21 Temmuz 2018 Cumartesi

KIBRIS’TA YENİ DÖNEM VE KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI’NIN 44. YILDÖNÜMÜ MESAJI -"Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN"

KIBRIS’TA YENİ DÖNEM VE "KIBRIS BARIŞ HAREKÂTI’NIN 44. YILDÖNÜMÜ MESAJI"
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Yavru vatan “Milli Dava Kıbrıs”ta yeni bir döneme gelindi. Şimdiye kadar, başta AB olmak üzere, ülkemizdeki uzantıları ve dahili bedhahlar tarafından “kendi başına bir sorun” gibi gösterilen Kıbrıs’ın, aslında bu konumda bulunmadığı  ve doğal olarak kendisini çevreleyen bölgeler ile içiçe bir çok ortak soruna taraf olduğu ve Rum tarafının (palikarya) sürekli sorun ürettiği görülmektedir.
Nitekim, Orta Doğu Bölgesindeki  gelişmeler kadar, Avrupa ve Akdeniz bölgesinde gündeme gelen yeni siyasal koşullar, doğrudan doğruya bu bölgenin tam ortasında yer alan, strajejik önem  ve değeri iyice artan Kıbrıs’ı yakından ilgilendirmekte;  Doğu Akdeniz’de adeta bir uçak gemisi gibi duran ada’nın yakın bölge sorunları ile eskisine oranla yeni bir ortama doğru sürüklediği görülmektedir.
Yirminci yüz yılın ortalarından beri, zaten çok karışık bir durumda olan Orta Doğu Bölgesinden uzak durarak, kendine özgü “ayrı bir çizgide var olmaya çalışan Kıbrıs Adası” günümüzde Orta Doğu’nun sıcak çekişmelerinden “Doğu Akdeniz” Proje Bölgesine doğru kaymakta; Akdenizin doğu kıyılarında yeni ortaya çıkan petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynaklarının paylaşım kavgaları, Kıbrıs adasının stratejik ve  jeopolitik konumunu değiştirmekte ve adanın Türkiye açısından önem ve değeri ile vazgeçilmezliğini  fazlasıyla arttırmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu büyük önder ATATÜRK, bir demecinde  “Kıbrıs’ın çok önemli bir ada olduğunu;  Türkiye ve Türkiye’nin güvenliği açısından hayati önem taşıdığını” dile getirmiş ve ileride Kıbrıs’a mutlaka sahip çıkılması gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Nitekim, “emanet ve vasiyet değeri taşıyan bu işaret” doğrultusunda hareket eden Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri, yeri geldikçe ve gerekli oldukça icap eden hassasiyeti göstermiş ve olayların patlama noktasına geldiği kritik bir aşamada “barış harekâtı” düzenlenerek,  ada üzerinde yaşayan ve elen-Yunan (palikarya) zulmüne maruz Türklere sahip çıkılmıştır.
Türk Ordusu, Türk Milleti ve devletinin ulusal çıkarları doğrultusunda, Türkiye’nin Güney Bölgelerinin güvenliği için Barış Harekâtına girişerek, öncelikle adanın kuzeyinde Türkler için güvenli bölge teşkilini sağlamıştır. Türk tarafı bu bölgede önce Kuzey Kıbrıs Türk Federe Devleti’ni kurmuş; Daha sonra da Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’ni ilân ederek, kurucu önderimiz Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda ‘haklı-yerinde ve doğru olarak’ hür, hâkim ve hükümran bir devlet sıfatıyla hereket etmiş ve Anavatan Türkiye ile yakın ilgi, istikrarlı ilişki ve sürdürülebilir politikalar oluşturarak bu günlere gelmiştir.
Ancak, geçen ay içinde Avrupa Birliği’nden gelen yeni bir tavırla, Türkiye’nin Kuzey Kıbrıstan çekilmesi istenmiş, sadece bu doğrultuda “Türklerin Avrupa’ya Serbest Dolaşım” ile girebileceği, zorunlu bir şart biçiminde “çok haksız, hukuk ve ahlâk dışı, küstah bir üslupla” ifade ve deklere edilmiştir.
Böylece (Türkiye söz konusu olunca, İnsan Hakları ve Evrensel Hukuk normlarını kolaylıkla hiçe sayan) Avrupa Birliği’nin yönetimden sorumlu (emperyal güdümlü) kişileri, Türkiye’nin AB üyeliğine ve Türk vatandaşlarının serbest dolaşımına mukabil Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin tasfiyesini isteyecek kadar ileri giderek, açıktan Türkiye ve Türk düşmanlığı yapmışlardır. Bu süreçte yıllardır Türkiye’ye karşı çifte standart uygulayan ve iki yüzlü hareket eden Avrupa emperyalizmi, bu son tutumu ile hiç te iyi niyetli olmayan, art niyetli, sinsi ve düşmanca çifte standart politikalarını sürdürmüştür.
Dahası: Orta Doğu’da din savaşları, üçüncü bir cihan harbine doğru gelişirken, Doğu Akdeniz’de gündeme gelen enerji dalaşı; Kıbrıs adasını eskisinden daha önemli bir konum ve çok hassas bir stratejik+jeostratejik konuma getirmiştir. Dolayısıyla, Türkiye Cumhuriyeti hükümetleri ve Kıbrıslı Türkler (Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti), bu yeni denge faktörlerini dikkate alarak “çok sıkı bir işbirliği ve Milli Dava Kıbrıs bilinci içinde” ve daima birlikte hareket etmek zorunda ve durumundadırlar.
Bu meyanda: KKTC ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti, Türkler adına kazanılmış mevcut, mümkün ve muhtemel bütün hakların istisnasız hepsine sahip çıkmak ve hiç birisinde kesinlikle geri adım atmamak zorundadırlar.  Türkiye Cumhuriyeti KKTC için ANAVATAN ve bir garantör devlet sıfatıyla, hem eski hakları özenle korumak, hem de yeni ortaya çıkan durumlar karşısında “tarihi, doğal, sosyal, siyasal  ve kültürel geçmiş; mevcut egemenlik alanı ve münhasır ekonomik saha hakları ve hukuku çerçevesinde” yepyeni hakların elde edilmesi için “inançla, azim ve kararlılıkla” çaba göstermelidir.
Kuzey Kıbrıs’ta ki “uluslar  arası kabul görmüş sağlam antlaşmalara dayalı”  Türk Cumhuriyetinin; Rumların, Hıristiyanların ya da Avrupa Birliği’nin kuklası olmaması “Hürriyet, Hâkimiyet ve Tam Bağımsızlığını Koruması ve istikrarla sürdürebilmesi için” gereken çabalar mutlaka gösterilmelidir. Özellikle ada üzerinde, giderek sinsice egemen olmaya başlayan İsrail siyonizminin gizli hesap ve menfur emellerine Türk tarafının alet olmamasına çok dikkat edilmesi gerekir.
Ayrıca, Rus emperyalizminin tuzağına düşen Rum-Elen kesimin içine sürüklendiği çıkmaz iyi izlenmeli, çok dikkatli olunmalı ve giderek artan dış baskılara karşı (tıpkı Yunanistan ile Güney Kıbrıs Rum Kesimi arasında olduğu gibi) KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ  ile Türk Devleti arasında daha güçlü, kalıcı ve sağlıklı bir işbirliği dayanışması ortaya konulabilmelidir.
Bu vesileyle ve netice olarak: Kıbrıs Barış Harekâtı’nın 44. Yıldönümünde Kıbrıs Türk Şehitlerini saygı, şükran ve tazimle anar, gazilerimizi minnetle selâmlarız. Temennimiz odur ki: Emperyalizmin her türlü menfur oyun ve kirli düzenlerine  “cesaret, azim, irade ve kararlılıkla karşı çıkılarak”, Doğu Akdeniz’de ki Türk egemenliğinin kutsal simgesi olan “KKTC”nin güvenle yoluna devam edebilmesi çin başta Türk Milleti olmak üzere, Türk Dünyası ve İslâm Âlemi gereken herşeyi yapmalıdır. Yapmak zorundadır…     

20 Temmuz 2018 Cuma

TÜRK DEVLETİNİN AKLI "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Genel olarak bilinen fakat fazla kullanılmayan, ayrıca gizlice kullanılmağa çalışılan bir kavram olarak devlet aklı; her zaman için hem siyasal alanda hem devlet yönetiminde her zaman için fazlasıyla öneme sahiptir.


TÜRK DEVLETİNİN AKLI

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Son zamanlarda Türkiye'de en çok tartışılan kavramların önüne, devlet aklı kavramı geçti. Günlük dilde pek de kullanılmayan bu kavram, konuyu bilen hukukçuların ve siyasal bilimcilerin çok yakından bildikleri bir deyimdir. Genel olarak bilinen fakat fazla kullanılmayan, ayrıca gizlice kullanılmağa çalışılan bir kavram olarak devlet aklı; her zaman için hem siyasal alanda hem devlet yönetiminde her zaman için fazlasıyla öneme sahiptir. Özellikle devlet düzenlerinin çatırdadığı ya da çökmeğe başladığı aşamalarda gündeme gelir. Bezen de yeni devlet modellerinin kurulması uluslararası konjonktürde güç merkezleri tarafından gündeme getirilirse o zaman varolan devletin tasfiye edilmesi amacıyla kasıtlı olarak kullanılan bir kavram olarak devlet aklı gündeme getirilir.

Eski Türkçe dilinde daha çok “Hikmeti Hükümet” olarak ifade edilen bu kavram, Avrupa dillerinde daha çok devlet sebebi ya da devletin varolma nedeni biçiminde kullanılmaktadır. Bu yönü ile her devletin ortaya çıkış aşamasında devletin kuruluş gerekçesini oluşturmakta, devletlere bir varoluş gerekçesi yaratmaktadır. Orta Çağın sona ermesi ve dine dayanan toptum düzeninin geride kalması aşamasında, daha çok onbeşinci yüzyıldan sonra kullanılmaya başlanmış olan bir kavram olarak devlet aklı, çağdaşlığa geçiş süreci içinde, çağdaş devletlere yaşam kazandırmıştır. Makyavel'in “Hükümdar” isimli kitabı üzerine başlayan tartışmalarda, İtalyan düşünürü Botero tarafından ilk kez kullanılan devlet aklı kavramı, bir devletin kurulabilmesi, yaşayabilmesi, varlığını sürdürmesi, her türlü tehdit ya da tehlike ye karşı kendisini koruyabilmesi, daha iyi ve gelişmiş düzeyde hizmetlerini geliştirebilmesi ve diğer devletlerle arasında bulunan rekabet düzeninde daha güçlü bir konuma gelebilmesi için yapılması gereken bütün girişimleri ifade eder.
 Her devletin kurucuları bir akıl kullanarak devletlerini tarih sahnesine çıkarırlar ki, buna kurucu devlet aklı denmektedir. Devleti kuran akıl daha sonra onu yaşatmasını, korumasını ve geliştirmesini de bilecektir. Dine dayalı toplum düzeni ile beraber feodaliteye dayanan siyasal yapıyı da geride bırakarak çağdaş devleti ortaya çıkaran akıl, işte bu kurucu devlet aklıdır. Devlet aklı bir ülkede ya da bir toplumun içinde güç merkezi oluşturmasını, oluşturulan güç merkezini siyasal anlamda örgütleyerek ortaya çağdaş bir devlet çıkarılmasını bilen bir akıl olacaktır. Devlet aklı; devlet kuracak gücü oluşturmak ve bu güç oluşumunu daha sonra kurumlaştırarak sürekli bir siyasal yapıya dönüştürmek anlamında da açıklanabilir. Bu açıdan devlet aklı çağdaş devletin ortaya çıkış noktası ve düşünsel temelidir.

Onbeşinci yüzyılda ortaya çıkan devlet aklı kavramı daha sonraki yüzyıllarda hızlı bir gelişme göstermiş ve onaltıncı yüzyıldan sonra ortaya çıkan çağdaş devletlerin kurucu düşüncesini oluşturmuştur. Güç merkezleri sahip oldukları potansiyeli bir iç egemenlik olarak ortaya çıkarmışlar ve daha sonraki aşamada da dış egemenliğe yönelerek, devletlerarası düzende yeni bir devlet yapılanması ile sahneye çıkılmasını başarmışlardır. Zaman içerisinde kurumsallaşan siyasal egemenlik düzenleri çağdaş devletlerin ilk örneklerini oluşturmuşlardır. Makyavel'in real politik koşullara dayanan gerçekçi ve fırsatçı düşünceleri, çağdaş devletlerin oluşum sürecinde yön gösterici olmuştur. Kendisi kullanmamasına rağmen, öne sürdüğü gerçekçi düşüncelerle, Makyavel bir anlamda devlet aklı kavramının öncüsü olarak kabul edilebilir.

Siyasal koşullarda meydana gelen zorlukların ya da engellerin aşılmasında devlet aklı kavramı her zaman için gündemde olmuş ve devletlerin yöneticileri tarafından kullanılmışlardır. İnsanlığın kazanımlarının bütün topluma mal edilmesin de insan karakterinden ortaya çıkan keyfiliklerin önlenmesinde, gelinmiş olunan aşamada varolan düzenlerin korunmasında ve her türlü tehdide karşı devletin savunulmasında devlet aklı her zaman için yön göstermiştir. Devletlerin var olabilmesi, ancak devlet aklının korunması ve kullanılmasıyla mümkün olabilmiştir.

Roma İmparatorluğu döneminde, devlet düzeninin korunmasında devlet aklı ile beraber bir de devlet sırrı kavramı kullanılmıştır. Romalı düşünür Tacitus, devletlerin kendilerini koruyabilmeleri için devlet aklını kullanarak önlemler almaları gerektiğini ve bunları yaparken de aynı zamanda devlet sırrı kavramından da yararlanılabileceğini açıkça öne sürmüştür. Devlet aklının dayandığı devlet sırları, devlet yapısının ve özelliklerinin korunmasıyla beraber, devlet kurucu iradeyi oluşturan gücün sağladığa egemenliğin de her türlü koşulda muhafaza edilmesini sağlayacak girişimleri kapsamaktadır. Devletin ve beraberinde kurulmuş olan kamu düzeninin bütün tehdit ve tehlikelere karşı korunması, devlet aklı ile beraber devlet sırrını da öne çıkarmıştır. Böylesine bir yaklaşım; devleti başlı başına bir amaç ya da hedef durumuna getirerek idealleştirmektedir. Devletçi düşünce bu biçimde ortaya çıkmış ve bir çok önemli düşünür tarafından toplumların yararına savunulmuştur. Toplumların değişkenliği, insanların keyfiliği ve zaafları karşısında devletçi düşünce istikrarlı bir devlet düzenini her zaman için savunmuş ve bunu devlet aklına bağlayarak geleceğe dönük kurumlaştırmak istemiştir. Devletin güçlü olduğu ülkelerde toplumsal değişimler ya da kişisel keyfilikler ya da insanların zaafları hiç bir zaman kamu düzenleri açısından tehdit oluşturmamış, devlet aklını kullanan kamu yönetimleri devlet düzeni sayesinde bu tür tehditlerden kamu düzenlerini kurtarmışlardır. Güçlü devletler, devlet aklını kullanarak bütün toplumu kucaklaşmışlar ve vatandaşlarını tehlikeli gelişmelerden uzak tutabilmişlerdir .

Onyedinci yüzyılda başlarındaki Westfalya Antlaşması ile Avrupa devletleri ulusal yapıya dönüştürülünce zaman içinde Batı’nın devlet modeli ulus devlet olmuştur. Bunun sonucunda devletlerin kullandıkları devlet aklı kavramı da ulus devlet aklına dönüşmüştür. Belirli bir gelişme süreci içinde devletlerin toplumları zaman içerisinde ulusallaşanca, uluslar da belirli kültürel birikim sonucunda, ulusal akla sahip olmuşlardır. Belirli bir devletin halkının uluslaşması ile bazı bölgelerdeki insan toplumlarının uluslaşma sürecini tamamladıktan sonra kendi ulus devletlerini kurmaları yeni bir dönemi beraberinde getirmiştir. Bu aşamadan sonra, devletleşen uluslar, ulus devlet aklı ile hareket etmeğe öncelik vermişlerdir. Ulus devletler, devlet aklını kullanırken, ya ulusların çıkarlarına göre davranmışlar ya da kendi toplumlarının uluslaşmasına öncelik vermişlerdir. Uluslaşma öncesi kurulan devletler toplumlarının uluslaşabilmesi için belirli programlar uygulamışlar, devlet öncesi uluslaşmayı tamamlayan toplumlar ise kendi ulus devletlerini kurmanın yollarını aramışlardır. Uluslaşan toplumlar kendi ulus devletlerini kurarken, ulusal yapının dışında kalan toplumlar ise kendi ülke ya da bölge devletlerini kurmaca çaba göstermişlerdir. Toplumları uluslaşamayan ülkelerde devletler, ulusal çıkarların ötesinde ülkesel ya da devletsel çıkarlara öncelik vererek hareket etmişlerdir. Çünkü devlet aklı, ulusun olmadığı yerlerde ya ülkesel ya da devletsel bakış açısını beraberinde getirmektedir.

Tarihsel süreç içinde dünyanın merkezi coğrafyasının tam ortasında bir ulus devlete sahip olan Türklerin elinden bu avantaj, günümüz koşullarında alınmak istenmektedir. Bu nedenle, Misak-ı Milli sınırları içinde bir ulus devlet olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldırabilmek üzere, sistemli bir siyasal kampanya ve çökertme operasyonu emperyalist güçler ile yerli işbirlikçileri tarafından yürütülmektedir.

Türkiye, yarım yüzyıldır Avrupa Biriliği hayalleriyle oyalanırken, kafası Avrupa’nın giriş kapısına kıstırılmış, ama kuyruğu bu aşamada kopartılarak Orta Doğu’da kurulmakta olan yeni emperyalist düzene eklenmeye çalışılmıştır. Sekizyüzbin kilometre karelik bir büyük ülkede, yetmişbeş milyonluk nüfusu ile bir dev ülke konumunda olan Türkiye Cumhuriyetti, emperyalist plânlara kurban edilmek istenirken devletin ve ulusun, ulusal devlet aklını kullanması çeşitli girişimlerle önlenmiş, satılmış bir medya düzeni, küresel emperyalizmin ve uluslararası kapitalizmin çıkarları doğrultusunda kullanılarak, Türk ulusu ve kamuoyu, tam anlamıyla bir akıl tutulmasına sürüklenmiştir. Türkiye hiç bir zaman giremeyeceği Avrupa ile oyalanırken, Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm Türkiye’yi kullanarak, kendi Orta Doğu Projelerini ve Büyük İsrail Plânlarını sistemli olarak yürütmüşlerdir. Bunu yaparken, toplumu ciddi bir akıl tutulmasına esir etmişler, kendi akıllarına göre yetiştirdikleri yerli işbirlikçileri, devlet ve siyasal düzende en önde yetkili konumlara getirerek, kendi çıkarlarına hizmet ettirmişlerdir.

Emperyalistler ve de Siyonistler, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirirken, kendi devletlerinin aklı ile hareket etmişler ama Türk devletinin aklını kullanmasına izin vermemişlerdir. Onlar, kendi devletlerinin aklını kullanma hakkını korumuşlar ve bunu çıkarları doğrultusunda değerlendirmişler ama bu hakkı, Türk devletinden esirgemişlerdir. Kendi devletlerini büyüterek, dünyanın merkezine el koyma operasyonunda devlet aklını acımasız bir emperyalist düzen içinde kullanırlarken, Türk devletinin ya da ulusunun, kendini korumasına ya da savunmasına yarayacak ulusal devlet aklının, Türkiye'de kullanılmasını önlemek için her türlü sahtekârlığı denemişler ve uygulamaya koymuşlardır.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında, kendi yetiştirdikleri işbirlikçi politikacılarla Türkiye'yi yarım yüzyılda yarı sömürge konumuna getirmişlerdir. Okyanus ötesinden gelen politikacılar ya da iktisatçılar, Türkiye'yi Amerika Birleşik Dertleri’ne bağımlı kalacak işbirlikçi akıl ile hareket etmişler, hiç bir zaman Türk devletinin aklını Türk ulusunun ya da Türkiye’nin ulusal çıkarlara doğrultusunda kullanmamışlardır.

Amerika’da yetişmiş “prens”ler, Türk bankalarını ve kamu ekonomik kuruluşlarını batırarak, Amerikan emperyalizmine hizmet etmişler, Eisonhower, Fullbright ya da Rockafeller bursu ile Okyanus ötesinde yetiştirilen siyaset adamları da, ABD'nin talimatlarına uyarak Amerikan emperyalizminin işbirlikçisi aklını kullanmışlar, ama bir türlü en üst koltuklarında oturdukları Türk devletinin aklını, kullanmasına katkı vermemişlerdir. Bunun sonucuna da; Türkiye yarım yüzyılda tıpkı Osmanlı İmparatorluğu gibi bir yarı sömürge ülke konumuna sürüklenmiştir.

Türkiye, bir ulus devlete giden yolda yirminci yüzyılın başlarında Ulusal Kurtuluş Savaşı verirken, yabancı sermayeye teslim olmuş olan İstanbul bir mütareke kenti olarak, Atatürk önderliğindeki ulusal kurtuluşa karşı çıkmıştır. Uluslararası sermayenin emperyalist düzenine teslim olan İstanbul, günümüzde yeniden bölgenin başkenti olabilmek amacıyla tam bir işbirlikçi konumuyla, yabancılarla kendi devletine karşı hareket etmektedir. Taşeron bir sermaye yapısıyla emperyalist efendilerine hizmet etmeyi kabul eden bu büyük kentin önde gelen yapısı; Türk devletinin ulusal çıkarlar doğrultusunda devlet aklını kullanmasını önleyebilmek üzere, kendi denetimindeki basın ve medya aracılığı ile sürekli olarak devlet ve ulus üzerinde baskı uygulamaktadır. İşbirlikçi sermaye akıllarını, ulusal akıl görünümünde Türk halkına ve devletine dayatmakta ve Dolar üzerinden ücrete bağladıkları satılık kalemlerle de bu teslimiyetin çığırtkanlığını yaptırmaktadırlar.

Kendi teslimiyetlerinin ve taşeronluklarının getirdiği işbirlikçi aklı, ulusal akılmış gibi öne çıkartarak, Türk ulusunun kendi aklını başına toplamasını önlemektedirler. Türk devletinin yetkilileri de bu duruma seyirci kalarak, devlet aklı ile gereken önlemleri almaktan uzak durmaktadırlar. Sivil bürokrasi kadar askeri bürokrasi de dış baskılarla pasif tutulmakta, bürokratik güçlerin ulusal çıkarlar doğrultusunda devlet aklını kullanmasına izin verilmemektedir.

Türk devletini bölmek ve kuzey Irak’taki emperyalistlerin kuklası küçük yapıyı, Türkiye'nin himayesine almak isteyen bölücü çevreler, Türkiye Cumhuriyetinin kendini koruma refleksi doğrultusunda devlet aklını kullanmasını önleyebilmek için, devlet aklı kıskacında hukuk devleti yaklaşımları geliştirmekteler ve sanki devlet aklını kullanmak hukuk devletini ortadan kaldırırmış gibi göstererek, kendi bölücülüklerini dolaylı yoldan uygulamaya geçirmek istemektedirler. Devlet aklının hukuk devleti anlayışı içinde de hukuka ve anayasal düzene uygun olarak kullanılabileceğini çok iyi bilmesi gereken bu çevreler, emperyalist ve Siyonist planlara hizmet etme doğrultusun da devlet aklını hukuk devleti anlayışı ile mahkûm ederlerken, kendileri demokrasi ve toplumsal barış görünümü altında, insan hakları gibi çok kutsal bir kavramı da istismar ederek bölücülüğün önünü açmağa çalışmaktadırlar.

Demokrasiyi cumhuriyet düşmanlığı için, insan haklarını bölücülük için ve küreselleşmeyi ulus devleti tasfiye etmek amacıyla kullanırlarken, emperyalizme ve bölücülüğe karşı Türk devletinin kendini koruma refleksi ile devlet aklı doğrultusunda kullanması yerli işbirlikçiler sayesinde önlenmektedir. Emperyalist akıl, ulus devletin kendi aklını kullanarak Türk devleti ve ulusunun çıkarlarını korumasına olanak tanımamakta ve böylece Türkiye Cumhuriyetinin dağılma sürecini hızlandırmaktadır.

Türk devletine çok görülen devlet aklını, bugün bütün devletler kullanmaktadırlar. Süper güç Amerika, dünya egemenliği için devlet aklı ile onbin kilometre öteden gelerek dünyanın merkezi alanına egemen olmağa çalışmaktadır. Siyonist güç merkezi İsrail küçük bir devlet olarak Orta Doğu'da ayakta kalamayacağı için, Büyük İsrail'i biran önce kurabilmek üzere Siyonist lobiler aracılığı ile Amerika'yı ve Türkiye'yi kendi çıkarları doğrultusunda devlet aklını kullanarak, yönlendirmeğe çalışmaktadır. Bu durumdan hem Amerikan devleti, hem de Türkiye Cumhuriyeti büyük zararlar görmektedir. Bush yönetimi Siyonizm teslim olarak, Amerikan halkına ve devletine büyük zararlar vermekte, saldırgan devlet konumuna sürüklenen Amerika’nın, süper güç olması ve dünya önderliği tartışmalı hale gelmektedir. Amerika, Büyük Orta Doğu projesi görünümünde Büyük İsrail plânına hizmet ederken, Avrupa ülkeleri de bir araya gelerek, Büyük Avrupa projesi doğrultusunda, Yeni Bizans plânını İstanbul merkezli olarak uygulama alanına aktarabilmenin çabası içindedirler. Mütareke İstanbul’u, Avrupa’ya teslim olurken, Kuvayı Milliye’nin başkenti Ankara bütün Anadolu ile beraber bu teslimiyetçi gidişe direnmektedir. Aradan geçen zaman içinde, bu plânların kesinlik kazanması çerçevesinde, Türk toplumu içinden de ciddi bir ulusal refleks ortaya çıkmakta ve bu da ulusal devlet aklının devletin yetkili organları tarafından kullanılması gereğini gündeme getirmektedir.

Artık, Türk devletinin yetkili makamları ve bu koltuklarda oturan yetkililer, Türk devletini ve ulusunu koruyacak devlet aklını kullanmak zorundadırlar. Anayasa ve yasalar çerçevelinde, devlet aklı kullanılarak, Türkiye Cumhuriyetinin ulusal çıkarları korunmalıdır.

Türkiye Cumhuriyeti; ulusal, üniter, laik, sosyal ve demokratik bir hukuk devleti olduğu içindir ki, Anayasa’da güvence altına alınmış olan bu ilkeler doğrultusunda, devletin yetkili makamları ve hükümet devlet aklını anayasa ve hukuka uygun olarak koruyarak, devletin ve ülkenin çıkarlarını korumak zorundadır. Avrupa Birliği süreci bittiğine göre, devletin çekirdek organı Milli Güvenlik Kurulu, yeniden eski merkezi güç konumuna getirilerek, asker ve sivil bürokrasinin eşit olarak temsil edileceği bir konuma getirilmeli ve Türk devletinin aklının, gerektiği bir yapıda kullanabilmesini önü açılmalıdır.

Türkiye hiç bir zaman girmeyeceği Avrupa Birliği yüzünden, devletin merkezi çekirdek organını yitirmiş ve bu yüzden devletin kamu kurumları tam bir dağınıklık içine sürüklenmiştir. Türkiye’nin, devlet aklını toparlayabilmesi için ilk atılacak adım; Milli Güvenlik Kurulunun yeniden eski konumuna kavuşturulması şarttır. Daha sonrada ikinci adım olarak da; yarı yarıya tasfiye edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni yeniden eski gücüne kavuşturacak bir “Milli Onarım Plânı”nın acilen devreye sokulması gerçekleştirilmelidir. Ulus devlet aklı, ulusal devletin yeniden eski gücüne kavuşturulmasını gerektirmektedir.

Anayasa Mahkemesi’nin ulus devlet ilkesine dayanan kararlarını faşistlikle suçlayacak kadar ileri giden, bölücülük ve emperyalist devlet aklı, artık karsısında hem ulusun hem de Türkiye Cumhuriyeti’nin aklını görmelidir. Aksi takdirde, Türkiye Cumhuriyeti, “Anadolu Medeniyetleri Müzesi”ndeki tarihi yerin almağa adaydır. Tarih boyunca Anadolu’da kurulmuş olan devletler arasında yer alan Türkiye Cumhuriyet’i yüzüncü yıldönümüne ulaşamadan Anadolu Medenileri müzesine gönderilecektir.

Eğer diğer bütün devletlerde varolan devle aklı, biraz olsun Türkiye Cumhuriyeti’nde kaldıysa, bu yaklaşmakta olan son aşamanın önüne geçecek önlemler bir an önce alınmalıdır. Devlet aklının, kullanılması bölücülerin öne sürdüğü gibi, faşizm değildir. Her devlet bir siyasal organizma olarak nasıl kendini koruma doğrultusunda, devlet aklını kullanıyorsa, Türkiye Cumhuriyeti’nin de doğal olarak devlet aklını kullanmaya hakkı vardır/olmalıdır.

Ne var ki, Türk devletinin başına alt kimlikli ya da emperyalistlerle işbirlikçi kimliğe sahip politikacıların gelmesinin önlenmesi gerekmektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı; içine girilmiş olan seçim yılında, Türk ulusunun ulusal kimliğe sahip çıkan bir milli hükümeti iş başına getirmesi ülkemiz için yaşamsal bir öneme sahiptir.

Seçimlerle işbaşına gelecek ve bir milli programla Türk devletini restore edecek bir milli onarım hükümetini, Türk ulusu, ulusal aklını kullanarak iktidara getirirse, yeni gelecek ulusal hükümet de ulusal devlet aklını kullanarak, Türkiye Cumhuriyeti’ni ilelebet payidar kalmasını sağlayacak acil önlemler alabilecektir. Ancak, bu aşamadan sonra Türkiye devletlerarası düzende, gene eskisi gibi rekabet edebilme şansını yakalayabilecektir. Türk devletinin geçici olmadığı, ancak devlet aklı ile ortaya konabilecek ve geleceğe dönük kalıcı bir kurumsallaşma geçekleştirilebilecektir.
***

13 Temmuz 2018 Cuma

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN, "TÜRKİYE SAVAŞA GİRERSE BÖLÜNMESİ GÜNDEME GELEBİLİR” (Yeni Düşünce-(ANA SAYFA/GÜNDEM)-Evin GÖKTAŞ, 29 Ağustos 2015-ANKARA)

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN, "TÜRKİYE SAVAŞA GİRERSE BÖLÜNMESİ GÜNDEME GELEBİLİR”
"YENİ DÜŞÜNCE" SÖYLEŞİ.RÖPORTAJ: Evin GÖKTAŞ
AÜ HukukFakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, Osmanlı İmparatorluğu’nun butopraklarda ayakta kalabilmek için 700 yıl savaştığını ve savaşlardan kurtulamadığıiçin yıkıldığını hatırlatarak “Bu topraklarda Osmanlı dönemindeki savaşlartekrar gündeme gelir ve uzun yıllar sürerse bölgedeki bütün devletlerlebirlikte Türk devletinin yıkılması veya bölünmesi gündeme gelebilir." diyekonuştu. AnılÇeçen, toplumda büyük bir infial ve üzüntüye yol açan Suruç'taki bombalısaldırıyı değerlendirirken de “Bu olay önceden bekleniyordu.” görüşüne yerverdi. Çeçen, IŞİD ve PKKmevzilerine yönelik başlatılan sınırötesi hava operasyonlarında geç kalındığınıbelirterek "Bu operasyonlar daha erken yapılabilirdi. Ama Türkiye OrtaDoğu'daki savaşa girmemek için sonuna kadar direndi ve hâlâ da direnmeye devametmektedir." dedi. AÜ Hukuk Fakültesi ÖğretimÜyesi Prof. Dr. Anıl Çeçen, son terörist saldırılar, hava operasyonları vesiyasi gündeme ilişkin sorularımızı yanıtladı.
-Yaşadığımız son terörist saldırıları ve teröristlere karşı yurt dışında veiçinde yapılan operasyonları nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Suruç olayı aslındabeklenen bir olaydı. Çünkü kamuoyunda bir süreden beri tedirginlik hâkimdi.Seçimlerle birlikte Türk kamuoyu iç politikaya yoğunlaşmıştı. Ama bölgedegiderek tırmanan savaş sürecine uzak duruyorduk. Seçim süreci öncesinde ortayaçıkan IŞİD örgütlenmesi Orta Doğu'da duraklamış olan savaşı tekrartırmandırmaya başlayınca IŞİD'e karşı ABD’nin öncülüğünde Batı koalisyonugündeme geldi. Bu koalisyon toplantılarında Türkiye'yi sürekli olarak IŞİD'ekarşı savaşa sürüklemek üzere Batı koalisyonu içinde yer alması için sürekliolarak ısrar ettiler. Ancak Batılılar bu ısrarı yapınca şunu gözardıediyorlardı: Batılı müttefiklerimizle Türkiye ittifak hâlindedir ama Batıittifakının bu bölgedeki en uçtaki ülkesi Türkiye'dir. Türkiye hem Batı ittifakı içindedir hem debölge ittifakı içindedir. Batı ittifakına uygun olarak hareket etmesi,Türkiye'nin bölgedeki gelişmelere karşı bir anlamda cepheye sürüklenmesianlamına geliyordu. O anlamda Türkiye yıllarca yapılan zorlamalara rağmen IrakSavaşı’na girmemiştir. Bu yüzden Türkiye, Suriye Savaşı 3 yıla yakın birsüredir devam etmesine rağmen girmemiştir. Ama dikkat edin, seçim öncesi veseçim sürecinde Türkiye'deki tartışmalarda Suriye ve Orta Doğu meselesi IŞİDüzerinden hareket edilerek sürekli olarak canlı tutulmaya çalışılmış vetırmandırılmıştır.
-Suruç olayına bu tırmanma süreci mi sebep oldu?
- Bu Suruç noktasınagelinceye kadar böylesine bir tırmanma süreci ile karşı karşıya kaldık. Suruçsonrasına baktığımızda büyük bir üzüntü ve tepki var. Ama şaşkınlık yok. Demekki kamuoyu böyle bir olaya geçmişten gelen süreçten itibaren alıştırılmış,yavaş yavaş bu tür gelişmeler olabileceği konusunda Türkiye bir anlamda savaşadoğru yönlendirilmiştir. Savaşa doğru Türk toplumunun psikolojisihazırlanmıştır. Geldiğimiz noktada özellikle 40 yıla yaklaşan bir PKK terörüTürkiye'yi hem içeride hem de sınır bölgesinde çok ciddi olarak hedef hâlinegetirmiştir. İşte son olarak Kilis'te karakola IŞİD tarafından yapılan saldırıbardağı taşıran son damla olmuş ve bunun üzerine TSK iki ayrı askerî operasyondüzenleyerek Türk jetleri IŞİD’e ve Suriye'de bulunan diğer teröristmihraklarla Kandil'e gereken cevabı vermiştir.
-Bu harekât neden sadece IŞID değil de Kandil'e yönelik olarak da genişletildi?
- IŞİD üzerindenbaşlatılan askerî harekâtın PKK ve diğer terörist örgütlere yönelik olarakgenişletildiğini görüyoruz. Türk uçaklarının yapmış olduğu iki harekâtsonrasında Türkiye'nin hem Doğu hem Batı Anadolu'daki büyük merkezlerinde terörolaylarına karışan kadrolara karşı bir güvenlik operasyonunun gerçekleştiğinigörüyoruz.
-Gerek asker gerekse polis operasyonlarının zamanlaması hakkında neler söyleyebilirsiniz?
- Bu operasyonlar dahaerken yapılabilirdi. Ama Türkiye sonuna kadar bu savaşa girmemek için direnmişve hâlâ da direnmeye devam etmektedir. Eğer Kilis'teki karakola yapılan saldırı olmasaydı askerî operasyonlarolmayabilirdi. Çünkü Türkiye sonuna kadar savaşa girmeme kararlığındadır.Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin bugünkü yönetimi şunu iyi bilmektedir: Osmanlıİmparatorluğu bu topraklarda ayakta kalabilmek için 700 yıl savaşmış vesavaşlardan kurtulamadığı için yıkılmıştır. Bu topraklarda Osmanlı dönemindekisavaşlar tekrar gündeme gelir ve uzun yıllar sürerse bölgedeki bütündevletlerle birlikte Türk devletinin yıkılması gündeme gelebilir. İşte bu konudaAmerikan Genel Kurmay Başkanı Le Monde gazetesine verdiği demeçte 5 yıl içindebu coğrafyada 10 devletin yıkılacağını söylemiştir. O devletlerde baktığımızdabütün Orta Doğu devletleri ve Türkiye'nin komşularıdır. Türkiye'yi bunundışında göstermektedir. Demek ki bu devletlerin yıkılışında Türkiye biroperasyon merkezi olarak kullanılmak istenmektedir. Türkiye de bunu bildiğiiçin komşularının yıkılmasına yol açacak terör ve savaş senaryolarını ciddiyealmak için çaba sarf etmektedir.
-7 Haziran Seçimlerinde otaya çıkan tablo sonucunda yapılan koalisyonçalışmalarını nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Savaş konjonktüründesiyasi partilerin Türkiye gerçekleri karşısında bir araya gelip ortak zemindeanlaşarak bir koalisyon oluşturamadığını görüyoruz. Önümüzdeki dönem açısındançok fazla iyimser olmak mümkün görünmemektedir. Maalesef seçimlerin başarı iletamamlanması ve HDP’nin güçlü bir grupla Meclise girmesine rağmen terörün devamettiğini ve durmadığını, terörle siyasetin birlikte gittiğini görüyoruz.Güneydoğu partisinin eş başkanı hanımefendi, Amerika'nın açıkça desteklediğiKuzey Irak'taki terör örgütlerine sahip çıktığını ve sırtlarını onlaradayadıklarını söylüyor. Bu kabul edilebilir bir şey değildir. Güneydoğupartisinin yöneticileri şunu iyi bilmek zorundadırlar: Ya terörün ya dademokrasinin yanında olacaksınız. Demokrasinin içerisinde yer alıyorsanız eğer,sergilediğiniz bu tutum çok büyük bir çelişkidir. Bu tutumunuz terörüntırmanmasına neden olmaktadır.
-Henüz bir koalisyon hükûmeti kurulamadığı için şu anda işbaşında bulunan geçicihükûmet teröre karşı etkili bir politika yürütüyor mu?
- Seçim sonucunun alındığıgün cumhurbaşkanı "erken seçim" dedi. Bunun üzerine mevcut iktidarpartisi artık çoğunluğunu kaybettiği için geçici hükûmet durumuna geldi.Seçimlerden bu yana epey bir zaman geçmesine rağmen hâlâ ortada gerçekleşmişbir koalisyon yok. Ben bunu şuna bağlıyorum: Türk siyasetinde çok ciddi birkayma yaşamaktayız. Bu kayma hem uluslararası konjonktürdeki hem de bölgedekigelişmelerin etkisiyle ön plana çıkmaktadır. Türkiye'nin güneydoğu bölgesindençıkan bir parti, koalisyon seçeneklerinin dışında kalmıştır. İktidar partisi,Atatürk'ün partisi ve milliyetçi parti üçgeninde konuya baktığımızda, ülkeniniç ve bölgesel nedenlerle kaotik bir ortama sürüklendiğini görüyoruz.Bölgemizde olağanüstü günler yaşıyoruz.
-"Olağanüstü günler yaşıyoruz." dediniz. Bunu biraz açar mısınız?
- Sovyetler Birliğidağıldı. Soğuk Savaş geride kaldıktan sonra Orta Doğu'da sıcak çatışma ortamıdoğdu. Sıcak çatışma ortamında önce Irak'a yönelik savaş yapıldı. SonraIrak'taki savaş ortamından sıcak çatışmalar bölgeye yayıldı. Irak'a yöneliksavaş senaryosunun arkasında İsrail vardı. Bölgedeki bütün devletlerinbölünmesi ve parçalanmasını gündeme getirdi. İsrail ve ABD bütün bölgedevletlerini çarpıştırmak istedi ama devletler birbiriyle savaşmadı. Türk devletiIrak ve Suriye ile savaşmadı. İran'la da savaş senaryolarına karşı çıktı. Demekki bütün devletler bunun içerisine bu kadar terör ve savaş zorlamalarına rağmenbirbirleriyle savaşmıyorlar. Komşu devletler kendi güvenlikleri açısındansavaştan uzak duruyorlar. Devletlerin savaştan uzak durduğu bu emperyalistsaldırı döneminde emperyal güçler devletleri savaşa sokmak için terör örgütleri kuruyorlar. Kurdukları bu terör örgütlerine de devlet adı veriyorlar.
-IŞİD de böyle bir örgüt mü?
- IŞİD nedir? Irak ve Şamİslam Devleti. Demek ki bir terör örgütü kuruyorsun ve sonra bunu devlet ilanediyorsun. Devletler savaşmıyor ama terör örgütleri savaşırken devletlersavaşıyor gibi gösteriyorsun. Bu oyunu artık herkes görmeye başladı. İşte PKKterör örgütü olan PKK kendisini devlet olarak ilan ediyor. Ve kendisine yankuruluşlar oluşturuyor. Alternatif ve paralel devlet ilan etme noktasına geliyor.Bu çerçeveden baktığımız zaman ben önümüzdeki dönemde emperyal güçlerin bu bölgedekihâkimiyetlerini korumak üzere yeni örgütler ortaya çıkarabileceklerinidüşünüyorum. Yani kesinlikle barış istemiyorlar. Sonuna kadar savaş istiyorlar.Amaçları 5 yıl içerisinde Orta Doğu'daki 10 devleti parçalayıp eyaletlere bölmek.Libya Kaddafi döneminde istikrarlıydı, şimdi üçe bölündü. Aynı şekilde Mısır'ıbölüyorlar. Suudi Arabistan'ı üçe bölüyorlar. Suriye'yi, Irak'ı ve İran'ıbölüyorlar. Bunların bölünmesi için terörü tırmandıracaklar. Terörü yürütenörgütlere, terör yaptıkları bölgeye bağlı olarak eyalet devlet kurma imkânıverecekler. Açıktan Irak'ı üçe böldüler, Şii, Sünni ve Kürdi...
-Türkmenlere de yer verecekler mi?
-Türkmenlere yervermiyorlar. Suriye'de bazı görüşlere göre 4, bazı görüşlere gere de 6 eyaletinortaya çıkması gündemde. Bu eyaletlerin doğması ve örgütlenmesi zaman alacağıiçin, ulus ve bölge devletlerinin parçalanarak eyaletlere bölünmesi noktasındaterörün devam etmesi gerekiyor. Emperyalizm terör yoluyla bu devletleriparçalayacak ve terör örgütlerine devlet adı vererek eyaletler oluşturacak. Buçerçeveden baktığımız zaman emperyalizmin elindeki en büyük koz terördür. Terörörgütleri üzerinden mevcut yapıları yıkıp dağıtıyor. Ondan sonra terörörgütlerini devletleştirme noktasında, küçük küçük eyaletlere bölüp bunları yaKudüs'e bağlayacaklar ya da İstanbul'u yeniden Bizans döneminde olduğu gibiKonstantinapolis'e çevirecekler. Gayrimüslim unsurların bulunduğu bir yapı...Avrupa ve Amerika'nın kontrolünde... Bir Osmanlı hinterlandında yeni bir Bizansfederasyonunu Orta Doğu Birleşik Devletleri adı altında gündeme getireceklergibi görünüyor. İşte bütün bölge devletlerini tehdit eden bu bölünme ve parçalanmaterör olayları Türkiye'yi de bölge devleti olarak tehdit etmektedir. AmaTürkiye bu aşamada bölge devletleri ile Batı ittifakı arasında kaldığı içindirki gereken ulusal tavrı gösterememektedir.
-Son olarak neler söylemek istersiniz?
-Şimdi geldiğimiz bu noktadanTürkiye'nin merkezde toparlanması gerekmektedir. Zinde güçlerin bir arayagelerek Türkiye'nin devlet ve askerî yapısını güçlendirip ondan sonra bölgedeistikrar ve güvenliğin sağlanması noktasında bölge devletleriyle iş birliğiyapmalıdır. Atatürk devleti kurarken geleceğe dönük olarak Sovyetler Birliği,İtalya ve Almanya gibi faşist devletlere karşı bölgede güvenliği sağlamak üzereSadabat Paktı'nı gündeme getirmiştir. Bugün de böylesine bir bölgeselörgütlenmeye ihtiyaç vardır. Türkiye'nin İran'la savaşmaması, Türkiye'nin Irakve Suriye Savaşı’na girmemesi gerekir. Türkiye'nin acilen Azerbaycan'ın başkentiBakü'de İran, Irak, Suriye’yi bir araya çağırarak onlarla bölgesel çapta OrtaDoğu güvenlik konferansı düzenlemesi gerekmektedir. Ancak bu şekilde bölgedevletleri arasında güvenlik sağlanabilir. Irak'ta Bağdat'ın yeniden inisiyatifiartarsa Suriye'de Şam'ın yeniden inisiyatifi artarsa Tahran'la iş birliğigeliştirilirse o zaman hiçbir Batılı ve emperyal güç bölgeye giremez. O zamanhiçbir terör örgütü bölge devletlerini birbirine düşürerek savaş senaryosunutırmandıramaz.

10 Temmuz 2018 Salı

2050'mi?.., YOKSA 2023'mü?.. "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" Türkiye’de son zamanlardaçok satan kitaplar arasında yer alan ve geleceğe yönelik tartışmalardahareket noktası haline gelen adı; “2050 “ olan bir kitap var. Kitabın yazarı; İsrail Devleti’nin Cumhurbaşkanlığıdanışmanlarından David Passig adında bir araştırmacı..

2050'mi?.., YOKSA 2023'mü?.. 
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Türkiye’de son zamanlarda çok satan kitaplar arasında yer alan ve geleceğe yönelik tartışmalarda hareket noktası haline gelen adı; “2050 “ olan bir kitap var. Kitabın yazarı; İsrail Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından David Passig adında bir araştırmacı. Türkiye’de şimdiye kadar batı ülkelerinden fazlasıyla kitap çevrilmiştir ama İsrail’den pek fazla kitabın dilimize kazandırıldığı söylenemez. Hem ismiyle hem de yazarının kimliği ile ülkemizde ilgi çeken bu kitap, özellikle bugün yaşanmakta olan tarihsel sürecin anlaşılabilmesi ve geleceğe yönelik olarakdeğerlendirilebilmesi açısından önem taşımaktadır. Korsan baskılarıylasokak satıcılarına kadar yaygınlık kazanan bu kitabı epey bir Türk vatandaşının okuduğu görülmekte, amabu çokokunan ve tartışmalaradayanak noktası olanyapıtınmedya vekamuoyuna yeterince yansıdığı görülmemektedir. Yazarın Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından birisinde uzun bir program yapmasınarağmen, kitabın içinde ele alınan yaşamsal önemdeki konuların Türkiye ve Orta Doğu’nunyakın gelecekleri açısından değerlendirilmediği görülmektedir. Bu yazının amacı, böylesine birboşluğun doldurulmasına ve hem bölgeyi hem de ülkemizi yakından ilgilendiren yaşamsal önemdeki konularadaha da açıklık kazandırarak, gelecekte ortaya çıkabilecek muhtemel çatışma ve çekişmelerin önlenebilmesine katkıda bulunmakve bölgesel değişim döneminin barış içerisinde gerçekleşebilmesineyardımcı olabilmektir.

Kitabınasıl önemi;bir İsrail vatandaşı olan jeopolitik alanındauzmanbirbilim adamı tarafından kaleme alınmasıdır. Bu çerçevede, o ülkenin ve toplumun bakış açısını yansıtmakta ve devletin en üst kademesinde bir danışman olarak daİsrail Devletinin bölgedeki ve dünyadaki gelişmeler karşısındaki bakış açısınıortaya koymaktadır.Şimdiye kadar, Amerika Birleşik Devletleri ya daABD’deki Yahudi lobileri üzerinden İsrail devletinin politikaları ve uygulamaları anlaşılmağa çalışılmış ve bu doğrultuda daha çok ABD ya daAvrupa ülkelerindeyaşayan ya da görevli bulunan Yahudi asıllı uzman ya da bilim adamlarının yazdığı kitaplar ve makalelerden hareket ederek,İsrail olgusu anlaşılmağa çalışılmıştır.Bu doğrultuda geliştirilen yaklaşımlar zaman zamangerçeklere uymuş bazen da ters düşmüştür. İsrail’in dış dünyaya karşı kapalı bir kutu konumunda bulunması, İsrail kaynaklı haber ya da yazıların birbirini tutmaması gibi durumlardadünya ülkeleriyle beraber Türkiye’de Orta Doğu’daki gelişmeleri izlemekte ya da değerlendirmekte zorlanmış ve bu yüzden merkezi coğrafyadakalıcı barışa dönük girişimlersonuçsuz kalmıştır. Basın ve medya organları üzerindenyansıtılan haber ve yorumların taraflı olması nedeniyle,gerçekçideğerlendirmelere ulaşılamamış ve bu yüzden de bölgedeki terör ve savaş süreçlerinin önlerine geçilememiştir.Bu olumsuzdurumdan kurtulabilmek için, bilim adamlarının ya da uzmanların hazırladığı raporlara ya da kitaplara daha çok gereksinme duyulmuştur.İşte DavidPassig’in“2050” adındaki kitabının bugünün koşullarındaböylesine bir boşluğu doldurduğu görülmekte veİsrail politikalarının, siyasal empati yöntemleriyledaha yakından izlenebilmesine ya da anlaşılabilmesine önemli katkılar getirmektedir. Böylesine bir kitabın yayınlanmasından sonra, Orta Doğu’nun geleceği daha açık ve net olarak görülebilecek ve bu tablo içerisinde İsrail’indurumu ya da giderek değişmeler gösterenjeopolitik konumugerçekçi ve bilimselyöntemler kullanılarak netleştirilebilecektir. Bu kitapta ileri sürülen görüşler veokuyucuya aktarılan bilgiler ele alınmadan,Orta Doğu ya da İsrail’in geleceği ile ilgili kesin görüşlere varmak ya dadeğerlendirme yapmakçok zor olacaktır.

İsrail Devleti 1948 yılında kurulduğu için, 2048 yılında yüzüncü yılına ulaşabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ise 1923 yılındakurulmuş olan bir merkezi devlet olarak2023 yılındayüzüncü yılına erişmiş olacaktır. David Passig2050 yılını kitabına başlık olarak alırken; vatandaşı olduğu devletin bir yüzyılı geridebırakmasına önem verdiği anlaşılmaktadır.Orta Doğu tarihi açısındanbu küçük devletin konumu ele alındığında; kutsal ilan edilen bu topraklarda üçüncü kez bir Yahudi devletinin kurulmuş olduğu görülmekte ve bu yüzdenYahudiler açısından çok büyük zorluklarla mücadele edilerek üçüncü kezkurulmuş olanİsrail devletinin kalıcılığına öncelikle önem verildiği ve geleceğe ancak yüzyılı geride bırakmış bir İsrail Devleti ile bakabilecekleri anlaşılmaktadır.Tarihte Mezopotamya’dan gelen Babil Krallığı veAvrupa’dan gelen Roma İmparatorluğu gibi iki büyüksiyasal güç tarafından yıkılmış olanİsrail Devleti üçüncü kez kurulurken, kalıcı olmağa öncelik verdiği ve bu yüzden de bütün Orta Doğu bölgesininİsrail merkezli olarak yeniden düzenlenmesineönem verdiği anlaşılmaktadır. Kurulduğundan bu yana sürekli olarak savaşan bu küçük devlet, ancak 2050 yılından sonra dünyaya kalıcı olarak bakabileceğini, kitabın yazarıortaya koymaktadır.Yirmi birinci yüzyılın ortalarına kadarsavaş sürecinindevam edebileceğive buarada 2020 yılın da İsrail, Suriye ve Türkiye, Rusya savaşlarının çıkabileceği, 2050 yılında ise birJaponya savaşının gündeme gelebileceğive Türkiye ile Japonya’nın, Asya’nın en batı ve en doğu ülkeleri olarak bir araya gelecekleri vebu doğrultuda geliştirecekleri yeni siyasal eksensayesindeÇin,Rusya,Hindistan ve İran gibibüyük Asya ülkelerine karşıyenibir denge düzenikurabilecekleriöne sürülmektedir.Böylece, İsrail ve Orta Doğu bölgesiningelecekleri Asya kıtasındaki dengelere bağlanmakta ve bugünkü batı bloku ile İsrailarasındaki ilişki düzeninin geride kalabileceği ifade edilmektedir.

2050 adındaki kitabın Türkiye’de yayınlanmasından sonra, bir Türk televizyonundaki programa katılan David Passig,açıkça Orta Doğu’nun geleceğinde Türkiye’nin İsrail’den daha fazla öneme sahip olduğunu söyleyerekTürk kamuoyunubir İsraillibilim adamı olarak yönlendirmeğe çalışmıştır.Soğuk savaş döneminde ABDdesteği ile kurulan İsrail yarım yüzyılı savaşarak geçirdikten sonrayeni dönemdekendisinin merkezinde yer alacağı bir Orta Doğu düzeninigene ABD desteği ile oluşturmağa çalışırken aslında, Türkiye’nin bölge ağırlıklı politikaları ile karşı karşıya gelmişvebatı bloku üzerinden geliştirilmiş olan Türkiye ve İsrail ittifakının, yeni dönemdeeskisi gibikolay olmayacağı, şimdiye kadar kamuoyundan gizlenmiş olançelişkiler ve çatışmaların yavaş yavaş suyun üzerine çıktığı bir aşamada, iyice buiki ülkenin karşı karşıya gelmemesi için İsrailli uzmanınTürk kamuoyunu yeniden kendi ülkesi açısından kazanabilme doğrultusunda, olumlu görünenyeni yaklaşımlarını sergilemeğe çalıştığı görülmüştür. David Passig, Türkiye’nin gelecekte çok büyüyeceğini veeskiOsmanlı hinterlandında etkisini artırdıktan sonra Ukrayna ve Kazakistan gibi iki büyük ülke ile yan yana gelerek Rusya, İran ve Çin üçgenine karşı yeni dengeler oluşturabileceğini ifade etmiştir.Son yıllarda birbiri ardı sıra gündeme gelenolumsuzsiyasal gelişmelerin dıştan sağlanan destekler ileTürkiye’yi bölünmeye doğru zorlaması, ayrıcadini cemaatlerin dışarıdan desteklenerek Türkiye’deki laik devlet düzeninin ortadan kaldırılmak istenmesi ve en önemlisi Türkiye’nin önce Irak sonra da Suriye ve İran gibi iki büyük komşusu ile batı bloku ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda savaşlara sürüklenmesi gibi olumsuz durumlar, Türkiye’de çok büyük olumsuz tepkilere neden olurken, Türk başbakanının açıkça İsrail’eDavos toplantısında“Oneminute“ tavrı geliştirmesi, Türk halkında yaşananlara tepki olarakgizlice gelişen “yeter artık“ duygusununaçığa çıkmasını sağlamıştır.David Passig’in kitabı sanki Türk başbakanının bu tepkisinin izlerini silmek ve Orta Doğu üzerinden İsrail merkezli politikaların Türkiye’yi zor durumlara sürükleyerek, Türklerdehızla gelişen ABD ve İsrail karşıtlığı gibiolumsuzbirimajı düzeltme girişimi olarakhazırlanmışgörünmektedir. Passigtelevizyon programında Türkleri yeniden kazanmağa çalışmışve Türkiye’yiOrta Doğubölgesinin gelecekteki yıldızı olarak ilan etmiştir.

Amerika Birleşik Devletlerinin gelecekte güç kaybederek zayıflayacağını, Avrupa Birliğinin ise bir kıtasal birlik oluşturamadan dağılacağını öne süren bu İsrailliuzman, Türkiye’yi geleceğin süper gücü olarak ilan etmişve özellikleOrta Doğu’da Rusya ve İran gibi iki büyük devlete karşı yeni dengeleri bir süper güç olarak Türkiye’nin kurabileceğini açıklamıştır. Osmanlı imparatorluğu sonrasında kurulmuş olan bütün Orta Doğu devletlerini ciddiye almayanve bunları geçici yapılanmalar olarak görenPassig, Türkiye Cumhuriyetini ise tamamentersi bir doğrultudabölgenin kalıcı büyük gücü olarak gördüğünüsöylemiştir. Avrasya bölgesinin zaman içerisinde süper gücü konumuna gelecek bir Türkiye’nin hemTürk dünyası hem deİslamdünyası üzerinden gücünümerkezi bölgede de hissettireceğini ve böylece Orta Doğu’da bir barış düzeni kurulabileceğini belirtmiştir. Tarihin akışı içerisinde Türkiye’nin öne çıkacağını, Türkiye Cumhuriyetinin merkezi bir güç olarak doğu ile batı arasındaki ilişkileri yeniden dengeleyebileceğini öne sürmüştür. Kitabında öne sürdüğüdüşüncelerisavunan Passig, Orta Doğu’nun geleceğindeİsrail’den daha çok Türkiye’nin etkili bir rol oynayacağınıdile getirmiştir. İsrail’in küçük devlet olduğu içinOrta Doğu’ya egemen olmak açısından yetersiz kalacağını ama bölgenin büyük devleti olarak Türkiye’nin yeni Orta Doğu düzeninin kurulmasında ana belirleyici güç olacağınıifade etmekten çekinmemiştir. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı gibi tarihsel eski misyonuna geri dönerek, bölge için merkez ve belirleyici güç olacağını bir İsrail devleti görevlisiolarak hem kitabında yazmış hem de Türk medyasında açıklamıştır. İsrail’in Türkiye’nin güçlü bir devlet olarak güneyindeki Orta Doğu bölgesindeetkili olmasını, savaşların önlenmesi açısındangerekli gördüğünüsöylerken, bir anlamda da Türk devletini komşularıyla yeni bir savaş sürecinde karşı karşıya getirmiştir.

2050 yılını, Yahudi devletinin kuruluşundan yüz yıl sonrası için bir stratejik hedef olarakkitabına isim yapanPassig, geçmişten gelen bilgi birikimini detarihten gelen dersler olarak tarihsel mantık başlığı altında kitabının girişinde ortaya koymuştur. İsrail’in üçüncü kez kurulmasında etkili olan tarihsel mirasın kitabın başında açıkça ifade edilmesibölge ile çatışma halinde olan bu Yahudi devletinin sahip olduğu siyasal birikimin anlaşılabilmesi açısından yararlı ipuçları vermektedir. Kutsal kitaplarında belirtilenvaat edilmiş toprakların asıl sahibi olarak kendilerini görenMusevilerinbu hedeflerini koruma doğrultusunda hareket ettikleritarih ile beraber coğrafyayı da bu doğrultuda değerlendirmeğe çalıştıkları görülmektedir.Teritoryal anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasındatarih kadar coğrafya bilgisinin de kullanılması, İsrail devletini kuranların ciddi bir jeopolitik birikime sahip olduklarınıgöstermektedir. DavidPassig bu konulara kitabının ilk bölümlerinde yer verirken, aynı zamandadeğişen dünyanın yeni koşullarını dikkate alarak jeopolitiğin yenive değişken kuralları doğrultusundaİsrail’inOrta Doğu’daki konumunu anlatmağa çalışmıştır. Zaman faktörünü öne alan değerlendirmeler yaparken, değişen dünyanın öne çıkardığı yeni tabloların gerçekçi değerlendirmeler ileanlatılmağa çalışıldığıgörülmektedir. Özellikle, jeopolitik biliminin değişken unsurları olandemografi ile beraber teknolojizaman faktörü içerisinde ele alınırken, İsrail ve Orta Doğu’nun geleceği içingerçekçi değerlendirmeler yapılmıştır. Aynı zamanda ekonomi alanı da değişken bir unsur olarak ele alınırken, dünyanın gelecekteki enerji, madenve diğer kaynakları dikkate alınmıştır. Bu çerçevede, dünyanın merkezine İsrail merkezli olarak bakamayan David Passig, Türkiye’yi geleceğin dev ülkesi olarak ilan etmiş ve İsrail’in boşluğunu Türkiye ile doldurmağa çalışmıştır. Küçük ülke olan İsrail ile dünya dengelerinin merkezde yönlendirilmesinin mümkün olamayacağıortaya çıktığı için, bu dengelerin yeniden kurulmasında merkezi büyük ülke olarak Türkiye’ninöne çıkarılmak istendiğini, kitabınyazarıaçıkça ortaya koymaktadır.

David Passig, kitabınınüçüncü bölümündegeleceğin süper güçlerini sayarken, ABD ve Rusya ile beraber Türkiye Cumhuriyetine de yer vermişama Çin gibi bir büyük dev ülkeyi bu bölümde dikkate almamıştır. ABD’yi hem geleceğin süper güçleri arasına alan ama aynı zamanda bu büyük ülkenin güney eyaletlerinin yakın zamanda koparak Meksika ile birleşeceğini öne süren yazarAmerika’nın gelecekteki konumu açısından çelişkili yorumlardan kurtulamamıştır. ABD üzerinden bir dünya hegemonyasının korunması isteği İsrail açısından da öne çıkarken, bu ülkenin aynı zamanda parçalanacağının kabul edilmesi degelecekte ABD’siz bir dünya düzeni olabileceği ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Rusya’yı yeni dönemde de dünyanın süper güçleri arasına koyan yazar, bu büyük devletinABD ile yeni bir soğuk savaşa girişeceğini, 2020 yılındaİsrail Suriye ile savaşırken, Rusya’nın da Türkiye ile savaşacağınıaçıkça öne sürmüştür. Mısır, Suudi Arabistan, Suriyeve Ürdün gibi ülkeleri Orta Doğu’nun geleceği açısından ele alarakdeğerlendirmeler yapanyazar, kitabında İran’a yer vermeyerek gerçekçi olmayan biryaklaşımizlemiştir. İsrail’in Orta Doğu egemenliği açısından Türkiye ve İran’ınkarşılıklı olarak savaştırılması yıllardırhedeflenmesine rağmen, sanki böyle bir durum yokmuş gibi bir yaklaşımın kitapta sergilenmesi, bu yapıtın inandırıcılığı açısından son dereceolumsuz ve eksik bir tutum olmuştur. Yirmi birinci yüzyıldayeni bir Orta Doğu düzeni oluşturulurken, İran yokmuş gibi davranmakancakkamuoyunu yanıltmak açısındandeğerlendirilebilecektir. Böyle bir davranış ise, Türkiye’nin pohpohlanmasıyla İran engelinin aşılmak istendiğini ortaya çıkarmaktadır. Asya’nın en ucundaki ada ülkesi olan Japonya bileOrta Doğu’nun geleceği açısındanincelenirken, İran’ın ele alınmaması ya da yok sayılmasıkitabın inandırıcılığını sarsmaktadır.

2050 isimli kitabın en ilginç bölümü ise; yeni yüzyıldadeğişen İsrail jeopolitiğinin ele alındığı, Yahudilerin kanıtlanabilen tarihi ile beraberbu toplumun kökenleri, kimliksorunu, fiziksel varoluş kaygıları ile berabercoğrafi sınırları ve ülkenin tomografikhatlarınınincelendiğibeşinci bölümdür. Bugünkü İsrail olgusu anlatılırken, eski çağlarda kurulmuş olan birinci ve ikinci İsrail devletleri ele alınmakta, bunların kuruluş süreçleri vedüzenleri incelerek, yıkılma ve dağılma durumlarıüzerinde durulmaktadır. Süper güçler ve bölge devletleri karşısındaİsrail’in durumujeopolitik değerlendirmeler yolu ileortaya konulurken, dünyanın merkezi coğrafyasında vekutsal ilan edilen topraklarda bir Yahudi devletinin var olma modelleri üzerinde durulmaktadır. Tamamen bağımsızbir ülke olarak İsrail’invar olmasını David modeli olarak açıklayan yazar, Kral Davut adına buismin geliştirildiğini söylemektedir. İkinci seçenek olarak bir imparatorluğun parçası ya da yenilmiş bir müttefik ya da yarı özerk bir eyalet olarak varlığını koruma modeliniikincivar olma biçimi olarak dile getirmektedir. Pers imparatorluğunun bütün Orta Doğu’yu işgal ettiği zaman, Yahudilerin bu büyükdevlete bağlı olarakbir eyalet konumundaki yaşam düzenleriniikinci modele örnek göstermekte ve buna Pers modeli adını vermektedir. Üçüncü modelde iseİsrail tamamen yokolur, özerkliğini kaybeder ve vatandaşları sürgüne gönderilir ki, bu duruma daBabilmodeli adını vermektedir.Aslında Roma modeli de denebilecek bu üçüncümodeli önlemek üzere, İsrail’inönce David modeli ilebağımsız bir devlet olarakayakta kalma yollarını deneyeceği amabunda başarılı olamazsa o zaman daPers imparatorluğu ya daOsmanlı dönemindeki gibi bir Filistin ya da İsraileyaleti olarakPers modeli adını verdiği ikinci bir alternatifyol ile varlığını sürdürmeğe çalışacağıkitaptaöne sürülmektedir.İsrail merkezli bir yeni Orta Doğu federasyonunu ya da büyük devletiniYahudilerin oluşturamaması durumunda, Persler zamanında olduğu gibi bir bölgesel büyük devletin içindeküçük Yahudi devletinin debir eyalet olarakvarlığını sürdürebileceğigene aynıkitaptaifade edilmektedir. Babil,Pers,Roma, Selçuklu ya da Osmanlı gibi imparatorluk düzenleri tarihin her dönemindemerkezi alanda görülebildiğinden, İsrail’in gerçekçi davranarakkendi hegemonya düzeninin kuramadığı noktada, bölgesel bir büyük devlet yapılanmasının içinde yer almayı ve böylesine bir siyasal yapılanmanın parçası olmayı kabul ettiği görülmektedir.

Önceliği David modeline verenİsrail’in, merkezi coğrafyada bağımsız bir devlet yapılanması doğrultusunda varlığını koruyamadığı noktada, bir bölgesel büyük devletin içinde yer almayı ve bunun bir parçası olarak yola devam etmeyi bir alternatif olarak benimsediğini David Passig, İsrail devletinin birdanışmanı olarak ortaya koymaktadır. Büyük İskender’in Makedonya imparatorluğunu bile bölgedeİsrail’in varoluşu açısındandeğerlendiren yazar, İsrail’in küçük bir devlet olaraksüper güçlere karşı kendisini ancak bölgesel bir devlet yapılanmasının içinde yer alarakkoruyabileceğinidile getirmektedir. Küresel sermayenin Siyonist lobilerinkontrolü altında bulunmasınıİsrail açısından birolumlu puan olarak değerlendirenyazar, bir anlamda günümüzde ortaya atılan Yeni Osmanlıvizyonu ilePers,Makedonya,Roma,Babil, gibi bölgesel imparatorlukların bir benzeri olarak yeniden Osmanlı yapılanmasına gidilebileceğinin ipuçlarını kitabında sergilemektedir. İsrail’inDavid modeli ile bağımsız bir devlet olarak varlığını koruyamayacağı noktada, Pers modeli ile bu küçük devletin varlığını koruyabilecek birYeni Osmanlı yapılanmasına gidilebileceği ve böylesine bir büyük bölge devletinin eski Osmanlı hinterlandında kurulabileceğiPers modeli üzerinden dolaylı olarakdile getirilmektedir. Osmanlı sonrasında bölgeye gelen İngiliz imparatorluğu ile sonradan devreye giren Sovyet ve Amerikan imparatorluklarının da gene İsrail açısından, böylesine bölgesel bir yapılanma doğrultusundaele alındığı görülmektedir.Gelecekteya ABD imparatorluğu ya da bu süper güce karşı koyacak bir başka imparatorluğun ortaya çıkmasıyla beraber, Orta Doğu’da yeni bir siyasal düzen oluşumu gündeme geleceği için, İsrail’in bütün bu durumlara hazır olması gerektiği, Babil ya daRoma modelleri ile gündeme gelen Yahudilerin kutsal topraklardanüçüncü kez kovulmaması için ya David modeli ile bağımsız ayakta kalmak ya da Pers modeli doğrultusunda bir büyük bölgesel imparatorluğun içerisinde eyalet olarak yer almakİsrail’ingelecekteki politikası olarakDavid Passig tarafından2050isimli kitapta açıkça ortaya konulmaktadır. İngiliz ve Amerikan imparatorluklarının desteği ile David modelini gerçekleştirenİsrail’in gelecekteYeni Osmanlı vizyonu ileOsmanlı imparatorluğuna benzetilmiş bir büyük Türkiye’yi; Araplara, İslam dünyasına ve Asyalı süper güçlere karşıkullanmağa hazırlandığı anlaşılmaktadır.

İsrail Devleti, üçüncü kez tarih sahnesinden silinmemek üzereDavid modelinin alternatifi olarakPers modelini yavaş yavaş Türkiye üzerindenYeni Osmanlı yapılanmasına doğru zorlarken, Türkiye’deAvrupa’dan koparılarak güneye doğru iteklenmekte veABD ve Avrupa’dakiYahudi lobileri tarafındanİsrail’in güvenliği doğrultusundakomşularıyla savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu durum önce Irak ile denenmiş, TürkiyeIrak ile savaşmayınca şimdi Suriye ile denenmeğe çalışılmakta ama asıl olarak İran’a yönelik bir süreç Suriye üzerinden tezgâhlanarakve Türkiye bir büyük savaşadoğru Şii-Sünni-Alevi çekişmeleri kışkırtılarakDavid ve Pers modelleri doğrultusundasonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bölgede terörün desteklenmesiyle Orta Doğu devletleri birbirleriyle savaştırılmağa çalışılırken, asıl olarak bütün bölge devletlerinin parçalanmaları hedeflenmektedir. İsrail ile beraber Ürdün ve Lübnan gibi küçük devletçikler, Mısır,Türkiye,Suriye,Irak,Arabistan ve İran’ın toprakları üzerinde oluşturulmağa çalışılmakta, böylece önce David modeli doğrultusunda bir Büyük İsraildevleti Orta Doğu federasyonu olarak gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. Eğer bu proje terör ve savaş senaryoları ile gerçekleştirilemezse o zaman, Türkiye Cumhuriyeti içeridenele geçirilerek, Türkiye’ye yerleşecekbatılı Yahudi lobileriDışa karşıbir büyük Türkiyeyapılanmasını geneTürkiye üzerindengerçekleştirmeğe çalışacaklar ve böylesine büyük bir bölgesel siyasal yapılanma modeli, eski Osmanlı ülkelerine Yeni Osmanlı yapılanması olarakempoze edilecektir. David modelinin yeriniYeniOsmanlı görünümündePers modeli alacaktır.

Orta Doğu’nun alan ve nüfus olarak en küçük devleti olan İsrail’in kontrolü altındaki Siyonist lobiler ise küresel sermayenin patronları olarak, süper güç ABD üzerinden hem dünya ekonomisini hem de batıblokunu yönlendirmektedirler. Siyonizm kutsal topraklar ve Siyon tepesi üzerinden bir büyük dünya hegemonyasını hedeflemiş olduğu için, bunlar üzerinden ABD ve batı ülkeleri hem Türkiye’ye hem de Orta Doğu ülkelerine İsrail’in istekleri ve çıkarları doğrultusundabüyük baskılar uygulamakta vebu nedenle demerkezi coğrafyabirsıcakçatışma vesavaş alanı olmaktan kurtulamamaktadır. Filistin’i haksız olarak işgal eden, milyonlarca Filistinliyi göçe zorlayan, bölgedeki bütün Arap ve Müslüman ülkeler ileyarım yüzyılı aşkın bir süredir sürekli olarak savaşanİsrail’in, yeni aşamada Suriye üzerinden İran’ı hedef tahtasına oturtan politikalarına Türkiye’yi alet etmeğe çalıştığıson zamanlardaki gelişmeler ile açıkça ortaya çıkmıştır.Bölgedeki büyük devletler ile sürekli savaş halinde olan İsrail sürekli bir güvenlik arayışı içine girdiği içinAmerikan ordusuOrta Doğu’ya getirilmeğe çalışılmaktaayrıca dünya jandarması olarakNATOİngiliz üslerinden yararlanma doğrultusunda Kıbrıs’a getirilerekbölge devletlerine karşı kullanılmak istenmektedir. Avrupa devletlerinin İstanbul zirvesinde NATO’nunOrta Doğu’yataşınmasına karşı çıkması üzerine geciken planların, gecikmeli de olsaDavid ya da Pers planları doğrultusundaABD gücünden yararlanılarak devreye sokulmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bölgedeki terörüntırmandırılması vesavaşların artması karşısındaDavid planı tehlikeye girdiği için, gelecekte muhtemel bir Pers planının Türkiye üzerinden devreye sokulmağa çalışıldığı ve bu doğrultudaABD ve NATO destekli askeri harekâtlara Türkiye’nin deortak olarak katılması istenmektedir. Türkiye’nin güney ve doğu komşularıyla bütünüyle savaşa girmesi, Atatürk Cumhuriyetinin geleceğini tehlikeye atacak, uzun süreli bir savaş sonrasında Suriye, Irak, Türkiye,İran ve Arabistan devletleri ortadan kalkacak veLübnan ya da Ürdün benzeri küçük devletçiklerden oluşan birmerkezi coğrafya oluşturulacaktır. Yeni Pers planı, İran’ın Türkiye’ye yok ettirilmesiyle ve bu savaş aşamasında Türkiye’nin de dağılmasıyla, uygulama alanına getirilerek Yeni Osmanlı görünümündeİsrail merkezli olarak gerçekleştirilecektir.

David Passig, 2050 isimli kitabında üst düzey yöneticisi olduğu İsrail devletinin yüzüncü yılına ulaşmasını hedefleyenaçıklamalarda bulunmaktadır. 2048 yılındayüzüncü yılını idrak edecek olanüçüncü Yahudi devletinin, Siyonistplanlar doğrultusundadünya egemenliğine yönelmesi yolundaTürkiye Cumhuriyeti kullanılmak istendiği için, Türk devletininyüzüncü yılına gelemeden yıkılması gibi bir durum gündeme gelmektedir. Komşularıylabölgesel bir büyük savaşa girecek Türkiye’ninböylesine büyük bir çatışma aşamasındaYugoslavya gibi dağılması söz konusudur. Küresel plan ve programlar bu doğrultuda Avrupa Birliği oluşumuiçerisinde Türkiye’ye dayatılmış ve Türk devletinintasfiyesi yarı yarıyabaşarılmış gibi görünmektedir. Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşuma tam üye olmak uğruna Türkiye Cumhuriyeti ondan fazla uyum paketi sayesindedemokratik bir tasfiye sürecine maruz kalmışve kendi ekonomisini yönetme hakkını kaybederek küresel sermayenin güdümü altına girmiştir. Avrupa Birliği 2014 tarihini Türkiye’ye tam üyelik için vermiş ve 2013 yılına kadar Türkiye’nin yapması gerektiği işleri dayatmıştır. Türkiye böylesine bir çıkmazda 2014 yılında Avrupa Birliğine tam üye olmak için çabalarken,2013 yılında Türk devletininYugoslavya benzeri birtasfiye ve dağılma noktasına geleceği anlaşılmıştır. İşte bu büyük emperyal ve Siyonist oyunaçığa çıkınca, Türkhalkının ulusalcı kesimleri, Türk devletini gelecekte kurucusu Atatürk’ün söylediği gibi ilelebet payidar kılacakulusal planları 2023hedefi doğrultusundagündeme getirmişlerdir. İlk olarak Türk toplumunun ulusalcı kesimlerinin oluşturduğu Ulusal GüçbirliğiPlatformu, 2005 tarihinde hazırladıkları “Güçlü Türkiye -2023 “ isimliyeniden var olma planıkamuoyuna ilan edilmiş ve daha sonraki yıllarda, Türk toplumu cumhuriyetin yüzüncü yılına kilitlenerek 2023 debir büyük dünya gücü olacak yeni Türkiye hedefinedönük gerçek anlamdaulusal programlarbirbiri ardı sıra yayınlanmağa başlanmıştır.Son genel seçimler sırasında da, 2023hedefi,Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılınaerişme doğrultusundaanatercihi olarak ortaya konulmuştur.

David Passig, 2050 isimli kitabındaİsrail devletinin yüzüncü yılını aşan bir hedefi ortaya koyarken, Türkiye’yi komşularıyla savaşa sürükleyebilecekbir Pers modeli planınıdolaylı olarak öne sürmektedir. Bu doğrultuda İsrail’in yüzüncü yılına ulaşabilmesi yolunda Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına erişemedendağılması gibi birolumsuz durumkendiliğinden gündeme gelmektedir. İsrail’in yüzüncü yılı doğrultusunda 2050 onlar için bir ulusal hedef olarak ortaya konurken, Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına ulaşabilmesi doğrultusunda da2023Türkler açısından kesinlikle vazgeçilemeyecekulusal bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. İsrail devletinin danışmanıyazdığı kitapta böylesine birçelişkili durum için çözüm üretememekte veonların 2050 planları doğrultusundaki önceliklerini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyetinin 2023vizyonunu vemilli programlarını görmezden gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk ulusu, 2050 yolunda öncelikli olarak 2023ulusal hedefine öncelik vererekhareket etmek zorundadır. Bu yüzden, Türkiye açısından gelecekvizyonu 2023 ileifade edilecektir. 2050 ise daha sonra düşünülecek bir durumdur. Ama kesinlikle 2050 uğruna 2023vizyonundan ve milli program veplanlardan vazgeçilmeyecektir. 2050 mi yoksa 2023 mü sorusunun cevabı,Türkler açısındanher zaman 2023 olacaktır.

5 Temmuz 2018 Perşembe

21. YÜZYILDA ÇİN - "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" - On milyon kilometrekarelik bir alana yayılan Çin, bugün dünyanın üçüncü büyüklüğe sâhip konumdadır.

21. YÜZYILDA ÇİN
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Asya kıtasının hemen hemen bütün doğusunu kaplayan ve güneydoğuya doğru da uzanan geniş alan üzerinde dünyanın en büyük ülkelerinden birisi olan Çin yer almaktadır. Batısında Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan, Pakisatn, Kuzey kısmında Rusya, Moğolistan, doğusunda ise Kore, Çin denizi, Japonya, güneyinde ise Vietnam, Laos, Birmanya, Nepal, Hindistan gibi ülkelerle çevrili bulunan Çin Halk Cumhuriyeti, dünyanı en büyük üç ülkesinden birisidir. On milyon kilometrekarelik bir alana yayılan Çin, bugün dünyanın üçüncü büyüklüğe sâhip konumdadır. Yoğun bir nüfusa sâhip bu ülkede kilometrekare başına dört yüz kişi düşmektedir. Bu kıtasal büyüklük içinde Çin, birbirinden çok farklı doğal bölgelere sâhiptir. Ülkenin büyük kısmı dağlardan oluştuğu için ancak toprakların yüzde on beşlik bir kısmı ekilebilmektedir. Nüfusun büyük bir kısmı, tarım arazileri üzerinde yerleşmiş ve kırsal yaşam düzeni içinde bulunmaktadır. Büyük nüfus, suyu ve tarımı yaşamsal öneme sâhip kılmakta ve bu nedenle Çin halkı büyük kalabalıklar hâlinde ekilebilir sulak alanlar üzerinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Çin’in bu coğrafî yapısı halkın etnik ayrılıklar ile bölünmesine engel olmuş, tarım alanlarında beraberce yaşayan farklı etnik kökenden insanlar Çin halkı olarak zaman içinde kaynaşmışlardır. Kendi aralarında birçok etnik ya da kültürel farklılıklara sâhip olmalarına rağmen, Çin’de yaşayan halklar her türlü alt kimliğin ötesinde Çinli kimliği ile bütünleşmiştir.
İki binli yılların başlarında yapılan nüfus sayımı verilerine göre bir milyar üç yüz milyonluk bir nüfusu olan Çin, bu potansiyeli ile dünya nüfusunun beşte birini kendi sınırları içinde barındırmaktadır. Bu dev nüfus Çin’e önemli ekonomik avantajlar sağlarken, aynı zamanda hem siyasal hem de sosyal birçok sorunun ülkenin başına dert olmasına giden yolu da açmıştır. Ülkeyi dışa açmaya hazırlanan devlet yönetimi, diğer ülkelerle dünya pazarlarında bire bir rekabet edebilmek için, önceliği nüfusu düşürmeye vermiştir. Yönetim bir buçuk milyarlık nüfusu her aileye tek çocuk kampanyası ile zaman içerisinde iki yüz milyon azaltılarak bir milyar üç yüz milyona indirilebilmiştir. Erkek sayısı giderek artarken, aradaki fark elli milyonun üzerine çıkmıştır. Kadın azlığı yüzünden gelecekte Çinlilerin evlenemeyeceği ve bu durumun da ülkede gerginliklere yol açacağı öne sürülmektedir. Devlet bir yandan doğum kontrolü politikası izlerken diğer yandan kısırlaştırma yapmaktadır.

Çin, Birleşmiş Milletler üyesi olarak uluslararası hukuka ve insan hakları sözleşmelerine uymakla yükümlü bulunmaktadır. Doğum kontrolü ya da kısırlaştırma ya da kürtaj gibi uygulamaların, uluslararası insan hakları hukukuna uygun olarak yapılması gerekmektedir. Bu nedenle Çin’de bu gibi konular ciddî tartışılmaktadır. Devletin nüfusu sınırlaması ya da denetim altına alması uygulamalarında uluslararası alanda benimsenmiş olan insan haklarını sınırlamaması gerekmektedir. Oysa, Çin’in nüfus fazlası ülke içi ekonomik dengeleri bozduğu için ve bu doğrultuda dış piyasaya yönelik rekabet şansını düşürdüğünden, Çin devleti doğum kontrolü ve kısırlaştırma programlarını devlet öncülüğünde zorlayıcı bir biçimde uygulamaktadır. Bazı bölgelerde nüfus dengesini oluşturabilmek için zorlayıcı kısıtlamalar bile gündeme getirilmekte ve bu nedenle de Çin toplumunda bazı gerginlikler ve tepkiler ortaya çıkabilmektedir. Çok büyük bir nüfusun frenlenebilmesi ve yönlendirebilmesi ancak sert önlemlerle mümkün olabilmekte, bu durum da insanların en temel haklarına yönelik tecavüz anlamına gelebilmektedir. Elliden fazla etnik grubun yer aldığı Çin nüfusunun yaklaşık olarak dörtte üçünü Han grubu oluşturmaktadır. Çok uluslu bir ülke olmasına rağmen, ülkede Han grubu büyük çoğunluğu ile ulusal bütünlüğü sağlamaktadır. Hanlar bütün Çin bölgelerine dağılmış bir yaygınlık içinde yaşamaktadırlar. Hanlıların sâhip oldukları ortak kültür Çin ulusunun genel kültürel yapısını oluşturmuştur. Hanlılar ülkenin her tarafına yayıldıkları için Çin ülkesinde bir kültürel bütünlük sağlayabilmektedirler. Bunun yanı sıra, diğer etnik gruplar ayrı topluluklar hâlinde yaşadıkları bölgelerde kültürel özerklik hakkına sâhip olabilmektedirler. Devlet uluslararası antlaşmalar ve sözleşmeler doğrultusunda etnik grupların azınlık haklarını tanımakta ve bunların gelişmesi için yardımcı olmaktadır. Bugün Çin’de yetmişten fazla etnik azınlık kendi alt dillerini kullanabilmektedirler.

Çin’in kalabalık nüfusu tek bir dine değil, Asya dinleri denen mistik kültürel dinlere sâhiptirler. Buda, Konfüçyüs ve Tao’nun ortaya koydukları ilkeler sonraki dönemlerde birer ahlâk ilkeler olarak yaşamış ve yaygınlık kazanmışlardır. Nüfusun yüzde doksanı bu üç dine inanırken geri kalan yüzde onluk kısımda Müslümanlar ve Hıristiyanlar yer almaktadırlar. Çin dinleri atalara ve aileye saygı duymaya öncelik verdiği için, kalabalık toplumun düzene konulmasında ve sosyal yaşamın kurallara bağlanmasında olumlu etkileri olmuştur. Çin ülkesi, geleneksel dinleri ve kültürleri ile günümüz koşullarında da yaşamını sürdürmekte ve dış dünyaya açılırken, geçmişten gelen mirasına sâhip çıkmaktadır. Çin bu farklı konumu ile diğer Asya ülkelerinden ayrılmakta, daha önce sömürge yönetimi altında kalmadığı için Batılı değerlere uzak kalmış bir toplum yapısını barındırmaktadır. Devlet, ülke yararına din çalışmalarını düzenleme hakkına sâhiptir.

Ortaçağ sonrasında Avrupa ülkeleri bütün dünyaya açılırken, dünya kıtalarını ve kara parçalarını sömürge durumuna düşürürken, Çin sürekli olarak aynı ülkede kalmıştır. Uçsuz bucaksız alanlara yayılmış olan Çin, bu kadar büyük ülkeden kalkarak başka bölgelere gidecek bir duruma hiç bir zaman gelmemiştir. Bir anlamda bu kadar büyük bir ülke Çin halkına yettiği için, Avrupa’nın küçük ülkeleri gibi Çinliler kendilerine yeni ülkeler ya da yaşam alanları aramak için denizlere açılmak gereksinmesini duymamışlardır. Çin bu kadar büyük bir kıtasal ülkede yayılarak yaşamanın getirdiği uyuşukluğu uzun bir süre üzerinden atamamış, yanı başındaki ada ülkesi küçük Japonya ise küçük adalar kendisine yetmediği için, yeni yaşam alanları ve ülkeler aramak için yollara düşerek, uzun süre sömürgecilik yapmıştır. Batılılar on beşinci yüzyılda sömürgeciliğe başlarken, bir doğu gücü olarak Japonya da on sekizinci yüzyıldan sonra adaların dışına çıkarak doğu denizlerinde egemenlik kurmayı ve tıpkı İngiltere gibi, doğunun ada devleti olarak denizlerde üstünlük kurmayı hedeflemiştir. Japonya küçük bir devlet olarak bütün Asya kıyılarını sömürgeye çevirirken, Çin uzun süre içe kapanık bir dönem geçirmiş, daha sonraları İngiliz emperyalizminin Uzak Doğu’da başlattığı Afyon savaşı ile Çin halkı zorla uyutularak, Çin’in uyanması ve çevreye yönelmesi batılı emperyalist güçler tarafından engellenmiştir. Yirminci yüzyıla gelene kadar Asya’nın en büyük ülkesi olan Çin’in uyanması ve sınırları dışına çıkması sürekli olarak engellenmiştir. Modern çağlara girerken, dünyanın en büyük ve kalabalık ülkesi olan Çin Ortaçağ’dan kalma geleneksel kırsal yapıda yaşama bir anlamda mahkûm edilmiştir. Çin’in içinden çıkarak dışa açılan kesimler ve gruplar öne çıkamayınca Çin dünyanın arkasında ve dışında yirminci yüzyıla kadar geleneksel biçimde varlığını sürdürmüştür.

Çin devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı Rusya’yı ve ona bağlı olan bütün Kuzey Asya’yı uyandırırken İkinci Dünya Savaşı sonrası Çin, yeni bir sosyalist yapılanma ile ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemlerde, sürekli olarak köylü ayaklanmalarına sahne olan Çin’de bir türlü toplumsal düzen kurulamayınca, giderek artan nüfusu kontrol edebilmek ve Çin’i modern dünyaya hazırlayabilmek üzere olayların geliştiği görülmüştür. Çin’de yirminci yüzyılın başlarında toplumsal depremler birbirini izlerken, Sun Yat Sen devleti ve cumhuriyetini yeniden kurmuştur. Çan Kay Şek ise Çin devletini geleneklere uygun bir biçimde yönetmeğe çaba göstermiştir. Toplumsal patlamalar bir devrimi gündeme getirdiğinde ise Mao Zhe Dung Çin’de sosyalist devrimi gerçekleştirerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devleti ve toplumu yeniden yapılandırmıştır. Çin’de sosyalist devrimin başarıya ulaşması toplumu ve kitleleri sarsmış, ilk kez bu aşamada silkelenen Çin toplumu etrafına baktığında Tibet ve Doğu Türkistan bölgelerini Çin yönetimi kendi kontrolü altına almıştır.

Çin Komünist Partisi 1949 yılı itibarıyla iktidara gelmiş ve yeni sosyalist Çin’i kurmuştur. Çin bu tarih itibarıyla geleneksel yaşam düzeninden sosyalist bir toplum düzenine geçmiş, sosyalist devrim milyarlık Çin toplumunu Ortaçağ uykusundan uyandırarak ayağa kaldırmıştır. Çin uyanınca etrafına bakarak, Tibet, Doğu Türkistan ve Güney Moğolistan ile Mançurya’yı kendi yönetimine bağlamıştır. Böylece geniş Asya kıtasında, kıtanın kuzey küresini kaplayan Sovyetler Birliği’ne karşı, Çin’in merkezi olduğu bir “doğu ittifakı” oluşturulmuştur. Bir uzun yürüyüş sonrasında, bütün Çin halkını arkasına alarak iktidara gelen Çin Komünist Partisi, ülkenin büyük nüfusunu dikkate alan yeni bir sosyalist yapılanma yoluna gitmiştir. Mao Zhe Dung ülkede uzun süreli bir iktidar döneminde ülkeyi Marksizm-Leninizm doktrini biçiminde yönlendirerek, geleneksel toplum yapısına son vermiş daha sonra da modern çağlara uygun bir sosyalist toplum yaratabilmek için Çin’in gereksinmeleri doğrultusunda ve ülke koşullarına uygun düşen tarzda birbiri ardı sıra devrimler gerçekleştirmiştir. Devlet yeniden kurulurken, ülkedeki birimler daha sıkı bir düzen içinde merkeze bağlanmış, yerel yönetimler güçlü bir merkez aracılığıyla yönlendirilmiştir. Çin böylesine güçlü ve büyük bir devlet modeline giderek, diğer büyük devletlerin karşısına çıkabilmeyi hedeflemiştir. Mao sonrasında ise, Çin’de önemli değişiklikler gündeme gelmiş ve sosyalist devrimin katılığı zaman içerisinde daha yumuşak bir yapılanmaya doğru dönüştürülmüştür.

Mao sonrasında Deng ve Zemin politikaları ile Çin yavaş yavaş katı bir sosyalist kapalı toplumdan, daha yumuşak ve dünyaya açık bir ülke olmağa doğru evrim geçirmiştir. Tarihin ilk dönemlerinden gelme büyük ve güçlü devlet merkezi Pekin’de devam ederken, Çin devleti merkezi kalesini koruyarak bir dünyaya açılma programını benimsemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması Çin’i yakından etkilemiş ve soğuk savaşın sona ermesi ile beraber Rusya gibi Çin de demirperdeleri kaldırarak dış dünyaya kapılarını açmıştır. Özellikle ABD başkanı Nixon’un Çin ziyareti, Çin’deki bu yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Çin bu aşamadan sonra ABD ile ilişkilerini normalleştirmiş ve uluslararası kuruluşlarda daha etkin bir biçimde yer almağa başlamıştır. Küreselleşme döneminin getirdiği özgürlükler havası, bütün ülkelerdeki duvarları ve demirperdeleri ortadan kaldırırken, Çin de yüzyılların içe kapanmışlığından kurtularak dış dünya ile yeni bir ilişki dönemine girmiştir. Bu aşamadan sonra Çin’in çok yönlü ilişkiler diplomasisine yöneldiği görülmektedir. Özellikle Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla beraber, dünya ticaretinde Çin giderek artan bir hızla öne çıkmağa başlamıştır.

Soğuk savaş sonrasında artık dünyaya açılan ve devletlerarası rekabette yer alan bir Çin faktörü öne çıkmaktadır. Çin, Birleşmiş Milletler’in kurucusu ve Güvenlik Konseyi’nin beş büyük daimi üyesinden birisi olarak dünya dengelerinde eskisine oranla daha ağırlıklı bir konuma gelmiş ve bu doğrultuda uluslararası olayların yönlenmesinde etkisini artırmıştır. Ne var ki, Çin’in bu yeni konumundan ileri gelen avantajlarını kullanabilmesini önleyebilmek üzere Batılı ülkelerin yeni manevralara kalkıştıkları görülmeye başlanmıştır. Çin yeni dönemde ABD ile işbirliğine giderek dünya piyasalarındaki yerin pekiştirme yoluna gitmiş, ABD’nin en çok ithalat yaptığı ikinci ülke konumuna gelince, ilişkilerdeki ekonomi siyasetin önüne geçmiştir. Eskiden gelen çatışma yeni dönemde çekişme ve diyaloga dönüşmüş, ekonomik rekabet artarken, siyasal konularda da diyalog yavaş yavaş devreye girmeğe başlamıştır. Çin üretim patlaması gerçekleştirmesine rağmen, hâlen Asya kıtasında bölgesel bir güç konumundadır ve dünya piyasalarında Batı ülkeleri ile rekabet edebilecek konuma gelememiştir. Bugün için Batılı devletlere rakip olmayan Çin son yıllarda geliştirdiği üretim patlaması sayesinde bütün ülkelerde hızlı bir pazar kapma aşamasına gelmiştir. Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi Batılı güçleri telaşa sürüklediği için, ABD ve Avrupa, Avrasya ve Ortadoğu bölgelerinde kendilerine yeni alanlar yaratmaktadırlar.

Çin’in son yıllarda gerçekleştirdiği ekonomik yükseliş ve olası bir Çin-Amerika stratejik rekabeti çekişmeden çatışmaya dönüşürse, bir Üçüncü Dünya Savaşı gündeme gelebilecektir. Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan 11 Eylül saldırılarından sonra bütün dünyada terör korkusu tırmanmış ve güvensizlik ortamı hızla genişlemiştir. Bölgesel ve küresel entegrasyona yönelen ekonomik karşılıklı bağımlılık sürecinde Çin ve Amerika gibi iki ulus devlet ön plânda çekişmekte ve iş giderek milliyetçiliğe doğru dönüşmektedir. Çin ve Amerika arasında ortaya çıkabilecek hegomonik çatışma aşamasında, tüm dünya bölgelerini sarsacak yeni gelişmeler ortaya çıkabilir. Amerika ile Çin kapışırsa, her türlü felâket senaryosunun gündeme gelebileceğini öne süren çok ciddî yaklaşımlar vardır. Dünya dengeleri yeniden oluşturulurken gelecekte muhtemel bir ABD-Çin çatışmasını önleyebilecek biçimde küresel dengelerin dikkate alınması gerekmektedir. Çin ile beraber Rusya ve Hindistan ya da Brezilya gibi yeni dünya devleri bir araya girerek, yeni dengelerle çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önleyebilirler. Dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olan Japonya’nın dünya dengelerinin yeniden kurulmasında etkili bir rolü bulunabilir. Âdil ve demokratik bir küresel yönetim yapılanması aslında ulus devletler arasındaki milliyetçi kavgayı önleyebilir ve bir yeni denge oluşturabilir.

Çin’in ABD ile ilişkilerini dengeleyen ülke Rusya’dır. Rusya ile Çin hem Batı’ya karşı işbirliği yaparken hem de doğunun egemenliğini ele geçirme konusunda rekabet hâlindedir. Çin kapalı bir toplum olarak şimdiye kadar hiç bir zaman Avrasya bölgesinde etkili olamamıştır. Rusya bu açıdan her zaman önde olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Türkistan ve Tibet’i ele geçiren Çin, Avrasya bölgesine komşu durumuna gelince, Avrasya’nın geleceğinde etkili olabilecek bir pozisyonu yakalayabilmiştir. Avrasya bölgesindeki rekabette her zaman önde olan Rusya, bunu Sovyetler Birliği gibi bir ideolojik imparatorluğu tüm Avrasya bölgesinde kurarak ortaya koymuştur. Giderek azalan nüfusu ile Rusya hem ideolojik imparatorluğunu hem de Avrasya bölgesindeki federatif hegemonyasını yitirmiştir. Çin ise, ikinci dünya savaşı sonrasında ele geçirdiği Tibet ve Sincan bölgelerinden yararlanarak sâhip olduğu büyük nüfus potansiyeli ile Avrasya bölgesinin merkezi olan Orta Asya’yı diğer adı ile Batı Türkistan’ı anında işgal edecek ve ele geçirecek bir güce sâhip bulunmaktadır. Asya içi dengelerde Çin Rusya ile rekabetini, Pakistan ile yakınlaşarak dengelemeye çalışmıştır. Eski dönemlerde soğuk savaşın etkisi ile barış içinde birlikte yaşama ilkesi doğrultusunda Rusya ve Çin Batı emperyalizmine karşı işbirliği yapıyorlardı. Rusya Sovyetler Birliği’nin patronu olarak bütün sosyalist dünyaya müdâhale etmeye başladığında, Çin bu durumdan fazlasıyla rahatsız oluyor ve kendi başına sosyalist dünyada ayrı bir çizginin izleyicisi oluyordu. Maoizm bir anlamda Sovyet kontrolündeki sosyalizme ya da komünizme alternatif olarak gündeme geliyordu. Zaman zaman iki ülke arasında gerginleşen ilişkiler, Çin’i Asya sosyalizminin önderliğine sürüklemiş, Rusya ise kendisine bağlı olan Sovyet dünyasının patronu olarak Çin’in bu çıkışlarına karşı direnmiştir.

Geçmişte birbirine rakip olan Rusya ve Çin, küreselleşme döneminde ABD merkezli Atlantik emperyalizmine karşı kendilerini korumak ve bu doğrultuda işbirliği yapmak üzere hareket geçmişlerdir. Özellikle ABD’nin yeni yüzyılın ilk yıllarında Afganistan ve Irak gibi iki küçük ülkeye askerî işgal hareketi ile girmesi, Afganistan üzerinden Orta Asya, Irak üzerinden Hazar havzasına yönelen bir askerî saldırıyı sürdürmeye çalışması karşısında Asya’nın iki devi olarak Rusya ve Çin bir araya gelerek Atlantik emperyalizminin Avrasya kıtasını işgaline karşı çıkmışlar ve bu işbirliğini daha sonraları Orta Asya ülkelerini de yanlarına alarak Asya’nın korunması için bir Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dönüştürmüşlerdir. ABD saldırganlığı devam ettikçe, Çin-Rus ittifakı gelişmekte ve Şanghay örgütü de bir Asya savunma paktına dönüşme yolunda ilerlemektedir. Atlantik saldırganlığı bir Asya savunmasının oluşmasına neden olmuş ve Avrasya bölgesi Asyalı güçlerin denetimi altına alınmıştır.

Yeni muhafazakârların işgal ettiği ABD yönetimi, Atlantik yönetimi adına Avrasya bölgelerine saldırmağa devam ettiği sürece, Rusya ve Çin’in, ortak hareket ederek, Asya kıtasını ve doğu bölgeleri koruyacağı çok açıktır. Taliban’ı kurdurarak Afganistan’a müdâhale ortamı yaratan ABD; Müslüman görünümlü terör olaylarını örgütleyerek bütün Avrasya ülkelerinde istikrarsızlık ortamını kışkırtmakta ve bunu bahane ederek Avrasya bölgesine askerî güçleri ile girerek işgale kalkışmaktadır. Irak ve Afganistan saldırılarında 11 Eylül olayları bir bahane olarak kullanılmış, iki bağımsız devletin askerî işgali bu yoldan meşrulaştırılmak istenmiştir. ABD yönetiminin Atlantik emperyalistleri tarafından dünya hegemonyası için kullanılması ve bu doğrultuda Avrasya kıtasının çeşitli ülkelerine işgal senaryoları düzenlenmesi, sürekli olarak dünya platformunda güvensizlik yaratmakta ve giderek canavarlaşan ABD saldırganlığına karşı Çin ve Rusya gibi iki büyük dev, Asya kıtasının güvenliği için bir araya gelebilmektedir. Yirminci yüzyılın Atlantik hegemonyasının merkezi olan New York’a karşı, Çin Pasifik Okyanusu kıyısındaki ticaret merkezi olan Şanghay’ın önce Asya kıtasının daha sonra da New York gibi dünyanın başkenti olması hedefini ortaya çıkarmaktadır. Şanghay adı ile oluşturulan örgütlenme önceleri bir bölgesel işbirliği ve dayanışma örgütlenmesi olarak gündeme gelmiş, daha sonraları ise ABD’nin İslâmî görünümlü terörü bahane ederek Avrasya’ya girmesine karşılık bir güvenlik örgütüne dönüşmüştür. ABD gibi bir süper gücün saldırganların eline geçmesi karşısında bozulan dünya barışı ve dengelerinin yeniden kurulabilmesi ancak Rusya ve Çin gibi iki eski kutup başı dev ülkenin bir araya gelmesiyle olabilecektir. Bu nedenle bir işbirliği örgütü olan Şanghay dayanışması almış olduğu kararlar doğrultusunda hızla askerî bir güvenlik örgütlenmesine dönüşmekte ve bu doğrultuda bütün Orta Asya ve diğer doğu ülkelerini eşit koşullarda dayanışma amacıyla içine almaktadır. Batı emperyalizmi adına ABD saldırganlığı devam ettiği sürece, Şanghay Örgütü’nün tıpkı NATO gibi bir doğu bölgesi güvenlik ve savunma örgütüne dönüşmesi kaçınılmazdır: Ayrıca Şanghay Örgütü’nün giderek doğunun ötesinde, ABD’nin NATO’yu kendi jandarması doğrultusunda kullanması durumu devam ederse, Atlantik saldırganlığına karşı çıkan bir küresel güvenlik örgütüne dönüşmesi de gündeme gelebilir. ABD’nin NATO’yu Batı emperyalizminin bekçisi olarak kullanmağa devam etmesi, bu saldırganlığa karşı dünya ülkelerinin karşı güvenlik örgütüne yönelmelerine neden olabilecektir ki, bu da Şanghay Örgütü’nün dünya güvenlik örgütüne dönüşmesini beraberinde getirecektir. Dünyanın bugün içine sürüklenmiş olduğu Atlantik saldırganlığı döneminin sona ermesi ve yeniden bir dünya barışının Birleşmiş Milletler çatısı altında oluşturulabilmesi için küresel güç dengelerinde böylesine bir yeniden yapılanmaya gereksinim bulunmaktadır. Çin, Rusya ile işbirliği yaparak bu dönüşümü sağlayabilir.

On dört devletle çevrelenen Çin, iç ve dış güvenliği için her zaman bir büyük devlet ve merkezî güç olarak ayakta kalacaktır. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, bu durumuna paralel olarak dünyanın en kalabalık ordusunu barındırmaktadır. Kıtasal genişlikteki bir büyük ülkenin iç güvenliği büyük bir orduyu gerekli kıldığı gibi, doğu bölgesinin en büyük devleti olarak Çin ayın zamanda Asya kıtasının güvenliğini de düşünmek durumundadır. Çin dış dünyaya açılırken, kendi bölgesindeki gelişmeleri dikkate alarak hareket etmekte ve bu doğrultuda bölgesel güvenlik için de bir büyük orduyu korumaktadır. Bir asker devlet olarak Çin batı dünyası ile ilişki kurarken karşısına NATO ittifakı çıkmakta ve gelecekte muhtemel bir çekişme ya da çatışma ihtimaline karşı da dünya güvenlik dengeleri için bir büyük ordu gereksinmesi Çin tarafından değerlendirilmektedir. Çin ile beraber Rusya’nın da asker devlet olması, yeni dönemde Hindistan’ın Batı destekli bir büyük askerî güç olarak ortaya çıkarılmasına neden olmuştur. Şanghay Örgütü Çin-Rus ittifakı ile askerî güce dönüşürken, Batılı güçler Asya’nın askerî gücünü gene bu kıtanın bir büyük devleti olan Hindistan ile dengeleyebilmenin çabası içine girmişlerdir. Dünya güvenliği açısından, Birleşmiş Milletlerin beş büyük ülkesinden birisi olan Çin ABD ve müttefikleri ile her platformda ilişkilerini geliştirmekte, ne var ki, iş Atlantik emperyalizminin Avrasya bölgesini işgaline gelince ortaya Çin-Rus dayanışması çerçevesinde bir Şanghay Örgütü Asya güvenlik örgütü olarak çıkmaktadır. ABD NATO’yu Ortadoğu’ya getirmek, ya da Afganistan’da güvenlik işlerini NATO’ya yaptırarak, kendi denetimindeki bu askerî gücü bir dünya jandarmasına dönüştürme eğilimi taşımaktadır. NATO’nun Ortadoğu’ya taşınmasına başta Avrupa ülkeleri karşı çıkmışlar ve NATO’nun geleceği ile ilgili olarak ortaya bir Avrupa ve Amerika çatışması çıkmıştır. Avrupa’nın büyük ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, ABD Atlantik emperyalizminin dünya hegemonyası için NATO merkezli bir süreçte ısrarlı olmaktadır. ABD’nin askerî birliği konumundaki NATO örgütlenmesi Avrupa’nın itirazları doğrultusunda bir Batı ittifakı olmaktan çıkarak Atlantik yapılanmasına bekçilik yapmaktadır. Bu nedenle Irak ve Afganistan’da NATO ile hareket etmek için ısrarcıdır. NATO’nun dünya jandarmalığı konumunda Atlantik emperyalizmi dünyanın ortası olan Avrasya’yı işgal ederken, Çin ve Rusya’nın bu durumu izlemesi düşünülemez. Her ikisi de Avrasya bölgesinin komuşu olan bu büyük devler ABD hegemonyasına karşı dengeyi Avrasya’da işbirliği kurarak ve bir güvenlik yapılanması oluşturarak bağlamak istemektedirler. Avrasya bölgesinde, Batılı güçlerle Doğulu güçlerin karşı karşıya gelmesi, bütün dünyayı tehdit edecek bir Üçüncü Dünya Savaşı anlamına gelir ki, buna da ne bölge ülkeleri ne de dünyanın diğer güçleri izin vermek istemeyeceklerdir.

ABD’nin Avrasya stratejisi doğrultusunda Avrasya’nın içlerine girmesine karşılık, Çin Avrasya stratejisini buna göre ayarlamıştır. Doğu Türkistan’dan Batı Türkistan’a atlamayı düşünen Çin emperyalizmi de, bu doğrultuda fırsat kollarken, Rusya’nın da Sovyetler Birliği sonrasında, büyük çöküşten hızla toparlanmaya yönelmesi ve eski denetimi altındaki Avrasya ülkelerine yönelmesi sürecinde Avrasya bölgesinde çok merkezli ve oyunculu yeni bir oyun gündeme gelmiştir. Çin, Avrasya bölgesinde kendi geleneksel emperyalist yaklaşımını sürdürürken, Avrupa ve Amerika üzerinden bu bölgeye yönelen Batı emperyalizmine karşı koyacak bazı politikaları da kendine yakın olan kesimlerle örgütlemeye çalışmaktadır. Çin açısından, bugünkü Avrasya bölgesinde kesinlikle eski Sovyetler Birliği benzeri bir yapılanma ya da bir büyük emperyalist gücün denetiminde bir bölgeselleşme düşünülmemektedir. Çin, Rusya’nın bu doğrultuda geliştirdiği “yakın çevre” politikasına ve Bağımsız Devletler Topluluğu yapılanmasına nasıl karşı çıkmışsa, gene benzeri bir biçimde Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrasya’yı ele geçirme stratejisine de karşı çıkmaktadır. Çin Asya ve kendi güvenliği açısından, kendisinin dışındaki bir gücün Avrasya bölgesinde hegemonya kurmasına kesin olarak karşı çıkmaktadır. Rusya kadar, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Hindistan, İran ya da Türkiye merkezli yeni bir Avrasya yapılanması Çin açısından istenmemektedir. Ayrıca, Avrasya bölgesinde oluşacak bir büyük Türk Birliği ya da bölgede yaygın olan İslâm dinî çerçevesinde gündeme gelebilecek bir İslâm Birliği yapılanması, Çin için büyük tehdit anlamına gelmektedir ve bu nedenle bunlar önlenmelidir. Çin kendi güvenliği açısından Avrasya bölgesini ya tam olarak kendi denetimi altına alabilmek istemekte ya da bir başka büyük gücün merkezinde olduğu yeni bir Avrasya yapılanmasını önlemek istemektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bugünkü durum bir anlamda Çin’in işine gelmektedir. Bir büyük gücün egemen olmadığı bir Avrasya dönemi Çin açısından daha güvenlikli ve rahatlatıcıdır. Uygur bölgesi gibi Büyük Türkistan’ın bölünmesinden sonra ortaya çıkmış olan Orta Asya’nın parçalı yapısından meydana gelen yeni devletler, Çin için bir tehlike ya da tehdit arzetmemektedir. Ne var ki, bunlar bir araya gelirlerse ve yeniden bir bölgesel birlik olarak Türkistan Federasyonu’nu kurarlarsa, Çin için önemli bir tehdit meydana getireceklerdir. Çünkü Türkistan’ın doğusu bugün Çin’in sınırları içinde kalmaktadır ve yarın böylesine bir Orta Asya Federasyonu oluşturulursa, Doğu Türkistan, Batı Türkistan devletleri ile beraber Büyük Türkistan Federasyonu içinde yer alacaktır. Böylesine bir sonuç da Çin’in bölünmesine giden yolu açacaktır. Doğu Türkistan’ın Uygur Cumhuriyeti olarak Türkistan Federasyonu içinde yer alması, Çin’i böleceğinden, daha sonraki aşamada Tibet, Mançurya ve güney Moğolistan’da Çin’den koparak kendi bağımsız siyasal düzenlerini kurabilecektir.

Sovyetler Birliği dağılır dağılmaz Kazakistan’dan bir milyon Çinli’nin toprak alması, Çin’in Avrasya siyasetinin gereğidir. Yahudiler nasıl toprak satın alarak Filistin’e yerleştilerse, Amerikalılar ve Avrupalılar nasıl toprak satın alarak Anadolu’ya yerleşiyorlarsa, Çin’de bir milyon Çinli’nin toprak satın alarak Kazakistan’a yerleşmesini devlet olarak desteklemiştir. Ne var ki, daha sonraki dönemde ABD’nin devreye girmesiyle beraber Çinlilere yapılan toprak satışları iptal edilerek, Çin’in Sovyet sonrası dönemde Orta Asya’ya çıkartma yapması önlenmiştir. Çinlilerin toprak alımını iptal ettiren ABD kendi vatandaşlarına dünyanın her yerinde toprak alma özgürlüğünü tanıyarak çifte standartlı bir yaklaşımı her zaman olduğu gibi sergilemiştir. ABD kendi vatandaşlarına tanıdığı yabancı ülkede toprak alma hakkını Çinlilere Orta Asya’da tanımamıştır. Satın alınan topraklar daha sonra ABD baskısıyla geri alınmıştır. Böylece Çin’in Doğu Türkistan’dan Batı Türkistan’a atlama yolu kesilmiştir. Çin, ABD’nin bu müdâhalesini Avrasya’da bir güvenlik sorunu olarak görmüş, Atlantik emperyalizminin on bin kilometre öteden gelerek bu bölgeye karışmasını bir türlü kabul edememiştir. ABD, gelecekte kendi plânları için hazırladığı Avrasya ülkelerini, Çin ya da Rusya’ya kaptırmamak, soğuk savaş sonrasında askerî olarak girmiş olduğu bu bölgeyi kendi çıkarlarına uygun düşecek bir biçimde düzenleyebilmek için Orta Asya’daki geniş ülkelerin nüfus boşluğunu korumak ve bir Çin saldırısına izin vermemek üzere böyle bir politika geliştirmiştir. Çinlilere kapatılan Orta Asya ülkeleri, ABD askerlerine ve tüccarlarına açılmış, ABD hem askerî üsler kurarak bu bölgeyi Çin ve Rusya’ya karşı kendi hegemonyası altına almış, hem de yoğun bir ticaret akışı ile ekonomik olarak ortada kalan Türk devletlerini ele geçirmiştir. Orta Asya Türk devletleri bu süreç içinde dış dünyaya açılmışlar ve zaman içerisinde ekonomik açıdan Batı Bloku’na bağımlı bir duruma getirilmişlerdir.

Çin Avrasya’da Rusya, ABD ve Avrupa Birliği ile rekabet ederken, bölge ülkesi olmaktan ileri gelen yakınlığını kullanmak istemiştir. Tarihten gelen İpek Yolu yeniden canlandırılarak, komşular arasındaki ticaret ve geliş gidiş kolaylaştırılmak istenmiş, bu durumdan yararlanılarak, Orta Asya ülkelerinin Çin’e ekonomik açıdan daha yakın olmaları amaçlanmıştır. Böylece bu ülkelerin Batı’ya ya da yeniden Kuzey’e kaymaları engellenmeye çalışılmıştır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkelerin bir araya gelerek kendi aralarında bir ortak düzen kurmalarına da Çin karşı çıkmış ve bunu engellemek için her yolu denemiştir. Orta Asya ülkelerini tıpkı Uygur bölgesi gibi kapmaya ya da yutmaya hazır olan Çin, bu durumu önleyebilecek bütün çözümlere karşı çıkmış ve direnmiştir. Önceliği Kazakistan’a veren Çin, buradan diğerlerine atlamaya hazırlanırken önü kesilmiş ama bu boşluğu batılılar kendi stratejileri çerçevesinde doldurmak için harekete geçmişlerdir.

Sürekli olarak bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerine dış politikada bağlı kalan Çin, dünya barışının korunmasına öncelik vermekte ve bu doğrultuda gereken girişimleri yürüterek, uluslararası politik düzende dengelerin yeniden kurulabilmesi için çaba göstermektedir. Dış dünyaya sosyalizm sonrasında açılırken, ekonomik açılıma öncelik vermek, Rusya gibi hemen Batı tipi demokrasiye yönelmemektedir. Böylece merkezî devlet yapılanmasını koruyarak ve bu yapıdan gelen gücü en üst düzeyde kullanarak uluslararası arenaya açılmaktadır. Sahillerden dışa açılırken, ülkenin orta bölgelerindeki merkezî yapıyı koruyan Çin, Sovyetler Birliği gibi hemen dağılmamak için ikili bir strateji izlemiştir. Ekonomiyle dışa açılmanın karşılığı siyasetteki merkezî yapının korunması olmuştur, çünkü ekonomik dışa açılma birçok ülkede siyasal yıkımı beraberinde getirdiği için, Rusya deneyiminden ders alan Çin kendi yapısını ve gücünü bu yoldan koruyabilmiştir. Böylece, ABD ve Avrupa Birliği gibi büyük güçlerle dünya platformlarında at başı bir rekabeti götürebilecek gücü her zaman için ayakta tutabilmiştir.

Atlantik emperyalizmi, dünya hegemonyası için Hazar bölgesi ve Sibirya’da doğal kaynakları ve zenginlikleri ele geçirebilmek üzere bir strateji izlerken, Çin’de buna karşı bir stratejiye yönelerek, hem batılıların bu bölgeye gelmelerini önleyebilmenin yollarını aramış hem de kendisi yanı başındaki bu bölgelere ulaşarak ekonomik gelişmesi için gerekli olan hammadde yatakları üzerinde etkisini artırmayı hedeflemiştir. Bugünkü statü düzeni açısından Rusya Federasyonu sınırları içinde yer alan bu bölgelerdeki etkinliğini artırabilmek için hem Rusya ile yakınlaşma, hem de Rusya Federasyonuna komşu olan Avrasya ülkelerindeki gücünü yükseltme politikalarını beraberce yürütmüştür. Ekonomik ilişkilerle beraber, siyasal yakınlaşma iyi komşuluk ilişkileri, çeşitli sorunlara ortak yaklaşım ve benzeri açılımlar, bir bölge ülkesi olan Çin’i, on bin kilometre öteden gelerek buraları işgale kalkışan Atlantik emperyalizminden daha şanslı bir konuma getirmiştir. Çin, Doğu Türkistan ve Tibet’i sınırları içinde tutarken, Orta Asya’nın diğer ülkelerini de sınırları içine alarak sâhip olduğu sınırlarını bir büyük konfederasyon yapılanması doğrultusunda Hazar bölgesine kadar ulaştırmak ve böylece, Avrupa ve Amerika gibi batılı güçlerin önüne Hazar havzasında bir Asya gücü olarak çıkmak istemektedir. Çin bu doğrultuda Orta Asya ülkeleri kadar Orta Doğu ülkeleri ile de yakından ilgilenmeye ve bu ülkelerden enerji gereksinmelerini karşılamaya başlamıştır. Bu aşamada Çin’in İran’ı en yakın müttefiki olarak görmeye başladığı anlaşılmaktadır. Avraysa hegemonya kavgasında, Çin Hazar bölgesine gözlerini diktiğinde bu havzadaki ülkelerle daha yakın olabilmenin yollarını aramaktadır. Kimini kendine müttefik olarak görmekte, kimini de Uygur bölgesi gibi sınırları içine alarak federasyon sınırını Hazar sahillerine kadar getirmek istemektedir.

Çok büyük bir ülke olmasına rağmen, dünya çapında etkili olabilmek için sâhip olunması gereken ekonominin gereksinimi olan enerjiyi Çin ancak Hazar havzası ile çözebilmektedir. Türkmenistan bu açıdan Çin için kilit öneme sâhip bir ülkedir. Hazar havzasında, İran ya da Türkmenistan üzerinden gelecek enerji hatları Çin için yaşamsal öneme sâhiptir. Çin bugün İran ile bir petrol hattını kurmakta ve gelecekte de Hazar havzasından yararlanabilmek için Kazakistan üzerinden yeni bir enerji hattının inşa edilebilmesi için devreye girmiş durumdadır. Çin, hâlen çıkmakta olan Ortadoğu petrollerinden yararlanmak istemektedir. Irak’a Amerika’nın el koyması nedeniyle, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgenin petrol ülkeleriyle Çin yeni antlaşmalar yaparak, Batılı güçlere karşı dünyanın merkezî bölgesindeki etkinliğini artırmaktadır. Ortadoğu’da, Osmanlı sonrası dönemde kurulan İngiliz egemenliği, daha sonraları ikinci dünya savaşıyla beraber ABD egemenliğine dönüşmüş ve İsrail’in kurulmasıyla beraber de mutlak bir batı üstünlüğüne dönüşmüştür. İran’ın giderek Suudi Arabistan ile beraber daha çok Çin’e yakın bir konuma gelmeleri, ABD ve İngiltere’nin yeniden Ortadoğu’ya bir askerî müdâhale getirmelerinin ana nedenidir. Çin petrol aldığı bu iki ülkeye hem daha çok yatırım yapmakta hem de silâh satarak bunların Batılı ülkeler karşısında daha bağımsız bir konumda bulunmalarını desteklemektedir.

Çin’in giderek bir dünya devi konumuna geldiğini gören Batılı güçler hem dışarıdan Çin’in önünü kesebilmek için her yolu denemektedirler, hem de ekonomik yatırımlar ve ticarî ilişkilerle Çin’i içeriden ele geçirerek kendi istedikleri yönlere çekebilmenin çabasını göstermektedirler. Küreselleşme döneminde yüz binden fazla Amerikalı Çin’e yerleşerek, Çin toplumunu içeriden ele geçirme stratejisi doğrultusunda çalışmalarını sürdürmektedirler. Ayrıca dünya kapitalist sisteminin patronu durumundaki Yahudi lobileri ve sermayesi de Amerikalılar ile beraber Çin’e gelerek yerleşmişler ve Çin ekonomisini, dünya kapitalist sisteminin çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye başlamışlardır. Merkezî devletini bozmayan Çin, bu durumda ikili bir yapıya kaymıştır. Bir tarafta bütün büyüklüğü ile Çin devleti Pekin merkezli olarak ayaktadır, diğer yandan dünya kapitalist sisteminin temsilcisi olan Amerikalı işadamları ve Yahudi sermayesi Şanghay’ı merkez alarak sahillerden bütün Çin’i ekonomik olarak kontrol altına almaktadır. Bugün Çin’de Pekin merkezli siyasal devlet ile Şanghay merkezli sermaye ve ekonomi kavgası başlamıştır. Batılılar bu kavgayı tırmandırarak Çin’i hem kuşatmakta hem de içinden ele geçirerek, batı merkezli dünya kapitalist sistemi için bir doğulu tehlike ya da rakip konumuna gelmesini önlemek istemektedirler. Çin böylesine bir iç kavgaya sürüklendiği için hem dünyaya açılımında hem de Avrasya bölgesinde etkinliğini artırmada eski hızını yitirmiş ve geri çekilmek durumunda kalmıştır. İç kavga Çin’in dış etkinliğini azatlım ve içe dönük bir çekişmeyi gündeme getirmiştir. Çin bu iç çekişmeyi geride bırakabilirse ABD’nin karşı kutbunu oluşturabilecektir.