kalıcılaşması gibi durumlar öne çıktığı için, göç yolu ile gelen
sığınmacılar bir süre sonra geldikleri ülkelerin vatandaşları olma hakkını elde etmeye çalışmaktadırlar. Yoksul ülkeden
zengin ülkeye gelenler, gelişmiş ülkelerde iş ve de kendileri açısından daha
tatmin edici koşullar bulanlar göç ettikleri ülkelerde kalıcı olarak, tahsil ve
iş olanaklarını bu ülkelerde elde edebilmenin çabası içine girebilmektedirler.
Dünya nüfusu artarken, nüfusu azalan ya da zaten az olan küçük ülkelerde
göçmenler, daha kolay iş bulabilme ya da yaşam düzeni kurabilme açısından kendi
durumlarını ele alarak değerlendirdiklerinde zengin ve büyük ülkelere göç
etmeye öncelik vermektedirler.
Zengin
ülkelerden büyük olanları göç ve sığınma olaylarına daha toleranslı bakarken,
küçük ve orta boy ülkelerin kendi sınırlı koşulları ve ağır yükleri nedeniyle
göç hareketlerini daha olumsuz bir bakış açısıyla değerlendirmeye yönelik
oldukları görülmektedir. Bu dünyaya yaşamak üzere gelmiş olan insanoğlunun yer
kürenin herhangi bir yerinde kendisine yaşam düzeni kurması, doğal bir insan
hakkı olarak ele alınmalıdır. Ne var ki, insanların bu gereksinmelerini
karşılarken, diğer haklar ihmal edilmemelidir. Bu dünyada yaşayan herkesin hak
ve özgürlüklerinin birbirlerinin hak ve özgürlükleri ile sınırlı oldukları
dikkate alındığı zaman, göçmenlerin de bir insan olarak diğer insanlarla
birlikte olmak ve eşit koşullarda yaşamak hakkına sahip oldukları
anlaşılmaktadır. Ev sahibi olan ülkeler yeni gelen insanlara ve daha sonra da
vatandaşlarına kapılarını açtıkları zaman, anayasa ve yasalarda belirlenen hak
ve özgürlükler düzenine uygun bir yeni düzenlemeye gitmektediler. Ne var ki,
bugünün çağdaş dünyasında en gelişmiş bölgelerden birisi olan Avrupa Birliği
ülkelerinin ciddi bir göçmen politikasına sahip olmadıkları ve bu yüzden de
ortaya birçok çatışmalı olaylar ile birlikte asgari düzeyde insan haklarının
bile esirgendiği, olumsuz gelişmeleri Avrupa’ya dönük göçmen hareketleri
sırasında görmek mümkün olmaktadır. Avrupa Birliğinin Türkiye gibi komşu ülkeleri
ara ülke olarak kullanarak kendilerine dönük göç etmek isteyen kitleleri bekletme,
gözaltında tutma ve geri gönderme gibi olumsuz durumlar yaratması, Avrupa
uygarlığına çok zarar vermiştir. İnsan hakları doğrultusunda göç ve sığınma
girişimlerini görmezden gelen Amerika Birleşik Devletleri’nin, güney Amerika
ülkelerinden gelen göç girişimlerine karşı, tıpkı İsrail gibi duvar çekme yoluna
giderek uygar ülke olma sorumluluğunu yerine getirmekten kaçındığı son dönemde
açıkça ortaya çıkmıştır. Göçmen veren ülkeler azgelişmişlik çıkmazı içinde
mücadele ederken, göçmen alan zengin ülkelerin daha anlayışlı hareket ederek, uluslararası
alanda ortaya çıkan gereksinmelerin karşılanmasına yardımcı olmaları
beklenmektedir. Göç olaylarının sorumlusunun emperyalistler olduğu yaşanan
olaylar ile kesinleşmiştir. Türkiye’nin de bu aşamada merkezi bir jeopolitik konum
nedeniyle hem yol geçen hanı, hem de son
durak olduğu anlaşılmaktadır. Göçmenlerin geldikleri ülkelerin kültürel
yapılarına uymaları sayesinde, ulus devlet düzenlerinin devamı sağlanarak
çatışmalar önlenecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Anıl Hocam eline diline sağlık. Bir elin parmağı kadar insanımız bu korkunç oyunu anlayabiliyor. Bu bir vatan borcudur. Uzunca bir süredir bireysel mücadelelerle vaktimiz heba olmasın diyerek Ege Üniversitesinde başlattığım ULUSLARARASI TÜRKBİLİM DERGİSİNİN 28. SAYISINI çıkardık. Bu konu ciddi bir hayati konudur. 29. sayımız için kapsamlı ele aldığınız hususu biz de yayınlayarak bu ülkeye katkı yapmak isteriz. Baş editörlerimiz arasında sizi de görmek mutluktur. En derin sevgi ve saygılarımızla sağlık ve esenlikler dileriz..Sevgi ve selamlarımızla...turkbilde.net turkbilder.com. turkbilder. org adresimizdir..suavituncay@yahoo.com GSM. 0 546 785 38 33
YanıtlaSil