21. YÜZYILDA ÇİN
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Asya kıtasının hemen hemen bütün doğusunu kaplayan ve güneydoğuya doğru da uzanan geniş alan üzerinde dünyanın en büyük ülkelerinden birisi olan Çin yer almaktadır. Batısında Afganistan, Tacikistan, Kırgızistan, Pakisatn, Kuzey kısmında Rusya, Moğolistan, doğusunda ise Kore, Çin denizi, Japonya, güneyinde ise Vietnam, Laos, Birmanya, Nepal, Hindistan gibi ülkelerle çevrili bulunan Çin Halk Cumhuriyeti, dünyanı en büyük üç ülkesinden birisidir. On milyon kilometrekarelik bir alana yayılan Çin, bugün dünyanın üçüncü büyüklüğe sâhip konumdadır. Yoğun bir nüfusa sâhip bu ülkede kilometrekare başına dört yüz kişi düşmektedir. Bu kıtasal büyüklük içinde Çin, birbirinden çok farklı doğal bölgelere sâhiptir. Ülkenin büyük kısmı dağlardan oluştuğu için ancak toprakların yüzde on beşlik bir kısmı ekilebilmektedir. Nüfusun büyük bir kısmı, tarım arazileri üzerinde yerleşmiş ve kırsal yaşam düzeni içinde bulunmaktadır. Büyük nüfus, suyu ve tarımı yaşamsal öneme sâhip kılmakta ve bu nedenle Çin halkı büyük kalabalıklar hâlinde ekilebilir sulak alanlar üzerinde yaşamlarını sürdürmektedirler. Çin’in bu coğrafî yapısı halkın etnik ayrılıklar ile bölünmesine engel olmuş, tarım alanlarında beraberce yaşayan farklı etnik kökenden insanlar Çin halkı olarak zaman içinde kaynaşmışlardır. Kendi aralarında birçok etnik ya da kültürel farklılıklara sâhip olmalarına rağmen, Çin’de yaşayan halklar her türlü alt kimliğin ötesinde Çinli kimliği ile bütünleşmiştir.
İki binli yılların başlarında yapılan nüfus sayımı verilerine göre bir milyar üç yüz milyonluk bir nüfusu olan Çin, bu potansiyeli ile dünya nüfusunun beşte birini kendi sınırları içinde barındırmaktadır. Bu dev nüfus Çin’e önemli ekonomik avantajlar sağlarken, aynı zamanda hem siyasal hem de sosyal birçok sorunun ülkenin başına dert olmasına giden yolu da açmıştır. Ülkeyi dışa açmaya hazırlanan devlet yönetimi, diğer ülkelerle dünya pazarlarında bire bir rekabet edebilmek için, önceliği nüfusu düşürmeye vermiştir. Yönetim bir buçuk milyarlık nüfusu her aileye tek çocuk kampanyası ile zaman içerisinde iki yüz milyon azaltılarak bir milyar üç yüz milyona indirilebilmiştir. Erkek sayısı giderek artarken, aradaki fark elli milyonun üzerine çıkmıştır. Kadın azlığı yüzünden gelecekte Çinlilerin evlenemeyeceği ve bu durumun da ülkede gerginliklere yol açacağı öne sürülmektedir. Devlet bir yandan doğum kontrolü politikası izlerken diğer yandan kısırlaştırma yapmaktadır.
Çin, Birleşmiş Milletler üyesi olarak uluslararası hukuka ve insan hakları sözleşmelerine uymakla yükümlü bulunmaktadır. Doğum kontrolü ya da kısırlaştırma ya da kürtaj gibi uygulamaların, uluslararası insan hakları hukukuna uygun olarak yapılması gerekmektedir. Bu nedenle Çin’de bu gibi konular ciddî tartışılmaktadır. Devletin nüfusu sınırlaması ya da denetim altına alması uygulamalarında uluslararası alanda benimsenmiş olan insan haklarını sınırlamaması gerekmektedir. Oysa, Çin’in nüfus fazlası ülke içi ekonomik dengeleri bozduğu için ve bu doğrultuda dış piyasaya yönelik rekabet şansını düşürdüğünden, Çin devleti doğum kontrolü ve kısırlaştırma programlarını devlet öncülüğünde zorlayıcı bir biçimde uygulamaktadır. Bazı bölgelerde nüfus dengesini oluşturabilmek için zorlayıcı kısıtlamalar bile gündeme getirilmekte ve bu nedenle de Çin toplumunda bazı gerginlikler ve tepkiler ortaya çıkabilmektedir. Çok büyük bir nüfusun frenlenebilmesi ve yönlendirebilmesi ancak sert önlemlerle mümkün olabilmekte, bu durum da insanların en temel haklarına yönelik tecavüz anlamına gelebilmektedir. Elliden fazla etnik grubun yer aldığı Çin nüfusunun yaklaşık olarak dörtte üçünü Han grubu oluşturmaktadır. Çok uluslu bir ülke olmasına rağmen, ülkede Han grubu büyük çoğunluğu ile ulusal bütünlüğü sağlamaktadır. Hanlar bütün Çin bölgelerine dağılmış bir yaygınlık içinde yaşamaktadırlar. Hanlıların sâhip oldukları ortak kültür Çin ulusunun genel kültürel yapısını oluşturmuştur. Hanlılar ülkenin her tarafına yayıldıkları için Çin ülkesinde bir kültürel bütünlük sağlayabilmektedirler. Bunun yanı sıra, diğer etnik gruplar ayrı topluluklar hâlinde yaşadıkları bölgelerde kültürel özerklik hakkına sâhip olabilmektedirler. Devlet uluslararası antlaşmalar ve sözleşmeler doğrultusunda etnik grupların azınlık haklarını tanımakta ve bunların gelişmesi için yardımcı olmaktadır. Bugün Çin’de yetmişten fazla etnik azınlık kendi alt dillerini kullanabilmektedirler.
Çin’in kalabalık nüfusu tek bir dine değil, Asya dinleri denen mistik kültürel dinlere sâhiptirler. Buda, Konfüçyüs ve Tao’nun ortaya koydukları ilkeler sonraki dönemlerde birer ahlâk ilkeler olarak yaşamış ve yaygınlık kazanmışlardır. Nüfusun yüzde doksanı bu üç dine inanırken geri kalan yüzde onluk kısımda Müslümanlar ve Hıristiyanlar yer almaktadırlar. Çin dinleri atalara ve aileye saygı duymaya öncelik verdiği için, kalabalık toplumun düzene konulmasında ve sosyal yaşamın kurallara bağlanmasında olumlu etkileri olmuştur. Çin ülkesi, geleneksel dinleri ve kültürleri ile günümüz koşullarında da yaşamını sürdürmekte ve dış dünyaya açılırken, geçmişten gelen mirasına sâhip çıkmaktadır. Çin bu farklı konumu ile diğer Asya ülkelerinden ayrılmakta, daha önce sömürge yönetimi altında kalmadığı için Batılı değerlere uzak kalmış bir toplum yapısını barındırmaktadır. Devlet, ülke yararına din çalışmalarını düzenleme hakkına sâhiptir.
Ortaçağ sonrasında Avrupa ülkeleri bütün dünyaya açılırken, dünya kıtalarını ve kara parçalarını sömürge durumuna düşürürken, Çin sürekli olarak aynı ülkede kalmıştır. Uçsuz bucaksız alanlara yayılmış olan Çin, bu kadar büyük ülkeden kalkarak başka bölgelere gidecek bir duruma hiç bir zaman gelmemiştir. Bir anlamda bu kadar büyük bir ülke Çin halkına yettiği için, Avrupa’nın küçük ülkeleri gibi Çinliler kendilerine yeni ülkeler ya da yaşam alanları aramak için denizlere açılmak gereksinmesini duymamışlardır. Çin bu kadar büyük bir kıtasal ülkede yayılarak yaşamanın getirdiği uyuşukluğu uzun bir süre üzerinden atamamış, yanı başındaki ada ülkesi küçük Japonya ise küçük adalar kendisine yetmediği için, yeni yaşam alanları ve ülkeler aramak için yollara düşerek, uzun süre sömürgecilik yapmıştır. Batılılar on beşinci yüzyılda sömürgeciliğe başlarken, bir doğu gücü olarak Japonya da on sekizinci yüzyıldan sonra adaların dışına çıkarak doğu denizlerinde egemenlik kurmayı ve tıpkı İngiltere gibi, doğunun ada devleti olarak denizlerde üstünlük kurmayı hedeflemiştir. Japonya küçük bir devlet olarak bütün Asya kıyılarını sömürgeye çevirirken, Çin uzun süre içe kapanık bir dönem geçirmiş, daha sonraları İngiliz emperyalizminin Uzak Doğu’da başlattığı Afyon savaşı ile Çin halkı zorla uyutularak, Çin’in uyanması ve çevreye yönelmesi batılı emperyalist güçler tarafından engellenmiştir. Yirminci yüzyıla gelene kadar Asya’nın en büyük ülkesi olan Çin’in uyanması ve sınırları dışına çıkması sürekli olarak engellenmiştir. Modern çağlara girerken, dünyanın en büyük ve kalabalık ülkesi olan Çin Ortaçağ’dan kalma geleneksel kırsal yapıda yaşama bir anlamda mahkûm edilmiştir. Çin’in içinden çıkarak dışa açılan kesimler ve gruplar öne çıkamayınca Çin dünyanın arkasında ve dışında yirminci yüzyıla kadar geleneksel biçimde varlığını sürdürmüştür.
Çin devrimi, İkinci Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı Rusya’yı ve ona bağlı olan bütün Kuzey Asya’yı uyandırırken İkinci Dünya Savaşı sonrası Çin, yeni bir sosyalist yapılanma ile ortaya çıkmıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrası dönemlerde, sürekli olarak köylü ayaklanmalarına sahne olan Çin’de bir türlü toplumsal düzen kurulamayınca, giderek artan nüfusu kontrol edebilmek ve Çin’i modern dünyaya hazırlayabilmek üzere olayların geliştiği görülmüştür. Çin’de yirminci yüzyılın başlarında toplumsal depremler birbirini izlerken, Sun Yat Sen devleti ve cumhuriyetini yeniden kurmuştur. Çan Kay Şek ise Çin devletini geleneklere uygun bir biçimde yönetmeğe çaba göstermiştir. Toplumsal patlamalar bir devrimi gündeme getirdiğinde ise Mao Zhe Dung Çin’de sosyalist devrimi gerçekleştirerek, İkinci Dünya Savaşı sonrasında devleti ve toplumu yeniden yapılandırmıştır. Çin’de sosyalist devrimin başarıya ulaşması toplumu ve kitleleri sarsmış, ilk kez bu aşamada silkelenen Çin toplumu etrafına baktığında Tibet ve Doğu Türkistan bölgelerini Çin yönetimi kendi kontrolü altına almıştır.
Çin Komünist Partisi 1949 yılı itibarıyla iktidara gelmiş ve yeni sosyalist Çin’i kurmuştur. Çin bu tarih itibarıyla geleneksel yaşam düzeninden sosyalist bir toplum düzenine geçmiş, sosyalist devrim milyarlık Çin toplumunu Ortaçağ uykusundan uyandırarak ayağa kaldırmıştır. Çin uyanınca etrafına bakarak, Tibet, Doğu Türkistan ve Güney Moğolistan ile Mançurya’yı kendi yönetimine bağlamıştır. Böylece geniş Asya kıtasında, kıtanın kuzey küresini kaplayan Sovyetler Birliği’ne karşı, Çin’in merkezi olduğu bir “doğu ittifakı” oluşturulmuştur. Bir uzun yürüyüş sonrasında, bütün Çin halkını arkasına alarak iktidara gelen Çin Komünist Partisi, ülkenin büyük nüfusunu dikkate alan yeni bir sosyalist yapılanma yoluna gitmiştir. Mao Zhe Dung ülkede uzun süreli bir iktidar döneminde ülkeyi Marksizm-Leninizm doktrini biçiminde yönlendirerek, geleneksel toplum yapısına son vermiş daha sonra da modern çağlara uygun bir sosyalist toplum yaratabilmek için Çin’in gereksinmeleri doğrultusunda ve ülke koşullarına uygun düşen tarzda birbiri ardı sıra devrimler gerçekleştirmiştir. Devlet yeniden kurulurken, ülkedeki birimler daha sıkı bir düzen içinde merkeze bağlanmış, yerel yönetimler güçlü bir merkez aracılığıyla yönlendirilmiştir. Çin böylesine güçlü ve büyük bir devlet modeline giderek, diğer büyük devletlerin karşısına çıkabilmeyi hedeflemiştir. Mao sonrasında ise, Çin’de önemli değişiklikler gündeme gelmiş ve sosyalist devrimin katılığı zaman içerisinde daha yumuşak bir yapılanmaya doğru dönüştürülmüştür.
Mao sonrasında Deng ve Zemin politikaları ile Çin yavaş yavaş katı bir sosyalist kapalı toplumdan, daha yumuşak ve dünyaya açık bir ülke olmağa doğru evrim geçirmiştir. Tarihin ilk dönemlerinden gelme büyük ve güçlü devlet merkezi Pekin’de devam ederken, Çin devleti merkezi kalesini koruyarak bir dünyaya açılma programını benimsemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması Çin’i yakından etkilemiş ve soğuk savaşın sona ermesi ile beraber Rusya gibi Çin de demirperdeleri kaldırarak dış dünyaya kapılarını açmıştır. Özellikle ABD başkanı Nixon’un Çin ziyareti, Çin’deki bu yeni dönemin başlangıcı olmuştur. Çin bu aşamadan sonra ABD ile ilişkilerini normalleştirmiş ve uluslararası kuruluşlarda daha etkin bir biçimde yer almağa başlamıştır. Küreselleşme döneminin getirdiği özgürlükler havası, bütün ülkelerdeki duvarları ve demirperdeleri ortadan kaldırırken, Çin de yüzyılların içe kapanmışlığından kurtularak dış dünya ile yeni bir ilişki dönemine girmiştir. Bu aşamadan sonra Çin’in çok yönlü ilişkiler diplomasisine yöneldiği görülmektedir. Özellikle Çin’in Dünya Ticaret Örgütü’ne katılmasıyla beraber, dünya ticaretinde Çin giderek artan bir hızla öne çıkmağa başlamıştır.
Soğuk savaş sonrasında artık dünyaya açılan ve devletlerarası rekabette yer alan bir Çin faktörü öne çıkmaktadır. Çin, Birleşmiş Milletler’in kurucusu ve Güvenlik Konseyi’nin beş büyük daimi üyesinden birisi olarak dünya dengelerinde eskisine oranla daha ağırlıklı bir konuma gelmiş ve bu doğrultuda uluslararası olayların yönlenmesinde etkisini artırmıştır. Ne var ki, Çin’in bu yeni konumundan ileri gelen avantajlarını kullanabilmesini önleyebilmek üzere Batılı ülkelerin yeni manevralara kalkıştıkları görülmeye başlanmıştır. Çin yeni dönemde ABD ile işbirliğine giderek dünya piyasalarındaki yerin pekiştirme yoluna gitmiş, ABD’nin en çok ithalat yaptığı ikinci ülke konumuna gelince, ilişkilerdeki ekonomi siyasetin önüne geçmiştir. Eskiden gelen çatışma yeni dönemde çekişme ve diyaloga dönüşmüş, ekonomik rekabet artarken, siyasal konularda da diyalog yavaş yavaş devreye girmeğe başlamıştır. Çin üretim patlaması gerçekleştirmesine rağmen, hâlen Asya kıtasında bölgesel bir güç konumundadır ve dünya piyasalarında Batı ülkeleri ile rekabet edebilecek konuma gelememiştir. Bugün için Batılı devletlere rakip olmayan Çin son yıllarda geliştirdiği üretim patlaması sayesinde bütün ülkelerde hızlı bir pazar kapma aşamasına gelmiştir. Çin’in önlenemeyen ekonomik yükselişi Batılı güçleri telaşa sürüklediği için, ABD ve Avrupa, Avrasya ve Ortadoğu bölgelerinde kendilerine yeni alanlar yaratmaktadırlar.
Çin’in son yıllarda gerçekleştirdiği ekonomik yükseliş ve olası bir Çin-Amerika stratejik rekabeti çekişmeden çatışmaya dönüşürse, bir Üçüncü Dünya Savaşı gündeme gelebilecektir. Amerika Birleşik Devletleri’ne yapılan 11 Eylül saldırılarından sonra bütün dünyada terör korkusu tırmanmış ve güvensizlik ortamı hızla genişlemiştir. Bölgesel ve küresel entegrasyona yönelen ekonomik karşılıklı bağımlılık sürecinde Çin ve Amerika gibi iki ulus devlet ön plânda çekişmekte ve iş giderek milliyetçiliğe doğru dönüşmektedir. Çin ve Amerika arasında ortaya çıkabilecek hegomonik çatışma aşamasında, tüm dünya bölgelerini sarsacak yeni gelişmeler ortaya çıkabilir. Amerika ile Çin kapışırsa, her türlü felâket senaryosunun gündeme gelebileceğini öne süren çok ciddî yaklaşımlar vardır. Dünya dengeleri yeniden oluşturulurken gelecekte muhtemel bir ABD-Çin çatışmasını önleyebilecek biçimde küresel dengelerin dikkate alınması gerekmektedir. Çin ile beraber Rusya ve Hindistan ya da Brezilya gibi yeni dünya devleri bir araya girerek, yeni dengelerle çekişmelerin çatışmalara dönüşmesini önleyebilirler. Dünyanın üçüncü büyük ekonomik gücü olan Japonya’nın dünya dengelerinin yeniden kurulmasında etkili bir rolü bulunabilir. Âdil ve demokratik bir küresel yönetim yapılanması aslında ulus devletler arasındaki milliyetçi kavgayı önleyebilir ve bir yeni denge oluşturabilir.
Çin’in ABD ile ilişkilerini dengeleyen ülke Rusya’dır. Rusya ile Çin hem Batı’ya karşı işbirliği yaparken hem de doğunun egemenliğini ele geçirme konusunda rekabet hâlindedir. Çin kapalı bir toplum olarak şimdiye kadar hiç bir zaman Avrasya bölgesinde etkili olamamıştır. Rusya bu açıdan her zaman önde olmuştur. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Doğu Türkistan ve Tibet’i ele geçiren Çin, Avrasya bölgesine komşu durumuna gelince, Avrasya’nın geleceğinde etkili olabilecek bir pozisyonu yakalayabilmiştir. Avrasya bölgesindeki rekabette her zaman önde olan Rusya, bunu Sovyetler Birliği gibi bir ideolojik imparatorluğu tüm Avrasya bölgesinde kurarak ortaya koymuştur. Giderek azalan nüfusu ile Rusya hem ideolojik imparatorluğunu hem de Avrasya bölgesindeki federatif hegemonyasını yitirmiştir. Çin ise, ikinci dünya savaşı sonrasında ele geçirdiği Tibet ve Sincan bölgelerinden yararlanarak sâhip olduğu büyük nüfus potansiyeli ile Avrasya bölgesinin merkezi olan Orta Asya’yı diğer adı ile Batı Türkistan’ı anında işgal edecek ve ele geçirecek bir güce sâhip bulunmaktadır. Asya içi dengelerde Çin Rusya ile rekabetini, Pakistan ile yakınlaşarak dengelemeye çalışmıştır. Eski dönemlerde soğuk savaşın etkisi ile barış içinde birlikte yaşama ilkesi doğrultusunda Rusya ve Çin Batı emperyalizmine karşı işbirliği yapıyorlardı. Rusya Sovyetler Birliği’nin patronu olarak bütün sosyalist dünyaya müdâhale etmeye başladığında, Çin bu durumdan fazlasıyla rahatsız oluyor ve kendi başına sosyalist dünyada ayrı bir çizginin izleyicisi oluyordu. Maoizm bir anlamda Sovyet kontrolündeki sosyalizme ya da komünizme alternatif olarak gündeme geliyordu. Zaman zaman iki ülke arasında gerginleşen ilişkiler, Çin’i Asya sosyalizminin önderliğine sürüklemiş, Rusya ise kendisine bağlı olan Sovyet dünyasının patronu olarak Çin’in bu çıkışlarına karşı direnmiştir.
Geçmişte birbirine rakip olan Rusya ve Çin, küreselleşme döneminde ABD merkezli Atlantik emperyalizmine karşı kendilerini korumak ve bu doğrultuda işbirliği yapmak üzere hareket geçmişlerdir. Özellikle ABD’nin yeni yüzyılın ilk yıllarında Afganistan ve Irak gibi iki küçük ülkeye askerî işgal hareketi ile girmesi, Afganistan üzerinden Orta Asya, Irak üzerinden Hazar havzasına yönelen bir askerî saldırıyı sürdürmeye çalışması karşısında Asya’nın iki devi olarak Rusya ve Çin bir araya gelerek Atlantik emperyalizminin Avrasya kıtasını işgaline karşı çıkmışlar ve bu işbirliğini daha sonraları Orta Asya ülkelerini de yanlarına alarak Asya’nın korunması için bir Şanghay İşbirliği Örgütü’ne dönüştürmüşlerdir. ABD saldırganlığı devam ettikçe, Çin-Rus ittifakı gelişmekte ve Şanghay örgütü de bir Asya savunma paktına dönüşme yolunda ilerlemektedir. Atlantik saldırganlığı bir Asya savunmasının oluşmasına neden olmuş ve Avrasya bölgesi Asyalı güçlerin denetimi altına alınmıştır.
Yeni muhafazakârların işgal ettiği ABD yönetimi, Atlantik yönetimi adına Avrasya bölgelerine saldırmağa devam ettiği sürece, Rusya ve Çin’in, ortak hareket ederek, Asya kıtasını ve doğu bölgeleri koruyacağı çok açıktır. Taliban’ı kurdurarak Afganistan’a müdâhale ortamı yaratan ABD; Müslüman görünümlü terör olaylarını örgütleyerek bütün Avrasya ülkelerinde istikrarsızlık ortamını kışkırtmakta ve bunu bahane ederek Avrasya bölgesine askerî güçleri ile girerek işgale kalkışmaktadır. Irak ve Afganistan saldırılarında 11 Eylül olayları bir bahane olarak kullanılmış, iki bağımsız devletin askerî işgali bu yoldan meşrulaştırılmak istenmiştir. ABD yönetiminin Atlantik emperyalistleri tarafından dünya hegemonyası için kullanılması ve bu doğrultuda Avrasya kıtasının çeşitli ülkelerine işgal senaryoları düzenlenmesi, sürekli olarak dünya platformunda güvensizlik yaratmakta ve giderek canavarlaşan ABD saldırganlığına karşı Çin ve Rusya gibi iki büyük dev, Asya kıtasının güvenliği için bir araya gelebilmektedir. Yirminci yüzyılın Atlantik hegemonyasının merkezi olan New York’a karşı, Çin Pasifik Okyanusu kıyısındaki ticaret merkezi olan Şanghay’ın önce Asya kıtasının daha sonra da New York gibi dünyanın başkenti olması hedefini ortaya çıkarmaktadır. Şanghay adı ile oluşturulan örgütlenme önceleri bir bölgesel işbirliği ve dayanışma örgütlenmesi olarak gündeme gelmiş, daha sonraları ise ABD’nin İslâmî görünümlü terörü bahane ederek Avrasya’ya girmesine karşılık bir güvenlik örgütüne dönüşmüştür. ABD gibi bir süper gücün saldırganların eline geçmesi karşısında bozulan dünya barışı ve dengelerinin yeniden kurulabilmesi ancak Rusya ve Çin gibi iki eski kutup başı dev ülkenin bir araya gelmesiyle olabilecektir. Bu nedenle bir işbirliği örgütü olan Şanghay dayanışması almış olduğu kararlar doğrultusunda hızla askerî bir güvenlik örgütlenmesine dönüşmekte ve bu doğrultuda bütün Orta Asya ve diğer doğu ülkelerini eşit koşullarda dayanışma amacıyla içine almaktadır. Batı emperyalizmi adına ABD saldırganlığı devam ettiği sürece, Şanghay Örgütü’nün tıpkı NATO gibi bir doğu bölgesi güvenlik ve savunma örgütüne dönüşmesi kaçınılmazdır: Ayrıca Şanghay Örgütü’nün giderek doğunun ötesinde, ABD’nin NATO’yu kendi jandarması doğrultusunda kullanması durumu devam ederse, Atlantik saldırganlığına karşı çıkan bir küresel güvenlik örgütüne dönüşmesi de gündeme gelebilir. ABD’nin NATO’yu Batı emperyalizminin bekçisi olarak kullanmağa devam etmesi, bu saldırganlığa karşı dünya ülkelerinin karşı güvenlik örgütüne yönelmelerine neden olabilecektir ki, bu da Şanghay Örgütü’nün dünya güvenlik örgütüne dönüşmesini beraberinde getirecektir. Dünyanın bugün içine sürüklenmiş olduğu Atlantik saldırganlığı döneminin sona ermesi ve yeniden bir dünya barışının Birleşmiş Milletler çatısı altında oluşturulabilmesi için küresel güç dengelerinde böylesine bir yeniden yapılanmaya gereksinim bulunmaktadır. Çin, Rusya ile işbirliği yaparak bu dönüşümü sağlayabilir.
On dört devletle çevrelenen Çin, iç ve dış güvenliği için her zaman bir büyük devlet ve merkezî güç olarak ayakta kalacaktır. Dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin, bu durumuna paralel olarak dünyanın en kalabalık ordusunu barındırmaktadır. Kıtasal genişlikteki bir büyük ülkenin iç güvenliği büyük bir orduyu gerekli kıldığı gibi, doğu bölgesinin en büyük devleti olarak Çin ayın zamanda Asya kıtasının güvenliğini de düşünmek durumundadır. Çin dış dünyaya açılırken, kendi bölgesindeki gelişmeleri dikkate alarak hareket etmekte ve bu doğrultuda bölgesel güvenlik için de bir büyük orduyu korumaktadır. Bir asker devlet olarak Çin batı dünyası ile ilişki kurarken karşısına NATO ittifakı çıkmakta ve gelecekte muhtemel bir çekişme ya da çatışma ihtimaline karşı da dünya güvenlik dengeleri için bir büyük ordu gereksinmesi Çin tarafından değerlendirilmektedir. Çin ile beraber Rusya’nın da asker devlet olması, yeni dönemde Hindistan’ın Batı destekli bir büyük askerî güç olarak ortaya çıkarılmasına neden olmuştur. Şanghay Örgütü Çin-Rus ittifakı ile askerî güce dönüşürken, Batılı güçler Asya’nın askerî gücünü gene bu kıtanın bir büyük devleti olan Hindistan ile dengeleyebilmenin çabası içine girmişlerdir. Dünya güvenliği açısından, Birleşmiş Milletlerin beş büyük ülkesinden birisi olan Çin ABD ve müttefikleri ile her platformda ilişkilerini geliştirmekte, ne var ki, iş Atlantik emperyalizminin Avrasya bölgesini işgaline gelince ortaya Çin-Rus dayanışması çerçevesinde bir Şanghay Örgütü Asya güvenlik örgütü olarak çıkmaktadır. ABD NATO’yu Ortadoğu’ya getirmek, ya da Afganistan’da güvenlik işlerini NATO’ya yaptırarak, kendi denetimindeki bu askerî gücü bir dünya jandarmasına dönüştürme eğilimi taşımaktadır. NATO’nun Ortadoğu’ya taşınmasına başta Avrupa ülkeleri karşı çıkmışlar ve NATO’nun geleceği ile ilgili olarak ortaya bir Avrupa ve Amerika çatışması çıkmıştır. Avrupa’nın büyük ülkelerinin karşı çıkmasına rağmen, ABD Atlantik emperyalizminin dünya hegemonyası için NATO merkezli bir süreçte ısrarlı olmaktadır. ABD’nin askerî birliği konumundaki NATO örgütlenmesi Avrupa’nın itirazları doğrultusunda bir Batı ittifakı olmaktan çıkarak Atlantik yapılanmasına bekçilik yapmaktadır. Bu nedenle Irak ve Afganistan’da NATO ile hareket etmek için ısrarcıdır. NATO’nun dünya jandarmalığı konumunda Atlantik emperyalizmi dünyanın ortası olan Avrasya’yı işgal ederken, Çin ve Rusya’nın bu durumu izlemesi düşünülemez. Her ikisi de Avrasya bölgesinin komuşu olan bu büyük devler ABD hegemonyasına karşı dengeyi Avrasya’da işbirliği kurarak ve bir güvenlik yapılanması oluşturarak bağlamak istemektedirler. Avrasya bölgesinde, Batılı güçlerle Doğulu güçlerin karşı karşıya gelmesi, bütün dünyayı tehdit edecek bir Üçüncü Dünya Savaşı anlamına gelir ki, buna da ne bölge ülkeleri ne de dünyanın diğer güçleri izin vermek istemeyeceklerdir.
ABD’nin Avrasya stratejisi doğrultusunda Avrasya’nın içlerine girmesine karşılık, Çin Avrasya stratejisini buna göre ayarlamıştır. Doğu Türkistan’dan Batı Türkistan’a atlamayı düşünen Çin emperyalizmi de, bu doğrultuda fırsat kollarken, Rusya’nın da Sovyetler Birliği sonrasında, büyük çöküşten hızla toparlanmaya yönelmesi ve eski denetimi altındaki Avrasya ülkelerine yönelmesi sürecinde Avrasya bölgesinde çok merkezli ve oyunculu yeni bir oyun gündeme gelmiştir. Çin, Avrasya bölgesinde kendi geleneksel emperyalist yaklaşımını sürdürürken, Avrupa ve Amerika üzerinden bu bölgeye yönelen Batı emperyalizmine karşı koyacak bazı politikaları da kendine yakın olan kesimlerle örgütlemeye çalışmaktadır. Çin açısından, bugünkü Avrasya bölgesinde kesinlikle eski Sovyetler Birliği benzeri bir yapılanma ya da bir büyük emperyalist gücün denetiminde bir bölgeselleşme düşünülmemektedir. Çin, Rusya’nın bu doğrultuda geliştirdiği “yakın çevre” politikasına ve Bağımsız Devletler Topluluğu yapılanmasına nasıl karşı çıkmışsa, gene benzeri bir biçimde Amerika Birleşik Devletleri’nin Avrasya’yı ele geçirme stratejisine de karşı çıkmaktadır. Çin Asya ve kendi güvenliği açısından, kendisinin dışındaki bir gücün Avrasya bölgesinde hegemonya kurmasına kesin olarak karşı çıkmaktadır. Rusya kadar, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği, Hindistan, İran ya da Türkiye merkezli yeni bir Avrasya yapılanması Çin açısından istenmemektedir. Ayrıca, Avrasya bölgesinde oluşacak bir büyük Türk Birliği ya da bölgede yaygın olan İslâm dinî çerçevesinde gündeme gelebilecek bir İslâm Birliği yapılanması, Çin için büyük tehdit anlamına gelmektedir ve bu nedenle bunlar önlenmelidir. Çin kendi güvenliği açısından Avrasya bölgesini ya tam olarak kendi denetimi altına alabilmek istemekte ya da bir başka büyük gücün merkezinde olduğu yeni bir Avrasya yapılanmasını önlemek istemektedir. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ortaya çıkan bugünkü durum bir anlamda Çin’in işine gelmektedir. Bir büyük gücün egemen olmadığı bir Avrasya dönemi Çin açısından daha güvenlikli ve rahatlatıcıdır. Uygur bölgesi gibi Büyük Türkistan’ın bölünmesinden sonra ortaya çıkmış olan Orta Asya’nın parçalı yapısından meydana gelen yeni devletler, Çin için bir tehlike ya da tehdit arzetmemektedir. Ne var ki, bunlar bir araya gelirlerse ve yeniden bir bölgesel birlik olarak Türkistan Federasyonu’nu kurarlarsa, Çin için önemli bir tehdit meydana getireceklerdir. Çünkü Türkistan’ın doğusu bugün Çin’in sınırları içinde kalmaktadır ve yarın böylesine bir Orta Asya Federasyonu oluşturulursa, Doğu Türkistan, Batı Türkistan devletleri ile beraber Büyük Türkistan Federasyonu içinde yer alacaktır. Böylesine bir sonuç da Çin’in bölünmesine giden yolu açacaktır. Doğu Türkistan’ın Uygur Cumhuriyeti olarak Türkistan Federasyonu içinde yer alması, Çin’i böleceğinden, daha sonraki aşamada Tibet, Mançurya ve güney Moğolistan’da Çin’den koparak kendi bağımsız siyasal düzenlerini kurabilecektir.
Sovyetler Birliği dağılır dağılmaz Kazakistan’dan bir milyon Çinli’nin toprak alması, Çin’in Avrasya siyasetinin gereğidir. Yahudiler nasıl toprak satın alarak Filistin’e yerleştilerse, Amerikalılar ve Avrupalılar nasıl toprak satın alarak Anadolu’ya yerleşiyorlarsa, Çin’de bir milyon Çinli’nin toprak satın alarak Kazakistan’a yerleşmesini devlet olarak desteklemiştir. Ne var ki, daha sonraki dönemde ABD’nin devreye girmesiyle beraber Çinlilere yapılan toprak satışları iptal edilerek, Çin’in Sovyet sonrası dönemde Orta Asya’ya çıkartma yapması önlenmiştir. Çinlilerin toprak alımını iptal ettiren ABD kendi vatandaşlarına dünyanın her yerinde toprak alma özgürlüğünü tanıyarak çifte standartlı bir yaklaşımı her zaman olduğu gibi sergilemiştir. ABD kendi vatandaşlarına tanıdığı yabancı ülkede toprak alma hakkını Çinlilere Orta Asya’da tanımamıştır. Satın alınan topraklar daha sonra ABD baskısıyla geri alınmıştır. Böylece Çin’in Doğu Türkistan’dan Batı Türkistan’a atlama yolu kesilmiştir. Çin, ABD’nin bu müdâhalesini Avrasya’da bir güvenlik sorunu olarak görmüş, Atlantik emperyalizminin on bin kilometre öteden gelerek bu bölgeye karışmasını bir türlü kabul edememiştir. ABD, gelecekte kendi plânları için hazırladığı Avrasya ülkelerini, Çin ya da Rusya’ya kaptırmamak, soğuk savaş sonrasında askerî olarak girmiş olduğu bu bölgeyi kendi çıkarlarına uygun düşecek bir biçimde düzenleyebilmek için Orta Asya’daki geniş ülkelerin nüfus boşluğunu korumak ve bir Çin saldırısına izin vermemek üzere böyle bir politika geliştirmiştir. Çinlilere kapatılan Orta Asya ülkeleri, ABD askerlerine ve tüccarlarına açılmış, ABD hem askerî üsler kurarak bu bölgeyi Çin ve Rusya’ya karşı kendi hegemonyası altına almış, hem de yoğun bir ticaret akışı ile ekonomik olarak ortada kalan Türk devletlerini ele geçirmiştir. Orta Asya Türk devletleri bu süreç içinde dış dünyaya açılmışlar ve zaman içerisinde ekonomik açıdan Batı Bloku’na bağımlı bir duruma getirilmişlerdir.
Çin Avrasya’da Rusya, ABD ve Avrupa Birliği ile rekabet ederken, bölge ülkesi olmaktan ileri gelen yakınlığını kullanmak istemiştir. Tarihten gelen İpek Yolu yeniden canlandırılarak, komşular arasındaki ticaret ve geliş gidiş kolaylaştırılmak istenmiş, bu durumdan yararlanılarak, Orta Asya ülkelerinin Çin’e ekonomik açıdan daha yakın olmaları amaçlanmıştır. Böylece bu ülkelerin Batı’ya ya da yeniden Kuzey’e kaymaları engellenmeye çalışılmıştır. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan gibi ülkelerin bir araya gelerek kendi aralarında bir ortak düzen kurmalarına da Çin karşı çıkmış ve bunu engellemek için her yolu denemiştir. Orta Asya ülkelerini tıpkı Uygur bölgesi gibi kapmaya ya da yutmaya hazır olan Çin, bu durumu önleyebilecek bütün çözümlere karşı çıkmış ve direnmiştir. Önceliği Kazakistan’a veren Çin, buradan diğerlerine atlamaya hazırlanırken önü kesilmiş ama bu boşluğu batılılar kendi stratejileri çerçevesinde doldurmak için harekete geçmişlerdir.
Sürekli olarak bağımsızlık ve tarafsızlık ilkelerine dış politikada bağlı kalan Çin, dünya barışının korunmasına öncelik vermekte ve bu doğrultuda gereken girişimleri yürüterek, uluslararası politik düzende dengelerin yeniden kurulabilmesi için çaba göstermektedir. Dış dünyaya sosyalizm sonrasında açılırken, ekonomik açılıma öncelik vermek, Rusya gibi hemen Batı tipi demokrasiye yönelmemektedir. Böylece merkezî devlet yapılanmasını koruyarak ve bu yapıdan gelen gücü en üst düzeyde kullanarak uluslararası arenaya açılmaktadır. Sahillerden dışa açılırken, ülkenin orta bölgelerindeki merkezî yapıyı koruyan Çin, Sovyetler Birliği gibi hemen dağılmamak için ikili bir strateji izlemiştir. Ekonomiyle dışa açılmanın karşılığı siyasetteki merkezî yapının korunması olmuştur, çünkü ekonomik dışa açılma birçok ülkede siyasal yıkımı beraberinde getirdiği için, Rusya deneyiminden ders alan Çin kendi yapısını ve gücünü bu yoldan koruyabilmiştir. Böylece, ABD ve Avrupa Birliği gibi büyük güçlerle dünya platformlarında at başı bir rekabeti götürebilecek gücü her zaman için ayakta tutabilmiştir.
Atlantik emperyalizmi, dünya hegemonyası için Hazar bölgesi ve Sibirya’da doğal kaynakları ve zenginlikleri ele geçirebilmek üzere bir strateji izlerken, Çin’de buna karşı bir stratejiye yönelerek, hem batılıların bu bölgeye gelmelerini önleyebilmenin yollarını aramış hem de kendisi yanı başındaki bu bölgelere ulaşarak ekonomik gelişmesi için gerekli olan hammadde yatakları üzerinde etkisini artırmayı hedeflemiştir. Bugünkü statü düzeni açısından Rusya Federasyonu sınırları içinde yer alan bu bölgelerdeki etkinliğini artırabilmek için hem Rusya ile yakınlaşma, hem de Rusya Federasyonuna komşu olan Avrasya ülkelerindeki gücünü yükseltme politikalarını beraberce yürütmüştür. Ekonomik ilişkilerle beraber, siyasal yakınlaşma iyi komşuluk ilişkileri, çeşitli sorunlara ortak yaklaşım ve benzeri açılımlar, bir bölge ülkesi olan Çin’i, on bin kilometre öteden gelerek buraları işgale kalkışan Atlantik emperyalizminden daha şanslı bir konuma getirmiştir. Çin, Doğu Türkistan ve Tibet’i sınırları içinde tutarken, Orta Asya’nın diğer ülkelerini de sınırları içine alarak sâhip olduğu sınırlarını bir büyük konfederasyon yapılanması doğrultusunda Hazar bölgesine kadar ulaştırmak ve böylece, Avrupa ve Amerika gibi batılı güçlerin önüne Hazar havzasında bir Asya gücü olarak çıkmak istemektedir. Çin bu doğrultuda Orta Asya ülkeleri kadar Orta Doğu ülkeleri ile de yakından ilgilenmeye ve bu ülkelerden enerji gereksinmelerini karşılamaya başlamıştır. Bu aşamada Çin’in İran’ı en yakın müttefiki olarak görmeye başladığı anlaşılmaktadır. Avraysa hegemonya kavgasında, Çin Hazar bölgesine gözlerini diktiğinde bu havzadaki ülkelerle daha yakın olabilmenin yollarını aramaktadır. Kimini kendine müttefik olarak görmekte, kimini de Uygur bölgesi gibi sınırları içine alarak federasyon sınırını Hazar sahillerine kadar getirmek istemektedir.
Çok büyük bir ülke olmasına rağmen, dünya çapında etkili olabilmek için sâhip olunması gereken ekonominin gereksinimi olan enerjiyi Çin ancak Hazar havzası ile çözebilmektedir. Türkmenistan bu açıdan Çin için kilit öneme sâhip bir ülkedir. Hazar havzasında, İran ya da Türkmenistan üzerinden gelecek enerji hatları Çin için yaşamsal öneme sâhiptir. Çin bugün İran ile bir petrol hattını kurmakta ve gelecekte de Hazar havzasından yararlanabilmek için Kazakistan üzerinden yeni bir enerji hattının inşa edilebilmesi için devreye girmiş durumdadır. Çin, hâlen çıkmakta olan Ortadoğu petrollerinden yararlanmak istemektedir. Irak’a Amerika’nın el koyması nedeniyle, İran ve Suudi Arabistan gibi bölgenin petrol ülkeleriyle Çin yeni antlaşmalar yaparak, Batılı güçlere karşı dünyanın merkezî bölgesindeki etkinliğini artırmaktadır. Ortadoğu’da, Osmanlı sonrası dönemde kurulan İngiliz egemenliği, daha sonraları ikinci dünya savaşıyla beraber ABD egemenliğine dönüşmüş ve İsrail’in kurulmasıyla beraber de mutlak bir batı üstünlüğüne dönüşmüştür. İran’ın giderek Suudi Arabistan ile beraber daha çok Çin’e yakın bir konuma gelmeleri, ABD ve İngiltere’nin yeniden Ortadoğu’ya bir askerî müdâhale getirmelerinin ana nedenidir. Çin petrol aldığı bu iki ülkeye hem daha çok yatırım yapmakta hem de silâh satarak bunların Batılı ülkeler karşısında daha bağımsız bir konumda bulunmalarını desteklemektedir.
Çin’in giderek bir dünya devi konumuna geldiğini gören Batılı güçler hem dışarıdan Çin’in önünü kesebilmek için her yolu denemektedirler, hem de ekonomik yatırımlar ve ticarî ilişkilerle Çin’i içeriden ele geçirerek kendi istedikleri yönlere çekebilmenin çabasını göstermektedirler. Küreselleşme döneminde yüz binden fazla Amerikalı Çin’e yerleşerek, Çin toplumunu içeriden ele geçirme stratejisi doğrultusunda çalışmalarını sürdürmektedirler. Ayrıca dünya kapitalist sisteminin patronu durumundaki Yahudi lobileri ve sermayesi de Amerikalılar ile beraber Çin’e gelerek yerleşmişler ve Çin ekonomisini, dünya kapitalist sisteminin çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye başlamışlardır. Merkezî devletini bozmayan Çin, bu durumda ikili bir yapıya kaymıştır. Bir tarafta bütün büyüklüğü ile Çin devleti Pekin merkezli olarak ayaktadır, diğer yandan dünya kapitalist sisteminin temsilcisi olan Amerikalı işadamları ve Yahudi sermayesi Şanghay’ı merkez alarak sahillerden bütün Çin’i ekonomik olarak kontrol altına almaktadır. Bugün Çin’de Pekin merkezli siyasal devlet ile Şanghay merkezli sermaye ve ekonomi kavgası başlamıştır. Batılılar bu kavgayı tırmandırarak Çin’i hem kuşatmakta hem de içinden ele geçirerek, batı merkezli dünya kapitalist sistemi için bir doğulu tehlike ya da rakip konumuna gelmesini önlemek istemektedirler. Çin böylesine bir iç kavgaya sürüklendiği için hem dünyaya açılımında hem de Avrasya bölgesinde etkinliğini artırmada eski hızını yitirmiş ve geri çekilmek durumunda kalmıştır. İç kavga Çin’in dış etkinliğini azatlım ve içe dönük bir çekişmeyi gündeme getirmiştir. Çin bu iç çekişmeyi geride bırakabilirse ABD’nin karşı kutbunu oluşturabilecektir.
ANKARA KALESİ: Kanunlar önünde eşitlik yoksa; "İnsan Hakları, Adalet ve Hukuk" yok demektir... Prof. Dr. Anıl Çeçen
5 Temmuz 2018 Perşembe
21. YÜZYILDA ÇİN - "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" - On milyon kilometrekarelik bir alana yayılan Çin, bugün dünyanın üçüncü büyüklüğe sâhip konumdadır.
Kaydol:
Kayıt Yorumları (Atom)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder