23 Şubat 2022 Çarşamba

HALKÇILIK PROGRAMINDAN HALKEVLERİ’NE - Prof Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

HALKÇILIK PROGRAMINDAN HALKEVLERİ’NE

     Her 19 Şubat tarihi, cumhuriyetin kuruluş döneminden gelen bir eski alışkanlık ile Halkevleri günü olarak kutlanmaktadır. Çünkü bu tarihte ülkenin çeşitli bölgelerinde ilk olarak 14 Halkevi şubesi açılarak bütün yurtta bir cumhuriyet yönetimi, bir yeni halkçı eğitim ve kültür seferberliği başlatmıştır. Bundan 80 yıl önce başlatılmış olan bu yeni halkçı açılımın önü emperyalizm tarafından kesilmemiş olsaydı, bugün Türkiye Cumhuriyeti çağdaş uygarlık yarışında çok daha önlerde olabilir ve günümüzde postmodernizm görünümlü yeni bir orta çağ yaratma senaryoları ile karşı karşıya kalmazdı. Türkiye’nin bugünlerini ve nereler de olduğunu iyi anlayabilmek için hem cumhuriyetin öncesine hem de cumhuriyetin ilk yıllarına geri dönmek ve imparatorluktan ulus devlete geçerken ne gibi devrimci atılımların başarıldığını iyi görmek gerekmektedir. İşte Halkevleri de böylesine önemli bir dönüşüm süreci içerisinde ortaya çıkan bir halk örgütlenmesi modeli olarak gerçekleşmiş ve sonraki yıllarda bütün dünya ülkelerine az zamanda hızlı toplumsal kalkınmayı gerçekleştirebilmek açısından, en önemli sosyal ve kültürel örgütlenme modeli olarak batının dışında kalan bütün dünya ülkelerine olumlu bir öncü örnek olmuştur.

         Atatürk’ün yirmi yıllık önderlik dönemi kendi içinde üçe ayrılır;

-1919-1923 tarihleri ulusal kurtuluş savaşı yılları,

-1923-1930 dönemi ise cumhuriyetin kuruluş aşaması,

-1930-1938 yılları da cumhuriyetin kurumlaştırılma dönemidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında batılı emperyal devletlerin orduları, Anadolu topraklarını işgale yöneldiğinde, eski Osmanlı ahalisi olarak o günlere gelen bölge halkı var olma ve yaşama hakları gibi en kutsal haklar doğrultusunda bir ulusal kurtuluş mücadelesine girişmişlerdir. Bu aşamada bütün bölge halkı her türlü etnik ve dinsel ayırımın ötesinde, saldıran ve işgal eden emperyal batı ordularına karşı büyük bir dayanışma içerisine girerek, bağımsız ulus devletlerini kurabilme şansını elde etmişlerdir. Atatürk, Türk ulusunun öncüsü olarak önceliği ulusal kurtuluş savaşına vermiştir. Zafer elde edildikten sonra cumhuriyetin ilanı ile beraber ikinci dönem olan cumhuriyetin kuruluş yılları başlamış ve bu dönem de 1930 yılına kadar sürmüştür. 23 Nisan 1920 tarihinde TBMM’nin açılışı ile başlayan yeni devletin kuruluşu, on yıllık bir zaman dilimi içinde tamamlanmıştır. Böylece; devletin kurucusu “Kurcu Baba” Atatürk, tarihsel süreç içerisinde ortaya çıkardıkları Türkiye Cumhuriyeti devleti modelini geleceğe dönük bir biçimde kurumlaştırmak istemiştir.

         Türkiye Cumhuriyeti’nin dünyanın jeopolitik merkezinde kurulmasından sonra, devletin kurucu önderi olarak Mustafa Kemal, bu siyasal yapılanmanın gelecekte de var olabilmesi ve her türlü tarihsel ya da siyasal değişikliğe karşı varlığını sürdürerek ilelebet payidar kalabilmesi için, ciddi bir çalışma içine girmiştir. Bu doğrultuda yaşamının son dönemi olan 1930’lu yılları okumaya, araştırma yapmaya ve belirli konuların uzmanları ile ortak çalışmalar yürüterek, geleceğe dönük kurumlaşmanın adımlarını atmaya çabanı göstermiştir. Bu yüzden, 1930’lu yıllar bir yönü ile Atatürk’ün, Çankaya köşküne çekilerek İsmet İnönü aracılığı ile devleti yönettiği, devlet yönetiminin detaylarını hükümete bıraktığı, kazanmış olduğu zamanı da okuma ve araştırma çalışmaları ya da çeşitli toplantı ve görüşmeler yolu ile devlet yapısının geleceğe dönük kurumlaştırılmasına ayırdığı bir dönem olmuştur. Atatürk’ün yirmi yıllık önderlik döneminin bu son aşamasına, bu yüzden cumhuriyetin kurumlaştırılması aşaması olarak bakılabilir. Mustafa Kemal, Ulusal Kurtuluş Savaşını kazınıp devleti kurduktan sonra, günlük ayrıntılar ile boğuşmayı hükümete bırakarak, kendisi geleceğe dönük kurumlaşma yönünde çalışmıştır.

       Atatürk, Bizans ve Osmanlı gibi iki merkezi imparatorluğun başkenti olarak tarihte iki büyük çöküntü yaşayan İstanbul’a karşı, Ankara‘da yeni bir devlet kurarken, önceliği hukuka ve kültüre vermiştir. Henüz Ankara Üniversitesi kurulmadan hem Ankara Hukuk Fakültesini hem de Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesini yeni devletin başkentinde çeşitli uzmanların katkılarıyla açmıştır. Böylece; yeni kurulan devlete hem hukuki dayanak hem de bilimsel bir taban oluşturabilmenin arayışı içerisinde olmuştur. Bu iki fakülteden yetiştirilen genç Cumhuriyet kuşaklarıyla yeni kurulan devlet yapılanmasının ülke düzeyinde kadrolaşması sağlanırken, bu fakültelerin eğitim kadrolarıyla zaman zaman Atatürk bir araya gelerek, en gerçek yol gösterici olan bilimin ışığında Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini aramağa yönelmiştir. Bu arada, çeşitli sınavlar sonucunda seçilen gençlerin bir kısmı Batının ileri ülkelerine gönderilmiş ve oralarda devlet bursları ile yetişen bu gençler de zaman içerisinde eğitim ve kültür kadrosuna katılmışlardır. İşte bu doğrultuda önce Halkevleri daha sonra da Köy Enstitüleri kurularak, Misakı Milli sınırları içerisindeki ülke toprakları, az zamanda Ortaçağ karanlığından, çağdaş uygarlığın aydınlığına yönlendirilmeğe çalışılmışlardır. Kurucu önderin yaptığı Cumhuriyetin onuncu yıl söylevi, böylesine bir projenin zaferinin bütün dünyaya açıklandığı bir belgedir. 1930’lu yıllar, Cumhuriyet yönetiminin devletin dışında örgütlediği dört büyük organizasyonun biçimlendiği yıllardır.

        Devleti kuran Atatürk’ün partisi, bir “halk partisi” olarak cumhuriyetin temel ilkeleri doğrultusunda bu yıllarda yapılan kongreler aracılığı ile ve yeni kabul edilen programlar üzerinden, geleceğe dönük belirli bir çizgide kurumlaştırılmağa çalışılmıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü nedeniyle içine girilmiş olan devletsizlik döneminde toplanan halk kongreleriyle oluşturulan halk partisi, yeni devleti halk adına ve halkçılık çizgisi doğrultmaya yönelmiştir. Partinin kurucusu ve ilk genel başkanı olan Atatürk de ilk anayasanın özünü oluşturacak yeni devletin anayasa taslağını olan “Halkçılık Beyannamesi“ adı altında kendi el yazısı ile hazırladığı bir metin olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi başkanlığına vermiştir. Kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti, bir ulus devlet olarak yapılanırken, özünde halkçılık esasına dayandırılmıştır. Yedi asır sürmüş bir imparatorluk coğrafyasından kopup gelen eski Osmanlı ahalisinin hemen bir ulus devletin çatısı altında uluslaştırılması mümkün olamayacağı iyi bilindiği için, dışa karşı ilan edilen ulus devletin içe dönük anayasal yapılanmasında ulusçuluk yerine halkçılık ilkesi benimsenmiştir. Bu doğrultuda belirlenen cumhuriyetin altı ilkesi içerisinde hem ulusçuluk hem de halkçılık ilkeleri beraberce yer alarak, yeni devletin dışa ve içe dönük yapılanmasında beraberce ortak bir dayanak katkısı sağlamıştır. Türkiye Cumhuriyeti dışa dönük bir biçimde ulus devlet olarak tarih sahnesine çıkarken, devletin kurucu önderi ilk anayasa taslağını ulusçuluk bildirisi olarak değil, halkçılık programı biçiminde meclise sunması; katı bir ulusçu anlayış yerine halkçı bir ulusçuluğu gündeme getirmiştir. Böylece; yeni devletin halkçılık özüne dayanan bir ulus devlet olmasının önünü açılmıştır. Atatürk’ün el yazısı ile sunduğu Halkçılık programı, saltanat ve hilafetin kaldırılmasından sonra, Misakı milli sınırları içerisinde yaşamını sürdürmekte olan Anadolu ve Rumeli halkının yerel yönetimler aracılığı ile kendi kendini yönetmesini merkezi devlete bağlı bir doğrultuda gündeme getirilmiştir. Bu programa göre; halk toplulukları vilayetler ve nahiyeler çatısı altında bir araya gelecek ve merkeze bağlı umumi müfettişlerin kontrolü aracılığı ile ulusal ve üniter bir siyasal yapılanma içerisinde halkçı bir siyasal yönetim oluşturulacaktı.

      Devletin kuruluş aşamasında, kurucu önder tarafından gündeme getirilen Halkçılık Programı, rejimin halkçı bir yöne doğru gitmesinin önünü açmıştır. İmparatorluk sonrası dönemde bir Ulusal Kurtuluş Savaşı vererek ve kazanarak yaşama hakkını yeniden elde eden Anadolu ve Rumeli halkı, bir ulus devletin çatısı altında bir araya gelirken, halkçı bir anlayış öne çıkmıştır. İlerleyen yıllarda, halkçılık anlayışı, Halkevleri gibi bir toplumsal örgütlenmeyi de ortaya koymuştur. İşte cumhuriyetin ilk yıllarındaki Halkçılık programı, devletin kuruluşu tamamlandıktan sonra üçüncü aşamada siyasal rejimin geleceğe dönük kurumlaştırılırken, Halkevleri gibi yaygın bir kitle eğitim ve kültür kuruluşunun oluşumunu öne çıkardığı görülmektedir. Halkçılık programı ile halkçı bir ulus devlet kuran Kuvayı Milliye yönetimi, son aşamada halk kitleleri ile halkçı devletin kaynaşmasını sağlayabilecek bir halk örgütlenmesi olarak Halkevlerine yönelmiştir. 1930 yılların başlarında rejimin geleceğe dönük kurumlaştırılmasında cumhuriyet yönetimi yeniden halka kucak açarak halk kitleleriyle bütünleşebilmenin çabası içerisine girmiştir. Kurucu önder Atatürk, bu halk yuvalarının açılışı olan 19 Şubat 1932 yılında “Halkevleri ile vatandaşa kucak açılması sayesinde ülke düzeyinde önemli bir toplumsal ve kültürel devrim yapılmıştır” diyerek, cumhuriyet rejiminin halk tabanına yönelen köklü devrimci girişiminin müjdesini vurgulamıştır.

      Çankaya köşkünde, beş bin kadar kitap bulunduran bir kütüphane kuran Atatürk; dünya tarihini, coğrafyasını, kültürünü inceleyerek kurumlaşmayı sağlam temellere bağlamış, yurtdışından gelen yabancı bilim adamları, tarihçiler, yazarlar, edebiyatçılar ve yurtdışında eğitim gören genç Türkleri sofrasına davet ederek, onlarla saatlerce bazen sabahlara kadar konuşarak ve tartışarak yeni Türkiye’nin yollarını belirlemeğe çalışmıştır. Bu doğrultuda, önce bazı bilimsel toplantılar ve seminerler düzenlenmiş, daha sonraki aşamada da Tarih ve Dil kongreleri toplanarak, Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumlarının örgütlenmesine giden yol açılmıştır. Bir ulusun oluşumunda dilin önemini, bir devletin kuruluşunda tarihin vazgeçilmezliğini iyi bilen Atatürk; kendi kurduğu devletin bürokrasisinin dışında bu iki kurumu, toplumsal örgütlenme modeli çerçevesinde bağımsız ve özgür kuruluşlar olarak oluşturmuştur.  Bu kurumların yapacağı bilimsel ve kültürel çalışmalarını yaygınlık anlamında halk kitlelerine ulaştırmak için, kitlesel bir örgütlenme olarak da Halkevlerinin kurulması aynı dönemde gerçekleşmiştir. Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu bilimsel çalışmalar yapacak, Türk kültürüne ve toplumsal yaşama bilimsel katkılar getirecek ve bu kurumların ortaya koyduğu bilimsel ve kültürel ürünler de Halkevleri gibi yaygın bir kitle örgütlenme aracılığı ile Türk ulusunun halk tabanına ulaştırılması hedeflenmiştir. Böylece; Halkçılık Programı ile yola çıkan cumhuriyet yönetimi, üçüncü aşama olan kurumlaşma döneminde yine halka dönerek, halk kitlelerine ulaşabilmek amacıyla yaygın bir kitle eğitim ve kültür kurumu olarak Halkevlerini kurmuştur. Halkçılık programı sayesinde kurulmuş olan halk devleti geleceğe dönük kurumlaşırken, halkla iç içe ve halkla beraber bir yöntemi benimsemiştir. Bu bağlamada; Halkçılık Programı geleceğe dönük halkçı çizgiyi kimlik olarak öne çıkarmış, Halkevleri yapılanması ise bu çıkışın tabana dönük örgütlenmesi olarak devreye sokulmuştur.

         Bir avuç insandan oluşan devrimci kadro, cumhuriyet devrimini kurucu önderin liderliğinde gerçekleştirirken, giderek halktan uzaklaşma gibi bir olumsuz siyasal süreç ile karşı karşıya kalıyordu. Bu durumun farkında olan Atatürk, devletin merkezdeki örgütlenmesini tamamladıktan sonra sık sık değişik yörelere gidiyor ve halkın arasına karışarak, bir halk egemenliği rejimi olarak kurduğu cumhuriyet yönetimi halk ile bütünleştirmeye özen göstermiştir. Başkentteki devlet bürokrasisinin merkeze kapanıp kalmasının önlenebilmesi, Atatürk’ün yurt gezilerinin ötesinde, yaygın bir kitlesel örgütlenme modeli olarak seksen yıl önce Halkevleri cumhuriyet yönetiminin halk kitleleriyle bütünleşebilmesi için kurulmuştur. O dönemin koşullarında tek parti yönetimi devam ettiği için Halkevleri, devleti kuran Halk partisinin genel merkezine bağlı bir büro olarak başkent Ankara’da açılmış, ilerleyen yıllarda yurdun on dört bölgesinde şubelerle örgütlenerek, bütün Türkiye’de vatandaşa kucak açılmaya çalışılmıştır. İlk açılan 14 Halkevinden birisi olan Aydın Halkevi başkanı Adnan Menderes’te yaptığı konuşmada, Halkevlerinin yurt düzeyinde açılmasıyla, cumhuriyet yönetiminin önemli bir devrimci atılımı gerçekleştirdiğini dile getirmiştir.

      Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğe dönük kurumlaşması aşamasında, Halkevleri gibi bir halkçı örgütün cumhuriyet yönetimi açısından gündeme getirilmesinin arkasında, kimi ciddi siyasal sorunlar bulunmaktadır. Otuzlu yıllarda yeni bir dünya savaşına doğru gidilirken, merkezi coğrafyada siyasal baskılar artmış, bir yandan Sovyetler Birliği diğer yandan da Almanya ve İtalya yeni sahip oldukları faşist yönetimler ile merkezi coğrafyayı tehdit etmeye başlamışlardır. İmparatorluk sonrasında yeni kurulmuş olan cumhuriyet devletini de yıkmak ya da parçalamak üzere özellikle ülkenin doğu bölgelerinde bazı isyan ya da kalkışma hareketlerini desteklenmiştir. Sevr haritası doğrultusunda ülkenin doğu bölgelerinde üç ayrı etnik devlet kurulmasını, emperyal hegemonya planları doğrultusunda gündeme getiren Batılı büyük devletler, Türkiye’yi bölünmeye yönelik olarak on sekiz ayaklanma girişimini öne çıkarmışlardır. Almanya ve İtalya üzerinden merkezi coğrafyaya getirilmek istenen aşırı milliyetçi akımların Türkiye’yi, Sovyetler Birliği ile karşı karşıya getirmesi yüzünden, her türlü alt kimlikçiliği bir yana bırakacak ve emperyal güçlerin etnik sorunları kaşımasını önleyecek yeni bir halkçı açılım Halkevlerinin kuruluşu ile gündeme gelmesini gerektirmiştir. Eski imparatorluktan kalan yurt parçası, ulus devlet çatısı altında bir araya getirilerek, bir üst kimliğin oluşumu ile ülke nüfusunun halkçı ve ulusçu bir çizgide entegrasyonu hedeflenmiş, ancak gündeme gelen siyasal tehditler, dıştan güdümlü ayaklanmalar ve etnik sorunların aşılabilmesi amacıyla, yeni bir halkçılık açılımı Halkevleri üzerinden ülke düzeyinde gerçekleştirilmek istenmiştir.

      Halkçı ulus devletin kendi nüfusu ile kaynaşabilmesi için, halkçılığın daha da güçlendirilmesi gerekiyordu. Devleti kuran parti bir halk partisi olmasına rağmen, tek parti yönetiminin bürokratikleşme tehlikesi ile karşılaşınca, halk kitleleriyle Halk Partisi arasına bir uçurum girmiş, halkın yönetimi olması gereken cumhuriyet rejimi merkezde yuvalanmış olan bir avuç bürokrat ve burjuva kesimin elinde tutuculaşmıştır. Atatürk, sonra yurt gezilerinde halkla doğrudan teması sıklaştırınca, bu kopukluğu yerinde tespit etmiş ve Halkevleri gibi yaygın bir kitle örgütlenmesinin gerekliliğini görerek bu kuruluşun açılışına ön ayak olmuştur. Böylece; hem halk partisinin halktan kopmasının önüne geçilmiş, hem de partiye bağlı bürolar biçiminde örgütlenen Halkevleri sayesinde, geleceğin yönetici ve eğitici kuşakları yurt düzeyinde bu yaygın örgütlenmenin sağladığı halkla temas ortamından yararlanılarak yetiştirilmeğe çalışılmıştır. Daha sonraki aşamalarda hem parti hem de devlet yöneticilerinin Halkevlerinden yetiştiği görülmüş ve böylece bu yaygın kitle örgütü yönetimde belirli bir azınlığın yuvalanmasını önleyerek halkın gerçek temsilcilerinin ülke ve parti yönetimine gelmelerinin Halkevleri aracılığı ile kazandırıldığı görülmüştür. Halkevleri bu açıdan, bir halk yönetimi olan cumhuriyet rejiminin kitle tabanından kopmasını önleyerek sonraki aşamada demokrasiye geçilmesinin önünü açmıştır. Halkevleri için, bir anlamda devletin tepesi ile toplumun tabanını birleştiren, bu iki merkez arasında tabandan tavana ya da tavandan tabana yönelen bir iletişim ağının oluşturulmasına katkı sağladığı söylenebilir. İletişimin son derece sınırlı olduğu o dönemin koşullarında Halkevlerinin böylesine yaygın bir kitlesel iletişimin örgütü olarak, devlet kuran partiye paralel bir örgütlenme içine girmesi cumhuriyet rejiminin demokratikleşmesinde önemli katkılar sağlamıştır.

      Halkevleri şubeleri ve bunlara bağlı olarak oluşturulan Halk odaları kısa zamanda yurt düzeyinde örgütlenmiş, il ve ilçelerde 500, köylerde ise 5000 civarında şube açılarak o dönemin koşullarında köye ve köylüye giden halkın ayağına kadar götürülen bir eğitim ve kültür seferberliğinin halk okulları olmuştur. Her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı Halkevi ya da Halkodası çatısı altına girerken, her türlü etnik ve dinsel kimliğini vestiyerde bırakıyor ve o halkçı çatı altında dünya kültürü ile ya da evrensel bilimin ürünleri ile tanışarak, Ortaçağ’dan çağdaş uygarlığa yönelen bir kültürel atılımın içinde kendisini buluyordu. Halkevleri, her vatandaşın eşit yurttaş olarak yer alacağı, ülke kültürünü paylaşabileceği ya da katkıda bulunabileceği aktif bir yaratıcılık ortamını Anadolu ve Rumeli insanına sunmuştur. Bu açıdan, Halkevleri için bir toplumsal ya da ülkesel entegrasyon örgütü olarak da kabul edilebilir. Çünkü Halkevleri çatısı altında yapılan bütün sosyal ya da kültürel çalışmalar insanları ayrıştıran bir çizgide değil aksine, çağdaş kültür ve bilimin eserleri ya da verileri doğrultusunda bir kaynaşma ve paylaşmanın önün açılmasına çalışılıyordu. Böylece on yılda on beş milyon genç yaratmak gibi kutsal bir hedef doğrultusunda, cumhuriyetin getirdiği çağdaş uygarlık ışığının aydınlığında her Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının geçmişten gelen Ortaçağ uykusundan uyanmasına çalışılmıştır. Halkevleri böylesine bir toplumsal seferberliğin kitlesel örgütü olarak öne çıkmıştır. Doğu Anadolu insanı, ilk kez batı edebiyatının klasiklerini Halk odalarında ya da halk kitaplıklarında görmüş, Halkevleri çatısı altında düzenlenen konserler ya da gösteriler aracılığı ile de çağdaş kültür ve müziğin değişik ürünleri halk kitlelerine tanıtılmıştır. Cumhuriyet devrimi çağdaş uygarlığı Türkiye’ye getirirken, Halkevleri bu uygarlık ürünlerinin halk kitlelerine sunulduğu birer kültür istasyonu gibi çalışarak az zamanda hızlı bir toplumsal ve kültürel kalkınmanın merkezleri olmuştur.

       İki dünya savaşı arası bir dönemde tek parti yönetimine bağlı olarak oluşturulan Halkevleri örgütlenmesi, demokrasiye geçilirken ve demokrasinin ilk başlarında yoğun çalışmalarını sürdürmüş ama ilginç bir rastlantı olarak açılışında Aydın Halkevi başkanı olan Adnan Menderes’in başbakanlığı döneminde kapatılmıştır. Devleti kuran partinin mal varlığına yeni iktidar el koyarken, partiye bağlı bürolar olarak örgütlenmiş olan Halkevlerinin yurt düzeyindeki bütün binalarına ve mal varlığına da el konulmuştur. Eski Halkevi binaları kaymakamlık ya da belediye merkezlerine dönüştürülürken, köylerdeki halkodalarına da el konulmuş, kütüphaneler kapatılmış ve Halkevleri aracılığı bütün ülke düzeyinde halkın okuma seferberliği için dağıtılmış olan milyonlarca kitap ve basılı yayın çöplüklere atılarak, Fahrenheit 91 isimli filmde kitap yakma sahnelerinde görülen kültürel vandalizmin bir başka benzeri, tam anlamıyla Türkiye’de hem de demokrasi(!) döneminde yaşanmıştır. Bir anlamda cumhuriyet karşıtlığının birikimi olarak da kabul edilebilecek böylesine bir yok edilme girişimini Halkevleri hiçbir zaman hak etmemiştir. Yurt düzeyinde çok köklü bir örgütlenme olarak Halkevlerinin batı emperyalizminin baskılarıyla kapatılmasının daha sonraki aşamalarda son derece büyük olumsuz etkileri yaşanmıştır. Az zamanda genç cumhuriyet nesilleri bu kitlesel yaygın eğitim ve kültür kurumunun çatısı altında yetiştirilmek istenirken, köye ve köylüye çağdaş uygarlığın aydınlatıcı ışığı kitaplar ve kültürel çalışmalar ya da halkı yetiştirecek kurslar üzerinden götürülerek, batının gelişmiş ülkeleriyle Türkiye arasındaki kültürel ve bilimsel uçurum kapatılmağa çalışılırken, tamamen tersi bir yönde Halkevlerinin demokrasi döneminin ilk iktidarı tarafından kapatılmasıyla, Türkiye yeniden ortaçağ karanlığına mahkûm edilerek, cumhuriyetin kültür devrimi engellenmiştir. Benzeri bir kapatılma süreci aynı iktidar tarafından Köy Enstitüleri için de gündeme getirilmiş ve her iki yaygın eğitim kuruluşunun kapatılmasıyla beraber, Atatürk’ün memleketin efendisi ilan ettiği köylü ve kırsal kesim insanı yeniden çağdaşlaşma sürecinin dışına çıkarılmıştır.

      27 Mayıs döneminde eski Halkevciler, Köy Enstitüsü mezunları ve Atatürk’ün eğitim kültür kadrosu bir araya gelerek bu kez bağımsız dernek statüsünde önce Türk Kültür Derneklerini kurmuşlar ve daha sonra bu kuruluş ilk kongresinde Halkevleri adını alarak yeniden yurt düzeyinde örgütlenmiştir. Ne var ki, ikinci dönemde devlet desteğinden yoksun kalarak halka dönük eğitim ve kültür çalışmaları yürüten Halkevleri gene de her türlü olumsuz koşula rağmen başarılı olmuş, geçmişten gelen Köy Enstitüleri ve Halkevci kuşakların öncülüğünde, yirminci yüzyılın ikinci yarısında yarım kalan çağdaşlaşma devrimi doğrultusunda sosyal ve kültürel mücadelesini sürdürmüştür. Soğuk savaş döneminde sürekli olarak batı destekli merkez sağ iktidarlar işbaşına geldiği için, bu siyasi kadroların Halkevlerine bakışı olumsuz olmuş ve geçmişten gelen büyük birikimin desteğine eski kadroların yoğun çabalarına rağmen, maddi sorunları aşamayan Halkevleri yeni dönemde kendisinden beklenen eğitim ve kültür çalışmalarını tam anlamıyla yapamaz bir konuma sürüklenmiştir. Bu yaygın örgüt ikinci döneminde yurt düzeyinde üç yüzün üzerinde şube açınca ister istemez siyasal merkezlerin ilgisini çekmiş ve soğuk savaşın son dönemlerinde merkezi coğrafyaya yönelik olarak gelişen kutuplar arası siyasi çekişmelerin tam ortasında kalmıştır. Kuzeydeki büyük sosyalist yapı Türkiye’yi halk kitleleri üzerinden etkilemeğe çalışırken, batı ülkeleri Türkiye’nin karşı kutba kaymaması için silahlı eylemleri kışkırtmışlardır. Türkiye’yi askeri dönemlere sürükleyen bu gibi çatışmalar ortamında, yeni Halkevleri eskisi gibi eğitim ve kültür ağırlıklı bir kuruluş olarak ayakta kalamamış ve ülkedeki siyasal gelişmelerin etkisi altına girerek tüzüğünde olmayan çizgilerde çalışmalar yapmağa doğru yönlendirilmiştir.

      Türkiye’de gerçekleşen cumhuriyet devriminin eğitim ve kültür merkezleri olarak açılan Halkevlerinin, sonraki aşamalarda siyasal çekişmelere konu olması, önce kapatılıp sonra yeniden açılması, kuşaklar değişiminin istikrarlı bir çizgide yeni bir Halkevcilik yapılanmasını ortaya çıkaramaması bu halk örgütünün gerçek kimliğinde çalışmalar yapmasını engellemiştir. Son askeri dönemde ülkedeki bütün demokratik kuruluşlar ile beraber Halkevlerinin de kapatılması yeni oluşturulmağa çalışılan bu yaygın eğitim ve kültür kurumunun ortadan kaldırılmasında ikinci durak olmuştur. Askeri dönemde diğer demokratik kuruluşlar gibi yargılanarak beraat eden Halkevleri, Sovyetler Birliğinin dağıldığı yılda, tam küreselleşme döneminin başladığı aşamada üçüncü kez mahkeme kararıyla açılmıştır. İkinci dönem Halkevci kuşağın öncülüğünde üçüncü kez açılan Halkevleri geçmişte kalan askeri dönem ile boğuşmağa hazırlanırken, küreselleşme döneminin öne çıkması, bütün kitle örgütlerinde olduğu gibi bu kuruluşun da gündemini değiştirmiş ve yeni dönemde çok farklı bir Halkevcilik anlayışı, bu yaygın eğitim amaçlı kitle örgütünün gündemini belirlemiştir. Halkevleri adını, halkın muhalefet evleri ne dönüştüren yeni Halkevcilik anlayışı, Halkevlerinin geleneksel yaygın eğitim ve kültür çalışmaları amaçlı çalışma düzenini geride bırakarak, diğer yaygın kitle örgütleriyle iş birliğine dayanan yoğun siyaset ağırlıklı bir toplumsal muhalefet uygulamasına yönelerek ses getirmeğe başlamıştır. Sosyal aktivist bir anlayış çerçevesinde gelişen yeni Halkevcilik anlayışı örgüte dinamizm kazandırırken, bütünüyle geçmişten gelen birikimin ve geleneksel Halkevciliğin terk edilmesi kamuoyunda tartışmalar yaratmıştır.

          Sekseninci yıldönümünde Halkevleri gene de cumhuriyet döneminin en önemli simgelerinden birisi konumundadır. Cumhuriyeti kuran iradenin Türkiye’de bir halk yönetimini cumhuriyetten demokrasiye yönelen bir süreç içinde gerçekleştirebilmek, cumhuriyeti demokrasi ile tamamlayabilmek doğrultusunda atmış olduğu önemli adımlardan birisi olan Halkevlerinin, Türkiye gerçeğinin bir örgütü olarak günümüzde gene eskisi gibi ağırlık kazanması ve toplumsal yaşamda kültürel etkinlik sağlamasının toplumsal kalkınma açısından büyük yararlar getireceği açıktır. Ne var ki, siyasal partilerin ya da siyasal merkezlerin kitlesel destek arayışı eğitim ve kültür çalışmalarını her dönemde ikinci planda bıraktığı için, bu doğrultuda beklenen çalışmalar tam olarak gerçekleştirilememektedir. Türkiye cumhuriyeti ile halk kitlelerinin bütünüyle kaynaşabilmesi, etnik ve dinsel sorunların geride bırakılması, ülkesel entegrasyonun istendiği gibi bir bütünleşme sağlayabilmesi, emperyal güçlerin Türkiye’yi istedikleri gibi etkilemeğe çalışmalarına karşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı günlerinde olduğu gibi antiemperyalist bir toplumsal dayanışma ve mücadelenin yürütülmesinde Halkevlerinin gene eskisi gibi daha etkili olacağı günleri hayal etmek, eski Halkevcilerin gelecekte görmek istediği bir umuttur. Bu çerçevede üçüncü dönem Halkevcilerin, geçmişten gelen birikimi temsil eden ikinci kuşak Halkevciler ile bir araya gelerek daha etkili ve doğru halkçı arayışlara yönelmeleri beklenen bir durumdur. Atatürk’ün istediği çağdaş uygarlık düzeyine erişebilmemiz, halka yönelen halkçı çalışmaların artırılmasıyla mümkün olacaktır. Bu doğrultuda Halkevleri kendisinden beklenen çalışmaları gündeme getirmek durumundadır.

 

   Not 1) Daha geniş bilgi için bakınız: Anıl ÇEÇEN, Atatürk’ün Kültür Kurumu Halkevleri, Cumhuriyet kitapları, 2000, İstanbul.

   NOT 2) Üçüncü kuşak Halkevcilerin, yakından tanımadıkları, yarım yüzyıldır antiemperyalist ve Atatürkçü çizgide mücadele eden bir ikinci kuşak Halkevci ile ilgili olarak, basında düzenlenen haksız bir komploda destekçi olarak yer almaları ve tamamen gerçekdışı bir biçimde kamuoyuna yansıtılan söylenmemiş sözlere dayanarak, olumsuz değerlendirme yapmaları da kuşaklar arası kopukluğun olumsuz bir göstergesi olarak gündeme gelmiştir. Böylesine kopuklukların giderilebilmesi için üçüncü kuşak Halkevcilerin biraz okumaları, Halkevlerinin seksen yıllık tarihini iyi öğrenmeleri, kimin kim olduğunu bilerek değerlendirme yapmaları gerekmektedir. İnternet üzerinden üflenmiş kirli bilgilere teslim olmamak ve emperyal siyasal çizgilerde kamuoyu oluşturmak için düzenlenen basın ve medya komplolarına siyasal amaçlı bir biçimde, alet olmamak için tarihi ve gelişmeleri bilimsel kaynaklardan okumak ve öğrenmek durumundayız. Unutmayalım, Halkevleri ve Halkodaları vatandaşı okutmak ve herkese okuma ve öğrenme şansı getirmek ve halkı aydınlatmak amacıyla kurulmuşlardır. Günümüzün üçüncü Halkevci kuşağı da emperyal amaçlı yönlendirilen internete ya da Hollywood merkezli televizyon kanallarına teslim olmadan, gerçekleri iyi bilebilmek için okuyarak topluma önderlik yapmak durumundadır. Etkili Halkevcilik ancak okuyarak ve bilerek yapılabilecektir. Atatürk’ün kendi kitaplığında beş bine yakın kitap okuyarak bu devleti kurduğunu her zaman hatırlamak durumundayız. Hiçbir zaman unutmayalım ki, O’nun söylediği gibi cumhuriyetin temeli kültürdür ve yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 (Halkevleri Genel Yönetim Kurulu Eski Başkanı)

13 Şubat 2022 Pazar

İSRAİL VE KIBRIS - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

 İSRAİL VE KIBRIS

(Bu makale, Kıbrıs’ta yaşanan gelişmelerin İsrail merkezli bir değerlendirmesini içermektedir.)

 Kıbrıs Sorunu ile İsrail Yakından İlgili

 İsrail ve Kıbrıs, Türk basınında fazlasıyla yer alan iki ülke olarak, Türkiye'deki tartışmalarda sürekli olarak en başta yer almışlardır. Ne var ki, ayrı ayrı fazlasıyla ele alınan bu iki ülkenin beraberce düşünüldüğüne pek sık rastlanmamıştır. Sanki, Kıbrıs ile İsrail birbirinden çok uzak ve farklı konumda iki ülke gibi bir durum yaratılmıştır. Kıbrıs ile ilgili konular incelenirken bu bölgede sanki İsrail yokmuş gibi hareket edilmiş, İsrail ile ilgili durumlar ele alındığında ise, Kıbrıs çok uzaklarda imiş gibi yorumlar yapılmıştır. Köşe yazarları sürekli olarak Kıbrıs’ı incele­yen yazılar yazarlarken, hiç İsrail bağlantısı üzerinde durmamışlar, İs­rail ile ilgili incelemelerde ise, İsrail'in yeri ve konumu açısından Kıbrıs faktörü görmezden gelinmiştir. Haritaya bakıldığı zaman, Kıbrıs ile İsra­il'in aynı bölgede yer aldığı ve birbirine çok yakın bir konumda bulunduk­ları açıkça görülebilmektedir. Her nedense, bu jeopolitik gerçek Türk kamuoyunun gözlerinden kaçırılmış ve İsrail ile Kıbrıs sorunlarının ne ka­dar birbirlerine yakın bir konumda bulunduğu gizlenmek istenmiştir. Türk basınını ekonomik olarak kontrol altında tutan Türkiye'deki İsrail lobisinin, bu doğrultuda kendi çıkarları açısından başarılı bir çalışma gös­terdikleri görülmektedir.

Yahudiler’in Ortadoğu'dan Roma İmparatorluğu tarafından kovulmasından iki bin yıl sonra, yeni bir Yahudi devleti olarak İsrail Ortadoğu'da kurulurken, aradan geçen iki bin yıllık tarihin Ortadoğu'ya getirmiş olduğu siyasal coğrafya ile Siyonist lobiler karşı karşıya kalmışlardır. Aradan geçen uzun süre zarfında bölgedeki nüfus yapısı değişmiş, Roma İmparatorluğu tarihte kalırken, bunun üzerine bölgeden, Bizans ve Osmanlı olmak üzere iki farklı imparatorluk daha geçmiştir. 20. yüzyılın koşul­larında, I. Dünya Savaşı’nın galibi olan İngiliz ve Fransız impara­torlukları, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü üzerine, Ortadoğu'nun haritasını yeniden çizmişlerdir. Bir İngiliz subayı ile Fransız subayı Kahire'de bir araya gelerek, cetvel ile dünyanın merkezî bölgesinin haritasını çizmiş­ler ve imparatorluklar sonrası modern çağda bu bölge, iki emperyalist gücün çıkarları doğrultusunda biçimlenmiştir. 20. yüzyılın başlarında dün­yanın egemenleri olan İngiltere ve Fransa'nın çizmiş oldukları günümüz hari­tasını, II. Dünya Savaşı sonrasında kurulmuş olan İsrail ile günümüzün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri kabul etmemektedirler. Dünyayı geleceğe doğru yönlendiren İsrail ve Amerika ittifakı, kendi çıkarlarına göre bir yeni plânı; Büyük Ortadoğu Plânı olarak açıklanmıştır.

 İsrail’in Güvenlik Sorunu ve Kıbrıs

 Ortadoğu’nun Arap ve Müslüman nüfus çoğunluğu karşısında dünyanın merkezinde bir Yahudi devleti kurulabilmesi, normal koşullarda mümkün değil­dir. Böylesine bir sonuç alabilmek için kesinlikle olağanüstü koşulların yaratılması gerekmektedir. Üç yüz yılı aşkın bir süre Siyo­nist lobiler bu doğrultuda çalışmışlar ve ekonomik-siyasal güçlerine dayanarak yarattıkları olağanüstü koşullarda, Arap ve Müslüman nüfus çoğunluğunun ortasına bir küçük Yahudi devleti oturtabilmişlerdir. Yâni İsrail'i kuran Siyonist hareketin yönetimi, tarihin getirdiği bilgi birikimine sahip olarak, bölge koşullarını çok iyi değerlendirmişlerdir. Bilindiği üzere Filistin'de günümüzde var olan Yahudi devleti, üçüncü kez kurulmuş bir devlettir. İlk kurulan İsrail devleti Mezopotamya güçleri tarafından yıkılmış ve Yahudiler’in Babil sürgünü gündeme gelmiştir. Daha sonraları kurulmuş olan ikinci Yahudi devleti ise, Roma İmparatorluğu tarafından yıkılmış ve bunun sonu­cunda da Yahudiler; Akdeniz ve Avrupa üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmışlardır. Filistin'de kurulmuş olan Yahudi devletine yıkıcı tehdit önce Mezopotamya’dan, sonra da Kıbrıs üzerinden Avrupa'dan gelmiştir. Bu bölgede üçüncü kez devlet kuran Siyonist hareket, Filistin'deki devletin güvenliği için hem doğudaki Mezopotamya bölgesine hem de Batı’dan gelecek saldırı ya da tehditlere karşı ülkenin batısında yer alan büyük kara parçası Kıbrıs'a dikkat etmek zorunda olduklarını iyi biliyorlardı. Nitekim, bu doğrultuda Irak'ta görev yapan Saddam yönetimi kullanılmış ve müdahale gerekçesi yaratılarak Amerikan ordusunun Mezopotamya'yı İsrail'in bölgesel egemenlik çıkarları doğrultusunda işgal etmesi sağlanmıştır. Böylece Filistin'de üçüncü kez kurulmuş olan Yahudi devleti, Bâbil döneminde olduğu gibi muhtemel bir Mezopotamya gücünün saldırısına karşı güvence altına alınmıştır.

İsrail'in güvenliği sorunu sâdece ülkenin doğusunda yer alan Mezopotamya'nın ele geçirilmesi ile sağlanamaz. Aynı zamanda ülkenin batısında yer alan Kıbrıs'ın da kontrol altına alınması gerekmektedir. Ortadoğu bölgesine Avrupa kaynaklı olarak gelen bütün saldırı hareketleri Kıbrıs'ı Doğu Akdeniz'de bir üs olarak kullandığı için, böylesine bir büyük adanın batıdan ya da Avrupa'dan gelecek bir Ortadoğu hareketine karşı kullanılması gerekmektedir. Bu doğrultuda İsrail kendisini, tarihteki ikin­ci Yahudi devletini yıkan Romalılar’ın üs olarak kullandıkları, Kıbrıs adası­nı kesinlikle denetim altında tutmak zorunda görmüştür. Avrupa'dan kalkarak Ku­düs ve civarını ele geçirmek isteyen on bir Haçlı Seferi sırasında da Kıb­rıs bir Doğu Akdeniz üssü olarak kullanılmıştır. Bölgenin günümüzdeki ha­ritasını çizen İngiltere'de 19. yüzyılın sonlarında Filistin'e girerken önce Kıbrıs'ı ele geçirmiş ve daha sonra Kıbrıs üzerinden düzenle­nen askerî hareket ile Ortadoğu topraklarına İngiliz orduları ayak basmış­tır. İngiltere'nin indiği yolu Fransa'da takip etmiş ve Doğu Akdeniz üzerinden Lübnan'a girmiştir.

Siyasal tarihin ortaya koyduğu gerçekler açısından İsrail ve Kıbrıs beraberce ele alınırsa, Kıbrıs adasının İsrail'in karşı kıyısı olduğu görülmektedir. Jeopolitik gerçek bu doğrultuda olmasına rağmen Türk basın ve siyaset çevrelerinin Kıbrıs ile İsrail arasındaki bu bağlantıdan habersizmiş gibi hareket etmeleri, son derece düşündürücüdür. Çünkü bilim kitaplarına göre; her kıyı ülkesinin güvenliği, karşı kıyıda yer alan kara parçasının izlenmesinden geçer. Ada ülkeleri karşı kıyıda kendi çıkarla­rına göre siyasal yapılama yaparlar. İngiltere ve Japonya, birer ada ülkesi olarak, karşı kıyıda büyük ülke olmasını engellemişlerdir. Kore'nin Çin'den kopmasında Japonya etkin bir rol oynamıştır. Aynı şekil­de Hollanda'nın Almanya'dan, Belçika'nın Fransa'dan kopmasında da İngiltere son derece etkili olmuştur. Böylece iki ada ülkesi karşı kıyılarında hiçbir biçimde kendilerinden büyük bir devletin yer almasına izin vermemişler­dir. Kıyı ülkeleri bir anlamda, güçlü ada ülkelerinin etkisi ile, küçük devletler biçiminde ortaya çıkabilmişlerdir. Ada ülkeleri kendi güvenlikle­ri açısından kıyı ülkelerinin oluşumuyla yakından ilgilenirlerken, kıyı ülkeleri de kendi güvenlikleri açısından karşı kıyıda yer alan ada ülkele­ri ile yakından ilgilenmişler ve hatta daha da ileri giderek, bu adaları kendi egemenlikleri altına alarak, sınırları içine katmışlardır. Uluslar­arası hukuk açısından bunu yapamayanlar ise, bu doğrultuda oluşumları kendi ulusal çıkarları için dolaylı yollardan yönlendirmenin çabası içeri­sinde olmuşlardır.

İsrail, Ortadoğu'da en son kurulan ülke olduğu için karşı kıyısın­daki Kıbrıs adası üzerinde uluslararası hukuka göre, doğrudan etkili ola­mamıştır. Bölgenin hukuk düzeni iki dünya savaşı sonrasında ortaya çıktığı için ve bu bölgedeki eski devletlerin devletler hukukundan gelen çeşitli hakları bulunduğundan, Kıbrıs adasının kendine özgü bir hukukî statüsü olmuştur. Kıbrıs'ın eski bir Osmanlı toprağı olması, daha sonra ada üze­rinde İngiliz dominyonu kurulması, 20. yüzyılın ikinci yarısında ada­nın bağımsız devlet olarak ilân edilmesi, adada Türkler ve Rumlar’dan olu­şan iki halk topluluğunun bulunması gibi durumlar; Kıbrıs'ın uluslararası hukuka göre durumunu belirlemiştir. Bu nedenle, Kıbrıs üzerinde Osmanlı’nın devamı olan Türkiye Cumhuriyeti, Rum nüfusun koruyucusu olan Yunanis­tan devleti ve adanın son egemen gücü olan Britanya İmparatorluğu, uluslar­arası hukuka göre hak sahibi olmuşlardır. II. Dünya Savaşı sonrasının sü­per gücü olan Amerika Birleşik Devletleri bile Kıbrıs adası ile herhangi bir hukukî bağlantı içinde olmadığı için, adaya doğrudan müdahale edeme­miştir. Akdeniz kıyılarında elli senedir dolaşan Amerikan 6. Filosu uluslararası hukuk yüzünden adaya bir türlü girememiş ve Amerika Birleşik Devletleri de Kıbrıs üzerinde doğrudan etkili olamamıştır.

İngiltere'nin koruyuculuğunda I. Dünya Savaşı sonrasında Filistin’e yerleşen Yahudiler, daha sonra bağımsız devlet kurmak isteyince İngiltere ile ihtilafa düşmüşlerdir. II. Dünya Savaşı sonrasında, savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri’ni kullanan Siyonist lobiler, Birleşmiş Milletler kararıyla Filistin toprakları üzerinde İsrail devletinin üçüncü kez kurulmasını sağlamışlardır, İsrail devleti kurulur kurulmaz hemen Ortadoğu bölgesinin her köşesi ile yakından ilgilenmeye başlamış ve bu doğrultuda karşı kıyısı olan Kıbrıs'ı da yakın izlemeye almıştır. Üç tarafı Müslüman kitleler ve Arap ulusunun çeşitli ülkeleri ile dolu olan Yahudi devleti, Kıbrıs adasını dış dünyaya çıkış kapısı olarak gör­müştür. Doğu Akdeniz'de bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs adası, İsrail'in karşı kıyısı olarak, üç tarafı Müslümanlarla çevrili Filistin bölgesinden Yahudiler’in dış dünyaya çıkış noktası kabul edilmiştir. Bu konumu nedeni ile Kıbrıs, İsrail için her zaman acil çıkış kapısı olarak görülmüştür. Kıbrıs'ı böyle gören İsrail, ada üzerindeki siyasal geliş­meler ile yakından ilgili olmuş ve kendisinin aleyhine ola­bilecek herhangi bir gelişmeye izin vermemeye çalışmıştır.

 Adanın Kaderinde Etkili Olan Üç Yahudi

 Kıbrıs ile Filistin bağlantısı her zaman için tarihin çeşitli dönem­lerinde gündeme gelmiş ve bu doğrultuda Yahudiler, Kıbrıs adası üzerinde etkili olmak istemişlerdir. Dünya siyasî tarihinde üç önemli Yahudi asıllı kişinin, Kıbrıs adasının siyasal konumu üzerinde yönlendirici etkisi ol­duğu kabul edilmektedir. Haçlılar’ın, Romalılar’ın ve İngilizler’in Kıbrıs üzerinden Filistin'e girdiklerini gören Yahudi lobilerinin yöneticileri, yeniden İsrail'in kurulmasında ve Ortadoğu'da Yahudi egemenliğinin oluşturulmasında Kıbrıs adasını bölgeye giriş kapısı olarak görmüşler ve bu doğrul­tuda adayı kullanabilmenin yollarını aramışlardır. Orta Çağ’ın sonlarında İspanya’dan kovulan Yahudiler Akdeniz'in batısından doğusuna gemilerle geçerek Osmanlı ülkesine gelmiş ve yerleşmişlerdir. 16. yüzyıl­da Osmanlı ülkesine yerleşen Yahudiler, Tevrat'ta belirtilen kutsal topraklara kavuşmaları aşamasında Kıbrıs’ı bir ara istasyon olarak kullanılmak istemişler ve zengin Yahudiler’in önde gelen temsilcilerinden olan Nassi, Osmanlı padişahını Kıbrıs'ın alınması konusunda ikna etmiştir. Kıbrıs'ta Osmanlı koruması altında bir Yahudi krallığı kurmak isteyen Nassi, bu amacını gerçekleştirmek üzere Osmanlı ordusunun Kıbrıs adasını Venedikliler’den almasını sağlamıştır. Ada Osmanlı yönetimine geçtikten sonra, epeyce bir Yahudi asıllı Osmanlı vatandaşı adaya yerleşmiştir ama imparatorluk yönetimi, Kıbrıs üzerinde bir Yahudi krallığı kurulmasına izin vermemiştir. Yahudiler kutsal toprakların karşısındaki bu adayı kendi ülkelerine çevirmek için çeşitli girişimlerde bulunmaya devam etmişlerdir.

İngiliz ve Fransız İmparatorlukları’nın sömürgecilik düzenini kullanarak aşırı zenginleşen Yahudi lobileri on yedinci yüzyıldan sonra Siyonizm’in etkisi altına girince, bu kez Ortadoğu'ya yeni bir göç dalgası ile yerleşmek istemişlerdir. 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu “hasta adam” ilân edilmiş ve çöküş süreci gündeme gelmiştir. Osmanlı’nın bu durumundan yararlanmak isteyen Siyonist lobiler, Osmanlı padişahı Abdülhamit'ten imparatorluk toprağı olan Filistin'i bir Yahudi devleti kurmak üzere istemişlerdir. Ne var ki, Abdülhamit bu öneriyi reddedince, ikinci kez padişahın kapısını çalmışlar ve bu kez de bir Yahudi krallığı kurmak üzere Kıbrıs adasını istemişlerdir. Osmanlı sarayı bu ikinci öneriyi de reddedince Yahudiler, İngiltere'yi devreye sokarak İngiliz işga­li altında Kıbrıs'a gelmişler ve Kıbrıs üzerinden Filistin'e geçmişlerdir. Yahudiler’in Kıbrıs üzerinden bölgeye ikinci kez gelmeleri sırasında Britanya İmparatorluğu’nun Yahudi asıllı Başbakanı Benjamin Disraelli'nin çok büyük rolü olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşünü gören bu Yahudi asıllı İngiliz Başbakan, bölgede dörtlü bir konfederasyonu İngiltere'nin egemenliği altında oluştur­mak isterken, bu plânın bir parçası olarak da Yahudiler’in Filistin'de İsrail'i yeniden kurmalarını plânlıyordu. Osmanlı sonrası Ortadoğu yapılanmasında böylece hem İsrail plânı devreye giriyor hem de İngiliz işgali altındaki Kıbrıs üzerinden Yahudiler’in bölgeye girişleri plânlanıyordu. Kıbrıs üze­rinde İngiliz işgali hem adayı Osmanlı'dan koparıyor hem de ada üzerinden, İngiliz sömürge yönetimi kontrolünde, Yahudiler’in batıdan gelerek müstakbel İsrail'e geçmeleri sağlanıyordu.

Kıbrıs tarihi üzerinde Nassi ve Disraelli'den sonra etkili olan üçüncü Yahudi, Henry Kissinger’dır. Kissinger, 20. yüzyılın ikinci yarısında ada üzerinde etkili oluyor­du. Disraelli plânı ile Osmanlı adayı terk ederken İngiltere Kıbrıs'ı ele geçiriyordu. Kissinger sayesinde ise, Amerika Birleşik Devletleri Kıbrıs’ta Türkiye üzerinden bir egemenlik sağlıyordu. Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışı üzerine, imparatorluğun ana topraklarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti, Kıbrıs üzerinde taraf olma hakkına sahip değildi. Lozan Antlaş­ması sırasında Mîsak-ı millî sınırları içerisinde Kıbrıs ilân edilmemişti. Çünkü Kıbrıs o zaman bir İngiliz dominyonu idi. Önceliği Mîsak-ı millî sınır­larına veren Türk devleti, Kıbrıs konusunu sonraya bırakmıştı. İsrail'in kurulmasına kadar da Kıbrıs sorunu bir ulusal sorun olarak Türkiye'de görülmemişti. İsrail'in kurulduğu ay Türkiye'de yayınlanmaya başlayan bir gazete, Türk kamuoyunu İsrail'in çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmış, 1952 yılından sonra "Kıbrıs Türk’tür" kampanyasına girişmişti. Yâni İsrail'in 1948 yılında kurulmasından dört yıl sonra Kıbrıs'ın Türk kamuoyuna bir ulusal sorun olarak taşındığı görülmektedir.

Türkiye'deki Yahudi lobilerinin temsilciliğini yapan bir büyük gazetenin Kıbrıs'ı bir ulusal sorun hâline getirdiği yıl olan 1952'de Avrupa Konseyi kurulmuş ve bugünkü Avrupa Birliği’ne giden ilk adımlar atılmıştır. Günümüzden elli yıl önce ortaya çıkan bu girişimin sonuçlarını önceden iyi hesap eden Yahudi lobileri, birleşen Avrupa'nın bir gün Kıbrıs adasını da sınırları içine alarak, Doğu Akdeniz'de Roma İmparatorluğu gibi egemenlik arayışına gireceğini çok iyi biliyordu. İşte günümüzdeki Kıbrıs’ın Avrupa Birliği’ne girme sürecini elli yıl önceden gören Siyonist lobi­ler, kendilerinin denetimindeki bir gazete ile Kıbrıs'ın Türkiye'nin ulusal sorunu düzeyine getirilmesinde önemli roller oynamışlar ve Türkiye'yi İngiltere'nin çekil­diği Kıbrıs'a yönlendirerek, ada üzerinde merkezî Avrupa kıtasının hâkimi­yetinin önüne geçmek istenmişlerdir. Kıbrıs mitingleri ile ada Türkiye'ye taşınırken, adada Osmanlı döneminden kalan Türk nüfusa Türkiye'nin sahip çıkması sağlanmış ve adanın Türk nüfusu üzerinden Türkiye, Kıbrıs sorununda taraf olmuştur Böylece ada Hıristiyan Rumlar’a bırakılmamış ve Rumlar üzerinden Hıristiyan Avrupa'nın ada üzerinde egemen olması da Türkiye sayesinde önlenmiştir. İsrail açısından bu sonuç, istediği politikaları ada üzerinden yürütebilmesi için son derece elverişli bir ortam yaratmıştır. Şüphesiz Türkiye’nin kendi stratejik gerekçeleriyle adaya mühadil olması söz konusudur ama İsrail’in de yukarıda söylediğimiz endişelerle hareket ettiği gözden ırak tutulamaz.

İsrail, bir Yahudi devleti olduğu için, Kıbrıs üzerinde hiçbir zaman ne Hıristiyan ne de Müslüman bir devlet istememiştir. Bu nedenle, geleneksel Yahudi politikasına uygun olarak Kıbrıs'da Hıristiyan Rumlarla Müslüman Türkler’in karşı karşıya gelmesi gibi bir durum yaratılmış ve böylesi­ne bir çıkmaz günümüze kadar İsrail'in bölgeye egemen olabilmesi doğrultu­sunda sürdürülmüştür. Adada Müslüman ya da Hıristiyan egemenliğinin tam olarak kurulmaması İsrail'in işine yaramıştır. Adanın kuzey ve güney olarak ikiye bölünmesi, Müslümanlarla Hıristiyanlar’ın sürekli çatışması, adaya müdahale etmek için İsrail'e elverişli bir durum sağlamıştır. Ada üzerinde sürekli bir çözümsüzlük ortamının sürüp gitmesi de, İsrail'in gele­cekte kendi karşı kıyısı olan Kıbrıs'a egemen olabilmesi için uygun bir süreci gündeme getirmiştir. Bu anlamda Rum ve Türk kesimlerinde anlaşmama konusunda ısrar eden kesimler, çözümsüzlük politikasının sürekliliği için yardımcı olmuşlardır denilebilir. Kıbrıs'ta çözümsüzlük giderek tırmanırken, adaya Avrupa Birliği’nin müdahale ederek Kıbrıs'ı Birliğe dahil etmek istemesine de gene İsrail lobileri karşı çıkmışlar. Türk tarafında Avrupa lobileri etkili olduğu aşamada Rusya üzerinden Rum tarafında çözümsüzlüğü devam ettirecek bir tutumun gündeme gelmesini sağlamışlardır. Annan Plânı ile çözüme kavuşturulmak istenen Kıbrıs, Rum tarafının olumsuz tutumu nedeniyle gene çözümsüzlük sürecinde bırakılmış ve Türk tarafı Avrupa Birliği’nin dışında kalmıştır. Bu sonucun Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti açısından etkileri şüphesiz farklı şekillerde değerlendirilebilir ve değerlendirilmelidir ama İsrail açısından olaya baktığımızda ada üzerindeki İsrail planları bu gelişmeler sonucunda yine bir varlık zemini bulmuştur.

Soğuk savaşın döneminde Sovyetler Birliği, 1958 darbesiyle, Bağdat üzerinden Irak'ta üstünlük sağlayınca, Irak üzerinden Suriye'ye geçmiş ve bu ülkedeki Fransız üstünlüğünü devre dışı bırakmıştır. Sovyet­ler Birliği daha sonra da Suriye üzerinden Kıbrıs'a geçerek, bu ada da Akdeniz bölgesinin en güçlü komünist partisi olan Akel'in kuruluşunu sağ­lamıştır. 20. yüzyılın son çeyreğine doğru Rusya’nın, Akel partisi aracılığı ile bir siyasal darbe yaparak Kıbrıs'ı Akdeniz'in Küba’sı yapma projesine Amerika Birleşik Devletleri karşı çıkmış ve Rum tarafındaki militanları aracılığı ile komünist darbeyi önleyen bir Amerikancı darbeyi gündeme ge­tirmiştir. Kıbrıs üzerinden ABD çıkarlarını güvence altına alan Batıcı Rum darbesi, adada Hıristiyan egemenliğini artıracağı için, o aşamada Türkler’e yönelik fiilî saldırıların oluşturduğu Kıbrıs'a bir Türk müdahalesi haklı düşüncesi de İsrail lobileri tarafından desteklenmişlerdir. Adaya müdahale eden harekâtı yönlendiren Türk politikacısının eski hocası, ABD Dışişleri Bakanı Henry Kissinger'in talimatı ile Akdeniz’deki Amerikan 6. Filosu Türk müdahalesini izlemiştir. Kıbrıs'a Türk müdahalesi, adada bir komünist rejim projesini önlenirken aynı zamanda Türkler’in asimile edilmesini, Kıbrıs’ın Rumlaşması’nı ve Yunanistan üzerinden Avrupa'nın etkisi altına girmesini de önlemiştir. Böylesine bir sonuç ABD ile beraber İsrail'in da işine gelmiş ve Türkiye'nin adada etkin olması beraberinde Kıbrıs'ın geleceği için her iki ülkenin politika geliştirme şansının da devam etmesine imkân tanımıştır. Ortaya çıkan yeni tabloda Kıbrıs ne Rumlar’a ne Türkler’e yâr olmuştur.

Kıbrıs’a Yahudi Göçü Gündemde

Uluslararası kuruluşlarda son derece etkin olan İsrail lobileri, Kıbrıs sorununda çözümsüzlük sürecinin devam etmesini kolaylaştırıcı bir süreci sürekli olarak gündemde tutmuşlardır. Türk tarafında Avrupa etkili olmaya başladığında; Amerika, Rusya ve İsrail üzerinden zaten çokça tartışılan ve haklı gerekçeleri olan Avrupa karşıtı gi­rişimler desteklenmiş ve böylece bölgede Büyük Ortadoğu Projesi adı al­tında Büyük İsrail Projesi devreye sokulana kadar ada üzerinde Türk, Rum, Hıristiyan, Müslüman, Rus ve Avrupa egemenlikleri önlenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi adı altında bütün Ortadoğu’ya ve çevresine egemen olmak iste­yen Siyonizm açısından, Kıbrıs üzerinde Yahudi egemenliği olmazsa olmaz bir koşuldur. Gelecekte bütün belgeye egemen olabilmenin yolu karşı kıyıyı kontrol etmekten geçmektedir. Adadaki gelişmelere önce dolaylı olarak müdahale edilen İsrail’in ikinci aşamada adada doğrudan bir egemenlik arayışına gireceği anla­şılmaktadır. İkiye bölünmüş Kıbrıs'ta her an için çatışma çıkarılabilir ve adanın Rum nüfusunun Yunanistan'a, Türk nüfusunun ise Türkiye'ye göçü özendirilebilir. Ada nüfusunun Kıbrıs'ı boşaltmasına gidecek olan süreç­, adaya yavaş yavaş Yahudi nüfusun yerleşmesini sağlanabilir. Önceleri küçük gruplarla başlatılacak Kıbrıs'a Yahudi göçü süreci daha sonraları daha geniş kitlelerle tırmandırılabilir.

Avrupa Birliği’ne Kıbrıs'ın bir ada ülkesi olarak bütünüyle katılması için hazırlanmış olan Annan Plânı öncesi ve sonrasında Kuzey Kıbrıs'ta çok büyük bir inşaat etkinliği göze çarpmıştır. Özellikle adanın Türk tarafındaki kentler sanki yeniden inşa edilmiş ve Kıbrıs'ın gelecekteki müstakbel yeni sakinleri için Batı standartlarına uygun bir ülke yaratılmıştır. Çeyrek yüzyıl önce Türk ordusunun fethettiği Kuzey Kıbrıs aradan geçen süre içerisinde yeniden inşa edilmiş, kentlerin altyapıları tamamlanmış ve otoyollarla birbirine bağlanarak tam bir Batılı ülke konumunda Kuzey Kıbrıs düzenlenmiştir. Adadaki Türk toprakları üzerinde, parselasyon çalışmaları ile beraber iki yüz bin ev yapmak üzere izin alınmıştır. Referandum öncesi hızlanan arsa ve ev satışları son dönemlerde daha da artmış­tır. Türk yönetimi altında bulunan Kuzey Kıbrıs bölgesindeki yeni yapılan binalar daha çok İngiliz ve Amerikan Yahudiler tarafından satın alınırken, referandum sonrasında Kuzey Kıbrıs'ın Avrupa dışında kalmasıyla beraber İsrail vatandaşı Yahudiler de adada gayrimenkul edinmek ve yerleşmek üzere KKTC'ye gelmeye başlamışlardır. Ambargo nedeniyle durgun olan Kuzey Kıb­rıs ekonomisinde Türkler fakir sayılabilecek bir düzeyde kalırlarken, son zamanlarda artan inşaat işlerinde yabancı firmalar devreye girmişler. Âdeta, İngiltere ve Türkiye üzerinden yeni yapılaşma girişimleri desteklenerek, gelecekte İsrail'in karşı kıyısında Yahudiler için yeni bir yerleşim bölgesi yaratılmaya çalışılmaktadır.

Avrupa Birliği’nin dışında bırakılan Kuzey Kıbrıs'ta önümüzdeki dönem­de birkaç yüz bin Yahudi’nin yerleştirilmesi gündemdedir. Böylece zaman içerisinde Kuzey Kıbrıs'ın Türk nüfusunun Türkiye'ye geri dönmesi sağlanacak, para gücüne sahip olan zengin Yahudiler Kuzey Kıbrıs'a yerleşerek yeni bir Yahudi bölgesini İsrail'in karşı kıyısında yaratacaklardır. Gelecekte adanın tamamına sahip olmayı düşünen İsrail, karşı kıyısında ikinci bir Yahudi devleti kuramaya çalışmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nde kendisine bağlı firmalar aracılığı ile yeni yerleşim alanları yaratmakta ve hızlı bir gayrimenkul satışı ile adanın kuzeyinde Yahudi nüfusu artırmaktadır. Kısa zamanda önemli miktarda Yahudi’nin adaya yerleşmesiyle, İsrail'de Kıbrıs üzerinde tıpkı Türkiye ve Yunanistan gibi taraf olabilecek ve böylece adanın Avrupa ya da Hıristiyan egemenliği altına girmesine izin vermeyerek, Doğu Akdeniz bölgesinde İsrail merkezli olarak kurulmuş olan Yahudi hegemonyasını koruyabilecek­tir. İsrailli Yahudiler’in son yıllarda Türkiye'nin Antalya kentine de gayrimenkul almak ve yerleşmek üzere ilgi göstermesi, İsrail merkezli gün­deme getirilen Doğu Akdeniz hegemonya düzeninin; İsrail, Kıbrıs ve Antalya arasında kurulmakta olan bir egemenlik üçgenine dayandırılmak istendiğini de açıkça gözler önüne sermektedir.

Adanın güneyinde yer alan Rum kesiminde ise elli bin civarında Rus asıllı insanla beraber sayıları tam olarak tahmin edilemeyen önemli bir miktarda Yahudi yaşamaktadır. Aslında Kıbrıs'ın her iki kesiminde de Yahudiler ekonomiye egemen durumdadırlar. İsviçre gibi Kıbrıs'ta banka sayısının fazla olmasında ve bu adada kıyı bankacılığının öne geçmesinde Kıbrıs'ta var olan Yahudi ağırlığının rolü bulunmaktadır. Ortadoğu ve Uzak Doğu kaçakçılığında ara istasyon olarak kullanılan Kıbrıs adasında önemli bir ölçüde mafya ile yeraltı ilişkileri kotarılmaktadır. Kayıt dışı para ve sermaye kaçakçılığında Kıbrıs bankaları birer üs olarak kullanılırken, bunların ABD ve İsviçre merkezli olarak çalışan büyük Yahudi bankaları ile de yakın ilişkileri bulunmaktadır. Daha önceleri Lübnan üzerinden yürütülen bu tür ilişkiler, Lübnan'ın, Ortadoğu'yu yeniden yapılandırmak isteyen emperyalist ve Siyonist çevrelerin isteklerine uygun olarak bir terör üssüne çevrilmesinden sonra, Kıbrıs adasına kaymıştır. Böylece Kıbrıs siyasal çekişmelerin odağı olduğu kadar kara para ve yeraltı ilişkilerinin de merkezi konumuna getirilmiştir. Dünya ekonomisini yönlendiren Yahudi lobilerinin Kıbrıs'ın bu yeni konumunu İsrail'in çıkarlarını düşü­nerek hazırladıkları ve Büyük İsrail Projesi doğrultusunda bir Büyük Ortadoğu egemenliğine yönelik olarak geliştirdikleri anlaşılmaktadır.

Kıbrıs'a İsrail ve Yahudi lobilerinin artan ilgisi, Türkiye'deki benzer kesimleri ve lobileri de harekete geçirmiştir. Doğu Akdeniz üzerinden bütün Ortadoğu'yu kapsayacak biçimde oluşturulmaya çalışılan Yahudi hegemonyasında, Türkiye Yahudileri ve Sabetaycıları da etkin olmak istemişler ve bu kesimlerin içinden çıkan bazı temsilciler Kıbrıs sorununun önde gelen izleyicisi, savunucusu ya da uzmanı olarak ortaya çıkmışlardır. Aynı doğrultuda bir eğilimi Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yönetiminde de izlemek mümkündür ve adanın kuzey ve güneyinde yer alan Maronitler'i de benzer doğrultu da hareket eden bir grup olarak görmek mümkündür. Maronitler Ortadoğu’nun eski bir halk topluluğu olarak Yahudiler ve İsrail ile çok yakın ilişkiler kurmuşlar ve giderek bölgede artan Yahudi hegemonyasından dolayı ekonomik olarak öne geçmişlerdir. İsrail Ortadoğu'da Büyük İsrail'in kurulması amacı doğrultusunda Kürt Yahudileri’ni kendi doğrultusunda yönlendirdiği gibi Maronitler’i de kendisine yakın tutarak, bölgenin yeniden yapılanmasında Arap ve Müslüman çoğunluğa karşı Arap ve Müslüman olmayan haklar koalisyonunda Maronitler’e önde gelen bir yer vermiştir. Türkiye'de yaşayan Sebataycılar’ın eski Osmanlı bölgesi olan Ortadoğu ülkelerindeki uzantılarını da İsrail gene Arap ve Müslüman olmayan halklar koalisyonu içerisinde düşünmüş ve onların konumundan Kıbrıs üzerinde de yararlanmaya çalışmıştır. İsrail'i Ortadoğu'da rahatlatacak kozmopolitizm böylece bölgede örgütlenmek istenmiştir. Kıbrıs bu açıdan da İsrail merkezli Ortadoğu içerisinde görülmektedir.

 Tahriklere Dikkat

 Bölgesel gelişmeler içerisinde İsrail'in Kıbrıs'a giderek artan ilgisi bu devletin kurulmasından tam on yıl sonra 1958 yılı itibarıyla diplomatik olarak öne çıkmıştır. İngilizler adadan çekilirken İsrailliler adaya gir­meye başlamışlardır. Ortadoğu'da İsrail'in yalnız kalmasını önleyebilmek için Kıbrıs'ı da bir başka İsrail konumuna getirmek istemişlerdir. Tek İsrail ile bütün Ortadoğu'ya egemen olamayacaklarını gören Siyonistler hem Kürt Yahudiler aracılığıyla ikinci İsrail'i Kuzey Irak'ta kurma yoluna gitmişler hem de Türkiye'deki Yahudi lobileri ve Maronitler üzerinden üçüncü İsrail'i de Kıbrıs'ta kurabilmenin yollarını aramışlardır. İsrail dünyanın çeşitli ülkelerinde etkinliklerini sürdüren Yahudi lobilerini Kıbrıs'ın bağımsız bir ülke olarak tanınabilmesi için seferber etmiş ve bunların desteği ile ada üzerindeki etkinliğini giderek artırmıştır. Kıbrıs'ın bağımsız devlet olması İsrail tarafından yakından izlenmiş ve İsrail'in bölgedeki etkinliğinin artırılabilmesi için ada; Türkiye, Yunanistan ve İngiltere gibi ada sorunu üzerinde taraf olan ülkelerden uzak tutulmaya çalışılmıştır. Kıbrıs bağımsız devlet olunca İsrail ile yakın ilişkiler içinde olmuş, böylece bölgenin Arap ve Müslüman ülkeleri tarafından boykot edilen İsrail karşı kıyısında kendisini tanıyan ve normal ilişkiler içerisinde olan bir partner kazanmıştır. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Makarios'un cumhurbaş­kanlığı döneminde bağlantısız bir politika izlemesi de İsrail'in Doğu Akdeniz'de rahatlamasına yardımcı olmuştur. Karşılıklı olarak açılan diploma­tik temsilcilikler, iki ülkenin birbirlerine yaklaşmasına ve daha sonra İsrail'in Kıbrıs üzerindeki etkisinin artmasına yardımcı olmuştur. Giderek artan ticarî ve ekonomik ilişkiler, bölgede yeni dengeleri gündeme getirmiştir. İsrail, Kıbrıs'ın bağımsızlığının ilânından bir yıl sonra resmen açtığı elçilikle Kıbrıs'a girmiş ve o yıldan sonra da bu ada üzerindeki etkisini diplomatik yollardan artırmıştır.

Dünya Yahudi lobilerinin en büyük organizatörü Lord Rothschild, 20. yüzyılın başlarında Filistin'in Yahudiler için çok küçük bir ülke olduğunu belirterek, Kıbrıs ile beraber bazı Arap topraklarının da Filistin’e eklenerek daha geniş bir Yahudi yurdu yaratılması düşüncesini savunmuştur. Bu doğrultuda, İngiliz Hükümeti’nin izni ile 20. yüzyılın ilk yıllarında itibaren zaman zaman Yahudi aileleri Kıbrıs adasına yerleştirilmiştir. İsrail'in Tevratsal sınırları içerisinde yer alan Kıbrıs'ın geleceği, Ortadoğu'daki yeniden yapılanma ile yakından ilgili bulunmaktadır. Kıbrıs, İsrail’e hem bir giriş kapısı hem de çıkış bölgesidir. Kıbrıs'tan zaman içinde Türkler’in kaçırtılması, Hıristiyanlar’ın topraklarının para ile satın alınması yolu ile adanın bütünüyle Yahudileştirilmesi, Siyonizm’in ana hedeflerinden biricidir. Yahudi Kolonileştirme Birliği adını taşıyan uluslararası kuruluş, Kıbrıs nüfusunun hızla Yahudileştirilmesi konusunda ciddî plânlar uygulamaktadır. ABD'deki Yahudi lobileri bu tür uluslararası kuruluşlar aracılığı ile Kıbrıs sorununu yakından izlemişler ve kendi çıkarları doğrultusunda sorunu yönlendirmeye çalışmışlardır.

Kıbrıs'ta uzun süre görev yapan bir Türk diplomat Kıbrıs adasının sonunda ne Türkler’e ne de Rumlar’a kalmayacağını, İsrail'in Büyük İsrail ya da Ortadoğu plânı çerçevesinde adaya sahip olacağını iddia etmiştir. Çok şaşırtıcı bir iddia olarak öne sürülen bu düşünce bölgedeki gelişmeler ile Kıbrıs ve İsrail'in özel durumları dikkate alınınca ve beraberce değerlendirilince pek de yabana atılamayacak bir düşünce olarak görünmektedir. Türkler’in ve Rumlar’ın birbirlerine karşı kışkırtılması ile yeniden sıcak çatışmalara sürüklenecek Kıbrıs'a, Ortadoğu'da askerî birlik bulunduran Amerika Birleşik Devletleri’nin müdâhale edebileceği öne sürülmektedir. ABD'nin bir askerî işgali sonrasında ya da NATO'nun Ortadoğu'ya taşınmasından sonra, NATO üzerinden Kıbrıs’ta oluşturulacak Amerikan etkisinden yararlanılarak, Kıbrıs adasına önemli sayıda Yahudi göçü gündeme getirilebilir. Türk kesimine yerleştirilecek bu yeni nüfus topluluklarıyla adanın demografik yapısı değiştirilecek ve İsrail üzerinden kurulacak ekonomik ilişkiler ile Yahudiler yeni dönemde Kıbrıs'a egemen olacaklardır. Büyük Ortadoğu Projesi adı altında gündeme getirilen Siyonist plânın Kıbrıs adasına düşen kısmı bu doğrultuda sonuçlanırsa, ABD askerinin desteği ve İsrail lobilerinin ekonomik yönlendirmesi sonucunda Kıbrıs Ortadoğu'da yeni bir İsrail olarak ortaya çıkabilecektir. Siyonizm’in Büyük İsrail Projesi çerçevesinde oluşturulacak “Üç İsrail”in üçüncüsü İsrail'in karşı kıyısındaki Kıbrıs adası üzerinde kurulmuş olacaktır. Kürt Yahudileri’ne kurdurulan Kürdistan ile beraber Ortadoğu'da üç tane Yahudi devleti kurulmuş olacak ve böylece merkezî Yahudi devleti Kürdistan ile Doğu’ya karşı, Kıbrıs ile de Batı’ya karşı kendisini koruyabilecek sınır ötesi yeni üsler elde etmiş olacaktır.

İsrail lobilerinin denetimi altında yönlendirilen Türk medyasınca bi­linçli olarak gizlenen İsrail ve Kıbrıs ilişkisi, çeşitli kaynaklara ba­kıldığında tarihin ilk dönemlerinden bu yana sürüp gelmektedir. Giderek bölgede etkisini artıran İsrail'in Kıbrıs'ı gelecekte rahat bırakmayacağı ve kendisinin dışında bir inisiyatifin karşı kıyısında yer alan bu ada üzerinde kurulmasına sıcak bakmayacağı açıktır. İsrail ve Kıbrıs arasında bu kadar hayatî öneme sahip ilişkiler bulunduğuna göre; İngiltere, Yunanistan ve Türkiye, Kıbrıs sorununda son derece dikkatli davranarak durumundadırlar. Amerika Birleşik Devletleri ya da Avrupa Birliği Kıbrıs konusuna eğilirken, ada üzerinde Doğu Akdeniz’de hegemonya kurmakta olan İsrail etkisini hesap etmek zorundadırlar. Adayı gelecekte İsrail'in kontrolüne sürükleyebilecek her türlü komploya ya da provokasyona karşı adada taraf olan kesimlerin daha dikkatli politika sürdürmelerinde, bölge barışı açısından yarar bulunmaktadır. Kıbrıs'ın geleceği dünya konjonktürüne kilitlenmişken, Türkiye'nin bütün bu durumları dikkatle izleyen bir politika takip etmesi gerekmektedir.

Yararlanılan Kaynaklar

 1 Zach Levy;  İsrael's entry into Cyprus, 1959-1963, MERİA - Middle Eeast Review of International Affairs, Volume 7, No.3- September, 2003

2 Avrasya Dosyası, İsrail Özel Sayısı, İlkbahar, 1999, Cilt:5, Sayı:1

3 Cevat Eroğlu; İsrail'in Beka Stratejisi ve Kürtler, Sayfa Yayınları, İstanbul, 2003.

4 Hasan Yurtsever; İsrail ve Büyük Ortadoğu Projesi, Düşünce Yayınları, İstanbul, 2004.

5 Yalçın Küçük; Tekeliyet, Cilt:I, İthaki Yayınları, İstanbul, 2003.

6 Ufuk Ötesi; Aylık Dergi, Mayıs, 2004.


 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

1 Şubat 2022 Salı

ANKARA‘DA ULUS İLÇESİ KURULMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

ANKARA‘DA ULUS İLÇESİ KURULMALIDIR 

        Türkiye Cumhuriyeti, bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kazanılmış bir çağdaş cumhuriyet devletidir. Bütün dünyada olduğu gibi her cumhuriyet devleti, sosyal tabanı oluşturan halk kitlelerinin büyük mücadeleleri sonucunda kurulmuş olan siyasal yapılanmalardır.  Emperyalist saldırı ya da işgale karşı çıkarak kendi hak ve özgürlüklerini savunan halk kitleleri, önce saldırılara karşı kendini korumak üzere örgütlenmişler ve daha sonraki aşamada da eylemsel örgütlenme hareketlerinin bütünleşerek, kalıcı bir ulusal kurtuluş örgütlenmesine dönüşmesiyle birlikte, saldırılara tepki dönemi sona ermekte ve halk mücadelesi içinden çıkan örgütlenme girişimlerinin, zaman içinde kurumlaşmasıyla ortaya kalıcı ulusal kurtuluş örgütleri çıkmaktadır. Türkiye devletinin kuruluşuna giden yolda önce ulusal kurtuluş savaşı kazanılmış ve daha sonraki aşamada da tepkilerin ötesine gidilerek, süreklilik içinde karşı koyma hareketleri birbirini izleyerek devam ettiği için ulusal kurtuluş savaşı sonrasında ikinci adım olarak ulusal kuruluş aşamasına gelinmiştir. Ulusal kurtuluştan kuruluşa geçilirken öncü kadronun merkezdeki çekirdek yapılanması, Türkiye Cumhuriyeti’nin bağımsız bir siyasal yapılanma olarak dünya sahnesine çıkışını açıklığa kavuşturmuştur.  Bu çerçevede Kuvayı Milliye hareketi kurtuluştan sonra yeniden kuruluş aşamasına geçerek, Anadolu’nun tam ortasında sonsuza kadar yaşayacak bir ulus devlet modelini ortaya koymuştur.

      Ulusal kurtuluş hareketinin merkezi olarak Ankara şehri seçilince, Osmanlı imparatorluğunun başkenti İstanbul’dan Ankara’ya önemli bir göç hareketi gerçekleşmiş ve bunun sonunda Kale, Ulus meydanı ve eski Ankara’nın yerleşim bölgelerine Kurtuluş savaşının ilk yıllarında kitlesel yerleşimler sağlanmıştır. Ankara Kalesi ve onun hem arkaya hem de yanlara doğru genişlemeye başlaması ile birlikte, yeni başkent Ankara’nın merkezi alanda genişleyerek ulusal kurtuluş savaşının güçlü bir merkezi olmaya başladığı görülmüştür. Ankara’nın ilk başkent olduğu yıllarda, Kale çevresinde yayılma ve genişleme girişimleri olarak güçlenme sağlanmaya çalışılmıştır. Önce İstanbul’dan teslim olan devletin ayakta kalan kadroları ve bölümleri gelmiş ve daha sonraları da bu Anadolu kasabasının yeni dönemin başkenti olarak seçilmesini öngören Anadolu halkı ile birlikte de eski Osmanlı İmparatorluğuna bağlı olan ülkelerin Müslüman ve Türk asıllı toplum kesimleri, Ankara’ya gelerek bu bölgelere yerleşmeye başlamışlardır. Göçler aracılığı ile kısa zaman içerisinde Ankara’nın nüfusunun fazlasıyla artarak gerçek anlamda devletin merkezi olabilecek bir konuma gelmesi sağlanmıştır. Bir orta Anadolu kasabası olarak yirminci yüzyıl başlarına kadar gelen Ankara, dünya savaşları sürecinde imparatorluklar parçalanırken, Osmanlı imparatorluğunun merkez topraklarında kurulmakta olan çağdaş ulus devletin resmen başkenti konumuna geliyordu. Ankara kasabadan şehre doğru bir geçiş yaşarken, birden başkent konumuna gelerek, yeni dönemin öne çıkan ulusal yapılandırılması çerçevesinde merkez kimliği ile dünya sahnesine çıkarak, diğer kentleri ulusal başkente bağlıyordu.

        İlk çağlardan bu yana Hitit, Frigya, Galatya, Roma ve Bizans gibi yönetimlerin etkisi altında kaldıktan sonra bölgeye Türklerin gelmesinden sonra önce Selçuklular daha sonra da Osmanlılar egemenlik düzeni kurarak Anadolu üzerindeki Türk hegemonyasını bugünkü çağa getirmişlerdir. Jeopolitik olarak dünyanın tam ortasında yer alan Anadolu’da, daha sonraki aşamada yeni bir devlet Türkiye Cumhuriyeti adı altında örgütlenince, Ankara bu yeni düzenin merkezi olarak başkent ilan edilmiştir. Uzun süren Osmanlı döneminde Ankara bir orta Anadolu kasabası olarak var olmuş ve daha sonraki dönemde şehirleşme ile birlikte başkent konumuna yükselmiştir. Geleneksel düzen içinde Osmanlı türü şehirlere benzeyen Ankara, Kale merkezli bir yapılanma süreci geçirerek, şehrin etrafında yerleşim merkezlerinin oluşturulmasıyla büyümüştür.  Kale civarındaki semtlere yönelik yerleşme çabaları sonuçlanınca kentin tam ortasında yeni bir meydan zamanla oluşmuştur. Tren istasyonu ile Anafartalar caddesi arasında kalan alan, zamanla civar semtlerin göçlerle dolması üzerine şehrin merkezi alanı haline gelmiştir. Başkent’in Ankara’ya taşınmasından önce şehrin en büyük binası olan Taşhan’ın adıyla anılarak Taşhan Meydanı olarak adlandırılan bu alan, Sivas Kongresi sırasında   alınan ulus devlet kurma kararı üzerine, hareketin adı olan Hakimiyeti Milliye kavramının kullanılmasıyla, Hakimiyeti Milliye adı altında yapılandırılmıştır. Atatürk Sivas Kongresi sonrasında Ankara’ya gelerek yerleşince, şehrin merkezi yapısında önemli değişiklikler meydana getirilmiştir. Sanayi, Karaoğlan, Çankırıkapı ve İstasyon ismi verilen dört caddenin tam ortalarında bulunan Taşhan’ın önünde yer alan bu merkezi alan oluşumuna, önce Hakimiyeti Milliye adı verilmesi meydanın yanındaki yolun adının öncelikle bu şekilde belirlenmesi üzerine gerçekleşmiştir.  Kuvayı Milliye hareketinin Sivas Kongresi sonrasında örgütlenmesiyle, önce İrade-i Milliye ve daha sonra da Hakimiyeti Milliye olarak belirlenmesi üzerine, yeni siyasal oluşumun adı olan Hakimiyet-i   Milliye kavramı hem yeni başkentin tam ortasındaki meydana, hem de bu meydanın yanındaki sokakta kurulmuş yayın organı gazetenin yeni adı olarak benimsenmiştir. Daha sonraki aşamada   Meclis devletinin kurulması üzerine hareketin destekçisi olan gazete ile birlikte, başkentin tam ortasındaki meydanın isimleri değiştirilerek ikisine de “Ulus“  adı verilmiştir.

                İmparatorlukların parçalanması üzerine yeni dönemde ulus devletlere geçilirken ve böylesine bir tarihsel aşamada Türkler kendi cumhuriyetçi ulus devletini kurmak için bütün dünya ile savaşırken, yürüttükleri hareketin adını ulusal kurtuluş savaşı olarak koymuşlardır. Bu aşamadan sonra da başkentin tam ortasında yer alan merkezi meydanın adı Ulus Meydanı olarak değiştirilmiştir. Bu aşamada çıkarılan ulusal kurtuluş hareketini destekleyen gazetenin adı da “Ulus“ olarak konmuştur. Başkent Ankara’nın merkezi meydanı olan Ulus meydanı aslında Türkiye Cumhuriyeti açısından son derece önemli ve anlamlı bir değere sahip bulunmaktadır. Meydanın tam yanında yaptırılan İttihat ve Terakki cemiyetinin binası, ilk Türkiye Büyük Millet Meclisinin toplantı yeri olarak seçilmiştir. Bu bina o dönemde Ankara’da bulunan en büyük bina olarak birinci meclisin ilk dönem toplantılarına ev sahipliği yapmıştır. Daha sonraki aşamada Ankara Palas’ın tam karşısında esas meclis binası olarak yapılan yere geçilmiş ve İttihat Terakki Cemiyeti’nin binası daha sonraki aşamada Meclis’in ek binası olarak kullanılmıştır.  Ulusal cumhuriyet devletinin kuruluşunun yapıldığı tarihi meydan Ulus Meydanı adıyla tarihe geçerek, başkent Ankara’ya daha sonraki dönemlerde de hizmet etmeye devam etmiştir.  Esas Ankara’nın merkezi olarak öne çıkan Ulus meydanı, devletin örgütlenmesiyle Yenişehir adı altında büyük genişleme projesinin gerisinde kalarak, eski Ankara’nın doğal olarak merkezi konumuna gelmiştir. Başkent’in kuruluşu aşamasında Ulus meydanı merkezi kamusal alan olarak hizmet ederken, zamanla şehrin Çankaya tepesine doğru genişleme göstermesiyle önce Sıhhiye ve daha sonra da Kızılay meydanları oluşarak, Ulus bölgesinden sonra ikinci ve üçüncü meydanlar olarak devreye girmişlerdir. Ulus meydanının genişliği dikkate alınırsa her üç merkezi meydan içinde Ulus meydanı büyüklüğü ile öne geçmiştir. Şehrin genişleme sürecinde Sıhhiye orta boy bir meydan olarak ortalarda yer alırken, Kızılay meydanı diğerlerine oranla daha küçük olmasına rağmen Ankara’da kurulmuş bulunan Yenişehir’in   merkezi alanı haline gelmiştir. Şehrin büyümesi hızla devam ederken, Kızılay meydanından sonra Çankaya bölgesinde yer alan Kavaklıdere dördüncü meydan olarak devreye girmiştir. Yeni meydanlar birbirini izleyerek şehrin genişleme çizgisinde ortaya çıkarken, Ulus meydanı tarihi ağırlığı ile eski Ankara’nın merkezi olmaya devam ederek bugünlere gelmiştir. Son yıllarda Ankara şehrinin vadi merkezli yapıdan kurtularak tüm çevrelere dönük gelişmeler göstermesi üzerine, yeni yerleşim bölgelerinin ortalarında yer alan yeni yeni alanlarda meydanlar kurularak, kent insanının gereksinmeleri doğrultusunda modern mimarinin örnekleri, büyüyen Ankara’nın yeni simgesel alanları olarak devreye girmiştir. Şehir Konya, Eskişehir ve Samsun yollarına paralel yayılma gösterirken başkent Ankara’nın da böylesine bir üçgen çizgisinde büyümeye devam ettiği görülmektedir. Büyük şehirler yeni yasalarla bütünleşen kentlere doğru dönüştürülürken, ulus devletleri tasfiye edecek eyaletleşme oluşumu da bir yandan başlamıştır.

                Türkiye soğuk savaş döneminden çıkarak küreselleşme adı altında bir maceraya doğru sürüklenirken, insanlar sitelere doldurularak kozmopolit şehir toplumları yaratılmaya çalışılmış ve böylece insanların yeni meydanlarda bir araya gelmelerine set çeken bir olumsuz gelişmenin önünü açmışlardır. Bu doğrultuda bir değerlendirme yapıldığı zaman, toplumun her üyesinin ve herkesin özgürce bir araya gelebildikleri ve her türlü siyasal haklarını kullanabilmeleri doğrultusunda meydanlar iyi değerlendirilmeleri gereken kamusal alanlar olarak ortaya çıkmıştır. Eskisi gibi herkesin bir araya gelerek toplumun gereksinmeleri doğrultusunda ya ulusun çıkarları çizgisinde toplantı ya da gösteri yürüyüşleri düzenleyebilmesi için meydanların yeniden düzenlenmesi gerekliliği gibi bir durum kendisini fazlasıyla hissettirmektedir. Kırsal alanlarda yapılan villa tipi evler ile korunaklı sitelerde yaşamaya çalışan insanların kent meydanlarından uzaklaşan bireysel yaşama doğru yöneldikleri anlaşılmaktadır. İnsanların yeni yerleşim düzenleri ile meydanlardan uzaklaştırılmasına karşı çıkılarak insanlarla meydanları yeniden bir araya getiren düzenlemelere gidilmesi, toplumsal yapıların ya da ulusal çıkarların korunabilmesi açısından acilen gerekmektedir. Bu noktada yapılacak değerlendirmeler kentlerin yeniden meydanlar merkezli olarak ele alınarak değerlendirilmesini zorunlu kılmaktadır. Yapılacak bilimsel çalışmalarla kentlerin yeni koşullara uygun olarak yeniden düzenlenmeleri zorunluluğu gündeme getirmektedir. Bu gibi durumlarda her kentin ya da yerleşme yerlerinin gelinen yeni noktada hangi sorunlara sahip bulundukları ve bu doğrultuda ne gibi düzenlemeler yapılarak kentsel yaşamın daha da geliştirilebilmesi amacıyla, eskisinden farklı plan ve projelerin uygulama alanına getirilebilmesi düşünülebilir. Şehirler için yapılabilecek düzenlemelerin başka türleri de başkentler için gündeme getirilerek, devletlerin toplumsal tabana inen sosyal örgütlenmeleriyle de beslenebilmektedir.

                Ulus meydanının sahip olduğu konum ve yaşanan tarihsel gelişmeler çerçevesinde diğer meydanlardan ayrılan özel bir durumu vardır. Eski bir Osmanlı kentinin merkezi meydanı olan Ulus bölgesi, ülkede devlet modeli değişince ve bu doğrultuda meydanın görünümünde eskisinden çok farklı durumlar ortaya çıkınca, yeni bir düzenleme yapılması zorunluluğu kendiliğinden gündeme gelmiştir. Son yıllarda hem uluslararası alanda hem de ulusal düzeyde ortaya çıkan yeni koşullar her alanda kentsel dönüşüm olgusunu tetikleyerek öne çıkarmaktadır. Kentsel yerleşimin yarım yüzyılı çoktan aştığı ve yüz yıllık bir süreci tamamladığı bir aşamada, bütün kentlerin yeniden dönüşüm programlarına doğru yönlendirilmeleri gerekli olmaktadır. Evler, binalar ve yerleşime konu olan bütün tesisler kentsel dönüşüm üzerinden yenilenirken kent planlarının da yollar, meydanlar ve yerleşim yapılarının yeniden yapılandırılacağı planlar için, uygulama alanına bu tür çalışmaların getirilmesi gerekmektedir. Binalar ve tesisler yenilenirken, kentlerin yerleşim planları ve bu çizgideki yeni yapılanmaların kentsel dönüşüm açılımları sayesinde uygulamaya getirilebilmesi mümkün olabilmektedir. Yıllar geçtikçe bazı kentlerin başka yerlere taşındıkları görülmekte ve bu çizgideki hazırlıklar, eski kentlerin daha gelişmiş ve özgür yaşam alanlarına dönüşümünü sağlamaktadır. Yenilenen binalarda en ileri teknolojiler kullanılırken, akıllı evler ya da tesisler kentlerin yenileşme aşamasında devreye girebilmektedirler. Daha yeşil bir dünya özlemleri kentlere doğru yayılırken her kent yönetiminin kendi içindeki alanları daha fazla park ve bahçelere dönüştürmeye çalıştıkları göze çarpmaktadır. Ülke yönetimlerinin kendi düzenlerini yenileme ve de geliştirme hakları varken benzeri bir çizgide yerel yönetimlerin de kendi düzenlerini yenileyerek daha modern ve gelişmiş projeleri uygulama alanlarına aktarabildikleri de çağımızın bir gerçekliği olarak insanlığa yön göstermektedir. Her siyasal iktidar ya da yönetim kendi görüşleri çizgisinde kentsel alanlarda dönüşüm planlarına doğru yönelirken, sadece kentleri değil ama aynı zamanda ülkeleri de izleyerek hareket etmek gerekmektedir. Kentler hiçbir zaman kendi düzenleri içinde yalnız kalmadıkları ve genel olarak sınırları içinde bulundukları ülkelerin genel durumlarına göre varlıklarını sürdürebildikleri için, kentsel dönüşüm planlarının uygulama alanına aktarıldığı aşamalarda hem ülkesel hem de kentsel durumların birlikte ele alınmaları gerekmektedir.

                Ankara vilayeti bir başkent olarak devletin ilgili birimlerinin yerleşik bir düzen içinde birlikte bulundukları merkezdir. Konuları ve alanlarına göre kamu kurumları kurulurken, kent sınırları içinde yer alan semtlerdeki özel koşullar ve yerleşim olanakları araştırılarak bir karara varılabilmektedir. Bu gerçeklik devlet kurulurken dikkate alındığı için, devletin kuruluşu Ulus meydanının yanında olmuş ve devletin önde gelen ilk kuruluşları gene Ulus meydanının çeşitli köşelerinde yapılan büyük binaların içinde örgütlenmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin ulus meydanının yanında kurulması, aynı devletin bir ulus devlet olması açısından da önem taşımaktadır. Osmanlı imparatorluğunun çöküşü sürecinde Viyana kuşatması sonrasında Türkler hep geri çekilerek Anadolu’nun ortasına kadar gelmişler ama geri yürüyüşe Ankara kenti önlerinde son verilince, Ankara merkezli olarak yeni devletin kurulması gündeme gelmiştir. Eski Anadolu uygarlıklarının merkez yaptığı Ankara ve çevresi Selçuklu ve Osmanlı döneminde de yeniden yapılandırılarak tarihi gelişmelerde rol oynamıştır. Cumhuriyetin ilanı ile birlikte başlayan son dönemde Ankara başkent olurken, Ulus meydanı da hem devletin kurulduğu yer olmuş hem de Ankara’nın orta alanı haline getirilmiştir. Türkiye bir ulus devlet olarak kurulurken dikkat edilmesi gereken her konunun üzerinde durulmuş ve Avrupa’daki devlet oluşumları çizgisinde gereken önlemler alınmaya çalışılmıştır. Modern kentler kurulurken, imparatorluklardan gelen bir gelenek olarak büyük meydanlara da şehir planları içinde genişçe yer verilmiştir. Ankara’nın orta yerinde Romalılar döneminden kalma kalıntılar incelendiği zaman, bu kentin merkezinde de tarih öncesi dönemlerden gelen bir kültürel yapılanma olduğu görülmektedir. Ulus devletlerin kurulması ile iş bitmemekte, bu tür devletlerin inşa süreçlerinde kuruluş noktasının ve çevresinin gerektiği gibi örgütlenmesi gerekmektedir. Böylesine örgütlenmeleri başaran ulus devletler güçlü siyasal yapılar olarak daha sonraki yüzyıllarda da varlığını koruyabilmektedirler. Ulus devletler kendi gereksinmeleri doğrultusunda kamusal alanlar oluşturarak, ulusun bu alanlardaki meydanlardan en üst düzeyde yararlanmasını gerçekleştirebilmektedirler. Eski ve yeni mekanların bir araya geldiği Ulus meydanı, bir yönü ile çok renkli diğer yönü ile de kişilik parçalanmasının çelişkilerini bugüne taşımaktadır.

                Ulus meydanı cumhuriyetin kuruluşu ile beraber ilk on yıllık dönemde toplumsal yaşamın tam ortalarında yer almıştır. Ulus semtindeki binalar, oteller, restoranlar ve kamusal alanlar cumhuriyet tarihinin kuruluş döneminin olaylarının yaşandığı ya da gelişmelerin görüldüğü kamusal alanlar olarak tarihteki yerini almıştır. At üstünde bir Atatürk heykelinin tam ortasında yer aldığı Ulus meydanı, bu hali ile yeni devletin kuvvet merkezi olarak düzenlenmiştir. Cumhuriyetin kuruluşuna kadar Taşhan meydanı olarak bilinen Ulus meydanının adı yeni rejimin devletleşmesinden sonra değiştirilmiştir. Yıllar geçtikçe Taşhan’ın önemi azalmış ama İstasyon ve Anafartalar caddeleri arasında kalan merkezi bölge, gene Ulus bölgesi ile bütünleşerek gelişmeler göstermiştir. Ulus meydanı zaman içinde kullanılarak günlük hayata girince, Ulus meydanını çevreleyen yan bölgelerde Ulus semti ile birlikte düşünülmeye başlanmış ve kendiliğinden sınırları çizilen bir Ulus mahallesi yeni başkentin ortalarında Ankara kalesinden tren istasyonuna, Gençlik parkından  Altındağ semtine kadar yayılan geniş alan Ulus meydanı ile birlikte aynı zamanda  Ulus mahallesi olarak  adlandırılmaya başlanmış ve bu doğrultuda  kentin insanları merkezdeki Ulus meydanı ile birlikte ulus semtini de günlük yaşamın içinde kullanmaya başlamışlardır . Meydanın kenarında yer alan İttihat Terakki binası ve TBMM binası ile birlikte, Ankara Palas bölgesinden Hergelen Pazaryeri ile İtfaiye meydanına kadar süren alan Ulus semtinin içinde yer almıştır. Taşhan ile Hal binası arasında kalan geniş alan da gene Ulus semti içinde bu mahallenin bir parçası olarak yer alıyordu. Daha sonraki yıllarda çizilen haritalarda Ankara’nın Ulus semti böylesine geniş bir alanda yayılmış bir merkezi semt olarak ele alınıyordu. Türk insanı cumhuriyetin kuruluşu ile birlikte ele alınırken, ulus devletin merkezindeki Ulus meydanı bir anlamda ulus devletin ulusal topluma ulusal kimlik kazandırdığı bir merkez olarak öne çıkıyordu. Ulus meydanının tam ortasında yer alan Türkiye İş Bankası, Sümerbank gibi bankaların genel müdürlükleri de yer alıyor ve bu binaların arka kesiminde bulunan Hacı Bayram bölgesine kadar Ulus semti yer alıyordu. Şehir Çankaya’ya doğru yayıldıkça, Ulus semti de eski Ankara’nın içinde kalıyordu.

                 Yıllar geçtikçe cumhuriyet tarihi de ilerliyor ve Türk devleti değişen koşullar ve zaman dilimleri arasında var olabilmenin ve geleceğe dönük bir yönde varlığını koruyabilmenin arayışı içine sürükleniyordu. Yirminci yüzyılın son dönemlerinde gündeme gelen askeri yönetimlerde, devlete yeni bir yön vermeye çalışılırken, Ulus meydanını çevreleyen kenar semtlerin bir bütün olarak içinde yer aldığı, Atatürk Kültür Merkezi alanı yeni bir kanun ile ilan ediliyor ve daha sonra da 1982 Anayasa’sının 134. maddesi ile de anayasal bir güvence altına alınıyordu. 11 Ağustos 1983 tarih ve 2876 sayılı kanun ile kurulmuş bulunan cumhurbaşkanlığının gözetim ve denetiminde Başbakanlığa bağlı tüzel kişiliği olan bu kamu kurumu, Ankara Kalesinden başlayarak Ulus meydanını çevreleyen tüm semtlerin içinde yer alacağı Atatürk Kültür Merkezi alanını bütünüyle kamulaştırarak, devletin kurulduğu Ulus meydanı ve çevresindeki alanları da bu kamu kurumunun mülkiyetine devrediyordu. Bir anlamda emperyalizmin sürekli olarak  bölmek için  tehdit ettiği Türkiye Cumhuriyeti, böylece kendini kurtarmak üzere bir çekirdek devlet yapılanmasını, devletin kurulduğu alanda ve Başkent Ankara’nın tam göbeğinde, Ulus meydanı ve semtini mülkiyet konusu yaparak  ve Atatürk Kültür Merkezi alanını oluşturarak, devletin devamlılığı ilkesi çizgisinde kurucu önder Atatürk’ün ismi ve manevi kimliğini  dikkate alarak, Türkiye Cumhuriyetinin ilelebet payidar kalacağı  bir hukuk düzeni  oluşturulmaya çalışılıyordu. Atatürk’çü düşünce, Atatürk ilke ve devrimleri, Türk kültürünü, Türk tarihini ve Türk dilini bilimsel yollardan araştırmak, tanıtmak ve yaymak amaçları doğrultusunda kurulan bu kamu kurumunun çatısı altında Atatürk Kültür Merkezi, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Atatürk Araştırma Merkezi gibi kamu kurumları da bir anayasal kuruluş olan Atatürk Kurumuna bağlı olarak devreye sokuluyorlardı. Devlet başkent Ankara’nın göbeğinde yer alan cumhuriyetin kamusal alanını devletleştirerek, geleceğin getirebileceği siyasal dalgalanmalara ve tehlikelere karşı devleti kurumlaştırarak önlem alarak, kurucu iradeyi kurumlaştırıyordu.

                Meydanların birer kamusal alan olması nedeniyle her meydanın kentlerin ve devletlerin yaşamlarında önde gelen misyonlara sahip oldukları genel bir ilke olarak kabul edilmektedir. Dünya savaşı sırasında bir direniş merkezi olarak seçilen Ankara’nın öne çıkmasına neden olan olaylar birbiri ardı sıra tekrarlanarak devam ettiği süre içinde, Ankara yeni dönemin önde gelen merkezi konumuna geliyordu. Uluslararası olayların merkez haline getirdiği Ankara’nın kendi ülkesinin de merkezi konuma gelebilmesi gerekiyordu. Bu amaçla Atatürk, hem yurt gezilerine çıkıyor hem de Ankara halkı arasına girerek başkent ile ülke bölgeleri arasında köprü olarak, bir yakınlaşma siyaseti ile yeni kurulan devletin üniter bir düzene dayanması için yoğun çaba gösteriyordu. Atatürk yurt gezileri ve kent ziyaretleri aracılığı ile sonuç almaya çalışırken, yeni kurulan Ankara’nın da tam anlamıyla bütünleşmiş bir yapıda devlete temel oluşturmasını istiyordu. Uzun süren savaş ve barış arayışları çizgisinde devletin çekirdek yapısını tamamlayamayan Atatürk’ün kurmak istediği üniter devlet yapısı için gerçekleştiremediği örgütlenme, 12 Eylül yönetimi aracılığı ile oluşturularak, devletin kuruluş noktası olan Ulus meydanı ve çevresini devletin başkentinin tam ortasında kamulaştırarak, bir anlamda kurulan siyasal yapılanmanın temeli atılıyordu. Atatürk Kültür Merkezi kuruluşu hakkındaki kanun bu açıdan gelecek için beklenmedik olumsuz gelişmelere karşı, devlet için bir savunma mekanizması oluşturmak üzere çıkartılıyordu. Devletin kurulduğu Ulus meydanı ve çevresindeki tarihsel alanın kamulaştırılarak, kurucu iradenin özü devletin çekirdek yapılanması içerisine dahil ediliyordu. Bu kanunun çıkartılmasıyla birlikte, Atatürk’ün kurmuş olduğu devletin dayandığı kurucu irade devletin devamlılığı çizgisinde, çekirdek devletin içine oturtularak var olan bazı siyasal boşluklar ortadan kaldırılmaya çalışılıyordu. Başlangıçta, devletin çekirdek örgütlenmesi yapılırken Cumhurbaşkanlığı köşkünün Çankaya’da bulunması yüzünden Çankaya esas ilçe olarak benimsenmiş ama son dönemlerdeki gelişmeler bunun böyle olmadığını ortaya koyunca, bu kez başkent Ankara için yeni bir merkez ilçe örgütlenmesine gereksinme olduğu anlaşılmıştır. Bunun için de Atatürk Kültür Merkezi alanına sahip olan Ulus bölgesinin, Ankara’da yeni bir merkez ilçe olarak yeniden yasal bir düzenleme ile, ilçe yapılması zorunluluğu kendiliğinden gündeme gelmiştir.  

                Son dönemde ulus devletlere ve halkçı cumhuriyetlere karşı büyük bir savaş yürüten küresel şirketler ulus devletlere karşı her türlü saldırıda bulunarak bunların ortadan kalkması için çabalar göstermektedirler. Bu nedenle, ulus devletlerin kuruluşu ve de yoluna devam edebilmesi giderek zorlaşmakta ve bu tür saldırılara karşı yeni önlemler alınması zorunlu olmaktadır. Türkiye de bir ulus devlet olarak benzeri saldırı ya da kaydırma operasyonlarına karşı, ayaklarının yere sağlam bastığı bir yeni hukuk düzeni içinde kendisini koruması gerekmektedir. 12 Eylül rejiminin Türk ulus devletini kurucu irade üzerinden kuruluş meydanında kurumlaştırmaya çalışması, Atatürk Kültür Merkezi hakkındaki kanun ile düzenlenmiştir ama aradan geçen yarım yüzyıla yakın zaman dilimi sonrasında işbaşına gelen bazı hükümetler, bu kanunu dikkate almayarak hareket etmişler ve bu yüzden de Atatürk Kültür Merkezi alanı ilk düzenleme dönemindeki gibi kesin hatlara dayanan organizasyon olmaktan uzaklaşmıştır. İlgili kanun metni içinde tek tek sayılarak belirtilen Ulus meydanı çevresindeki   alanlar zaman içinde teker teker statü değişikliğine sürüklenmişlerdir. Hipodrum şehir dışına taşınarak bir şehir kenarı düzenlemeye dönüştürülmüş, 19 Mayıs Stadyumu yıkılarak cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün her yıl Türk ulusuna I9 Mayıs Gençlik bayramı aracılığı ile yaptığı konuşmaların söylendiği resmi kamusal alan yıkılarak devre dışı bırakılmıştır. Çağdaş bahçeciliğin önde gelen örneklerinden birisi olan Gençlik Parkı tasfiye edilerek, yeni dönemin siyasal söylemine uygun düşen bir tarzda Millet bahçeleri düzenlemesi getirilmiştir. Ulus meydanının tam ortasında yer alan Sümerbank ve Türkiye İş Bankasının tarihi binaları, sanayi ve bankacılık alanlarında müzelere dönüştürülecek iken, yeni kurulan bir üniversitenin fakültelerine dönüştürülerek, Ulus meydanının tarihsel birikimi çizgisinin ötesinde alan dışı bir yapılanmaya gidilmiştir. Bu arada Ankara Belediyesi binasının yanındaki merkezi yeşil alanın üstüne on beş tane elli katlı gökdelen binaları yapılarak, merkezi alanda çok ciddi bir trafik sıkışıklığına yol açılarak, başkentin tarihsel alanının tümüyle ticari bir alana dönüştürülmesi girişimleri başlatılmıştır. Böylece yarım yüzyıllık bir zaman dilimi öncesinde güvence altına alınan cumhuriyetin kuruluş mekanının tasfiyesine giden yol açılmış, böylece ticari çıkarlar öne geçirilirken bu ülkenin tarihi, sosyal, kültürel ve siyasal birikimlerinin zamanla devre dışı bırakılmaya çalışıldığı açığa çıkmıştır. Aynı devleti yöneten hükümetlerin birbirlerine karşı çelişkili hareket etmeleri nedeniyle, Türk ulus devleti kendisini de ortadan kaldıracak bir çelişkili duruma sürüklenmiştir. Günümüzde Atatürk Kültür Merkezi’ni koruyamayanların, önümüzdeki dönemde cumhuriyetin ilkelerini korurken her zamankinden daha da zorlanacakları görülmektedir.

                Bugün gelinen yeni aşamada  Atatürk Kültür Merkezi ile ilgili yasal düzenlemeler giderek devre dışı kaldığına göre ,bu yüzden ülkenin ve başkentin içine sürüklendiği boşluğun ortadan kaldırılması için, yeni bir “Ulus ilçesi kanunu” çıkartılarak eski Atatürk Kültür Merkezi alanının ve çevresindeki semtlerin yer alacağı  biçimde  bir “ULUS İLÇESİ “ kurularak, devletin kamulaştırma çizgisinde atmış olduğu yasal düzenlemenin  bugün yeniden gündeme getirilerek, TBMM’ne bir kanun tasarısının verilmesi gerekmektedir. Bugünün Türkiye’sinde herkes Atatürkçü geçinirken, Atatürk Kültür Merkezi ile ilgili kamusal alan düzenlemesinin devre dışı bırakılmasını, hiç kimse izah edemez duruma düşmüştür. Küresel emperyalizmin istediği doğrultuda şehir ve eyalet devletlerinin kuruluşu ile fazlasıyla ilgilenenlerin, Türk ulus devletinin çekirdek yapılanmasını görmezden gelmesini anlamak bugünün koşullarında mümkün görünmemektedir. Son zamanlarda bazı ulusal bayramların   kutlanması için Ulus meydanında toplanarak bir araya gelen Türk halkının temsilcileri Vatan ve Cumhuriyet kutlamalarını Ulus meydanında sürdürerek, Türk ulusunun alışık olduğu resmi bayram kutlamalarından uzak düşmemeye çalışmışlardır. Türk devletinin başkentte güçlenmesi için, başkent Ankara’nın acilen yeni bir merkez ilçeye kavuşturulması gerekmekte ve bu doğrultuda “ULUS“ semtinin Ankara’nın merkez ilçesi yapılmasıyla, Türkiye’nin başkentinde yeni bir toparlanma ve güçlenme süreci başlatılmalıdır. Ulus meydanı kadar önemli olan ulus kavramının da yeni dönemde kazandığı anlamlar açısından da konu ele alındığında, Türk ulusu ile ulus meydanının kaynaştırılması gerektiği ortaya çıkmaktadır.

                Türk ulus devletinin kurulduğu ulus meydanı, başkent Ankara’nın merkezi alanı olarak yeni bir düzenleme ile merkez ilçe konumuna getirilirse, o zaman emperyalizmin yıkamadığı Türk ulusu ulus meydanının yeniden merkezi bir yerleşim alanı olarak ortaya çıkmasıyla beraber başlayacak yeni dönemde, Türk ulusunun yarım kalan uluslaşma sürecinin tamamlanabilmesi için, yeniden uluslaşma hareketinin Ulus bölgesinde canlandırılması gerekmektedir. Türkiye’nin kendi yoluna devam edebilmesi için hem ulus devletin yeniden düzenlenmesi hem de ulusçuluk hareketinin yarım kaldığı yerden başlanarak yeniden canlandırılması zorunlu görülmektedir. Son yıllarda emperyalist güçlerin ulus devletlere karşı sistemli bir saldırıya geçmeleri ve ulus karşıtı çizgide dünya hükümetlerine yeni küreselci siyasal programlar empoze etmeleri yüzünden, son yıllarda işbaşına gelen cumhuriyet hükümetlerinin ulusal çizgilerden uzaklaşmaya başladıkları görülmektedir. Türkiye Cumhuriyeti bir ulus devlet olarak kurulurken, Türkçü çizgide yazan birçok bilim adamı ve yazar, Türklüğün ulusalcı yönüne katkıda bulunmaya çalışmışlardır. Türkiye’yi bir ulus devlet olarak kuran Türkçüler ve ulusalcılar yirminci yüzyılın ilk yıllarından bu yana dünyadaki siyasal oluşumları yakından izleyerek, Türkiye sentezinde buluşmuşlardır. Onların oluşturduğu bu siyasal sentez Türkiye Cumhuriyeti’ni geleceğe doğru taşırken, Türk devletinin temelinde var olan ulusçuluk akımı Ankara’nın tam ortasındaki meydanı Ulus meydanına dönüştürdüğü gibi, şimdi yeniden uluslaşma çizgisinde bir araya gelecek Türk toplumunun, yeniden uluslaşma sürecine girmesine de önemli katkılar sağlayacaktır.

                Türkiye’de yaşayan aydınların önemli bir kesimi uluslararası ilişkiler içerisinde emperyalist büyük devletlerin etkileri altına girdikleri zaman, ulusalcılıktan koptukları ya da uzaklaşarak alt kimlikçi başka ütopyalara doğru sürüklendikleri görülmektedir. Emperyalist müdahaleler ile önü kesilen ve yarım bıraktırılan uluslaşma sürecinin, bugün gelinen aşamada devam edebilmesi için ikinci bir uluslaşma programı ile bütünleşmesi gerekmektedir. Bu aşamada başkent Ankara’nın tam ortasında yer alan ulus meydanı ve çevresinin “Ulus ilçesi “adı ile başkentin merkez ilçesi konumuna getirilmesi, Türk devletinin merkezinde önemli bir dönüşümü gündeme getirecektir. Ulusal başkent Ankara’nın sadece adının ya da statüsünün değişmesi Türk toplumunun gereksinmelerini karşılamak açısından yeterli olmayacaktır. Bu adım bir başlangıç olmalı ve yeniden düzenlenecek Ulus meydanında, Türk Ulusu ile Ulus devletin kaynaşması toplumsal bütünlüğün korunması ve üniter devletin güçlendirilmesi açılarından gerekli olmalıdır. Ulus meydanının çevresinde ve Ulus bölgesinde yer alacak Ulus ilçesi bölgedeki tarihi binaların yeniden düzenlenmesiyle birlikte, ulusal merkezi alan düzenlemesini gerekli kılacaktır. Geçmişten gelen Atatürk Kültür Merkezi alanının bu çizgide ele alınarak yenilenmesi gerekirken, daha önceleri ele alınmamış binaların da yenilenerek işlevsel bir biçimde devreye girmeleri gerekmektedir. Ulus bölgesinin yeniden düzenlenmesi sırasında Ankara halkının sosyal ve kültürel gereksinmelerini karşılayacağı çeşitli lokal ve sosyal amaçlı kurum ve salonlara yer verilmesi yararlı olacaktır. Normal ve hızlı tren istasyonlarının yeniden düzenlenerek tamamlanacağı merkezi alanda, çevreye dağılmış olan Ankara’nın semtlerinden gelecekler ile bütün Anadolu tren hatlarının bağlanacağı yeni bir yapılanma içinde, Anadolu’nun her köşesinden gelecek olan yerli turistler ile yabancı ülkelerden Türkiye’ye konuk olarak gelecek normal turistlerin de uğrak yeri olacağı bir ulusal merkez olarak, Ulus ilçesi halk kitlelerinin yararlanması amacıyla ele alınmalıdır. İstasyona çıkış yönü çizgisinde devletin kurucusu Atatürk için yapılmış olan Anıt Kabir bölgesinin de Ulus meydanına açılacak bir doğrultuda yeniden yapılandırılması geleceğin Ankara’sı açısından doğru bir adım olacaktır. Ulus meydanını çevreleyen büyük çarşı binalarının yıkılarak yerlerine cumhuriyet dönemi eserlerini sergileyen müze ve kültür merkezi yapılanmalarına da önümüzdeki dönemde daha fazla yer verilmesi, uluslaşma bilincinin yükseltilmesi açısından çok yararlı olacaktır. Ulus meydanı Türkiye’nin Hyde Parkı olmalı meydanın çevresindeki yapılar da müze ve sergi salonları olarak kültürel amaçlı kullanılmalıdır. Ulus meydanından ilçesine doğru yeniden yapılanırken, Türk ulusu ve Türk devleti kaynaşarak dünyanın merkezi coğrafyasında tam anlamı ile  merkezi bir ulus devlet oluşumuna gidilebilecektir.

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN