SOSYAL SÖZLEŞMEDEN TÜRKLÜK SÖZLEŞMESİNE
Bu
dünyada insanları diğer canlılardan ayıran olay, insanoğlunun hemcinsleri ile
birlikte düzenli bir toplum düzeni içinde yaşamasıdır. İnsanlar bunu sahip
oldukları akıl ve benzeri yetenekler ile gerçekleştirdikleri için, bugün
yeryüzünde sekiz milyar insan iki yüz yirmi devletin çatısı altında bir
toplumsal düzen içinde yaşamlarını sürdürebilmektedirler. Yeryüzünde yaşayan
diğer canlılar insanlarda olduğu gibi bir akıl ve beyin yeteneklerine sahip
olamadıkları için, bu alanda insanlardan geride kalmakta ve dünya gezegeninin
egemen gücü olarak insanoğlu, yirmi birinci yüzyılda varlığını sürdürerek ve geleceğe
dönük bir gelişme çizgisi doğrultusunda kendisini geliştirerek, yeni dünya
düzeninin hem hazırlayıcısı hem de kurucusu olabilmektedir. Böylesine bir
oluşumu, akıl ve fikir sahibi insanlar hazırlarken, yeryüzünün diğer canlıları
neyin ne olduğunu bilmeden önlerine gelen değişim ve dönüşüm olgusunun
rüzgarlarına kapılarak ve değişen yeryüzü düzenine ayak uydurmaya çaba
göstererek, bütünüyle ayakta kalabilmenin arayışı içine girmektedirler. Yeryüzünün
geçmişine bakıldığı zaman böylesine bir oluşumun, binlerce yıl öncesinde ortaya
çıkarak günümüze kadar devam edip geldiği anlaşılmaktadır. Devletlerin tarihi
incelendiği zaman bu durum ortaya çıkmaktadır.
Doğuştan
bir sosyal hayvan olarak dünyaya gelen insanoğlu, genel olarak hemcinsleri ile
birlikte yaşamayı ve toplu halde bir yaşam düzenini tercih ederek yüzyıllarca
toplumsal bir düzen altında var olabilmenin ve yaşam düzeni kurabilmenin çeşitli
örneklerini zamanla ortaya koymuşlardır.
İnsanlık tarihi devletleşme süreçleri açısından ele alınarak
incelendiğinde, ilkel toplum düzenleri ortaya çıkmakta ve bunların devam ederek
yaşamasını sağlayan ilkel devlet düzenleri, bu durumu yansıtan ana örnekler
olarak tarihin başlangıç dönemindeki yerlerini almışlardır. Yıllar geçtikçe ilkel
toplum düzenleri de gelişmeler göstererek ortaçağ dönemine doğru yol alırken, ilkel
toplumların yerini din kurallarına dayalı yeni bir yaşam düzeni almaya başlamıştır.
Tek tanrılı dinlerin tarih sahnesine çıkarak, hızla yeryüzünün her tarafına
doğru gelişmeler gösterdiği görülmüş ve daha sonraları da kilisenin öncülüğünde
din adamları yönetimini hedefleyen insan toplulukları, sırasıyla ilkel toplum
yapısından dinsel toplum düzenine geçerek, tarih sahnesindeki yerlerini
almışlardır. Bu tür bir düzene geçmeden önce ilkel toplumlar incelendiğinde,
sürü halinde diğer canlılar ile birlikte yaşayan insan toplumlarının,
içlerindeki en güçlü adamın yönetimi altına girdikleri ve diğer güçlü insanlar
ile var olan geçmişten gelen toplumsal düzenlerin dönüşümünün ortaya çıkmasıyla
da güç kavramının sürüler halinde yaşamakta olan insan toplumlarının
dönüşümünde en etkili faktör olarak öne çıktığı görülmektedir. Güçlü insanlar,
bu aşamada öne çıkarak ve çeşitli toplulukları arkasına alarak, geleceğin
toplum düzeninin oluşumunda etkili olabilmenin yollarını aramışlardır. Kuvvetli
insanlar sahip oldukları güç aracılığı ile bulundukları toplumları yönetmeye
başlarken, aynı zamanda kurulu bir düzenin oluşumunu gündeme getiren din
adamlarının önderliği ile karşılaşmışlardır. Bin yıllık ortaçağ döneminde dinin
egemenliği kilise üzerinden yaygınlık kazanırken, ilkel toplumlarda görülen güç
faktörü geride kalmıştır. Kaba kuvvetten dinin egemenliğine geçerken, insanoğlu
yazının keşfi sayesinde okumaya başlamış ve böylece içinde bulundukları dünya
düzeni ile hayat olgusu üzerine düşünmeye başlayarak bilim olgusunun öne
çıkmasını sağlayan büyük bir değişim, ilk ve ortaçağlardan sonra yeni ve yakın
çağlara doğru gelişip ilerlerken, akıl ve fikir sahibi olarak insanoğlu
geçmişten gelen bütün bilgileri bir araya getirerek bilim denilen disiplini öne
çıkarmıştır. İnsanlar kaba güçten sonra dinin egemenliğindeki ortaçağı da
geride bırakarak, bilimsel bilgi disiplininin getirdikleriyle, bir çok alanda
bilimsel devrimler ile karşı karşıya gelmişlerdir. Zamanla çeşitli alanlardaki
ulaşılan bilgiler hem dünyayı hem de insanları değiştirmiş ve bu aşamadan sonra
insanlar bilimsel devrimlerin getirdiği yeni oluşumlar üzerinden kalkınmaya ve
gelişmeye devam etmişlerdir.
Bugünün
dünyasında önde gelen bir merkezi konuma sahip olan batı uygarlığı önce Avrupa
kıtasında ortaya çıkmış ve daha sonraki aşamada ise ABD’nin öncülüğünde Amerika
kıtasında da genişleyip yayılarak, beş kıtadan oluşan dünya sahnesini
egemenliği altına almıştır. Yüzyılların bilgi birikimi insanlığın gelecek
arayışında etkin olmaya başlayınca, önce bilimsel devrimler daha sonra da
siyasal devrimler tarihsel süreç içindeki yerlerini almışlardır. Doğuştan özgür
bireyler olarak dünyaya gelen insanlar daha sonraki aşamada toplumsal yaşamın
içine girdikleri aşamada, her yerdeki toplum ve devlet düzenlerinin baskıları
yüzünden her yerde baskı altına alınarak zincire vurulmuş ve özgür olmaktan
çıkarak esaret içindeki diğer canlıların olumsuz durumlarına sürüklenmişlerdir.
İlkel toplumda kuvvetlilerin hakları öne
çıkarken, insanlığın esaretine giden olumsuz yolun önü açılmıştır. Güçlü ve
kuvvetli insanlar toplumsal yaşama egemen olmaya başladıkları aşamada, diğer
insanların köleleşme düzenleri de öne çıkmış ve modern topluma doğru dünya
ilerlerken insanoğlu hürler ve köleler olarak ikiye ayrılmıştır. Aradan
binlerce yıl geçmesine rağmen bugünün dünyasında gene eski durum devam etmekte
ve her yerde güçlüler özgür ve egemen konuma sahip olurlarken, zayıflar ve
güçsüzler onların kulu ve kölesi olmaktan kurtulamamaktadırlar. Doğuştan
özgürlüğüne kavuşan insanlığın her durumda ve her yerde güçlülerin baskı ve
hegemonyaları ile karşılaşmaları, bütün aşamalarda insan toplulukları arasında
çekişmeye ve çatışmalara neden olmuştur. Bu tür çatışmaların sıcak olaylar ile
savaşlara dönüşmesi, istenmeyen olumsuz durumları beraberinde getirmiş ve insan
toplumları bir türlü iç ve dış kargaşalardan kurtularak kalıcı bir barış düzenine
kavuşamamıştır. İnsanlık tarihi bu açıdan hak ve özgürlüklere kavuşma
mücadelelerinin uzantısı olarak görülebilir. Böylesine bir çıkmaz içindeki
insanlığın serüveni Avrupa’nın ortasında yer alan merkezi büyük devletlerden
Fransa’da gerçekleşen siyasal devrim ile aşılabilmiştir.
Fransız
devrimine giden yol Fransa toplumu ve devletinin geçirdiği aşamaların belirlediği
bir oluşum sayesinde ortaya çıkmıştır. Devrime giden yolda Montesquieu, Voltaire ve Jean-Jacques Rousseau gibi düşünürlerin son derece etkili yönlendirmeleri olmuştur. İbni
Haldun’un Ortaçağın birikimini yeni çağlara taşıması gibi, Fransız devriminin
öncüsü Jean Jacques Rousseau'da, yazmış olduğu “Sosyal Sözleşme “isimli kitabı ile hem
bir durum tespiti yapıyor hem de uygarlık yolunda nasıl davranılması
gerektiğini ciddi bir hukuk birikimi örgütleyerek bu eserinde dile getiriyordu.
Bu kitap özellikle Endülüs’den gelen siyasal birikimi öne çıkarırken, modern
bir devlet ve toplum düzenine geçilebilmesi için neler yapılması gerektiğini de
bölümler halinde yazarak, geleceğin dünyasında daha gelişmiş ve belirli bir
siyasal disiplin altına alınmış kamu düzenleri oluşturarak, hak ve özgürlüklerin
güvence altına alınmasını hedefliyordu. Rousseau, bu kitabında insanlık için
geçmişin birikimlerinin örgütlenmesiyle bir hukuk düzeni oluşturmaya öncelik
veriyordu. Bu doğrultuda toplum içinde bulunan her bireyin kendi hak ve
özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçmesi gerektiğini vurguluyordu. Tüm
bireylerin hak ve özgürlüklerinin bir kısmından vazgeçmesiyle ortaya çıkacak
yeni yapılanma içinde bütün bu vazgeçilen hak ve özgürlüklerin gündeme
getirdiği yeni otorite, vatandaşların eşit katılımı ile kurulacak bir toplumsal
örgütlenme olarak devlete geçecekti. Her vatandaşın belirli ölçülerde vazgeçmiş
olduğu hak ve özgürlüklerin devlet adı verilen siyasal mekanizmanın tekelinde
toplanmasıyla, insanlar bir otoritenin çatısı altında bir araya gelerek,
geçmişten gelen güçlüler ve zayıflar arasındaki her türlü çatışma ve
çekişmelerden, oluşturacakları yeni kamu düzeni sayesinde kurtulacaklardı.
Böylece hiç kimse gücüne ya da kuvvetine dayanarak toplum içinde haksızlıklar
yaratamayacak, herkesin hak ve özgürlükleri eşit koşullarda ve vatandaşlar
arasında hiçbir ayırım yapılmayarak devlet tarafından benimseneceği için, her
türlü haksızlık devletin oluşturduğu hukuk düzeni içinde önlenecekti. Yasalar
sayesinde herkese eşit ve hakkaniyete uygun hak ve özgürlük tanınacaktı.
Devletin böylesine tarafsız ve etkin bir biçimde eşitlikçi bir toplum düzeni
oluşturması ile herkesin hem hak ve özgürlükleri hem de mal ve mülkleri hukuk aracılığı
ile güvence altına alınacaktı. Herkes güvenli bir toplum düzeninde yaşayabilmek
amacıyla sahip olduğu hak ve özgürlüklerinin bir kısmını, toplum içinde bir
sözleşme imzalayarak devlete devredecekti. Jean-Jacques Rousseau bu yapılanmaya
“Sosyal Sözleşme” adını veriyordu.
Devlet
ve toplum düzenlerinin nasıl kurulacağı ile ilgili bilgiler öğretiliyor ve Sosyal
sözleşme ile ilgili bu kitap aracılığı ile de insanlığa aktarılıyordu. Halkın
eşit bir biçimde vazgeçeceği hak ve özgürlüklerinin bir kısmı sonradan devlete
adı verilen tüzel kişiliğe devredilirken, bunlardan vazgeçen insanlar hak ve
özgürlüklerinin bir kısmını devrettikleri devletten hem koruma hem de sahip
oldukları hukuk kazanımlarının muhafaza edilerek güvence altına alınmasını
bekliyordu. Sonradan yaratılan egemen varlık olarak, devletin öncülüğünde toplumu
oluşturan bireylerin bir toplumsal pakt imzalayarak devleti egemen güç konumuna
getirmeleri düşünülüyordu. Bu doğrultuda yaratılmış olan egemenlik gücünün
hiçbir biçimde kimseye devredilemeyeceği esas olarak kabul ediliyordu. Devlet
denilen egemen gücün sahip olduğu iradenin genel bir irade olarak, herkesin hak
ve özgürlüklerinin bir kısmının devlete devredilmesiyle gerçeklik kazanması
sağlanıyordu. Herkesin iradesinin bir kısmının bir araya getirilmesiyle
oluşturulan genel irade gücü, hegemon devletin eline devredilerek ülkede
otorite merkezli bir kamu düzeni oluşturulabilmesi için çaba gösteriliyordu. Bu
tür bir uygulamanın temelinde egemenliğin devir edilemeyeceği, hakimiyetin
bölünemeyeceği ve de genel irade gücünün de hiçbir zaman yanılmayarak devletin
doğru bir çizgide etkinliklerini sürdürmesi planlanıyordu. Bu çerçevede egemen
gücün kullanılma sınırlarının iyi belirlenmesi ve böylece yanlış bir yönetim
tehlikesinin önlenmesi gerekiyordu. Toplumun yönetilmesi sırasında ortaya çıkan
sorunların aşılmasında gene tüm sorumluluk devlete düşüyordu. Toplumu oluşturan
tüm bireylerin eşit katılımı sayesinde hazırlanmış olan sosyal sözleşmeye
dayanarak, devlet toplumun bütün gereksinmelerini karşılayacak kamu hizmetleri
ile, bu doğrultuda oluşturulacak bir kamu düzenini esas temel ilke olarak
benimsiyordu. Vatandaşların vazgeçtiği hak ve özgürlükleri devlete devir
edilirken, hukuk sisteminin sağlayacağı güvence altında anayasal devletin
devamı öngörülüyordu.
Rousseau, vatandaşların
bir toplum sözleşmesinin varlığına dayanarak hak ve özgürlüklerinin bir
kısmından vazgeçtiğini ve bu doğrultuda hak ve özgürlüklerin dengelenmesi için
de gelişmiş bir yönetim biçimine sahip
olunması gerektiğini dile getiriyordu. İnsan toplumlarının birbirinden ayrılan
farklı koşulları yüzünden, ülkeden ülkeye siyasal sistemlerin ve rejimlerin değişiklik
gösterebileceğini üzerinde ısrarla durarak öne sürüyordu. Rousseau'ya göre en
ileri yönetim biçiminin halk yönetimi anlamında demokrasinin olduğunu, aristokrasi
ve monarşi gibi uygulamaların yetersiz kaldığı her durumda demokrasinin
öncelikle tercih edilmesi gereken siyasal rejim olduğunu, bu nedenle de
uygulanmasının öncelikle düşünülmesi gerektiği dikkate alınarak, en ileri
düzeyde bir demokratik rejim uygulanmasına geçilmesi gerektiği açıktır.
Koşullar ne kadar farklı olursa olsun demokrasiden vazgeçilmemesi gerektiği
gene sosyal sözleşme isimli kitapta açıklanmaktadır. Her siyasal rejim gibi en
iyi demokrasiler bile zamanla yıpranabilir ya da kötüye kullanmalar nedeniyle yozlaşarak
ortadan kalkabilir. Ne var ki, egemen varlık konumundaki devletin üstünlüğünü
ve merkezi konumunun öncelikle korunması gerektiği konusunda, bütün toplum
üyelerinin katılımıyla rejimin geleceğe dönük kurumlaşmasının sağlanması,
yozlaşmaların ya da kötüye kullanımların öncelikle düşünülmesi gereken bir
konudur. Siyasal iktidarların muhalefet yapılanmaları aracılığı ile
dengelenmesi, ya da yasama, yargı ve yürütme arasında sağlanacak bir kuvvetler
ayrılığı rejimi, ülkedeki toplum ve devlet düzeninin içindeki olumsuzluklara ve
de yozlaşmalara karşı bir önleyici güvence olarak devreye girmesi gerekmektedir.
Eski Roma imparatorluğu dönemlerinden kalma diktatörlük rejimlerinin giderek
baskı yönetimlerine dönüşmesinin ancak ileri demokrasi rejimleri ile
önlenebileceği zaman içinde ortaya çıkmıştır. Gelişmiş bir siyasal rejim türü
olarak demokrasilerin varlığını koruyabilmesi için herkesin kazanılmış haklar
çizgisinde mücadele etmesi gerekmiştir. Yoldan çıkan iktidarlara karşı seçimler
her zaman için bir önleyici unsur olarak görülmüştür. Siyasal rejimlere sahip
çıkma çizgisinde sivil toplum yapılanmalarının devreye sokulması, halk
kitlelerinin hareketliliği açısından her zaman için olumlu yansımalar ortaya
çıkarmıştır. Demokratik rejimlerin çağdaş gelişmeler doğrultusunda kendilerini
yenilemeleri toplumların gereksinmelerinin karşılanması açısından olumlu
sonuçlar vermiştir. Yetki gasplarının önlenmesi açısından demokrasilerin
korunması zorunlu görünmektedir.
Sosyal
sözleşme her toplumun yönetimi ve devletlerin yasallığı açılarından önemlidir.
Bu açıdan bilimsel çalışmalarda ve incelemelerde her devletin kendi özel
durumları dikkate alınarak hareket edilmelidir. Her devletin dünya haritası
üzerinde diğer devletlerden farklı bir konumu vardır. Devletlerin tarih ve
coğrafya gibi bilimsel disiplinlere konu olan yanları her zaman için
birbirinden farklılık göstermektedir. Devletlerin ayrıca sahip oldukları
biçimsel farklılıklar ile oluşması da modellerin birbirlerinden ayrılan
yönlerini öne çıkarmaktadır. İmparatorluklar, federasyonlar ya da
konfederasyonlar, din devletleri ya da ulus devletler gibi devlet modellerine
dünyanın her bölgesinde rastlandığı için, bu tür devlet modellerinin seçiminde
o devletin çatısı altında yaşayan halk kitlesinin oylarının önde gelen bir önemi
vardır. Bu açıdan var olduğu kabul edilen sosyal sözleşmenin belirleyici etkisi
olmaktadır. Vatandaşların sahip oldukları hak ve özgürlüklerinden devleti
kurmak üzere vazgeçtikleri aşamada, gerçekleştiği varsayılan sosyal sözleşmenin
içinde toplumun yapısı ve farklı özelliklerine göre devletin kurulması
doğrultusunda bir insiyatifin gerçekleştiği düşünülerek devlet modelinin
kurulması tamamlanmaya çalışılır. İmparatorluklar da ya da federasyonlarda
farklı bölgelerin güçlü bir merkezi yönetim aracılığı ile idare edildiği
görülmektedir. Var olan ulus devlet modeli ise, o zaman devletin ülkesi ile
birliği ve bütünlüğü ilkesi yönünde hareket edilerek, devletin kurucusu olan ulusun vatanı ile karşı
karşıya kalınan bir durumu ortaya çıkarmaktadır. Ulusların devlet ve
milletleriyle kaynaşarak tamamladıkları ulus devlet süreci içinde, her ulusun
tarihi o ulusun devletinin modelinin belirlenmesinde önde gelen bir etki yaratmaktadır.
Bu çerçevede her ulus sahip olduğu karakteristik özelliklerini, kendi kurduğu
ulus devletin yapılanmasında belirleyici bir çizgide yansıtabilmektedir. Bu
gibi durumların fazlaca görülmesi gibi siyasal gelişmelerde her ulus devletin
birbirinden fazlasıyla ayrıldığı görülmektedir.
Türkiye
Cumhuriyeti de bir ulus devlet olarak dünya haritasında yer alan diğer ulus
devletlerden çok farklı özellikleriyle öne çıkmaktadır. Sosyal sözleşme
teorisinin getirdikleriyle Türk devleti ele alınarak incelenirse, ortaya bir
Türklük sözleşmesinin geldiği görülmektedir. Var olduğu kabul edilen bir
Türklük sözleşmesinin Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecinde gündeme geldiği
ve devlet kurma hazırlıkları içinde yer aldığı öne sürülmektedir. Geçen yüzyılın
bir ulus devletler çağı olarak benimsenmesi üzerine öne çıkan yeni ulus
devletler, yirmi birinci yüzyıla geçilen yeni dönemde tartışma konusu
yapılmakta ve yeni egemen güçlerin hegemonyasının kurulması amacıyla var olan
ulus devletler ileri geri çekiştirilerek, onların belirlediği bugünkü dünya
düzeni yeni egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda değişim konusu yapılmaktadır.
Değişimden daha çok dönüşüm gibi köklü değişiklikler öne çıkarılarak ulusal
yapıların egemen olduğu ulus devlet modelleri açıkça ortadan kaldırılmaya
çalışılmaktadır. Geçen yüzyılın son çeyreğinde başlayan ulus devlet düşmanlığı
ya da yeni dünya düzenciliği gibi akımların sürekli olarak önde gelen büyük
emperyalist güçler ile birlikte dayatılması yüzünden, yeni ekonomik düzen çerçevesinde
yeni yüzyılın ilk çeyreğinde ulus devletler fazlasıyla yara almış görünmektedir.
Avrupa’nın ulus devletleri bir kıtasal federasyona doğru dönüştürülmeye
çalışılmış ve bu nedenle ulus devletlerin tarih sahnesine çıkmış olduğu Avrupa
kıtasında, öncelikle ulus devletleri tasfiye çabası sonuç vermemiştir. Avrupa
kıtasında başlayan bu ulus devlet düşmanlığı girişimleri, daha sonra diğer
kıtalarda ve bölgelerde gündeme getirilince, özellikle Siyonizmin tehdit ettiği
Orta Doğu bölgesinin tam ortasında merkezi bir devlet konumuna sahip olan
Türkiye Cumhuriyeti, fazlasıyla hem emperyalist hem de Siyonist saldırılar ile
uğraşmak zorunda kalmıştır. Türk devletinin bir ulus devlet olarak varlığını
korumasını istemeyen alt kimlikçi gruplar ile birlikte, onlarla iş birliği
yaparak ulus düşmanlığını bayrak gibi kullanan emperyalistler, alt kimlikçi
eyalet ve şehir devletleri oluşumlarını destekleyerek dünya haritasından ulus
devletleri silmek için her yolu denemektedirler. İşte tam da bu aşamada Türklük
sözleşmesi var mı yok mu diye bir tartışma, emperyalizm ile Siyonizmin
temsilcisi merkezler tarafından Türkiye’de başlatılarak, merkezi coğrafyada bin
yıldır geçerli olan Türk hegemonyasının Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti ile
birlikte ortadan kaldırılmaya çalışıldığı göze çarpmaktadır.
Türklük
sözleşmesi genç bir araştırmacı tarafından kitap haline getirilirken, bu kitabı
yayınlayan yayınevinin çıkardığı dergide hem bir özel sayı çıkarılmakta hem de
sonraki sayılarda ondan fazla makale yayınlanarak Türk kamuoyunda Türk devleti
gözden düşürülmeye çalışılmaktadır.
Şimdiye kadar devletin kurucu önderi ile ilgili Mussolini ve Hitler
yakıştırmaları gırla giderken, her türlü diktatörlük suçlamaları, Rıza Nur ya
da diğer Atatürk düşmanlarının dile getirdiği öyküler ile birlikte dile
getirilerek, dergi ve kitaplarda bu gibi konular daha da öne çıkarılarak siyasal
konu tırmandırmaları yapılmaktadır. Bir ulus devlet olarak çağdaş Avrupa
devletleri standartlarına sahip bir biçimde
kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetine yönelen ulus devlet düşmanlığı
,günümüzde her açıdan ele alınarak tartışılmakta ve bugünkü Türk devletinin
ortadan kaldırılmasına yönelik olumsuz tutum ve davranışlara, Türkiye’yi bir
kaos ortamına sürükleme doğrultusunda her açıdan zorlama yapılırken, bir de
Türklük Sözleşmesi gibi, Türkleri ve Türklerin kurmuş olduğu ulus devleti ortadan kaldırmaya yönelen girişimlerin
birbiri ardı sıra gündeme getirildiği anlaşılmaktadır. Türklük halleri
üzerinden konuya girenler Türklük hallerine son verilirse, Türklüğün de sona
ereceğini açıkça ifade edebilmektedirler. Her Türk vatandaşının Türk görünmekten
vazgeçmesiyle, Türk toplumu içinde ulusal bağlantının ortadan kalkacağı ve Sevr
haritasına benzer bir yapılanmanın dış desteklerle devreye girebileceği ihsas
edilmektedir. Türklük hallerinden vazgeçmenin yaratacağı hazzı dile getiren
Türklük karşıtı bir söylem, Türklük sözleşmesi tartışmalarıyla tırmandırılarak
Türklük olgusuna son verilmeye çalışılmaktadır. Soğuk savaş yıllarında alt
kimlikçilik ve bölücülük girişimleriyle yok edilemeyen Türklük ve Türkçülük
oluşumları, şimdi daha üst düzeyde bir teori geliştirilerek Türklük sözleşmesi
üzerinden devre dışı bırakılmaya çalışılmaktadır. Türklük ve Türkçülük muhit ya
da mahalle milliyetçiliği diye küçümsenirken, Türk devleti çatısı altında yeni
bir Türklük sözleşmesi hazırlanarak Türklük’ten Türkiyeliliğe doğru bir geçiş, açıkça
Türk kamuoyuna empoze edilmektedir. Böylece Türk vatandaşı olan bazı alt
kimlikli gruplar üzerinden Türklük olgusuna karşı çıkılmaktadır.
Türklüğü
tarihsel süreç içinde iktidar yapılanması olarak görenler, aynı zamanda Türklükten
çıkışı da bu doğrultuda görerek, Türk devletini tarihin çöplüğüne doğru sürmeyi
hedeflediklerini açıkça yazabilmektedirler. Türklük karşıtı alt kimlikçiliğin
zaman içinde Türkçülük akımının yeniden güçlenmesine hizmet ettiğini ileri
süren sözleşmeci Türk vatandaşları ,bazı gerçekleri görmezden gelemeyeceklerini
anladıklarından, var olan Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurulmasına giden
yolda ortaya eylemsel olarak çıkan fiili
Türklük sözleşmesinin temellerinin sağlam atılması nedeniyle bunun ilga edilmesinin mümkün olmadığını,
çünkü Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının yüzde sekseninin kendisini Türk
olarak tanımladığını açıkça dile getirmektedirler. Bu çerçevede Türk ulus
devletinin kuruluşunu başarılı bulduklarını ve bu durumun yakın zaman içinde
değiştirilmesinin mümkün olmadığını da dile getirerek gerçekçi bir yaklaşımı
ifade etmektedirler. Bu çerçevede Türklerin bir varoluşsal tehdit içinde
olmadığını dile getiren sözleşmeciler, Türkiye Cumhuriyeti’nin yapısının durduk
yerde değiştirilmesinin mümkün olmadığını, ancak dünyada meydana gelebilecek
değişim rüzgarlarının Türkiye üzerine estirilmesi ile, bazı denemeler
yapılabileceğini de söylemekten geri durmamaktadırlar. Cumhuriyetin kuruluşu
itibarıyla var olduğu öne sürülen Türklük’le ilgili sözleşmenin, demokratik ya
da popüler çizgilerde değişiklik göstermesinin önümüzdeki seçimlerde Türk
halkının tercihleri ile mümkün olabileceğini de görebildiklerini
belirtmektedirler. Sözleşmeci bir yaklaşım ile Türklük olgusunun farklı
boyutlarda gündeme getirilmesi sayesinde, batı emperyalizmi ile Siyonizmin bölgesel
yeniden yapılanma arayışlarına yardımcı olabilecek bir düzeyde konu gündeme
getirilmektedir. Türklük siyaseti alttakiler ile üsttekiler arasındaki
çekişmeler açısından ele alınarak incelenirken, araya Türklük sözleşmesi gibi
yeni bir bakış açısının eklenmesi, var olan tartışma ortamını daha da
genişleterek kafa karışıklığına yol açılmasına neden olmuştur. Yazılı
anayasaların yanında Türklük sözleşmesini Türkiye’nin yazısız anayasası olarak
gören sözleşmeci Türkler, soldan gelen geçmişlerinin kavramı olarak sınıf
çelişkileri ve mücadeleleri gibi kavramları kullanarak, yeni tezlerini
güçlendirmeye çalışırlarken, Türkler’in tutarlı bir ulusal direnişi ile
karşılaşmışlardır.
Türklük
sözleşmesinin bir ulusal mutabakat örneği olarak ele alınması konunun ciddiyeti
açısından önemlidir. Türklük sözleşmesinin hem Müslüman Türkleri korurken hem
de çağdaş batı dünyasının yanında, modern bir devlet ve kurumsal ağ kurarak
başarılı olduğunu, sözleşmeci Türk vatandaşları kabul ettiklerini açıkça
vurgulamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’ni karşıdan bakarak inceledikleri aşamada
Atürkçülüğün ortadan kalktığını, Kemalist tarih öğretisinin artık eski gücüne
sahip olmadığını da belirtmekten kaçınmamışlardır. Atatürkçülüğün İslamcılar
yüzünden resmi ideoloji olmaktan çıktığını, cumhuriyeti kuran partinin diğer
partilerden devşirme kadrolarla kimlik
ve yapı değiştirerek emperyal projelerin bölge temsilciliğini yaptığını, önümüzdeki
dönemde ise Atatürkçülüğün bir sivil
toplum hareketi olarak yeniden gündeme gelebileceğini, Kemalistlerin geleceğe
dönük hayallerini ve özlemlerini kaybettiklerini ve bu yüzden
eskisi gibi etkin bir siyaset
biçimi geliştiremedikleri, gene sözleşmeci Türklerin açıklamalarında
görülmektedir. Kapitalist sistem kendisine karşı olan hareketleri de kendi içine
çektiği için, Atatürkçülüğün anti emperyalizm çizgisinden çıkarak, batıcı bir
yaklaşıma doğru kaydırıldığını açıktan ifade etmekten kaçınmamışlardır. Yeni
dönemde geçmişten gelen çizgilerin değişeceğini ve Türklük sözleşmesinden
dışlanan toplum kesimlerinin de içinde yer alacağı yeni bir sözleşme türü
arayışlarının tartışma platformlarında konuşulmaya başlanacağını, sözleşmeci Türkler
açıkça belirtmek durumunda kalmışlardır. Türklük olgusu bu yeni yaklaşımlar
doğrultusunda ele alınarak yeniden değerlendirmeye alınarak, Türkiye’nin içinde
bulunduğu çıkmazlardan nasıl kurtulacağı gibi yeni arayışlar da farklı tartışmalar
ile birlikte siyasal gündemde öne geçmektedirler. Sosyal sözleşme kökenli
Türkçülük tartışmaları sürekli olarak devam ettirilirken, yeni bir Türkçülük
sözleşmesi arayışlarına devam edilmektedir.
Farklı
çizgilerde ele alınmaya başlanan Türklük olgusu kaynakları araştırıldığında
aslında tarihin derinliklerinden gelen kalıcı bir çizginin Türk kimliği
üzerinde belirleyici olduğu artık iyice anlaşılmaktadır. Türklük olgusu hem
tarihsel süreç içinde hem de toplumsal oluşumların sürekliliği çerçevesinde kimlik
kazanarak, bugünlere kadar gelebilmiştir. Türklük kavramı tanımlanırken toplum
içinde var olan bazı sosyal gruplar ile farklı birtakım kimliklerin dışlandığı
görülmektedir. Bu çizgide dışlanan toplum kesimleri giderek asıl kimliğin
karşısına ötekileşerek çıkmakta ve bu yüzden de ulusal toplumlarda öteki
konumuna sürüklenen diğer alt kimlikli toplum kesimleri de homojenlikten
uzaklaşarak kendi ulus devletlerini kurabilmenin heterojen arayışı içine
girebilmektedirler. Eski bir imparatorluğun varisi olarak ortaya çıkan Türkiye Cumhuriyeti
ulus devleti, bu aşamada uluslaşmaya öncelik vererek ayakta kalmaya ve bu
doğrultuda çok uluslu kozmopolit bir toplum yapısından uzak durmaya çalışarak,
olayların gelişim süreci içinde belirli ana ilkeler doğrultusunda Türklük
olgusunu besleyerek ve yürüterek hedefe ulaşmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda
atılan adımlar ve ortaya konulan ilkeleri bütünüyle bir araya getiren bir
sistemci yaklaşım ile değerlendirildiğinde, ortaya Türklük sözleşmesi gibi bir
oluşumun eylemsel çizgide çıktığı ifade edilebilir. Üç yüz milyonluk bir Türk
dünyası, doksan milyonluk bir Türkiye Cumhuriyeti, yedi bağımsız Türk devleti, Rusya
ve Çin’in sınırları içinde var olan on iki Türk devleti gibi Türklük oluşumları,
bir bütünsellik içinde ele alınırsa o zaman, teorisi eksik de kalsa görmezden
gelinemeyecek bir Türklük olgusu geleceğe dönük olarak büyüyerek varlığını
korumaktadır. Türk kökenli halklar, bağımsız ve bağımlı yirmi civarında Türk
devleti hep birlikte ele alındığında, dünya haritasının tam ortalarında büyük
bir Türk ağırlığı göze çarpmaktadır. Bu gerçeklik yüzünden dünyanın geleceği
ile ilgili güncel tartışmalarda Turan konusu ağırlıklı bir biçimde öne
geçmektedir. İmparatorlukların parçalanması sonrasında bir büyük Türk
imparatorluğunun oluşumunu önlemek amacıyla ideolojik bir yapılanmaya gidilerek,
Rusların Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği gibi küresel bir oluşumu Türk
dünyasının tepesine binerek kurması sağlanmıştır. Sosyalist sistemin çöküşü
sonrasında dağınık bırakılan Türk dünyasının Türkiye Cumhuriyeti öncülüğünde toparlanmasına
izin verilmemiş, Rus ve Çin emperyalizmlerinin kendilerine bağlı işgal ve
hegemonya altında tuttukları Türk devletlerinin, diğer devletler gibi özgür ve
bağımsız olmaları kesin olarak önlenmiştir.
Bugün gelinen noktada Türk dünyası eylemsel
bir gerçeklik olarak varlığını sürdürmekte ama tutarlı bir siyasal sistemin
çatısı altına girerek kendisini koruma şansından uzak tutulmaktadır. Tam bu aşamada Türklük sözleşmesinin tartışma
alanına getirilmesi konusu, Türkiye’nin Türk devletleri üzerinde kurgulanan
emperyal ve Siyonist plan ve projelerde bir ön cephe ülkesi konumunda geleceğe dönük kullanılmak istenmesidir. Şimdiye kadar noter tasdikli bir Türklük
sözleşmesi Türk ulusunun önde gelen evlatları tarafından hazırlanarak
konulmamıştır. Ama Türkleri, Türklüğü ve Türk devletlerini zaman zaman bir
araya getiren hukuki ve siyasal toplantılar düzenlenerek birçok konuda kararlar
alınmıştır. Bu gibi kararların içeriği bir anlamda evrensel Türklük sözleşmesi
boşluğunun doldurulmasında ve geleceğe
yönelen bir sosyolojik kültürel yapılanmanın ortaya çıkarılmasında, birbirini
izleyen toplantılar aracılığı ile Türk bilim adamları yön göstererek etkili
olmaktadır. Resmi bir toplantı organizasyonu ile bütün Türk dünyası ve
devletleri bir araya gelerek bir Türklük sözleşmesini açıkça ortaya
koymamışlardır ama bu doğrultuda birçok toplantı ve örgütlenmeler meydana çıkarılarak,
dünyanın tam ortasında Türkiye Cumhuriyeti gibi büyük bir devletin aracılığı
ile geleceğe yönelen Türkçü bir yeni yapılanma dönemine girmişlerdir. Bu yeni
durum dikkate alındığında emperyalist ve Siyonist merkezlerin yeni bir Türklük
sözleşmesi aracılığı ile siyasal gelişmeleri kendi çıkarları doğrultusunda
izleyerek Türkleri kontrol altında tutma arayışlarına yöneldikleri
anlaşılmaktadır. Eylemsel oluşumlara teorik bir çerçeve çizerek, gelecekteki
Turan yapılanmasının batılı emperyalistler tarafından denetim altına alınmaya
çalışıldığı açıkça göze çarpmaktadır.
Rousseau'nun sosyal sözleşmesi ile dünya yeni bir döneme sürüklenerek çağ değiştirmiştir.
Şimdi de dünya Türk dünyasının merkeziliğine doğru giderken, yeni bir emperyal
sözleşmeye değil ama tarihin her döneminde Türklere ve Türk devletlerine yön
gösteren Orhun Kitabelerinden başlayarak var olan Türk eserlerinden
yararlanılması gerekmektedir. Son yüzyıllarda yapılan Osmanlı devleti ve
Türkiye Cumhuriyeti temelindeki ulusal ve uluslararası toplantıların, Türklere
yön gösteren kararları da dayanak noktası resmi kaynaklar olarak öne
çıkmaktadır. Rusya’da yapılan Türkçülük kongrelerinde alınan kararlar, Cenevre
Türkçülük Kongresi, Bakü Kurultayı kararları, Erzurum Kongresi, Sivas Kongresi,
Lozan Antlaşması, Montrö Antlaşması, Türk Keneşinin kurulması ve bu çizgideki diğer
kongrelerin hepsi Türkiye Cumhuriyeti’ne ve Türk dünyasına giden yolda, Türklük
Sözleşmesi boşluğunu dolduran resmen atılmış adımlardır. Ayrıca Misakı Milli
kararları, Amasya Tamimi ve Atatürk’ün Halkçılık Programı gibi belgelerde,
Türklük Sözleşmesi çizgisinde hazırlanan ve katılımcı heyetler tarafından
resmen kabul edilen ilke ve kararlar olarak, günümüzde var olduğu ileri sürülen
Türklük Sözleşmesinin içeriğini resmen dolduran tarihsel metinlerdir. Bütün bu
gibi girişimler dikkate alınarak değerlendirildiğinde ortada bir siyasal boşluk
olmadığı ama, var olan Türk dünyası, Türkiye Cumhuriyeti ve Türklük olgusu üçgeninde
geçerli olan bir Türklük Sözleşmesinin varlığından ve uygulamada Türklere yön gösterdiğinden
söz etmek mümkündür. Bu açıdan, Türklük dünyasının ya da Türkiye Cumhuriyeti
devletinin yeni bir Türklük Sözleşmesine gereksinmesi yoktur.
Türklük
sözleşmesi konusunu yeni bir şeymiş gibi bugün gündeme getirenler, Türklüğün
tarihin derinliklerinden gelen ağır baskısından rahatsız oldukları için, yeni
bir sözleşme hazırlıyormuş gibi davranarak, bölgede var olan diğer alt kimlikli
grupları da dikkate alan bir kozmopolit anlaşmayı yeni bir Türklük sözleşmesi
olarak topluma ve kamuoyuna göstererek, kabul ettirmeye çaba göstermektedirler. Tarihten gelen
Türklerin varlık sözleşmesine başka kimlikleri de katarak sulandırma
girişimlerine, Türk ulusunun izin vermeyeceği son dönemlerdeki gelişmeler
doğrultusunda kesinlik kazanmıştır. Noter tasdikli yeni bir Türklük sözleşmesi
ile sorunların çözülemeyeceği ama tarihsel dönüşüm noktalarında yapılan
toplantılar ve alınan kararlar aracılığı ile geçmişten gelen Türklük sözleşmesinin
yeni anlaşmalar üzerinden varlığını koruması sağlanabilecektir. Tarihin dönüm
noktalarında tarih yapıcı millet olarak, her zaman üzerine düşen sorumlulukları
yerine getiren Türklerin, yeni dönemde toparlanarak küresel ve bölgesel etkinliklerini
sürdürmesi gerekmektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder