25 Mart 2019 Pazartesi

NATO BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" (Ankara, 25 Mart 2019) - İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO,

NATO, BİRLEŞMİŞ MİLLETLER ORDUSU’NA DÖNÜŞMELİDİR

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 25 Mart 2019


Soğuk savaş döneminin güvenlik örgütü olan NATO, Türkiye’deki sivil örgütlenmesi açısından tartışılırken, Romanya’nın başkenti Bükreş’te son zirve toplantısı yapıldı. Dünya tarihinin ortaya koyduğu gibi, her siyasal dönemin örgütlenmesi ya da devlet modelleri zaman içerisinde eskimekte ve içine girilen yeni dönemlerde bu gibi yapılanmaların varlığı ya da devam edip etmemesi tartışma konusu olmaktadır. 21. yüzyılın başında artık NATO için de benzeri bir değerlendirme dönemi söz konusudur. İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, dünyanın yeni süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin öncülüğünde kurulmuş olan Batı Bloku’nun savunma sistemi olarak NATO, yarım yüzyılı geride bırakan bir tarihe sahip olan bir uluslararası kuruluş olarak, bugünün dünyasında ne gibi bir yere sahip olacağını bilememekte, kurucu patron olan ABD’nin güdümünde bazı kesimlerin özel çıkarları doğrultusunda yönlendirilerek yeni bir tür emperyalizmin koruyucu ya da bekçisi konumundaki güvenlik örgütü durumuna doğru sürüklenmektedir.

Asıl hedefi, komünizm tehdidine karşı Batı İttifakı içinde yer alan Avrupa ve Kuzey Amerika ülkelerini bir araya getirmek olan NATO, dünya tarihine İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri arasında imzalanan Kuzey Atlantik inisiyatifi doğrultusunda girmiş ve kimlik kazanmış bir uluslararası güvenlik örgütlenmesidir. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Rusya’nın önderliğinde bütün Kuzey Yarımküre’yi ve Doğu Asya ülkelerini kapsayan Sovyetler Birliği’nin dünyaya sosyalist sistemi yaymasını önlemek üzere kapitalist sisteme sahip olan Batılı ülkeler “hür dünya” görünümü altında NATO örgütlenmesi içinde yer almışlar ve uluslararası geliştirilen savunma projeleri ile süreç içerisinde İkinci Dünya Savaşı sonrasında Sovyetler Birliği’nin Türkiye’den Kars ve Ardahan illerini talep etmesi üzerine, Türk devleti de Batı savunma sistemi içerisinde yer almaya karar vermiş, bu doğrultuda komünist yayılmacılığa karşı Kore Savaşı’nda hür dünyanın askerî güçleri içinde Türk askeri de savaşarak, Türkiye NATO ittifakı içinde yer almaya giden yolda önemli bir adım atılmıştır. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Türkiye’de demokrasiye geçilmesiyle beraber ABD Ortadoğu’ya gelmiş, İsrail’in kurulmasıyla da NATO savunma örgütü Türkiye’de yerleşerek, dünyanın merkezî bölgesinde, Sovyet Bloku’nun hegemonya kurmasını önlemiştir. Türkiye’nin merkezî coğrafyadaki jeopolitik konumu, başta ABD olmak üzere bütün Batılı ülkeler açısından önem taşıdığından, NATO Türkiye’ye tam olarak girmiş, askerî yapılanmanın yanı sıra, sivil kadrolarla da NATO’nun Türk siyasetinde yer aldığı görülmüştür. Bir Batı savunma ittifakı olan NATO Türkiye’ye yerleşirken, dünyanın merkezî alanında Batı hegemonyasını sürekli kılmak ve Sovyetler Birliği’nin sıcak denizlere ulaşmasını önleyerek, Batılı kapitalist sistemi bütün dünyaya yaymayı hedefliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında NATO üzerinde ABD ve Batı İttifakı’nın bu politikasının sancılarını Türkiye fazlasıyla çekmiş ve bu yüzden zaman zaman iç karışıklıklar yaşayarak askerî dönemlere sürüklenmiştir. Batı ve ABD hegemonyası doğrultusunda NATO kaynaklı askerî müdahaleler Türkiye’nin siyaset sahnesinde Demoklesin Kılıcı gibi baskı unsuru olmuştur.

NATO gibi güçlü bir siyasal ve askerî örgütlenme sayesinde ABD’nin öncülüğündeki Batı İttifakı soğuk savaşı kazanmış, izlenen politikalar sayesinde bir tek kurşun atılmadan sosyalist sistem tasfiye edilmiştir. Böylesine önemli bir değişim süreci içerisinde, dünyanın merkezindeki ülke olarak Türkiye önemli olaylar ile karşılaşmış, Türk devletinin bu dönüşüm süreci içerisinde kendi inisiyatifini kullanarak ulusal çıkarları doğrultusunda hareket etmesine ne yazıktır ki ABD, NATO yapılanmasını kullanarak, izin vermemiştir. Soğuk savaş dönemi sona ererken ve bütün dünya küreselleşme dönemine doğru sürüklenirken, bütün dünya devletleri değişimi kavrayarak buna uyum sağlamaya çalışırken, ABD ve Batı dünyası NATO üzerinden Türkiye’yi eski soğuk savaş koşullanmaları doğrultusunda ellerinde tutmaya gayret etmişler ve bu doğrultuda NATO’nun Türkiye’deki sivil kadrolarını kullanarak, Türk siyasetini yönlendirmişlerdir. Sovyetler Birliği’nin dağılması sırasında başta Almanya ve İtalya olmak üzere bütün NATO üyesi Avrupa ülkeleri bu askerî örgütün gizli sivil yapılanmalarını tartışma alanına getirerek tasfiye etmişler, ama böylesine bir adımın atılmasına ABD kendisine bağlı kadrolarla Türkiye’de izin vermemiştir. Avrupa ülkelerinde yirmi yıl önce yapılan bu tür tartışmalar ve yenilenme girişimlerinin Türkiye’de NATO aracılığı ile engellenerek, tam da ABD’nin İran üzerinden bütün Avrasya kıtasına yönelik bir askerî harekâta kalkışması aşamasında gündeme getirilmesi son derece ilginç bir durumu yansıtmakta ve böylece Türkiye’nin Avrupa dışında ele alındığını bir kez daha kanıtlamaktadır. Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye sırf güvenlik nedeniyle NATO’ya üye yapılmış ve şimdi de ABD ile beraber Batı İttifakı’nın çıkarları doğrultusunda bir cephe ülkesine dönüştürülmek istenmektedir. Batılı ülkeler kendi güvenlikleri için Türkiye’yi kullanmalarına rağmen, ortak ittifak içinde yer aldıkları Türkiye’nin cephe ülkesi konumuna sürüklenmesine seyirci kalmışlar ve kesinlikle Türkiye Cumhuriyeti’nin güvenliği için kendilerini yükümlülük altına sokmamışlardır. Böylesine çifte standartlı bir durum da NATO örgütünün konumunu küreselleşme sürecinde Türk kamuoyunda tartışılır bir duruma getirmiştir. Bir güvenlik örgütü olan NATO, küreselleşme döneminde artık Türkiye için güvensizlik üreten bir konuma gelmiştir. Değişen koşullarda yeni bir değerlendirme yapılmaması, bu durumun nedeni olmuştur.

1949 yılında Washington Antlaşması ile devreye giren NATO örgütü, Türkiye ve Yunanistan’ın katılmalarıyla, bir Batı İttifakı kuruluşu olarak soğuk savaş döneminde yoluna devam etti. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra bağımsız kalan bazı Doğu Avrupa ülkeleriyle, Varşova Paktı’na üye olan sosyalist devletler de kendi içlerinde bir dönüşümü gerçekleştirdikten sonra NATO’ya üye olmaya başladırlar. Sovyetler Birliği bir Rusya merkezli bölgesel ittifak olarak dağılırken, Fransa ve Almanya’nın öncülüğünde oluşturulan Avrupa Topluluğu da daha sonra bir kıtasal birliğe yönelmiş ve bu aşamadan sonra Avrupa Birliği doğuya doğru genişlerken, eski sosyalist Doğu Bloku ülkelerini Birliğe üye yapmaya başlamıştır. Almanya-Fransa işbirliğine dayanan bu kıtasal örgütlenmenin ABD hegemonyasını tehdit ettiğini gören Amerikan devleti de, bu kez Avrupa Birliği’nden önce davranarak, Çek Cumhuriyeti’nin başkenti olan Prag’da yapılan NATO zirvesi ile Doğu Avrupa ülkelerini öncelikle NATO ittifakı içine aldırmıştır. Böylece Avrupa ve Amerika arasındaki hegemonya çekişmesi, NATO ile beraber Avrupa Birliği’nin doğuya doğru genişlemesi sürecinde tırmanma göstermiş, bu yarış küreselleşme aşamasında Batı İttifakı’nın kendi içinde yeni çekişmelere neden olmuş ve Türkiye bu aşamada Avrupa ile Amerika arasında sıkışıp kalmıştır.

Yeni dönemde Rusya’nın D-8 ülkeleri arasına yer almasını sağlayan ABD, Rusya ile ilişkilerini geliştirirken, kendisine karşı direnen Avrupalı büyük ülkelere karşı yeni bir denge kurarak NATO üzerinden doğuya doğru açılma siyasetini sürdürmüştür. Rusya kapitalist sistem ile dünyaya açılırken, Doğu Avrupa ülkelerinin NATO içerisinde yer almalarına ses çıkarmamış hızla, kapitalist sistem içerisinde Batılı ülkelerle rekabet edebilecek güçlü bir konuma gelebilmeye öncelik vermiştir. Rusya’nın bu durumundan yararlanan ABD, Avrupa Birliği’nin doğuya doğru ilerlemesinin önünü kesebilmek uğruna, Doğu Avrupa ülkeleri içinde NATO üzerinden örgütlenmiş ve Avrupa Birliği’nin yeni dönemde kendisine karşı bir inisiyatifi bu bölgede geliştirmesinin önünü kesmiştir. Böylesine bir politikada, Avrupa Birliği’ne tam üye olamayan Türkiye’nin sıkışık durumundan da ABD fazlasıyla yararlanmıştır. Sovyetler Birliği’nin yerine kendisine rakip bir karşı kutbu Avrupa Birliği’nin oluşturmasına izin vermek istemeyen ABD’nin, NATO örgütü aracılığı ile kendisine bağlı bazı gizli örgütlenmelerle, dünya dengelerinde kendi çıkarları doğrultusundaki politikaları İttifak’a üye olan ülkeler üzerinde baskı unsuru olarak kullandığı görülmüştür. ABD’nin bu gizli politikalarından en fazla zarar görün ülkelerden birisi Türkiye olmuş, NATO örgütü aracılığı ile yürütülen baskı politikaları sonunda ABD’nin çıkarları ve istekleri doğrultusunda üye ülkelerin yönlendirilmeleri gerçekleşmiştir. Askerî örgütlenmenin yanı sıra geliştirilen sivil ve gizli yapılanmalar ABD emperyalizminin NATO’yu istediği gibi kullanmasını sağlamıştır.

Küreselleşme döneminde, soğuk savaş döneminin savunma örgütü olan NATO’nun bu kez bir savunma örgütü olmaktan çıkarak hegemonya kuruluşuna dönüştüğü görülmektedir. ABD’li yetkililer her ne kadar bu durumu gözlerden kaçırmak isteseler de, Avrupa ülkelerinde başlayan NATO tartışmalarının ABD ile Avrupa Birliği arasında yeni gerginlik unsurlarını oluşturduğu görülmüştür. Türkiye’de NATO üzerinden istediği gibi at koşturan ABD’nin böylesine bir hareket serbestliğine Avrupa ülkeleri içinde sahip olmaması, NATO içindeki tartışmaları artırmış, İttifak’a yeni üye olan Doğu Avrupa ülkelerinin konumu üzerinde ABD ve Avrupa Birliği arasında çok ciddî gerginlikler yaşanmıştır. Böylesine bir aşamada, Avrupa Birliği’ne tam üye yapılmayan Türkiye’nin konumundan ABD fazlasıyla yararlanmış ve Türkiye’nin içindeki varlığını Avrupa Birliği’ne karşı her fırsatta kullanmıştır. Doğuya doğru yayılma ve genişleme politikası doğrultusunda Avrupa Birliği ve Amerika Birleşik Devletleri yeni bir rekabet yarışına kalkarken, NATO örgütlenmesi, ABD’nin üstünlüğü olmuştur. ABD NATO’ya giren her ülkeye girerek, NATO örgütlenmesi görünümünde kendisi için gerekli olan her türlü yerleşmeyi tamamlamış ve bu ülkeleri birer Amerikan uydusu ya da denizaşırı eyaleti konumuna getirmiştir. Avrupa’nın eski emperyalist ülkelerine karşı sürdürülen bu ABD hegemonyası NATO içinde yeni tartışmalara neden olurken, yarım yüzyıllık bir ortaklıktan sonra Avrupa ülkeleri NATO’dan çıkarak bir Avrupa savunma kuruluşu oluşturma planını devreye sokmuşlardır. Ortaçağ sonrasında dünyayı beş yüz yıl yöneten Avrupalı emperyalist ülkeler bir türlü ABD emperyalizminin uzantısı ya da bekçisi konumunu NATO içinde kabul edememişlerdir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı, NATO’nun bir ABD örgütlenmesine dönüşmesi üzerine gündeme getirilmiştir. Önümüzdeki dönemde eğer NATO ABD hegemonyasının bütün dünyaya yayılmasının örgütlenmesine dönüşürse, Avrupalıların kendi savunma örgütlerini kurmak üzere NATO’dan ayrılma yoluna gidecekleri anlaşılmaktadır. ABD bu görüş ayrılığını gizlemek üzere ne kadar çaba sarf ederse etsin, Avrupa’nın önde gelen eski emperyalist ülkeleri bir ABD emperyalizminin parçası olmayı reddederek, NATO’ya karış yeni bir güvenlik örgütünü Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası çerçevesinde orta çıkarmaya hazırlanmaktadırlar. Küreselleşmenin bir ABD merkezli hegemonya düzenine dönüşmesini Avrupa Birliği’nin öncüsü olan ülkelerin kesinlikle kabul etmedikleri anlaşılmaktadır. NATO içindeki bu gerginliği ABD, yeni üye olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkelerini yanına çekerek aşmak istemektedir. Ne var ki, dünyayı beş yüz yıl emperyalist bir düzen içerisinde yönetmiş olan Avrupa’nın büyük ülkelerinin böylesine bir ABD hegemonyasına alet olmayacakları şimdiden belli olmuştur. ABD bu durumu aşabilmek için birçok girişimi gündeme getirmesine rağmen istediği sonucu alamadığı için, Batı İttifakı içindeki anlaşmazlık bugün de devam etmektedir.

Irak Savaşı sırasında ABD Başkanı Bush, “eski Avrupa’yı tanımadığını ve kıtanın doğu ülkelerinden meydana gelen genç Avrupa’yı hedef aldığını” söyleyerek aslında, Avrupa’nın batısında kendisine karşı ortaya çıkan direnmeyi aşabilmek üzere NATO’nun genç üyesi olan Doğu Avrupa’nın küçük ülkeleriyle beraber hareket etmeyi sürdüreceğini açıkça ifâde etmiştir. Bu doğrultuda NATO’ya üye olan Balkan ülkelerinde ABD, NATO ittifakının ötesine giderek, kendisi için özel askerî yapılanmalar yönelmiş ve gelecekte muhtemel bir yeni Balkan Savaşı ya da Avrasya harekâtını düşünerek, bir daha çıkmamak üzere bu ülkelere girmiştir. ABD’nin bu ikili tutumu Avrupa ülkelerinde ciddî tepkiler yaratmış ama bu ABD emperyalizminin yayılmasını dizginleyememiştir. ABD, Avrupa ile ihtilaflarını dünya kamuoyundan gizlemeye çalışırken Rusya ile geliştirdiği ilişkilerini öne çıkarmak istemiş ve bu durumdan yararlanarak Avrupa ülkelerinin direnişini kırmak için uğraşmıştır. Türkiye’nin Avrupa’nın dışında kalan konumundan fazlasıyla yararlanan ABD, D-8 örgütlenmesi içinde Rusya ile başlattığı ilişkileri daha da geliştirerek Rusya yakınlaşmasını Avrupa Birliği üzerinde bir yeni baskı unsuru olarak kullanabilmenin arayışı içinde olmuştur. Bir süre için bunu başaran ABD, daha sonra Rusya ile belirli konularda karşı karşıya gelince gene Avrupa’nın eleştirilerine karşı yalnız kalmıştır.

Avrupa Birliği üzerinde, Rusya’yı bir baskı unsuru olarak kullanmak isteyen ABD, Rusya Federasyonu’nun NATO içinde gözlemci statüsü ile yer almasının önünü açmış ve NATO ile Rusya arasında bir Barış İçin Ortaklık sözleşmesinin imzalanmasını gerçekleştirmiştir. Eski Varşova Paktı üyesi ülkeleri de bir bütün olarak kapsayan Barış İçin Ortaklık, ABD’nin NATO üzerinden doğuya doğru yayılması sırasında Rusya’nın engel olmamasını sağlamak üzere düşünülmüş bir çözüm olmuştur. Ne var ki, zaman içerisinde ABD’nin gerçek emperyalist emellerinin açığa çıkması üzerine, bu barışçı girişim de devre dışı kalmıştır. NATO, yeni üyelerle doğuya doğru ABD emperyalizminin yayılışı doğrultusunda geliştikçe, Amerikalılar için barış ortaklığı anlamını yitirmiştir. Rusya’da bunun üzerine, Avrupa ülkelerinde yapılan güvenlik zirvelerinde Amerika’ya karış meydan okumaya başlamıştır. Özellikle Almanya, yeni dönemde ABD yayılmacılığına karşı Rusya ile yakınlaşmaya başlamış, ABD’nin emperyalist baskılarına karşı eskiden olduğu gibi bir Prusya-Rusya dayanışmasına giderek gelecekte kuzeyde yeni bir birlik oluşturacak düzeyde gündeme gelmeye başlamıştır. Rusya ile Almanya’nın dünya güvenliği için bir denge oluşturmak üzere yakınlaşmaya başlaması üzerine ABD ve İsrail, Sarkozy gibi kendilerine yakın bir politikacının Fransa’nın başına gelmesini sağlayarak, Avrupa Birliği’ni ortadan ikiye bölmüşlerdir. Avrupa Birliği’ni fiilen ortadan kalktığı yeni aşamada, dünya yeniden Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemin koşullarına geri dönmüştür. Bu yeni dönemde NATO’nun konumu daha fazla tartışma konusu olmaktadır.

Yirmi yıllık bir küreselleşme denemesinden sonra, dünya soğuk savaştan sıcak savaşa doğru gitmektedir. Özellikle Amerika’nın, Irak ve Afganistan’da sıcak çatışmalara girmesi ve bunu Ortadoğu’da İsrail ile, Avrasya’da da küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda zorlaması, bütün Avrupa ülkeleri ile beraber doğunun ve Asya’nın önde gelen devletlerini de rahatsız etmektedir. Yeni dönemde ABD, İran’a yönelik bir savaşı bölgeye zorlaması nedeniyle başta Türkiye olmak üzere bütün Avrasya ülkeleri cephe ülkesi olmaya doğru sürüklenmektedirler. ABD böylesine hegemonya savaşı planlarında NATO’yu kullanabilmek üzere yeni bir strateji geliştirmiş ve “terörle mücadele” kavramını öne çıkararak kendisine karşı çıkan diğer Batılı ülkeleri ortak düşmana karşı kendi inisiyatifi altında birleştirebilmenin yollarını aramıştır. Özellikle Taliban ve El-Kaide gibi terör örgütleri böylesine bir ortak hedef yaratarak, ABD’nin terörle mücadele politikasının öne çıkmasını kolaylaştırmışlardır. ABD terörü kullanarak Batı İttifakı’nı yanında tutabilmenin çabası içinde olmuş ve bu doğrultuda NATO toplantıları düzenleyerek dışa karşı ortaklığın devam ettiği izlenimi vermeye çalışmıştır. 11 Eylül olayları bu doğrultuda kullanılarak dünya medyası aracılığı ile ABD’nin hegemonya politikasına elverişli bir ortam yaratılmak istenmiştir.

Yeni dönemde, Varşova Paktı’ndan vazgeçen Rusya, ABD’nin saldırgan emperyalist tutumundan fazlasıyla rahatsız olmuş ve yeni dönemde dünya dengelerinin oluşturulabilmesi amacıyla bu kez, Çin ile bir araya gelerek Şanghay İşbirliği Örgütü’nü kurmuştur. ABD’nin Irak ve Afganistan saldırıları üzerine Şanghay İşbirliği Örgütü yavaş yavaş bir askerî yapılanmaya dönüşmüş ve kuruluşun son Kırgızistan zirvesinde büyük bir askerî tatbikat yapılmıştır. Irak ile dünyanın merkezine, Afganistan ile de Avrasya kıtasına saldıran ABD’nin bu tutumunu Avrupa ülkeleri benimsememiş ve NATO içerisinde ABD’ye sürekli olarak karşı çıkmışlardır. Batı’nın patronu olarak bir dünya egemenliği peşinde koşan ABD’ye Avrupalı ülkeler itiraz ederken, Avrupa Birliği’nin bir karşı denge yaratması mümkün olamamıştır. Bunun üzerine Rusya, Çin ile yakınlaşarak ve Orta Asya’daki yeni bağımsız olmuş Türk Cumhuriyetleri’ni de içine alarak Şanghay İşbirliği Örgütü ile ABD’ye karşı bir Doğu Savunma Paktı yaratabilmenin arayışı içinde olmuştur. Çin ve Rusya gibi çok büyük bir askerî güç olan Hindistan da İran ile beraber ABD saldırganlığına karşı, Asya’nın ve doğunun korunması sürecinde Şanghay İşbirliği Örgütü ile yakın işbirliği içine girmişlerdir. ABD’nin Irak ve Afganistan’daki saldırganlığını Suriye ve İran gibi yeni ülkeler üzerinde sürdürmesini istemeyen Asya ve doğu ülkeleri, giderek Şanghay İşbirliği Örgütü etrafında yeni bir korunma mekanizması çatısı altında toplanmaya başlamışlardır. Çin ile Rusya’nın başını çektiği böylesine bir bütün güvenlik yapılanması, ABD saldırganlığı önünde çok büyük bir set yaratmış ve yavaş yavaş bütün dünya ülkeleri tarafından desteklenmeye başlamıştır.

Amerikan devletinin Evangelizm’in kıyamet senaryosuna, Siyonizm’in dünya hegemonyasına ve Yeni Muhafazakarların 11 Eylül benzeri çılgınlıklarına kilitlendiği bu aşamada, küreselleşmenin patronu konumundaki ABD petrol, silâh ve otomotiv tekelleri Amerika’yı Üçüncü Dünya Savaşı’na doğru zorlamaktadır. Soğuk savaş döneminde Vietnam savaşını kaybeden ABD’de bunun intikamını İran üzerinden bütün Asya’da almak isteyen yeni bir çılgın dalganın öne geçtiği görülmektedir. Daha Irak bataklığından çıkamayan ABD Siyonizm’in merkez bölge egemenliği uğruna üç trilyon dolarlık bir ekonomik yıkıma mâruz kalmıştır. Bu yüzden Afganistan’da yeterince Çin’e karşı güç sağlayamayan ABD, hegemonya çılgınlıklarına NATO üzerinden bütün Batı ülkelerini de dâhil etmek istemekte ve Batı’nın temsilcisi olarak dünyanın doğusunu saldırırken, bir Doğu-Batı savaşında bütün Batılı ülkeleri NATO disiplini içerisinde kendi yanında tutmak için baskı yapmaktadır. Son Bükreş Zirvesi’nde Bush açıkça bütün NATO üyelerini yeni bir 11 Eylül olayı ile tehdit ederek, Batılı ülkeleri de bu belaya sokmak istemiştir. Başta Almanya olmak üzere, Fransa, İtalya ve İspanya gibi büyük ülkeler bu ABD çılgınlığına karşı çıkmışlardır. NATO’nun İstanbul Zirvesi’nde görülen durumun bir benzeri Bükreş’te ortaya çıkmıştır. Türkiye ABD baskısı ile bu zirvede pasif kalırken, Avrupa’nın büyük ülkeleri bir Üçüncü Dünya Savaşı çılgınlığına karşı çıkmışlar ve NATO’nun Ortadoğu’ya taşınarak Üçüncü Dünya Savaşı’nda ABD’yi kullanan güçlerin savaş oyuncağı olmasına izin vermemişlerdir.

Amerikan devlet kendisini Üçüncü Dünya Savaşı’na sürükleyen altı lobinin baskısı altında yalnız kalmaktan kurtulabilmek üzere, işi NATO’ya havale ederek yükü paylaşmak istemektedir. Evangelistler ile Siyonistlerin, Yeni Muhafazakârlarla beraber Amerikan devletini ele geçirmeleri, petrol, silâh ve otomotiv şirketlerinin de savaşı körükleyen bir ekonomik politika içinde olmaları, Amerikan devletini Üçüncü Dünya Savaşı uğruna bir çöküşe sürüklemiştir. Dünyanın süper gücü olan Amerika bugün bir büyük ekonomik krize, savaş çılgınlıkları yüzünden mâruz kalmıştır. Aklı başında Amerikalılar, savaş isteklisi çılgın lobilerin elinden Amerikan devletini kurtarabilmenin mücadelesi içine girmişlerdir. ABD Başkanlık Seçimleri’nde bu durum fazlasıyla netlik kazanmıştır. ABD’yi çılgınlıklardan kurtaracak bir sağduyunun, devletin başına gelmesini isteyen aklı başındaki Amerikalılar Başkanlık Seçimleri’ne giderek ağırlıklarını koymaktadırlar. Seçimlerin sonucu, Üçüncü Dünya Savaşı’nın çıkıp çıkmayacağını da belirleyecektir. Amerikan halkı böylesine bir bilinçle hareket etmeye başladığı için bütün dünya kamuoyu bu aşamada ABD Başkanlık Seçimleri’ne kilitlenmiş görünmektedir. ABD, çılgın lobilere karşı çıkabilecek aklı başında bir Başkan seçebilirse, dünya saldırgan politikalardan ve emperyalist işgallerden kurtularak yeni bir barış dönemine girebilecektir.

Dünyanın süper gücü konumunda olan Amerikan devletini bir savaş makinesine dönüştürmek isteyen çılgın lobilere karşı Amerikan halkı galip gelirse, ABD hegemonyası altındaki NATO örgütü de savaş senaryolarına alet olmaktan kurtulabilecektir. Bu aşamada Amerikan halkına ve devletine önemli görevler düşmekte, ABD’yi ve bütün dünyayı ciddî bir çöküşe sürükleyecek her türlü savaş senaryosuna karşı direnmeleri gerekmektedir. Savaş makinesinin çılgınların eline geçmemesi için Amerikan halkı ve devleti işbirliği yapmalı ve Başkanlık seçimlerinden savaş senaryolarına karış çıkacak bir adayın zaferle çıkmasını sağlamalıdırlar. Amerika bunu başarabilirse yirmi birinci yüzyılda da üstünlüğünü koruyabilir, aksi takdirde savaş senaryolarına alet olacak bir Amerika Avrasya çöllerinde ve dağlarında dağılıp gidecektir. Irak’ta ortaya çıkan üç trilyonluk borç stokunun en az on misli Avrasya macerasında ABD’nin başına bela olacaktır. Avrasya’da hegemonya kurabilmenin ardından koşan ABD yönetimi, arka bahçesi olan Latin ülkelerindeki etkisini yitirdiğini görerek kendine gelmelidir. Arka bahçesini kontrol edemeyen dünyaya egemen olamaz. Irak’tan çıkamayan İran’a saldıramaz, Afganistan’da zorlanan Hazar ya da Sibirya bölgelerine giremez, ABD bunları tek başına aşamayacağını bildiği için NATO’yu da kendisini savaşa zorlayan oyunlara alet etmek istemekte, savaşı bir Doğu-Batı çekişmesine dönüştürmek istemektedir.

Amerika’nın dünya egemenliği planına göre NATO merkezinin Brüksel’den Türkiye’ye taşınması düşünülmektedir. Hatta kamuoyundaki söylentilere göre tıpkı Merkez Bankası’na İstanbul Ataşehir’de yeni bir yer hazırlanması gibi NATO için de İzmir’in Balçova bölgesinde yeni bir yerleşim merkezinin hazırlandığı söylenmektedir. ABD’nin Avrasya savaşı sürecinde Ankara’nın devlet olarak devre dışı kalması, ekonominin İstanbul üzerinden savaşın da İzmir üzerinden Batı’nın denetimi altında yönlendirilmesinin planlandığı Türk kamuoyunda artık açıkça tartışılmaktadır. Konya ovasının üç kıtaya yönelebilecek bir savaş senaryosunda merkez askerî alana dönüştürülmesinin düşünüldüğü basına yansımıştır. Bütünüyle Anadolu’yu hem bir cephe ülkesine hem de emperyalizmin dünya hegemonyasının kalesine dönüştürecek böylesine bir çılgınlığa ne Batılı ülkeler ne Doğulu ülkeler ne de Türkiye “evet” demeyecektir. Ne var ki, savaş isteyen lobilerin bütün dünyayı bir maceraya sürükleyecek böylesine planları zorlamaları doğrultusunda ciddî bir güvenlik sorunu ortaya çıkmaktadır. NATO’nun böylesine bir dönemde güvenlik örgütü olmaktan çıkartılarak hegemonya ve saldırı kuruluşuna dönüştürülmesi bütün NATO ülkelerini tehdit altına sürükleyecektir. Bunu çok iyi bilen Batı’nın büyük ülkelerinin ABD zorlamalarına Bükreş Zirvesi’nde karşı çıkmaya devam ettikleri görülmüştür. ABD bu olumsuz duruma karşı yeni üye olan küçük devletlerle beraber ortak bir eylem planı geliştirmek durumunda kalmıştır.

Bükreş Zirvesi’nde, NATO’nun Balkanlar’daki örgütlenmesinin tamamlanması doğrultusunda, Arnavutluk ve Hırvatistan’ın üyeliği kabul edilmiş ama Yunanistan’ın itirazı nedeniyle Makedonya’nın üyelik kararı alınamamıştır. Yunanistan Güney Makedonya’nın kendi sınırları içinde bulunması nedeniyle bir türlü Kuzey Makedonya’nın bağımsız devlet olmasını kabul etmemektedir. Bu nedenle Makedonya Balkanlar’da ortada kalmıştır. Ayrıca, doğuya doğru genişleme politikaları doğrultusunda Ukrayna ile Gürcistan’ın üyeliği de tartışma konusu olmuş ve eski Sovyetler Birliği’nin eyaleti olan bu iki ülkenin NATO üyesi olmasına Rusya karşı çıktığı için Ukrayna ve Gürcistan NATO üyesi olamamışlardır. Yeni bir Slav Birliği peşinde koşan Rusya Federasyonu bu doğrultuda Sırbistan ve Beyaz Rusya ile beraber Ukrayna’yı da böylesine bir birliğe dahil etmek istemekte ama batının itirazı ile karşılaşmaktadır. Sorus fonları ile desteklenen turuncu devrimler Gürcistan ve Ukrayna’nın Rusya’dan uzaklaşmalarını sağlayamamışlardır. Rusya Kiev’in doğusunda yaşayan yirmi beş milyonluk Rus nüfusa dayanarak Ukrayna’nın geleceğinde hak iddia etmekte ve gerekirse, Doğu Ukrayna’yı Rusya Federasyonu içine almayı düşünmektedir. Rusya’nın benzeri bir planı Kuzey Kazakistan için de söz konusudur. Böylece, Rusya yeni dönemde Panslavizm politikası doğrultusunda Doğu Ukrayna ile Kuzey Kazakistan’ı sınırları içine almaya hazırlanmaktadır. Ayrıca, Panortodoksizm doğrultusunda, Rusya Gürcistan ile Ermenistan gibi iki küçük Hıristiyan Kafkas ülkesinin geleceği ile de yakından ilgilenmektedir. Bu doğrultuda Gürcistan’ın NATO içinde yer almasını Rusya kendi güvenliği açısından kabul etmemektedir. Gürcü Devlet Başkanı’nın ABD vatandaşı olması, Turuncu Devrim ile desteklenmesi de bu küçük Hazar ülkesinin NATO’ya üye olmasını sağlayamamıştır. ABD’nin Gürcistan üzerinden NATO’yu Kafkaslar’a sokmak istemesi, Hazar bölgesinde yeni üsler kurarak İran ile beraber Çin ve Rusya’ya karşı bir askerî yapılanmayı sürdürme planlarına Rusya bölgenin eski patronu olarak karşı çıkmıştır. Bu yeni aşamada artık Rusya ile oluşturulan Barış İçin Ortaklık anlaşmasının da geride kaldığı görülmektedir. Petrol şirketlerinin Hazar’a girmek istemesi ABD’yi Gürcistan üzerinde yoğunlaşmaya yönlendirmekte ve Rusya’yı da karşı önlemlere sürüklemektedir. Rusya’nın ABD’ye karşı direnişinde NATO üyesi olan Avrupa ülkelerinin desteği olduğu görülmektedir. Bölge dışı emperyal güç olan ABD’nin Hazar’a girmesini istemeyen Avrupalı ülkeler Rusya ile yeni bir enerji ortaklığına girerek Hazar havzasından daha fazla pay alabilmenin arayışı içindedirler. ABD gibi on bin kilometre öteden gelerek savaşmadan, Rusya ile kurulan ittifaklar sayesinde Avrupa ülkelerinin gelecekteki enerji sorununu barış içinde çözebilmenin çabası içinde oldukları görülmektedir. Avrupa’nın barıştan yana tutumu Çin ve Rusya da desteklemektedir.

NATO’nun Füze Kalkanı Sistemi, Rusya, İran, Çin, İslâm dünyası ve bütün doğu ülkelerini hedef alan bir Üçüncü Dünya Savaşı hazırlığıdır. Doğu Avrupa ve Balkanlar’da yerleştirilmek istenen füze kalkanları bir Prusya-Rusya ittifakını önleme çalışırken, gelecekte Hazar ve Sibirya havzalarını ele geçirecek derece geliştirilen emperyalist saldırı planın ön aşamasıdır. Bu sistem tam olarak kurulursa Türkiye NATO üyesi bir ülke olarak bütünüyle Üçüncü Dünya Savaşı’nın cephe ülkesi konumuna gelecektir. Bu durumda bütün Doğu ülkeleri Türkiye’yi hedef alan savunma sistemlerine yönelecek ve Türk ulusunun üzerinde yaşadığı topraklara karşı ateş menzilleri oluşturabileceklerdir. Yeni NATO Ortadoğu’ya gelirken bir Avrasya savaşına yönelmekte ve geleceğin kutup merkezlerini tehdit etmektedir. Ve geleceğin kutup merkezi olabilecek Rusya, Çin ve Hindistan’ı doğrudan tehdit etmektedir. Böylesine bir durum da NATO’nun artık ABD’nin tekelinden çıkartılması gerektiğini ve Birleşmiş Milletler’e devredilerek dünya ordusuna dönüştürülmesinin zorunluluğunu açıkça göstermektedir. Avrupa ve ABD’nin yollarının ayrıldığı bir aşamada NATO artık Batı savunma sistemi olmaktan çıkmış Atlantik emperyalizminin Truva Atı konumuna gelmiştir Üçüncü Dünya Savaşına giden yolda dünya barışının korunması için artık NATO’nun BM’nin denetimi altına alınması zorunludur.

Bir Üçüncü Dünya Savaşı ardında koşan altı büyük lobiye Amerikan devletinin teslim olması, NATO’yu gelecekte bu savaşın saldırı örgütü konumuna getirebilecektir. Böylesine bir durum dünya barışına zarar vereceği gibi, güvenlik için oluşturulan bir kuruluşun savaş aracına dönüşmesine yol açacaktır. Güvenlik örgütlerinin saldırı kuruluşlarına dönüşmesi, dünya aklının kaybedilmesine neden olacak yirmi yüz yıllık uygarlık birikiminin ürünü olan bugünkü dünya düzeni çökecektir. İsa’nın dönmesi için kıyamet bekleyenlerin ekmeğine yağ sürülecektir. Böylesine bir durumun acilen önlenmesi gerekmektedir. Tek başına dünya devletlerinin gücünün yetmediği noktada, dünya uygarlığının merkezi olan Birleşmiş Milletler örgütünün göreve davet edilmesi gerekmektedir. İki büyük dünya savaşı sonrasında evrensel barışı kurmak ve bunu geleceğe dönük kurumlaştırmak üzere oluşturulan Birleşmiş Milletler’in hem Genel Kurulu ile hem de Güvenlik Konseyi ile duruma el koyması gerekmektedir. Barıştan yana olan bütün güçler ve dünya devletleri Birleşmiş Milletler çatısı toplanmalı ve bu uluslararası örgütün alacağı kararlar doğrultusunda savaşa giden yolun önü kesilmelidir. Güvenlik konseyinde üye olan Çin ve Rusya, Almanya ve Fransa ile beraber hareket ederek, İngiltere’yi de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler üyesi olan bütün dünya ülkelerini bir barış platformunda bir araya getirmelidirler.

ABD’yi kendi çıkarları doğrultusunda bir savaş makinesi olarak kullanan lobilere karşı, NATO üyesi ülkeler bir araya gelerek, NATO’nun bir güvenlik örgütü olarak Birleşmiş Milletler’e bağlanmasını karar altına almalıdırlar. NATO erişmiş olduğu büyük askerî güç ile Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmeli ve Güvenlik Konseyi ile Genel Kurul’un kararları doğrultusunda hareket etmelidir. Ancak o zaman Amerikan devletini işgal etmiş olan savaş lobilerinin senaryolarına alet olmaktan kurtarabilecektir. Birleşmiş Milletler’in barış güçleri dünya barışı için yetersiz kalmaktadırlar ama NATO gibi güçlü bir güvenlik örgütü Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşürse o zaman dünyanın neresinde bir devlet savaş çıkarırsa insanlık ve dünya barışı adına Birleşmiş Milletler kararı ile bir dünya ordusu olarak NATO duruma müdahale edecektir. Yeni dönemde NATO adı artık geride bırakılmalı, Birleşmiş Milletler Ordusu adı altında dünya barışına katkıda bulunmaya bir güvenlik örgütü olarak devam edilmelidir. Zirve toplantıları ile NATO’nun yönlendirilmesi artık mümkün olamamaktadır. Bu durum dikkate alınarak NATO artık Birleşmiş Milletler’e taşınmalı ve bu büyük evrensel örgütün ordusu olarak dünya barışına katkıda bulunmalıdır. Böylece Avrupa’nın ayrı bir ordu kurması ya da Şanghay İşbirliği Örgütü’nün bir askerî birliğe dönüşmesi de önlenecek, bütün kıtalar ve ülkeler dünya barışı için Birleşmiş Milletler ordusunun gücü altında evrensel barışa kavuşma şansını elde edebileceklerdir. Birleşmiş Milletler ordusu ile de güçlenecek ve o zaman Genel Kurul’un aldığı kararlara bütün devletler uymak zorunda kalacaklardır. Küresel savaşın yerini evrensel barışın alabilmesi için bir an önce NATO’nun Birleşmiş Milletler ordusuna dönüşmesi zorunlu görünmektedir. Bu doğrultuda NATO merkezi İzmir’e değil New York’a taşınmalıdır.

20 Mart 2019 Çarşamba

"ÇANAKKALE BİR ANZAK EYALETİ OLAMAZ!.." Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN "Devlet, Millet, Hükümet, Sivil Toplum Kuruluşları ve Yerel Halk bu menfur projeye DUR demek zorunda ve durumundadır" (Ankara, 20 Mart 2019-ANKARA KALESİ, No: 24)

ANKARA KALESİ NO: 24
ÇANAKKALE BİR ANZAK EYALETİ OLAMAZ!..
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 20 Mart 2019 Çanakkale Vilayeti Türkiye’nin en güzel illerinden birisidir.
Son derece önemli bir jeopolitik konuma sahip olmasına rağmen Türk toplumunun günlük yaşamında biraz kenarda kalmış bir bölgedir. Belki de kenarda kalması istendiği için tren ve kara yolları kavşakların ötesinde bırakılmış, sanki deniz kenarında dışlanmış gibi bir durumu vardır. Türkiye haritasına bakıldığı zaman da, Çanakkale’nin biraz kenarda kalan bir yere sahip olduğu, bu hali ile de ülkenin günlük yaşamının dışında bırakıldığı görülmektedir. Bu sessiz ve sakin kent, Türkiye genelinde ele alınırsa günlük yaşımın dışında bırakılmasının arkasında başka nedenler bulunup bulunmadığı konusu tartışılabilir. Kenar bir kent olması ve çok önemli bir su yolu olan boğazlar üzerinde konumlanması düşünüldüğünde, güvenlik endişelerinin de Çanakkale üzerinde etkili olduğu anlaşılmaktadır. Tarihte yaşanmış olan Çanakkale savaşlarından, Türk devletinin önemli dersler çıkardığı söylenebilir. Belki de bu nedenle, kentin ana yol kavşaklarının dışında kalması ve demir yolu ulaşım sistemine dahil edilmemesi düşünülmüş olabilir.

Türkiye Cumhuriyetinin kenarda ve köşede kalmış bu en sessiz vilayeti, son yıllarda çok ciddi boyutlarda gösterişli ve gürültülü olaylara sahne olmakta. Her sene Mart ayından başlayarak Hazirana kadar üç ay süre ile bir çok turist grupları Çanakkale’ye gelerek günlerce kalmakta, devlet ve özel kuruluşlar aracılığı ile yapılan çeşitli organizasyonlarla Çanakkale savaşları bir kez daha gündeme getirilmektedir. Bir anlamda her yıl üç ay süren bu düzenlemelerle, kentin tarihte yaşayan boyutu öne çıkarılmakta sanki Çanakkale bugünün Türkiye’sinin bir kenti değilmiş ama Efes, Milet ya da Truva gibi bu bölgede eskiden kalmış bir tarihi yerleşim merkezi imiş gibi bambaşka bir durum yaratılmaktadır. İlk bakışta anlaşılamayan bu tür gelişmelerin her yıl düzenli olarak tekrar edilmesi, giderek artan bir boyutta daha geniş programlarla kamuoyu önüne getirilmesi karşısında zihinlerde bazı haklı sorular ve kuşkular gündeme gelmektedir. Neden her yıl binlerce insan yabancı ülkelerden gelerek Çanakkale’de düzenlenen büyük törenlere katılmakta ve bu katılım giderek genişlemektedir? Bu haklı sorunun gerçekci bir doğrultuda yanıtı verilemediği sürece, neler olup bittiğini kavrayabilmek giderek zorlaşmaktadır.
Çanakkale’de, Türk kamuoyunca pek de anlaşılamayan yeni bir durum vardır ve bunun ne anlama geldiği ciddi olarak açıklanmamaktadır.
Gerçeği öğrenmek için Çanakkale’ye gidildiğinde ve biraz kalınarak incelemeler yapıldığında neler olup bittiği hemen anlaşılabilmektedir. Her yıl düzenli olarak Çanakkale anma toplantılarına katılan yabancıların çoğunluğunun bu kentte toprak almağa başladıkları ve tıpkı İngilizlerin Didim’de, Fransızların Fethiye’de, Almanların Alanya’da yerleşmeğe başladıkları gibi, Çanakkale savaşlarında ölen eski Avustrulya ve Yeni Zellanda’lı askerlerin torunlarının da dedelerinin yatmakta olduğu bu topraklara yerleşerek, geleceğe dönük yeni bir yerleşim hazırlığı içinde oldukları meydana çıkmaktadır.

İngiliz emperyalizminin eski sömürgesi olan Avustralya ve Yeni Zellanda’dan toplanan askerlerin Çanakkale savaşlarına İngiliz ordusunun paralı askerleri olarak katılmalırı nedeniyle, epeyce bir Anzak askeri Çanakkale savaşları sırasında olmüş ve Gelibolu yarnımadasındaki mezarlığa gömülmüşlerdir. Her yıl düzenli olarak yapılan anma törenlerine bu askerlerin torunları katıldığı için, organizasyonlar daha da büyümekte ve düzenliliğin kurumsallaştığı bu aşamada bugünün torunları dedelerinin yattığı topraklarda gayrimenkul alarak bu bölgeye kalıcı olarak yerleşmenin yollarını aramaktadırlar. Bu nedenle artık Çanakkale’de yeni bir dönem başlamıştır. Çanakkale böylece bir Türk kenti olmaktan çıkmakta, bu kentte yaşayan Türk vatandaşları, Çanakkale’yi eski sömürge askerlerinin torunları ile paylaşmak durumunda bırakılmaktadırlar. İnsani yönden anlaşılabilecek duygusal tutumların artık geride kaldığı, geleceğe dönük ciddi bir yerleşim ve yeniden yapılanma planları doğrultusunda, Çanakkale’nin dıştan güdümlü ve ulusal olmayan yeni bir yapılanmaya doğru emperyalist bir yaklaşım çerçevesinde zorlandığı görülmektedir. Torunların duygusal yaktlaşımlarının emperyal merkezler tarafından kullanıldığı ve bu yabancı kişilerin, dedelerinin bu topraklarda olması gerekçesi ile çanakkale’ye kalıcı olarak yerleşmeleri hem teşvik edilmekte hem de parasal olarak dış merkezler tarafından desteklenmektedir. Bu, artık iyiniyetli torunların dedelerinin yanıbaşına yerleşmek arzusunun ötesine geçen planlı ve programlı yeni bir emperyal girişime dönüşmüştür .

Son yıllarda, küresel emperyalizmin zorlamaları ile Türkiye’de yabancılara toprak satışı fazlasıyla hızlanmıştır. Açıklanan resmi rakamlara göre Türkiye Cumhuriyeti topraklarının genel olarak yirmide biri yabancı ülke vatandaşlarına satılmıştır. Böylece, Birinci dünya savaşı sonrasında orduları ile işgal ederek alamadıkları dünyanın en değerli topraklarını yabancılar, özel satışlar yolu ile elde edebilmektedirler. Bir anlamda silahla alamadıklarını yabancı paralar üzerinden ele geçirmekteler ve yerleşerek Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısını bozarak Yeni Bizans Federasyonu oluşturabilmenin arayışlarına girebilmektedirler. Türk devletinin Lozan Antlaşması ile bütün dünyaca kabul edilmiş olan sınırlarının ve hukuki yapısının, emperyalist planlar doğrultusunda değiştirilmesi için çaba gösterilirken, Yeni Bizans Federasyonunun Anzak eyaleti de çanakkale vilayeti sınırları içerisinde kurulmaktadır.

İngiliz emperyalizminin uzantısı olan Avustralya ve Yeni Zellanda askerleri, Anzak adı altında Mısır’da toplanarak I915 yılında nasıl Çanakkale’ye saldırıya geçtilerse, yüzyıl sonra şimdi de torunları gene Londra’nın komutasında hareket ederek yeni bir saldırı ile Çanakkale’ye yönelmektedirler. Dedelerinin silahla savaşarak alamadıkları bu değerli toprakları, yüz yıl sonra torunları sterlin üzerinden kolayca ele geçirmektedirler.

Yabancılara toprak satışının serbest bırakılması ve hiç bir biçimde devlet tarafından kontrol edilmemesi de, yabancıların emperyalist amaçlarla Türk topraklarına yerleşmelerini kolaylaştırmaktadır. Anzakların torunları da, İngiltere’nin öncülüğünde bu durumdan yararlanarak, Çanakkale toprakları üzerinde yeni bir Anzak eyaletini, geleceğin Yeni Bizans Federasyonunu oluşturma doğrultusunda Londra’nın sermaye desteği ile kurmaktadırlar. İngilizlerle beraber Fransızların ve Almanların da aynı doğrultuda Türkiye’nin batı sahillerine yerleşmeleri, Anzak eyaletinin bu topraklarda oluşturulması girişimlerini kolaylaştırmakta ve dolaylı bir dış destek sağlamaktadır.

Çanakkale’nin tam ortasında bulunan aynalı çarşı önemli bir halk türküsüne konu olmuştur. Türk gencinin düşmana karşı çıkışının ve milli mücadele için direnişinin öyküsü, Çanakkale içinde vurulmakla dile getirilmiştir. Üçyüz bin gencini boğazların savunulmasında yitiren bir ulusun, bu kadar kolay topraklarını yabancılara satması ve yeniden Türk gençlerinin Çanakkale içinde bu kez manevi olarak vurulmaları toprak sahibi yabancıların bu kente sahip çıkmalarıyla gündeme gelmektedir. Yüz yıl önce emperyalizmin silahlı birliklerine karşı verilmiş olan bir kurtuluş savaşının bir benzerinin, bu kez dolar ve sterlin üzerinden bu kutsal toprakları ele geçirmek isteyen Atlantik emperyalizminin yavrusu olan. Anzaklara karşı verilmesi gerekmektedir.

Avustralya ve Yeni Zellanda gibi dünyanın öbür ucundaki ülkelerden gelerek, merkezi coğrafyaya yerleşmek üzere harekete geçen yeni Anzak hareketinin, Çanakkale boğazının kenarlarında geleceğin Anzak yapılanmasını oluşturabilmek üzere her yıl daha planlı ve programlı bir tutum sergilediği görülmektedir. Türkiye’nin Ege ve Akdeniz sahillerinde Avrupa ülkelerinin tarihteki eski Yunan kolonileri gibi yerleşim merkezleri oluşturmağa çalıştığı bu aşamada benzeri bir gelişme Anzaklar aracılığı ile Çanakkale boğazının kenarlarına da taşınmaktadır. Boğazın en güzel yerleri, kentin deniz kenharındaki en değerli yerleşim merkezleri zaman içerisinde yavaş yavaş Anzakların eline geçmekte ve böylece dedelerinin başlayıp da bitiremediği işi torunları para gücü ile tamamlamağa çalışmaktadırlar. İngiltere’nin emperyalist planları ve oyunları doğrultusunda, Çanakkale boğazının iki yakasına yerleşmekte olan Anzakların, geleceğin dünyasında ayrı bir topluluk olarak tarihsel olayın yaşandığı toprakları hareket noktası olarak belirlediklmeri görülmektedir. Çanakkale savaşlarının Avustralya ve Yeni Zellanda’da uluslaşmanın başlangıcı olarak kabul edilmesi nedeniyle, ikinci ve üçüncü torun kuşakları kendi kimliklerini dedelerinin öldüğü topraklarda aramaktalar ve İngiliz emperyalizminin dolduruşuna gelerek Çanakkale kıyılarına yerleşmeyi tercih etmektedirler. Onların gelecek planlarının Çanakkale’ye yöneldiği bu aşamada Türklerin bu kent üzerinde etkileri giderek zayıflamağa başlamıştır. Çanakkale de artık son seçimlerin gösterdiği gibi, sahillerdeki yabancı yerleşiminin, sahil kentlerini merkezden uzaklaştırdığı yeni bir aşamaya gelindiğini göstermektedir .

Türkiye açısından son derece kritik ve stratejik bir bölgede yer alan Çanakkale kentinin giderek Türklükten ve Türkiye’den uzaklaşmasını seyreden Türk kamuoyunun, bu kentin her yıl düzenli olarak yapılan anma gösteri ve düzenlemeleriyle giderek Anzaklaştırıldığını artık görmesi gerekmektedir.

Sahillerin yabancıların eline geçmesi furyası içerisinde Çanakkale kenti topraklarının da Anzakların bugünkü torunlarına hediye edilmesinin sağlanmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Anzaklar sadece kente gelerek toprak ya da ev almamakta, bu kente yatırım yaparak, Çanakkale de ki işletmeleri ve fabrikaları da ele geçirebilmenin planlı bir uygulamasını devreye sokmağa çalışmaktadırlar. Toprak alımları topluca yapılmakta, dışarıdan para İngiliz bankaları aracılığı ile gelmekte ve böylece, Türklerle Anzakların karışmasına meydan vermeden, il sınırları içerisinde Anzak yerleşim bölgeleri yaratılmağa çalışılmaktadır.

Alanya ve Didim’deki gelişmelere paralel biçimde, sahil bölgelerinde yabancı yerleşim bölgeleri Türklerden ayrı olarak düşünülmektedir. Hedeflenen amaç, Didim, Fethiye ve Alanya benzeri bir sahil yerleşim yapılanmasını Anzak torunları vasıtasıyla çanakkale bölgesine taşımaktadır. Böylece, bu boğaz kentinin Türk ve müslüman yapılanmasına karşı geleceğe dönük bir yabancı ve gayrimüslim yapılanma her yıl genişletilerek sürdürülmek istenmektedir. Bir anlamda bir Türk kenti olan Çanakkale’nin yeniden eski Bizans döneminde olduğu gibi Dardanel’e dönüştürülmesi sözkonusudur. Eskiden bu bölgenin hırıstıyan dönemindeki adı şimdilerde bir balık konservesinin marka adı olarak kllanılmaktadır. Bugün için Türkler açısından bir konserve markası olan eski ismin yeniden canlandırılması, Anzak eyaleti oluşumu ile gündeme getirilebilmektedir. Eski bir Yunan kolonisi, bugünün koşullarında İngiliz emperyalizminin girişimleri ve Anzak torunlarının katılımı ile yeni bir plan olarak devreye sokulabilmektedir.

Yirminci yüzyılın sonlarında, Avustralya kıtasının yirmibirinci yüzyılın Amerikası olacağı ve bu doğrultuda Atlas okyanusunun yerini Büyük Okyanus’un alacağı söylenirdi. Ne var ki, gelişmeler bunun tamamen tersi bir doğrultuda gündeme gelmiş, dünya hegemonyasındaki çekişme İsrail yüzünden merkezi coğrafyaya kaymıştır. Bu durumda Avustralya ve Yeni Zellanda dünyanın gerisinde kalmışlardır. Yeni Amerika olma hedefi geride kalınca ve dünya kavgası merkezi coğrafyaya yönelince, bunun üzerine eski dünya devletinin kurucusu İngiltere’de tıpkı siyonist yahudiler gibi merkezi coğrafya hegemonyasına kalkışmıştır.

İngilizler bu doğrultuda didim gibi sahil kentlerini ele geçirirken, Türkiye’nin diğer bölgelerine, Kuzey Kıbrıs’a, Karadeniz’de Bulgaristan kıyılarına, Ukrayna’nın sahil şeridine, Tuna ırmağının kenarlarına, İstanbul civarına önem vererek buralara yerleşmeğe başlamışlardır. Böylesine bir merkezi coğrafyada Anglosakson hegemonyası oluşturulurken, Çanakkale kenti ve bölgesi önem kazanmış ve bunun üzerine İnglizler de Anzakların torunlarını örgütleyerek Çanakkale boğazının iki yakasına onlar aracılığı ile yerleşmeğe başlamışlardır. Günümüzün Anzak eyaleti projesi böylesine bir gelişim sürecinin sonucunda ortaya çıkmıştır.

Benzeri bir biçimde, Türkiye’nin çeşitli bölgelerinde geleceğin yeni eyaletleri, gayrimüslim nüfus yoğunluğu artırılarak ve misyonerlik çalışmaları güçlendirilerek yeni Bizansa doğru oluşturulmağa çalışılmaktadır. Türkiye’nin Trakya, Ege, Marmara, Akdeniz ve Gneydoğu ile doğu bölgelerinde benzeri eyaletler oluşturma çabalarının dış desteklerle emperyal planlar doğrultusunda giderek arttığı bu aşamada Türk ulusunun son derece dikkatle davranması ve Türk devletinin de gereken önlemleri alması gerekmektedir.

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Türkler, dünyanın merkezi coğrafyasında ve en değerli topraklar üzerinde yaşadıklarını her zaman için hatırlayarak hareket etmek ve yeni ortaya çıkan gelişmeleri böylesine bir bilinçle izlemek durumundadırlar. Aksi takdirde dünyanın zenginleri, yeryüzünün en değerli topraklarını yani Türkiye’nin ülkesini ele geçirebilmek için her yolu deneyeceklerdir.

Türkler ikinci bir ulusal kurtuluş savaşı vermemek için, Çanakkale boğazının kenarlarında başlamış olan Anzak eyaleti oluşturma planlarının önünü kesmek zorunda ve durumundadırlar. Unutulmamalıdır ki, üçyüz bin Türk askerinin şehit olmasıyla Çanakkalenin geçilemiyeceği bütün dünyaya gösterilmiştir. Bugünün yöneticileri de, Çanakkale’nin geçilemiyeceği gibi, satılamıyacağını da artık görmek ve yeni Anzak eyaleti oluşturmak planlarını durdurmak zorundadırlar.

Gelibolu şehitliğinde yatan şehitlerimizin anıları önünde saygı ile eğilirken; Çanakkale’nin bir Türk kenti olarak kalması güvence altına alınmalıdır derim.

16 Mart 2019 Cumartesi

2050’Mİ?., YOKSA 2023’MÜ? Prof., Dr. Anıl ÇEÇEN “2050” (Adlı Kitabın yazarı; İsrail Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından David Passig adında bir araştırmacı...) Ama kesinlikle 2050 uğruna 2023 vizyonundan ve milli program ve planlardan vazgeçilmeyecektir. 2050 mi yoksa 2023 mü sorusunun cevabı, Türkler açısından her zaman 2023 olacaktır.

2050’Mİ?., YOKSA 2023’MÜ?
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara, 16 Mart 2019
Türkiye’de son zamanlar da çok satan kitaplar arasında yer alan ve geleceğe yönelik tartışmalarda hareket noktası haline gelen adı; “2050” olan bir kitap var. Kitabın yazarı; İsrail Devleti’nin Cumhurbaşkanlığı danışmanlarından David Passig adında bir araştırmacı. Türkiye’de şimdiye kadar batı ülkelerinden fazlasıyla kitap çevrilmiştir ama İsrail’den pek fazla kitabın dilimize kazandırıldığı söylenemez. Hem ismiyle hem de yazarının kimliği ile ülkemizde ilgi çeken bu kitap, özellikle bugün yaşanmakta olan tarihsel sürecin anlaşılabilmesi ve geleceğe yönelik olarak değerlendirilebilmesi açısından önem taşımaktadır. Korsan baskılarıyla sokak satıcılarına kadar yaygınlık kazanan bu kitabı epey bir Türk vatandaşının okuduğu görülmekte, ama bu çok okunan ve tartışmalara dayanak noktası olan yapıtın medya ve kamuoyuna yeterince yansıdığı görülmemektedir. Yazarın Türkiye’nin önde gelen televizyon kanallarından birisinde uzun bir program yapmasına rağmen, kitabın içinde ele alınan yaşamsal önemdeki konuların Türkiye ve Orta Doğu’nun yakın gelecekleri açısından değerlendirilmediği görülmektedir. Bu yazının amacı, böylesine bir boşluğun doldurulmasına ve hem bölgeyi hem de ülkemizi yakından ilgilendiren yaşamsal önemdeki konulara daha da açıklık kazandırarak, gelecekte ortaya çıkabilecek muhtemel çatışma ve çekişmelerin önlenebilmesine katkıda bulunmak ve bölgesel değişim döneminin barış içerisinde gerçekleşebilmesine yardımcı olabilmektir.
KİTABIN ASIL ÖNEMİ
Kitabın asıl önemi; bir İsrail vatandaşı olan jeopolitik alanında uzman bir bilim adamı tarafından kaleme alınmasıdır. Bu çerçevede, o ülkenin ve toplumun bakış açısını yansıtmakta ve devletin en üst kademesinde bir danışman olarak da İsrail Devletinin bölgedeki ve dünyadaki gelişmeler karşısındaki bakış açısını ortaya koymaktadır. Şimdiye kadar, Amerika Birleşik Devletleri ya daABD’deki Yahudi lobileri üzerinden İsrail devletinin politikaları ve uygulamaları anlaşılmağa çalışılmış ve bu doğrultuda daha çok ABD ya da Avrupa ülkelerinde yaşayan ya da görevli bulunan Yahudi asıllı uzman ya da bilim adamlarının yazdığı kitaplar ve makalelerden hareket ederek, İsrail olgusu anlaşılmağa çalışılmıştır. Bu doğrultuda geliştirilen yaklaşımlar zaman zaman gerçeklere uymuş bazen da ters düşmüştür. İsrail’in dış dünyaya karşı kapalı bir kutu konumunda bulunması, İsrail kaynaklı haber ya da yazıların birbirini tutmaması gibi durumlarda dünya ülkeleriyle beraber Türkiye’de Orta Doğu’daki gelişmeleri izlemekte ya da değerlendirmekte zorlanmış ve bu yüzden merkezi coğrafyada kalıcı barışa dönük girişimler sonuçsuz kalmıştır. Basın ve medya organları üzerinden yansıtılan haber ve yorumların taraflı olması nedeniyle, gerçekçi değerlendirmelere ulaşılamamış ve bu yüzden de bölgedeki terör ve savaş süreçlerinin önlerine geçilememiştir. Bu olumsuz durumdan kurtulabilmek için, bilim adamlarının ya da uzmanların hazırladığı raporlara ya da kitaplara daha çok gereksinme duyulmuştur. İşte David Passig’in “2050” adındaki kitabının bugünün koşullarındaböylesine bir boşluğu doldurduğu görülmekte ve İsrail politikalarının, siyasal empati yöntemleriyledaha yakından izlenebilmesine ya da anlaşılabilmesine önemli katkılar getirmektedir. Böylesine bir kitabın yayınlanmasından sonra, Orta Doğu’nun geleceği daha açık ve net olarak görülebilecek ve bu tablo içerisinde İsrail’indurumu ya da giderek değişmeler gösterenjeopolitik konumugerçekçi ve bilimselyöntemler kullanılarak netleştirilebilecektir. Bu kitapta ileri sürülen görüşler veokuyucuya aktarılan bilgiler ele alınmadan, Orta Doğu ya da İsrail’in geleceği ile ilgili kesin görüşlere varmak ya da değerlendirme yapmak çok zor olacaktır.
İSRAİL DEVLETİ’NİN YÜZÜNCÜ YILI
İsrail Devleti 1948 yılında kurulduğu için, 2048 yılında yüzüncü yılına ulaşabilecektir. Türkiye Cumhuriyeti ise 1923 yılındakurulmuş olan bir merkezi devlet olarak2023 yılındayüzüncü yılına erişmiş olacaktır. David Passig2050 yılını kitabına başlık olarak alırken; vatandaşı olduğu devletin bir yüzyılı geri de bırakmasına önem verdiği anlaşılmaktadır. Orta Doğu tarihi açısından bu küçük devletin konumu ele alındığında.; kutsal ilan edilen bu topraklarda üçüncü kez bir Yahudi devletinin kurulmuş olduğu görülmekte ve bu yüzden Yahudiler açısından çok büyük zorluklarla mücadele edilerek üçüncü kez kurulmuş olan İsrail devletinin kalıcılığına öncelikle önem verildiği ve geleceğe ancak yüz yılı geride bırakmış bir İsrail Devleti ile bakabilecekleri anlaşılmaktadır. Tarihte Mezopotamya’dan gelen Babil Krallığı ve Avrupa’dan gelen Roma İmparatorluğu gibi iki büyük siyasal güç tarafından yıkılmış olan İsrail Devleti üçüncü kez kurulurken, kalıcı olmağa öncelik verdiği ve bu yüzden de bütün Orta Doğu bölgesinin İsrail merkezli olarak yeniden düzenlenmesine önem verdiği anlaşılmaktadır. Kurulduğundan bu yana sürekli olarak savaşan bu küçük devlet, ancak 2050 yılından sonra dünyaya kalıcı olarak bakabileceğini, kitabın yazarı ortaya koymaktadır. Yirmi birinci yüzyılın ortalarına kadar savaş sürecinin devam edebileceği ve bu arada 2020 yılın da İsrail., Suriye ve Türkiye, Rusya savaşlarının çıkabileceği, 2050 yılında ise birJaponya savaşının gündeme gelebileceğive Türkiye ile Japonya’nın, Asya’nın en batı ve en doğu ülkeleri olarak bir araya gelecekleri vebu doğrultuda geliştirecekleri yeni siyasal eksen sayesinde Çin, Rusya, Hindistan ve İran gibi büyük Asya ülkelerine karşı yeni bir denge düzeni kurabilecekleri öne sürülmektedir. Böylece, İsrail ve Orta Doğu bölgesiningelecekleri Asya kıtasındaki dengelere bağlanmakta ve bugünkü batı bloku ile İsrailarasındaki ilişki düzeninin geride kalabileceği ifade edilmektedir.
KİTABI ADI: 2050
2050 adındaki kitabın Türkiye’de yayınlanmasından sonra, bir Türk televizyonundaki programa katılan David Passig, açıkça Orta Doğu’nun geleceğinde Türkiye’nin İsrail’den daha fazla öneme sahip olduğunu söyleyerekTürk kamuoyunubir İsraillibilim adamı olarak yönlendirmeğe çalışmıştır. Soğuk savaş döneminde ABDdesteği ile kurulan İsrail yarım yüzyılı savaşarak geçirdikten sonrayeni dönemdekendisinin merkezinde yer alacağı bir Orta Doğu düzeninigene ABD desteği ile oluşturmağa çalışırken aslında, Türkiye’nin bölge ağırlıklı politikaları ile karşı karşıya gelmişvebatı bloku üzerinden geliştirilmiş olan Türkiye ve İsrail ittifakının, yeni dönemdeeskisi gibikolay olmayacağı, şimdiye kadar kamuoyundan gizlenmiş olançelişkiler ve çatışmaların yavaş yavaş suyun üzerine çıktığı bir aşamada, iyice buiki ülkenin karşı karşıya gelmemesi için İsrailli uzmanınTürk kamuoyunu yeniden kendi ülkesi açısından kazanabilme doğrultusunda, olumlu görünenyeni yaklaşımlarını sergilemeğe çalıştığı görülmüştür. David Passig, Türkiye’nin gelecekte çok büyüyeceğini veeskiOsmanlı hinterlandında etkisini artırdıktan sonra Ukrayna ve Kazakistan gibi iki büyük ülke ile yan yana gelerek Rusya, İran ve Çin üçgenine karşı yeni dengeler oluşturabileceğini ifade etmiştir. Son yıllarda birbiri ardı sıra gündeme gelenolumsuzsiyasal gelişmelerin dıştan sağlanan destekler ileTürkiye’yi bölünmeye doğru zorlaması, ayrıcadini cemaatlerin dışarıdan desteklenerek Türkiye’deki laik devlet düzeninin ortadan kaldırılmak istenmesi ve en önemlisi Türkiye’nin önce Irak sonra da Suriye ve İran gibi iki büyük komşusu ile batı bloku ve İsrail’in çıkarları doğrultusunda savaşlara sürüklenmesi gibi olumsuz durumlar, Türkiye’de çok büyük olumsuz tepkilere neden olurken, Türk başbakanının açıkça İsrail’e Davos toplantısında“Oneminute“ tavrı geliştirmesi, Türk halkında yaşananlara tepki olarakgizlice gelişen “yeter artık“ duygusunun açığa çıkmasını sağlamıştır. David Passig’in kitabı sanki Türk başbakanının bu tepkisinin izlerini silmek ve Orta Doğu üzerinden İsrail merkezli politikaların Türkiye’yi zor durumlara sürükleyerek, Türklerdehızla gelişen ABD ve İsrail karşıtlığı gibi olumsuz bir imajı düzeltme girişimi olarakhazırlanmışgörünmektedir. Passig televizyon programında Türkleri yeniden kazanmağa çalışmış ve Türkiye’yiOrta Doğu bölgesinin gelecekteki yıldızı olarak ilan etmiştir.
ABD VE AB
Amerika Birleşik Devletlerinin gelecekte güç kaybederek zayıflayacağını, Avrupa Birliğinin ise bir kıtasal birlik oluşturamadan dağılacağını öne süren bu İsrailliuzman, Türkiye’yi geleceğin süper gücü olarak ilan etmişve özellikleOrta Doğu’da Rusya ve İran gibi iki büyük devlete karşı yeni dengeleri bir süper güç olarak Türkiye’nin kurabileceğini açıklamıştır. Osmanlı imparatorluğu sonrasında kurulmuş olan bütün Orta Doğu devletlerini ciddiye almayanve bunları geçici yapılanmalar olarak gören Passig, Türkiye Cumhuriyetini ise tamamentersi bir doğrultudabölgenin kalıcı büyük gücü olarak gördüğünü söylemiştir. Avrasya bölgesinin zaman içerisinde süper gücü konumuna gelecek bir Türkiye’nin hem Türk dünyası hem de İslam dünyası üzerinden gücünü merkezi bölgede de hissettireceğini ve böylece Orta Doğu’da bir barış düzeni kurulabileceğini belirtmiştir. Tarihin akışı içerisinde Türkiye’nin öne çıkacağını, Türkiye Cumhuriyetinin merkezi bir güç olarak doğu ile batı arasındaki ilişkileri yeniden dengeleyebileceğini öne sürmüştür. Kitabında öne sürdüğü düşünceleri savunan Passig, Orta Doğu’nun geleceğinde İsrail’den daha çok Türkiye’nin etkili bir rol oynayacağınıdile getirmiştir. İsrail’in küçük devlet olduğu içinOrta Doğu’ya egemen olmak açısından yetersiz kalacağını ama bölgenin büyük devleti olarak Türkiye’nin yeni Orta Doğu düzeninin kurulmasında ana belirleyici güç olacağınıifade etmekten çekinmemiştir. Türkiye’nin tıpkı Osmanlı gibi tarihsel eski misyonuna geri dönerek, bölge için merkez ve belirleyici güç olacağını bir İsrail devleti görevlisiolarak hem kitabında yazmış hem de Türk medyasında açıklamıştır. İsrail’in Türkiye’nin güçlü bir devlet olarak güneyindeki Orta Doğu bölgesindeetkili olmasını, savaşların önlenmesi açısındangerekli gördüğünüsöylerken, bir anlamda da Türk devletini komşularıyla yeni bir savaş sürecinde karşı karşıya getirmiştir.
YAHUDİ DEVLETİNİN KURULUŞUNDAN YÜZ YIL SONRA
2050 yılını, Yahudi devletinin kuruluşundan yüz yıl sonrası için bir stratejik hedef olarak kitabına isim yapan Passig, geçmişten gelen bilgi birikimini detarihten gelen dersler olarak tarihsel mantık başlığı altında kitabının girişinde ortaya koymuştur. İsrail’in üçüncü kez kurulmasında etkili olan tarihsel mirasın kitabın başında açıkça ifade edilmesibölge ile çatışma halinde olan bu Yahudi devletinin sahip olduğu siyasal birikimin anlaşılabilmesi açısından yararlı ipuçları vermektedir. Kutsal kitaplarında belirtilenvaat edilmiş toprakların asıl sahibi olarak kendilerini görenMusevilerinbu hedeflerini koruma doğrultusunda hareket ettikleritarih ile beraber coğrafyayı da bu doğrultuda değerlendirmeğe çalıştıkları görülmektedir. Teritoryal anlaşmazlıkların çözüme kavuşturulmasında tarih kadar coğrafya bilgisinin de kullanılması, İsrail devletini kuranların ciddi bir jeopolitik birikime sahip olduklarını göstermektedir. David Passig bu konulara kitabının ilk bölümlerinde yer verirken, aynı zamanda değişen dünyanın yeni koşullarını dikkate alarak jeopolitiğin yeni ve değişken kuralları doğrultusunda İsrail’inOrta Doğu’daki konumunu anlatmağa çalışmıştır. Zaman faktörünü öne alan değerlendirmeler yaparken, değişen dünyanın öne çıkardığı yeni tabloların gerçekçi değerlendirmeler ileanlatılmağa çalışıldığıgörülmektedir. Özellikle, jeopolitik biliminin değişken unsurları olandemografi ile beraber teknolojizaman faktörü içerisinde ele alınırken, İsrail ve Orta Doğu’nun geleceği içingerçekçi değerlendirmeler yapılmıştır. Aynı zamanda ekonomi alanı da değişken bir unsur olarak ele alınırken, dünyanın gelecekteki enerji, madenve diğer kaynakları dikkate alınmıştır. Bu çerçevede, dünyanın merkezine İsrail merkezli olarak bakamayan David Passig, Türkiye’yi geleceğin dev ülkesi olarak ilan etmiş ve İsrail’in boşluğunu Türkiye ile doldurmağa çalışmıştır. Küçük ülke olan İsrail ile dünya dengelerinin merkezde yönlendirilmesinin mümkün olamayacağıortaya çıktığı için, bu dengelerin yeniden kurulmasında merkezi büyük ülke olarak Türkiye’nin öne çıkarılmak istendiğini, kitabın yazarı açıkça ortaya koymaktadır.
GELECEĞİN SÜPER GÜÇLERİ
David Passig, kitabının üçüncü bölümünde geleceğin süper güçlerini sayarken, ABD ve Rusya ile beraber Türkiye Cumhuriyetine de yer vermişama Çin gibi bir büyük dev ülkeyi bu bölümde dikkate almamıştır. ABD’yi hem geleceğin süper güçleri arasına alan ama aynı zamanda bu büyük ülkenin güney eyaletlerinin yakın zamanda koparak Meksika ile birleşeceğini öne süren yazarAmerika’nın gelecekteki konumu açısından çelişkili yorumlardan kurtulamamıştır. ABD üzerinden bir dünya hegemonyasının korunması isteği İsrail açısından da öne çıkarken, bu ülkenin aynı zamanda parçalanacağının kabul edilmesi de gelecekte ABD’siz bir dünya düzeni olabileceği ihtimalini ortaya çıkarmaktadır. Rusya’yı yeni dönemde de dünyanın süper güçleri arasına koyan yazar, bu büyük devletinABD ile yeni bir soğuk savaşa girişeceğini, 2020 yılındaİsrail Suriye ile savaşırken, Rusya’nın da Türkiye ile savaşacağınıaçıkça öne sürmüştür. Mısır, Suudi Arabistan, Suriyeve Ürdün gibi ülkeleri Orta Doğu’nun geleceği açısından ele alarakdeğerlendirmeler yapanyazar, kitabında İran’a yer vermeyerek gerçekçi olmayan biryaklaşımizlemiştir. İsrail’in Orta Doğu egemenliği açısından Türkiye ve İran’ınkarşılıklı olarak savaştırılması yıllardırhedeflenmesine rağmen, sanki böyle bir durum yokmuş gibi bir yaklaşımın kitapta sergilenmesi, bu yapıtın inandırıcılığı açısından son dereceolumsuz ve eksik bir tutum olmuştur. Yirmi birinci yüzyıldayeni bir Orta Doğu düzeni oluşturulurken, İran yokmuş gibi davranmakancakkamuoyunu yanıltmak açısındandeğerlendirilebilecektir. Böyle bir davranış ise, Türkiye’nin pohpohlanmasıyla İran engelinin aşılmak istendiğini ortaya çıkarmaktadır. Asya’nın en ucundaki ada ülkesi olan Japonya bileOrta Doğu’nun geleceği açısındanincelenirken, İran’ın ele alınmaması ya da yok sayılması kitabın inandırıcılığını sarsmaktadır.
2050 İSİMLİ KİTABIN EN İLGİNÇ BÖLÜMÜ
2050 isimli kitabın en ilginç bölümü ise; yeni yüzyıldadeğişen İsrail jeopolitiğinin ele alındığı, Yahudilerin kanıtlanabilen tarihi ile beraberbu toplumun kökenleri, kimliksorunu, fiziksel varoluş kaygıları ile berabercoğrafi sınırları ve ülkenin tomografikhatlarınınincelendiğibeşinci bölümdür. Bugünkü İsrail olgusu anlatılırken, eski çağlarda kurulmuş olan birinci ve ikinci İsrail devletleri ele alınmakta, bunların kuruluş süreçleri vedüzenleri incelerek, yıkılma ve dağılma durumlarıüzerinde durulmaktadır. Süper güçler ve bölge devletleri karşısındaİsrail’in durumujeopolitik değerlendirmeler yolu ileortaya konulurken, dünyanın merkezi coğrafyasında vekutsal ilan edilen topraklarda bir Yahudi devletinin var olma modelleri üzerinde durulmaktadır. Tamamen bağımsızbir ülke olarak İsrail’invar olmasını David modeli olarak açıklayan yazar, Kral Davut adına buismin geliştirildiğini söylemektedir. İkinci seçenek olarak bir imparatorluğun parçası ya da yenilmiş bir müttefik ya da yarı özerk bir eyalet olarak varlığını koruma modeliniikincivar olma biçimi olarak dile getirmektedir. Pers imparatorluğunun bütün Orta Doğu’yu işgal ettiği zaman, Yahudilerin bu büyükdevlete bağlı olarakbir eyalet konumundaki yaşam düzenleriniikinci modele örnek göstermekte ve buna Pers modeli adını vermektedir. Üçüncü modelde iseİsrail tamamen yokolur, özerkliğini kaybeder ve vatandaşları sürgüne gönderilir ki, bu duruma da Babil modeli adını vermektedir. Aslında Roma modeli de denebilecek bu üçüncümodeli önlemek üzere, İsrail’inönce David modeli ilebağımsız bir devlet olarakayakta kalma yollarını deneyeceği amabunda başarılı olamazsa o zaman daPers imparatorluğu ya daOsmanlı dönemindeki gibi bir Filistin ya da İsraileyaleti olarakPers modeli adını verdiği ikinci bir alternatifyol ile varlığını sürdürmeğe çalışacağı kitapta öne sürülmektedir. İsrail merkezli bir yeni Orta Doğu federasyonunu ya da büyük devletiniYahudilerin oluşturamaması durumunda, Persler zamanında olduğu gibi bir bölgesel büyük devletin içindeküçük Yahudi devletinin debir eyalet olarakvarlığını sürdürebileceğigene aynıkitaptaifade edilmektedir. Babil, Pers,Roma, Selçuklu ya da Osmanlı gibi imparatorluk düzenleri tarihin her dönemindemerkezi alanda görülebildiğinden, İsrail’in gerçekçi davranarakkendi hegemonya düzeninin kuramadığı noktada, bölgesel bir büyük devlet yapılanmasının içinde yer almayı ve böylesine bir siyasal yapılanmanın parçası olmayı kabul ettiği görülmektedir.
ÖNCELİĞİ DAVİT MODELİNE VEREN İSRAİL
Önceliği David modeline verenİsrail’in, merkezi coğrafyada bağımsız bir devlet yapılanması doğrultusunda varlığını koruyamadığı noktada, bir bölgesel büyük devletin içinde yer almayı ve bunun bir parçası olarak yola devam etmeyi bir alternatif olarak benimsediğini David Passig, İsrail devletinin bir danışmanı olarak ortaya koymaktadır. Büyük İskender’in Makedonya imparatorluğunu bile bölgedeİsrail’in varoluşu açısındandeğerlendiren yazar, İsrail’in küçük bir devlet olaraksüper güçlere karşı kendisini ancak bölgesel bir devlet yapılanmasının içinde yer alarakkoruyabileceğinidile getirmektedir. Küresel sermayenin Siyonist lobilerinkontrolü altında bulunmasınıİsrail açısından birolumlu puan olarak değerlendirenyazar, bir anlamda günümüzde ortaya atılan Yeni Osmanlı vizyonu ile Pers, Makedonya, Roma, Babil, gibi bölgesel imparatorlukların bir benzeri olarak yeniden Osmanlı yapılanmasına gidilebileceğinin ipuçlarını kitabında sergilemektedir. İsrail’inDavid modeli ile bağımsız bir devlet olarak varlığını koruyamayacağı noktada, Pers modeli ile bu küçük devletin varlığını koruyabilecek birYeni Osmanlı yapılanmasına gidilebileceği ve böylesine bir büyük bölge devletinin eski Osmanlı hinterlandında kurulabileceğiPers modeli üzerinden dolaylı olarakdile getirilmektedir. Osmanlı sonrasında bölgeye gelen İngiliz imparatorluğu ile sonradan devreye giren Sovyet ve Amerikan imparatorluklarının da gene İsrail açısından, böylesine bölgesel bir yapılanma doğrultusunda ele alındığı görülmektedir. Gelecekteya ABD imparatorluğu ya da bu süper güce karşı koyacak bir başka imparatorluğun ortaya çıkmasıyla beraber, Orta Doğu’da yeni bir siyasal düzen oluşumu gündeme geleceği için, İsrail’in bütün bu durumlara hazır olması gerektiği, Babil ya daRoma modelleri ile gündeme gelen Yahudilerin kutsal topraklardanüçüncü kez kovulmaması için ya David modeli ile bağımsız ayakta kalmak ya da Pers modeli doğrultusunda bir büyük bölgesel imparatorluğun içerisinde eyalet olarak yer almak İsrail’in gelecekteki politikası olarak David Passig tarafından2050 isimli kitapta açıkça ortaya konulmaktadır. İngiliz ve Amerikan imparatorluklarının desteği ile David modelini gerçekleştirenİsrail’in gelecekteYeni Osmanlı vizyonu ileOsmanlı imparatorluğuna benzetilmiş bir büyük Türkiye’yi; Araplara, İslam dünyasına ve Asyalı süper güçlere karşıkullanmağa hazırlandığı anlaşılmaktadır.
İSRAİL DEVLETİ “ÜÇÜNCÜ KEZ” TARİH SAHNESİNDEN SİLİNMEK ÜZERE
İsrail Devleti, üçüncü kez tarih sahnesinden silinmemek üzereDavid modelinin alternatifi olarakPers modelini yavaş yavaş Türkiye üzerindenYeni Osmanlı yapılanmasına doğru zorlarken, Türkiye’deAvrupa’dan koparılarak güneye doğru iteklenmekte veABD ve Avrupa’dakiYahudi lobileri tarafındanİsrail’in güvenliği doğrultusundakomşularıyla savaşa doğru sürüklenmektedir. Bu durum önce Irak ile denenmiş, TürkiyeIrak ile savaşmayınca şimdi Suriye ile denenmeğe çalışılmakta ama asıl olarak İran’a yönelik bir süreç Suriye üzerinden tezgâhlanarakve Türkiye bir büyük savaşadoğru Şii-Sünni-Alevi çekişmeleri kışkırtılarakDavid ve Pers modelleri doğrultusundasonuç alınmağa çalışılmaktadır. Bölgede terörün desteklenmesiyle Orta Doğu devletleri birbirleriyle savaştırılmağa çalışılırken, asıl olarak bütün bölge devletlerinin parçalanmaları hedeflenmektedir. İsrail ile beraber Ürdün ve Lübnan gibi küçük devletçikler, Mısır, Türkiye, Suriye,Irak,Arabistan ve İran’ın toprakları üzerinde oluşturulmağa çalışılmakta, böylece önce David modeli doğrultusunda bir Büyük İsraildevleti Orta Doğu federasyonu olarak gerçekleştirilmeğe çalışılmaktadır. Eğer bu proje terör ve savaş senaryoları ile gerçekleştirilemezse o zaman, Türkiye Cumhuriyeti içeriden ele geçirilerek, Türkiye’ye yerleşecek batılı Yahudi lobileri Dışa karşı bir büyük Türkiye yapılanmasını gene Türkiye üzerinden gerçekleştirmeğe çalışacaklar ve böylesine büyük bir bölgesel siyasal yapılanma modeli, eski Osmanlı ülkelerine Yeni Osmanlı yapılanması olarakempoze edilecektir. David modelinin yerini Yeni Osmanlı görünümünde Pers modeli alacaktır.
ORTA DOĞU’NUN ALAN VE NÜFUS OLARAK EN KÜÇÜK DEVLETİ
Orta Doğu’nun alan ve nüfus olarak en küçük devleti olan İsrail’in kontrolü altındaki Siyonist lobiler ise küresel sermayenin patronları olarak, süper güç ABD üzerinden hem dünya ekonomisini hem de batıblokunu yönlendirmektedirler. Siyonizm kutsal topraklar ve Siyon tepesi üzerinden bir büyük dünya hegemonyasını hedeflemiş olduğu için, bunlar üzerinden ABD ve batı ülkeleri hem Türkiye’ye hem de Orta Doğu ülkelerine İsrail’in istekleri ve çıkarları doğrultusundabüyük baskılar uygulamakta vebu nedenle demerkezi coğrafyabirsıcakçatışma vesavaş alanı olmaktan kurtulamamaktadır. Filistin’i haksız olarak işgal eden, milyonlarca Filistinliyi göçe zorlayan, bölgedeki bütün Arap ve Müslüman ülkeler ileyarım yüzyılı aşkın bir süredir sürekli olarak savaşanİsrail’in, yeni aşamada Suriye üzerinden İran’ı hedef tahtasına oturtan politikalarına Türkiye’yi alet etmeğe çalıştığıson zamanlardaki gelişmeler ile açıkça ortaya çıkmıştır. Bölgedeki büyük devletler ile sürekli savaş halinde olan İsrail sürekli bir güvenlik arayışı içine girdiği için Amerikan ordusu Orta Doğu’ya getirilmeğe çalışılmakta ayrıca dünya jandarması olarak NATO İngiliz üslerinden yararlanma doğrultusunda Kıbrıs’a getirilerek bölge devletlerine karşı kullanılmak istenmektedir. Avrupa devletlerinin İstanbul zirvesinde NATO’nun Orta Doğu’ya taşınmasına karşı çıkması üzerine geciken planların, gecikmeli de olsaDavid ya da Pers planları doğrultusundaABD gücünden yararlanılarak devreye sokulmağa çalışıldığı anlaşılmaktadır. Bölgedeki terörüntırmandırılması vesavaşların artması karşısındaDavid planı tehlikeye girdiği için, gelecekte muhtemel bir Pers planının Türkiye üzerinden devreye sokulmağa çalışıldığı ve bu doğrultuda ABD ve NATO destekli askeri harekâtlara Türkiye’nin deortak olarak katılması istenmektedir. Türkiye’nin güney ve doğu komşularıyla bütünüyle savaşa girmesi, Atatürk Cumhuriyetinin geleceğini tehlikeye atacak, uzun süreli bir savaş sonrasında Suriye, Irak, Türkiye, İran ve Arabistan devletleri ortadan kalkacak veLübnan ya da Ürdün benzeri küçük devletçiklerden oluşan birmerkezi coğrafya oluşturulacaktır. Yeni Pers planı, İran’ın Türkiye’ye yok ettirilmesiyle ve bu savaş aşamasında Türkiye’nin de dağılmasıyla, uygulama alanına getirilerek Yeni Osmanlı görünümünde İsrail merkezli olarak gerçekleştirilecektir.
DAVİD PASSİG VE 2050 KİTABI
David Passig, 2050 isimli kitabında üst düzey yöneticisi olduğu İsrail devletinin yüzüncü yılına ulaşmasını hedefleyenaçıklamalarda bulunmaktadır. 2048 yılındayüzüncü yılını idrak edecek olanüçüncü Yahudi devletinin, Siyonistplanlar doğrultusundadünya egemenliğine yönelmesi yolundaTürkiye Cumhuriyeti kullanılmak istendiği için, Türk devletininyüzüncü yılına gelemeden yıkılması gibi bir durum gündeme gelmektedir. Komşularıylabölgesel bir büyük savaşa girecek Türkiye’ninböylesine büyük bir çatışma aşamasındaYugoslavya gibi dağılması söz konusudur. Küresel plan ve programlar bu doğrultuda Avrupa Birliği oluşumuiçerisinde Türkiye’ye dayatılmış ve Türk devletinintasfiyesi yarı yarıyabaşarılmış gibi görünmektedir. Avrupa Birliği gibi bir bölgesel oluşuma tam üye olmak uğruna Türkiye Cumhuriyeti ondan fazla uyum paketi sayesindedemokratik bir tasfiye sürecine maruz kalmışve kendi ekonomisini yönetme hakkını kaybederek küresel sermayenin güdümü altına girmiştir. Avrupa Birliği 2014 tarihini Türkiye’ye tam üyelik için vermiş ve 2013 yılına kadar Türkiye’nin yapması gerektiği işleri dayatmıştır. Türkiye böylesine bir çıkmazda 2014 yılında Avrupa Birliğine tam üye olmak için çabalarken,2013 yılında Türk devletininYugoslavya benzeri birtasfiye ve dağılma noktasına geleceği anlaşılmıştır. İşte bu büyük emperyal ve Siyonist oyun açığa çıkınca, Türk halkının ulusalcı kesimleri, Türk devletini gelecekte kurucusu Atatürk’ün söylediği gibi ilelebet payidar kılacakulusal planları 2023hedefi doğrultusundagündeme getirmişlerdir. İlk olarak Türk toplumunun ulusalcı kesimlerinin oluşturduğu Ulusal Güç birliği Platformu, 2005 tarihinde hazırladıkları “Güçlü Türkiye -2023 “ isimliyeniden var olma planı kamuoyuna ilan edilmiş ve daha sonraki yıllarda, Türk toplumu cumhuriyetin yüzüncü yılına kilitlenerek 2023 de bir büyük dünya gücü olacak yeni Türkiye hedefine dönük gerçek anlamda ulusal programlar birbiri ardı sıra yayınlanmağa başlanmıştır. Son genel seçimler sırasında da, 2023 hedefi,Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına erişme doğrultusunda ana tercihi olarak ortaya konulmuştur.
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN 2013 VİZYONU
David Passig, 2050 isimli kitabında İsrail devletinin yüzüncü yılını aşan bir hedefi ortaya koyarken, Türkiye’yi komşularıyla savaşa sürükleyebilecek bir Pers modeli planını dolaylı olarak öne sürmektedir. Bu doğrultuda İsrail’in yüzüncü yılına ulaşabilmesi yolunda Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına erişemeden dağılması gibi bir olumsuz durum kendiliğinden gündeme gelmektedir. İsrail’in yüzüncü yılı doğrultusunda 2050 onlar için bir ulusal hedef olarak ortaya konurken, Türkiye Cumhuriyetinin yüzüncü yılına ulaşabilmesi doğrultusunda da 2023 Türkler açısından kesinlikle vazgeçilemeyecek ulusal bir hedef olarak ortaya çıkmaktadır. İsrail devletinin danışmanı yazdığı kitapta böylesine bir çelişkili durum için çözüm üretememekte ve onların 2050 planları doğrultusundaki önceliklerini öne çıkararak, Türkiye Cumhuriyetinin 2023 vizyonunu ve milli programlarını görmezden gelmektedir. Türkiye Cumhuriyeti devleti ve Türk ulusu, 2050 yolunda öncelikli olarak 2023 ulusal hedefine öncelik vererek hareket etmek zorundadır. Bu yüzden, Türkiye açısından gelecek vizyonu 2023 ile ifade edilecektir. 2050 ise daha sonra düşünülecek bir durumdur.
Ama kesinlikle 2050 uğruna 2023 vizyonundan ve milli program ve planlardan vazgeçilmeyecektir.
2050 mi yoksa 2023 mü sorusunun cevabı, Türkler açısından her zaman 2023 olacaktır.

9 Mart 2019 Cumartesi

Söyleşi/Röportaj: UYGUR KIŞKIRTMASI, ÇİN’İ ARKADAN ÇEVİRME PROJESİ "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (Almanya-02 Mart 2019 Röportaj: Mehmet ÖZAYDIN-KÖLN) - Prof. Dr. Anıl Çeçen, CHP’nin Atatürk çizgisinde olmadığını söyledi. ADD kurucularından Çeçen, yeni örgütlenmelerin yapılabileceğine işaret etti.

UYGUR KIŞKIRTMASI, 
ÇİN’İ ARKADAN ÇEVİRME PROJESİ
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN 
Almanya-02 Mart 2019
Röportaj: Mehmet ÖZAYDIN-KÖLN

Prof. Dr. Anıl Çeçen, CHP’nin Atatürk çizgisinde olmadığını söyledi. ADD kurucularından Çeçen, yeni örgütlenmelerin yapılabileceğine işaret etti. Uygur kışkırtmasının, Çin’i arkadan çevirme projesi olduğunu anlattı. 
(MEHMET ÖZAYDIN/Almanya-KÖLN)
Atatürk Kültür Evi’nin davetlisi olarak, Köln’e gelen Prof. Dr. Anıl Çeçen, değişen dünya düzeni, Ortadoğu’daki gelişmeler, Halk Evleri ve Türkiye üzerine görüşlerini Aydınlık’a anlattı.
Ankara’da doğup büyüyen Çeçen, 70 yaşında bir bilim insanı. “Halk Evleri’ne 10 yıl, Halk Evi gibi çalışan sanat kuruluna 15 yıl, Atatürkçü Düşünce Derneği (ADD)’nin kurucu Genel Sekreteri olarak 20 yıl, Türkiye’yi, Atatürk çizgisinde götürmek için, bir bilim adamı olarak çeşitli görevleri üstlendim” diyen Çeçen, şöyle konuştu: “Dünya değişiyor. Değişen süreç içinde biz dışlanıyoruz. Medyanın kontrolü hep küresel güçlerin elinde olduğu için ben ve benim gibi Atatürkçüler, Ulusalcılar dışlanıp, toplumun dışına itildi. Çalışmalarımız kamuoyuna yansıtılmadı. Dünya nereye gidiyor, bize nasıl yansıyor, biz ne durumdayız, dün nasıldı, Atatürk bu durumda ne yaptı? Bunları inceledim. Sonunda 30 kitaplık bir külliyatı gelecek nesillere bıraktım. Yazdığım kitapları genç kuşaklar okudu.”

30 sene ADD’yi kurduklarını anlatan Çeçen şunları kaydetti: “Avrupa’da 50’den fazla ADD var. Son 10 yıldır ADD şubeleri beni çağıramıyor. Neden? Çünkü kendilerine baskı var. Ya iç baskı, ya da dış baskı. Kendi kurduğumuz örgütten dışlanma noktasına geldiğimiz bu aşamada, artık bunların sebepleri üzerinde durmamız lazım. Türkiye Cumhuriyeti’nin bir model ve biçim değişikliğine zorlandığı aşamada, Atatürk’ün devlet modeline sahip çıkmak, onun siyasi birikimini bugünün koşullarında gündeme getirmek, bu doğrultuda, Türkiye’nin kendini toparlayarak yoluna devam etmesini sağlamak için Atatürkçü derneklerin önemli bir görevi ve misyonu vardır. Hem siyasi partiler, hem de Atatürk’ün partisi işgal altındadır. Bu işgalin kalkması lazım. Ya bu işgal kalkacak, Atatürk’ün partisi gerçek rayına girecek, ya da yeni bir Atatürkçü parti Atatürk’ün ilkeleriyle yeniden doğacak.”

‘ATATÜRK’ÜN PARTİSİ DEĞİL’
Çeçen, CHP’nin bugünkü siyasi çizgisini eleştirdi: “Bugünkü üst yönetimin hiçbiri, Atatürk’ün partisinden değildir. Hep dışarıdan gelen insanlar, baskılarla partiyi ele geçirip, kuruluş iradesine ve Atatürk’e uygun, politika yapılmasını önlemektedirler.”

Çeçen, şöyle devam etti: “Anadolu’da yaşayanları şehirlere topluyorlar. Şehirleri göçe zorluyorlar. Ben önümüzdeki dönemde, Anadolu halkının, Müslüman ve Türk kesimin, önemli bir kesiminin Orta Asya’ya kaydırılacağı kanaatindeyim. Çünkü Avrasya boş. Anadolu’yu böylece Orta Asya’ya taşıyarak, Türkleri geri çevirecekler!Türkler Orta Asya’dan, ön Asya’ya gelmişti. Ön Asya’dan, Orta Asya’ya gönderilecekler ve Anadolu’ya, Amerikalıların, Batılıların, İngilizlerin, Yahudilerin gelip yerleşeceğini düşünüyorum. Büyük Ortadoğu Projesi olarak bu uygulanıyor. Ortadoğu’ya egemen olmak isteyen Yahudiler, Hıristiyanların bu doğrultuda Anadolu’ya egemen olmalarını istemedikleri içindir ki, alt kimlikleri hortlatarak, etnik kimlikler üzerinden eyalet, küçük eyalet devletçiklerini, Kudüs’e bağlayarak, Kudüs üzerinden bir bölgesel dederasyon, Ortadoğu Birleşik Devletleri gibi bir modeli gerçekleştirerek bu bölgede büyük İsrail projesini, Siyonistlerin istediği doğrultuda gerçekleştirmeye çalışıyorlar.”

‘BATICILIK TÜRKİYE’Yİ KURTARMAZ’
Çeçen, Batıcılık fikrinin zararlı olduğunu belirterek şunları kaydetti: “Doğu Anadolu’daki ayrılma sürecini bugün Ege ve Trakya bölgesinde yaşıyoruz. Ankara giderek, dini bir kimliğe sürüklenmesi noktasında. Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran laik kesimler, Türkiye’de yaşayan, gayri müslim kesimler, Trakya ve Ege’de ayrı devletler kurarak, Avrupa ile bütünleşme arayışı içine girme çabası içindeler. Eskiden bunu gizli yapıyorlardı. Şimdi açıkça yapıyorlar. Anadolu’nun bölünmesi sadece Doğu’dan değil, Batı Anadolu’dan geliyor. Batıcılık Türkiye’yi kurtarmıyor.

‘TÜRKİYE AYAKTA KALMALI’
“Türkiye’nin hem ayakta kalması lazım, hem de Batı medeniyetinin yaratıcısı olan Avrupa’nın, sahip olduğu medeniyet birikimini bugüne taşıması. Bugüne taşırsa Amerika, Venezuela’ya saldıramaz. Avrupa burada çok kilit bir role sahip. Avrupa bu yeni dönemde ya o kilit rolünü yerine getirecek, ya da yeni bir 3’üncü Dünya Savaşı senaryosuna alet olacak. Bakın bir cephe, Ortadoğu’da, Arap NATO’suyla gündeme geliyor. Amerika tarafında mevcut NATO çöktü. Amerika’nın yolları ayrıldı. Türkiye ile anlaşamıyorlar. O nedenle, Türkiye’nin işgalini konuşuyorlar, gelinen noktada. Bir tarafta, Amerika Ortadoğu’daki darbe ile Suudi Arabistan’ı ele geçirerek, Arapları bir araya getiriyorlar. Öbür tarafta da, Avrupa buna karşı Avrupa ordusunu, NATO’sunu kurmak zorunda kalıyor.”

UYGUR KIŞKIRTMASI
Çeçen, “Doğu Türkistan’ı kışkırtarak, Çin’i arkadan çevrelemek, Çin’i Asya içlerine çekerek, Pasifik Okyanusu’na yönelmesini önleme taktiği yapıyorlar” diyerek şöyle konuştu: “Amerika burada, Çin’i arkadan çevirerek, bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. O noktada Avrupa’nın, Orta Doğu’ya girmesini önlemek, Almanya’nın, Avrasya’da etkin olmasını önlemek üzere, Polonya’yı devreye sokarak Almanya’nın önünü kesmeye çalışıyorlar. Doğu Avrupa problemi, Almanya ve Rusya’nın önünü açıyor. Amerika ve İsrail ikilisi, bunu önlemek üzere Polonya’yı yeniden devreye sokuyorlar. Çünkü Türkiye’yi kullanarak, yeni dönemde Türkiye üzerinden kendi politikalarını uygulayamayacaklarını gördüler. Doğu Türkistan meselesi, Çin’i, arkadan çevirme projesinin, Ortadoğu’da başlayan terör olaylarının bir uzantısı olarak gündeme geliyor. Ortadoğu’daki terörü, Orta Asya’ya taşıyorlar. Doğu Türkistan’ı kışkırtarak, Çin’i arkadan çevrelemek, Çin’i Asya içlerine çekerek, Pasifik okyanusuna yönelmesini önleme taktiği var ki, Amerika burada, Çin’i arkadan çevirerek, bunu gerçekleştirmeye çalışıyor. O noktada Avrupa’nın, Orta Doğu’ya girmesini önlemek, Almanya’nın, Avrasya’da etkin olmasını önlemek üzere, Polonya’yı devreye sokarak Almanya’nın önünü kesmeye çalışıyorlar.”

Trump’un ‘Avrupa bizim düşmanımızdır’ sözünü hatırlatan Çeçen, “Trump ikinci Hitler olacak. Savaş başlatıp dünyanın başını yakacak. Onun için getirildi. Her türlü çılgınlığı yapabiliyor. Trump, Amerika’yı emperyal bir güç olarak geleceğe taşırken, Avrupa’yı karşısına alıyor. Ama gelecekte rakibi olacak Çin’i de karşısına alıyor. Çin ile İngiltere’nin birlikteliği, karalar üzerinden İpek Yolu Projesi’yle, Asya ve Avrupa Pekin ile Londra, birleşirse, Amerika devre dışı kalıyor. Devre dışı kalmamak için, Amerika, Ortadoğu’dan ayrılmayacaktır” dedi.

Çeçen, olası bir savaş durumunda yaşanacaklara ilişkin tahminini şöyle anlattı: “Savaşın terör üzerinden, Doğu Türkistan’a yönlendirilmesi demektir ki; Amerika Ortadoğu’da savaş çıkarmak zorunda ve Orta Asya’ya sokmak zorunda. Savaş Ortadoğu’ya girerse, hem Çin’i parçalar, hem Rusya’yı parçalar, İran’ı dağıtır. Türkiye’yi zaten çoktan dağıtır, o zamana kadar, böyle bir süreçle karşı karşıyayız. Avrasya’nın geleceği tartışma konusudur. Rusya mı egemen olacak, Çin mi... Amerika savaşla bu bölgeyi parçalayacak mı? Avrupa ile Türkiye’yi tekrar karşı karşıya mı getirecek? Bütün bu oyunlar oynanıyor. Bunlar dış dinamikler. İç dinamikler ne yapıyor?”

ÖRGÜTLENME ŞART
İlerleyen dönemde Halkçılık ve Milliyetçiliğin daha öne çıkacağını söyleyen Çeçen, şöyle devam etti: “İç dinamiklerin bir görevi vardır. Önce kendi ülkelerinde barışı sağlamak, önce kendi devletlerini güçlendirmek, kendilerini toparladıktan sonra dışa açılmaktır. Önümüzdeki dönemde, etnik kavgayla devletleri parçalayıp eyaletlere bölme oyunu devam ettiği noktada, halkçılık, milliyetçilikten daha fazla ön plana çıkacaktır. Milliyetçilikle milli devletlerin çıkarını koruyabilirsiniz. Ama bu yetmez. Etnik kavganın önlenmesi için, mutlaka, halkçılık’ın da örgütlenmesi gerekiyor.”

‘YENİ ÖRGÜTLENMELER GÜNDEME GELEBİLİR’
Çeçen, ADD’lerin Atatürkçü bir çizgide olmadığını anlattı: “Geleceğe dönük barış üretebilmenin yolu, yeni bir halkçılık anlayışının geliştirilmesi, halk evcilik anlayışıyla toplumların kucaklanması, geleceğe dönük barış içerisinde birlikte yaşama zorunluluğunu gündeme getiriyor. Halk evleri birikimi, ADD örgütlenmesiyle bugünlere geldi. Yarın bunlar yeterli olmazsa, halk evleri bu etnik kavgadan uzaklaşmazsa, ADD’ler, Türkiye’yi yeterince, Atatürkçü bir çizgide temsil edemezse, bu birikimi bugüne taşıyamazsa, Atatürk birikimi ve geleneği, yeni örgütleri gündeme getirir.”

6 Mart 2019 Çarşamba

ALMANYA PROGRAMI; Konferans ve Söyleşileri "Toplum24TV Prof Dr Anıl Çeçen (Politik Sohbet: 26 Şubat 2019) Toplum24TV Yayın Kurulu Tülin Acar, Turgay Çevikoğulları, Mehmet Canbolat Teknik Destek: Fahri Erfiliz"


Toplum24TV-ALMANYA 
(Politik Sohbet: Konuk: Prof. Dr. Anıl Çeçen: 26 Şubat 2019)
Türkiye'nin yetiştirdiği, hukuk ve tarih dalında yoğun yıllanmış birikimleri ve toplumsal ve küresel sorunlara dikkati çeker tezleriyle tanınan Prof. Dr. Anıl Çeçen, Frankfurt'taki stüdyomuzun konuğu oldu ve "Kum Saati" adlı programda Mehmet Canbolat'ın sorularını yanıtladı. 
Prof. Dr. Anıl Çeçen, Atatürkçülük ve Kemalizm gibi kavramları irdelerken, Türkiye'nin son yıllarda geçtiği süreci riskli bir dönem olarak tanımladı ve" Türkiye günün koşullarını dikkate alarak, mutlaka kuruluş ayarlarına geri dönmelidir" dedi. Mehmet Canbolat sordu, Prof. Dr. Anıl Çeçen yanıtladı. İzleyip beğeneceğize, paylaşacağınıza eminiz. Toplum24TV Yayın Kurulu Tülin Acar, Turgay Çevikoğulları, Mehmet Canbolat Teknik Destek: Fahri Erfiliz 
Toplum24TV-ALMANYA (Politik Sohbet: Konuk: Prof. Dr. Anıl Çeçen: 26 Şubat 2019)

4 Mart 2019 Pazartesi

POST-KEMALİZM YA DA NEO-KEMALİZM YOK.GÜNCEL KEMALİZM VAR 'Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN' Ankara: 04 Mart 2019-Türkiye büyük bir değişim sürecinden geçiyor. Küreselleşme döneminde tesadüfen başbakanlık koltuğuna oturmuş olan bir hanım siyasetçi, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini tasfiye eden emperyalist projelere uygun hareket ederken, son sosyalist devleti yıkıyormuş gibi resmi açıklamalar yapmaktan kaçınmamıştır.

“POST-KEMALİZM” YA DA “NEO-KEMALİZM” YOK. 
“GÜNCEL KEMALİZM VAR”
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Ankara: 04 Mart 2019

Türkiye büyük bir değişim sürecinden geçiyor. Küresel sermayenin Sovyet sistemini ABD aracılığı ile dağıtmasından sonra içine girilmiş olan küreselleşme döneminde, zorla ve baskı ile batı merkezli bir dünya devleti yaratılmak istenmektedir. Kapitalizm sistemi üzerine kurulmuş olan batı bloğu, sosyalist bloğu tasfiye ettikten sonra bütün dünya ülkelerini kendisine bağımlı kılmağa çalışmış, küreselleşme görünümü altında dünya halklarına tam anlamıyla bir faşist dayatma içerisine girmiştir. Atlantik okyanusunun iki kıyısındaki ülkelerin dayanışması ile ortaya çıkmış olan batı bloğu, küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda dünya ülkelerine saldırıya geçerken, bir daha eskisi gibi farklı alternatiflerin ortaya çıkmasına izin vermeyecek derecede ağır ve baskıya dayanan bir evrensel saldırı ile dünya ülkelerini yeni bir emperyalist sömürü ağına düşürmek istemiştir. Bu doğrultuda küreselleşme süper emperyalizm olarak devreye girerken, bütün dünya ülkeleriyle beraber, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyeti de, yeni bir saldırı tehdidi ile karşı karşıya kalmıştır. Batı sermayesi dünyaya saldırırken, geçmişten gelen hukuk ve devlet düzenlerini geride bırakacak derecede yıkıcı ve ortadan kaldırıcı bir ortaçağ vahşiliğinin yeni örneklerini 21. yüzyıla girerken sergilemekten kaçınmamıştır.
GÜNCEL KEMALİZM
ANIL ÇEÇEN
Küreselleşme döneminde tesadüfen başbakanlık koltuğuna oturmuş olan bir hanım siyasetçi, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetini tasfiye eden emperyalist projelere uygun hareket ederken, son sosyalist devleti yıkıyormuş gibi resmi açıklamalar yapmaktan kaçınmamıştır. Siyaseti bilmeyen bazı zengin yalı çocukları, desteklerle devletin üst makamlarına getirilip oturtulunca, çok ciddi boyutlarda gariplikler ve ilgisiz açıklamalar sürekli olarak gündeme geliyordu. Doktora ve doçentlik tezlerini başkasına yazdırmaktan çekinmeyen bir hanım siyasetçi, sahip olduğu bilimsel sıfata uygun düşmeyen gerçek dışı beyanlarda bulunabiliyordu. Bu hanım siyasetçi Atatürk’ün devletini son sosyalist devlet olarak tanımlarken, hem Atatürk’ü tanımıyor, hem onun devlet modelini bilmiyor, hem de kendisini kullanan emperyalizmin siyasal oyunlarını göremiyordu. Kemalist devlet yapısını sosyalist devletlerle aynı kategori içerisinde görecek kadar cahil olan bu hanımın önce iktisat profesörü yapılması, daha sonra da Atlantik ötesi desteklerle başbakan yapılması, küresel emperyalist dönemde ciddi biçimlerde kafa karışıklığına neden olabilecek bazı gelişmeleri ortaya çıkarıyordu. Kemalizm’i sosyalizm olarak görecek derecede bilgisiz birisi, sırf kadın olduğu için siyasetin tepesine tırmandırılırken, yalan yanlış bazı beyanlar da bu hanım siyasetçinin ağzından Türk kamuoyuna yansıtılıyordu. Sovyetler Birliğinin yıkılmasından sonra sosyalist sistem dağılırken, benzeri bir girişim de Türkiye üzerine yöneltilerek Atatürk’ün Türk ulusuna armağan ettiği Kemalist Cumhuriyet yıkılmak isteniyordu.
Tek kutuplu dünyada küreselleşme dönemi!.. 
Sovyet Konfederasyonunun yıkılmasından sonra, içine girilen tek kutuplu dünyada küreselleşme dönemi ilan edilirken, Sovyetler Birliği sonrası döneme, Post-Sovyet dönem olarak isim veriliyordu. Burada post kavramı sonrası anlamında kullanılıyordu. Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra post-Sovyet biçiminde bir kavramın kullanılması bir anlamda doğal olarak görülebilir. Ne var ki, Atatürk’ün Türkiye Cumhuriyetinin sanki Sovyetler Birliği üyesiymiş gibi bir sosyalist devlet olarak görülmesi ve küreselleşme döneminde diğer sosyalist rejimlere benzer bir biçimde yıkılmak istenmesi, Türk devletini çok zor bir darboğaza sürüklüyordu. Batılı emperyalistler ve onların yerli işbirlikçileri küreselleşme dönemi ile ilgili değerlendirmeler yaparken Post-Sovyet kavramını kullanmaktan fazlasıyla hoşlanıyorlar ve Atatürk’ün Kemalist cumhuriyetini de sosyalist bir devlet olarak gördükleri için de tıpkı Post-Sovyet kavramı gibi post –Kemalist nitelemesini de yapabiliyorlardı. Kemalizm’i bir çeşit sosyalizm olarak gören batılı emperyalistler, Türkiye’deki yerli işbirlikçileri olan neoliberaller aracılığı ile Post-Kemalizm kavramını da yaygınlaştırmağa çalışıyorlardı. Küresel sermayenin denetimi altındaki basın ve yayın organlarındaki köşe başını tutmuş olan neoliberal mandacılar ağız birliği ile Atatürk’e ve onun devlet modeline karşı çıkarlarken, post-Kemalizm kavramını yerleştirerek Türkiye’yi Atatürk sonrasında bambaşka yönlere kaydırmağa çalışıyorlardı. Türkiye’yi Atatürk’ün devlet modelinden uzaklaştırarak, küresel emperyalizmin, Atlantik hegemonyasının ve İsrail Siyonizm’inin bölgesel planları doğrultusunda Türkiye Cumhuriyetini tasfiye planları, Avrupa Birliği süreci üzerinden gerçekleştirilmeğe çalışılıyordu. Bu doğrultuda, post-Kemalizm kavramının yaygınlaştırılması ve Türk kamuoyunun bu doğrultuda oluşturulmasıyla, Türk ulusunun Kemalist cumhuriyetin kurucusu Atatürk’ün yolundan uzaklaştırılması planlanıyordu. Atatürk Cumhuriyetinin ve Türk devletinin sona erişi, post-Kemalizm kavramı ile dile getirilen yeni yaklaşım ile dolaylı bir yoldan ilan ediliyordu.
Bir şeyin ya da oluşumun 
sonrasını ifade eden post kavramı
Bir şeyin ya da oluşumun sonrasını ifade eden post kavramı, Sovyetler Birliği sonrasını dile getirirken kullanıldığı gibi, dünyayı sermayenin güdümünde yeni bir küresel yapılanmaya zorlamak isteyen batı hegemonyası tarafından bir de post-modernizm kavramı ile de kullanılmağa başlanıyordu. Orta Çağ sonrasında gerçekleşen bilim ve endüstri devrimlerinin gündeme getirmiş olduğu aydınlanma döneminin ortaya çıkardığı modern çağların birbirini izlemesi sonucunda insanlık bugünkü gelişmişlik düzeyine gelebilmiştir. Yirmibirinci yüzyıla girerken varolan modern dünya aslında modern çağlardaki gelişmelerin bir ürünüdür. Bu açıdan, modern dünyanın modernizmin bir doğal sonucu olduğu ileri sürülebilir. Modern çağlarla modernizm birbirini tamamlayan bir bütündür. Her ikisi de varlığını birbirine borçludur. Modernizm modern çağları, modern çağlarda modernizmi ve modernleşme akımlarını ortaya çıkarmıştır. Yedi milyar insan bugün ikiyüz civarındaki devletin çatısı altında yaşarken, bu durumun modern çağların yarattığı bir sonuç olduğu görülmektedir. Zaman içerisinde devletlerin daha da güçlenmesi karşısında batılı emperyalistler eskisi gibi bütün dünyaya yönelik hegemonyalarını yürütemeyince küreselleşme görünümünde yeni süper emperyalist düzenlerini dünya halklarının üzerine dayatmışlar ve bu doğrultuda kendi çıkarlarına uygun bir sonuç alabilmek amacıyla da post-modernizm akımını çıkarmışlardır. Bu kavramda post nitelemesi gene sonrası anlamında, modern çağların ertesini ifade etmekte ve bu durumu bir hedef olarak gündeme getirmektedir. Post-sovyet kavramı ile beraber post-modernizm kavramı da aynı dönemde ve benzer doğrultuda kullanılan kavramlar olmuşlardır
Eski milliyetçi ve 
sonradan olma liberal yazar
Basında güven kavramını kendisini tanıtmak üzere bir slogan halinde kullanan ama son zamanlarda Siyonist eğilimler gösteren İstanbul’un önde gelen büyük bir gazetesinin eski milliyetçi ve sonradan olma liberal yazarı son zamanlarda sürekli olarak post-Kemalizm başlığı altında yazılar kaleme alarak, Atatürk döneminin geride kaldığını ve Türkiye’nin Atatürk’ü artık aşması gerektiğini çekinmeden öne sürebilmektedir. Kendisi gibi oğlunu da neoliberal mandacı çizgide yetiştiren bu yazar, küresel emperyalizmin, Atlantik hegemonyasının ve İsrail Siyonizm’inin istekleri doğrultusunda kamuoyu oluşturmağa çalışırken, halk kitlelerini neoliberal çizgiye çekebilmek üzere dolaylı yollardan ustalıklı bir üslup içerisinde Atatürk ve Kemalizm karşıtlığı yapmakta ve bunu da post-Kemalizm kavramının arkasına gizlenerek, Anayasa ve yasalardaki Atatürk ve devrimleri ile ilgili koruyucu hükümlerden ceza almamak için kendisini koruyucu taktiklere başvurmaktadır. Hukuk eğitimi aldığı için kanuna karşı hile yollarını ustalıklı bir üslup içerisinde uygulamaya aktarmakta, Post-Kemalizm kavramını öne çıkararak bu kavramın arkasında kendisini daha güvenli bir ortamda korumağa çalışmaktadır. Baba oğul Kemalizm karşıtları elbirliği içerisinde, dünyanın merkezi coğrafyasında Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak bölgesel federasyon planlarına çanak tutarken, ABD kaynaklarından dünyaya yayılan Yeni Türkiye Cumhuriyeti kavramını desteklemek üzere post-Kemalizm kavramını son derece ustalıklı yöntemlerle kullanabilmektedirler. Çeşitli Atatürk’ler ve Atatürkçülükler olduğunu öne sürerek kafa karıştıran bu eski milliyetçi yazar, dönme sonrasında milli devletin kurucusu Atatürk’ü karşısına alabilmekte, Kemalizm’in geçersizliğini öne sürebilmekte ve daha sonra da post-Kemalizm kavramının arkasına saklanarak bu oyunlarını gizlemeğe çalışmaktadır. Atatürk ve Kemalizm karşıtlığının günümüzdeki adı, neoliberal dönekler tarafından post-Kemalizm olarak konulmağa çalışılmakta ve bu doğrultuda bilinçli bir kampanya, küresel sermayenin güdümündeki yayın organlarında mandacı köşe yazarları tarafından yürütülmektedir. Post-Kemalizm dillere dolanmakta ve yaygınlaştırılarak Türk kamuoyu Atatürk’ün oluşturduğu ulusal ve cumhuriyetçi yapılanmadan hızla uzaklaştırılmağa çalışılmaktadır.
Rockafeller ve Fullbright gibi
Amerikan devlet bursları
Rockafeller ve Fullbright gibi Amerikan devlet bursları ile yeni dünyaya giderek burada okumuş olan ve Amerikanofil bir kafa yapısına sahip olan bazı gazeteci, yazar ve bilim adamlarının, post-Kemalizm kavramının yetersiz kaldığı noktalarda bir de neo-Kemalizm diye sonradan olma ve uydurma yeni bir kavramı ortaya attıkları ve Türk halkının kafasını bu gibi yeni kavramlarla iyice karıştırarak, yeni bir psikolojik savaş tırmandırması denemektedirler. Tıpkı post-Kemalizm kavramında olduğu gibi Neo-Kemalizm kavramı da Kemalizm’in bittiği ve geride kaldığı görüşüne dayanmaktadır. Bu kavramı kullanan Amerikancı yazarların öne sürdüğüne göre; Kemalizm bitmiştir ama daha sonra gündeme getirilen ılımlı İslam politikası ile beraber Büyük Orta Doğu projesi de iflas etmiştir. Bu nedenle, hem eski Kemalizm devre dışı kalmış hem de bunun yerine önerilen yeni projeler hayata geçirilememiştir. Eskinin bittiği ama yerini yeninin alamadığı bu karışıklık döneminde eski ile yeniyi bir araya getiren bir karma yol arayışı, ABD emperyalizmi ile İsrail Siyonizm’inin bölgesel çıkarları doğrultusunda Türkiye’ye kabul ettirilmeğe çalışılacaktır. Bu aşamada Atatürk’ten kopmayan ve kurucusuna sonuna kadar bağlı kalan Türk ulusuna, değişim adına yeni bir oyun oynanarak gerçek Kemalizm’i ortadan kaldıracak ve Atatürk ilkelerini yozlaştıracak yepyeni bir yol neo-Kemalizm adı altında Türk kamuoyuna yutturulmağa çalışılacaktır. Rockafeller ve Fullbright bursluları ABD’den aldıkları işaretler doğrultusunda basındaki köşelerini bu doğrultuda kullanmaktalar ve post-Kemalizm ile Atatürk’ten uzaklaştırılamayan Türk halkına yeni bir oyunu Neo-Kemalizm kavramı altında tezgâhlamağa çalışmaktadırlar. Post-Kemalizm oyununun tutmaması üzerine Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm tarafından yürütülen Neo-Kemalizm yaklaşımı, Türkiye’deki neoliberal yerli işbirlikçilerin cansiperane uşaklığı ile kotarılmağa çalışılmaktadır. Artık post-Kemalistler ile neo-Kemalistler elbirliği ile Türkiye karşıtı emperyal cephede yerlerini almışlar ve görevlerini yapmaktadırlar .
Bölgedeki gerçekler 
okyanus ötesinden görüldüğü gibi değil
Ne var ki, bu bölgedeki gerçekler okyanus ötesinden görüldüğü gibi değildir. Türkiye Cumhuriyetini ortaya çıkaran kurucu düşünce olarak Kemalizm bitmemiş aksine yeni gelişmelerin sonucunda daha da güçlenerek dünyanın gündemine oturmuştur. Eski ve yeni ABD başkanlarının söylediği gibi, son dönemlerin gelişmeleri Türkiye’yi yeniden dünyanın ortasında merkez ülke konumuna getirmiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu aşamada artık batı bloğunun ileri karakolu değil ama dünyanın merkez ülkesidir. Sahip olduğu jeopolitik konumu ile de Türkiye geleceğin kilit ülkesidir. Bu kilidi açabilen, gelecekteki dünya düzeninin patronu olacaktır. O zaman, batılı emperyalistlerin bu kilidi açmalarına Anadolu halkı nasıl yüz yıl önce izin vermediyse, bugün de benzeri bir tarihi çıkışın anti emperyalist çizgide yapılması gerekmektedir. Emperyalizme karşı ilk ulusal kurtuluş savaşını veren Türk ulusunun yeni dönemde ikinci bir ulusal hareketi örgütleyerek yeniden bağımsız gelişme ve merkez olma çizgisini yakalayabilmesi gerekmektedir. Bu da ancak Kemalizm ile mümkün olabilir. Bu nedenle, Kemalizm bitmemiş aksine güncelleşerek yeniden siyasal gündemin başköşesine oturmuştur. Neoliberal dönek mandacıların ileri sürdüğü gibi günümüzde ne Post-Kemalizm ne de neo-Kemalizm söz konusu değildir, ama güncelleşen bir Kemalizm yeniden devreye girmektedir. Bunu gören emperyalizm ve yerli işbirlikçileri, bu yüzden sürekli olarak post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm saptırmaları ile kafa karışıklığı yaratarak yeni bir ulusal çıkışın önünü kesmeğe uğraşmaktadırlar. Türk ulusu ve aydınları, böylesine çirkin bir düzeyde oynanan emperyal oyunları görecek ve bunlara alet olmayacak derecede ciddi bir siyasal birikime sahip bulunmaktadırlar. Türk ulusunun ve devletinin varlığına kastedecek derecede insafsız emperyal saldırı ve oyunlara karşı, Türkiye Cumhuriyeti ve vatandaşları kurucu baba olan Atatürk’ün izinden giderek post-Kemalizm ve Neo-Kemalizm oyunlarını bozmalıdırlar. Yaşanan olaylar ve gelişmeler bir kez daha kanıtlamıştır ki, post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm yoktur ama yeniden güncelleşen Kemalizm devrededir. Türkiye Cumhuriyeti yeniden Atatürk’ün çizgisine girerek yoluna devam etmeli ve böylece ilelebet payidar olabilmenin yolunu bulabilmelidir.
Günümüzün "süper emperyalizmi"
olarak "küreselleşme akımı"
Dünya tarihindeki olaylardan ders ve örnek alan günümüzün süper emperyalizmi olarak küreselleşme akımı, yepyeni bir dünya oluşumunu kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirmeğe çalışırken varolan her şeyi hedef almakta ve eski olan ne varsa bunları ortadan kaldırarak yeni bir düzen oluşturma peşinde koşmaktadır. Bu doğrultuda bir anlamda düzen yıkıcılığı küresel sermayenin güdümündeki basın ve yayın araçları ile dünya kamuoyunda örgütlenmeğe çalışılmaktadır. Bu doğrultuda yıllardır birçok toplantılar ve seminerler düzenlenmekte ve bütün dünyaya küresel sermayenin çıkarları doğrultusundaki bir yeni yapılanma kabul ettirilmeğe çalışılmaktadır. Bu doğrultuda özel üniversiteler kullanılmakta, buralarda dışarıdan davet edilen yabancı bilim adamları aracılığı ile sosyal ve siyasal bilimlere yeniden bakmak adına köklü değişimler gündeme getirilmektedir Yeniden bakış açıları oluşturulmağa çalışılırken, eski bilimsel düzenler ya yıkılmağa çalışılmakta ya da yok sayılmaktadır. Yılların bilimsel alışkanlıkları terk edilirken, kavramların içleri boşaltılmakta, eski kavramlara yeni anlamlar getirilmekte bilinenin ötesinde son derece soyut yaklaşımlarla eski kavramlar yepyeni anlamlarla yeniden devreye sokularak bambaşka teoriler oluşturulmağa çalışılmaktadır. Yeni teoriler, küresel sermayenin çıkarları doğrultusunda, yepyeni bir emperyalist dönemi meşrulaştırmak üzere geliştirilmekte tarihten alınan dersler doğrultusunda dünya kamuoyu özel çıkarlar uğruna bir kez daha aldatılmak istenmektedir. Geçmişten ders almayan aymazlar ve de her türlü özel çıkar ardında koşmakta olan çıkarcılar da bu tür oyunlara alet olarak dünya halklarının bir kez daha aldatılmalarına yardımcı olmaktadırlar. Ne yazıktır ki, bilim ve üniversite çevrelerinde bu tür oyunlara alet olmağa dönük birçok insanın bulunabilmesi emperyal akımların önünü açmakta, bilim çevrelerinin de emperyal siyasal oyunlara alet olmalarına elverişli bir ortam yaratmaktadır. Sosyal ve siyasal bilimleri yeniden düşünmek adı altında işbirlikçi ve mandacı yaklaşımlar yeni teorik denemeler olarak devreye girmekte, okuyan kitleleri ile aydınların kafalarının karıştırılmasına yardımcı olmaktadır. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler böylesine bir süreç içerisinde ulusal çıkarları açısından fazlasıyla zarara uğramaktadırlar. Azgelişmiş ülke aydınının zayıflığı ve kendine olan güvensizliği nedeniyle, emperyal merkezler büyük parasal fonlar, projeler ve desteklerle entellektüel çalışma yapan aydın kesimleri kolaylıkla satın alarak küresel emperyalizmin amaçları doğrultusunda kullanabilmektedirler.
Küreselleşme dönemine giriş
Küreselleşme dönemine giriş ile beraber ortaya atılan bir kavram olarak paradigma, dıştan zorlanan yeni yapılanmanın meşruluğunu sağlayabilmek üzere fazlasıyla kullanılmakta ve varolan düzenlerin sona erdirilmesi amacıyla da çok amaçlı bir doğrultuda öne çıkarılmaktadır. Küreselleşmenin ilk yıllarında Türkiye’de yayınlanan bir kitabın kapak adı ile paradigmanın iflas ettiği açıklanmış, bu doğrultuda Kemalist Cumhuriyetin bittiği açıkça ilân edilmiştir. Kürtçü ve bölücü bir yazarın kaleme almış olduğu bu kitabın adı ile beraber paradigma kavramı üzerine tartışmalar Türk kamuoyunda tırmandırılmış daha da ileri gidilerek Türk devletinin bitmiş olduğu resmen ilan edilmek istenmiştir. Atlantik emperyalizmi ile beraber İsrail Siyonizm’i ortak hareket ederken, Kuzey Irak ve Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde yaşamakta olan bazı Kürt asıllı aşiretleri işbirlikçi doğrultuda kullanarak, bunlar üzerinden bir işbirlikçi kukla devlet oluşumu senaryosunu devreye sokmak istemişlerdir. Önce Irak’ı daha sonra da sırasıyla Türkiye, İran ve Suriye’yi parçalayarak bölecek ve Siyonistler ile emperyalistlerin güdümünde bir bölgesel federasyonu ortaya çıkaracak girişimler, Kuzey Irak’taki işbirlikçi kukla devlet aracılığı ile ortaya çıkarılırken, Türkiye’yi de bu oyunun bir parçası yapacak senaryoları devreye sokmak üzere paradigma tartışmaları başlatılmıştır. Atatürk’ün Misakı Milli sınırları çerçevesinde kurmuş olduğu ulusal ve üniter devlet yapısının sona ermesi, paradigma değişikliği ile açıklanmağa çalışılmış ve yeni paradigma olarak bölgesel federasyona dönüşecek bir Türkiye devleti ilan edilirken, post-Kemalizm yaklaşımları ile bu durum kamuoyuna benimsetilmeğe çalışılmıştır. Mandacı ve işbirlikçi çevreler, neoliberal felsefe ile hareket ederlerken, Türkiye’nin ulusal ve üniter devlet yapısını savunmakta olan Kemalistleri faşistlikle suçlamaktan çekinmemişler, çok uluslu ve kültürlü bir bölgesel federasyonun önünü açabilmek üzere post-Kemalizm kavramını yerleştirmeğe çaba göstermişlerdir. Post-Kemalizm ile söze başlanınca, Türkiye Cumhuriyetinin artık geride kaldığı ve bugünkü devletin kurucusu olan Mustafa Kemal’den ise tarihin tozlu sayfalarında kalmış bir kahraman olarak söz edilmeğe başlandığı görülmüştür. Bugün hala uluslararası hukuka göre varlığını koruyan, Lozan Barış Antlaşması ile dünyanın büyük devletlerinin resmen kuruluşunu kabul ettiği Misakı Milli sınırları içerisindeki ulusal, üniter ve merkezi Türk devletinin hukuken devam ettiği gerçeği gözlerden kaçırılmak istenmiştir. Post kavramının sonrası anlamında bir şeylerin bitişinden sonra kullanılması gerektiği konusunda bilerek ve kasıtlı olarak hatalı davranılmış ve daha bitmemiş olan Türkiye Cumhuriyeti sanki sona ermiş gibi bir durum, post-Kemalizm kavramı sayesinde yaratılmağa çalışılmıştır. Bazı tanınmış gazetecilerin ve yazarların böylesine gerçek dışı bir oyuna alet olmaları da, Türk devletine yönelik kasıtlı bir yok etme harekatının ne derece etkili olduğunu göstermiştir. Kurucusunun Mustafa Kemal olduğu bir Türkiye Cumhuriyeti, yirmibirinci yüzyılda yoluna devam ederken, alt kimlikçi ve emperyalizmle işbirlikçi bazı truva atı konumundaki sözde aydınların Post-Kemalizm oyununa alet olmaları, Türkiye açısından ne derece gerçekdışı ve zorlayıcı oyunların sahnelenmekte olduğunu açıkça gözler önüne sermektedir. Post-Kemalizm kavramını fazlasıyla kullanarak Kemalizm sonrası bir dönemi gündeme getirmek isteyen bu etki ajanlarının dış desteklerle hareket ederken, emperyal planların uygulanabilmesi için elverişli bir ortam yaratmak üzere her yolu denemekte oldukları görülmektedir. Post-Kemalizm kavramı ile Atatürkçülüğü tarihe gömmek isteyenler, her geçen gün ortaya çıkan olaylar karşısında Kemalizm’in bir kez daha doğruluğunun kanıtlandığını göz önünden kaçırmağa çalışmaktadırlar. Böylesine bir aymazlığın ancak vatan hainliği ile açıklanabileceğinin Türk kamuoyu tarafından bilinmesinde ulusal yarar vardır.
Post-Kemalizm kavramı
Post-Kemalizm kavramı ile istedikleri Atatürk’ü ve eserini yıkma operasyonunda başarılı olamayanlar, bir de Neo-Kemalizm kavramı altında farklı bir oyun oynamağa soyunmaktadırlar. Her akımın zaman içerisinde eskidiğini o nedenle bir süre sonra akımların yeni yaklaşımlarının ortaya çıktığını söyleyerek ,Kemalizm’in de dönemini tamamladığı ve o nedenle artık Atatürk ve onun ilkelerinden söz edilecekse farklı bir yaklaşım çerçevesinde Neo-Kemalizm kavramının kullanılması gerektiğini öne süren bazı işbirlikçi sözde aydınlar ya da yazarlar öne çıkmaktadır. Özellikle okyanus ötesine giderek özel burslarla yetiştirilen bu etki ajanları, Atatürk’ü yıkamadıkları noktada onu saptırmak ve farklı yönlere çekerek emperyalizmin çıkarları doğrultusunda yorumlayabilmek üzere bir Neo-Kemalizm kavramını yavaş yavaş kullanmağa başlamışlardır. Özellikle, Büyük Orta Doğu, Büyük Avrupa ve Büyük İsrail projelerinin iflas etmesi üzerine, Atatürk’ün ulusal ve üniter cumhuriyetini yeni dönemde kendi çıkarları doğrultusunda kullanabilmek üzere, Neo-Kemalizm kavramına sığındıkları görülmektedir Bir anlamda Post-Kemalizm kavramı ile ulaşamadıkları gerçek Kemalizm’i devre dışı bırakma operasyonlarında, gerçek hedeflerine ulaşabilmek üzere yeni bir kavram olarak Neo-Kemalizm kavramını öne çıkarmağa başlamışlardır. Neo-Kemalizm’i tıpkı Neo-liberalizm ya da Neo-emperyalizm kavramları gibi kullanmağa çalışan, Atatürk ve Kemalizm düşmanları, karşıtlıklarını topluma benimsetebilmek üzere Neo-Kemalizm kavramının bilinmezliğine sığınarak hareket etmekte ve böylece Türk halkının ulusal refleks ve tepkilerine karşı kaçamak güreşmektedirler.
Post-Kemalizm 
ve Neo-Kemalizm oyunları
Post-Kemalizm ve Neo-Kemalizm oyunları yıllardır oynanmasına rağmen tutmamıştır. Türk ulusu kendisine bir ulus devlet kazandıran kurucu önderin yolundan sapmadan bugünlere kadar gelebilmiştir. Bir yüzyıla yaklaşmakta olan Türk devletinin ömrü bir çok antikemalist oyunla mücadele ile geçmiştir. Süper emperyalizmin Türkiye Cumhuriyetine karşı oynamakta olduğu Post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm oyunları da, tarihte görülen antikemalist oyunlar gibi etkili olamıyarak geride kalmıştır. Bir anlamda Post-Kemalizm olmamıştır ama, Kemalizm’in güncelleşmesi ile Post-Post-kemalizm görülmüştür. Kemalizm ötesi görülmemiştir ama Post-Kemalizm ve Neo-Kemalizm oyunlarının geçersiz kaldıktan sonra geride kaldıkları görülmüştür . Kemalizm’e bu kadar çok saldırının olduğu bu dönemde, Kemalizm akımı yeniden canlanarak güncelleşmiştir. Güncelleşen Kemalizm, hem Post-Kemalizm takıntılarını,hem de Neo-Kemalizm girişimlerini geride bırakmıştır. Küreselleşme döneminde çeyrek yüzyıla yaklaşan bir dönem geride bırakılırken, yirmibirinci yüzyılda bir Post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm’den söz edilemeyeceği ama bunların yerine bir güncel Kemalizm’in öne çıkacağı artık iyice belli olmuştur. Emperyalizm çeşitli oyunlar ve senaryolarla yok edemiyeceği Kemalist Türkiye Cumhuriyetini artık eski yapısı ile kabul ederek, yeni bir dünya düzeninin oluşturulmasında Türk devletini asıl muhatap olarak görmek durumundadır. Dünyanın merkezi coğrafyasında bir merkez devlet olarak Atatürk Cumhuriyeti sahip olduğu Kemalist modeli ile bütün Avrasya ülkelerine örnek olmak durumundadır. Türk devletleri, İslam cumhuriyetleri ve Avrasya ülkeleri Atatürk’ün Kemalist ulus devletini örnek bir yapılanma olarak ele almak ve bu örneğe göre kendilerini yenilemek zorundadırlar , aksi takdirde batı emperyalizminin Avrasya stratejilerinin deneme tahtaları olmaktan kurtulamayacaklardır. Bütün emperyalist ve Siyonist projelerin iflas ettiği yeni dönemde, Atatürk’ün Kemalist Cumhuriyeti dünyanın merkezinde bir yeni yapılanma için yol göstermektedir .Bu aşamada artık Post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm’den söz edebilmek mümkün değildir, ancak güncelleşen bir Kemalizm’den sözedilebilecekti .
Her türlü emperyal proje iflas ettikten sonra 
bir zenci cumhurbaşkanı
Dünyanın süper devleti olan ABD’nin başına her türlü emperyal proje iflas ettikten sonra bir zenci cumhurbaşkanı seçilme zorunluluğu doğmuştur. Neo-konservatif görünümlü Siyonist lobilerin hizmetkarı durumundaki eski alkolik başkandan kurtulan bu emperyal güç, yeni dönemde aklı başında zenci bir hukukçu başkan ile dünya barışı için yeni arayışlara kalkarken ,Türkiye’nin merkez ülke konumunu kabul etmek durumunda kalmış ve Atatürk’ün Cumhuriyetini bütün Avrasya bölgesi için model ülke olarak ilan etmiştir. Yıllarca Siyonist lobilerin baskıları ile ulusal, üniter ve merkezi yapılanması tasfiye edilmek istenen Türkiye cumhuriyetinin yeni dönemde model ülke olarak bizzat ABD tarafından gösterilmesi de, bir Post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm’den söz edilemeyeceğini ama eski hali ile kabul edilen Türkiye cumhuriyetinin yoluna devam etmesi sürecinde artık yepyeni bir güncel Kemalizm’in ortaya çıktığını göstermektedir. Çeyrek yüzyıllık küreselleşme zorlamasında yıkılmayan ve ayakta kalan Atatürk Cumhuriyeti yirmi birinci yüzyılda yoluna emin adımlarla devam ederken, hem merkezi güç olarak bölgesinde ayakta kalacak hem de dünyanın merkezi bölgesinde yer alan bütün ülkelere model olacaktır. Güncelleşen Kemalizm, Türkiye Cumhuriyetini merkezi coğrafyada ayakta tutarken, tüm Türk ve İslam dünyası ile beraber doğu ülkelerine de antiemperyalist doğrultuda yön ve yol gösterecektir. Laik, ulusal, üniter, merkezi ve sosyal bir hukuk devleti olarak Türkiye Cumhuriyeti varlığını koruduğu sürece, batı emperyalizminin hedef aldığı bütün doğulu ülkelere model olarak yardımcı olacaktır. Bu nedenle, Post-Kemalizm ve Neo-Kemalizm yakıştırmalarının geçersiz kaldığı yeni aşamada güncel bir Kemalizm geçerlilik kazanmıştır. Artık Post-Kemalizm ya da Neo-Kemalizm değil ama Güncel Kemalizm dönemi başlamıştır. Her türlü emperyal senaryonun iflas ettiği bu noktada Kemalizm yeniden güncelleşerek antiemperyalist doğrultuda Türkiye ve bütün mazlum doğu ülkelerine yol göstermektedir. Güncel Kemalizm, emperyalizm sonrası dönemde, bütün merkezi ve doğulu ülkelerin kendi bağımsız yollarını çizmelerine yardımcı olacak ve yön gösterecektir. Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti bu durumun bilincine vararak hareket etmeli ve yeni dönemde tıpkı Atatürk döneminde olduğu gibi önemli uluslararası gelişmelerde önderlik konumunu yeniden kazanmalıdır. Daha adil bir dünya düzeni için, Kemalizm antiemperyalist bir doğrultuda bütün dünya ülkelerine yol göstererek güncel bir misyonu yeniden kazanmaktadır. Güncel Kemalizm ile Türkiye artık daha fazla dünya gündeminde sorumluluk üstlenmelidir.
***
Not: GÜNCEL KEMALİZM adını taşıyan son kitabımda daha fazla bilgi okurların dikkatine sunulmaktadır. İlgilenenler KİLİT YAYINLARI tarafından basılan bu kitabıma bakabilirler.