20 Temmuz 2022 Çarşamba

DÜNYA ORDUSU ACİLEN KURULMALIDIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA   KALESİ

DÜNYA ORDUSU ACİLEN KURULMALIDIR   

                                                                          

Soğuk savaş dönemi sonrasında gündeme gelen küreselleşme aşamasının da sona ermesiyle birlikte geleceğe dönük olarak hazırlanan ve zamanla bazı yönleriyle uygulama alanına getirilen yeni dünya düzeni her geçen gün daha fazla insanlığın önüne çıkarılmaktadır. Bu arada beklenmedik gelişmeler ortaya çıkmakta ve bütün devletler yeni girişimlerin etkisi altında kalırken, her devlet kendi ulusal çıkarlarını dikkate alarak işine gelen yeniliklere yakın durmakta ama var olan düzen ile ulusal çıkarlara ters düşen kazanılmış hakları ortadan kaldıran yeni girişimlere karşı çıkarak, hak ve özgürlükler savaşında her devlet birbirinden çok farklı bir yol izleyerek yoluna devam edebilmenin fırsatlarını yakalamaya ya da kullanmaya öncelik vermektedir. Bu doğrultuda var olan devletler düzeninin içinde yer alan devletler kendi konumlarını korumaya çaba gösterirken, kendi devletini kuramamış durumda bocalayan yeni alt kimliklerin eskisinden farklı bir dünya düzenine doğru örgütlenerek, dünya haritasının çeşitli bölgelerinde kendi devletlerini kurabilmenin arayışları içine girdikleri göze çarpmaktadır. İki dünya savaşı sonrasında yepyeni bir yüzyıla gelmiş olan dünya eskisinden çok farklı bir düzene doğru yönelirken harita üzerinde silinip giden eski devletler ile geleceğin dünyasında yeni roller oynayacak farklı devlet yapıları kendiliğinden gündeme gelmektedir. Uluslararası alanda ortaya çıkan her yeni değişiklik beraberinde devletlerin sınırlarını tartışma alanına getirerek, daha farklı yeni bir dünyaya doğru yönelişi öne çıkarmaktadır. Var olan devletler kendi güvenlikleri için her yola yönelirken, gerekli olan tüm önlemleri alarak ve rekabet düzeninde bir güvence ortamına sırtını dayayarak ayakta kalmaya çaba göstermektedir.

Uluslararası alandaki her yenilik beraberinde çeşitli değişim ve dönüşümleri gündeme getirirken, her devlet ve insan toplumları arasında sürtüşme ve çekişmelere neden olabilecek olayları da siyasal açıdan gündeme getirmektedir. Savaşlar böylesine değişim süreçlerinin sonucunda ortaya çıkan patlamalar olarak siyasal tarihteki yerlerini alırken, dünya güvenliğinin korunabilmesi ve devletler arasında dayanışma aracılığı ile iyi ilişkileri geliştirmek üzere ülkelere güvenlik sağlayıcı yönetim önlemlerine de gereksinme duyulmaktadır. İnsanlık tarihi birbirini izleyen savaş senaryoları ile dolu olduğundan, her dönem için güvenlik arayışları devam etmiş ve gelinen son noktada gene eskisinden çok daha farklı biçimde güvenlik arayışları kendiliğinden dünya kamuoyu önünde gündeme gelmiştir. Yeni ve yakın çağların birbirini izlediği son beş yüz yıllık dönemde pozitif hukuk yapılanması ile bilimsel gelişmelerin getirdiği veriler üzerine, bir uluslararası güvenlik ortamı oluşturulmaya çalışılmıştır. Güvenlik arayışları beraberinde silahlanma yarışını da öne çıkarırken, insan toplumları silahlanma tehlikesinin getirdiği tehdit ve tehlikelerin de karşısında kalmışlardır. Silahlanmanın yetersiz kaldığı durumlarda, güvenlik için gündeme getirilen girişimlerin sağladığı imkanlarla yetinilmek istenmiş ama sonraki yıllarda çok hızlı biçimde yaşanan yenilikler zinciri, var olan güvenlik önlemlerini ve düzenlerin eskimesine yol açmıştır. Bu yüzden zamanla eskiyen güvenlik ortamlarının devre dışı kalmasına giden yol açılmıştır. Bu çerçevede dünya her zaman için güvenlik tehditleri ile dönemler yaşayarak bu günlere gelmiştir. Güvenlik önlemlerinin yeterli olduğu aşamalarda tehditlere karşı kamu düzenleri ile koruma sağlanmıştır. Bu tür sonuçların alınabildiği durumlarda eski güvenlik düzenleri devam ederek bugünlere gelebilmiştir. Bu durumun aksi süreçlerin yaşandığı aşamalarda ise güvenlik sorunu öncelikli bir mesele olarak dünya gündeminin en önlerinde yer almıştır. Devletler kendi iç düzenleri için koruyucu ve önleyici tedbirler alarak diğer devlet yapılanmalarına karşı harekete geçerken, devletler düzeni içinde birbirlerine karşı yeni tehditler yaratabilecek gelişmelere neden olmamaya çalışmaktadırlar. Var olan tehditler devam ederse ya da daha büyüyerek eski geniş bölgeleri ve halkları tehdit altına alırsa o zaman eskisinden daha güçlü bir güvenlik örgütlenmesi en son bilimsel ve teknolojik verilerden yararlanılarak uygulama alanına getirilmektedir.

Hızlanan teknoloji yarışında ve birbirini izleyen bilimsel gelişmeler ve yenilikler aracılığı ile geçmişten gelen güvenlik yapılanmalarının giderek yetersizlik çıkmazına doğru sürüklenmekte olduğu kamuoyuna yansıyan bilgiler çerçevesinde giderek kesinlik kazandıkça, yeni güvenlik düzeni arayışları birbirini izleyerek uluslararası alanda geçmişten gelen tüm buluşları ve bunlara dayalı olan düzenleri devre dışı bırakmaktadır. Bu nedenle kamusal alandaki yeni yapılanmalar kamu güvenliği açısından devreye girerek yeni yapılanmalar doğrultusunda da farklı örgütlenmeleri gün ışığına çıkarmaktadır. Savaşlar ya da benzeri sıcak çatışmalar dünya barışını ortadan kaldırdığı gibi aynı zamanda insan toplumları ya da var olan devlet düzenlerini de değişime doğru zorlamaktadırlar. Böylesine bir süreç içinde de geleceğe yönelik olarak dünya barışını uzun süreli koruyabilmek mümkün olamamakta ve bu yüzden de savaşlar dünya gündeminde her zaman için öncelikli olarak yer alabilmektedirler. Bu durum insanlığın barış düzeninin geçici olarak kalmasına yol açarken, aynı zamanda bütün güvenlik arayışlarını da geçersiz kılarak, barış ortamlarının savaş platformlarına dönüşmesine giden süreci zorlamaktadır. Üzerinde yaşanılan dünyanın insan toplumlarından oluşan yapılanması dikkate alındığında, insanlık ile var olan dünya koşullarının karşı karşıya geldikleri bir ortam üzerinden bu gezegende bir kamusal düzen kurulabildiği anlaşılmaktadır. Geçmişten gelen düzen var olan yeni koşullara uygun bir ortamda devam edip geliyorsa, o zaman eski kamu düzeni ile dünya güvenliği arasında uyum olduğu için geçmişten gelen kamu düzenlerinin yeterliliği doğrultusunda güvenlik düzenleri yeterli görüldüğü için yeni bir güvenlik düzeni arayışına gerek yoktur. Ne var ki, eğer yeni koşullar eski güvenlik düzeni ile bağdaşmıyorsa ve yeni koşullar ile güvenlik düzeni arasında bir uyum sorunu çıkıyorsa, o zaman böylesine bir uyumsuzluğu ortadan kaldırmak için ya yeni koşullara göre yeni bir düzen kurulacak ya da var olan güvenlik düzenini sarsan yeni koşulların ortadan kaldırılması ya da önlenmesi gibi yeni bir tepkisel süreç gündeme gelerek , var olan  barış düzenini ortadan kaldırma doğrultusunda yeni baskılar yaratarak, sıcak çatışmalar üzerinden savaşa giden bir yolda barış ortamını yürürlükten kaldırabilecektir.

Barış ve savaş olguları zıt ve birbirini ortadan kaldıran misyonlara sahip bulunan kavramlardır. Bir ortamda ya barış vardır ya da savaş olabilir ama bu iki kavramın birbirinin yerine ya da bütünleyici olarak diğeri ile birlikte var olması düşünülemez. Birbirinin zıttı ve karşıtı olarak günlük dilde kullanılan bu iki kavramın aynı yerde yan yana olmaları düşünülemez. Binlerce yıllık dünya tarihine bakıldığı zaman yeryüzünün çeşitli bölgelerine yayılarak, beş ayrı kıta üzerinde yaşamını sürdürmekte olan insan topluluklarının yer değiştirmeleri ya da aralarında çekişme veya çatışma gibi sonu savaşla bitebilecek sürtüşmelerin gündeme gelmesiyle barış ortamından savaş ortamına doğru bir geçiş söz konusu olabilmektedir. Güvenlik ortamı gerektiren barış dönemleri savaş ya da sosyal patlamaların öne çıktığı olumsuz durumlarda sona erebilir ya da ortadan kalkabilir. İşte böylesine bir gerçeklik çerçevesinde savaş ve barış karşıtlığının ele alınması gerekmektedir. Eline gücü geçiren ya da daha sonraki aşamalarda güç sahibi konumuna gelen devlet kurucuları veya yöneticileri, kendi ülkelerinde tam anlamıyla güvenlik düzeni oluşturabilmek için ülke sınırları içerisindeki savaş veya sıcak çatışma yaratabilecek alanları kendi hegemonyaları altına alabilirler. Bir devletin kendi ülkesini yönetebilmesi açısından, ulusal sınırlar içerisinde yer alan bütün bölgelerin devlet yönetimi çatısı altında kontrol altına alınması ve bu doğrultuda da kamu yönetiminin genişletilerek ve de merkezi çizgide güçlendirilerek kamu güvenliği ile ilgili olarak oluşturulmuş düzenin yeni koşullara uyum sağlayabilecek bir yeniden yapılanmaya gidilmesi ve barış düzeninin korunabilmesi açısından öncelikli adımların atılması gerekmektedir. Savaş tehlikesi yaratabilecek olumsuz olayların ya da gelişmelerin barış düzeninin korunabilmesi açısından öncelikle önlenmeleri gerektiği gibi, çatışma sürecini durduracak ve bu amaçla birçok önleyici tedbiri devreye sokabilen ve barış düzenini de güvence altına alabilecek barışçı politikalara da dünya düzeninin korunabilmesi için büyük gereksinmeler bulunmaktadır. Devlet yönetimleri savaş ve barış dengelerini sürekli izleyerek, var olan barış düzenini oluşturan koşulları öncelikle koruyarak barış ortamının kurumlaşmasını sağlamak durumundadırlar.

Yirmi birinci yüzyılın derinliklerine doğru zaman ilerlerken ve dünya devletleri ile toplumları bu durumu dikkate alan bir yönde yeniden yapılanmanın yollarını ararken, güvenlik alanındaki arayış ve çabalar yetersiz kalmaktadır. Bu alanlardaki çalışmalar yeterli sonuçlar sağlayamazken, dünya haritası üzerinde var olan devletler yeni bir yüzyılın başlarında ortaya çıkmış olan dünya ortamında kendilerini eskisi gibi bir güvenlik ortamında hissedemedikleri ve bu yüzden de yeni ortaya çıkan koşulları ve sorunları karşılayabilecek derecede gereken donanıma sahip olamadıkları için her yönü ile bir güvenlik ortamı arayışı yeniden gündeme gelmiştir. Geçen yüzyıldan kalan dünya devletleri düzeninin yirmi birinci yüzyılın başlarından itibaren küresel dünya güvenliği anlamında yeterli bir koruma sağlamadığı görülerek  ,eskisinden çok farklı bir yeni dünya düzeni oluşturulması amacıyla başta büyük devletler olmak üzere tüm dünya devletleri yeni bir yapılanma arayışı içinde hareket etmektedirler. Ne var ki, her devlet kendisini yeni oluşturmak istediği güvenlik örgütlenmesinin merkezine koyduğundan, her devletin kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yapılanmaya öncelik verdiği anlaşılmakta ve bu çerçevede her devletin oluşturmak istediği yeni güvenlik şemsiyesi diğer devletlerin önerdiği güvenlik düzenine uyum sağlayamadığı için, yeryüzü yirminci yüzyıldan yirmi birinci yüzyıla geçerken çok esaslı yepyeni bir durum ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır. Geçmişten gelen uluslararası örgütler bu aşamada yetersiz kalırken, yeni yeni gündeme getirilmeye çalışılan küresel örgütlenme modellerinin de yeterli bir destek ya da katılım sağlayamadığı anlaşılmaktadır. Her devlet ya da toplum içinde bulundukları bölge, yer ve ortamlardaki değişikler karşısında kendi merkezi konumlarını koruyan yapılanmalara yöneldikleri için, yeni koşullar ya da alternatif güvenlik planlamaları doğrultusundaki önerilere karşı çıkarak, ayakta kalabilmenin çabasını göstermek zorunda kalmaktadırlar. Her devlet kendi varlığının korunmasına öncelik verirken, çeşitli devletlerin çatısı altına sığınmış olan insan toplumları da sahip oldukları kimlik ve yapılanmalar doğrultusunda kendi gelecek düzenlerini oluşturabilmenin arayışı içine girmektedirler.

Geçen yüzyılın ilk yarısında ortaya çıkan iki büyük dünya savaşının insanlığa öğrettiği biçimde yerleşik dünya haritası ve bunun üzerinde yer alan devletlerin uluslararası konumları incelendiği zaman, her ülkenin kendi konumuna göre bir jeopolitik yapılanmaya sahip olduğu ve bu yüzden de her devletin geleceğin dünyası kurulurken var olan konumunun korunmasına öncelik vereceği, açıkça ortaya çıkmıştır. Yeni ortaya çıkan gelişmeler ve durumlar karşısında, bu gibi yenilikler üzerinden tehdit unsurlarının daha da güçlenmesini önlemek için bazen eski yapılanmaların yenilenerek güçlenmesine, bazen da eskisinden tamamen farklı bir biçimde yeni koşullara uygun olabilecek çok farklı yeni düzenlemelere doğru yönlenen çalışmalar, büyük devletler ve güç merkezleri üzerinden gündeme getirilerek var olan düzenlerin gereksinmeleri koruyabilecek biçimde geliştirilmesine çalışılmaktadır. Geçmiş asırlardan gelen temel dünya yapılanması egemen güçler tarafından korunmaya çalışılırken, eski büyük devletler ile ortaya çıkan yeni büyük devletler kendilerinin merkezinde yer alacakları, bölgesel ya da küresel dünya yapılanmalarını gündeme getirirken, eski dünya düzeninin çoktan geride kaldığını açıkça kanıtlamaktadırlar. Bugünün dünyasında geçmişten gelen batı merkezli hegemonya düzeninin korunmak istenmesi, yerkürenin doğusunda, ortasında, kuzey ve güney bölgelerinde meydana gelmiş olan yeni koşulları insanlığın önüne çıkarmaktadır. Beş büyük kıtadan oluşan yeryüzü yerleşimi açısından dünya haritasına bakıldığı zaman nüfusun sekiz milyara, devlet sayısının da ikiyüzlü rakamlara ulaştığı ve bu nedenle de eski dünya düzeninin bugünün gereksinmelerini karşılayabilmekten çok uzakta kaldığı anlaşılmaktadır. Kıtaların jeopolitik konumları ile devletlerin dünya haritası içindeki yerleri karşılaştırıldığı bir aşamada, ortaya eski düzen ve yeni koşullar çatışmaları yüzünden, çok ciddi bir çatışma ortamının çıkmış olduğu görülmüştür. İşte gelinen bu noktada bütün dünya, jeopolitik biliminin verilerini dikkate alarak hareket etmek durumunda kalmıştır. Şimdiye kadar dünya hegemonyası taşıyan imparatorluklar ya da büyük devletler kendi ulusal ve ülkesel çizgideki jeopolitik stratejilerini, merkeze koyarak ve kabul  ettirerek uygulamışlardır. .

Merkezi coğrafya devletleri kara hakimiyeti teorisini dikkate alırken, İngiltere gibi ada devletleri denizler hakimiyeti üzerinden güneş batmayan küresel bir imparatorluk yaratmışlardır. Avrupa kıtasının batı bölgesinde yer alan Atlantik okyanusuna kıyıda olan batı Avrupa devletleri, beş yüzyıl denizler ve okyanuslar hegemonyasını kullanarak ve dünya hegemonyasında iş birliği yaparak birlikte çalışmışlar ve batı hegemonyasını öne çıkarmışlardır. İkinci dünya savaşı sırasında uçak filoları arasındaki savaşı ABD kazanarak hava egemenliği teorisini geliştirerek öne çıkarmıştır. Bugün gelinen noktada artık kara, deniz ve hava hegemonyası stratejilerinin devre dışı kaldığı aksine çok hızlı gelişen teknoloji sayesinde insanlığın uzaya açılması gündeme gelmiştir. Bu gerçeği dikkate alan büyük devletler başta Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği olmak üzere uzay komutanlıklarını kurarak, insanlığın geleceğinde yeni bir dönem olarak uzay jeopolitiğine öncelik verildiği görülmüştür. Bilimsel alandaki devrimler, nanoteknoloji ve modern tıp alanındaki gelişmeler insan toplumlarının yaşam biçimini değiştirdiği dikkate alınırsa ve yeni bilimsel alan gelişmelerinin etkisiyle insanlık için yeni bir uzay çağının gündemde olduğu ve insanlığın böylesine teknik bir yeni çağa yönelmesiyle birlikte artık karalar, denizler ve havalar stratejisi değil ama esas olarak uzaya açılım yapılarak insanlığın tümüyle uzay çağına yöneldiğini göstermektedir. Böylesine bir adımın atılmasının arkasında var olan nedenlerin daha bütünüyle dünya kamuoyuna açıklanmadığı bir aşamada, karalar, denizler ve hava sahaları üzerinden jeopolitik üstünlük döneminin sona erdiği dikkate alınırsa, insanlığın geleceğinin yeni dönemde uzay merkezli bir dönem olacağı ve dünyadaki hegemonya düzeninin artık uzay koşulları ve de verileri dikkate alınarak, yepyeni bir düzenlemeye gidileceği görülmektedir. Geçmişin jeopolitik kitapları günümüzde eskirken, uzay merkezli yepyeni bir çağda hegemonya stratejileri ile merkezi yapılanma modellerinin de yavaş yavaş devreye girdiği anlaşılmaktadır. Amerika Birleşik Devletleri ve Avrupa Birliği gibi uluslarüstü yapılanmalar, artık her şeyi uzay merkezli bir bakış açısıyla anlamaya ve değerlendirmeye çalışırken, artık dünya merkezli bakış açılarının ve de jeopolitik yapılanmaların geride kaldığı iyice görülmektedir.

Eskiden dünya jeopolitiğine göre hareket eden güç merkezleri yeni dönemde artık uzay merkezli hareket edecekleri için uzayın sırlarının ve gökyüzünde saklı bulunan gerçeklerin dikkate alınarak hareket edilmesi gereken bir aşamaya insanlık bugün gelmiştir. Üçüncü dünya savaşını dünya koşulları içinde gerçekleştirmek için çabalayan Siyonizm ve emperyalizm, ikinci dünya savaşı sonrasında yarım yüzyıllık bir mücadele yürütmelerine rağmen bir türlü istedikleri gibi bir Armageddon senaryosu gerçekleştirememişlerdir. Devletler arası provokasyonlarla imparatorluklar arasında birinci dünya savaşını çıkartan güç merkezleri, iki bin yıllık batı tarihi boyunca başarısız kalan Siyonist imparatorluk projesini gerçekleştirmek üzere, ikinci bir dünya savaşını da Basel Kongresi kararları doğrultusunda gerçekleştirirken, merkezi coğrafyada başta Türkiye’yi parçalayacak bir üçüncü dünya savaşı senaryosunu elli yıllık zorlamalara rağmen gerçeklik alanına getirememişlerdir. Üçüncü dünya savaşını devletler ve onların orduları üzerinden orta dünya bölgesinde çıkartmaya çabalayan Siyonistler bu projede başarılı olamayınca, bu kez üçüncü dünya savaşı yerine bir biyolojik savaş senaryosunu devreye sokarak çeşitli laboratuvarlarda insan eli ile üretilmiş olan biyolojik savaş virüslerini uçakları kullanarak, bütün dünya ülkelerine ve hava alanlarına yaygınlaştırarak sonuç elde etmeye çabalamışlardır. Üçüncü dünya savaşı önlenince Siyonist merkezler biyolojik savaş üzerinden sonuç almaya çalışmışlar ve bu çizgide de Dünya Sağlık Teşkilatı ile iş birliğine giderek sonuç elde etmeye çalışmışlardır. Uzayın sırlarıyla teknolojinin bilinmeyenleri dünya kamuoyunda tartışılmaya başlandığı bu aşamada, artık bütün devletlerin jeopolitik konumları kara ve denizlerin ötesine geçmiş ve hava unsurunun yerini alan uzay merkezli bakış açısı gündeme getirilince geleceğin savaşlarının televizyon dizilerinde olduğu gibi yıldız savaşları teknolojisine dönüştürülerek, insanlığın hedefleri doğrultusunda kullanılacağı askeri ve bilimsel çevreler tarafından dile getirilmektedir. Dünya bu aşamadan sonra artık uzayda var olan diğer yıldızlar ve gezegenler ile birlikte yer alacağı uzay haritaları ile güvenlik açılarından değerlendirilecektir.

İnsanlık bugün gelinen aşamada uzayın sırlarını, gökyüzünün yapısını ve özelliklerini tam olarak tanımadan uzaya açılmak zorunda kalmış görünmektedir. Karalar, denizler ve hava bölgeleri dikkate alınarak yapılan jeopolitik değerlendirmelerde eskiden daha fazla dayanak noktası olabilecek unsurlar bulunurken, bugün gökyüzünün verileri ile uzayın sırlarının tam olarak bilinmediği bir yeni dönemde dünya ve insanlık yeni bir uzay jeopolitiği ile karşı karşıya kalmıştır. Eskiden ülkeler komşu devletler ya da harita üzerindeki yerleri açısından ele alınarak jeopolitik değerlendirmelere tabi tutulurlardı. Bugün gelinen noktada, ülkeler ve devletlerin devre dışı kaldığı bir ortamda dünyanın topyekûn bir uzay gezegeni konumuyla ele alınarak jeopolitik açıdan değerlendirilebilmesi ancak mümkün olabilmektedir. İnsanlık önümüzdeki dönemde kendi ülkesinin ya da devletinin konumu ile değil, uzayda kendi yörüngesi çerçevesinde hareket eden bir gezegenin varlığı ile ele alınacaktır. Bu aşamadan sonra dünyanın varlığının sonsuza kadar uzatılacağı yeni bir zaman dilimine girilmektedir. Artık ülke ve toplum varlıklarının tehlikeye düşmesi değil ama topluca bütün dünyanın insanlık ve elimizde bulunan her şeyin birlikte düşünüleceği bir gezegenin geleceği ile uğraşmak, dünyayı şimdiye kadar yönetenlerin önümüzdeki dönemde esas uğraş alanları olacaktır. Devlet, ülke ve insan merkezli jeopolitik kuramların yeni koşullarda birlikte ele alınarak uzay üzerinden yeni bakış açılarının geliştirilmesi ve teknoloji ile birlikte bilim ve bilgi dünyasındaki yeni gelişmeler dikkate alınarak hareket edilecektir. Uzay istasyonları ile başlayan ve bilimsel çalışmalar ile gelişmeler gösteren uzay çağı çalışmalarının, öncelikle dünyanın içinde bulunduğu koşullar içindeki konum üzerinden hareket edilerek, bu konu ile ilgili tüm koşulların ve bilgilerin tek merkezde toplanabilmesiyle dünyanın uzay içindeki konumu ve hareket etme bilgilerinin en önde gelen bir biçimde belirlenebilmesiyle, dünya ile uzay arasındaki ilişkilerin sırları çözülebilecektir.

Uzayın ne olduğu içinde ne kadar gezegen bulunduğu, sonsuzluk boşluğu içinde ne gibi başka oluşumların yer aldığı, bugünün koşullarında sahip olunan bilgi birikimlerinin yeni değerlendirmeler yapmak açısından yeterli olmadığı göz önünde tutulursa, insanlık daha uzunca bir süre uzay oluşumunu somut koşullara dayanan araştırmalar ile kesin boyutlu bilimsel araştırmalarla ortaya koyma şansını elde edemeyecektir. Konu sadece uzayın tanınması ya da bilinmesi olmanın ötesinde uzayda canlı varlıkların olup olmaması, bunların üzerinde yaşadıkları gezegenlerde ne gibi uygarlıklara sahip oldukları ve bunların insanlığın dünya üzerinde oluşturduğu uygarlık açısından ne ifade ettiği gibi sorunlar da dünyanın uzay açılımını ve yıldızlar dünyasındaki konumunu belirleyecek ana konular olarak ortaya gelmektedir. Bu gibi konular ve sorunlar açısından, insanlığın geleceği tümüyle uzayın getireceği bilgilere dayanacağı için artık yeryüzü devletlerinin jeopolitik konumları belirlenirken bunlar gündemde olmayacaktır. Öncelikle dünyanın uzayın içindeki konumunu her yönden açıklığa kavuşturacak ve geleceğin getireceği yenilikler açısından elde edilecek yeni bilgilerle dünyanın ne gibi değişik ortamlardan geçeceğini bilmeden, dünya ile ilgili gelecek açıklamaları kehanet olmaktan ileriye gidemeyecektir. Yıldızlar ya da gezegenler bilimi olarak tanımlanan astroloji bilimi sayesinde insanlık uzaydaki genel durumu bilmekte ve yıldızların konumlarında meydana gelen değişikliklerden haberdar olarak geleceğe dönük açıklamalar ya da yorumlar yapabilmektedir. Bu gibi açıklamalar hiçbir zaman bilimsel düzeyde kesinlik kazanamamış, gezegenler arasındaki gidiş ve gelişlerin ne anlama geldiği ve bu doğrultuda ne gibi gelişmeler ile insanlığın karşı karşıya geleceği belirli bir uzmanlık kazanımı çerçevesinde ele alınarak genel değerlendirme metotlarıyla insanlığın bilgisine sunulmaktadır. Ne var ki, özellikle son yüz yıldır insanlığın çeşitli uzay merkezleri aracılığıyla yaptıkları çalışmalar çok büyük oranda insanlığı yeni bilgilere kavuştururken, uzay gerçeği içinde yerini almaya çalışan dünya öncelikle kendisini güvence altına alabilecek önlemleri alabilme doğrultusunda eline geçen uzay ille bilgileri kullanmaya önem verecektir. İnsanlar üzerinde yaşadıkları dünya adlı gezegene sağlam basarak daha güvenli bir yaşam düzeni ardında koşarlarken, önümüzdeki dönemde dünyaya sağlam basmak yetmeyecek ve bu duruma ek olarak da uzay koşullarının durumları ve uygunlukları önceden bilinerek hareket edilecektir.

İnsanlık açısından her zaman için bir dünya devleti oluşumu idealize edilerek hedeflenmiştir. Dünyanın belirli bölgelerini eline geçiren siyasi güçler bulundukları ülke ya da bölgeyi kendileri için bir yeryüzü merkezi olarak belirledikten sonra, o toprak parçasının etrafında yer alan diğer ülkeleri de bir araya getirerek bu dünya üzerinde kurulmuş olan diğer devletlerden çok daha geniş sınırlar içinde, mutlak egemen bir konumda bir dünya devleti oluşturabilmenin arayışı peşinde koşmaya başlarlar. İnsanlık tarihi incelendiği zaman her dönemde büyük devletler dünya haritasının çeşitli bölgelerinde yer almışlar ve büyüklüğün doğal sınırlarına eriştikten sonra da tek bir kıta üzerinde kalmadan diğer kıtalardaki bölgeleri de inşa ettikleri dünya devletinin sınırları içine dahil etmeye çaba göstermişlerdir. Beş kıta üzerinde herhangi bir bölgede ortaya çıkan büyük devlet önce en büyük devlet olmaya çalışır ve daha sonra da bunu gerçekleştirdikten sonra da bütün dünyayı kendi kontrolu altına almasını sağlayacak olan dünya devleti yapılanmasına yönelerek, yeryüzünde var olan beş kıta ve tüm adaları da içine alacak bir yönde mutlak anlamda bir küresel hegemonya düzenini yeryüzü üzerinde gerçekleştirebilmenin arayışı içine girmektedirler. Büyük devletler bu doğrultuda ilk adımlarını kendi içinde bulundukları kıtayı ele geçirmek olarak atarlar ve daha sonra da kendilerini çevreleyen bütün kara parçalarını büyük devletin sınırları içine çekerek dünya devleti görünümünü elde edebilirler. Büyük devletten dünya devletine doğru giderken var olan devletler arasında aynı dönemde büyüklük kriterine gelmiş olan birden fazla devlet olabilir ve bunların her biri geleceğin dünya devleti olabilmek üzere karşısında rakip konumunda bulunan büyük devletleri savaşlara sürüklemek üzere işgal, saldırı ve çeşitli komplolar gibi yollara giderek karşıt büyük devletler arasında bir dünya savaşına yol açabilmenin çabası içinde olabilirler. Dünya tarihi incelendiğinde tek bir büyük devletin olduğu dönemlerde devletler arasında hegemonya üstünlüğü aracılığı ile barış düzenleri kurulabilmektedir. İki büyük güç arasında dünya egemenliği kavgası başlayınca savaşlar kendiliğinden gündeme gelir ve sonunda bir büyük devlet savaşı kazanarak küresel hegemonya düzenini kendi istediği biçimde kurarak, bir güvenlik sistemi olarak dünya devleti yapılanmasına gidebilir.

Dünya devleti oluşumu iki büyük süper gücün karşı karşıya gelmesi ve birbirini boğazlaması sonrasında galip gelen devletin bütün dünya karalarına ve denizlerine egemen olabildiği yeni yapılanmanın sonucunda tamamlanan bir olgudur. Süper güçler arasındaki çekişmeyi kazanan büyük devletin oluşturduğu dünya devleti, egemen büyük devletin adı altında oluşturulan bir küresel inisiyatifin kullanılmasıyla kurulabilmektedir. Ne var ki, böylesine dev bir yapılanmanın oluşumunda sadece kurucu inisiyatif yeterli olamaz, bu gücün aynı zamanda koruyucu bir inisiyatif olarak da devreye girmesi gerekmektedir. Bir büyük dünya devletinin tarih sahnesine çıkış sürecinde kuruculuk kadar koruyuculuk da vazgeçilemez önemde ortaya çıkan hareketliliktir. Bu nedenle ,dünya devleti kurmak üzere yola çıkan ve bu doğrultuda  ortaya bir eser ya da bir sonuç olarak dünya devleti yapılanması koyabilen büyük devletler, geçmişten gelen bir inisiyatifin dönemlik ortaya çıkışlarını öne çıkarırlarken, insanlığın karşısına getirmiş oldukları dünya devleti yapılanmasının kuruluşu sırasında sağlam temeller atmak ve bunlar üzerine her türlü sarsıntıya karşı direnebilerek ayakta kalabilecek bir yapıda  ve aynı zamanda her türlü tehdide karşı çıkabilecek bir iç güvenlik oluşumunun da tamamlanması zorunlu görünmektedir. Aksi takdirde yıllar geçtikçe ve devirler değiştikçe ortaya çıkan yeni gelişmeler aynı zaman da var olan devlet yapıları açısından da yıpratıcı olmakta ve bu nedenle de uzun mücadeleler sonucunda zorla gerçekleştirilmiş olan dünya devleti yapılanmaları bir süre sonra ortaya çıkan yeniliklerin estirdiği rüzgarlar karşısında direnemeyerek, belirli bir yıpranma süreci sonucunda çökerek ya da dağılarak tarih sahnesinden çekilmek durumunda kalabilmektedirler. Böylesine olumsuz bir sonucun önceden engellenebilmesi için devleti kuran kurucu iradenin gereken tüm önlemleri alması kaçınılmaz anlamda gerekli bulunmaktadır. Dünya devletleri kuran tüm kurucu kadroların yarattıkları süper yapılanmaların uzun süre ayakta kalabilmesi için, dünya devletinin kontrolü altında çok güçlü bir dünya ordusunun kurulması kaçınılmaz bir gerçekliktir.

Ordular askerlik bilimi çerçevesinde ele alınarak incelenen toplumsal ve siyasal yapılanmalardır. Büyük devletler varlıklarını büyük ordulara borçludurlar. Büyük devlet kurucuları aynı zamanda bu doğrultuda büyük orduların da kurucusu olmak zorundadırlar. Dünya devletinin oluşturulması süreci içinde eğer bir dünya ordusu girişimi tamamlanamaz ise, o zaman kurulmuş olan dünya ordusunun korunabilmesi ya da yeni devlet oluşumlarının savaşarak büyümelerinin önü açık bırakılmış olur ve buradan da yeni aday ülkeler büyüyerek yeni dünya devleti olmaya dönük bir hedefi tekrar siyasal gündeme getirebilirler. Tarih boyunca kurulmuş olan devletlerin tarihi incelendiği zaman her büyük devletin arkasında ya da önünde aynı zamanda bir de büyük ordunun bulunduğu görülmektedir. Büyük devletlere giden yolun büyük ordularla açıldığı tarih biliminin gözler önüne serdiği bir gerçekliktir. Ne var ki, bugünün koşulları içinde konuya bakılırsa o zaman yeni yeni ortaya çıkan aday devletlerin büyük devlet ya da dünya devleti oluşumuna özne olması noktasında aday olarak öne çıkması yüzünden, her zaman için bir büyük dünya savaşı ile bütün dünyayı karşı karşıya getirmektedir. Bu nedenle, savaş istemeyen ve de barıştan yana olan dünya güçlerinin var olan büyük devleti destekleyerek onun yanında yer almasını dünya barışı için isteyebilmektedirler. Tek büyük devlet hegemonyası barışı ikinci bir aday devlette savaşı gündeme getirmektedirler. Dünya devleti yapılanması tek bir büyük devletin çabaları ile gerçekleştirilemeyince, o zaman da önde gelen büyük devletlerin bir araya gelerek devletler üstü bir statüde dünya devleti oluşumun kurmaya çalıştıklarını tarih bilimi insanlığa göstermektedir.

Günümüzün süper gücü olarak Amerika Birleşik Devletleri bugün bir uzay kuvvetleri komutanlığı adı altında bir dünya ordusu kurmuştur. Bu uzay ordusu aslında uzaydan gelebilecek her türlü tehdit ve tehlikeye karşı dünyayı koruyacak bir dünya ordusu olarak anlaşılabilir. Şimdiye kadar kurulmuş olan dünya orduları yeryüzü üzerinde sınırlı kaldığından aslında büyük ordu olmaktan ileriye gidememişlerdir. Büyük ordu ile dünya ordusu arasındaki temel fark, uzayda bir gezegen olarak varlığını sürdüren dünyanın uzaydan gelebilecek her türlü tehdide karşı korunmasıdır. Daha önce uzay ordusu adı ile kurulmuş ordular uzay yerine yeryüzü üzerinde savaşarak   büyük ordu olabilmenin ötesine gidemediklerinden gerçek anlamda uzay ordusu ya da dünya ordusu olamamışlardır. Bugün gelinen noktada bir uzay ordusunun kurulması dünya devletleri açısından uzaysal tehlikeleri dikkate alan örgütlenmelerdir. ABD’nin bir uzay ordusu kurmasından sonra ilk kez bir dünya ordusunun uzay boşluğuna karşı gündeme getirildiği görülmektedir. Bugün gelinen noktada insanlık için uzay çağı başlarken, insanoğlu bu dünyaya hapsolmaktan kurtulacak ve uzay savaşına yönelik olarak kurulan uzay ordusu da insanlığın ve dünya gezegeninin güvenliği için gerekirse, uzaydan gelebilecek tüm saldırılara karşı çıkarak dünya ve insanlık değerlerinin korunması için harekete geçecektir. Bugün gelinen noktada artık uzay güvenliği söz konusu olacağı için, yeryüzü üzerinde çıkabilecek savaşlar artık ikinci planda kalmaktadır. Artık devletlerin birbirini tehdit etmesi değil ama uzaydan gelecek yansımaların dünya ve insanlığı tehdit etmesi, öncelikli bir barış sorunu olarak gündeme girmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk” İstikbal göklerdedir “sloganını kullanarak uzaya önem vermiş, Mu kıtası gerçekliği ile uğraşarak ve bağlantılarını araştırarak eski uygarlıklar üzerindeki uzay etkilerini açıklığa kavuşturmaya çaba göstermiştir. Günümüzde var olan dünya devleti olarak ABD’nin kendisine bağlı askeri birlikleri yönlendirerek, artık dünya savaşlarını değil ama yeni kurduğu uzay kuvvetleri aracılığı ile bir dünya ordusu olarak dünya dışı ortamlara ve varlıklara karşı, dünyanın ve insanlığın korumasına yönelmesi gerekmektedir. Uzay ordularının kurulmasıyla birlikte ilk kez bir gerçek dünya ordusu dünya dışı varlıklar ve ortamların bulunduğu uzayın derinliklerinde çalışmalar yapması gerekirken, hala bir büyük devlet ordusunun gene eskisi gibi insanların üzerinde yaşadığı ülkelere saldırarak, masum halk kitlelerinin topluca katledilmesine giden insanlık dışı üçüncü dünya savaşı senaryolarına, milyonlarca insanın alet edilmesini gündeme getirilmesine, bütün insanlığın karşı çıkarak üçüncü kez bir dünya savaşına izin verilmemesi gerekmektedir. ABD’nin uzay ordusu bugün dünya ordusu olarak insanlığı korumalıdır.

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

2 Temmuz 2022 Cumartesi

ATATÜRK CUMHURİYETİNİN MODELİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

           ATATÜRK CUMHURİYETİNİN MODELİ                                                                     

 Türkiye Cumhuriyeti son günlerde son derece ilginç tartışmalara sahne olmaktadır. Atatürk’ün devlet modeli her yönden saldırıya uğratılırken, sanki böyle bir şey yokmuş gibi bir durum yaratılarak, Türk devletinin tasfiyesi sürecine devam edilmek istenmektedir. Dünyanın ve merkezî bölgenin son yıllarda içine sürüklendiği gelişmeler sonucunda, yeni devlet modellerinin aranması ve bu doğrultuda var olan eski siyasal yapıların zorlanması çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti de çok ciddî bir sınavdan geçmektedir. Küreselleşme adına empoze edilen girişimler, Avrupa Birliği’nin bitmek tükenmek bilmeyen talepleri, küçücük İsrail’in Amerika Birleşik Devletleri’ni arkasına alarak, Türkiye’yi bir yerlere sürükleme çabaları, ABD’nin dünyanın en büyük gücü olarak ayakta kalabilmek için geliştirdiği yeni politikaların hepsi gelip dünyanın merkezindeki Türkiye üzerinde odaklanmakta ve Atatürk’ten Türk ulusuna yadigâr kalmış olan devlet modelini zorlamaktadır. Küresel sermayenin bütün dünyayı babalarının çiftliğine dönüştürmek amaçlı yeni sömürge planları da bu duruma ek olarak katlanılmaz külfetleri bütün dünya halklarına ve devletlerine dayatmaktadır.

Tam bu aşamada, Amerikan emperyalizminin Avrasya hegemonya merkezi olarak Ankara’da kurulmuş olan bir özel Amerikan üniversitesinde, dünyanın hiçbir ülkesinde görülmemiş bir sivil anayasa sempozyumu düzenlenmiş ve buraya gelen Anayasa Mahkemesi Başkanı, bazı neo-liberal mandacı ve cemaatçi kadrolarla beraber, var olan Türkiye Cumhuriyeti anayasasına karşı çıkmıştır. Bu karşı çıkış normalin ötesine giderek, sivil anayasa görünümünde bir federasyon devleti arayışlarını tırmandırırken, Yüksek Mahkeme Başkanı Türk Anayasası’nın değişmez maddelerinin değişmesini açıkça talep etmiştir. Ertesi gün basına geniş olarak yansıyan bu istek, beraberinde yeni anayasa tartışmalarını gündeme getirmiştir. Eskiden beri federasyoncuların üniter devlete karşı çıkan girişimleriyle, cemaatçilerin laik devlete karşı çıkan tutumları devam edip giderken, Türk devletinin aynı zamanda millî ve merkezî siyasal yapılanmasını güvence altına alan, değişmez maddelerin değiştirilmek istenmesi kamuoyunda haklı olarak ciddî bir kuşku ve tepki yaratmıştır. Neredeyse bir yüzyıla yakın bir süredir, ulusal, üniter, merkezî ve laik bir devletin çatısı altında yaşamakta olan Türk ulusunun, emperyalizmin istekleri ya da planları doğrultusunda eskisinden çok farklı bir yöne çekilmek istenmesi, artık en üst noktada anayasal düzeni hedef alması, ülkemiz açısından ciddî tehditler oluşturmaktadır. Bütün hukukçular gibi, Yüksek Mahkeme üyeleri ve başkanlarının da bu durumu yerinde bilmeleri gerekmekte ve anayasa ile ilgili konuşurlarken, Türkiye Cumhuriyeti devlet sistemini bilerek hareket etmeleri gerekmektedir. Bu durumu dikkate almayan sorumsuz demeçler ya da ayaküstü konuşmalar, geçmişten bu yana Atatürk’ün devlet modeline karşı mücadele eden işbirlikçi çevrelerin ekmeğine yağ sürmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın ilk üç maddesi değiştirilemez. Dördüncü maddeye göre, bu değişmez maddelerin değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Bu maddelerin değiştirilmesini teklif etmek, var olan anayasal düzene göre suçtur. Böylesine bir anayasal suçun kovuşturulması ve değiştirme isteyenlerin anayasal suç çerçevesinde anayasal yargıya çıkarılmaları gerekmektedir. Ne var ki kadı konumundaki kişilerin böylesine bir konuma sürüklenmeleri noktasında, kimin kimi yargılayacağı konusu çok ciddî bir anayasal sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Ne var ki, var olan anayasayı sözü ve ruhu ile uygulamak konumunda bulunan bir yüksek yargıcın, değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek maddeler ile ilgili değişiklik önermesi, Türkiye’de var olan siyasal bunalımın en üst düzeydeki bir göstergesi olarak ortaya çıkmaktadır. Mızrağın çuvala sığmadığı bir aşamada, kralın çıplak olduğunu bir yüksek yargıç dile getirmektedir. Böylesine bir aşamaya gelinmesi dikkate alınarak, ilgili ve yetkili kesimlerin ve makamların sorunun aşılabilmesi doğrultusunda üzerlerine düşeni yapmaları gerekmektedir. Aslında hiç kimsenin uyumadığı ve herkesin herkesi izlediği bir aşamada, sözlerin ve yazıların anlamı daha da ağırlaşmakta ve maksadı aşan durumlar ortaya çıkmaktadır. İyi niyetli gibi dile getirilen sorunların arkasında başka plan ve programların olduğunun anlaşılması, her kesimi olduğu kadar hukukçuları da rahatsız etmekte ve tartışmaların başka yönlere kaymasına neden olmaktadır.

Son yıllarda birbiri ardı sıra yaşanan olaylar artık genel bir durum muhasebesi yapabilmek için yeterli bilgi kaynağı yaratmıştır. Herkes gizli niyetlerini başka söylemlerle gündeme getirmeye çalışmakta ve Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet yapısını zorlayıcı ya da değiştirici yeni adımlar, “değişim” görünümü altında kamuoyuna dayatılmaktadır. Atatürk’ün kurduğu devlet modelini bir türlü kabul etmek istemeyen emperyalistler, yerli işbirlikçileri aracılığı ile çeşitli metot ve yöntemlerle kendi kafalarının içinde gizledikleri planları gerçekleşebilme hedefi doğrultusundaki ciddî dayatmaları demokrasi, insan hakları, küreselleşme, değişim, Avrupa Birliği gibi karşı çıkılamayacak kavramların arkasına saklanarak sürdürmektedirler. Küreselleşme döneminin ilk yıllarında ilgi ile izlenen bu tutum aradan yirmi yıl geçtikten sonra artık kabak tadı vermiştir. Küresel emperyalizm giderek evrensel faşizme dönüşürken hâlâ ulus devletleri zayıflatma kampanyalarının demokrasi görünümüyle sürdürülmek istenmesi, çok ciddî boyutlarda tepki ile karşılaşmaktadır. Avrupa Birliği’ni oluşturan ülkelerin yollarının ayrıldığı bir aşamada sanki böyle birlik varmış gibi hareket etmek ve Türkiye’nin de gelecekte bu birlik içinde yer alacağı şeklinde davranmak, açıkça Türk ulusu ile alay etmektir. Avrupa Birliği’ni bir manivela gibi kullanmak isteyen emperyalizm ve Siyonizm Türkiye’yi kendi istedikleri planlara doğru sürüklerken, bu kıtasal birliğin bitme noktasına gelmesi yeni bir durumdur ve artık eskisi gibi Avrupa üzerinden sürdürülen aldatmacalarla, Türk devleti Ortadoğu’da İsrail ve Amerikan oyunlarına alet edilemeyecektir. İnsan hakları gibi kutsal bir kavramın Yugoslavya’da ve Irak’ta emperyalist amaçlı kullanılması da artık bu kavramın siyasal manipülasyonlarda kullanılmasını zorlaştırmıştır. Türk ulusuna karşı yıllardır sürdürülen oyunlar ve sahtekârlıkların arkasında yatan gerçek niyetler ortaya çıkmış ve Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmak isteyen büyük bir oyunla ile Türkiye’nin karşı karşıya olduğu anlaşılmıştır. Değişim görünümlü her türlü emperyal plan devre dışı kalırken, bu kez de sivil anayasa görünümlü bir başka oyun sahnelenmek istenmekte ve yeni bir anayasa dayatmasıyla gene Atatürk’ün kurduğu merkezî, ulusal, üniter ve laik devlet modeli ortadan kaldırılmak istenmektedir. Diğer bir değişle, siyasal girişimlerle gerçekleştirilemeyen tasfiye operasyonu sivil görünümlü hukuk adımları ile tamamlanmaya çalışılmaktadır. Son sivil anayasa girişimi ve bu doğrultuda anayasanın değişmez maddelerinin değiştirilmek istenmesi, böylesine yeni bir oyun ile Türk ulusunun karşı karşıya olduğunu açıkça göstermektedir.

Anayasaya göre, Türk devletinin ulusal kurtuluş günlerinden gelen bir siyasal yapılanması vardır. Bu Atatürk’ün devlet modelidir. Bu modelin arkasında kurucu irade olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi bulunmaktadır. Dünyanın merkezindeki çok uluslu imparatorluk olarak Osmanlı Devleti çökünce, geride kalan topraklarda bir millî devletin kurulmasına giden yol, son Osmanlı Meclisi’nde alınan ulusal ant kararı ile başlatılmıştır. Misak-ı millî özgün adı ile alınan karar doğrultusunda Türk ve Müslümanların çoğunlukta bulunduğu merkezi bölgeler, bir millî devletin çatısı altında yeniden bir araya getirilmek üzere Türk Ulusal Kurtuluş Savaşı verilecektir. Bu doğrultuda başlatılan Millî Mücadele, Erzurum ve Sivas Kongreleri’nde alınan kararlar doğrultusunda yürütülmüş, Ankara’da Türkiye Büyük Millet Meclisi açıldıktan sonra, meclis hükümeti sistemi içinde yeni millî devletin kuruluşu tamamlanmıştır. Ulusal Kurtuluş Savaşı zafere ulaştırıldıktan sonra, Lozan Antlaşması ile bütün dünya yeni millî devleti tam bağımsız bir siyasal yapı olarak tanımıştır. Sivas Kongresi kararları doğrultusunda merkezî, ulusal ve üniter bir devlet kurulmuştur. Daha sonraki aşamada meclise sunulan “Halkçılık Bildirisi” ile de ilk anayasanın temelleri atılmıştır. Halkçılık temeline dayanan bir ulus devletin kuruluşuna giden yol tarihsel süreç içerisinde aşama aşama gerçekleştirilmiştir. Atatürk halktan aldığı yetki ile hareket ederek, Osmanlı Devleti’nin bitme aşamasında kabul edilen ulusal anta yaraşır bir biçimde yeni ulus devleti, merkezî ve üniter bir yapıda oluşturmuştur. Atatürk’ün kendi el yazısı ile kaleme aldığı Halkçılık Bildirisi incelenirse, her türlü bölücülüğe, eyalet ve federasyon sistemlerine alternatif olarak halk egemenliğine dayanan bir temsili rejimin temellerinin atıldığı ve daha sonra da cumhuriyet ilân edilerek bunun anayasal bir sisteme dönüştürüldüğü görülmektedir. Atatürk’ün devlet modelinin arkasında, Mîsak-ı Millî, Erzurum ve Sivas Kongreleri kararları ile Lozan Antlaşmasının maddelerinin bulunduğunu iyi bilmek gerekmektedir. Mustafa Kemal daha sonra kendi hazırladığı Halkçılık Bildirisi ile ilk anayasanın temel çerçevesini çizerek, ortaya ulusal egemenliğe dayanan bir merkezî ve üniter bir devlet yapısı koymuştur. Cumhuriyetin ilânı ile halk egemenliği bir rejime dönüştürülmüş, yeni partilerin kurulmasıyla demokrasiye geçiş denemeleri yapılmış ama İkinci Dünya Savaşı koşullarının baskısıyla demokrasiye geçiş, savaş sonrası yıllara ertelenmiştir.

Atatürk’ün son döneminde Anayasa’ya giren altı ilke, Türk devlet yapısının temel taşları olmuş ve Atatürk’ün devlet modeli bu altı ilke doğrultusunda geleceğe dönük olarak kurumlaştırılmıştır. Fransız Devrimi’nden gelen cumhuriyetçilik, milliyetçilik ve laiklik ilkeleriyle beraber, Rus Devrimi’nden gelen devletçilik, halkçılık ve devrimcilik ilkelerinin Türkiye gerçeklerinde yeni bir sentez oluşturabilmesi için Atatürk önemli çalışmalar yapmış ve en sonunda belirlenen altı ilke Türkiye Cumhuriyeti’nin Atatürk’ten gelen devlet modelinin temel taşları olarak Anayasa’daki yerlerini almışlardır. İki kutuplu dünya sisteminin tam arasında kalan merkezî coğrafyada bağımsız bir devlete yönelen Atatürk, Batı ve Doğu Blokları’nın temelinde yatan iki büyük devrimden gelen ilkeleri Türkiye gerçeğinde kaynaştırmak istemiş ve böylece kutuplardan hiç birisine dahil olmadan dünyanın ortasında bağımsız bir devletin temellerini atmıştır. Böylece Batı Bloku’nun sömürgesi ya da sosyalist sistemin bir eyaleti olmaktan Türkiye’yi kurtaran Atatürk, kurmuş olduğu devlet yapısını, geleceğe dönük olarak bağımsız bir yolda ilerleyebilmesi için, kendine özgü ilkelerle diğer ülkelerden farklı bir sisteme kavuşturmuştur. Atatürk’ün bu kendine özgü devlet sistemine Batılı ülkeler “Kemalist Devlet” ya da Atatürk Cumhuriyeti” isimlerini takmışlar ve günümüze kadar Atatürk’ün devlet modeli Kemalist Devlet olarak devam edip gelmiştir. Tam bağımsızlığı kendi kaderi olarak tanımlayan Atatürk, kurmuş olduğu devleti de geleceğe dönük olarak tam bağımsız bir biçimde ayakta kalacak tarzda kurumlaştırmıştır. Bu nedenle, geçen yüzyılın sonlarına doğru sosyalist sistem yıkılmasına rağmen, Atatürk’ün devlet modeli ayakta kalarak, zamanımıza kadar varlığını sürdürmüştür.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası, sert ve katı bir anayasal sisteme sahiptir. Dünyanın ortasına emperyalist güçler saldırırken, bu bölgedeki devletleri tehdit ettikleri için, Atatürk gelecekte de bu tür saldırılara karşı direnebilecek bir devlet yapısını, bağımsız ve güçlü bir biçimde kendi modeli ile ortaya koymuştur. Bu nedenle, Türk Anayasası’nın bazı maddeleri değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez. Özgürlükler ve otorite dengelenirken, güçlü yürütme ile devletin gücü artırılmış ve böylece her türlü saldırıya karşı devletin bağımsızlığı güvence altına alınmak istenmiştir. Atatürk, cumhuriyeti emanet ettiği Türk gençliğine 10. yıl söylevinde bir siyasal miras bırakırken, her türlü gaflet, delâlet ve hıyanete karşı gelecek kuşakları uyarmıştır. Bugün yaşanan olaylar dikkate alınırsa, ülkenin kuşatıldığı devlet ve kamu kurumlarının içeriden ele geçirildiği bir aşamada Türk Devleti’nin kurucusunun ne derece uzak görüşlü olduğu bir kez daha kanıtlanmıştır. Anayasa’yı uygulamakla görevli yüksek yargıçların, değişmez maddelerin değiştirilmesini önerme noktasına gelmeleri ve bu yoldan Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına aracı olmaları konusu da gene Atatürk’ün ne derece haklı olduğunu bir kez daha ortaya koymaktadır. Emperyalist saldırı, ekonomik sömürgecilik ya da psikolojik savaş yolları ile Türk Devleti’nin Atatürk’ten gelen modelini değiştiremeyenlerin, bu kez hukuk yolunu deneyerek, Anayasa’nın değişmez maddelerini hedef aldıkları görülmektedir. Türk Devleti’nin çatısını oluşturan Anayasa’nın bu tür girişimlerle değiştirilmek istenmesi, Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kaldırılmasına giden yolu açacaktır.

Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın başlangıç hükümleri de ilk üç madde ile beraber bir bütün oluşturdukları için değiştirilemeyecek maddeler arasında yer almaktadır. Atatürk’ün sözlerine ve eylemine yapılan atıflar, başlangıç hükümlerini de Atatürk’ün devlet modelinin bir bölünmez parçası hâline getirmiştir. Türk Devleti’nin bir cumhuriyet olması, cumhuriyetin temel nitelikleri olarak toplumun huzuru, millî dayanışma, adâlet anlayışı, insan haklarına saygı, Atatürk milliyetçiliğine bağlılık, demokratiklik, laiklik ve sosyal hukuk devleti, Atatürk’ün devlet modelinin temel taşlarıdır. Devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü ilkesi doğrultusunda üniter devlet ile, başkentin Ankara olması çerçevesinde merkezi devlet ilkeleri de gene Atatürk’ün devlet modelinin bölünmez parçalarıdır. Anayasal çerçevede korunmakta olan devrim yasaları da gene Atatürk’ün devlet modelinin olmazsa olmaz ilkeleridir. Anayasa’nın değiştirilemez maddeleri ve özü Atatürk’ün bu devlet modelinin temel esaslarıdır. Türkiye Cumhuriyeti devleti bir esas devlet olarak ele alındığı zaman, bütün bu ilkelerin bir araya gelmesinden oluşan Atatürk’ün cumhuriyet modeli ile beraber ortak bir yapıya sahip olduğu görülmektedir. Bu nedenle, Türk Devleti’ni başka devletlerle karşılaştırırken özünde var olan Atatürk’ün kendine özgü modelini görmezden gelmek mümkün değildir. Atatürk düşmanları ve emperyalizmin işbirlikçisi ulus düşmanları Atatürk’e saldırırken, aynı zamanda onun devlet modeline de karşı çıkmaktalar ve tarihsel sürecin bir ulusal kazanımı olan bu devlet modelini devre dışı bırakarak, Türkleri başka tür devlet modellerine zorlamaktadırlar. Anayasanın değişmez maddeleri içinde yer alan bu modelin dayandığı bütün ilkeler Türk Anayasa Hukuku’nun temel prensipleri olarak, Türkiye’nin Anayasa Hukuku’na ve devlet yaşamına yön göstermektedirler. Kanun koyucular ve anayasa yapıcılar bu gerçekleri dikkate alarak hareket etmek durumlundadırlar. Aksi takdirde Türkiye’de bir hukuk devletinin varlığından söz edebilmek son derece güç olacaktır. Bütün yasalar hazırlanırken olduğu gibi anayasa değişiklikleri sırasında da Atatürk cumhuriyetinin devlet modelini oluşturan değişmez maddelerdeki ilkelerin esas alınması zorunluluğu vardır.

Atatürk’ün devlet modelini savunmak, esas devletin siyasal ve hukukî yapısını ortaya koymaktadır. Bu tutumun derin devlet tartışmaları ile uzaktan yakından hiçbir ilgisi yoktur çünkü, bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti, Anayasa’daki değişmez maddelerde belirtilen Atatürk’ün devlet modelini taşımaktadır ve bu modelin ilkelerine dayanmaktadır. Derinlik aynı zamanda bir yeraltı çağrışımı yaptığı için, Atatürk ilkelerine ve devlet modeline dayanan Türkiye Cumhuriyeti’nin temel yapısını korumak ve savunmak bir esas devletçilik olarak, derin devlet yaklaşımlarından uzak düşmektedir. Esas devlet Teşkilat-ı Esasiye kanunundan gelen bir kavram olarak bütünüyle anayasal ve yasal yapılanmayı ifade etmekte ve kesin olarak bir gizlilik ortaya koyan derin devletçilikle tamamen zıt bir anlam taşımaktadır. Türk anayasa sistemi bir pozitif hukuk yapılanmasıdır ve bu doğrultuda yürürlükte olan uygulamayı temsil etmektedir. Bütün hukuk işlemlerinin yürürlükteki anayasa ve ilkeleri doğrultusunda yapılması ve yasalar ile diğer hukuk düzenlemelerinin buna göre yürütülmesi gerekmektedir. Derin devletçiliğin suç kokan yaklaşımlarına karşılık esas devletçiliğin hukuksal yapılanması, anayasal sistem doğrultusunda Atatürk’ün devlet modelinin korunması için elverişli bir ortam yaratmaktadır. Ciddî hukukçular, pozitif sistemin korunması için öncülük yaparlarsa ve üzerlerine düşen görevleri yerine getirirlerse, Türk Devleti dış baskı ve yönlendirmelerle içine sürüklenmiş olduğu devlet krizinden kısa zamanda kurtulma şansını yakalayabilecektir. Burada maddî çıkarlara teslim olmamış ve sâdece hak ile hukukun sesini dile getirecek hukukçuların öncülüğüne gereksinme vardır. Ancak bu yoldan, siyasal senaryolara karşı Atatürk’ün devletini ayakta tutabilmek mümkün olacaktır.

Son zamanlarda geliştirilen bir psikolojik savaş senaryosu ile, Atatürk’ün devletini korumak ya da savunmak bir ideolojik devletçilik olarak adlandırılmaktadır. Bazı Siyonist İkinci Cumhuriyetçilerle beraber emperyalizm işbirlikçisi neo-liberaller tarafından geliştirilen bu söylem tarzı, Türk Anayasası’nda var olan ve hâlen yürürlükte olan Atatürk’ün devlet modelinin savunulmasını ya da korunmasını daha işin başında mahkûm etmekte, bu tutumu ideolojik devletçilik biçiminde suçlayarak, neredeyse pozitif hukuk düzeninin savunulmasını olanaksız bir duruma düşürmektedirler. Emperyal merkezler tarafından geliştirilmiş olan bu psikolojik savaş yaklaşımı ile, Türk Devleti’ni tasfiye süreci hızlandırılmak istenmekte ve her türlü koruma ya da savunma girişimi en baştan suçlanarak devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Kendileri, neo-liberalizmi, Postmodernizmi, Siyonizmi ciddî ideolojiler olarak savunurlarken ve bu ideolojilere dayanarak Atatürk cumhuriyetinin devlet modeline açıktan saldırırlarken, ulusal, üniter ve laik bir yapıya sahip olan Atatürk’ün devlet modelini ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Burada ciddî bir ideolojik saldırı vardır ve bu Türk ulusunun, Kurtuluş Savaşı’ndan gelen kazanımlarını ortadan kaldırmayı hedeflemektedir. Türk ulusu uyuyorsa, bu ideolojik saldırılar hedefini bulabilir ama Türk ulusu uyumuyorsa, o zaman bu ideolojik saldırılar bir emperyalist safsata olmaktan ileri gidemez.

Tarihsel süreç içerisinde Türk ulusu kurtuluşunu kazandığına göre, ulusal iradesinin kurucu bir irade olarak kabul edildiği bugünkü anayasal düzen devam edecektir. Türk Devleti’nin kurucu iradesi Türk ulusunun Kurtuluş Savaşı’nda ortaya koymuş olduğu bağımsızlık iradesidir. Sonradan iktidara gelmiş olan siyasal partilerin ya da askerî rejimlerin anayasa yapmaları kurucu irade olarak kabul edilemez. Onlar, Ulusal Kurtuluş Savaşı sonrasında Türk ulusu adına kurucu iradeyi temsil ederek devleti kuran Atatürk’ün izleyicileridir. Sonraki iktidarlar devleti kuran iradenin doğrultusunda hareket ederek kurulmuş olan devleti yönetmişlerdir. Onların yaptığı anayasa ya da yasalar da bir kurucu irade aramak yanlıştır, çünkü kurucu irade tektir ve o da devleti kuran Türk ulusu ile onun temsilcisi olan Atatürk’ün iradesidir. Devlet modelini ideolojik devlet olarak suçlamak çok yanlıştır ve kurucu iradeyi tümüyle ortadan kaldırmaya yönelik bir siyasal manevradır.

Devletin kurucu iradesine ve devletin temelinde kurucu iradeden gelen modele, emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri resmî ideoloji olarak karşı çıkmaktadırlar. Var olan anayasal düzeni resmî ideoloji olarak suçlamak ya da çamur atmak, bir anlamda pozitif anayasal düzeni kabul etmemek ve açıktan karşı çıkmak anlamına gelmektedir. Ilımlı İslâm modelini getirmek isteyen cemaatçiliği sivil toplumculuk olarak görmek, alt kimlikleri örgütleyerek etnik topluluklar yaratmayı gene aynı doğrultuda başka bir tür sivil toplumculuk olarak düşünmek, gene resmen geçerli olan anayasal düzeni resmî ideoloji diye suçlayanların bir psikolojik savaş taktiğidir. Bu tür oyunlar dünyanın her yerinde devlet modeline ya da anayasal düzene karşı çıkanların kendi muhalefetlerini gizledikleri girişimlerdir. Son zamanlarda Türkiye’de de özellikle federasyoncuların bu tür tavırlar içine girdikleri görülmekte, Anayasa’nın temelini oluşturan Atatürk’ün devlet modeli resmî ideoloji adına dışlanırken, sivil toplumculuk görünümü altında cemaatçilik ve etnikçilik meşrulaştırılmaya çalışılmaktadır. Bu bölgede hegemonya projeleri peşinde koşan emperyal dış güçler de bu tür siyasal senaryoları hem örgütlemekte hem de finanse ederek Türkiye’deki siyasal gelişmeleri belirli yönlere doğru çekmeye çalışmaktadırlar. Esas devleti korumak, anayasal düzeni savunmak; resmî ideoloji ya da derin devletçi suçlamalarıyla önlenmeye çalışılmaktadır. Ve bu tür emperyalist ağızlar, ülkede ciddi bir kafa karışıklığı yaratmakta ve Türk insanının devleti ile rejimine olan güvenini sarsmaktadır. Emperyalizmin saldırısına karşı bir var olma savaşı vererek tarih sahnesinde kalan Türk ulusunun bu tür siyasal oyunlara karşı daha güçlü bir biçimde karşı koyması gerekmektedir, aksi takdirde cumhuriyet rejiminin devlet düzeninin korunması her geçen gün daha da zorlaşacaktır.

Atatürk’ün devlet modelinin temelinde bir temel norm olarak ulusal, üniter ve merkezî devlet yapısı bulunmaktadır. Anayasanın başlangıç hükümleri ile beraber değişmez maddeleri, Türk devletinin dayandığı temel normdur. Her devletin temelinde bir temel norm yatmaktadır. Büyük hukuk bilgini Hans Kelsen’in ortaya koyduğu gibi, her devlet bir anayasaya dayanır ve her anayasada da devletin dayanağı olan bir temel norm bulunur. Amerikan devleti bir federasyondur. İngiliz devleti bir krallıktır. İsrail devleti bir din devletidir. İran devleti bir İslâm devletidir. Türk devleti de bir ulusal ve üniter bir merkezî devlettir. Devletin kurucu iradesini temsil eden Atatürk, Türk ulusu adına bu devlet modelini anayasal sistemin temel normu hâline getirmiştir. İşbaşına gelen iktidarlar bu temel norma uygun olarak hareket etmek durumundadırlar. Türk devleti yıkılmadıkça ve yerine yeni bir devlet kurulmadıkça, Atatürk’ün devlet modeli Türkiye Cumhuriyeti anayasalarında bir temel norm olarak varlığını sürdürecek ve geleceğe dönük olarak devletin bu ilkeler doğrultusunda kurumlaşmasını sağlayacaktır. Demokrasi kavramını alt kimlikleri yasallaştırma doğrultusunda kullananlar ulusal bir demokrasi olamayacağını gösterme çabası içerisinde, yeni bir Sevr haritası yaratarak alt kimlikli eyaletlere dayanan bölgesel federasyonu oluşturabilmenin çabası içindedirler. Tam bu aşamada Türk devletinin dayandığı temel norm görmezden gelinerek, Atatürk’ün devlet modeli tasfiye edilmek istenmektedir. Türk devletinin özü olan temel norm görmezden gelinirken, küresel imparatorluk ardında koşan tekelci sermayenin iktidarına dönük bir yapılanma doğrultusunda Türkiye yeni bir temel norma ve devlet yapılanmasına sürüklenmek istenmektedir. Türk devletini kurmuş olan Türk ulusunun artık iradesine sahip çıkarak, Atatürk’ün kurmuş olduğu devlet modelinin geleceğe dönük varlığını koruyabilmesi için yeniden millî mücadele ruhuna yönelmesinin gerekliliği her geçen gün daha da artmaktadır. Önümüzdeki dönemde, devletin temelindeki ulusal ve üniter merkezi devlet temel normuna sahip çıkanlarla, emperyalizmin gerçekleştirmek istediği çok uluslu eyaletler ve federasyon yapılanması ardında koşanlar arasında bir siyasal çekişmenin yaşanacağı görülmektedir. Türk ulusu kısa zamanda toparlanarak Atatürk’ün devlet modeline sahip çıkarsa, böylesine bir çekişme yaşanmadan toplumsal barış içerisinde Türkiye Cumhuriyeti geleceğe dönük olarak gelişmesini sürdürebilecektir. Toparlanma olmaz ve çekişme yaşanırsa, böylesine bir sürecin nerede duracağını şimdiden kestirebilmek olanaksızdır. Yeni bir dünya düzeni arayışı aşamasında Türk ulusunu belirsizliklere sürüklemeye hiç kimsenin hakkının olmaması gerekir. Atatürk cumhuriyetinin modeli sürecektir.

Küreselleşme süreci içinde ulus devletler ortadan kaldırılmaya çalışılırken bu aşamanın sonunda da ulusal cumhuriyetlerin giderek tasfiye olma aşamasına getirildikleri anlaşılmaktadır. Fransız devrimi sonrasında gündeme getirilen ulus devletler ile halkçı cumhuriyetlerin yıkılması ve bunların yerine şehir devletleri ile eyalet yapılanmalarının geçerli kılınmaya çalışılması, bütün dünya devletlerini içe dönük bir hesaplaşmaya ve bunun sonucunda da bölgesel federasyonlara doğru yönlendirmektedir. Böylesine bir süreçte ulusal, üniter ve merkezi bir temele oturmuş olan Atatürk Cumhuriyetinin yakın geleceği belirsizlik ortamına teslim edilmektedir. Avrupa kıtasındaki Fransız devrimi sonrasında ortaya çıkan ulus gerçeği inkâr edilerek görmezden gelinirken, halk kitlelerinin yeniden alt kimliklerine yönelmeleri ve bu kimlikler üzerinden oluşturulacak kent devletleri ile bölgesel federasyon arayışları, Türk devletinin toprakları üzerindeki yenilikler aracılığı ile son noktaya doğru yönlendirilmeye çalışılmaktadır.  Avrupa Birliğinin temelinde var olan yerel yönetimler özerklik şartı öne çıkarılırken, şehirler başkentlere bağımlı olmaktan kurtarılarak başıboş bir halde kentsel devletleşme içerisine doğru sürüklenmektedirler. Üç yüz yıllık bir uluslaşma süreci sayesinde meydana çıkan bütün ulus devletler giderek şehirler üzerinden parçalanmaya doğru zorlanırken, ulus devletler kazanılmış haklarını korumak doğrultusunda şirketlerin denetimindeki küresel emperyalizmin yeni saldırganlıklarına karşı durmaya ve yeniden antiemperyalist bir savunma savaşına doğru adım atmaya yönlendirilmektedirler.

Emperyalizme karşı Türk ulusunun hak ve özgürlüklerini korumak amacıyla ortaya çıkan Atatürk Cumhuriyeti, bugünün koşullarında yeni bir ulusal kurtuluş savaşı vererek, kurucu iradenin ortaya koyduğu devlet ve rejim birikimlerine sahip çıkmak durumundadır. Ülkenin, devlet ve milletin yeni yüzyılda yoluna devam edebilmesi doğrultusunda Türk ulusu yeni bir kurtuluş savaşına doğru yönlendirilirken, emperyalizmin her bölgede parçala ve yönet ya da böl ve yok et ilkelerine uygun bir düşmanlık siyaseti uyguladığı görülmektedir. Bütün tehlike ve tehditlerin farkında olan ve her şeye rağmen bağımsızlık mücadelesini bugüne kadar sürdüren Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi devlet modeline sonuna kadar sahip çıkacağı ve Türk ulusunun bu uğurda yeniden bir kurtuluş mücadelesi vereceği şimdiden belli olmuştur. Sonsuza kadar var olma hedefi, kurucu iradenin ortaya koyduğu çizgide yeniden verilecek olan ulusal kurtuluş savaşı için, bugünün koşullarında Türk ulusuna açıkça yön göstermektedir.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN