27 Haziran 2021 Pazar

TÜRKİYE, SONUNDA TÜRKLERE KALIR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKİYE, SONUNDA TÜRKLERE KALIR

                   Türkiye sonunda kime kalacak sorusu, son günlerde çok satan bir kitabın adı olarak kulislerde en çok tartışılan soru olarak gündeme geliyor. Normal koşullarda hiçbir zaman böyle bir sorunun sorulmaması gerekirken, tam bu aşamada gündeme gelmesi, çok satan bir kitabın başlığı olarak kamuoyu önüne çıkartılmasının pek de rastlantı olmayacağı, kitabı yazan  iktisatçı yazarın  herhalde bir bildiği vardır düşüncesini gündeme getirmekte, birbirini izleyen olayların son derece hızlı bir tempoda  gündemi oluşturması insanların başlarını döndürürken, ister istemez akıldan geçebilecek bir sorunun Türkiye’nin geleceği ile ilgili olması, ne oluyoruz ya da nereye gidiyoruz gibi soruların çok sıklıkla sorulduğu bir aşamada, Türkiye en sonunda kime kalacak, kim bu ülkeye ya da vatana sahip olacak gibi diğer soruları ortaya çıkartmakta ve bütün Türk toplumunun bu tür sorular ile her aşamada karşı karşıya kaldığı bir süreçte, Türk devletinin ve Türk ulusunun geleceğini  bütünüyle ortaya koyan bir çizgide, Türkiye’nin sonunda kime kalacağı  ana gündem maddesi olarak da öne çıkabilmektedir.

          Bu yazının başlığı ile ilgili soru aslında bütün ülkelerde gündeme gelebilecek ve her devletin çatısı altında tartışılabilecek bir konudur. Bu ana soru doğrultusunda aslında her ülke için, gelecekte ne olacağı ve o ülkenin sonunda kime kalacağı merak konusu olabilir. Yer yüzü haritasında yer alan tüm devletler ya da ülkeler incelenirse, hepsinin birbirinden çok farklı bir konuma sahip olduğu her   devletin çok farklı koşullara ya da özelliklere sahip bulunduğu ve bu yüzden hiçbir ülkenin ya da devletin birbiri için tam bir ölçü olamayacağı genel olarak benimsenen bir durumdur. Ülkeler ya da devletler düzeyinde bir karşılaştırma yapılırsa o zaman birbirinden çok farklı özelliklerin ve durumların söz konusu olabileceği, bu nedenle kesin hatlarıyla bir genelleme yapılamayacağı görülebilmektedir. Hiçbir ülke ya da devlet başkaları için tam anlamıyla bir ölçü olamaz ama karşılaştırma durumlarında genel bir fikir sahibi olabilmek açısından bazı ipuçlarıyla ülkelerin geleceği açısından dayanak noktaları oluşturabilirler. Başka ülkelerin durumları ya da konumlarına dayanılarak gündeme getirilebilecek değerlendirmeler bazen eksik kalabilir, bazen da yeterli görünebilir. Bu iki seçenekten hangisinin öne çıkacağı yapılacak değerlendirmelerde bilimsel ve gerçekçi yol ve yöntemlerin kullanılabilmesine bağlıdır.

         Durduk yerde hiçbir ülkede, o ülkenin sonunda kime kalacağı gibi bir sorun ortaya atılmaz ya da gündeme getirilmez. Ama bir ülkede böylesine bir sorun öne çıkarılabiliyorsa ya da Türkiye’de olduğu gibi bu başlıkta bir kitap hazırlanabiliyorsa o zaman bir anormal durum var demektir. Bu durumda o anormalliğin ele alınması ve incelenmesi gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti gibi kuruluşundan bu yana doksan yılı geride bırakmış ve birkaç yıl sonra yüzüncü yılını kutlama aşamasına gelebilecek güce ve potansiyele sahip orta boy bir devlette sorulmaması gereken bir soru olarak, Türkiye’nin sonunda kime kalacağının sorulabilmesi hem çok üzücü hem de çok düşündürücü bir durumun varlığını ortaya koymaktadır. Böylesine bir sorunun varlığı ya da sorunun sorulabilmesi, bir ülkede geleceği belli olmayan bir durumun olduğunu ve bu doğrultudaki belirsizliğin insanların kafasını karıştırdığını, o ülkede yaşamakta olan insanların kafalarının sürekli olarak bu gibi sorunlar ile dolu olduğunu da göstermektedir.

         Yeryüzünde var olan iki yüzden fazla devlet, üzerinde kurulu bulunduğu toprakların jeopolitik konumuyla beraber devletin ve toplumun yapısı ve bu yapılara göre düzenlenmiş olan devlet modelinin geçerli olup olmadığı ya da geleceğe dönük bir kalıcılığa sahip olup olmadığı gibi değerlendirilmek durumundadırlar. Bir devletin bu doğrultuda ele alınması ya da kendi ülkesindeki insan toplumunun üyeleri tarafından bu doğrultuda değerlendirilmesi, gelecekte neler olacağı ya da ülkenin başına ne gibi sorunların çıkacağı ile yakından ilgili bir durumdur. Herhangi bir ülkede işler iyi gitmiyorsa, halk kitleleri ile devlet yapısı arasında ya da izlenen politikalar doğrultusunda ciddi çelişkiler ve yanlışlıklar birbirini izliyorsa herkes nereye gidildiği ya da ülkede neler olduğu konularında telaşa düşebilir ya da korkuya kapılarak gelecek hakkında olumsuz düşüncelere sahip olabilir. En küçük bir olumsuzluk karşısında morali bozulan ya da paniğe kapılarak yakın gelecek konusunda, umutsuzluğa ya da karamsarlığa sürüklenebilen  normal insan tipleri, bu gibi istenmeyen olumsuz olayların ya da gelişmelerin  ülkeyi içine düşüreceği olumsuz koşullara ya da uçurumun kenarına doğru devleti sürükleyebileceği  gibi kötü durumlara karşı tepki gösterebilir ya da  kendini koruma refleksi doğrultusunda karşı çıkabilirler, böylesine istenmeyen bir olumsuz durumun gündeme gelmesini önleyebilmek için ellerinden gelen her şeyi yapabilirler, karşıt tutumları örgütleyerek kamuoyu önünde bunları sergileyebilirler.

      Normal koşullarda her devlet birbiriyle rekabet içinde rakip olarak hareket eder. Büyük devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde baskı ve hegemonya oluşturma arayışı içinde davranırlar. Bir büyük devlet kendisinden küçük olan komşusu devletleri bölgesel hegemonya planları doğrultusunda etkisi altına alabilir, zaman içerisinde bu gibi devletleri kendisine bağlayabilir. İşte bu aşamada bu duruma düşen küçük ya orta boy devletlerin gelecekleri tartışma konusu haline gelir. Hem o devletin vatandaşları hem de bölgede yaşayan diğer insan toplulukları söz konusu devletin ne olacağı, nereye gideceği ya da kendini yönetemez bir duruma sömürgeci politikalar yüzünden düştüğü aşamada, bu kötü gidişin sonunda o ülkenin kime kalacağı sorusunu sormaya ve buna yanıt aramaya başlarlar. Tarihsel süreç içerisinde, birçok küçük ya da orta boy devlet, büyük devletlerin baskıları ve de çekişmeleri yüzünden kendi kendilerini yönetemez bir aşamaya geldiklerinde, hangi büyük devletin eline düşeceği, hangi emperyal devletin sömürgesi konumuna sürükleneceği ve bu yüzden de kime kalacağı, haklı bir sorular olarak sorulma aşamasına gelebilmektedir. Zaman dilimleri içerisinde güçlenen devletler, büyümenin ve kendi bölgelerinde daha etkin olabilmenin yollarını ararlarken, kendiliğinden yakın komşuları durumunda olan daha küçük devletler üzerinde etkilerini artırabilmektedirler. Böylece, güçlü devletler daha zayıf ve küçük bölge devletlerinin kontrolünü ele geçirme aşamasına geldiklerinde, kendi kendini yönetme şansını yitirmiş olan küçük ya da zayıf devletler sonunda büyük devletlerin eline düşebilmekte ya da emperyalist güç merkezlerinin eline düşerek birilerinin malı ya da arka ya da yan bahçeleri konumuna düşebilmektedirler.

         Büyük balığın küçük balığı yutması nasıl bir doğa yayası ise, büyük devletlerin de yanı başlarındaki küçük devletçikleri yutmaları da aynı doğa yasasının devletler arası alanda gündeme gelmesidir. Büyük devletler daha da büyürken küçük komşularını ya da zayıf bölge devletlerini kendi baskı veya denetimleri altına alabilmektedirler.  Zaman içerisindeki yakınlaşmalar da büyük devletlerin küçük devletleri yutarak kendi sınırları içine alabilmelerini ve bu doğrultuda baskıcı ya da zorlayıcı politikalar aracılığı ile, küçük ya da orta boy devletleri kendi sınırları içine alarak, bunlara   eyalet ya da vilayet statüsü kazandırdıklarını göstermektedir. Geçmişten gelen tarihsel süreç içerisinde, işgal ya da sömürgecilik sonrasında ortaya çıkarak bağımsızlık kazanmış olan birçok küçük ya da orta boy devlet, emperyal saldırılar, hegemonya arayışları ya da baskıcı siyasetler yüzünden otonom statülerini ellerinden kaçırabilmektedirler. Otonomisini koruyamayan devletler, büyük güçlerin çekişme alanı konumuna sürüklenince her türlü emperyal senaryoya açık bir duruma gelmektedirler.  Büyük devletler sahip oldukları hegemonya gücünü yanı başlarındaki diğer devletlere taşımaya yöneldikleri zaman, hedef ülke konumundaki küçük devletler emperyalistlerin ellerine düşebilmekte ve kendi ülkelerinin insanlarının ya da toplumunun öz malı olması gereken siyasi ve demokratik yapılarının başkalarının elinde oyuncağa dönüştüğünü görmektedirler. Zayıflayan devletlerin ülkeleri yol geçen hanına dönüşebilmekte, bu gibi siyasal yapılanmaların altında varlıklarını sürdürebilmek isteyen toplumlar, halk toplulukları ya da ulusal yapılar bu gibi olumsuz durumlara karşı isyan ederek yepyeni bir yapılanmanın arayışı içerisine girebilmektedirler.

       Yanı başındaki küçük ya da orta boy devletleri zamanla kendine bağlayabilen, ya da bu doğrultuda bunları baskı ya da kontrol altına alabilen büyük devletlerin bulundukları bölgedeki diğer devletler üzerinde bu gibi saldırgan heveslerini tatmin edebildiklerini, bu aşamadan sonra bölge dışına çıkarak daha geniş alanlarda hegemonya artırma peşinde koşabildiklerini tarihin aynası bugünlere yansıtmaktadır. Sınır komşularına ya da bölge devletlerine karşı geliştirmiş oldukları emperyal baskı ve oyunları bu aşamadan sonra bütün dünya yüzeyinde geliştirmeye çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır. Önce kendi ülkesinde güçlenen devletler, bölgelerinde egemenliği sağladıktan sonra ulusla arası alanda daha geniş küresel hegemonyalar peşinde koştukları anlaşılmaktadır. Dünya tarihi bu gibi emperyal devletler, planlar ve de senaryolar ile dolu bulunmaktadır. İnsanlığın ya da dünya halklarının bir türlü emperyalizm belasından kurtulamamalarının ardında hem insanın karakteri hem de insan toplumları içinden çıkmış olan devlet yapılanmaları arasındaki çekişme ve rekabetin önemli ölçülerde payı bulunmaktadır. Bu gibi çekişme ve rekabet düzenleri doğrultusunda bütün küçük ve orta boy devletler emperyal güçlerin hedefi konumundadırlar. Bölgesel hegemonyasını pekiştiren büyük devletler emperyal bir güç olarak dünya sahnesine çıktıkları zaman, karşılarına çıkan her ülkeye girmek ve bu ülkelerdeki devlet düzenlerini kendilerine bağlayarak bir yeryüzü imparatorluğu arayışı içine girebilmektedirler. Böylesine bir süreçte, birçok küçük ülke ya da orta boy devlet, sürecin sonunda emperyal güçlerin eline geçebilmektedir. O zaman da o ülkeler kendi halkına ya da ulusuna değil ama, başka devlet ya da güçlerin eline kalabilmektedir. Bu tür olumsuz bir süreç yaşayan toplumlar kendi ülkelerinin hangi emperyal gücün eline geçeceği ya da emperyal güçler arasında nasıl bir paylaşım savaşına sahne olacağı konusunda düşünceler geliştirebilmektedirler.

            Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın merkezi coğrafyasındaki büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun çökertilişinden sonra, bu imparatorluğun merkezi topraklarında kurulmuş olan bir orta boy devlettir. Merkezi alanda kurulu olduğu için, dünya imparatorluğu kurmak ya da böyle bir yapılanmayı ele geçirmek isteyen bütün emperyal devletler ya da güçlerin merkezi alanı ele geçirme girişimlerinde Türk devleti başlıca hedef ülke konumundadır. Tarih ve de coğrafya bilgileri, böylesine önemli ve kritik bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği konusunu iyice ilginç kılmakta ve bu sorunun açıklığa kavuşturulması doğrultusunda geliştirilen fikir jimnastiği girişimleri de çok çeşitlilik içerdiği için Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın geleceğini tam olarak açıklayamamakta ve bu nedenle de Türkiye’nin kimin eline geçeceği konusu iyice tartışma alanlarında öne çıkmaktadır. Neden bu topraklar üzerinde böyle bir devlet yapısı oluşturulmuştur. Tarihin gelişme seyri içinde neden bu coğrafya da Türk ulusu tarih sahnesine çıkmış ve kendi ulus devletini üniter ve merkezi bir model içinde oluşturabilmiştir?  Dünya haritasının ortalarında yer alan Türk devletinin, geçmişten gelen tarih birikimi ve bugün de devam edip giden coğrafi konumu, ülkenin ve devletin geleceğini değerlendirebilmek açısından doğru ve güçlü bir çıkış noktasını göstermektedir. Yirminci yüzyılın başlarında ortalık alanda böylesine bir devlet modeli gündeme getirilerek örgütlenirken, gelecekte bu devletin nasıl yoluna devam edebileceği konusunda tam anlamıyla bir değerlendirme yapılabilmiş midir? Devletin kurucu kadroları, örgütleyici öncülerinin bu gibi soruları kendilerine sormuş ve bunları yanıtlayarak hareket etmiş oldukları düşünülmelidir.

      Dünyanın merkezine gelmek, merkezi alanı ele geçirerek buradan küresel bir hegemonya düzeni kurabilmek, doğunun ve batının önde gelen büyük güçlerinin ya da emperyal devletlerinin her zaman için ana hedeflerinden birisi olmuştur. Yer yüzünün en büyük kıtası olan Asya’da kurulmuş olan bütün büyük devletler kendi bölgelerinin kontrolünü ele geçirdikten sonra dünyanın merkezi alanına gelerek buralara da sahip olmak ve dünyayı bu orta alandan yönetmek istemişlerdir. Moğollar, Timurlar, İlhanlılar, Persler doğudan gelen büyük güçler olarak merkezi alanı ele geçirebilmenin peşinde koşmuşlardır. Bu doğu güçleri merkezi alanı tam olarak ele geçirememişler ama kendi bölgelerinden getirdikleri insan toplulukları zaman içerisinde merkezi coğrafyaya dağılarak yerleştikleri yerlerde, merkezi coğrafyanın yerleşik halklarını meydana getirmişlerdir. Batı’dan gelen Haçlı seferleri de geçici olmuş, bunların en sonuncusunda kurulmuş olan Haçlı devleti yüz yıllık bir zaman dilimi sonrasında çökmüştür. Haçlılar da merkezi alana hakim olamadıkları için Anadolu ve çevresinde kalıcı bir hegemonya düzeni kuramamışlardır. Merkezi alanda Türk nüfus yayılırken ve Türkler ile İslam dini arasında kaynaşma ile kalıcı devlet düzenleri oluşturulurken Avrupa üzerinden gönderilen Haçlı seferleri sonuçsuz kalmış, Haçlılar kalıcı bir düzen kuramamışlardır. Eski Roma ve Bizans İmparatorlukları gibi büyük merkezi bir imparatorluk peşinde koşan Vatikan yönetimindeki Hrıstiyan Avrupa kıtası, bu gibi planlarda başarısız kalınca, merkezi coğrafyada Selçuklular ile kurulmuş olan Türk insiyatifi daha da güçlenerek yayılmış ve ikinci aşamada Osmanlı imparatorluğu olarak   devam ederek, bin yıllık bir Türk hegemonyası dünyanın ortasında kalıcı bir doğrultuda kurumlaştırılmıştır.

        Haçlıların başaramadığı merkezi alan yerleşimini daha sonraki aşamada, Ruslar güneye doğru inerken İngilizler başarmış, Fransızları da yanına alan Büyük Britanya İmparatorluğu Osmanlı devletinin çöküş aşamasında Kıbrıs adası üzerinden bölgeye gelerek Orta Doğu topraklarına yerleşmiştir. Osmanlı sonrası dönemde İngilizlerin planları doğrultusunda bir merkezi alan yapılanması gündeme getirilmiş ve Fransız İmparatorluğunun desteği ile de batının sömürgeci düzeni Kuzey Afrika üzerinden Orta Doğu bölgelerine taşınmıştır. Böylece, Osmanlı imparatorluğunun dağılışıyla beraber merkezi coğrafyada ortaya çıkmış olan otorite boşluğu alanı doldurulmaya çalışılmıştır. İngilizler ve Fransızlar girmiş oldukları Osmanlı topraklarını parçalayarak kendi hegemonyaları altında sömürgeciliği merkezi coğrafyaya getirmişlerdir. Böylece Osmanlı toprakları, devletin çöküşü sonrasında batının en güçlü iki sömürgeci imparatorluğuna kalmıştır. O dönemde daha güçlü dünya devletleri olmadığı için İngiltere ve Fransa merkezi alan topraklarını istedikleri gibi paylaşmışlar ve Mısır’ın başkenti Kahire’de çizmiş oldukları harita ile bütün Osmanlı topraklarının batı emperyalizminin yeni sömürgeleri konumuna düşürmüşlerdir. Ne var ki, bu emperyalistler, Türkiye’nin kurucu önderi Atatürk’ün söylediği gibi geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlar ve yirminci yüzyılın konjonktürü içinde ortaya çıkan yeni gelişmeler batının temsilcisi iki büyük sömürgecinin kurdukları düzenlerinin önünü keserek daha farklı yapılanmaların önünü açmıştır.

        İslamiyetin çıkışından sonra güçlenen Araplar, Anadolu’ya gelerek yayılmışlar ama İstanbul’u fethedemeyince, bu ülkeyi terk ederek geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Araplar sonrasında Selçuklular Türk topluluklarını merkezi bölgelere taşıyarak, bu alanın halk topluluklarının oluşumuna yardımcı olmuşlar daha sonraki aşamada da Osmanlılar, bir büyük imparatorluk olarak   merkezi coğrafyayı egemenlikleri altına alınca batılı güçlerin hedefi haline gelmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun son yüzyılı içinde Ruslar güçlenerek güneye inmek istemişler, Almanlar birleşerek bir büyük imparatorluk kurunca doğuya açılarak, dünyanın merkezi alanlarını içine alan çok büyük bir Töton imparatorluğu oluşturmak istemişlerdir. Ne var ki, Birinci dünya savaşı öncesindeki bu iki girişi, Büyük Britanya İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelerek yerleşmesi ve Fransa’yı yanına alarak, Rusya ve Almanya’ya karşı çıkmasıyla önlenmiştir. Ruslar sıcak denizlere inmek için güneye doğru ilerlerken Osmanlının elindeki Kırım ve Kafkasya’yı ele geçirmişler, Almanlar da birlik sağlayınca Balkanlar üzerinde baskı kurarak Osmanlı hegemonyasının Avrupa topraklarının dışına atılmasında etkili olmuşlardır. Ruslar doğu Anadolu üzerinden Ermenileri kullanarak Anadolu’yu ele geçirmeye çalışırken, Almanlar Birinci Dünya Savaşı öncesinde İstanbul’a gelerek yerleşmeye başlamışlar, savaşı kazanarak on milyon Alman vatandaşını Anadolu topraklarına getirerek yerleştirebilmenin çabası içinde olmuşlardır. İstanbul, İzmir, Edirne, Adana, Trabzon, Zonguldak, Erzurum, Kars, Van ve Diyarbakır gibi on büyük Anadolu kentine birer milyon Alman yerleştirerek, Anadolu’yu bütünüyle Almanlaştırmak isteyen Alman emperyalizmi, Birinci Dünya Savaşını kaybedince geri çekilmek zorunda kalmış ve böylece, Almanların dünyayı Anadolu üzerinden yönetme planları çökmüştür. Almanlar ile Ruslar Birinci cihan savaşı sonrasında geri çekilmek durumunda kalmışlardır.

       Araplar onuncu yüzyılda, Ruslar ve Almanlar on dokuzuncu yüzyılda, Birinci Dünya savaşı sonrasında İngilizler yirminci yüzyılda Anadolu’ya yerleşmek istemişler ama sonunda geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır. İkinci dünya savaşı sonrasında ise, Amerikalılar Orta Doğu’ya gelmişler ve Osmanlı topraklarının merkezi ülkesinde yer alan Türkiye’yi Nato askeri ittifakı içerisine alarak; Türkiye’ye yerleşmeye başlamışlardır. O dönemin koşullarında var olan Sovyet İmparatorluğunu gerekçe gösteren Amerikan emperyalizmi, komünizm tehlikesini öcü göstererek, merkeze yerleşmiş ve Türkiye üzerinden koruyucu kalkan oluşturarak, iki bin yıl sonra Orta Doğu’da bir Yahudi devletinin kuruluşunu sağlamıştır. Böylece, Arapların, Rusların, Almanların ve İngilizlerin tam olarak yerleşemedikleri Anadolu toprakları üzerine Amerikalılar kendi kontrolleri altındaki Nato askeri yapılanması üzerinden yerleşerek, çok sayıda askeri üs kurmuş ve geleceğe dönük olarak merkezi alan yerleşimini güvence altına almıştır. Böylece, Osmanlı sonrasında, Anadolu toprakları Amerikalılara kalmış gibi bir durum yaratılmıştır. Devleti Aliye denilen merkezi büyük devletin yıkılması sonrasında, Amerikalıların Yahudilerle birlikte bölgeye gelerek yerleşmeleri, eski Roma İmparatorluğu toprakları üzerinde yeni Roma hegemonyası arayışlarını gündeme getirmiştir. Arapların kalabalık bir nüfus ile yaşadığı Orta Doğu hem Arapların hem de Türklerin elinden alınmış, Yahudilere kutsal topraklar verilirken, Anadolu üzerinden Türk varlığı ile Nato üzerinden kontrol altına alınmıştır. Bir anlamda, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları içerisinde kalan Türklerin milli vatanı olan Anadolu’ya Nato’nun yerleşmesiyle birlikte Türkiye sanki Amerikalılara kalmış gibi bir olumsuz durum ve görünüm yaratılmıştır.

          Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Misak-ı Milli sınırları içerisinde yaşamını sürdürmek zorunda kalan eski Osmanlı ahalisi, bir ulusal kurtuluş savaşı vererek, tarihsel süreç ve savaş konjonktürü içerisinde var olma mücadelesi vererek ve bir anlamda ölüm kalım savaşını kazanarak kendi ulus devletini kurmuş, böylece hem uluslaşarak Türkleşmiş hem de ulus devletini kurarak, sınırları önceden ilan edilen milli vatan toprakları üzerinde ulus devlet oluşumu tamamlanmıştır. Osmanlı gibi çok uluslu ve çok dinli heterojen bir siyasal yapının çöküşünden sonra, Osmanlının merkezi toprakları Türklere kalmış ve Türkler’de bu toprakların geleceği için savaşarak Anadolu ve Rumeli’yi vatanlaştırmışlardır. Türkler kendilerine kalan bu ülkeyi vatanlaştırırlarken, aynı zamanda ulus devletlerini de oluşturarak, gelecekte de bu topraklar üzerinde kalıcı olabilmenin ön hazırlıklarını tamamlamışlardır. Atatürk’ kurucu önder olarak geçmişten gelen tarihsel süreci iyi değerlendirmiş, Anadolu yarımadasının Türklere kalmasını sağlayarak, bunu aynı zamanda geleceğe dönük bir biçimde de kurumlaştırmıştır. Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti böylesine ulusal bir çabanın sonucu olarak tarih sahnesine çıkmış ve güçlü bir örgütlenme sayesinde de yirmi birinci yüzyıla kadar gelerek, kurucusunun söylediği gibi ilelebet payidar olabilmenin şanslarını yakalayabilmiştir. Türkler, atalarından miras olarak aldıkları vatanlarını aynı titizlikle koruyarak yollarına devam etmişler, vatanlarını hiç kimseye bırakmamışlardır. Araplara, Almanlara, Ruslara ve İngilizlere yar olmayan Anadolu topraklarının Amerikalılara da yar olmasına izin verilmemiş ve küreselleşme ya da Büyük Orta Doğu projesi gibi siyasal planlar doğrultusunda Türklerin ana vatanları ellerinden alınamamıştır. Nato ile Türkiye’ye giren Amerikan emperyalizmi, çok uluslu şirketleri bu bölgeye getirerek Türk topraklarına yerleştirmek istemiş ama bu doğrultudaki emperyal zorlamalara rağmen, bütünüyle Türkiye’yi ele geçirerek tarih sahnesinden böylesine olağanüstü bir süreçte kurulmuş olan bir devletin tasfiye edilmesinde başarılı olamamıştır.

          İki büyük dünya savaşı arasında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi birinci yüzyılda geçmişten gelen birikimin desteği ile yoluna devam edebilmesi için, Türkiye’nin ülke ve devlet olarak Türklerin elinde olması gerekmektedir. Türkler geçmişin olaylarını iyi gözlemleyerek ve karşılaştıkları ters durumlar karşısında gerekli olan önlemleri alarak yollarına devam etmek zorundadırlar. Türkler bu doğrultuda hem vatanlarına hem de devletlerine sahip çıkarak, bunları destekleyerek yollarına devam etmek durumundadırlar. Ulusal bir kurtuluş savaşı sayesinde kazanılmış olan bağımsız yaşama hakkı, Türkler açısından son derece kutsal bir haktır ve hiçbir biçimde vazgeçilemeyecektir. Tam bağımsız bir çağdaş cumhuriyet devletinin çatısı altında hem ulusal hem üniter hem de merkezi bir güçlü devlete sahip olma şansını yakalamış olan Türklerin bu durumdan vazgeçmelerini beklemek ve hele Türkiye’nin başkalarının ellerine geçmesine seyirci kalmalarını beklemek pek de gerçekçi bir yaklaşım olarak görünmemektedir. Hiçbir insan alıştıklarından vazgeçemez. Herkes alıştığı yaşam biçimi ve düzeni ile hayatını devam ettirmek ister. Böylesine bir doğal hakkı Türklerin elinden alarak, Türkiye gibi bir ülkede başkalarının egemen olmalarını düşünmek ya da sağlamak tamamen gerçek dışı bir durumdur. Türkler Düveli Muazzama denilen en büyük emperyalizme karşı savaşarak kendi bağımsız devletlerini oluşturdukları gibi, yüz yıl sonra da gene aynı doğrultuda yola devam ederek geleceğin dünyasında da bugünkü tam bağımsız yaşam düzenlerini sürdüreceklerdir. Bu yönü ile Türkiye’den vazgeçmeyecekler ve hem ülkelerine hem de devletlerine sahip çıkarak, merkezi alanda daha güçlü bir ulus devleti oluşturarak var olmaya devam edeceklerdir.

       “Türkiye kime kalacak?” sorusunun yanıtı, gene Türkler olacaktır, çünkü Türkler eskisi gibi bir vatansever olarak hem ülkelerine hem de devletlerine sahip çıkmaya devam edecekler ve bu doğrultuda bütün saldırılara ve   siyasal kışkırtmalara karşı mesafeli davranmaya bilinçli olarak devam edeceklerdir. Kitabın yazarı, kitabı başbakanın yazdırdığını kapakta ilan etmektedir.  Başbakanın giderek sertleşen tavırlarının, sesini yükselterek toplumun belirli kesimleri ile kavgalı bir durum yaratmasının ülkede ciddi bir hesaplaşma ve gerginliğe neden olduğu, büyük rüyalar peşinde koşarken bundan çok daha büyük kabuslara sürüklenildiğini, böylesine bir olumsuz sürecin sonucunda ülkede kavganın giderek tırmanacağını ve bunun sonunda da Türkiye’nin kimin elinde kalacağının tahminleri yapılmaya çalışılmaktadır. Bugünün iktidar partisinin, küreselleşme sürecinin getirmiş olduğu değişim ve dönüşümleri batı desteği ile zorla uygulamaya çaba göstermesinin ülkede ciddi bir hesaplaşma yarattığı ve bu durumda da yakın gelecekte Türkiye’yi kimlerin yöneteceğinin ya da Türkiye’nin bu gibi olumsuz bir tırmanış karşısında kimin elinde kalacağının tahmini yapılmaya çalışılmaktadır. Kapitalist emperyalizmin zorla dayatmış olduğu politikaların Türkiye’yi ciddi bir ayrışma noktasına sürüklemesi, insan hakları üzerinden etnik kavganın, inanç özgürlüğü üzerinden dinler kavgası ile cemaatlar çekişmesinin tırmandırılması, ekonomik programlar üzerinden de yeni sömürgeciliğin bir çuval halinde Türkiye’nin başına geçirilmek istenmesi yakın gelecek açısından ciddi belirsizlikler sinyali vermektedir. Bu üç tehlikeli süreç devam ettiği noktada, Türkiye’de ulusal, üniter, merkezi ve laik devlet modeli zarar görmekte, giderek tırmanan alt kimlik kavgaları yüzünden Türkiye bir iç hesaplaşma ve bölgesel çatışmalara doğru sürüklenerek, Lozan’dan gelen statüsünü kaybetmek tehlikesi ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu aşamada ülkenin belirli bölgelerinde alt kimlikli devletçikler yaratılmaya çalışılmakta, Osmanlının çöküşüyle beraber yurt dışına giden gayrimüslim gruplar yeniden Türkiye’nin belirli bölgelerine yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Dini cemaatların da dış desteklerle çok güçlenmesi noktasında, Türkiye’nin geleceğinde hem etnik hem dinsel hem de emperyal kavgalar giderek tırmanma göstermektedir. Merkezi alanda emperyal devletlerin etkilerini artırma girişimleri de savaş tehlikesini artırarak, Anadolu’nun geleceğinde yabancı devletlerin hegemonyasının önünü açmakta ve bu doğrultuda Türkiye’nin geleceğini ciddi bir tartışma konusu haline getirmektedir.

         Küreselleşmenin başlamasından sonra çeyrek yüzyıl geçtiği için artık, bütün plan ve programlar kesin hatlarıyla ortaya çıkmış ve kesinlik kazanmıştır. Bu nedenle, ulus devletlere karşı çıkan batı emperyalizmi, büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projeleriyle Türkiye’ye yerleşmeye çalışırken, Türk ülkesine fazlasıyla Amerikalı ve Musevi iş adamı ya da sermaye sahibi gelerek yerleşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti emperyal politikalar ile teslim alınırken, yabancıların ülkeye gelerek yerleşmelerinin önü açılmakta ve sonunda Türkiye Türklerin elinden alınarak yabancılara teslim edilmeye çalışılmaktadır. Yüz yıl önce aynı oyun oynanmış ve Türkiye’nin topraklarına emperyal güçler ve yabancı sermaye gelerek yerleşmeye çalışmıştır. Ne var ki, o dönemde Türk halkı bir ulusal kurtuluş savaşı vererek ülkeyi kurtarmış ve bağımsız devlet yapısını kurmuştur. Böylece, Türkiye yirminci yüzyılda Türklere kalmıştır. Şimdi yirmi birinci yüzyılda aynı oyun ikinci kez oynanırken gene aynı sonuç ortaya çıkacak ve Türk ulusu kendi ülkesine, kaynaklarına ve zenginliklerine sahip çıkarak Türkiye’nin Türklerin elinde kalkmasını sağlayacaktır. Tarih ders almasını bilenler açısından bir tekerrürden ibarettir. Dün ulusal kurtuluş savaşı vererek Türkiye’ye sahip olan Türk ulusu, yeni dönemde yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesi vererek eskisi gibi ülkesine ve devletine sahip çıkarak, emperyalizmin Türkiye’yi tarih sahnesinden silme girişimlerini ikinci kez önleyecektir. Bu çekişme ve hesaplaşmaların sonunda, Türkiye gene Türklere kalacaktır. Alt kimlikçi girişimlerin bölücülüğü ya da kapitalistlerin emperyalist saldırıları   ve bazı kesimlerin işbirlikçiliği, bu kutsal var olma mücadelesini ortadan kaldıramayacaktır. Her kesimin bu durumu bilmesinde, ülke ve dünya barışı açısından yarar vardır. Türkler her zaman olduğu gibi vatanlarına sahip çıkacaklardır.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

16 Haziran 2021 Çarşamba

SOSYAL SÖZLEŞMEDEN TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 SOSYAL SÖZLEŞMEDEN TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNE

                Bu dünyada insanları diğer canlılardan ayıran olay, insanoğlunun hemcinsleri ile birlikte düzenli bir toplum düzeni içinde yaşamasıdır. İnsanlar bunu sahip oldukları akıl ve benzeri yetenekler ile gerçekleştirdikleri için, bugün yeryüzünde sekiz milyar insan iki yüz yirmi devletin çatısı altında bir toplumsal düzen içinde yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yeryüzünde yaşayan diğer canlılar insanlarda olduğu gibi bir akıl ve beyin yeteneklerine sahip olamadıkları için, bu alanda insanlardan geride kalmakta ve dünya gezegeninin egemen gücü olarak insanoğlu, yirmi birinci yüzyılda varlığını sürdürerek ve geleceğe dönük bir gelişme çizgisi doğrultusunda kendisini geliştirerek, yeni dünya düzeninin hem hazırlayıcısı hem de kurucusu olabilmektedir. Böylesine bir oluşumu, akıl ve fikir sahibi insanlar hazırlarken, yeryüzünün diğer canlıları neyin ne olduğunu bilmeden önlerine gelen değişim ve dönüşüm olgusunun rüzgarlarına kapılarak ve değişen yeryüzü düzenine ayak uydurmaya çaba göstererek, bütünüyle ayakta kalabilmenin arayışı içine girmektedirler. Yeryüzünün geçmişine bakıldığı zaman böylesine bir oluşumun, binlerce yıl öncesinde ortaya çıkarak günümüze kadar devam edip geldiği anlaşılmaktadır. Devletlerin tarihi incelendiği zaman bu durum ortaya çıkmaktadır.

                Doğuştan bir sosyal hayvan olarak dünyaya gelen insanoğlu, genel olarak hemcinsleri ile birlikte yaşamayı ve toplu halde bir yaşam düzenini tercih ederek yüzyıllarca toplumsal bir düzen altında var olabilmenin ve yaşam düzeni kurabilmenin çeşitli örneklerini zamanla ortaya koymuşlardır.  İnsanlık tarihi devletleşme süreçleri açısından ele alınarak incelendiğinde, ilkel toplum düzenleri ortaya çıkmakta ve bunların devam ederek yaşamasını sağlayan ilkel devlet düzenleri, bu durumu yansıtan ana örnekler olarak tarihin başlangıç dönemindeki yerlerini almışlardır. Yıllar geçtikçe ilkel toplum düzenleri de gelişmeler göstererek ortaçağ dönemine doğru yol alırken, ilkel toplumların yerini din kurallarına dayalı yeni bir yaşam düzeni almaya başlamıştır. Tek tanrılı dinlerin tarih sahnesine çıkarak, hızla yeryüzünün her tarafına doğru gelişmeler gösterdiği görülmüş ve daha sonraları da kilisenin öncülüğünde din adamları yönetimini hedefleyen insan toplulukları, sırasıyla ilkel toplum yapısından dinsel toplum düzenine geçerek, tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. Bu tür bir düzene geçmeden önce ilkel toplumlar incelendiğinde, sürü halinde diğer canlılar ile birlikte yaşayan insan toplumlarının, içlerindeki en güçlü adamın yönetimi altına girdikleri ve diğer güçlü insanlar ile var olan geçmişten gelen toplumsal düzenlerin dönüşümünün ortaya çıkmasıyla da güç kavramının sürüler halinde yaşamakta olan insan toplumlarının dönüşümünde en etkili faktör olarak öne çıktığı görülmektedir. Güçlü insanlar, bu aşamada öne çıkarak ve çeşitli toplulukları arkasına alarak, geleceğin toplum düzeninin oluşumunda etkili olabilmenin yollarını aramışlardır. Kuvvetli insanlar sahip oldukları güç aracılığı ile bulundukları toplumları yönetmeye başlarken, aynı zamanda kurulu bir düzenin oluşumunu gündeme getiren din adamlarının önderliği ile karşılaşmışlardır. Bin yıllık ortaçağ döneminde dinin egemenliği kilise üzerinden yaygınlık kazanırken, ilkel toplumlarda görülen güç faktörü geride kalmıştır. Kaba kuvvetten dinin egemenliğine geçerken, insanoğlu yazının keşfi sayesinde okumaya başlamış ve böylece içinde bulundukları dünya düzeni ile hayat olgusu üzerine düşünmeye başlayarak bilim olgusunun öne çıkmasını sağlayan büyük bir değişim, ilk ve ortaçağlardan sonra yeni ve yakın çağlara doğru gelişip ilerlerken, akıl ve fikir sahibi olarak insanoğlu geçmişten gelen bütün bilgileri bir araya getirerek bilim denilen disiplini öne çıkarmıştır. İnsanlar kaba güçten sonra dinin egemenliğindeki ortaçağı da geride bırakarak, bilimsel bilgi disiplininin getirdikleriyle, bir çok alanda bilimsel devrimler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Zamanla çeşitli alanlardaki ulaşılan bilgiler hem dünyayı hem de insanları değiştirmiş ve bu aşamadan sonra insanlar bilimsel devrimlerin getirdiği yeni oluşumlar üzerinden kalkınmaya ve gelişmeye devam etmişlerdir.

                Bugünün dünyasında önde gelen bir merkezi konuma sahip olan batı uygarlığı önce Avrupa kıtasında ortaya çıkmış ve daha sonraki aşamada ise ABD’nin öncülüğünde Amerika kıtasında da genişleyip yayılarak, beş kıtadan oluşan dünya sahnesini egemenliği altına almıştır. Yüzyılların bilgi birikimi insanlığın gelecek arayışında etkin olmaya başlayınca, önce bilimsel devrimler daha sonra da siyasal devrimler tarihsel süreç içindeki yerlerini almışlardır. Doğuştan özgür bireyler olarak dünyaya gelen insanlar daha sonraki aşamada toplumsal yaşamın içine girdikleri aşamada, her yerdeki toplum ve devlet düzenlerinin baskıları yüzünden her yerde baskı altına alınarak zincire vurulmuş ve özgür olmaktan çıkarak esaret içindeki diğer canlıların olumsuz durumlarına sürüklenmişlerdir.  İlkel toplumda kuvvetlilerin hakları öne çıkarken, insanlığın esaretine giden olumsuz yolun önü açılmıştır. Güçlü ve kuvvetli insanlar toplumsal yaşama egemen olmaya başladıkları aşamada, diğer insanların köleleşme düzenleri de öne çıkmış ve modern topluma doğru dünya ilerlerken insanoğlu hürler ve köleler olarak ikiye ayrılmıştır. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen bugünün dünyasında gene eski durum devam etmekte ve her yerde güçlüler özgür ve egemen konuma sahip olurlarken, zayıflar ve güçsüzler onların kulu ve kölesi olmaktan kurtulamamaktadırlar. Doğuştan özgürlüğüne kavuşan insanlığın her durumda ve her yerde güçlülerin baskı ve hegemonyaları ile karşılaşmaları, bütün aşamalarda insan toplulukları arasında çekişmeye ve çatışmalara neden olmuştur. Bu tür çatışmaların sıcak olaylar ile savaşlara dönüşmesi, istenmeyen olumsuz durumları beraberinde getirmiş ve insan toplumları bir türlü iç ve dış kargaşalardan kurtularak kalıcı bir barış düzenine kavuşamamıştır. İnsanlık tarihi bu açıdan hak ve özgürlüklere kavuşma mücadelelerinin uzantısı olarak görülebilir. Böylesine bir çıkmaz içindeki insanlığın serüveni Avrupa’nın ortasında yer alan merkezi büyük devletlerden Fransa’da gerçekleşen siyasal devrim ile aşılabilmiştir.

                Fransız devrimine giden yol Fransa toplumu ve devletinin geçirdiği aşamaların belirlediği bir oluşum sayesinde ortaya çıkmıştır. Devrime giden yolda Montesquieu, Voltaire ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerin son derece etkili yönlendirmeleri olmuştur. İbni Haldun’un Ortaçağın birikimini yeni çağlara taşıması gibi, Fransız devriminin öncüsü Jean Jacques Rousseau'da, yazmış olduğu “Sosyal Sözleşme “isimli kitabı ile hem bir durum tespiti yapıyor hem de uygarlık yolunda nasıl davranılması gerektiğini ciddi bir hukuk birikimi örgütleyerek bu eserinde dile getiriyordu. Bu kitap özellikle Endülüs’den gelen siyasal birikimi öne çıkarırken, modern bir devlet ve toplum düzenine geçilebilmesi için neler yapılması gerektiğini de bölümler halinde yazarak, geleceğin dünyasında daha gelişmiş ve belirli bir siyasal disiplin altına alınmış kamu düzenleri oluşturarak, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını hedefliyordu. Rousseau, bu kitabında insanlık için geçmişin birikimlerinin örgütlenmesiyle bir hukuk düzeni oluşturmaya öncelik veriyordu. Bu doğrultuda toplum içinde bulunan her bireyin kendi hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçmesi gerektiğini vurguluyordu. Tüm bireylerin hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçmesiyle ortaya çıkacak yeni yapılanma içinde bütün bu vazgeçilen hak ve özgürlüklerin gündeme getirdiği yeni otorite, vatandaşların eşit katılımı ile kurulacak bir toplumsal örgütlenme olarak devlete geçecekti. Her vatandaşın belirli ölçülerde vazgeçmiş olduğu hak ve özgürlüklerin devlet adı verilen siyasal mekanizmanın tekelinde toplanmasıyla, insanlar bir otoritenin çatısı altında bir araya gelerek, geçmişten gelen güçlüler ve zayıflar arasındaki her türlü çatışma ve çekişmelerden, oluşturacakları yeni kamu düzeni sayesinde kurtulacaklardı. Böylece hiç kimse gücüne ya da kuvvetine dayanarak toplum içinde haksızlıklar yaratamayacak, herkesin hak ve özgürlükleri eşit koşullarda ve vatandaşlar arasında hiçbir ayırım yapılmayarak devlet tarafından benimseneceği için, her türlü haksızlık devletin oluşturduğu hukuk düzeni içinde önlenecekti. Yasalar sayesinde herkese eşit ve hakkaniyete uygun hak ve özgürlük tanınacaktı. Devletin böylesine tarafsız ve etkin bir biçimde eşitlikçi bir toplum düzeni oluşturması ile herkesin hem hak ve özgürlükleri hem de mal ve mülkleri hukuk aracılığı ile güvence altına alınacaktı. Herkes güvenli bir toplum düzeninde yaşayabilmek amacıyla sahip olduğu hak ve özgürlüklerinin bir kısmını, toplum içinde bir sözleşme imzalayarak devlete devredecekti. Jean-Jacques Rousseau bu yapılanmaya “Sosyal Sözleşme” adını veriyordu.

                Devlet ve toplum düzenlerinin nasıl kurulacağı ile ilgili bilgiler öğretiliyor ve Sosyal sözleşme ile ilgili bu kitap aracılığı ile de insanlığa aktarılıyordu. Halkın eşit bir biçimde vazgeçeceği hak ve özgürlüklerinin bir kısmı sonradan devlete adı verilen tüzel kişiliğe devredilirken, bunlardan vazgeçen insanlar hak ve özgürlüklerinin bir kısmını devrettikleri devletten hem koruma hem de sahip oldukları hukuk kazanımlarının muhafaza edilerek güvence altına alınmasını bekliyordu. Sonradan yaratılan egemen varlık olarak, devletin öncülüğünde toplumu oluşturan bireylerin bir toplumsal pakt imzalayarak devleti egemen güç konumuna getirmeleri düşünülüyordu. Bu doğrultuda yaratılmış olan egemenlik gücünün hiçbir biçimde kimseye devredilemeyeceği esas olarak kabul ediliyordu. Devlet denilen egemen gücün sahip olduğu iradenin genel bir irade olarak, herkesin hak ve özgürlüklerinin bir kısmının devlete devredilmesiyle gerçeklik kazanması sağlanıyordu. Herkesin iradesinin bir kısmının bir araya getirilmesiyle oluşturulan genel irade gücü, hegemon devletin eline devredilerek ülkede otorite merkezli bir kamu düzeni oluşturulabilmesi için çaba gösteriliyordu. Bu tür bir uygulamanın temelinde egemenliğin devir edilemeyeceği, hakimiyetin bölünemeyeceği ve de genel irade gücünün de hiçbir zaman yanılmayarak devletin doğru bir çizgide etkinliklerini sürdürmesi planlanıyordu. Bu çerçevede egemen gücün kullanılma sınırlarının iyi belirlenmesi ve böylece yanlış bir yönetim tehlikesinin önlenmesi gerekiyordu. Toplumun yönetilmesi sırasında ortaya çıkan sorunların aşılmasında gene tüm sorumluluk devlete düşüyordu. Toplumu oluşturan tüm bireylerin eşit katılımı sayesinde hazırlanmış olan sosyal sözleşmeye dayanarak, devlet toplumun bütün gereksinmelerini karşılayacak kamu hizmetleri ile, bu doğrultuda oluşturulacak bir kamu düzenini esas temel ilke olarak benimsiyordu. Vatandaşların vazgeçtiği hak ve özgürlükleri devlete devir edilirken, hukuk sisteminin sağlayacağı güvence altında anayasal devletin devamı öngörülüyordu.

             Rousseau, vatandaşların bir toplum sözleşmesinin varlığına dayanarak hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçtiğini ve bu doğrultuda hak ve özgürlüklerin dengelenmesi için de gelişmiş bir   yönetim biçimine sahip olunması gerektiğini dile getiriyordu. İnsan toplumlarının birbirinden ayrılan farklı koşulları yüzünden, ülkeden ülkeye siyasal sistemlerin ve rejimlerin değişiklik gösterebileceğini üzerinde ısrarla durarak öne sürüyordu. Rousseau'ya göre en ileri yönetim biçiminin halk yönetimi anlamında demokrasinin olduğunu, aristokrasi ve monarşi gibi uygulamaların yetersiz kaldığı her durumda demokrasinin öncelikle tercih edilmesi gereken siyasal rejim olduğunu, bu nedenle de uygulanmasının öncelikle düşünülmesi gerektiği dikkate alınarak, en ileri düzeyde bir demokratik rejim uygulanmasına geçilmesi gerektiği açıktır. Koşullar ne kadar farklı olursa olsun demokrasiden vazgeçilmemesi gerektiği gene sosyal sözleşme isimli kitapta açıklanmaktadır. Her siyasal rejim gibi en iyi demokrasiler bile zamanla yıpranabilir ya da kötüye kullanmalar nedeniyle yozlaşarak ortadan kalkabilir. Ne var ki, egemen varlık konumundaki devletin üstünlüğünü ve merkezi konumunun öncelikle korunması gerektiği konusunda, bütün toplum üyelerinin katılımıyla rejimin geleceğe dönük kurumlaşmasının sağlanması, yozlaşmaların ya da kötüye kullanımların öncelikle düşünülmesi gereken bir konudur. Siyasal iktidarların muhalefet yapılanmaları aracılığı ile dengelenmesi, ya da yasama, yargı ve yürütme arasında sağlanacak bir kuvvetler ayrılığı rejimi, ülkedeki toplum ve devlet düzeninin içindeki olumsuzluklara ve de yozlaşmalara karşı bir önleyici güvence olarak devreye girmesi gerekmektedir. Eski Roma imparatorluğu dönemlerinden kalma diktatörlük rejimlerinin giderek baskı yönetimlerine dönüşmesinin ancak ileri demokrasi rejimleri ile önlenebileceği zaman içinde ortaya çıkmıştır. Gelişmiş bir siyasal rejim türü olarak demokrasilerin varlığını koruyabilmesi için herkesin kazanılmış haklar çizgisinde mücadele etmesi gerekmiştir. Yoldan çıkan iktidarlara karşı seçimler her zaman için bir önleyici unsur olarak görülmüştür. Siyasal rejimlere sahip çıkma çizgisinde sivil toplum yapılanmalarının devreye sokulması, halk kitlelerinin hareketliliği açısından her zaman için olumlu yansımalar ortaya çıkarmıştır. Demokratik rejimlerin çağdaş gelişmeler doğrultusunda kendilerini yenilemeleri toplumların gereksinmelerinin karşılanması açısından olumlu sonuçlar vermiştir. Yetki gasplarının önlenmesi açısından demokrasilerin korunması zorunlu görünmektedir.

                Sosyal sözleşme her toplumun yönetimi ve devletlerin yasallığı açılarından önemlidir. Bu açıdan bilimsel çalışmalarda ve incelemelerde her devletin kendi özel durumları dikkate alınarak hareket edilmelidir. Her devletin dünya haritası üzerinde diğer devletlerden farklı bir konumu vardır. Devletlerin tarih ve coğrafya gibi bilimsel disiplinlere konu olan yanları her zaman için birbirinden farklılık göstermektedir. Devletlerin ayrıca sahip oldukları biçimsel farklılıklar ile oluşması da modellerin birbirlerinden ayrılan yönlerini öne çıkarmaktadır. İmparatorluklar, federasyonlar ya da konfederasyonlar, din devletleri ya da ulus devletler gibi devlet modellerine dünyanın her bölgesinde rastlandığı için, bu tür devlet modellerinin seçiminde o devletin çatısı altında yaşayan halk kitlesinin oylarının önde gelen bir önemi vardır. Bu açıdan var olduğu kabul edilen sosyal sözleşmenin belirleyici etkisi olmaktadır. Vatandaşların sahip oldukları hak ve özgürlüklerinden devleti kurmak üzere vazgeçtikleri aşamada, gerçekleştiği varsayılan sosyal sözleşmenin içinde toplumun yapısı ve farklı özelliklerine göre devletin kurulması doğrultusunda bir insiyatifin gerçekleştiği düşünülerek devlet modelinin kurulması tamamlanmaya çalışılır. İmparatorluklar da ya da federasyonlarda farklı bölgelerin güçlü bir merkezi yönetim aracılığı ile idare edildiği görülmektedir. Var olan ulus devlet modeli ise, o zaman devletin ülkesi ile birliği ve bütünlüğü ilkesi yönünde hareket edilerek, devletin  kurucusu olan ulusun vatanı ile karşı karşıya kalınan bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Ulusların devlet ve milletleriyle kaynaşarak tamamladıkları ulus devlet süreci içinde, her ulusun tarihi o ulusun devletinin modelinin belirlenmesinde önde gelen bir etki yaratmaktadır. Bu çerçevede her ulus sahip olduğu karakteristik özelliklerini, kendi kurduğu ulus devletin yapılanmasında belirleyici bir çizgide yansıtabilmektedir. Bu gibi durumların fazlaca görülmesi gibi siyasal gelişmelerde her ulus devletin birbirinden fazlasıyla ayrıldığı görülmektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak dünya haritasında yer alan diğer ulus devletlerden çok farklı özellikleriyle öne çıkmaktadır. Sosyal sözleşme teorisinin getirdikleriyle Türk devleti ele alınarak incelenirse, ortaya bir Türklük sözleşmesinin geldiği görülmektedir. Var olduğu kabul edilen bir Türklük sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde gündeme geldiği ve devlet kurma hazırlıkları içinde yer aldığı öne sürülmektedir. Geçen yüzyılın bir ulus devletler çağı olarak benimsenmesi üzerine öne çıkan yeni ulus devletler, yirmi birinci yüzyıla geçilen yeni dönemde tartışma konusu yapılmakta ve yeni egemen güçlerin hegemonyasının kurulması amacıyla var olan ulus devletler ileri geri çekiştirilerek, onların belirlediği bugünkü dünya düzeni yeni egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda değişim konusu yapılmaktadır. Değişimden daha çok dönüşüm gibi köklü değişiklikler öne çıkarılarak ulusal yapıların egemen olduğu ulus devlet modelleri açıkça ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Geçen yüzyılın son çeyreğinde başlayan ulus devlet düşmanlığı ya da yeni dünya düzenciliği gibi akımların sürekli olarak önde gelen büyük emperyalist güçler ile birlikte dayatılması yüzünden, yeni ekonomik düzen çerçevesinde yeni yüzyılın ilk çeyreğinde ulus devletler fazlasıyla yara almış görünmektedir. Avrupa’nın ulus devletleri bir kıtasal federasyona doğru dönüştürülmeye çalışılmış ve bu nedenle ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmış olduğu Avrupa kıtasında, öncelikle ulus devletleri tasfiye çabası sonuç vermemiştir. Avrupa kıtasında başlayan bu ulus devlet düşmanlığı girişimleri, daha sonra diğer kıtalarda ve bölgelerde gündeme getirilince, özellikle Siyonizmin tehdit ettiği Orta Doğu bölgesinin tam ortasında merkezi bir devlet konumuna sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, fazlasıyla hem emperyalist hem de Siyonist saldırılar ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Türk devletinin bir ulus devlet olarak varlığını korumasını istemeyen alt kimlikçi gruplar ile birlikte, onlarla iş birliği yaparak ulus düşmanlığını bayrak gibi kullanan emperyalistler, alt kimlikçi eyalet ve şehir devletleri oluşumlarını destekleyerek dünya haritasından ulus devletleri silmek için her yolu denemektedirler. İşte tam da bu aşamada Türklük sözleşmesi var mı yok mu diye bir tartışma, emperyalizm ile Siyonizmin temsilcisi merkezler tarafından Türkiye’de başlatılarak, merkezi coğrafyada bin yıldır geçerli olan Türk hegemonyasının Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti ile birlikte ortadan kaldırılmaya çalışıldığı göze çarpmaktadır.

                Türklük sözleşmesi genç bir araştırmacı tarafından kitap haline getirilirken, bu kitabı yayınlayan yayınevinin çıkardığı dergide hem bir özel sayı çıkarılmakta hem de sonraki sayılarda ondan fazla makale yayınlanarak Türk kamuoyunda Türk devleti gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.  Şimdiye kadar devletin kurucu önderi ile ilgili Mussolini ve Hitler yakıştırmaları gırla giderken, her türlü diktatörlük suçlamaları, Rıza Nur ya da diğer Atatürk düşmanlarının dile getirdiği öyküler ile birlikte dile getirilerek, dergi ve kitaplarda bu gibi konular daha da öne çıkarılarak siyasal konu tırmandırmaları yapılmaktadır. Bir ulus devlet olarak çağdaş Avrupa devletleri standartlarına sahip bir biçimde  kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetine yönelen ulus devlet düşmanlığı ,günümüzde her açıdan ele alınarak tartışılmakta ve bugünkü Türk devletinin ortadan kaldırılmasına yönelik olumsuz tutum ve davranışlara, Türkiye’yi bir kaos ortamına sürükleme doğrultusunda her açıdan zorlama yapılırken, bir de Türklük Sözleşmesi gibi, Türkleri ve Türklerin kurmuş olduğu ulus devleti  ortadan kaldırmaya yönelen girişimlerin birbiri ardı sıra gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Türklük halleri üzerinden konuya girenler Türklük hallerine son verilirse, Türklüğün de sona ereceğini açıkça ifade edebilmektedirler. Her Türk vatandaşının Türk görünmekten vazgeçmesiyle, Türk toplumu içinde ulusal bağlantının ortadan kalkacağı ve Sevr haritasına benzer bir yapılanmanın dış desteklerle devreye girebileceği ihsas edilmektedir. Türklük hallerinden vazgeçmenin yaratacağı hazzı dile getiren Türklük karşıtı bir söylem, Türklük sözleşmesi tartışmalarıyla tırmandırılarak Türklük olgusuna son verilmeye çalışılmaktadır. Soğuk savaş yıllarında alt kimlikçilik ve bölücülük girişimleriyle yok edilemeyen Türklük ve Türkçülük oluşumları, şimdi daha üst düzeyde bir teori geliştirilerek Türklük sözleşmesi üzerinden devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Türklük ve Türkçülük muhit ya da mahalle milliyetçiliği diye küçümsenirken, Türk devleti çatısı altında yeni bir Türklük sözleşmesi hazırlanarak Türklük’ten Türkiyeliliğe doğru bir geçiş, açıkça Türk kamuoyuna empoze edilmektedir. Böylece Türk vatandaşı olan bazı alt kimlikli gruplar üzerinden Türklük olgusuna karşı çıkılmaktadır.

                Türklüğü tarihsel süreç içinde iktidar yapılanması olarak görenler, aynı zamanda Türklükten çıkışı da bu doğrultuda görerek, Türk devletini tarihin çöplüğüne doğru sürmeyi hedeflediklerini açıkça yazabilmektedirler. Türklük karşıtı alt kimlikçiliğin zaman içinde Türkçülük akımının yeniden güçlenmesine hizmet ettiğini ileri süren sözleşmeci Türk vatandaşları ,bazı gerçekleri görmezden gelemeyeceklerini anladıklarından, var olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasına giden yolda ortaya  eylemsel olarak çıkan fiili Türklük sözleşmesinin temellerinin sağlam atılması nedeniyle  bunun ilga edilmesinin mümkün olmadığını, çünkü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde sekseninin kendisini Türk olarak tanımladığını açıkça dile getirmektedirler. Bu çerçevede Türk ulus devletinin kuruluşunu başarılı bulduklarını ve bu durumun yakın zaman içinde değiştirilmesinin mümkün olmadığını da dile getirerek gerçekçi bir yaklaşımı ifade etmektedirler. Bu çerçevede Türklerin bir varoluşsal tehdit içinde olmadığını dile getiren sözleşmeciler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının durduk yerde değiştirilmesinin mümkün olmadığını, ancak dünyada meydana gelebilecek değişim rüzgarlarının Türkiye üzerine estirilmesi ile, bazı denemeler yapılabileceğini de söylemekten geri durmamaktadırlar. Cumhuriyetin kuruluşu itibarıyla var olduğu öne sürülen Türklük’le ilgili sözleşmenin, demokratik ya da popüler çizgilerde değişiklik göstermesinin önümüzdeki seçimlerde Türk halkının tercihleri ile mümkün olabileceğini de görebildiklerini belirtmektedirler. Sözleşmeci bir yaklaşım ile Türklük olgusunun farklı boyutlarda gündeme getirilmesi sayesinde, batı emperyalizmi ile Siyonizmin bölgesel yeniden yapılanma arayışlarına yardımcı olabilecek bir düzeyde konu gündeme getirilmektedir. Türklük siyaseti alttakiler ile üsttekiler arasındaki çekişmeler açısından ele alınarak incelenirken, araya Türklük sözleşmesi gibi yeni bir bakış açısının eklenmesi, var olan tartışma ortamını daha da genişleterek kafa karışıklığına yol açılmasına neden olmuştur. Yazılı anayasaların yanında Türklük sözleşmesini Türkiye’nin yazısız anayasası olarak gören sözleşmeci Türkler, soldan gelen geçmişlerinin kavramı olarak sınıf çelişkileri ve mücadeleleri gibi kavramları kullanarak, yeni tezlerini güçlendirmeye çalışırlarken, Türkler’in tutarlı bir ulusal direnişi ile karşılaşmışlardır.

                Türklük sözleşmesinin bir ulusal mutabakat örneği olarak ele alınması konunun ciddiyeti açısından önemlidir. Türklük sözleşmesinin hem Müslüman Türkleri korurken hem de çağdaş batı dünyasının yanında, modern bir devlet ve kurumsal ağ kurarak başarılı olduğunu, sözleşmeci Türk vatandaşları kabul ettiklerini açıkça vurgulamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’ni karşıdan bakarak inceledikleri aşamada Atürkçülüğün ortadan kalktığını, Kemalist tarih öğretisinin artık eski gücüne sahip olmadığını da belirtmekten kaçınmamışlardır. Atatürkçülüğün İslamcılar yüzünden resmi ideoloji olmaktan çıktığını, cumhuriyeti kuran partinin diğer partilerden devşirme kadrolarla  kimlik ve yapı değiştirerek emperyal projelerin bölge temsilciliğini yaptığını, önümüzdeki dönemde  ise Atatürkçülüğün bir sivil toplum hareketi olarak yeniden gündeme gelebileceğini, Kemalistlerin geleceğe dönük hayallerini ve özlemlerini kaybettiklerini  ve bu yüzden  eskisi gibi  etkin bir siyaset biçimi geliştiremedikleri, gene sözleşmeci Türklerin açıklamalarında görülmektedir. Kapitalist sistem kendisine karşı olan hareketleri de kendi içine çektiği için, Atatürkçülüğün anti emperyalizm çizgisinden çıkarak, batıcı bir yaklaşıma doğru kaydırıldığını açıktan ifade etmekten kaçınmamışlardır. Yeni dönemde geçmişten gelen çizgilerin değişeceğini ve Türklük sözleşmesinden dışlanan toplum kesimlerinin de içinde yer alacağı yeni bir sözleşme türü arayışlarının tartışma platformlarında konuşulmaya başlanacağını, sözleşmeci Türkler açıkça belirtmek durumunda kalmışlardır. Türklük olgusu bu yeni yaklaşımlar doğrultusunda ele alınarak yeniden değerlendirmeye alınarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmazlardan nasıl kurtulacağı gibi yeni arayışlar da farklı tartışmalar ile birlikte siyasal gündemde öne geçmektedirler. Sosyal sözleşme kökenli Türkçülük tartışmaları sürekli olarak devam ettirilirken, yeni bir Türkçülük sözleşmesi arayışlarına devam edilmektedir.

                Farklı çizgilerde ele alınmaya başlanan Türklük olgusu kaynakları araştırıldığında aslında tarihin derinliklerinden gelen kalıcı bir çizginin Türk kimliği üzerinde belirleyici olduğu artık iyice anlaşılmaktadır. Türklük olgusu hem tarihsel süreç içinde hem de toplumsal oluşumların sürekliliği çerçevesinde kimlik kazanarak, bugünlere kadar gelebilmiştir. Türklük kavramı tanımlanırken toplum içinde var olan bazı sosyal gruplar ile farklı birtakım kimliklerin dışlandığı görülmektedir. Bu çizgide dışlanan toplum kesimleri giderek asıl kimliğin karşısına ötekileşerek çıkmakta ve bu yüzden de ulusal toplumlarda öteki konumuna sürüklenen diğer alt kimlikli toplum kesimleri de homojenlikten uzaklaşarak kendi ulus devletlerini kurabilmenin heterojen arayışı içine girebilmektedirler. Eski bir imparatorluğun varisi olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, bu aşamada uluslaşmaya öncelik vererek ayakta kalmaya ve bu doğrultuda çok uluslu kozmopolit bir toplum yapısından uzak durmaya çalışarak, olayların gelişim süreci içinde belirli ana ilkeler doğrultusunda Türklük olgusunu besleyerek ve yürüterek hedefe ulaşmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda atılan adımlar ve ortaya konulan ilkeleri bütünüyle bir araya getiren bir sistemci yaklaşım ile değerlendirildiğinde, ortaya Türklük sözleşmesi gibi bir oluşumun eylemsel çizgide çıktığı ifade edilebilir. Üç yüz milyonluk bir Türk dünyası, doksan milyonluk bir Türkiye Cumhuriyeti, yedi bağımsız Türk devleti, Rusya ve Çin’in sınırları içinde var olan on iki Türk devleti gibi Türklük oluşumları, bir bütünsellik içinde ele alınırsa o zaman, teorisi eksik de kalsa görmezden gelinemeyecek bir Türklük olgusu geleceğe dönük olarak büyüyerek varlığını korumaktadır. Türk kökenli halklar, bağımsız ve bağımlı yirmi civarında Türk devleti hep birlikte ele alındığında, dünya haritasının tam ortalarında büyük bir Türk ağırlığı göze çarpmaktadır. Bu gerçeklik yüzünden dünyanın geleceği ile ilgili güncel tartışmalarda Turan konusu ağırlıklı bir biçimde öne geçmektedir. İmparatorlukların parçalanması sonrasında bir büyük Türk imparatorluğunun oluşumunu önlemek amacıyla ideolojik bir yapılanmaya gidilerek, Rusların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi küresel bir oluşumu Türk dünyasının tepesine binerek kurması sağlanmıştır. Sosyalist sistemin çöküşü sonrasında dağınık bırakılan Türk dünyasının Türkiye Cumhuriyeti öncülüğünde toparlanmasına izin verilmemiş, Rus ve Çin emperyalizmlerinin kendilerine bağlı işgal ve hegemonya altında tuttukları Türk devletlerinin, diğer devletler gibi özgür ve bağımsız olmaları kesin olarak önlenmiştir.

                 Bugün gelinen noktada Türk dünyası eylemsel bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte ama tutarlı bir siyasal sistemin çatısı altına girerek kendisini koruma şansından uzak tutulmaktadır.  Tam bu aşamada Türklük sözleşmesinin tartışma alanına getirilmesi konusu, Türkiye’nin Türk devletleri üzerinde kurgulanan emperyal ve Siyonist plan ve projelerde bir ön cephe ülkesi konumunda   geleceğe dönük kullanılmak istenmesidir.  Şimdiye kadar noter tasdikli bir Türklük sözleşmesi Türk ulusunun önde gelen evlatları tarafından hazırlanarak konulmamıştır. Ama Türkleri, Türklüğü ve Türk devletlerini zaman zaman bir araya getiren hukuki ve siyasal toplantılar düzenlenerek birçok konuda kararlar alınmıştır. Bu gibi kararların içeriği bir anlamda evrensel Türklük sözleşmesi boşluğunun   doldurulmasında ve geleceğe yönelen bir sosyolojik kültürel yapılanmanın ortaya çıkarılmasında, birbirini izleyen toplantılar aracılığı ile Türk bilim adamları yön göstererek etkili olmaktadır. Resmi bir toplantı organizasyonu ile bütün Türk dünyası ve devletleri bir araya gelerek bir Türklük sözleşmesini açıkça ortaya koymamışlardır ama bu doğrultuda birçok toplantı ve örgütlenmeler meydana çıkarılarak, dünyanın tam ortasında Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük bir devletin aracılığı ile geleceğe yönelen Türkçü bir yeni yapılanma dönemine girmişlerdir. Bu yeni durum dikkate alındığında emperyalist ve Siyonist merkezlerin yeni bir Türklük sözleşmesi aracılığı ile siyasal gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda izleyerek Türkleri kontrol altında tutma arayışlarına yöneldikleri anlaşılmaktadır. Eylemsel oluşumlara teorik bir çerçeve çizerek, gelecekteki Turan yapılanmasının batılı emperyalistler tarafından denetim altına alınmaya çalışıldığı açıkça göze çarpmaktadır.

               Rousseau'nun sosyal sözleşmesi ile dünya yeni bir döneme sürüklenerek çağ değiştirmiştir. Şimdi de dünya Türk dünyasının merkeziliğine doğru giderken, yeni bir emperyal sözleşmeye değil ama tarihin her döneminde Türklere ve Türk devletlerine yön gösteren Orhun Kitabelerinden başlayarak var olan Türk eserlerinden yararlanılması gerekmektedir. Son yüzyıllarda yapılan Osmanlı devleti ve Türkiye Cumhuriyeti temelindeki ulusal ve uluslararası toplantıların, Türklere yön gösteren kararları da dayanak noktası resmi kaynaklar olarak öne çıkmaktadır. Rusya’da yapılan Türkçülük kongrelerinde alınan kararlar, Cenevre Türkçülük Kongresi, Bakü Kurultayı kararları, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Lozan Antlaşması, Montrö Antlaşması, Türk Keneşinin kurulması ve bu çizgideki diğer kongrelerin hepsi Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk dünyasına giden yolda, Türklük Sözleşmesi boşluğunu dolduran resmen atılmış adımlardır. Ayrıca Misakı Milli kararları, Amasya Tamimi ve Atatürk’ün Halkçılık Programı gibi belgelerde, Türklük Sözleşmesi çizgisinde hazırlanan ve katılımcı heyetler tarafından resmen kabul edilen ilke ve kararlar olarak, günümüzde var olduğu ileri sürülen Türklük Sözleşmesinin içeriğini resmen dolduran tarihsel metinlerdir. Bütün bu gibi girişimler dikkate alınarak değerlendirildiğinde ortada bir siyasal boşluk olmadığı ama, var olan Türk dünyası, Türkiye Cumhuriyeti ve Türklük olgusu üçgeninde geçerli olan bir Türklük Sözleşmesinin varlığından ve uygulamada Türklere yön gösterdiğinden söz etmek mümkündür. Bu açıdan, Türklük dünyasının ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni bir Türklük Sözleşmesine gereksinmesi yoktur.

                Türklük sözleşmesi konusunu yeni bir şeymiş gibi bugün gündeme getirenler, Türklüğün tarihin derinliklerinden gelen ağır baskısından rahatsız oldukları için, yeni bir sözleşme hazırlıyormuş gibi davranarak, bölgede var olan diğer alt kimlikli grupları da dikkate alan bir kozmopolit anlaşmayı yeni bir Türklük sözleşmesi olarak topluma ve kamuoyuna göstererek, kabul ettirmeye çaba göstermektedirler. Tarihten gelen Türklerin varlık sözleşmesine başka kimlikleri de katarak sulandırma girişimlerine, Türk ulusunun izin vermeyeceği son dönemlerdeki gelişmeler doğrultusunda kesinlik kazanmıştır. Noter tasdikli yeni bir Türklük sözleşmesi ile sorunların çözülemeyeceği ama tarihsel dönüşüm noktalarında yapılan toplantılar ve alınan kararlar aracılığı ile geçmişten gelen Türklük sözleşmesinin yeni anlaşmalar üzerinden varlığını koruması sağlanabilecektir. Tarihin dönüm noktalarında tarih yapıcı millet olarak, her zaman üzerine düşen sorumlulukları yerine getiren Türklerin, yeni dönemde toparlanarak küresel ve bölgesel etkinliklerini sürdürmesi gerekmektedir.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

8 Haziran 2021 Salı

TÜRKİYELİLİK DEĞİL, AMA TÜRK‘LÜK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

TÜRKİYELİLİK DEĞİL, AMA TÜRK‘LÜK   

                Küreselleşme akımı ulus devletleri kendisine düşman olarak seçtikten sonra, küresel sermayenin denetimi altındaki medya ve basın organları yoğun bir biçimde hem uluslara hem de ulus devletlere karşı yıpratma kampanyaları başlatmıştır. Sovyetler Birliğinin dağılmasından sonra ortadan kalkan sosyalist sistemin yarattığı siyasal boşluk alanında, küresel sermayenin girişimleri ile ya liberal partiler ulus devletlerin yönetimlerinde etkin kılınarak uzaktan kumandalı yeni bir dünya düzeni oluşturulmaya çalışılmış, ya da siyasal alanda küreselleşmenin kurumlaşabilmesi için devlet ve millet düzenlerine karşı çıkılarak şirket ve tarikat ortaklıkları piyasaya sürülmeye başlanmıştır. Soğuk savaş döneminde devlet ve millet düzenleri siyasal partiler üzerinden yürütülürken, küreselleşmeye doğru bir yönelim başlamış ve bunun sonucunda da siyasal egemenlik halk kitlelerinin elinden çıkarak sermayenin kontrolüne geçince, küresel şirketler ulus devletleri parçalayarak alt kimlikçi eyalet ve kent devletlerini gündeme getirmiş ve bu doğrultuda bütün ulus devletlerin hem kimlikleri ile hem de kamu düzenleri ile ciddi olarak oynanmaya başlanmıştır. Üç yüz yıllık ortak geçmişe sahip olan ulus devletler böylesine bir çıkmazla karşı karşıya gelince, tökezlemeye başlamış ve eskisi gibi kendi yolundan gidemez bir duruma uluslararası kuruluşlar kullanılarak düşürülmüştür. Geçmişten gelen geleneksel ulus devlet yapıları hedef olarak alınırken, devletleşmeye giden ulusal yapılanmaların içinden geçtiği üç asırlık oluşum süreci görmezden gelinerek, ulus devlet yapılanmalarının ve organizasyonların köksüzlüğü dünya halklarına gösterilmeye çalışılmıştır.

                Daha önceleri devletler arası ilişkiler, çelişkiler ve kavgalar üzerinden biçimlenen uluslararası düzen, küreselleşme aşamasına gelindikten sonra yön ve biçim değiştirmiş ve yeni dönemin şirketler ile devletler arasındaki çekişmeleri sonucunda hem ulus devletler güç kaybederek zayıflamış, hem de toplumsal ilişkilerin ortaya çıkardığı sosyolojik kökenli uluslar, sosyal bağların dağılmasıyla kopma noktalarına doğru kaymışlardır. Önceleri fazla fark edilmeyen ve küresel emperyalizmin ajanları tarafından gerçeklere aykırı bir biçimde dönüştürülerek kamuoyuna yansıtılan ulusların gerileyişi, belirli bir aşamaya kadar halklardan gizlenmiş ama belirli bir düzeyden sonra saklanamayacak bir noktaya gelindiğinde, bu durum yaşanan dünyanın gizlenemeyecek derecede bir gerçekliği olduğu kamuoyu tarafından anlaşılmaya başlanmıştır. Sömürgeci emperyalist batı devletlerinin bütün dünyayı sömürerek yönettiği aşamalarda devlet merkezli siyasal yapılar güçlenerek öne çıkarken, şirketlerin büyük ölçüde genişleyerek dünya ticaretini ekonomik alan üzerinden kontrol etmeye başladıkları görülmüştür. Bu süreç planlı bir biçimde uygulanırken, hem partiler üzerinden siyasal düzen hem de basın ve yayın araçlarıyla medya ele geçirilerek alt kimlikçi yayın düzenleri ile ulusal birlik ile devletçi bütünlük  tartışma alanına getirilmiş ,hem de üç yüz yıl önce ulus devletlerin ortaya çıkmasını sağlayan Fransız devriminin sonucu olarak laiklik düzeni inkar edilerek karşıya alınmış ve bunun sonucunda da din yeniden öne çıkarılarak tarikatlar üzerinden eskisi gibi yeni bir dinsel düzen oluşturulması için çalışılmıştır . Uluslar ve ulus devletler böylesine büyük bir saldırı düzeni içinde yok olmamak için çaba sarf ederlerken, aradan geçen çeyrek asırlık bir zaman dilimi sonrasında siyasal gelişmelerin gerçek yüzü anlaşılınca, bu kez yeniden ulus devletlere dönüş süreci kendiliğinden öne çıkmıştır. Otuz yıllık zorlama yüzünden epeyce güç kaybeden ulus devletler yeniden toparlanmaya çalışırken, uluslar da silkelenip kendine dönme noktasına gelerek, dağılma yerine toparlanma gibi tamamen aksi yönde bir yeni yapılanma ile dünya sahnesindeki var olan yerlerini korumak zorunda kalmışlardır. Yeni yüzyılın başlarında zorlanan bu küresel emperyalizm düzeni çökerken, şirketler ve tarikatlar eski durumlarını koruyamaz bir noktaya sürüklenmişlerdir. Bu gibi gelişmelerin sonucunda kazanan uluslar ve ulus devletler olmuş ve şirketler özel çıkarların ötesinde dünya için daha düzenli bir düzene yeniden ulus devletlerin kontrolü ile sokulmaya başlanmıştır.

                Ulus devlet çekişme ve çatışmalarının en yoğun yaşandığı ülkelerden birisi her zaman için dünyanın ortasındaki Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. Türkiye’nin çok yönlü yapılanması ile sahip olduğu üç kıta arasındaki ara konumu gene bu dönemde diğer ülkelerden farklılık göstermiştir. Bir imparatorluk arazisinde ulus devlet kurulması ya da dinlerin çekişme ve çatışma alanında laik bir devlet düzenini sürdürme gibi durumlar, ya da tarihsel süreçte bir zorunluluk gereği kurulmuş olan Türk devletinin jeopolitik konumunun diğer devletlerden ayrılan yönleri, Türkiye Cumhuriyeti’ni zor bir dönemecin tam ortasında çok büyük bir sarsıntıya doğru sürüklemiştir. Çok yönlü bir jeopolitik konumun tam ortasında yer alan Türk devleti çokluluk içinde farklılıklar kazanmış ve bu durumun    uzantısı olarak diğer devletlerden ayrılan çeşitli özellikleri ile, Türk milleti ve Türkiye Cumhuriyeti   birbirinden ayrılan yönlerde değişik tartışmalara konu olmuştur. Devletin kimliğinin yanı sıra milletin kimliğinin içinden çıktığı kaynaklar ile birlikte birbirinden ayrı gelişen çeşitli konjonktürlerin aynı dönemde gündeme gelmesiyle sürüp giden tartışmalar iyice kaotik bir noktaya doğru siyasal gelişmeleri sürüklemiştir. Bugün gelinen aşamada Türkiye Cumhuriyeti vatandaşları kendi kimliklerini ifade ederken birbirinden farklı kavramlar ile kendilerini tanıtmaya çalışmaktadırlar. Milletin ulusal çizgideki adı olan “Türk” kavramını kullanmaktan çekinirken, devlet ya da ülke üzerinden giderek kimlik sorununu “Türkiyelilik “ya da “Türkiyecilik “kavramları aracılığı ile çözüme kavuşturmaya çaba göstermektedirler. Genel anlamda Türk’lük kavramına karşı çıkan ve bu doğrultuda gayri Türk ya da gayrimüslimlerin milletin adı ile kendisini tanımlamaktan kaçınmaları ile bazı toplum kesimleri, bu gibi yollara başvurarak hem ulusal kimliğin dağıtılarak zayıflatılmasına hem de halen hukuken vatandaşı olarak halen çatısı altında yer aldıkları Türk devleti ile başlarının derde düşmemesine dikkat ederken Türkiyelilik ve Türkiyecilik gibi kavramları Türklük yerine kullanmaktadırlar.

                Türkiye bir geçiş ülkesi olduğu için tıpkı Balkanlar ve Kafkaslar ‘ın durumuna benzeyen bir konuma sahiptir. Bu iki bölge nasıl üç kıta arasında yer alarak kıtalar arası nüfus hareketlerinde üzerinden geçilen bir yapıya sahipse, bugün Türkiye Cumhuriyeti olarak ifade edilen Anadolu yarımadası da bu bölgelerin özelliklerine sahip bulunmaktadır. Her üç bölge üç kıta arasındaki jeopolitik konumları ile tarihin her döneminde farklı göç olayları ile karşı karşıya kalmışlardır. Günümüzde Balkan ve Kafkas devletlerinin küçük küçük yapılanmalardan ortaya çıktıkları dikkate alınırsa, küçük devletlerin farklı kimlikleri Balkanlar ve Kafkaslar üzerinde, bir büyük devlet yapılanması üzerinden uluslaşmayı değil ama Balkanizasyon adı verilen parçalanma ve dağılma süreçlerini gündeme getirmektedir. Bu nedenle Osmanlı İmparatorluğunun dağılmasından sonra bu iki bölgede büyük ulus devletler kurulamamış, ortaya çıkan küçük devletleri bölgesel birliktelik içinde tutmaya çalışan Yugoslavya gibi federasyon modelleri ile uğraşılmıştır. Soğuk savaş döneminin geçici koşullarında oluşturulan bu federasyon modeli, küreselleşme aşamasında geçerliliğini yitirmiş ve Yugoslavya federasyonundan yedi ayrı devlet yapılanması ortaya çıkmıştır. Küçük devletlerin canlı tuttuğu alt kimlikler bölgesel uluslaşmayı engellerken, alt kimliklerin küçük devletlerinin büyüme çabası, tıpkı ikinci Balkan savaşında olduğu gibi sıcak çatışmalar yaratmakta ve bu yüzden de bu iki bölgede her zaman için yerel savaşlar ortaya çıkabilmekte, ya da bu gibi yerel çekişmeleri başlangıç noktasına dönüştürebilecek daha büyük savaş oluşumları tıpkı Birinci Dünya Savaşı sürecinde olduğu gibi öne çıkabilmektedir. Sürekli çekişme ve çatışma yaratmaya yönelen bir Balkanizasyon süreci bölgesel birlikteliği bozduğu gibi aynı zamanda uluslaşmayı da önlemektedir. Bu nedenle Balkanlar ve Kafkaslar bölgelerinde hiçbir zaman kalıcı bir barış ortamı yaratılamamıştır. İki bölgenin soğuk savaş döneminde sıcak çatışmalara sürüklenmemesi amacıyla, Rusya merkezli bir sosyalist düzen kurularak dönemsel bir barış ortamı yaratılmaya çalışılmıştır. Sovyet emperyalizminin yönlendirme ve baskı uygulamaları ile küçük devletler arası çekişmeler yirminci yüzyıl koşullarında önlenebilmiş ama sosyalist sistemin çöküşü üzerine, gene eski mikro milliyetçilik akımları her iki bölgede yeniden ortaya çıkmıştır. Küçük devlet alt kimliği ile doğru dürüst bir ulusalcılık yapılamamış ve bu yüzden de her iki bölgede Osmanlı sonrasında tam anlamıyla büyük bir ulus devlet kurulamamıştır.

                İmparatorluk sonrasında meydana çıkan yeni konjonktürde , Balkanlar’dan başlayan  Balkanizasyon  oluşumu  Kafkas bölgesine sıçramış , İngiliz emperyalizminin Sevr projesi ile de Anadolu ve Orta Doğu toprakları üzerinde de alt kimlikçilik üzerinden Balkanizasyon oluşumu bütün Osmanlı toprakları üzerinde geçerli kılınmaya çalışılmış ama Anadolu ‘nun ortasından fışkıran bir Kuvayı Milliye hareketi Balkanizasyon oluşumunun Anadolu yarımadasını Balkanlar’da olduğu gibi paramparça etmesine izin verilmemiştir. Dünya devleti kurmuş olan Atlantik emperyalizminin merkezi alanda büyük bir yapılanmayı engellemek üzere geliştirmiş olduğu dörtlü konfederasyon planı doğrultusundaki yeni siyasal oluşum, Anadolu halkını da mikro milliyetçiliğe kaydırarak çok eyaletli bir federasyon düzenine geçişi hedefliyordu. Mikro milliyetçilik Kafkaslar ve Balkanlar arasında öne çıkarılınca, bu doğrultudaki girişimlerden Anadolu yarımadası da etkilenerek, ulusalcı tam bağımsızlık doğrultusundaki Kuvayı Milliye hareketinin önünü kesiyordu. İmparatorluğun çöküşü üzerine bir yanda bölge dışındaki emperyal güçlerin merkezi alanı kendi denetimleri altın alma çabaları ve bu amaçla eski Osmanlı ahalisinin paramparça bir duruma sürüklenmesi ile, her alt kimliğe tıpkı Balkanlarda olduğu gibi, kendi küçük devletini kurma hakkının Anadolu’nun bütün coğrafi bölgelerinde yaşamakta olan halk kitlelerine tanınması isteniyordu. Bir anlamda Balkanlar ve Kafkaslar’da ortaya çıkan emperyalist parçalama olgusunun, bölge dışı emperyalist devletler tarafından Anadolu halkına da dayatılması gibi bir yeni çatışma komplosu ile eski Osmanlı ahalisi karşı karşıya getirilerek, tarih içinde Türk ulusunun dünya sahnesine çıkması engellenmek isteniyordu. Osmanlı devleti sonrasında, merkezi alanda Anadolu halkının Türk ulusu oluşumu içine girerek Kuvayı Milliye mücadelesine kalkışması ile dünyaya egemen olmak isteyen Atlantik emperyalizminin bu yeni    saldırısı, tarih sahnesine merkezi alanda çıkıyordu.

                Kurucu önder Atatürk’ün liderliğinde bir ulusal kurtuluş savaşı hem küresel emperyalizme hem de bunun kontrolü altındaki yerel mikro milliyetçi isyan ve ayaklanmalara karşı yürütülüyordu. Atlantik emperyalizmi Osmanlı ülkesinde yer alan bütün alt kimlikçi ayrılıkçılar ile doğrudan temas kurarak, onları küçük devletçiliğe yönlendiriyor ve bu bölgede güçlü bir ulus devlet kurulmasını önleyerek, Sevr haritası doğrultusunda İstanbul merkezli birçok uluslu konfederasyona geçişi zorluyordu. Osmanlı sonrası merkezi coğrafya üzerine İngiliz hükümetinin hazırlamış olduğu siyasal program Anadolu’da bir büyük ulus devletin kurulmasını önlemeyi hedefliyordu. Çok uluslu ve dinli Osmanlı imparatorluğundan geriye çok parçalı bir toplum yapısı kaldığı için, emperyalistler bunu kullanarak bir Orta Doğu Birleşik Devletleri modeli büyük devleti kendi kontrolleri altında kurarak Avrupa modeli bir ulus devletin bu topraklarda kurulmasını önlemeye çalışıyorlardı. İşte bu aşamada, imparatorluk sonrası bu bölgenin geleceği için farklı devlet modelleri devreye giriyordu. Bir yanda emperyalizmin alt kimlikler üzerinden Britanya İmparatorluğuna bağlı olacak çok uluslu, Yakın Doğu Konfederasyonu projesi öne çıkarken, böylesine bir emperyal saldırıya karşı Anadolu halkının örgütlenerek, çağdaş bir ulus devlet kurmak üzere uğruna milli mücadeleye kalkıştığı Türkiye Cumhuriyeti devleti modeli, Atatürk’ün önderliğinde Türk milleti tarafından gündeme getiriliyordu. Birbirinden çok ayrı olan bu iki devlet projesinin dayanak noktaları ile birlikte geleceğe dönük planları da birbirinden çok farklılık gösteriyordu. Kuvayı milliye hareketi bir ulus devlet kurma yolunda eski Osmanlı ahalisini genişletilmiş bir Türk milleti olarak tanımlarken, Atlantikçilerin çok kimlikli konfederasyon projesi tıpkı Balkanlar ve Kafkaslar’daki gibi ikisinin tam ortasında bir köprü olarak yer alan Anadolu yarımadasının halk kitlelerini de alt kimlikleriyle tanımlayarak Pontus, Ermenistan, İyonya, Trakya, Kürdistan, Lazistan, Alevistan gibi Balkanlar’daki gibi küçük eyalet devletlerine bölüyordu. Böylece İngiltere, eski Osmanlı bölgelerine dörtlü konfederasyon projesi doğrultusunda yerleşerek, denizlerine egemen olduğu dünyanın merkezi alanını da egemenliği altına aldığı görülüyordu. İngiltere’nin bölgeye girişi ile birlikte alt kimlikçilik güçleniyor ve Türk milleti ile onun kurduğu ulus devletin var olma ve tam bağımsızlık elde etme mücadelesine karşı çıkılıyordu. Savaş sürecini Kuvayı Milliye’nin kazanmasıyla Türklük olgusu öbür alt kimlikleri geride bırakıyordu.

                Emperyalizmin Türk ulusunu ve devletini yok etme girişimlerine rağmen Türklük oluşumunun tarihten gelen gücü ile, Anadolu Türklerin ana vatanı olarak ilan edilmiş ve bu topraklarda Türk milletinin her türlü işgal ve saldırı girişimine karşı çıkarak direnmesi sayesinde, bir Türk devleti Göktürkler’den sonra Türk adı altında kurulabilmiştir. Tarih öncesi dönemlerden gelen Türklük birikiminin zaman içinde güçlenerek bugünlere getirilmesi sayesinde, binlerce yıl sonra dünyanın merkezi coğrafyasında bir Türk devleti Türk milletinin kararlı ve inançlı mücadelesi sonrasında kurulabilmiştir. Ne var ki, Osmanlı sonrası geride kalan imparatorluk ahalisinin bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek toplumun uluslaşmasının sağlanması ile, emperyalizmin alt kimlikçi federasyon projesi geri plana itilmiştir. Doğuştan Türk olmayan ya da farklı etnik kimlikleri yüzünden Türk kimliğini benimsemekte zorlanan toplum kesimleri, Türk kimliğine karşı çıkarlarken kendilerine alternatif olarak kullanabilecekleri farklı kimlik tanımlamalarına gereksinmeleri bulunuyordu. Bu  tür arayışlar batılı emperyalist devletlerin propoganda yayınlarında yer aldığı gibi, gene dışarıdan geliştirilen çeşitli siyaset senaryolarında yer alıyor ve yeni kurulmuş olan ulus devletin çatısı altında var olmayı ve yaşamayı  bugün de sürdüren  Türk halkının içinde var olan ama kendisini Türk olarak tanımlamakta zorlanan bazı toplum kesimleri ve bireyler, Türkiye Cumhuriyeti anayasasınca güvence altına alınmış olan temel haklar ve özgürlükler  doğrultusunda, bir insan olarak Türk devletinin çatısı altında var olan hukuk devletinin korumasından yararlanabiliyorlardı. Böylece belirli bir statü içinde kendilerinin var olan Türk devleti ile kurmuş oldukları hukuki bağlantıyı, Türkiye’li kavramı ile ifade edebiliyorlardı. Siyasal ya da sosyal tartışmalarda Türk devletinin vatandaşı olarak devlet ile bir hukuk ilişkisi içine girmiş olan Türk toplumunun bazı bireyleri kendilerini, Türkiyeli ya da Türkiyeci olarak tanıtarak Türklük olgusu yokmuş gibi davranıyorlardı. Böylesi bir durum ilgili kişilerin Türk kökenli bir aileden değil ama farklı kimlikli ailelerden gelmeleriyle ortaya çıkabiliyordu.

                Ulusal kurtuluş savaşı yıllarında bölgeye egemen olmak isteyen emperyalist devletler, Anadolu üzerinde bir ulus devlete karşı çıkarken, Türklük olgusuna ve Türk kimliğine karşı savaş açmışlardır. Türklük tanımını kabul etmemelerine rağmen, savaş sonrası yıllarda Türkiye devleti çatısı altında yer almak durumunda kalan bazı yabancılar ve alt kimlikçi insanların, Türkiye Cumhuriyeti çatısı altına girerek Türk vatandaşı statüsü kazandıkları görülmüştür. Türkiye’deki hukuk düzenine göre nüfus idaresine kaydolarak Türk vatandaşlığı statüsünü ve sıfatını kazanan farklı kökenden gelen insanların kendilerini ifade ederken, bu durumu Türklük kavramı üzerinden değil ama Türkiyelilik kavramı üzerinden çözmeye çalışmaktadırlar. İnsanlar doğarken anne ve babalarını seçme hakkı olmadığı için, çağdaş hukuk düzenlerinde insanların ve vatandaşların statüleri ulus devlet vatandaşlığından ötede, insan hakları gibi bir temel yaklaşım disiplini ile çözülmeye çalışılmaktadır. Uluslararası hukuka göre her insanın kendisine bir yurt ya da ülke seçme ve bu ülkenin devleti ile resmi ilişkiler kurarak bir devletin vatandaşı olma hakları vardır. İnsanlar doğuştan taşıdıkları milli kimlikleriyle, ya o kimliğin ulus devletine başvurarak bu ülkeden vatandaş statüsü alabilirler, ya da kendileri için uygun gördükleri herhangi bir devletin ilgili makamlarına başvurarak o devletin vatandaşı olabilirler. Bugün Afrikalı zenciler göçler yolu ile gittikleri Amerika’da, ABD’nin kendilerine tanıdığı vatandaşlık haklarından yararlanabilmek üzere başvuruda bulunabilmektedirler. İnsanların sahip oldukları bir ülkenin vatandaşı olma hakkı doğrultusunda, bütün ulus devletler hukuki yapılanmalar olarak, hiçbir ayırım gözetmeden normal insanlara bu doğrultuda vatandaş olma hakkını tanımaktadırlar. Her insan vatandaş olarak kendisine en uygun ülkeyi seçme hakkına da sahiptir. Devletler böylesine bir ortamda insanlara vatandaşlık hakkı verirken, dikkatli olmak ve yeterli incelemeleri yaptıktan sonra dürüst, namuslu ve hukuka uygun hayat süren normal insanlara vatandaşlık alanındaki hakları tanıyabilmektedirler. Hukuka aykırı yaşayan, suç işleyen, kaçakçılık yapan ya da hastalıklı insanların vatandaşlık başvurularına bütün ulus devletler karşı çıkma hakkına sahiptirler. Dışarıdan böylesine başvuru yolu ile gelerek vatandaş olanlar da sonradan gerçekleşen statülerini “Türkiyeli” olarak tanıtabilmektedirler.

                Bir ulus devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde ulusal vatandaşlık geçerli olduğu için, Türk devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türk’tür ve her yerde Türk olarak kabul edilir. Bu durumun normal olarak ulus devletler çağı devam ettiği sürece geçerli olması gerekmektedir. Ama zorla bu konjonktür sürecinde bile bu duruma karşı çıkılıyor ise ortada normal olmayan bir durum var demektir. Ortalığın karıştığı savaş ortamları ya da   çeşitli ülkelerde siyasal alt üst oluşlar yaşanıyorsa o zaman yeni bir siyasal sürecin öne geçerek ülkeleri etkilediği, ya da baskı altına aldığı durumlar söz konusu olabilir. Türkiye gibi ulus devletlerde milliyetçi ve devletçi siyasal gelişmeler öne çıkıyorsa o zaman farklı alt kimliklerden gelen ve milliyetçiliğe karşı çıkan ya alt kimlikçi yapılar ya da küreselci ve de enternasyonel söylemlerin öne geçtiği görülmektedir. Dünya haritasında yer alan devletlerin var olma ve geleceğe dönük olarak varlıklarını sürdürme hakları da Birleşmiş Milletler örgütü aracılığı ile uluslararası alanda kabul edilmektedir. Her devlet kendi varlığını ve geleceğini güvence altına almaya her zaman için öncelik verebilir. Devletler her türlü olumsuz gelişmelere karşı var olma mücadelesi verirken, kendi siyasal örgütlenmeleriyle birlikte toplumlarını da güvence altına almak durumundadırlar. Bir devleti devlet yapan ana unsur olarak da devlet örgütü ile birlikte milleti oluşturan toplumsal yapı da beraberce korunur ve savunulur. Böylesine kritik durumlarda devletler milletin tamamı ile bütünleşerek devlet ve millet kaynaşması içinde varlıklarını sürdürebilirler. Batı dillerinde üniter yapılanma olarak ifade edilen tekil devlet milletiyle bütünleşmiş bir siyasal yapıyı öne çıkarmaktadır. Ayırımcılık ve ayrıcalık içermeyen bir toplumsal kucaklaşma ile üniter devlet düzeni korunurken, her türlü saldırı ya da suç işleme girişimine karşı ulusal birlik ve bütünlük anlayışı içinde karşı konulması gerekmektedir. Her ülkede anayasal düzen çatısı altında herkesin temel hak ve özgürlüklerinin korunması önceliğinde ülke barışı ve düzeni korunmaktadır. Bu noktada, normal olarak aileden gelen Türklerle, sonradan vatandaşlık yolu ile Türk vatandaşlığı statüsü kazananlar aynı koşullarda benzeri kamu hizmetleri ve korumasından yararlanmaları hukukun bir gereğidir. Bu durumda Türk vatandaşlığı çizgisi, herkes için ortak koruma ve savunmak güvencesi getirmektedir.

                Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarken çok dikkatli davranmış, jeopolitik bilen bir general olarak, Türkiye’nin diğer devletlerden ayrılan yanlarını görerek hareket etmiştir. Her devletin temelinde var olan temel norm olarak, “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk milleti denir.” yaklaşımı ile imparatorluk döneminden gelen ya da geleceğe yönelik emperyalist federasyon projesine alt yapı hazırlamak için gündeme getirilen bölücü ve parçalayıcı oluşumların tamamına karşı çıkılmıştır. Milli sınırlar içinde Türk devletinin kuruluşuna katkı sağlayan bütün vatandaşların hukuk düzeni içinde eşit sayılması ve bu noktada aileden ya da toplumdan gelen ulusal vatandaşlar arasında hiçbir ayırım gözetilmemesi esastır. Eşitliğin uygulamalarına öncelik verildiği durumlarda hiçbir ayrıcalık ya da farklı bir uygulama talep edilemez. Vatanseverlik çizgisinde ortak değerler ve çıkarlara öncelik verilirken, devletin ve milletin sahip olduğu iç ve dış dengelerin korunmasına öncelik verilmektedir. Irkçı olmayan ulusal yaklaşım ulus devlet çatısı altında her alanda geçerli olacak ve bu doğrultuda toplumun her kesiminin çıkar ve gereksinmelerine eşit koşullarda dengeli bir uygulama kamu düzeninin ana esası olacaktır. Çağdaş insan hakları, demokrasi ve hukuk devleti çizgilerinde her toplumun uygarlık çizgisine ulaşması ana hedef olarak benimsenmektedir. Ayrıca, bu amaçla, toplumun her kesiminin ve vatandaş olan herkesin devlet ve toplumun olanaklarından, en üst düzeyde yararlanabilmelerini sağlamak ulus devletlerin temeli olmalıdır. Türk asıllı olup olmamaya dikkat etmeden, aileden gelen Türkler kadar, vatandaşlık statüsünün sağladığı olanaklar çerçevesinde toplumun diğer kökenlerden gelen vatandaşlarının da benzeri kamu hizmetlerinden yararlanmaları, çağdaş demokratik devletler için ana kural olduğu için ulus devletlerin de ulusal tercihlerinde bu gibi konulara dikkat ederek hareket etmeleri, hukuk devleti düzeninin korunması açısından yarar sağlamaktadır. Vatandaşlık statüsünü ele geçiren her kişinin ilgili devletin önünde eşit uygulamalara yönelmesi esas alınmalıdır. Bu gibi konularda Türk ya da Türkiyeli gibi kavramların farklılık göstermesi hukuk devletinin dengelerini bozmamalıdır.  

                Türklük ya da Türkiyelilik gibi birbirine yakın kavramların hukuk devleti karşısında benzeri anlamları ifade etmek durumunda olması gerekmektedir. Ne var ki, bu noktada bir farklı disiplin ulus devlet düzenlerinin getirmiş olduğu eşit kamu düzeni oluşumunu   tehlikeye atmaktadır. Dinler tarafından bütün inanan toplum kesimleri için gündeme getirilen ümmet kavramı giderek millet kavramının yerini almaktadır. Türkiyeli ya da Türkiyeci olmak arasında fazla bir fark olmadığı için, millet kavramına karşı çıkan dinci kesimler, her iki kavramdan yararlanarak ulus devlet disiplini dışına çıkmakta ve bu doğrultuda Türkiyeli ve Türkiyeci gibi iki yakın kavram üzerinden Türklük oluşumunu dengeleyerek yumuşatmaya çalışmaktadırlar. Bir hukuk kavramı olarak değerlendirilen vatan kavramı, dinci kesimler açısından farklı değerlendirilerek sadece o dinin kurallarının geçerli olduğu ülke ya da bölge olarak kabul edilmektedir. Ulusalcıların uğruna bir kurtuluş savaşı vererek ele geçirdiği ülkeyi vatan olarak görmelerine rağmen, dinciler inandıkları dinin kontrolü altındaki ülke ya da bölgeyi vatan olarak benimseyerek milliyetçilerden kesin hatlar ile ayrılmaktadırlar. Din kurallarının uygulandığı topraklar dindar kesimlerin vatanı olarak benimsenmektedir. Dinciler kendi kurallarının ülke düzeyinde geçerlilik kazanabilmesi ya da yaşadıkları ülkeyi vatan kabul edebilmek için inandıkları doğrular ve kutsal kitaptaki kurallar çizgisinde bir devlet düzeni ya da kamu hizmetleri uygulaması istemektedirler. Dinciler devletin toplumsal tabanı olarak bir millet düzenini değil ama onun yerine milli sınırların ötesinde inananların yaşadıkları farklı bölgeleri de vatan olarak görebilmektedirler. Dindarlar açısından ülke meselesi inanan insanların yaşadıkları alan ile sınırlı görünmektedir. İslam dini Müslümanların vatanını Dar-ül İslam olarak adlandırırken, bu toprakların dışında kalan başkalarının yaşadığı yerleri de Dar-ül Harp olarak göstererek, dünya ülkelerini ikiye bölmektedir. Diğer tek tanrılı dinlerin de benzeri bir ayırıma karşı çıkmadığı ve din kurallarının geçerli olduğu bir ülke ve devlet düzeni öngördükleri anlaşılmaktadır.

                Türklerin yaşadığı ülkelerin hukuk düzeni açısından İslama dayalı yeni bir dini düzen kurulabilmesi için öncelikler, Avrupa kıtasındaki dinler arası kavgayı önleyebilmek üzere ortaya çıkmış olan laiklik ilkesine ve bu doğrultuda oluşturulacak devlet düzenine dikkat edilmesi gibi bir yeni zorunluluğu öne çıkarmaktadır. Tek tanrılı dinlere inananlar açısından ümmet kavramı üzerinden din devleti esas olarak görülmektedir. Ümmet ile birlikte Dar-Ül İslamın bir araya getirilmesi İslami devlet düzeninin oluşumu açısından yeterli görülmektedir. Tüm Müslümanların Anasırı -İslam olarak kabul edilmesi ve din kurallarının anayasal düzen yerine geçerli kılınması ile ümmet esaslı bir yeni toplumsal örgütlenmeye gidilirken, millet kavramı geri planda bırakılmakta ve bu nedenle de devletler milli ya da ulusal devlet olmaktan çıkarak, dini esasların geçerli olduğu bir inanç dünyasının merkezi konumuna getirilmektedir. Kavmiyetçilik, mezhepçilik ya da cemaatçilik din devleti çatısı altında ümmetçiliğin uzantısı olarak geçerlilik kazanmakta ve milliyetçiliğin yerini almaktadır. Millet kavramının ümmet kavramından gelmesi nedeniyle Türkiye’de laik devlet kuranlar, millet kavramı yerine Orta Asya ve Türk kökenli bir kavram olarak İslamiyet öncesi dönemden gelen ulus kavramını kabul etmişlerdir. Millet kavramı Osmanlı döneminde Müslüman ahaliyi temsil ederken, ulus kavramı bir devlete vatandaşlık kaydı ile bağlanmış olan halk topluluklarının bütünü olarak kabul edilmiştir. Milletin ümmet kavramından çıkması kamu düzenine dinsel yönden yansıtılmaya çalışılırken ve Türkler çok uluslu Osmanlı sonrası dönemde yeni bir milli devlet kurmaya yönelirken, dini boyutu nedeniyle ulus kavramını millet kavramı yerine günlük konuşma dili içine almışlardır. Laik kesimler dindışı devlet düzeni için ulus kavramını öne çıkarırlarken ve dinci çevreler de ulus kavramına karşı çıkarken, var olan ulusun Türk ulusu olması nedeniyle, Türk kavramı yerine Türkiyeli ya da Türkiyeci gibi sonradan olma yeni bazı kavramları kullanarak, eski imparatorluk dönemindeki gibi ulus devlet düzenini ortadan kaldırabilmenin arayışı içine girmektedirler. Türk yerine Türkiyeli dediğiniz zaman bir milleti ve bu doğrultuda bir milli düzeni ya da bir milli devleti görmezden gelirken, Türkiyeli kavramı ile aynı ihtiyacı karşılıyormuş gibi bir ortam yaratılarak, bir ülke ya da devlete bağlılık kurulmuş gibi eskisinden farklı bir sosyal düzen yaratılmaya çalışılmaktadır.

                Türklüğe karşı Türkiyeciliği çıkarmak, Türkçülük ve Türk milleti ve Türk devleti gibi var olan gerçeklik yokmuş gibi hareket etmektir. Bugünün koşullarında inkâr edilemeyecek bir düzeyde üç yüz milyonluk nüfusu ile bir büyük Türk dünyası vardır. Arkamızda bir buçuk milyarlık İslam dünyası olduğunu ileri sürerek, Türk devleti yapılanmasına karşı çıkanlar, üç yüz milyonluk bir büyük kitleyi görmezden gelemezler. Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı İslam dünyası Türkleri olduğu kadar, Arapları, Berberileri, Farsları ve diğer Asya ve Afrika ulusları ile ulus devletlerini görmezden gelemezler. Bu devletler de hem Müslüman kimlikleri hem de bulundukları ülkede gelişmiş olan ulusal toplum yapıları ile, ulus devletler dünyasının bir parçası olarak dünya haritası üzerindeki yerlerini korumaktadırlar. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer alan bir merkezi devlet olarak Türkiye, Batı dünyası, Türk dünyası ve İslam dünyası gibi üç ayrı dünyanın tam ortasında yer alan bir çağdaş cumhuriyet devletidir. Türk devleti bu nedenle kuruluş aşamasında jeopolitik konumunu esas alarak laik devlet ile Müslüman millet sentezi üzerine inşa edilmeye çalışılmıştır. Ne var ki, Türkiye bugün üç dünya arasında kendi bağımsız devlet yapısı ile birlikte üç ayrı dünyadan gelen yansımalar ile boğuşmak zorunda kalmaktadır. Türkiye üç dünya arasında hem bir Türk devleti hem bir İslam milleti hem de çağdaş uygarlığın üyesi konumlarını, kendi iç ve dış dengelerine dikkat ederek oluşturmak zorundadır. Türklerin dünyanın kuzey yarı küresinde, Müslümanların güney yarı küresinde ve de Batı dünyasının da batıdaki Hrıstiyan bölgelerde olduğunu, her zaman için hatırlayacak bir karma devlet yönetimi ile Türkiye ortaya çıkarak bugünkü konumuna gelebilmiştir.

                Türkiye üç dünya arasındaki merkezi konumunu hiç unutmadan hareket etmek zorunda olduğunu her zaman için hatırlamak durumundadır. Her üç dünya Türkiye’nin hem çevresinde hem de temsilcileriyle içindedir. Türkiye yerini koruyabilmek için komşularıyla dayanışma içinde olması gerekirken, batı ülkelerinde okuyarak gelen yeni yöneticilerin Türkiye’yi komşuları ile savaşa sürüklemesi emperyalizmin en açık örneğidir. Üç dünya arasındaki Türkiye’de gündeme gelen her siyasal yansıma ya da değişikliğin arkasında bu üç dünyayı görmek gerekmektedir. Türk dünyasının temsilcileri Türkiye’de Türklük olgusunun kurucusu ve koruyucusu olarak hareket ederken, İslam dünyasının temsilcileri de bu duruma saygı göstererek Türklük olgusunu Türkiyeli ya da Türkiyeci gibi sonradan çıkarılan kavramlar üzerinden Türk milli devletini dönüştürmeye kalkışmamalıdırlar. İslamcıların Türklük kavramına karşı çıkmadan diğer Müslüman ulus devletlerin halkları gibi devlet modeli ve siyasal rejim ile uyumlu bir düzen arayışı içinde olmaları gerekmektedir. Türkçü kesimin önde gelenleri ise Kuzey yarı küreden getirdikleri ile yetinmemeli, güney yarı küreden gelen Müslümanlar ile merkezi bir ortak çadırın altında birlikte yaşayabilmenin yollarını aramalıdırlar. Türkiye’yi çevreleyen Hrıstıyan batılılarda hem İslam dünyası ile hem de Türk dünyası ile komşu olduklarını unutmadan hareket ederek, Atatürk ve Kuvayı milliye örgütünün iş birliğinde kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti ulus devletini korumaya ve de desteklemeye devam etmelidirler. Türk devleti hem bir ulus devlet hem bir laik devlet hem de bir Müslüman millet sentezi olarak orta dünyada yoluna devam ederken her üç dünyadan gelen siyasal dalgaların karışıklık yaratmamasına dikkat edilmelidir. Bu nedenle, Türk dünyasından gelen tarihsel bağlar çizgisinde Türklük ve Türk dünyası en kutsal değerler olarak korunmalı ve bunları değiştirme doğrultusunda Türkiyecilik ya da Türkiyelilik kavramları üzerinden siyasal oyunlar oynanmamalıdır. Türkiye’yi Türkler ve Türkçülük akımı kurmuştur ve bu düzen Türk dünyası ile bütünleşme hedefine doğru ilerleyecektir. Türk devleti de Müslüman bir çoğunluğa sahip olan millet yapılanması ile de dinsel değerlere saygı gösteren bir uyumluluk arayışında olacaktır. Üç dünya arasındaki sentezci yapılanması ile Türkiye’nin ayakta kalması dünya dengelerinin korunması açısından önem taşımaktadır. Bu nedenle, Türklük Türkiye Cumhuriyeti’nin temel dayanak noktasıdır. Türkiyelilik ya da Türkiyecilik gibi sonradan getirilen kavramlar ile Türklük sarsılamaz. Türkiyelilik ya da Türkiyecilik değil ama şimdiye kadar olduğu gibi Türklük, Türk devletinin temel dayanağı olarak var olacaktır ve Türkler’de Türk dünyasına açılan yeni yoldan emin adımlarla ilerleyerek, geleceğin dünyasının daha dengeli olmasını sağlayacaklardır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN