24 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ

                Türk atasözlerinden birisine göre her çıkışın bir inişi vardır. Dünya tarihine bakıldığı zaman her dönemde birbirinden farklı olarak yeni siyasal yapılanmalar ortaya çıkmakta ve bunlar zaman içerisinde devletleşerek, kendi dönemlerinin büyük gücü konumuna gelmektedirler. İlk çağlarda görülen ilkel yapılanmalar dikkate alınmazsa, Ortaçağ dönemine geçiş ile birlikte birbirini izleyen bir çizgi doğrultusunda yeni yeni devletler kurulmuş ve bunlar zaman içerisinde birbirleriyle rekabet içine girince büyümeye başlamışlar   ve bir süre sonra kendi dönemlerinin en büyük devleti konumuna gelerek, dünya düzeyinde hegemonya peşinde koşmuşlardır. Bu nedenle insanlık tarihine bakıldığı zaman sürekli olarak her dönemde bazı güçlerin ortaya çıktığı, zamanla bunların büyük güç konumuna geldiği ama bir süre sonra ortaya çıkan yeni koşullarda bu devletlerin büyümesinin durduğu ve bu nedenle bir süre bocaladıktan sonra gerileyerek, büyük güç olma potansiyelinden uzaklaştığı görülmektedir. Bir devlet duraklama aşamasından sonra gerilemeye başladığı zaman çöküşe geçebilmekte ve kısa bir süre içinde de merkezi konumunu elinden kaçırarak ya dağılmakta ya da parçalanarak haritadaki yerini yitirmektedir Bir dönemin süper gücü olan büyük devletler bu durumlarını korumak durumundadırlar, aksi takdirde yeni dönemde ortaya çıkan başka devlet yapılanmaları hızla büyüyerek dünyanın yeni hegemon devleti konumuna gelebilmektedirler.

             Yirmi birinci yüzyıla gelmiş olan bugünün dünyasında tarihsel süreç yeniden tekrar etmekte ve günümüzün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri, yüzyıl boyunca sürdürdüğü büyük güç konumunu elinden kaçırmak gibi bir olumsuz durum ile karşı karşıya kalmaktadır. On beşinci yüzyılda başlamış olan İngiliz üstünlüğüne dayalı küresel düzenin içinden çıkarak ve bunun arkasından giderek büyük güç konumuna gelen Amerika Birleşik Devletleri, yüz yıllık büyüklükten sonra bugünün koşullarında süper güç potansiyelini koruyamamış ve zamanla bu hegemonik konumunu elinden kaçırma aşamasına gelmiştir.  Yirmi birinci yüzyılın   ilk çeyreği dolarken, gündeme getirilmiş olan küresel emperyalizm düzeninde tekelci şirketler ekonomi üzerinden güçlenerek devletlerden daha da güçlü bir konuma geldikleri noktada, devletler zayıflayarak güç kaybetmekte ve zamanla ülkelerini yönetemez bir duruma sürüklenince egemen güç bu kez devletlerin ötesinde küresel şirketlerin eline geçmektedir. Birinci dünya savaşını İngiltere kazandıktan sonra gündeme gelen ikinci dünya savaşını da ABD kazanmış, böylece Atlantik okyanusunun doğusunda ve batısında yer alan iki büyük devlet dünyanın hegemonya sahibi büyük güçleri konumuna gelmişlerdir. Bir ada devleti olarak dünyanın yeni büyük ve kalabalık ülkeleri karşısında zayıf kalan İngiltere, dünya hegemonyasını eskisi gibi götüremez bir noktaya gelince, onun eski bir sömürgesi olan ABD Britanya milletler topluluğu içinden   İngiliz hegemonyasına önce karşı çıkarak savaşmış ve daha sonra da kendisini yeni güç merkezi ilan ederek dünyanın yeni efendisi olmaya soyunmuştur. İngiliz hegemonyası döneminde Anglosakson dünyasından gelen ABD, yeni bir büyük güç olarak Anglosakson yapılanmasının içinden çıkan yeni bir dev ülke konumuna gelmiştir. Ne var ki, Birinci dünya savaşı sonrasında kurulan Sovyetler Birliği dengelerinde yeni büyük devlet olma yoluna giren ABD, iki kutuplu dünyada doğunun süper gücü olarak devrede olan sosyalist sistemin yıkılması üzerine, eski konumunu yitirmiş ve bir dış düşman olarak ortaya çıkan karşı kutbun çöküşü gündeme gelmiştir. Bu gibi durumlarda görülen iç çatışma ve savaşların çökerttiği devletler gibi ABD de bu geleneğin devamı üzerine, tarihsel çöküş sürecine günümüz koşullarında kaotik bir biçimde sürüklenmiştir.  

                ABD’de yapılan son başkanlık seçimleri sonrasında yaşanan olaylar, ABD gibi bir süper gücün bırakın dünyayı yönetmeyi, bugünün koşullarında kendisini bile idare etmekten aciz bir duruma sürüklendiğini açıkça göstermektedir. Sovyet imparatorluğu varken küresel düzeni belirleyen iki kutuplu dünya düzeninde var olan çekişmeye dayanan hareketli ortam, SSCB’nin dağılması üzerine, ABD’de var olan karşı kutupla yarışma dönemini geride bırakmıştır. Dışa dönük yarış sona erince bunun üzerine içe dönük çekişmeler ABD gündeminde öne geçmiştir.  Kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı çizgisinde örgütlenmiş olan iki kutuplu dünya düzeni bitince, geride kalan süper güç olarak ABD karşıt güç dengesini yitirmiş ve bu durumda eskiden karşıt kutba doğru bir araya gelerek mücadele eden rekabetçi yapı ortadan kalkmıştır. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyalist sistem dağılınca önde gelen siyaset bilimciler önce Sovyetler Birliğinin dağıldığını, ikinci aşamada da kısa bir ABD’nin dağılacağını ve böylece iki kutuplu siyasal yapılanmanın dünyanın gündeminden çıkacağını ifade etmişlerdir. ABD’de tamamlanan son başkanlık seçimleri sonrasında ortaya çıkan tabloya bakıldığında, dünyanın en büyük siyasal gücü olarak kabul edilen hegemonik ülke Amerika Birleşik Devletleri yeni dönemde karşı kutupla rekabet etme şansını kaybedince, eskiden karşı kutba rakip olarak kurulmuş olan ulusal dayanışma düzeni ortadan kalkmıştır. Bu durumda elli yıl sonra önce SSCB ve daha sonra da ABD’nin çökeceği görüşlerinin yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kesinlik kazandığı anlaşılmaktadır. Jeopolitik bilimine göre iki kutuplu dünyanın ilk kutbu çökünce ikincisi de çökmekte ve yarım yüzyıla dayanan tek kutuplu dünya oluşturma çabaları sonuçsuz kalan ikinci kutup başı olarak, ABD’nin de SSCB benzeri bir çöküş yoluna doğru sürüklendiği ortaya çıkmaktadır. Karşı kutba dayalı dengeler bozulunca, iç dengelerini yitiren büyük güçlerin zamanla gevşeyerek dağılması SSCB örneğinde olduğu gibi kaçınılmaz olmaktadır.

                 Dünya tarihi son beş yüz yıllık zaman dilimi içinde ele alındığında, yer kürenin batıya düşen bölgelerinde bir hareketlilik ve kalkınma olguları öne çıkınca bugünkü batı uygarlığının yükselişi başlamıştır. Birçok bilim adamı tarafından modern ve modern dönem öncesi zaman dilimleri birbirinden ayırmak üzere seçilen 1500 yılında, Avrupa kıtasının dünyanın geri kalan kıtaları üzerinde egemenlik kurmaya hazır bir duruma geldiği insanlık açısından hiç de belli olmayan bir durumdu. Avrupa kıtası jeopolitik açıdan biçimsiz bir yapıya sahip olduğu için dünyanın diğer kıtalarına öncülük yapacak gibi görünmüyordu. Dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’nın kendisinden büyük Çin, Hindistan, Kanada ve Avustralya gibi çok büyük ülkelerin başka kıtalarda yer alması nedeniyle, en küçük kıtanın yeryüzüne egemen olabilmesi pek mümkün görünmüyordu. Kuzeyi ve batısı buzlu sular ile çevrilmiş, doğusu Asya’dan gelen saldırılar nedeniyle sürekli savaş alanına dönüşen, güneyindeki Akdeniz üzerindeki sürekli stratejik kavgalar yüzünden çok ciddi güvenlik sorunları bulunan Avrupa kıtasının, toparlanarak kendi güvenliğini tam olarak sağlamasının olanaksızlığı yüzünden gelişme yolundaki Avrupa’nın bütün dünyaya önderlik yapabilmesi son derece zor görünüyordu. Asya ve Afrika’da daha önceki dönemlerde görülen uygarlıkların geniş alanlara yayılmış olması da Avrupa’nın bu açıdan yetersiz kaldığını ortaya koyuyordu. Asya’da öne çıkan uygarlıkların çok geniş alanlara yayılması da Avrupa’nın bir uygarlık merkezi olamayacağını gösteriyordu. Ne var ki, bütün bu olumsuz faktörlere rağmen küçük Avrupa medeniyet yarışını kazanarak dünyanın merkezi gücü konumuna geliyordu. Her dönemde dünyanın farklı bölgelerinden ortaya çıkan büyük devletler süper güç olarak hem çevrelerine yayılıyorlar hem de diğer bölgelerdeki toprakları üzerinde egemenlik kurarak kendilerine bağlama yollarına gidiyorlardı. İlk çağlarda ortaya çıkmış olan Çin ve Hindistan gibi Asya uygarlıkları sırasında bu gibi gelişmeler görülmüştür. Doğudan yola çıkan uygarlıklar daha sonraki aşamada dünyanın ortasındaki Mezopotamya’ya gelince, doğudan gelen uygarlık birikiminin merkezden Avrupa kıtasına doğru açılım yaparak yöneldiği görülmektedir.

             Eski Çin ülkesi ilk çağların uygarlık beşiği olarak tarih sahnesinde öncü yerini almıştır. Modern çağlar öncesi dönemlerde en büyük uygarlık merkezi olarak eski Çin’in ileri geldiği tarih kitaplarında belirtilmektedir.  Çin o dönemlerde yüz milyonluk bir insan potansiyeli ile büyük bir uygarlık düzeni kurarak geleceğin dünyasına öncülük yapmıştır. Orta çağ Avrupa’sındaki şehir devletlerinden daha büyük kentler kuran, sahip olduğu merkezi yönetim sayesinde bu kentleri birbirine bağlı bir çizgide yönlendiriyordu. Kentler arası alışverişin başlaması ile birlikte Çin aynı zamanda ticaretin de ilk ortaya çıktığı bölge olarak görülebilir. Büyük gemiler aracılığı ile dünyanın çeşitli bölgelerine yönelik ticaret girişimleri, kısa zamanda doğu Asya bölgesini ilk uygarlığın merkezi konumuna getirmiştir. Daha sonraki dönemde Çin’de gemi yapımının yasaklanması kabul edilince, ticari hareketlilik sona ermiştir. Konfüçyüs’çü bürokrasinin tutuculuğu yüzünden Çin ekonomisi durgunluk noktasına gelince, Çin teknolojideki yenilikçilikten koptu ve daha sonra da bilimsel eserlerin basımının yasaklanması üzerine de Çin bütünüyle durgunluğa sürüklenerek, kendi içine kapanık geri bir bölge olmaya doğru sürüklenmiştir. Günümüzde dünyanın yeni süper gücü olarak ileri teknoloji ve ekonomide en iyi konumuna gelen Çin, beş yüz yıl sonra yeniden dünya liderliğine soyunmak gibi bir misyon ile karşı karşıya kalmıştır. Çin uygarlığı teknolojideki erken gelişmelerin etkisiyle kısa zamanda büyük güç olmuştur. Onuncu yüzyıldan sonra maden alanına giren Çin dünyanın en gelişmiş demir sanayisini kurarak ekonomik büyüklüğünü güçlendirmiştir. Büyük gemiler ile diğer kıtalar ve ülkelerdeki liman kentlerine gidip gelen Çin devleti o dönemde büyük bir ekonomik güç olmak başarısını göstermiştir. Uygarlığın bütün dünyaya yayılmasını isteyen bazı güçler, Çin’in dünyaya arkasını dönerek içine kapanık bur duruma sürüklenmesinde etkin olmuşlardır. Sung, Ming ve Mançu gibi hanedanların yönetiminde Çin önceleri çok gelişmiş ama daha sonra da ekonomide içe kapanarak gerilemiştir.

                Sekizinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık yüzyıllar boyunca gelişerek on altıncı yüzyıldan sonra üç kıtaya yayılınca, yeni bir uluslararası güç olarak öne çıkmıştır. Abbasi, Emevi, Osmanlı ve Endülüs gibi imparatorluklar aracılığı ile yeryüzünde dinlerin egemenliği için çalışan İslamiyet Avrupa kıtasına gelince Hrıstıyanlık ile  karşı karşıya kalarak  Osmanlı imparatorluğu üzerinden beş yüz yıllık bir savaşlar dönemine sürüklenmiş  ve bu yüzden de dünyanın en büyük iç denizi olan Akdeniz kıyılarında oyalanmak durumunda kalmıştır  ve bu yüzden de okyanuslara açılarak, bir küresel dünya devi konumunda yeni bir büyük güç olarak süper bir devlet ortaya koyamamıştır . Yahudi sorunu çerçevesinde sürekli olarak Hrıstıyanlarla savaştırılan İslam orduları önce Endülüs’te, sonra Balkanlar’da ve son olarak da Merkezi coğrafyanın Orta Doğu ülkelerinde girmiş olduğu savaşları birbiri ardı sıra yitirerek, dünyaya egemen olabilecek bir süper güç olma şansını bütünüyle elinden kaçırmıştır. Bugün İslam dünyası elliden fazla devlete bölünmüştü. İçlerinde Türkiye, İran, Mısır ve Endonezya gibi çok büyük devletler bulunmasına rağmen, içine sürüklendikleri cemaat ve tarikat kavgaları yüzyıllarca devam etmiş ve bir türlü eskisi gibi bir araya gelerek dünyaya egemen olabilecek yeni bir büyük güç konumunda, dünyanın yönetiminde etkili olabilecek bir süper güç olarak büyük bir İslam devleti gündeme getirilememiştir. Türkler Kuzey ve Orta Asya’dan merkezi coğrafyaya göçler yolu ile gelince İslam toplumu ve devletleri ile orta dünyada karşılaşmış ve bu nedenle de bir sentez arayışı çizgisinde Safevi, Kaçar, Selçuklu ve Osmanlı gibi imparatorluklar, Türk-İslam sentezi arayışları içinde tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. İslamiyet öncesi yıllarda Göktürkler, Hunlar, Avarlar, Uygurlar ve Hazarlar dünya çapında büyük devletler kurarak siyaset sahnesindeki büyük güç boşluğunu doldurmaya çalışmışlar ama üç kıtanın kesişme noktasındaki konumları nedeniyle bu kıtalar üzerinden sürekli yönlendirilen saldırılara karşı savaşmak zorunda olduklarından, bir türlü barış içinde toparlanma şansını elde edememişlerdir. Bu gibi nedenlerle uzun süreli bir Türk ya da İslam imparatorluğu kurulamamış ve Müslümanlar dünya sahnesinde büyük güç olamamışlardır.

                Uygarlık Çin’deki Sarı Irmak kıyılarından başlayarak Hindistan yarımadasındaki İndüs nehri kıyılarına taşınırken, İslam dini dünyanın orta bölgelerinde hızla yayılmıştır.  Vaad edilmiş topraklar denen merkezi coğrafya da ise önce Musevilik daha sonra da İsevilik öne çıkarak etkin olmuşlar ve daha da sonra Avrupa kıtasında yayılmışlardır. Bu süreçte Avrupa merkezli batı dünyasını ele geçirme kavgasında iki tek tanrılı dinin çekişmesi yaşanmıştır. Avrupa merkezli   Roma ve Bizans İmparatorlukları dünyanın Hrıstıyan imparatorlukları olarak öne çıkarken, Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorlukları da İslam imparatorlukları olarak dünyanın orta bölgelerinde yer alan ülkeleri bir Müslüman hegemonyası altında bir araya getirmeye çalışmışlardır.  Ne var ki, bütün bu imparatorluklar yedi yüz ya da sekiz yüz yıl civarında etkinliklerini sürdürebilmişler ama Çin gibi yerleşik kalıcı bir merkezi devlet düzeni oluşturamadıkları için, hiçbir zaman bütün dünyayı hegemonyası altına alabilecek büyük güç yapılanmasını sonsuza kadar devam ettirememişlerdir. Milat yıllarından sonra dünya bir dinler savaşı alanına dönüştüğü için her savaş sonrasında düzenler değişmiş ve büyük güçler de değişme sürecinde birbirlerini izleyerek hiçbir zaman kalıcı bir süper güç konumunu elde edememişlerdir. Önceleri Musevilik ve İsevilik arasında beliren din savaşları, üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlığın ortaya çıkmasından sonra sürekli olarak bir İslamiyet ve Hrıstıyanlık çatışmasına dönüşmüştür. Böylece Milattan sonra geçen iki bin yıllık dönemde üç büyük dinden hiç birisi kalıcı bir dünya imparatorluğu oluşturamamış ve bu çerçevede sadece dinler üzerinden bir dünya hegemonyası kurulamamıştır. Nüfusun artması, göçlerin belirli merkezlerde toplanması ve de jeopolitik konumların öne geçmesi gibi yeni durumlarda, doğu bölgesinde Çin, Hindistan ve Mezopotamya gibi uygarlıklar birbirini izlemiştir. Batı dünyasında ise Roma, Bizans, Britanya ve Amerika gibi büyük devletlerin oluşturduğu uygarlık oluşumları birbirini izlemiştir.

                Merkezi coğrafyanın dışında kalan Rusya ve Japonya gibi büyük devletler   dünya tarihi ilerlerken büyük güç olma ya da kalıcı büyük devlet oluşturma gibi hegemonik yapılanmaları yakalayamadıkları için, İngiltere ya da Amerika gibi uzun süreli   büyük güç olma düzeyine gelememişlerdir. Yerleşim yerlerindeki bozukluklar, ada devleti olmak ya da dünyanın tepesinde kalan soğuk bir kuzey devleti olmak gibi jeopolitik durumlar açısından, Rusya ve Japonya geride kalırken, İngiltere ve Amerika gibi devletler büyük güç olma şansını elde edebiliyorlardı. Üç kıta arasında kalan Avrupa, denizlere ve okyanuslara açılarak bütün dünyanın merkezi olmak gibi bir şansa sahip olmasına rağmen, kıtanın doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyi ile parçalanmış bir durumda olması yüzünden, büyük bir siyasal yapılanma olarak ön plana çıkamıyordu. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukların Akdeniz kıyılarında öteye gidememesi ve okyanuslara açılamaması gibi faktörler yüzünden Avrupa uygarlıkları küresel bir yeni yapılanma ile ortaya çıkamıyorlardı. Bugün Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ulus devletlerin merkezi olduğu imparatorlukların kurulmasına rağmen bütün Avrupa kıtasını kapsayan bir büyük imparatorluk gücünü, Avrupa kıtası yaşadığı iç çelişkiler ve çatışmalar yüzünden bugüne kadar gerçekleştirememiştir. Yirmi birinci yüzyıla girerken, Avrupa Birliğinin kurulması, Avrupalıların bir araya gelerek bir büyük Avrupa gücü yaratmak istemesindendir. Hegemonya kavgası merkezi alana yönelik olarak gelişince, kıyı ya da kenar ülkeler merkezi bir güç olma şansını elde edememişlerdir. İtalya Roma imparatorluğu aracılığı ile bir dönem merkez olmuştur. Fransa, İngiltere, İspanya gibi batı Avrupa ülkeleri de deniz ticareti yolu   üzerinden sömürgeciliklerini geliştirerek dünya dengelerinde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Ne var ki, Avrupa’nın kara gücünü temsil eden Almanya kıtayı ele geçirme yolunda ilk adımlarını on altıncı yüzyılda Habsburg hanedanının devreye girmesi ile atıyordu. I9.yüzyılda Alman birliği sağlanana kadar Avrupada’ki güç mücadelesi sürekli savaşlar aracılığı ile sürmüştür. Avrupa’daki savaşları kazanan büyük devletler Avrupa gücünü temsil etme iddiası ile öne çıkarak belirleyici oluyorlardı.

           Avrupa kıtası dünya sömürgeciliğini yönetirken kıta içinde de sürekli olarak din savaşları ile uğraşıyordu. Endülüs’te başlayan din savaşlarında Musevilik ve İsevilik karşı karşıya gelirken, sonraki aşamalarda Osmanlı gücünün Balkanlar üzerinden kıtaya sokulması ile, bu kıtadaki din savaşları üç tek tanrılı din arasında cereyan etmeye başlamıştır. Bu yüzden Musevi cemaatlarının zorlaması yüzünden Vatikan’ın kontrolunda bir büyük Hrıstıyan Avrupa’nın kurulması önlenmeye çalışılmıştır.  Osmanlı devleti Hrıstıyanlar ile Yahudilerin savaşları arasında sürekli olarak Hrıstıyan dünyaya karşı bir güç olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Avrupa’da bir Musevi devleti istemeyen Vatikan’ın kontrolünde bir büyük Hrıstıyan Avrupa inşa edilmeye çalışılmıştır. Hrıstıyan bir Avrupa kıtasının oluşumuna tepki gösteren Museviler ise sürekli olarak Osmanlı devletinin bir Müslüman güç olarak Balkanlar üzerinden bir Doğu Avrupa gücü olması için çalışmışlardır. Endülüs’ten Müslümanlar ile Musevilerin kovulması gibi bir benzeri gelişme de Balkanlar’da Museviler ile Müslümanların birlikte kovulması macerasını Balkan savaşları olarak Türk tarihine yazdırmıştır. Osmanlı devletinin çökertilmesi ile Yahudi sorunu Avrupa dışına itilirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da İsrail’in kurulmasıyla birlikte Orta Doğu bölgesi yeniden dinler arası çekişmelerin savaş alanı haline dönüştürülmüştür. Birinci dünya savaşı sırasında gerçekleştirilen Sovyet ihtilali aracılığı ile kurulan Sovyetler Birliği, daha sonraki aşamada Müslüman dünya üzerinde bir çatı konumuna getirilerek, İslam coğrafyasının tam ortasına bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması için elverişli bir ortam yaratılmıştır. İki bin yıl sonra Avrupa’da kurulamayan bu din devleti, kutsal kitaplardaki ayetlere uygun olarak merkezi coğrafyanın vaad edilmiş toprakları üzerinde kurulabilmiştir. Dünyanın tam ortasında var olan Müslüman devletlerini dışlayarak ve Hrıstıyan Avrupa kıtasını karşısına alarak kurulan bu din devleti, Orta Doğunun İslami çoğunluğa dayanan nüfus yapısını Sovyet ihtilali üzerinden, İslam’a karşı dinsiz bir sosyalizm dengesi kurularak, iki bin yıl sonra geri dönüşü ve devletleşmeyi başarıya ulaştırma noktasına gelinmiştir. Batı dünyasındaki Avrupa, İngiltere ve ABD’nin büyük güçlerine karşılık, Siyonizm ancak onlar üzerinden merkezi alanda büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştır.

                İki dünya savaşı iki büyük güç yaratarak iki kutuplu bir dünya düzeni kurma yoluna girdiğin bu aşamaya kadar yeryüzünde sömürgecilik dahil emperyalizmin her türlü oyununu oynayan büyük devletler geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bir tarafta batı gücü olarak okyanus ötesi büyük devlet konumunda ABD, diğer yanda da yeni dünya düzeni jeopolitiğinde bir kuzey gücü olmaktan çıkarak doğu devletlerini sosyalist devrimlerle kendisine bağlayan bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adıyla yenilenmiş bir Rusya, tarih sahnesine karşılıklı iki kutup olarak çıkartılıyordu. Birinci Dünya savaşında İngiltere ve Almanya gibi Avrupa devletleri savaşa tutuşurken, savaş sonrası ortaya çıkan dünya haritasında bir tarafta okyanus ötesi güç olarak ABD ve diğer tarafta da Bolşeviklerin örgütlemiş olduğu SSCB, yirminci yüzyılın yeni dünya düzeninin iki karşıt merkezi olarak öne çıkıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün savaşlar öncesinde geleceğe yönelik tahminlerinde böylesine bir yapılanmanın ortaya çıkacağı açıkça belirtiliyordu. Almanya-İngiltere karşıtlığı dünya savaşına giden yolu açarken, gündeme getirilen ideolojik devrim karşıtlığı devletler arası olmaktan çıkarak, sosyalizm ve kapitalizm üzerinden siyasal kamplar arası bir çekişmeye doğru dünyayı sürüklüyordu.  İmparatorluktan ulus devletlere geçiş aşamasında devletler arası rekabet yaşanırken, Rusya gibi çok büyük bir ülkede gerçekleştirilen ideolojik devrim, kamplaşmayı ana çelişki olarak ortaya koyuyordu. Ne var ki, Karl Marx’ın ileri sürdüğü gibi bir çalışan sınıf olarak Proleterya’nın olmadığı bir tarım ülkesinde sosyalist devrimin yapılması, Marksizm’in ana ilkelerine ters düşüyordu. Gerçek anlamda işçi sınıfının geliştiği Avrupa ülkelerinde Paris Komünü ile birlikte bir halk devrimi süreci   başlatılmış ama Anglosakson dünyasının süper kapitalist güçleri bu durumu önleyerek,  acele tarafından çalışan sınıfların ideolojisi olarak görülen  sosyalizmi Almanya üzerinden Rusya’ya taşıyorlardı . Böylece Rus devrimi ile iki kutuplu dünyanın karşı kutbu olarak, süper büyük güç konumunda Sovyetler Birliği yapılanması tarih sahnesine getiriliyordu.

                ABD’nin karşısına SSCB’nin bir ideolojik imparatorluk olarak oturtulması dünya haritalarında normal görülebiliyordu ama gerçek koşullar arandığı zaman, bu durumun hiç de var olan gerçeklere uymadığı görülebiliyordu. İkinci dünya savaşı sonrası dünyada ana çelişki devletlerarasından alınarak ideolojiler arası çekişmeye indirgendiği zaman, yeryüzünün tam ortalarında yaşamakta olan, İslam dünyası baskı altına alınarak elliden fazla devletin çatısı altında yer aldığı büyük İslam dünyası kontrol altına alınmak isteniyordu. Böylece dünyanın yeni büyük gücü olarak ortaya çıkan SSCB, materyalist felsefe ve dünya görüşü ile camiler ile kiliseleri kapatarak, yeni bir dinsizlik düzeni gündeme getiriyordu. Bu tür bir dinsizlik düzeni Avrasya üzerinden Orta Doğu’ya taşınırken, tam bu aşamada kocaman İslam dünyasının ortalarında yer alan bir Yahudi devleti olarak İsrail, Siyonist Hrıstıyanlık olan Evanjelizmin iş birliği organizasyonu ile kuruluyordu. Hrıstıyan dünyasından dışlanan Yahudi devleti böylece İslam dünyasının tam ortalarında kurulurken, diğer yandan da dinleri ortadan kaldıracak bir biçimde üçüncü dünya savaşının hazırlıkları Armegedon senaryoları üzerinden tamamlanmaya çalışılıyordu. Dünya bugün Sovyetler Birliğinin ortadan kaldırılması ile tek kutuplu bir düzene doğru zorlanmış ama aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimine karşılık, bir türlü istenen üçüncü dünya savaşı çıkartılamamıştır. Hiçbir üretimin olmadığı, dış dünya ile ticaret ilişkilerinin geliştirilmediği ve bu haline rağmen yoksul ve işsiz milyonları sınırları içinde barındırmaya çalışan Sovyet sisteminin sahte bir imparatorluk olduğu anlaşılınca, doğu kutbunun dağılması kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Vatandaşı için araba üretmeyen ama dünya güç dengeleri içinde uzaya gitmeye çalışan bir sahte düzenin çöküşü hızla gerçekleşince, İlluminati isimli gizli dünya devletinin Müslümanlar ile Hrıstıyanları çarpıştıracakları ve bunun sonunda devletler düzeninin yıkılacağı ve bu aşamadan sonra küçük İsrail devletinin merkezdeki yeni büyük güç olarak büyüyeceği, en sonunda Kudüs merkezli Büyük İsrail devletinin bütün dünyaya egemen olacağı inancı ile hareket edilmeye başlanmıştır.

               Yirminci yüzyılın dünya savaşlarına kadar devletlerarası ilişkiler üzerinden eski dünya düzeni sürdürülmeye çalışılmış ama bu arada da Medeniyetler Çatışması görünümünde, ortaya devletlerin ötesindeki farklı kültürel yapılar arasında çekişmeler gündeme getirilmeye başlanmıştır. Armegeddon senaryosundaki kıyamet savaşları olarak hazırlanan Müslümanlık ve Hrıstıyanlık arasındaki kıyamet çatışmalarına doğru dünya sürüklenirken, önce karşı kutup merkezi olan Sovyetler Birliği dağıtılmıştır. Bunun üzerine bir çeyrek yüzyıl da esas kutup merkezi olarak görünen ABD’nin de dağılmasıyla, bir büyük gücün olmadığı ve bu durumdan yararlanan küçük ve orta boy güçlerin dünya sahnesinde etkin olacağı ve bir süre sonra da çok kutuplu dünyanın giderek bir kaos ortamına sürüklendikten sonra çıkartılacak bir kıyamet senaryosu ile her şeyin yıkılacağı varsayılmıştır. Bu yıkım sonrasında da ilk tek tanrılı din olan Yahudiliğin örgütlenmesi sonucunda kurulacak Büyük İsrail devleti çatısı altında yepyeni bir dünya imparatorluğu kurulacağı önceden programlanmıştır. Böylece iki binyıl önce başlatılmış olan dünya hegemonya düzeni arayışında Hrıstıyanlara ve Müslümanlara hiç fırsat verilmeyecek ve Evanjelizmin örgütlenmesiyle Siyonist Hrıstıyanlar batı dünyasını yönlendireceklerdir. Bayrağında elli adet yıldız bulunan ve günümüzde ana kutup merkezi olarak yönlendirilen ABD’de, Büyük İsrail devletinin kurulması ve bu doğrultuda izlenen Armegeddon planının devreye sokulması ile birlikte, devlet hedefsiz kalacağından, ülke içinde başlayacak olan iç gerginliklerin ve çatışmaların bu büyük gücün çökmesine giden kaos yolunu açacağı şimdiden görülmektedir.

                Dünya tarihi incelendiği zaman tarihsel dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde ya da eski hegemonya düzeninden sonra bir başka egemenlik düzenine doğru ortaya çıkan değişimlerin, zaman içinde belirleyici olduğu geçmişteki gelişmeler incelendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Tarihsel dönemler tek tek ele alınarak incelendiğinde, değişen koşulların yeni büyük güçlerin sahneye çıkmasında etkili oldukları anlaşılmaktadır .Bilimsel devrimler, önemli icatlar, karaların keşfi, denizlere açılma, okyanuslara egemen olma , sömürge imparatorlukları kurma, uzaya çıkma, silah teknolojisindeki gelişmeler, fen bilimlerindeki  son yenilikler, siyasal devrimler ya da bugün yaşanmakta olan teknolojik devrimler, elektronik alandaki hızlı gelişmeler  ile uzay çağının  gerekleri yeryüzünde önemli yansımalar yarattığından, jeopolitik konumlar ve  dengeler değişmekte   bu yüzden de eski düzenler geride kalırken, eskinin büyük güçleri de çökme ya da dağılma aşamasına gelmektedirler. Bir büyük güç çökerken onun bıraktığı boşluğu doldurmak üzere dünyanın bir başka bölgesinde yeni bir büyük güç siyaset sahnesindeki yerini almaktadır. Aynı dönemde iki büyük güç olursa ya çatışmalar sonucunda büyük savaşlar yaşanmakta ya da aradaki yarışın tırmanmasıyla büyük güçlerden birisi, daha da büyüyerek kendi hegemonyasını yeryüzünde geçerli kılarken, geride kalan büyük gücün bu konumunu kaybederek ya orta boy bir güç haline gelmesi ya da bütünüyle parçalanarak küçük siyasal yapılanmalar doğrultusunda bir yeni siyasal düzene yönelmesi gündeme gelebilmektedir.

                Bugün çöküşe geçen ABD için gerileme sürecinin, gücünün zirvesinde olduğu Vietnam savaşı sırasında başladığını ilgili uzmanlar dile getirmektedirler. Dünya hegemonyasının ana bölgesi olan Asya kıtasına egemen olabilmek için yapılan Vietnam savaşı, ABD için hem gücünün zirve noktasıdır hem de çöküş zincirinin ilk halkasıdır. Yapısal olarak çok milliyetçi bir halk olan Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı direnmesi sonucunda, süper güç olan Amerikan ordusu bir büyük savaş yenilgisiyle Asya topraklarını terk ederek ülkesine geri dönmek zorunda kalmıştır. İlk darbeyi Vietnam’dan yiyen ABD ikinci darbeyi de sürekli olarak Büyük İsrail projeleri ile Amerikan hükümetlerinin üzerine giden İsrail lobilerinden yemiştir. Dünya kapitalist sistemini elinde tutan Siyonist lobilerin baskı ve çekiştirmeleri yüzünden giderek bocalayan ve kendi ülkesini yönetilemez bir duruma düşüren İsrail lobileri, ABD’yi sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği için, böylesine bir büyük gücün çöküşüne yol açmıştır. Kennedy  gibi  ABD başkanlarını öldüren, Amerikan ekonomisini  bağımsız merkez bankası aracılığı ile alt üst eden, İsrail’in güvenliği için Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Avrasya bölgelerinde savaşlar çıkartan, para gücü ile her şeyi satın alan, en son teknolojileri kullanarak bütün dünyada bir çıkar düzeni oluşturan, siyasal kadroları birer kurşun asker gibi kullanan İsrail lobileri, ABD içinde de örgütlenerek  bu büyük devletin kendi çıkarları  çizgisinde  görünmeyen derin devletler yarattığı sürece ,ABD ve benzeri büyük güçlerin var olması ve yaşaması artık eskisi gibi mümkün olamamaktadır.  Son dönemlerde gündeme getirilen küreselleşme akımı da şirket merkezli yeni bir dünya düzeni getirirken, devlet merkezli siyasal yapıları çökerterek yıkmaya başlamıştır. Bir büyük güç olarak ABD aynı zamanda devlet olduğu için, şirketlerin saldırısı ile devletin temelden sarsılması ve çökertilmesine karşı eskisi gibi direnememiştir. ABD son yıllarda gerileme sürecinde olmasına rağmen, gene de eskisi gibi bir numara konumunu korumaya çalışarak ortaya bir otorite boşluğu alanı çıkartılmaması için bugünün koşullarında mücadele vermektedir. Son ABD başkanlık seçimlerinde iki adaydan birisinin devletin, diğerinin de küresel şirketlerin temsilcisi olarak hareket ettikleri görülmekte ve dünya devleti olmaya soyunan küresel şirketler ile, yirminci yüzyılın en büyük siyasal gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet içinde karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Bu aşamada, dönemin büyük gücü olarak ABD’nin önü kesilmekte ve bir sermaye imparatorluğu teknolojiyi kontrol ederek, yeni bir büyük güç konumuna   gelmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

2 yorum:

  1. SAYIN ANIL ÇEÇEN
    BÜTÜN YAZILARINIZI-DEĞERLENDİRMELERİNİZİ YARARLANARAK OKUYORUM.
    SAĞ OLUN.
    BEYNİNİZE-YÜREĞİNİZE SAĞLIK.

    SAYGILARIMIZLA
    Hasan Pekmezci

    YanıtlaSil
  2. Dünyadaki son gelişmelerin nefis bir özeti.

    YanıtlaSil