16 Haziran 2021 Çarşamba

SOSYAL SÖZLEŞMEDEN TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 SOSYAL SÖZLEŞMEDEN TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNE

                Bu dünyada insanları diğer canlılardan ayıran olay, insanoğlunun hemcinsleri ile birlikte düzenli bir toplum düzeni içinde yaşamasıdır. İnsanlar bunu sahip oldukları akıl ve benzeri yetenekler ile gerçekleştirdikleri için, bugün yeryüzünde sekiz milyar insan iki yüz yirmi devletin çatısı altında bir toplumsal düzen içinde yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yeryüzünde yaşayan diğer canlılar insanlarda olduğu gibi bir akıl ve beyin yeteneklerine sahip olamadıkları için, bu alanda insanlardan geride kalmakta ve dünya gezegeninin egemen gücü olarak insanoğlu, yirmi birinci yüzyılda varlığını sürdürerek ve geleceğe dönük bir gelişme çizgisi doğrultusunda kendisini geliştirerek, yeni dünya düzeninin hem hazırlayıcısı hem de kurucusu olabilmektedir. Böylesine bir oluşumu, akıl ve fikir sahibi insanlar hazırlarken, yeryüzünün diğer canlıları neyin ne olduğunu bilmeden önlerine gelen değişim ve dönüşüm olgusunun rüzgarlarına kapılarak ve değişen yeryüzü düzenine ayak uydurmaya çaba göstererek, bütünüyle ayakta kalabilmenin arayışı içine girmektedirler. Yeryüzünün geçmişine bakıldığı zaman böylesine bir oluşumun, binlerce yıl öncesinde ortaya çıkarak günümüze kadar devam edip geldiği anlaşılmaktadır. Devletlerin tarihi incelendiği zaman bu durum ortaya çıkmaktadır.

                Doğuştan bir sosyal hayvan olarak dünyaya gelen insanoğlu, genel olarak hemcinsleri ile birlikte yaşamayı ve toplu halde bir yaşam düzenini tercih ederek yüzyıllarca toplumsal bir düzen altında var olabilmenin ve yaşam düzeni kurabilmenin çeşitli örneklerini zamanla ortaya koymuşlardır.  İnsanlık tarihi devletleşme süreçleri açısından ele alınarak incelendiğinde, ilkel toplum düzenleri ortaya çıkmakta ve bunların devam ederek yaşamasını sağlayan ilkel devlet düzenleri, bu durumu yansıtan ana örnekler olarak tarihin başlangıç dönemindeki yerlerini almışlardır. Yıllar geçtikçe ilkel toplum düzenleri de gelişmeler göstererek ortaçağ dönemine doğru yol alırken, ilkel toplumların yerini din kurallarına dayalı yeni bir yaşam düzeni almaya başlamıştır. Tek tanrılı dinlerin tarih sahnesine çıkarak, hızla yeryüzünün her tarafına doğru gelişmeler gösterdiği görülmüş ve daha sonraları da kilisenin öncülüğünde din adamları yönetimini hedefleyen insan toplulukları, sırasıyla ilkel toplum yapısından dinsel toplum düzenine geçerek, tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. Bu tür bir düzene geçmeden önce ilkel toplumlar incelendiğinde, sürü halinde diğer canlılar ile birlikte yaşayan insan toplumlarının, içlerindeki en güçlü adamın yönetimi altına girdikleri ve diğer güçlü insanlar ile var olan geçmişten gelen toplumsal düzenlerin dönüşümünün ortaya çıkmasıyla da güç kavramının sürüler halinde yaşamakta olan insan toplumlarının dönüşümünde en etkili faktör olarak öne çıktığı görülmektedir. Güçlü insanlar, bu aşamada öne çıkarak ve çeşitli toplulukları arkasına alarak, geleceğin toplum düzeninin oluşumunda etkili olabilmenin yollarını aramışlardır. Kuvvetli insanlar sahip oldukları güç aracılığı ile bulundukları toplumları yönetmeye başlarken, aynı zamanda kurulu bir düzenin oluşumunu gündeme getiren din adamlarının önderliği ile karşılaşmışlardır. Bin yıllık ortaçağ döneminde dinin egemenliği kilise üzerinden yaygınlık kazanırken, ilkel toplumlarda görülen güç faktörü geride kalmıştır. Kaba kuvvetten dinin egemenliğine geçerken, insanoğlu yazının keşfi sayesinde okumaya başlamış ve böylece içinde bulundukları dünya düzeni ile hayat olgusu üzerine düşünmeye başlayarak bilim olgusunun öne çıkmasını sağlayan büyük bir değişim, ilk ve ortaçağlardan sonra yeni ve yakın çağlara doğru gelişip ilerlerken, akıl ve fikir sahibi olarak insanoğlu geçmişten gelen bütün bilgileri bir araya getirerek bilim denilen disiplini öne çıkarmıştır. İnsanlar kaba güçten sonra dinin egemenliğindeki ortaçağı da geride bırakarak, bilimsel bilgi disiplininin getirdikleriyle, bir çok alanda bilimsel devrimler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Zamanla çeşitli alanlardaki ulaşılan bilgiler hem dünyayı hem de insanları değiştirmiş ve bu aşamadan sonra insanlar bilimsel devrimlerin getirdiği yeni oluşumlar üzerinden kalkınmaya ve gelişmeye devam etmişlerdir.

                Bugünün dünyasında önde gelen bir merkezi konuma sahip olan batı uygarlığı önce Avrupa kıtasında ortaya çıkmış ve daha sonraki aşamada ise ABD’nin öncülüğünde Amerika kıtasında da genişleyip yayılarak, beş kıtadan oluşan dünya sahnesini egemenliği altına almıştır. Yüzyılların bilgi birikimi insanlığın gelecek arayışında etkin olmaya başlayınca, önce bilimsel devrimler daha sonra da siyasal devrimler tarihsel süreç içindeki yerlerini almışlardır. Doğuştan özgür bireyler olarak dünyaya gelen insanlar daha sonraki aşamada toplumsal yaşamın içine girdikleri aşamada, her yerdeki toplum ve devlet düzenlerinin baskıları yüzünden her yerde baskı altına alınarak zincire vurulmuş ve özgür olmaktan çıkarak esaret içindeki diğer canlıların olumsuz durumlarına sürüklenmişlerdir.  İlkel toplumda kuvvetlilerin hakları öne çıkarken, insanlığın esaretine giden olumsuz yolun önü açılmıştır. Güçlü ve kuvvetli insanlar toplumsal yaşama egemen olmaya başladıkları aşamada, diğer insanların köleleşme düzenleri de öne çıkmış ve modern topluma doğru dünya ilerlerken insanoğlu hürler ve köleler olarak ikiye ayrılmıştır. Aradan binlerce yıl geçmesine rağmen bugünün dünyasında gene eski durum devam etmekte ve her yerde güçlüler özgür ve egemen konuma sahip olurlarken, zayıflar ve güçsüzler onların kulu ve kölesi olmaktan kurtulamamaktadırlar. Doğuştan özgürlüğüne kavuşan insanlığın her durumda ve her yerde güçlülerin baskı ve hegemonyaları ile karşılaşmaları, bütün aşamalarda insan toplulukları arasında çekişmeye ve çatışmalara neden olmuştur. Bu tür çatışmaların sıcak olaylar ile savaşlara dönüşmesi, istenmeyen olumsuz durumları beraberinde getirmiş ve insan toplumları bir türlü iç ve dış kargaşalardan kurtularak kalıcı bir barış düzenine kavuşamamıştır. İnsanlık tarihi bu açıdan hak ve özgürlüklere kavuşma mücadelelerinin uzantısı olarak görülebilir. Böylesine bir çıkmaz içindeki insanlığın serüveni Avrupa’nın ortasında yer alan merkezi büyük devletlerden Fransa’da gerçekleşen siyasal devrim ile aşılabilmiştir.

                Fransız devrimine giden yol Fransa toplumu ve devletinin geçirdiği aşamaların belirlediği bir oluşum sayesinde ortaya çıkmıştır. Devrime giden yolda Montesquieu, Voltaire ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerin son derece etkili yönlendirmeleri olmuştur. İbni Haldun’un Ortaçağın birikimini yeni çağlara taşıması gibi, Fransız devriminin öncüsü Jean Jacques Rousseau'da, yazmış olduğu “Sosyal Sözleşme “isimli kitabı ile hem bir durum tespiti yapıyor hem de uygarlık yolunda nasıl davranılması gerektiğini ciddi bir hukuk birikimi örgütleyerek bu eserinde dile getiriyordu. Bu kitap özellikle Endülüs’den gelen siyasal birikimi öne çıkarırken, modern bir devlet ve toplum düzenine geçilebilmesi için neler yapılması gerektiğini de bölümler halinde yazarak, geleceğin dünyasında daha gelişmiş ve belirli bir siyasal disiplin altına alınmış kamu düzenleri oluşturarak, hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını hedefliyordu. Rousseau, bu kitabında insanlık için geçmişin birikimlerinin örgütlenmesiyle bir hukuk düzeni oluşturmaya öncelik veriyordu. Bu doğrultuda toplum içinde bulunan her bireyin kendi hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçmesi gerektiğini vurguluyordu. Tüm bireylerin hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçmesiyle ortaya çıkacak yeni yapılanma içinde bütün bu vazgeçilen hak ve özgürlüklerin gündeme getirdiği yeni otorite, vatandaşların eşit katılımı ile kurulacak bir toplumsal örgütlenme olarak devlete geçecekti. Her vatandaşın belirli ölçülerde vazgeçmiş olduğu hak ve özgürlüklerin devlet adı verilen siyasal mekanizmanın tekelinde toplanmasıyla, insanlar bir otoritenin çatısı altında bir araya gelerek, geçmişten gelen güçlüler ve zayıflar arasındaki her türlü çatışma ve çekişmelerden, oluşturacakları yeni kamu düzeni sayesinde kurtulacaklardı. Böylece hiç kimse gücüne ya da kuvvetine dayanarak toplum içinde haksızlıklar yaratamayacak, herkesin hak ve özgürlükleri eşit koşullarda ve vatandaşlar arasında hiçbir ayırım yapılmayarak devlet tarafından benimseneceği için, her türlü haksızlık devletin oluşturduğu hukuk düzeni içinde önlenecekti. Yasalar sayesinde herkese eşit ve hakkaniyete uygun hak ve özgürlük tanınacaktı. Devletin böylesine tarafsız ve etkin bir biçimde eşitlikçi bir toplum düzeni oluşturması ile herkesin hem hak ve özgürlükleri hem de mal ve mülkleri hukuk aracılığı ile güvence altına alınacaktı. Herkes güvenli bir toplum düzeninde yaşayabilmek amacıyla sahip olduğu hak ve özgürlüklerinin bir kısmını, toplum içinde bir sözleşme imzalayarak devlete devredecekti. Jean-Jacques Rousseau bu yapılanmaya “Sosyal Sözleşme” adını veriyordu.

                Devlet ve toplum düzenlerinin nasıl kurulacağı ile ilgili bilgiler öğretiliyor ve Sosyal sözleşme ile ilgili bu kitap aracılığı ile de insanlığa aktarılıyordu. Halkın eşit bir biçimde vazgeçeceği hak ve özgürlüklerinin bir kısmı sonradan devlete adı verilen tüzel kişiliğe devredilirken, bunlardan vazgeçen insanlar hak ve özgürlüklerinin bir kısmını devrettikleri devletten hem koruma hem de sahip oldukları hukuk kazanımlarının muhafaza edilerek güvence altına alınmasını bekliyordu. Sonradan yaratılan egemen varlık olarak, devletin öncülüğünde toplumu oluşturan bireylerin bir toplumsal pakt imzalayarak devleti egemen güç konumuna getirmeleri düşünülüyordu. Bu doğrultuda yaratılmış olan egemenlik gücünün hiçbir biçimde kimseye devredilemeyeceği esas olarak kabul ediliyordu. Devlet denilen egemen gücün sahip olduğu iradenin genel bir irade olarak, herkesin hak ve özgürlüklerinin bir kısmının devlete devredilmesiyle gerçeklik kazanması sağlanıyordu. Herkesin iradesinin bir kısmının bir araya getirilmesiyle oluşturulan genel irade gücü, hegemon devletin eline devredilerek ülkede otorite merkezli bir kamu düzeni oluşturulabilmesi için çaba gösteriliyordu. Bu tür bir uygulamanın temelinde egemenliğin devir edilemeyeceği, hakimiyetin bölünemeyeceği ve de genel irade gücünün de hiçbir zaman yanılmayarak devletin doğru bir çizgide etkinliklerini sürdürmesi planlanıyordu. Bu çerçevede egemen gücün kullanılma sınırlarının iyi belirlenmesi ve böylece yanlış bir yönetim tehlikesinin önlenmesi gerekiyordu. Toplumun yönetilmesi sırasında ortaya çıkan sorunların aşılmasında gene tüm sorumluluk devlete düşüyordu. Toplumu oluşturan tüm bireylerin eşit katılımı sayesinde hazırlanmış olan sosyal sözleşmeye dayanarak, devlet toplumun bütün gereksinmelerini karşılayacak kamu hizmetleri ile, bu doğrultuda oluşturulacak bir kamu düzenini esas temel ilke olarak benimsiyordu. Vatandaşların vazgeçtiği hak ve özgürlükleri devlete devir edilirken, hukuk sisteminin sağlayacağı güvence altında anayasal devletin devamı öngörülüyordu.

             Rousseau, vatandaşların bir toplum sözleşmesinin varlığına dayanarak hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçtiğini ve bu doğrultuda hak ve özgürlüklerin dengelenmesi için de gelişmiş bir   yönetim biçimine sahip olunması gerektiğini dile getiriyordu. İnsan toplumlarının birbirinden ayrılan farklı koşulları yüzünden, ülkeden ülkeye siyasal sistemlerin ve rejimlerin değişiklik gösterebileceğini üzerinde ısrarla durarak öne sürüyordu. Rousseau'ya göre en ileri yönetim biçiminin halk yönetimi anlamında demokrasinin olduğunu, aristokrasi ve monarşi gibi uygulamaların yetersiz kaldığı her durumda demokrasinin öncelikle tercih edilmesi gereken siyasal rejim olduğunu, bu nedenle de uygulanmasının öncelikle düşünülmesi gerektiği dikkate alınarak, en ileri düzeyde bir demokratik rejim uygulanmasına geçilmesi gerektiği açıktır. Koşullar ne kadar farklı olursa olsun demokrasiden vazgeçilmemesi gerektiği gene sosyal sözleşme isimli kitapta açıklanmaktadır. Her siyasal rejim gibi en iyi demokrasiler bile zamanla yıpranabilir ya da kötüye kullanmalar nedeniyle yozlaşarak ortadan kalkabilir. Ne var ki, egemen varlık konumundaki devletin üstünlüğünü ve merkezi konumunun öncelikle korunması gerektiği konusunda, bütün toplum üyelerinin katılımıyla rejimin geleceğe dönük kurumlaşmasının sağlanması, yozlaşmaların ya da kötüye kullanımların öncelikle düşünülmesi gereken bir konudur. Siyasal iktidarların muhalefet yapılanmaları aracılığı ile dengelenmesi, ya da yasama, yargı ve yürütme arasında sağlanacak bir kuvvetler ayrılığı rejimi, ülkedeki toplum ve devlet düzeninin içindeki olumsuzluklara ve de yozlaşmalara karşı bir önleyici güvence olarak devreye girmesi gerekmektedir. Eski Roma imparatorluğu dönemlerinden kalma diktatörlük rejimlerinin giderek baskı yönetimlerine dönüşmesinin ancak ileri demokrasi rejimleri ile önlenebileceği zaman içinde ortaya çıkmıştır. Gelişmiş bir siyasal rejim türü olarak demokrasilerin varlığını koruyabilmesi için herkesin kazanılmış haklar çizgisinde mücadele etmesi gerekmiştir. Yoldan çıkan iktidarlara karşı seçimler her zaman için bir önleyici unsur olarak görülmüştür. Siyasal rejimlere sahip çıkma çizgisinde sivil toplum yapılanmalarının devreye sokulması, halk kitlelerinin hareketliliği açısından her zaman için olumlu yansımalar ortaya çıkarmıştır. Demokratik rejimlerin çağdaş gelişmeler doğrultusunda kendilerini yenilemeleri toplumların gereksinmelerinin karşılanması açısından olumlu sonuçlar vermiştir. Yetki gasplarının önlenmesi açısından demokrasilerin korunması zorunlu görünmektedir.

                Sosyal sözleşme her toplumun yönetimi ve devletlerin yasallığı açılarından önemlidir. Bu açıdan bilimsel çalışmalarda ve incelemelerde her devletin kendi özel durumları dikkate alınarak hareket edilmelidir. Her devletin dünya haritası üzerinde diğer devletlerden farklı bir konumu vardır. Devletlerin tarih ve coğrafya gibi bilimsel disiplinlere konu olan yanları her zaman için birbirinden farklılık göstermektedir. Devletlerin ayrıca sahip oldukları biçimsel farklılıklar ile oluşması da modellerin birbirlerinden ayrılan yönlerini öne çıkarmaktadır. İmparatorluklar, federasyonlar ya da konfederasyonlar, din devletleri ya da ulus devletler gibi devlet modellerine dünyanın her bölgesinde rastlandığı için, bu tür devlet modellerinin seçiminde o devletin çatısı altında yaşayan halk kitlesinin oylarının önde gelen bir önemi vardır. Bu açıdan var olduğu kabul edilen sosyal sözleşmenin belirleyici etkisi olmaktadır. Vatandaşların sahip oldukları hak ve özgürlüklerinden devleti kurmak üzere vazgeçtikleri aşamada, gerçekleştiği varsayılan sosyal sözleşmenin içinde toplumun yapısı ve farklı özelliklerine göre devletin kurulması doğrultusunda bir insiyatifin gerçekleştiği düşünülerek devlet modelinin kurulması tamamlanmaya çalışılır. İmparatorluklar da ya da federasyonlarda farklı bölgelerin güçlü bir merkezi yönetim aracılığı ile idare edildiği görülmektedir. Var olan ulus devlet modeli ise, o zaman devletin ülkesi ile birliği ve bütünlüğü ilkesi yönünde hareket edilerek, devletin  kurucusu olan ulusun vatanı ile karşı karşıya kalınan bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Ulusların devlet ve milletleriyle kaynaşarak tamamladıkları ulus devlet süreci içinde, her ulusun tarihi o ulusun devletinin modelinin belirlenmesinde önde gelen bir etki yaratmaktadır. Bu çerçevede her ulus sahip olduğu karakteristik özelliklerini, kendi kurduğu ulus devletin yapılanmasında belirleyici bir çizgide yansıtabilmektedir. Bu gibi durumların fazlaca görülmesi gibi siyasal gelişmelerde her ulus devletin birbirinden fazlasıyla ayrıldığı görülmektedir.

                Türkiye Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak dünya haritasında yer alan diğer ulus devletlerden çok farklı özellikleriyle öne çıkmaktadır. Sosyal sözleşme teorisinin getirdikleriyle Türk devleti ele alınarak incelenirse, ortaya bir Türklük sözleşmesinin geldiği görülmektedir. Var olduğu kabul edilen bir Türklük sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde gündeme geldiği ve devlet kurma hazırlıkları içinde yer aldığı öne sürülmektedir. Geçen yüzyılın bir ulus devletler çağı olarak benimsenmesi üzerine öne çıkan yeni ulus devletler, yirmi birinci yüzyıla geçilen yeni dönemde tartışma konusu yapılmakta ve yeni egemen güçlerin hegemonyasının kurulması amacıyla var olan ulus devletler ileri geri çekiştirilerek, onların belirlediği bugünkü dünya düzeni yeni egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda değişim konusu yapılmaktadır. Değişimden daha çok dönüşüm gibi köklü değişiklikler öne çıkarılarak ulusal yapıların egemen olduğu ulus devlet modelleri açıkça ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır. Geçen yüzyılın son çeyreğinde başlayan ulus devlet düşmanlığı ya da yeni dünya düzenciliği gibi akımların sürekli olarak önde gelen büyük emperyalist güçler ile birlikte dayatılması yüzünden, yeni ekonomik düzen çerçevesinde yeni yüzyılın ilk çeyreğinde ulus devletler fazlasıyla yara almış görünmektedir. Avrupa’nın ulus devletleri bir kıtasal federasyona doğru dönüştürülmeye çalışılmış ve bu nedenle ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmış olduğu Avrupa kıtasında, öncelikle ulus devletleri tasfiye çabası sonuç vermemiştir. Avrupa kıtasında başlayan bu ulus devlet düşmanlığı girişimleri, daha sonra diğer kıtalarda ve bölgelerde gündeme getirilince, özellikle Siyonizmin tehdit ettiği Orta Doğu bölgesinin tam ortasında merkezi bir devlet konumuna sahip olan Türkiye Cumhuriyeti, fazlasıyla hem emperyalist hem de Siyonist saldırılar ile uğraşmak zorunda kalmıştır. Türk devletinin bir ulus devlet olarak varlığını korumasını istemeyen alt kimlikçi gruplar ile birlikte, onlarla iş birliği yaparak ulus düşmanlığını bayrak gibi kullanan emperyalistler, alt kimlikçi eyalet ve şehir devletleri oluşumlarını destekleyerek dünya haritasından ulus devletleri silmek için her yolu denemektedirler. İşte tam da bu aşamada Türklük sözleşmesi var mı yok mu diye bir tartışma, emperyalizm ile Siyonizmin temsilcisi merkezler tarafından Türkiye’de başlatılarak, merkezi coğrafyada bin yıldır geçerli olan Türk hegemonyasının Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti ile birlikte ortadan kaldırılmaya çalışıldığı göze çarpmaktadır.

                Türklük sözleşmesi genç bir araştırmacı tarafından kitap haline getirilirken, bu kitabı yayınlayan yayınevinin çıkardığı dergide hem bir özel sayı çıkarılmakta hem de sonraki sayılarda ondan fazla makale yayınlanarak Türk kamuoyunda Türk devleti gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.  Şimdiye kadar devletin kurucu önderi ile ilgili Mussolini ve Hitler yakıştırmaları gırla giderken, her türlü diktatörlük suçlamaları, Rıza Nur ya da diğer Atatürk düşmanlarının dile getirdiği öyküler ile birlikte dile getirilerek, dergi ve kitaplarda bu gibi konular daha da öne çıkarılarak siyasal konu tırmandırmaları yapılmaktadır. Bir ulus devlet olarak çağdaş Avrupa devletleri standartlarına sahip bir biçimde  kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetine yönelen ulus devlet düşmanlığı ,günümüzde her açıdan ele alınarak tartışılmakta ve bugünkü Türk devletinin ortadan kaldırılmasına yönelik olumsuz tutum ve davranışlara, Türkiye’yi bir kaos ortamına sürükleme doğrultusunda her açıdan zorlama yapılırken, bir de Türklük Sözleşmesi gibi, Türkleri ve Türklerin kurmuş olduğu ulus devleti  ortadan kaldırmaya yönelen girişimlerin birbiri ardı sıra gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Türklük halleri üzerinden konuya girenler Türklük hallerine son verilirse, Türklüğün de sona ereceğini açıkça ifade edebilmektedirler. Her Türk vatandaşının Türk görünmekten vazgeçmesiyle, Türk toplumu içinde ulusal bağlantının ortadan kalkacağı ve Sevr haritasına benzer bir yapılanmanın dış desteklerle devreye girebileceği ihsas edilmektedir. Türklük hallerinden vazgeçmenin yaratacağı hazzı dile getiren Türklük karşıtı bir söylem, Türklük sözleşmesi tartışmalarıyla tırmandırılarak Türklük olgusuna son verilmeye çalışılmaktadır. Soğuk savaş yıllarında alt kimlikçilik ve bölücülük girişimleriyle yok edilemeyen Türklük ve Türkçülük oluşumları, şimdi daha üst düzeyde bir teori geliştirilerek Türklük sözleşmesi üzerinden devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Türklük ve Türkçülük muhit ya da mahalle milliyetçiliği diye küçümsenirken, Türk devleti çatısı altında yeni bir Türklük sözleşmesi hazırlanarak Türklük’ten Türkiyeliliğe doğru bir geçiş, açıkça Türk kamuoyuna empoze edilmektedir. Böylece Türk vatandaşı olan bazı alt kimlikli gruplar üzerinden Türklük olgusuna karşı çıkılmaktadır.

                Türklüğü tarihsel süreç içinde iktidar yapılanması olarak görenler, aynı zamanda Türklükten çıkışı da bu doğrultuda görerek, Türk devletini tarihin çöplüğüne doğru sürmeyi hedeflediklerini açıkça yazabilmektedirler. Türklük karşıtı alt kimlikçiliğin zaman içinde Türkçülük akımının yeniden güçlenmesine hizmet ettiğini ileri süren sözleşmeci Türk vatandaşları ,bazı gerçekleri görmezden gelemeyeceklerini anladıklarından, var olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasına giden yolda ortaya  eylemsel olarak çıkan fiili Türklük sözleşmesinin temellerinin sağlam atılması nedeniyle  bunun ilga edilmesinin mümkün olmadığını, çünkü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde sekseninin kendisini Türk olarak tanımladığını açıkça dile getirmektedirler. Bu çerçevede Türk ulus devletinin kuruluşunu başarılı bulduklarını ve bu durumun yakın zaman içinde değiştirilmesinin mümkün olmadığını da dile getirerek gerçekçi bir yaklaşımı ifade etmektedirler. Bu çerçevede Türklerin bir varoluşsal tehdit içinde olmadığını dile getiren sözleşmeciler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının durduk yerde değiştirilmesinin mümkün olmadığını, ancak dünyada meydana gelebilecek değişim rüzgarlarının Türkiye üzerine estirilmesi ile, bazı denemeler yapılabileceğini de söylemekten geri durmamaktadırlar. Cumhuriyetin kuruluşu itibarıyla var olduğu öne sürülen Türklük’le ilgili sözleşmenin, demokratik ya da popüler çizgilerde değişiklik göstermesinin önümüzdeki seçimlerde Türk halkının tercihleri ile mümkün olabileceğini de görebildiklerini belirtmektedirler. Sözleşmeci bir yaklaşım ile Türklük olgusunun farklı boyutlarda gündeme getirilmesi sayesinde, batı emperyalizmi ile Siyonizmin bölgesel yeniden yapılanma arayışlarına yardımcı olabilecek bir düzeyde konu gündeme getirilmektedir. Türklük siyaseti alttakiler ile üsttekiler arasındaki çekişmeler açısından ele alınarak incelenirken, araya Türklük sözleşmesi gibi yeni bir bakış açısının eklenmesi, var olan tartışma ortamını daha da genişleterek kafa karışıklığına yol açılmasına neden olmuştur. Yazılı anayasaların yanında Türklük sözleşmesini Türkiye’nin yazısız anayasası olarak gören sözleşmeci Türkler, soldan gelen geçmişlerinin kavramı olarak sınıf çelişkileri ve mücadeleleri gibi kavramları kullanarak, yeni tezlerini güçlendirmeye çalışırlarken, Türkler’in tutarlı bir ulusal direnişi ile karşılaşmışlardır.

                Türklük sözleşmesinin bir ulusal mutabakat örneği olarak ele alınması konunun ciddiyeti açısından önemlidir. Türklük sözleşmesinin hem Müslüman Türkleri korurken hem de çağdaş batı dünyasının yanında, modern bir devlet ve kurumsal ağ kurarak başarılı olduğunu, sözleşmeci Türk vatandaşları kabul ettiklerini açıkça vurgulamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’ni karşıdan bakarak inceledikleri aşamada Atürkçülüğün ortadan kalktığını, Kemalist tarih öğretisinin artık eski gücüne sahip olmadığını da belirtmekten kaçınmamışlardır. Atatürkçülüğün İslamcılar yüzünden resmi ideoloji olmaktan çıktığını, cumhuriyeti kuran partinin diğer partilerden devşirme kadrolarla  kimlik ve yapı değiştirerek emperyal projelerin bölge temsilciliğini yaptığını, önümüzdeki dönemde  ise Atatürkçülüğün bir sivil toplum hareketi olarak yeniden gündeme gelebileceğini, Kemalistlerin geleceğe dönük hayallerini ve özlemlerini kaybettiklerini  ve bu yüzden  eskisi gibi  etkin bir siyaset biçimi geliştiremedikleri, gene sözleşmeci Türklerin açıklamalarında görülmektedir. Kapitalist sistem kendisine karşı olan hareketleri de kendi içine çektiği için, Atatürkçülüğün anti emperyalizm çizgisinden çıkarak, batıcı bir yaklaşıma doğru kaydırıldığını açıktan ifade etmekten kaçınmamışlardır. Yeni dönemde geçmişten gelen çizgilerin değişeceğini ve Türklük sözleşmesinden dışlanan toplum kesimlerinin de içinde yer alacağı yeni bir sözleşme türü arayışlarının tartışma platformlarında konuşulmaya başlanacağını, sözleşmeci Türkler açıkça belirtmek durumunda kalmışlardır. Türklük olgusu bu yeni yaklaşımlar doğrultusunda ele alınarak yeniden değerlendirmeye alınarak, Türkiye’nin içinde bulunduğu çıkmazlardan nasıl kurtulacağı gibi yeni arayışlar da farklı tartışmalar ile birlikte siyasal gündemde öne geçmektedirler. Sosyal sözleşme kökenli Türkçülük tartışmaları sürekli olarak devam ettirilirken, yeni bir Türkçülük sözleşmesi arayışlarına devam edilmektedir.

                Farklı çizgilerde ele alınmaya başlanan Türklük olgusu kaynakları araştırıldığında aslında tarihin derinliklerinden gelen kalıcı bir çizginin Türk kimliği üzerinde belirleyici olduğu artık iyice anlaşılmaktadır. Türklük olgusu hem tarihsel süreç içinde hem de toplumsal oluşumların sürekliliği çerçevesinde kimlik kazanarak, bugünlere kadar gelebilmiştir. Türklük kavramı tanımlanırken toplum içinde var olan bazı sosyal gruplar ile farklı birtakım kimliklerin dışlandığı görülmektedir. Bu çizgide dışlanan toplum kesimleri giderek asıl kimliğin karşısına ötekileşerek çıkmakta ve bu yüzden de ulusal toplumlarda öteki konumuna sürüklenen diğer alt kimlikli toplum kesimleri de homojenlikten uzaklaşarak kendi ulus devletlerini kurabilmenin heterojen arayışı içine girebilmektedirler. Eski bir imparatorluğun varisi olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti, bu aşamada uluslaşmaya öncelik vererek ayakta kalmaya ve bu doğrultuda çok uluslu kozmopolit bir toplum yapısından uzak durmaya çalışarak, olayların gelişim süreci içinde belirli ana ilkeler doğrultusunda Türklük olgusunu besleyerek ve yürüterek hedefe ulaşmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda atılan adımlar ve ortaya konulan ilkeleri bütünüyle bir araya getiren bir sistemci yaklaşım ile değerlendirildiğinde, ortaya Türklük sözleşmesi gibi bir oluşumun eylemsel çizgide çıktığı ifade edilebilir. Üç yüz milyonluk bir Türk dünyası, doksan milyonluk bir Türkiye Cumhuriyeti, yedi bağımsız Türk devleti, Rusya ve Çin’in sınırları içinde var olan on iki Türk devleti gibi Türklük oluşumları, bir bütünsellik içinde ele alınırsa o zaman, teorisi eksik de kalsa görmezden gelinemeyecek bir Türklük olgusu geleceğe dönük olarak büyüyerek varlığını korumaktadır. Türk kökenli halklar, bağımsız ve bağımlı yirmi civarında Türk devleti hep birlikte ele alındığında, dünya haritasının tam ortalarında büyük bir Türk ağırlığı göze çarpmaktadır. Bu gerçeklik yüzünden dünyanın geleceği ile ilgili güncel tartışmalarda Turan konusu ağırlıklı bir biçimde öne geçmektedir. İmparatorlukların parçalanması sonrasında bir büyük Türk imparatorluğunun oluşumunu önlemek amacıyla ideolojik bir yapılanmaya gidilerek, Rusların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi küresel bir oluşumu Türk dünyasının tepesine binerek kurması sağlanmıştır. Sosyalist sistemin çöküşü sonrasında dağınık bırakılan Türk dünyasının Türkiye Cumhuriyeti öncülüğünde toparlanmasına izin verilmemiş, Rus ve Çin emperyalizmlerinin kendilerine bağlı işgal ve hegemonya altında tuttukları Türk devletlerinin, diğer devletler gibi özgür ve bağımsız olmaları kesin olarak önlenmiştir.

                 Bugün gelinen noktada Türk dünyası eylemsel bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte ama tutarlı bir siyasal sistemin çatısı altına girerek kendisini koruma şansından uzak tutulmaktadır.  Tam bu aşamada Türklük sözleşmesinin tartışma alanına getirilmesi konusu, Türkiye’nin Türk devletleri üzerinde kurgulanan emperyal ve Siyonist plan ve projelerde bir ön cephe ülkesi konumunda   geleceğe dönük kullanılmak istenmesidir.  Şimdiye kadar noter tasdikli bir Türklük sözleşmesi Türk ulusunun önde gelen evlatları tarafından hazırlanarak konulmamıştır. Ama Türkleri, Türklüğü ve Türk devletlerini zaman zaman bir araya getiren hukuki ve siyasal toplantılar düzenlenerek birçok konuda kararlar alınmıştır. Bu gibi kararların içeriği bir anlamda evrensel Türklük sözleşmesi boşluğunun   doldurulmasında ve geleceğe yönelen bir sosyolojik kültürel yapılanmanın ortaya çıkarılmasında, birbirini izleyen toplantılar aracılığı ile Türk bilim adamları yön göstererek etkili olmaktadır. Resmi bir toplantı organizasyonu ile bütün Türk dünyası ve devletleri bir araya gelerek bir Türklük sözleşmesini açıkça ortaya koymamışlardır ama bu doğrultuda birçok toplantı ve örgütlenmeler meydana çıkarılarak, dünyanın tam ortasında Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük bir devletin aracılığı ile geleceğe yönelen Türkçü bir yeni yapılanma dönemine girmişlerdir. Bu yeni durum dikkate alındığında emperyalist ve Siyonist merkezlerin yeni bir Türklük sözleşmesi aracılığı ile siyasal gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda izleyerek Türkleri kontrol altında tutma arayışlarına yöneldikleri anlaşılmaktadır. Eylemsel oluşumlara teorik bir çerçeve çizerek, gelecekteki Turan yapılanmasının batılı emperyalistler tarafından denetim altına alınmaya çalışıldığı açıkça göze çarpmaktadır.

               Rousseau'nun sosyal sözleşmesi ile dünya yeni bir döneme sürüklenerek çağ değiştirmiştir. Şimdi de dünya Türk dünyasının merkeziliğine doğru giderken, yeni bir emperyal sözleşmeye değil ama tarihin her döneminde Türklere ve Türk devletlerine yön gösteren Orhun Kitabelerinden başlayarak var olan Türk eserlerinden yararlanılması gerekmektedir. Son yüzyıllarda yapılan Osmanlı devleti ve Türkiye Cumhuriyeti temelindeki ulusal ve uluslararası toplantıların, Türklere yön gösteren kararları da dayanak noktası resmi kaynaklar olarak öne çıkmaktadır. Rusya’da yapılan Türkçülük kongrelerinde alınan kararlar, Cenevre Türkçülük Kongresi, Bakü Kurultayı kararları, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi, Lozan Antlaşması, Montrö Antlaşması, Türk Keneşinin kurulması ve bu çizgideki diğer kongrelerin hepsi Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk dünyasına giden yolda, Türklük Sözleşmesi boşluğunu dolduran resmen atılmış adımlardır. Ayrıca Misakı Milli kararları, Amasya Tamimi ve Atatürk’ün Halkçılık Programı gibi belgelerde, Türklük Sözleşmesi çizgisinde hazırlanan ve katılımcı heyetler tarafından resmen kabul edilen ilke ve kararlar olarak, günümüzde var olduğu ileri sürülen Türklük Sözleşmesinin içeriğini resmen dolduran tarihsel metinlerdir. Bütün bu gibi girişimler dikkate alınarak değerlendirildiğinde ortada bir siyasal boşluk olmadığı ama, var olan Türk dünyası, Türkiye Cumhuriyeti ve Türklük olgusu üçgeninde geçerli olan bir Türklük Sözleşmesinin varlığından ve uygulamada Türklere yön gösterdiğinden söz etmek mümkündür. Bu açıdan, Türklük dünyasının ya da Türkiye Cumhuriyeti devletinin yeni bir Türklük Sözleşmesine gereksinmesi yoktur.

                Türklük sözleşmesi konusunu yeni bir şeymiş gibi bugün gündeme getirenler, Türklüğün tarihin derinliklerinden gelen ağır baskısından rahatsız oldukları için, yeni bir sözleşme hazırlıyormuş gibi davranarak, bölgede var olan diğer alt kimlikli grupları da dikkate alan bir kozmopolit anlaşmayı yeni bir Türklük sözleşmesi olarak topluma ve kamuoyuna göstererek, kabul ettirmeye çaba göstermektedirler. Tarihten gelen Türklerin varlık sözleşmesine başka kimlikleri de katarak sulandırma girişimlerine, Türk ulusunun izin vermeyeceği son dönemlerdeki gelişmeler doğrultusunda kesinlik kazanmıştır. Noter tasdikli yeni bir Türklük sözleşmesi ile sorunların çözülemeyeceği ama tarihsel dönüşüm noktalarında yapılan toplantılar ve alınan kararlar aracılığı ile geçmişten gelen Türklük sözleşmesinin yeni anlaşmalar üzerinden varlığını koruması sağlanabilecektir. Tarihin dönüm noktalarında tarih yapıcı millet olarak, her zaman üzerine düşen sorumlulukları yerine getiren Türklerin, yeni dönemde toparlanarak küresel ve bölgesel etkinliklerini sürdürmesi gerekmektedir.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder