TÜRKİYE, SONUNDA TÜRKLERE KALIR
Türkiye sonunda kime kalacak sorusu, son günlerde çok satan bir kitabın adı olarak kulislerde en çok tartışılan soru olarak gündeme geliyor. Normal koşullarda hiçbir zaman böyle bir sorunun sorulmaması gerekirken, tam bu aşamada gündeme gelmesi, çok satan bir kitabın başlığı olarak kamuoyu önüne çıkartılmasının pek de rastlantı olmayacağı, kitabı yazan iktisatçı yazarın herhalde bir bildiği vardır düşüncesini gündeme getirmekte, birbirini izleyen olayların son derece hızlı bir tempoda gündemi oluşturması insanların başlarını döndürürken, ister istemez akıldan geçebilecek bir sorunun Türkiye’nin geleceği ile ilgili olması, ne oluyoruz ya da nereye gidiyoruz gibi soruların çok sıklıkla sorulduğu bir aşamada, Türkiye en sonunda kime kalacak, kim bu ülkeye ya da vatana sahip olacak gibi diğer soruları ortaya çıkartmakta ve bütün Türk toplumunun bu tür sorular ile her aşamada karşı karşıya kaldığı bir süreçte, Türk devletinin ve Türk ulusunun geleceğini bütünüyle ortaya koyan bir çizgide, Türkiye’nin sonunda kime kalacağı ana gündem maddesi olarak da öne çıkabilmektedir.
Bu yazının başlığı ile ilgili soru
aslında bütün ülkelerde gündeme gelebilecek ve her devletin çatısı altında
tartışılabilecek bir konudur. Bu ana soru doğrultusunda aslında her ülke için, gelecekte
ne olacağı ve o ülkenin sonunda kime kalacağı merak konusu olabilir. Yer yüzü
haritasında yer alan tüm devletler ya da ülkeler incelenirse, hepsinin
birbirinden çok farklı bir konuma sahip olduğu her devletin çok farklı koşullara ya da
özelliklere sahip bulunduğu ve bu yüzden hiçbir ülkenin ya da devletin birbiri
için tam bir ölçü olamayacağı genel olarak benimsenen bir durumdur. Ülkeler ya
da devletler düzeyinde bir karşılaştırma yapılırsa o zaman birbirinden çok
farklı özelliklerin ve durumların söz konusu olabileceği, bu nedenle kesin
hatlarıyla bir genelleme yapılamayacağı görülebilmektedir. Hiçbir ülke ya da
devlet başkaları için tam anlamıyla bir ölçü olamaz ama karşılaştırma
durumlarında genel bir fikir sahibi olabilmek açısından bazı ipuçlarıyla
ülkelerin geleceği açısından dayanak noktaları oluşturabilirler. Başka
ülkelerin durumları ya da konumlarına dayanılarak gündeme getirilebilecek
değerlendirmeler bazen eksik kalabilir, bazen da yeterli görünebilir. Bu iki
seçenekten hangisinin öne çıkacağı yapılacak değerlendirmelerde bilimsel ve
gerçekçi yol ve yöntemlerin kullanılabilmesine bağlıdır.
Durduk yerde hiçbir ülkede, o ülkenin
sonunda kime kalacağı gibi bir sorun ortaya atılmaz ya da gündeme getirilmez.
Ama bir ülkede böylesine bir sorun öne çıkarılabiliyorsa ya da Türkiye’de
olduğu gibi bu başlıkta bir kitap hazırlanabiliyorsa o zaman bir anormal durum
var demektir. Bu durumda o anormalliğin ele alınması ve incelenmesi
gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti gibi kuruluşundan bu yana doksan yılı geride
bırakmış ve birkaç yıl sonra yüzüncü yılını kutlama aşamasına gelebilecek güce
ve potansiyele sahip orta boy bir devlette sorulmaması gereken bir soru olarak,
Türkiye’nin sonunda kime kalacağının sorulabilmesi hem çok üzücü hem de çok
düşündürücü bir durumun varlığını ortaya koymaktadır. Böylesine bir sorunun
varlığı ya da sorunun sorulabilmesi, bir ülkede geleceği belli olmayan bir
durumun olduğunu ve bu doğrultudaki belirsizliğin insanların kafasını
karıştırdığını, o ülkede yaşamakta olan insanların kafalarının sürekli olarak
bu gibi sorunlar ile dolu olduğunu da göstermektedir.
Yeryüzünde var olan iki yüzden fazla
devlet, üzerinde kurulu bulunduğu toprakların jeopolitik konumuyla beraber
devletin ve toplumun yapısı ve bu yapılara göre düzenlenmiş olan devlet
modelinin geçerli olup olmadığı ya da geleceğe dönük bir kalıcılığa sahip olup
olmadığı gibi değerlendirilmek durumundadırlar. Bir devletin bu doğrultuda ele
alınması ya da kendi ülkesindeki insan toplumunun üyeleri tarafından bu
doğrultuda değerlendirilmesi, gelecekte neler olacağı ya da ülkenin başına ne
gibi sorunların çıkacağı ile yakından ilgili bir durumdur. Herhangi bir ülkede
işler iyi gitmiyorsa, halk kitleleri ile devlet yapısı arasında ya da izlenen
politikalar doğrultusunda ciddi çelişkiler ve yanlışlıklar birbirini izliyorsa
herkes nereye gidildiği ya da ülkede neler olduğu konularında telaşa düşebilir
ya da korkuya kapılarak gelecek hakkında olumsuz düşüncelere sahip olabilir. En
küçük bir olumsuzluk karşısında morali bozulan ya da paniğe kapılarak yakın
gelecek konusunda, umutsuzluğa ya da karamsarlığa sürüklenebilen normal insan tipleri, bu gibi istenmeyen
olumsuz olayların ya da gelişmelerin
ülkeyi içine düşüreceği olumsuz koşullara ya da uçurumun kenarına doğru
devleti sürükleyebileceği gibi kötü
durumlara karşı tepki gösterebilir ya da
kendini koruma refleksi doğrultusunda karşı çıkabilirler, böylesine istenmeyen
bir olumsuz durumun gündeme gelmesini önleyebilmek için ellerinden gelen her
şeyi yapabilirler, karşıt tutumları örgütleyerek kamuoyu önünde bunları
sergileyebilirler.
Normal koşullarda her devlet birbiriyle rekabet içinde rakip olarak
hareket eder. Büyük devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde baskı ve
hegemonya oluşturma arayışı içinde davranırlar. Bir büyük devlet kendisinden
küçük olan komşusu devletleri bölgesel hegemonya planları doğrultusunda etkisi
altına alabilir, zaman içerisinde bu gibi devletleri kendisine bağlayabilir.
İşte bu aşamada bu duruma düşen küçük ya orta boy devletlerin gelecekleri
tartışma konusu haline gelir. Hem o devletin vatandaşları hem de bölgede
yaşayan diğer insan toplulukları söz konusu devletin ne olacağı, nereye
gideceği ya da kendini yönetemez bir duruma sömürgeci politikalar yüzünden
düştüğü aşamada, bu kötü gidişin sonunda o ülkenin kime kalacağı sorusunu
sormaya ve buna yanıt aramaya başlarlar. Tarihsel süreç içerisinde, birçok
küçük ya da orta boy devlet, büyük devletlerin baskıları ve de çekişmeleri
yüzünden kendi kendilerini yönetemez bir aşamaya geldiklerinde, hangi büyük
devletin eline düşeceği, hangi emperyal devletin sömürgesi konumuna sürükleneceği
ve bu yüzden de kime kalacağı, haklı bir sorular olarak sorulma aşamasına
gelebilmektedir. Zaman dilimleri içerisinde güçlenen devletler, büyümenin ve
kendi bölgelerinde daha etkin olabilmenin yollarını ararlarken, kendiliğinden
yakın komşuları durumunda olan daha küçük devletler üzerinde etkilerini
artırabilmektedirler. Böylece, güçlü devletler daha zayıf ve küçük bölge
devletlerinin kontrolünü ele geçirme aşamasına geldiklerinde, kendi kendini
yönetme şansını yitirmiş olan küçük ya da zayıf devletler sonunda büyük
devletlerin eline düşebilmekte ya da emperyalist güç merkezlerinin eline düşerek
birilerinin malı ya da arka ya da yan bahçeleri konumuna düşebilmektedirler.
Büyük balığın küçük balığı yutması
nasıl bir doğa yayası ise, büyük devletlerin de yanı başlarındaki küçük
devletçikleri yutmaları da aynı doğa yasasının devletler arası alanda gündeme
gelmesidir. Büyük devletler daha da büyürken küçük komşularını ya da zayıf
bölge devletlerini kendi baskı veya denetimleri altına alabilmektedirler. Zaman içerisindeki yakınlaşmalar da büyük
devletlerin küçük devletleri yutarak kendi sınırları içine alabilmelerini ve bu
doğrultuda baskıcı ya da zorlayıcı politikalar aracılığı ile, küçük ya da orta
boy devletleri kendi sınırları içine alarak, bunlara eyalet ya da vilayet statüsü
kazandırdıklarını göstermektedir. Geçmişten gelen tarihsel süreç içerisinde,
işgal ya da sömürgecilik sonrasında ortaya çıkarak bağımsızlık kazanmış olan
birçok küçük ya da orta boy devlet, emperyal saldırılar, hegemonya arayışları
ya da baskıcı siyasetler yüzünden otonom statülerini ellerinden
kaçırabilmektedirler. Otonomisini koruyamayan devletler, büyük güçlerin çekişme
alanı konumuna sürüklenince her türlü emperyal senaryoya açık bir duruma
gelmektedirler. Büyük devletler sahip
oldukları hegemonya gücünü yanı başlarındaki diğer devletlere taşımaya
yöneldikleri zaman, hedef ülke konumundaki küçük devletler emperyalistlerin
ellerine düşebilmekte ve kendi ülkelerinin insanlarının ya da toplumunun öz
malı olması gereken siyasi ve demokratik yapılarının başkalarının elinde
oyuncağa dönüştüğünü görmektedirler. Zayıflayan devletlerin ülkeleri yol geçen
hanına dönüşebilmekte, bu gibi siyasal yapılanmaların altında varlıklarını
sürdürebilmek isteyen toplumlar, halk toplulukları ya da ulusal yapılar bu gibi
olumsuz durumlara karşı isyan ederek yepyeni bir yapılanmanın arayışı içerisine
girebilmektedirler.
Yanı başındaki küçük ya da orta boy devletleri zamanla kendine
bağlayabilen, ya da bu doğrultuda bunları baskı ya da kontrol altına alabilen büyük
devletlerin bulundukları bölgedeki diğer devletler üzerinde bu gibi saldırgan
heveslerini tatmin edebildiklerini, bu aşamadan sonra bölge dışına çıkarak daha
geniş alanlarda hegemonya artırma peşinde koşabildiklerini tarihin aynası
bugünlere yansıtmaktadır. Sınır komşularına ya da bölge devletlerine karşı
geliştirmiş oldukları emperyal baskı ve oyunları bu aşamadan sonra bütün dünya
yüzeyinde geliştirmeye çaba gösterdikleri anlaşılmaktadır. Önce kendi ülkesinde
güçlenen devletler, bölgelerinde egemenliği sağladıktan sonra ulusla arası
alanda daha geniş küresel hegemonyalar peşinde koştukları anlaşılmaktadır.
Dünya tarihi bu gibi emperyal devletler, planlar ve de senaryolar ile dolu
bulunmaktadır. İnsanlığın ya da dünya halklarının bir türlü emperyalizm
belasından kurtulamamalarının ardında hem insanın karakteri hem de insan
toplumları içinden çıkmış olan devlet yapılanmaları arasındaki çekişme ve
rekabetin önemli ölçülerde payı bulunmaktadır. Bu gibi çekişme ve rekabet düzenleri
doğrultusunda bütün küçük ve orta boy devletler emperyal güçlerin hedefi
konumundadırlar. Bölgesel hegemonyasını pekiştiren büyük devletler emperyal bir
güç olarak dünya sahnesine çıktıkları zaman, karşılarına çıkan her ülkeye
girmek ve bu ülkelerdeki devlet düzenlerini kendilerine bağlayarak bir yeryüzü
imparatorluğu arayışı içine girebilmektedirler. Böylesine bir süreçte, birçok
küçük ülke ya da orta boy devlet, sürecin sonunda emperyal güçlerin eline
geçebilmektedir. O zaman da o ülkeler kendi halkına ya da ulusuna değil ama,
başka devlet ya da güçlerin eline kalabilmektedir. Bu tür olumsuz bir süreç
yaşayan toplumlar kendi ülkelerinin hangi emperyal gücün eline geçeceği ya da
emperyal güçler arasında nasıl bir paylaşım savaşına sahne olacağı konusunda
düşünceler geliştirebilmektedirler.
Türkiye Cumhuriyeti, dünyanın
merkezi coğrafyasındaki büyük devlet olan Osmanlı İmparatorluğunun
çökertilişinden sonra, bu imparatorluğun merkezi topraklarında kurulmuş olan
bir orta boy devlettir. Merkezi alanda kurulu olduğu için, dünya imparatorluğu
kurmak ya da böyle bir yapılanmayı ele geçirmek isteyen bütün emperyal
devletler ya da güçlerin merkezi alanı ele geçirme girişimlerinde Türk devleti
başlıca hedef ülke konumundadır. Tarih ve de coğrafya bilgileri, böylesine
önemli ve kritik bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceği
konusunu iyice ilginç kılmakta ve bu sorunun açıklığa kavuşturulması
doğrultusunda geliştirilen fikir jimnastiği girişimleri de çok çeşitlilik
içerdiği için Türkiye Cumhuriyeti’nin yakın geleceğini tam olarak
açıklayamamakta ve bu nedenle de Türkiye’nin kimin eline geçeceği konusu iyice
tartışma alanlarında öne çıkmaktadır. Neden bu topraklar üzerinde böyle bir
devlet yapısı oluşturulmuştur. Tarihin gelişme seyri içinde neden bu coğrafya
da Türk ulusu tarih sahnesine çıkmış ve kendi ulus devletini üniter ve merkezi
bir model içinde oluşturabilmiştir?
Dünya haritasının ortalarında yer alan Türk devletinin, geçmişten gelen
tarih birikimi ve bugün de devam edip giden coğrafi konumu, ülkenin ve devletin
geleceğini değerlendirebilmek açısından doğru ve güçlü bir çıkış noktasını
göstermektedir. Yirminci yüzyılın başlarında ortalık alanda böylesine bir
devlet modeli gündeme getirilerek örgütlenirken, gelecekte bu devletin nasıl
yoluna devam edebileceği konusunda tam anlamıyla bir değerlendirme yapılabilmiş
midir? Devletin kurucu kadroları, örgütleyici öncülerinin bu gibi soruları
kendilerine sormuş ve bunları yanıtlayarak hareket etmiş oldukları düşünülmelidir.
Dünyanın merkezine gelmek, merkezi alanı ele geçirerek buradan küresel
bir hegemonya düzeni kurabilmek, doğunun ve batının önde gelen büyük güçlerinin
ya da emperyal devletlerinin her zaman için ana hedeflerinden birisi olmuştur. Yer
yüzünün en büyük kıtası olan Asya’da kurulmuş olan bütün büyük devletler kendi
bölgelerinin kontrolünü ele geçirdikten sonra dünyanın merkezi alanına gelerek
buralara da sahip olmak ve dünyayı bu orta alandan yönetmek istemişlerdir.
Moğollar, Timurlar, İlhanlılar, Persler doğudan gelen büyük güçler olarak
merkezi alanı ele geçirebilmenin peşinde koşmuşlardır. Bu doğu güçleri merkezi
alanı tam olarak ele geçirememişler ama kendi bölgelerinden getirdikleri insan
toplulukları zaman içerisinde merkezi coğrafyaya dağılarak yerleştikleri
yerlerde, merkezi coğrafyanın yerleşik halklarını meydana getirmişlerdir. Batı’dan
gelen Haçlı seferleri de geçici olmuş, bunların en sonuncusunda kurulmuş olan
Haçlı devleti yüz yıllık bir zaman dilimi sonrasında çökmüştür. Haçlılar da
merkezi alana hakim olamadıkları için Anadolu ve çevresinde kalıcı bir
hegemonya düzeni kuramamışlardır. Merkezi alanda Türk nüfus yayılırken ve
Türkler ile İslam dini arasında kaynaşma ile kalıcı devlet düzenleri
oluşturulurken Avrupa üzerinden gönderilen Haçlı seferleri sonuçsuz kalmış, Haçlılar
kalıcı bir düzen kuramamışlardır. Eski Roma ve Bizans İmparatorlukları gibi
büyük merkezi bir imparatorluk peşinde koşan Vatikan yönetimindeki Hrıstiyan
Avrupa kıtası, bu gibi planlarda başarısız kalınca, merkezi coğrafyada
Selçuklular ile kurulmuş olan Türk insiyatifi daha da güçlenerek yayılmış ve
ikinci aşamada Osmanlı imparatorluğu olarak devam
ederek, bin yıllık bir Türk hegemonyası dünyanın ortasında kalıcı bir
doğrultuda kurumlaştırılmıştır.
Haçlıların başaramadığı merkezi alan yerleşimini daha sonraki aşamada,
Ruslar güneye doğru inerken İngilizler başarmış, Fransızları da yanına alan
Büyük Britanya İmparatorluğu Osmanlı devletinin çöküş aşamasında Kıbrıs adası
üzerinden bölgeye gelerek Orta Doğu topraklarına yerleşmiştir. Osmanlı sonrası
dönemde İngilizlerin planları doğrultusunda bir merkezi alan yapılanması
gündeme getirilmiş ve Fransız İmparatorluğunun desteği ile de batının sömürgeci
düzeni Kuzey Afrika üzerinden Orta Doğu bölgelerine taşınmıştır. Böylece,
Osmanlı imparatorluğunun dağılışıyla beraber merkezi coğrafyada ortaya çıkmış
olan otorite boşluğu alanı doldurulmaya çalışılmıştır. İngilizler ve Fransızlar
girmiş oldukları Osmanlı topraklarını parçalayarak kendi hegemonyaları altında
sömürgeciliği merkezi coğrafyaya getirmişlerdir. Böylece Osmanlı toprakları,
devletin çöküşü sonrasında batının en güçlü iki sömürgeci imparatorluğuna
kalmıştır. O dönemde daha güçlü dünya devletleri olmadığı için İngiltere ve Fransa
merkezi alan topraklarını istedikleri gibi paylaşmışlar ve Mısır’ın başkenti
Kahire’de çizmiş oldukları harita ile bütün Osmanlı topraklarının batı
emperyalizminin yeni sömürgeleri konumuna düşürmüşlerdir. Ne var ki, bu
emperyalistler, Türkiye’nin kurucu önderi Atatürk’ün söylediği gibi geldikleri
gibi gitmek zorunda kalmışlar ve yirminci yüzyılın konjonktürü içinde ortaya
çıkan yeni gelişmeler batının temsilcisi iki büyük sömürgecinin kurdukları
düzenlerinin önünü keserek daha farklı yapılanmaların önünü açmıştır.
İslamiyetin çıkışından sonra güçlenen Araplar, Anadolu’ya gelerek
yayılmışlar ama İstanbul’u fethedemeyince, bu ülkeyi terk ederek geri çekilmek
zorunda kalmışlardır. Araplar sonrasında Selçuklular Türk topluluklarını merkezi
bölgelere taşıyarak, bu alanın halk topluluklarının oluşumuna yardımcı olmuşlar
daha sonraki aşamada da Osmanlılar, bir büyük imparatorluk olarak merkezi
coğrafyayı egemenlikleri altına alınca batılı güçlerin hedefi haline
gelmişlerdir. Osmanlı imparatorluğunun son yüzyılı içinde Ruslar güçlenerek
güneye inmek istemişler, Almanlar birleşerek bir büyük imparatorluk kurunca
doğuya açılarak, dünyanın merkezi alanlarını içine alan çok büyük bir Töton
imparatorluğu oluşturmak istemişlerdir. Ne var ki, Birinci dünya savaşı
öncesindeki bu iki girişi, Büyük Britanya İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelerek
yerleşmesi ve Fransa’yı yanına alarak, Rusya ve Almanya’ya karşı çıkmasıyla önlenmiştir.
Ruslar sıcak denizlere inmek için güneye doğru ilerlerken Osmanlının elindeki
Kırım ve Kafkasya’yı ele geçirmişler, Almanlar da birlik sağlayınca Balkanlar
üzerinde baskı kurarak Osmanlı hegemonyasının Avrupa topraklarının dışına
atılmasında etkili olmuşlardır. Ruslar doğu Anadolu üzerinden Ermenileri kullanarak
Anadolu’yu ele geçirmeye çalışırken, Almanlar Birinci Dünya Savaşı öncesinde
İstanbul’a gelerek yerleşmeye başlamışlar, savaşı kazanarak on milyon Alman
vatandaşını Anadolu topraklarına getirerek yerleştirebilmenin çabası içinde
olmuşlardır. İstanbul, İzmir, Edirne, Adana, Trabzon, Zonguldak, Erzurum, Kars,
Van ve Diyarbakır gibi on büyük Anadolu kentine birer milyon Alman
yerleştirerek, Anadolu’yu bütünüyle Almanlaştırmak isteyen Alman emperyalizmi, Birinci
Dünya Savaşını kaybedince geri çekilmek zorunda kalmış ve böylece, Almanların
dünyayı Anadolu üzerinden yönetme planları çökmüştür. Almanlar ile Ruslar
Birinci cihan savaşı sonrasında geri çekilmek durumunda kalmışlardır.
Araplar onuncu yüzyılda, Ruslar ve Almanlar on dokuzuncu yüzyılda, Birinci
Dünya savaşı sonrasında İngilizler yirminci yüzyılda Anadolu’ya yerleşmek
istemişler ama sonunda geldikleri gibi gitmek zorunda kalmışlardır. İkinci
dünya savaşı sonrasında ise, Amerikalılar Orta Doğu’ya gelmişler ve Osmanlı topraklarının
merkezi ülkesinde yer alan Türkiye’yi Nato askeri ittifakı içerisine alarak;
Türkiye’ye yerleşmeye başlamışlardır. O dönemin koşullarında var olan Sovyet
İmparatorluğunu gerekçe gösteren Amerikan emperyalizmi, komünizm tehlikesini
öcü göstererek, merkeze yerleşmiş ve Türkiye üzerinden koruyucu kalkan
oluşturarak, iki bin yıl sonra Orta Doğu’da bir Yahudi devletinin kuruluşunu
sağlamıştır. Böylece, Arapların, Rusların, Almanların ve İngilizlerin tam
olarak yerleşemedikleri Anadolu toprakları üzerine Amerikalılar kendi kontrolleri
altındaki Nato askeri yapılanması üzerinden yerleşerek, çok sayıda askeri üs
kurmuş ve geleceğe dönük olarak merkezi alan yerleşimini güvence altına
almıştır. Böylece, Osmanlı sonrasında, Anadolu toprakları Amerikalılara kalmış
gibi bir durum yaratılmıştır. Devleti Aliye denilen merkezi büyük devletin
yıkılması sonrasında, Amerikalıların Yahudilerle birlikte bölgeye gelerek
yerleşmeleri, eski Roma İmparatorluğu toprakları üzerinde yeni Roma hegemonyası
arayışlarını gündeme getirmiştir. Arapların kalabalık bir nüfus ile yaşadığı
Orta Doğu hem Arapların hem de Türklerin elinden alınmış, Yahudilere kutsal
topraklar verilirken, Anadolu üzerinden Türk varlığı ile Nato üzerinden kontrol
altına alınmıştır. Bir anlamda, bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin sınırları
içerisinde kalan Türklerin milli vatanı olan Anadolu’ya Nato’nun yerleşmesiyle
birlikte Türkiye sanki Amerikalılara kalmış gibi bir olumsuz durum ve görünüm
yaratılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Misak-ı
Milli sınırları içerisinde yaşamını sürdürmek zorunda kalan eski Osmanlı
ahalisi, bir ulusal kurtuluş savaşı vererek, tarihsel süreç ve savaş
konjonktürü içerisinde var olma mücadelesi vererek ve bir anlamda ölüm kalım
savaşını kazanarak kendi ulus devletini kurmuş, böylece hem uluslaşarak
Türkleşmiş hem de ulus devletini kurarak, sınırları önceden ilan edilen milli
vatan toprakları üzerinde ulus devlet oluşumu tamamlanmıştır. Osmanlı gibi çok
uluslu ve çok dinli heterojen bir siyasal yapının çöküşünden sonra, Osmanlının
merkezi toprakları Türklere kalmış ve Türkler’de bu toprakların geleceği için
savaşarak Anadolu ve Rumeli’yi vatanlaştırmışlardır. Türkler kendilerine kalan bu
ülkeyi vatanlaştırırlarken, aynı zamanda ulus devletlerini de oluşturarak,
gelecekte de bu topraklar üzerinde kalıcı olabilmenin ön hazırlıklarını
tamamlamışlardır. Atatürk’ kurucu önder olarak geçmişten gelen tarihsel süreci
iyi değerlendirmiş, Anadolu yarımadasının Türklere kalmasını sağlayarak, bunu
aynı zamanda geleceğe dönük bir biçimde de kurumlaştırmıştır. Türkiye
Cumhuriyeti ulus devleti böylesine ulusal bir çabanın sonucu olarak tarih
sahnesine çıkmış ve güçlü bir örgütlenme sayesinde de yirmi birinci yüzyıla
kadar gelerek, kurucusunun söylediği gibi ilelebet payidar olabilmenin
şanslarını yakalayabilmiştir. Türkler, atalarından miras olarak aldıkları
vatanlarını aynı titizlikle koruyarak yollarına devam etmişler, vatanlarını hiç
kimseye bırakmamışlardır. Araplara, Almanlara, Ruslara ve İngilizlere yar
olmayan Anadolu topraklarının Amerikalılara da yar olmasına izin verilmemiş ve
küreselleşme ya da Büyük Orta Doğu projesi gibi siyasal planlar doğrultusunda Türklerin
ana vatanları ellerinden alınamamıştır. Nato ile Türkiye’ye giren Amerikan
emperyalizmi, çok uluslu şirketleri bu bölgeye getirerek Türk topraklarına
yerleştirmek istemiş ama bu doğrultudaki emperyal zorlamalara rağmen, bütünüyle
Türkiye’yi ele geçirerek tarih sahnesinden böylesine olağanüstü bir süreçte
kurulmuş olan bir devletin tasfiye edilmesinde başarılı olamamıştır.
İki büyük dünya savaşı arasında
kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin yirmi birinci yüzyılda geçmişten gelen
birikimin desteği ile yoluna devam edebilmesi için, Türkiye’nin ülke ve devlet
olarak Türklerin elinde olması gerekmektedir. Türkler geçmişin olaylarını iyi
gözlemleyerek ve karşılaştıkları ters durumlar karşısında gerekli olan
önlemleri alarak yollarına devam etmek zorundadırlar. Türkler bu doğrultuda hem
vatanlarına hem de devletlerine sahip çıkarak, bunları destekleyerek yollarına
devam etmek durumundadırlar. Ulusal bir kurtuluş savaşı sayesinde kazanılmış
olan bağımsız yaşama hakkı, Türkler açısından son derece kutsal bir haktır ve
hiçbir biçimde vazgeçilemeyecektir. Tam bağımsız bir çağdaş cumhuriyet
devletinin çatısı altında hem ulusal hem üniter hem de merkezi bir güçlü
devlete sahip olma şansını yakalamış olan Türklerin bu durumdan vazgeçmelerini
beklemek ve hele Türkiye’nin başkalarının ellerine geçmesine seyirci
kalmalarını beklemek pek de gerçekçi bir yaklaşım olarak görünmemektedir.
Hiçbir insan alıştıklarından vazgeçemez. Herkes alıştığı yaşam biçimi ve düzeni
ile hayatını devam ettirmek ister. Böylesine bir doğal hakkı Türklerin elinden
alarak, Türkiye gibi bir ülkede başkalarının egemen olmalarını düşünmek ya da
sağlamak tamamen gerçek dışı bir durumdur. Türkler Düveli Muazzama denilen en
büyük emperyalizme karşı savaşarak kendi bağımsız devletlerini oluşturdukları
gibi, yüz yıl sonra da gene aynı doğrultuda yola devam ederek geleceğin
dünyasında da bugünkü tam bağımsız yaşam düzenlerini sürdüreceklerdir. Bu yönü
ile Türkiye’den vazgeçmeyecekler ve hem ülkelerine hem de devletlerine sahip
çıkarak, merkezi alanda daha güçlü bir ulus devleti oluşturarak var olmaya
devam edeceklerdir.
“Türkiye kime kalacak?” sorusunun yanıtı, gene Türkler olacaktır, çünkü
Türkler eskisi gibi bir vatansever olarak hem ülkelerine hem de devletlerine sahip
çıkmaya devam edecekler ve bu doğrultuda bütün saldırılara ve siyasal
kışkırtmalara karşı mesafeli davranmaya bilinçli olarak devam edeceklerdir. Kitabın
yazarı, kitabı başbakanın yazdırdığını kapakta ilan etmektedir. Başbakanın giderek sertleşen tavırlarının, sesini
yükselterek toplumun belirli kesimleri ile kavgalı bir durum yaratmasının
ülkede ciddi bir hesaplaşma ve gerginliğe neden olduğu, büyük rüyalar peşinde
koşarken bundan çok daha büyük kabuslara sürüklenildiğini, böylesine bir
olumsuz sürecin sonucunda ülkede kavganın giderek tırmanacağını ve bunun
sonunda da Türkiye’nin kimin elinde kalacağının tahminleri yapılmaya
çalışılmaktadır. Bugünün iktidar partisinin, küreselleşme sürecinin getirmiş
olduğu değişim ve dönüşümleri batı desteği ile zorla uygulamaya çaba
göstermesinin ülkede ciddi bir hesaplaşma yarattığı ve bu durumda da yakın
gelecekte Türkiye’yi kimlerin yöneteceğinin ya da Türkiye’nin bu gibi olumsuz
bir tırmanış karşısında kimin elinde kalacağının tahmini yapılmaya
çalışılmaktadır. Kapitalist emperyalizmin zorla dayatmış olduğu politikaların Türkiye’yi
ciddi bir ayrışma noktasına sürüklemesi, insan hakları üzerinden etnik kavganın,
inanç özgürlüğü üzerinden dinler kavgası ile cemaatlar çekişmesinin
tırmandırılması, ekonomik programlar üzerinden de yeni sömürgeciliğin bir çuval
halinde Türkiye’nin başına geçirilmek istenmesi yakın gelecek açısından ciddi
belirsizlikler sinyali vermektedir. Bu üç tehlikeli süreç devam ettiği noktada,
Türkiye’de ulusal, üniter, merkezi ve laik devlet modeli zarar görmekte,
giderek tırmanan alt kimlik kavgaları yüzünden Türkiye bir iç hesaplaşma ve bölgesel
çatışmalara doğru sürüklenerek, Lozan’dan gelen statüsünü kaybetmek tehlikesi
ile karşı karşıya kalmaktadır. Bu aşamada ülkenin belirli bölgelerinde alt
kimlikli devletçikler yaratılmaya çalışılmakta, Osmanlının çöküşüyle beraber
yurt dışına giden gayrimüslim gruplar yeniden Türkiye’nin belirli bölgelerine
yerleştirilmeye çalışılmaktadır. Dini cemaatların da dış desteklerle çok
güçlenmesi noktasında, Türkiye’nin geleceğinde hem etnik hem dinsel hem de
emperyal kavgalar giderek tırmanma göstermektedir. Merkezi alanda emperyal
devletlerin etkilerini artırma girişimleri de savaş tehlikesini artırarak,
Anadolu’nun geleceğinde yabancı devletlerin hegemonyasının önünü açmakta ve bu
doğrultuda Türkiye’nin geleceğini ciddi bir tartışma konusu haline
getirmektedir.
Küreselleşmenin başlamasından sonra çeyrek
yüzyıl geçtiği için artık, bütün plan ve programlar kesin hatlarıyla ortaya
çıkmış ve kesinlik kazanmıştır. Bu nedenle, ulus devletlere karşı çıkan batı
emperyalizmi, büyük Orta Doğu ve Büyük İsrail projeleriyle Türkiye’ye
yerleşmeye çalışırken, Türk ülkesine fazlasıyla Amerikalı ve Musevi iş adamı ya
da sermaye sahibi gelerek yerleşmektedir. Türkiye Cumhuriyeti emperyal
politikalar ile teslim alınırken, yabancıların ülkeye gelerek yerleşmelerinin
önü açılmakta ve sonunda Türkiye Türklerin elinden alınarak yabancılara teslim
edilmeye çalışılmaktadır. Yüz yıl önce aynı oyun oynanmış ve Türkiye’nin
topraklarına emperyal güçler ve yabancı sermaye gelerek yerleşmeye çalışmıştır.
Ne var ki, o dönemde Türk halkı bir ulusal kurtuluş savaşı vererek ülkeyi
kurtarmış ve bağımsız devlet yapısını kurmuştur. Böylece, Türkiye yirminci
yüzyılda Türklere kalmıştır. Şimdi yirmi birinci yüzyılda aynı oyun ikinci kez
oynanırken gene aynı sonuç ortaya çıkacak ve Türk ulusu kendi ülkesine, kaynaklarına
ve zenginliklerine sahip çıkarak Türkiye’nin Türklerin elinde kalkmasını
sağlayacaktır. Tarih ders almasını bilenler açısından bir tekerrürden ibarettir.
Dün ulusal kurtuluş savaşı vererek Türkiye’ye sahip olan Türk ulusu, yeni
dönemde yeniden bir ulusal kurtuluş mücadelesi vererek eskisi gibi ülkesine ve
devletine sahip çıkarak, emperyalizmin Türkiye’yi tarih sahnesinden silme
girişimlerini ikinci kez önleyecektir. Bu çekişme ve hesaplaşmaların sonunda,
Türkiye gene Türklere kalacaktır. Alt kimlikçi girişimlerin bölücülüğü ya da
kapitalistlerin emperyalist saldırıları ve bazı kesimlerin işbirlikçiliği, bu kutsal
var olma mücadelesini ortadan kaldıramayacaktır. Her kesimin bu durumu
bilmesinde, ülke ve dünya barışı açısından yarar vardır. Türkler her zaman
olduğu gibi vatanlarına sahip çıkacaklardır.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder