BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ
Türk
atasözlerinden birisine göre her çıkışın bir inişi vardır. Dünya tarihine
bakıldığı zaman her dönemde birbirinden farklı olarak yeni siyasal yapılanmalar
ortaya çıkmakta ve bunlar zaman içerisinde devletleşerek, kendi dönemlerinin
büyük gücü konumuna gelmektedirler. İlk çağlarda görülen ilkel yapılanmalar
dikkate alınmazsa, Ortaçağ dönemine geçiş ile birlikte birbirini izleyen bir
çizgi doğrultusunda yeni yeni devletler kurulmuş ve bunlar zaman içerisinde
birbirleriyle rekabet içine girince büyümeye başlamışlar ve bir süre sonra kendi dönemlerinin en büyük
devleti konumuna gelerek, dünya düzeyinde hegemonya peşinde koşmuşlardır. Bu
nedenle insanlık tarihine bakıldığı zaman sürekli olarak her dönemde bazı
güçlerin ortaya çıktığı, zamanla bunların büyük güç konumuna geldiği ama bir
süre sonra ortaya çıkan yeni koşullarda bu devletlerin büyümesinin durduğu ve
bu nedenle bir süre bocaladıktan sonra gerileyerek, büyük güç olma
potansiyelinden uzaklaştığı görülmektedir. Bir devlet duraklama aşamasından
sonra gerilemeye başladığı zaman çöküşe geçebilmekte ve kısa bir süre içinde de
merkezi konumunu elinden kaçırarak ya dağılmakta ya da parçalanarak haritadaki
yerini yitirmektedir Bir dönemin süper gücü olan büyük devletler bu durumlarını
korumak durumundadırlar, aksi takdirde yeni dönemde ortaya çıkan başka devlet
yapılanmaları hızla büyüyerek dünyanın yeni hegemon devleti konumuna gelebilmektedirler.
Yirmi birinci
yüzyıla gelmiş olan bugünün dünyasında tarihsel süreç yeniden tekrar etmekte ve
günümüzün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri, yüzyıl boyunca
sürdürdüğü büyük güç konumunu elinden kaçırmak gibi bir olumsuz durum ile karşı
karşıya kalmaktadır. On beşinci yüzyılda başlamış olan İngiliz üstünlüğüne
dayalı küresel düzenin içinden çıkarak ve bunun arkasından giderek büyük güç
konumuna gelen Amerika Birleşik Devletleri, yüz yıllık büyüklükten sonra
bugünün koşullarında süper güç potansiyelini koruyamamış ve zamanla bu
hegemonik konumunu elinden kaçırma aşamasına gelmiştir. Yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreği dolarken, gündeme getirilmiş
olan küresel emperyalizm düzeninde tekelci şirketler ekonomi üzerinden
güçlenerek devletlerden daha da güçlü bir konuma geldikleri noktada, devletler
zayıflayarak güç kaybetmekte ve zamanla ülkelerini yönetemez bir duruma
sürüklenince egemen güç bu kez devletlerin ötesinde küresel şirketlerin eline
geçmektedir. Birinci dünya savaşını İngiltere kazandıktan sonra gündeme gelen
ikinci dünya savaşını da ABD kazanmış, böylece Atlantik okyanusunun doğusunda
ve batısında yer alan iki büyük devlet dünyanın hegemonya sahibi büyük güçleri
konumuna gelmişlerdir. Bir ada devleti olarak dünyanın yeni büyük ve kalabalık
ülkeleri karşısında zayıf kalan İngiltere, dünya hegemonyasını eskisi gibi
götüremez bir noktaya gelince, onun eski bir sömürgesi olan ABD Britanya
milletler topluluğu içinden İngiliz hegemonyasına önce karşı çıkarak
savaşmış ve daha sonra da kendisini yeni güç merkezi ilan ederek dünyanın yeni
efendisi olmaya soyunmuştur. İngiliz hegemonyası döneminde Anglosakson
dünyasından gelen ABD, yeni bir büyük güç olarak Anglosakson yapılanmasının
içinden çıkan yeni bir dev ülke konumuna gelmiştir. Ne var ki, Birinci dünya
savaşı sonrasında kurulan Sovyetler Birliği dengelerinde yeni büyük devlet olma
yoluna giren ABD, iki kutuplu dünyada doğunun süper gücü olarak devrede olan
sosyalist sistemin yıkılması üzerine, eski konumunu yitirmiş ve bir dış düşman
olarak ortaya çıkan karşı kutbun çöküşü gündeme gelmiştir. Bu gibi durumlarda
görülen iç çatışma ve savaşların çökerttiği devletler gibi ABD de bu geleneğin
devamı üzerine, tarihsel çöküş sürecine günümüz koşullarında kaotik bir biçimde
sürüklenmiştir.
ABD’de
yapılan son başkanlık seçimleri sonrasında yaşanan olaylar, ABD gibi bir süper
gücün bırakın dünyayı yönetmeyi, bugünün koşullarında kendisini bile idare
etmekten aciz bir duruma sürüklendiğini açıkça göstermektedir. Sovyet
imparatorluğu varken küresel düzeni belirleyen iki kutuplu dünya düzeninde var
olan çekişmeye dayanan hareketli ortam, SSCB’nin dağılması üzerine, ABD’de var
olan karşı kutupla yarışma dönemini geride bırakmıştır. Dışa dönük yarış sona
erince bunun üzerine içe dönük çekişmeler ABD gündeminde öne geçmiştir. Kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı çizgisinde
örgütlenmiş olan iki kutuplu dünya düzeni bitince, geride kalan süper güç
olarak ABD karşıt güç dengesini yitirmiş ve bu durumda eskiden karşıt kutba
doğru bir araya gelerek mücadele eden rekabetçi yapı ortadan kalkmıştır. Yirminci
yüzyılın son çeyreğinde sosyalist sistem dağılınca önde gelen siyaset
bilimciler önce Sovyetler Birliğinin dağıldığını, ikinci aşamada da kısa bir
ABD’nin dağılacağını ve böylece iki kutuplu siyasal yapılanmanın dünyanın
gündeminden çıkacağını ifade etmişlerdir. ABD’de tamamlanan son başkanlık
seçimleri sonrasında ortaya çıkan tabloya bakıldığında, dünyanın en büyük
siyasal gücü olarak kabul edilen hegemonik ülke Amerika Birleşik Devletleri
yeni dönemde karşı kutupla rekabet etme şansını kaybedince, eskiden karşı kutba
rakip olarak kurulmuş olan ulusal dayanışma düzeni ortadan kalkmıştır. Bu
durumda elli yıl sonra önce SSCB ve daha sonra da ABD’nin çökeceği görüşlerinin
yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kesinlik kazandığı anlaşılmaktadır. Jeopolitik
bilimine göre iki kutuplu dünyanın ilk kutbu çökünce ikincisi de çökmekte ve yarım
yüzyıla dayanan tek kutuplu dünya oluşturma çabaları sonuçsuz kalan ikinci
kutup başı olarak, ABD’nin de SSCB benzeri bir çöküş yoluna doğru sürüklendiği
ortaya çıkmaktadır. Karşı kutba dayalı dengeler bozulunca, iç dengelerini
yitiren büyük güçlerin zamanla gevşeyerek dağılması SSCB örneğinde olduğu gibi kaçınılmaz
olmaktadır.
Dünya tarihi son beş yüz yıllık zaman dilimi
içinde ele alındığında, yer kürenin batıya düşen bölgelerinde bir hareketlilik
ve kalkınma olguları öne çıkınca bugünkü batı uygarlığının yükselişi
başlamıştır. Birçok bilim adamı tarafından modern ve modern dönem öncesi zaman
dilimleri birbirinden ayırmak üzere seçilen 1500 yılında, Avrupa kıtasının
dünyanın geri kalan kıtaları üzerinde egemenlik kurmaya hazır bir duruma
geldiği insanlık açısından hiç de belli olmayan bir durumdu. Avrupa kıtası
jeopolitik açıdan biçimsiz bir yapıya sahip olduğu için dünyanın diğer
kıtalarına öncülük yapacak gibi görünmüyordu. Dünyanın en küçük kıtası olan
Avrupa’nın kendisinden büyük Çin, Hindistan, Kanada ve Avustralya gibi çok
büyük ülkelerin başka kıtalarda yer alması nedeniyle, en küçük kıtanın
yeryüzüne egemen olabilmesi pek mümkün görünmüyordu. Kuzeyi ve batısı buzlu
sular ile çevrilmiş, doğusu Asya’dan gelen saldırılar nedeniyle sürekli savaş
alanına dönüşen, güneyindeki Akdeniz üzerindeki sürekli stratejik kavgalar
yüzünden çok ciddi güvenlik sorunları bulunan Avrupa kıtasının, toparlanarak
kendi güvenliğini tam olarak sağlamasının olanaksızlığı yüzünden gelişme
yolundaki Avrupa’nın bütün dünyaya önderlik yapabilmesi son derece zor
görünüyordu. Asya ve Afrika’da daha önceki dönemlerde görülen uygarlıkların
geniş alanlara yayılmış olması da Avrupa’nın bu açıdan yetersiz kaldığını
ortaya koyuyordu. Asya’da öne çıkan uygarlıkların çok geniş alanlara yayılması
da Avrupa’nın bir uygarlık merkezi olamayacağını gösteriyordu. Ne var ki, bütün
bu olumsuz faktörlere rağmen küçük Avrupa medeniyet yarışını kazanarak dünyanın
merkezi gücü konumuna geliyordu. Her dönemde dünyanın farklı bölgelerinden
ortaya çıkan büyük devletler süper güç olarak hem çevrelerine yayılıyorlar hem
de diğer bölgelerdeki toprakları üzerinde egemenlik kurarak kendilerine bağlama
yollarına gidiyorlardı. İlk çağlarda ortaya çıkmış olan Çin ve Hindistan gibi
Asya uygarlıkları sırasında bu gibi gelişmeler görülmüştür. Doğudan yola çıkan
uygarlıklar daha sonraki aşamada dünyanın ortasındaki Mezopotamya’ya gelince, doğudan
gelen uygarlık birikiminin merkezden Avrupa kıtasına doğru açılım yaparak
yöneldiği görülmektedir.
Eski
Çin ülkesi ilk çağların uygarlık beşiği olarak tarih sahnesinde öncü yerini
almıştır. Modern çağlar öncesi dönemlerde en büyük uygarlık merkezi olarak eski
Çin’in ileri geldiği tarih kitaplarında belirtilmektedir. Çin o dönemlerde yüz milyonluk bir insan
potansiyeli ile büyük bir uygarlık düzeni kurarak geleceğin dünyasına öncülük
yapmıştır. Orta çağ Avrupa’sındaki şehir devletlerinden daha büyük kentler
kuran, sahip olduğu merkezi yönetim sayesinde bu kentleri birbirine bağlı bir
çizgide yönlendiriyordu. Kentler arası alışverişin başlaması ile birlikte Çin
aynı zamanda ticaretin de ilk ortaya çıktığı bölge olarak görülebilir. Büyük
gemiler aracılığı ile dünyanın çeşitli bölgelerine yönelik ticaret girişimleri,
kısa zamanda doğu Asya bölgesini ilk uygarlığın merkezi konumuna getirmiştir.
Daha sonraki dönemde Çin’de gemi yapımının yasaklanması kabul edilince, ticari
hareketlilik sona ermiştir. Konfüçyüs’çü bürokrasinin tutuculuğu yüzünden Çin
ekonomisi durgunluk noktasına gelince, Çin teknolojideki yenilikçilikten koptu
ve daha sonra da bilimsel eserlerin basımının yasaklanması üzerine de Çin
bütünüyle durgunluğa sürüklenerek, kendi içine kapanık geri bir bölge olmaya
doğru sürüklenmiştir. Günümüzde dünyanın yeni süper gücü olarak ileri teknoloji
ve ekonomide en iyi konumuna gelen Çin, beş yüz yıl sonra yeniden dünya
liderliğine soyunmak gibi bir misyon ile karşı karşıya kalmıştır. Çin uygarlığı
teknolojideki erken gelişmelerin etkisiyle kısa zamanda büyük güç olmuştur.
Onuncu yüzyıldan sonra maden alanına giren Çin dünyanın en gelişmiş demir
sanayisini kurarak ekonomik büyüklüğünü güçlendirmiştir. Büyük gemiler ile
diğer kıtalar ve ülkelerdeki liman kentlerine gidip gelen Çin devleti o dönemde
büyük bir ekonomik güç olmak başarısını göstermiştir. Uygarlığın bütün dünyaya
yayılmasını isteyen bazı güçler, Çin’in dünyaya arkasını dönerek içine kapanık
bur duruma sürüklenmesinde etkin olmuşlardır. Sung, Ming ve Mançu gibi
hanedanların yönetiminde Çin önceleri çok gelişmiş ama daha sonra da ekonomide
içe kapanarak gerilemiştir.
Sekizinci
yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık yüzyıllar boyunca gelişerek on altıncı
yüzyıldan sonra üç kıtaya yayılınca, yeni bir uluslararası güç olarak öne çıkmıştır.
Abbasi, Emevi, Osmanlı ve Endülüs gibi imparatorluklar aracılığı ile yeryüzünde
dinlerin egemenliği için çalışan İslamiyet Avrupa kıtasına gelince Hrıstıyanlık
ile karşı karşıya kalarak Osmanlı imparatorluğu üzerinden beş yüz
yıllık bir savaşlar dönemine sürüklenmiş ve bu yüzden de dünyanın en büyük iç denizi
olan Akdeniz kıyılarında oyalanmak durumunda kalmıştır ve bu yüzden de okyanuslara açılarak, bir
küresel dünya devi konumunda yeni bir büyük güç olarak süper bir devlet ortaya
koyamamıştır . Yahudi sorunu çerçevesinde sürekli olarak Hrıstıyanlarla
savaştırılan İslam orduları önce Endülüs’te, sonra Balkanlar’da ve son olarak
da Merkezi coğrafyanın Orta Doğu ülkelerinde girmiş olduğu savaşları birbiri
ardı sıra yitirerek, dünyaya egemen olabilecek bir süper güç olma şansını
bütünüyle elinden kaçırmıştır. Bugün İslam dünyası elliden fazla devlete
bölünmüştü. İçlerinde Türkiye, İran, Mısır ve Endonezya gibi çok büyük
devletler bulunmasına rağmen, içine sürüklendikleri cemaat ve tarikat kavgaları
yüzyıllarca devam etmiş ve bir türlü eskisi gibi bir araya gelerek dünyaya
egemen olabilecek yeni bir büyük güç konumunda, dünyanın yönetiminde etkili
olabilecek bir süper güç olarak büyük bir İslam devleti gündeme
getirilememiştir. Türkler Kuzey ve Orta Asya’dan merkezi coğrafyaya göçler yolu
ile gelince İslam toplumu ve devletleri ile orta dünyada karşılaşmış ve bu
nedenle de bir sentez arayışı çizgisinde Safevi, Kaçar, Selçuklu ve Osmanlı
gibi imparatorluklar, Türk-İslam sentezi arayışları içinde tarih sahnesindeki
yerlerini almışlardır. İslamiyet öncesi yıllarda Göktürkler, Hunlar, Avarlar,
Uygurlar ve Hazarlar dünya çapında büyük devletler kurarak siyaset sahnesindeki
büyük güç boşluğunu doldurmaya çalışmışlar ama üç kıtanın kesişme noktasındaki
konumları nedeniyle bu kıtalar üzerinden sürekli yönlendirilen saldırılara
karşı savaşmak zorunda olduklarından, bir türlü barış içinde toparlanma şansını
elde edememişlerdir. Bu gibi nedenlerle uzun süreli bir Türk ya da İslam
imparatorluğu kurulamamış ve Müslümanlar dünya sahnesinde büyük güç
olamamışlardır.
Uygarlık
Çin’deki Sarı Irmak kıyılarından başlayarak Hindistan yarımadasındaki İndüs
nehri kıyılarına taşınırken, İslam dini dünyanın orta bölgelerinde hızla
yayılmıştır. Vaad edilmiş topraklar denen
merkezi coğrafya da ise önce Musevilik daha sonra da İsevilik öne çıkarak etkin
olmuşlar ve daha da sonra Avrupa kıtasında yayılmışlardır. Bu süreçte Avrupa
merkezli batı dünyasını ele geçirme kavgasında iki tek tanrılı dinin çekişmesi
yaşanmıştır. Avrupa merkezli Roma ve Bizans İmparatorlukları dünyanın
Hrıstıyan imparatorlukları olarak öne çıkarken, Emevi, Abbasi ve Osmanlı
imparatorlukları da İslam imparatorlukları olarak dünyanın orta bölgelerinde
yer alan ülkeleri bir Müslüman hegemonyası altında bir araya getirmeye
çalışmışlardır. Ne var ki, bütün bu
imparatorluklar yedi yüz ya da sekiz yüz yıl civarında etkinliklerini
sürdürebilmişler ama Çin gibi yerleşik kalıcı bir merkezi devlet düzeni
oluşturamadıkları için, hiçbir zaman bütün dünyayı hegemonyası altına
alabilecek büyük güç yapılanmasını sonsuza kadar devam ettirememişlerdir. Milat
yıllarından sonra dünya bir dinler savaşı alanına dönüştüğü için her savaş
sonrasında düzenler değişmiş ve büyük güçler de değişme sürecinde birbirlerini
izleyerek hiçbir zaman kalıcı bir süper güç konumunu elde edememişlerdir. Önceleri
Musevilik ve İsevilik arasında beliren din savaşları, üçüncü tek tanrılı din
olarak Müslümanlığın ortaya çıkmasından sonra sürekli olarak bir İslamiyet ve
Hrıstıyanlık çatışmasına dönüşmüştür. Böylece Milattan sonra geçen iki bin
yıllık dönemde üç büyük dinden hiç birisi kalıcı bir dünya imparatorluğu
oluşturamamış ve bu çerçevede sadece dinler üzerinden bir dünya hegemonyası kurulamamıştır.
Nüfusun artması, göçlerin belirli merkezlerde toplanması ve de jeopolitik
konumların öne geçmesi gibi yeni durumlarda, doğu bölgesinde Çin, Hindistan ve
Mezopotamya gibi uygarlıklar birbirini izlemiştir. Batı dünyasında ise Roma, Bizans,
Britanya ve Amerika gibi büyük devletlerin oluşturduğu uygarlık oluşumları
birbirini izlemiştir.
Merkezi
coğrafyanın dışında kalan Rusya ve Japonya gibi büyük devletler dünya
tarihi ilerlerken büyük güç olma ya da kalıcı büyük devlet oluşturma gibi
hegemonik yapılanmaları yakalayamadıkları için, İngiltere ya da Amerika gibi
uzun süreli büyük güç olma düzeyine gelememişlerdir.
Yerleşim yerlerindeki bozukluklar, ada devleti olmak ya da dünyanın tepesinde
kalan soğuk bir kuzey devleti olmak gibi jeopolitik durumlar açısından, Rusya
ve Japonya geride kalırken, İngiltere ve Amerika gibi devletler büyük güç olma
şansını elde edebiliyorlardı. Üç kıta arasında kalan Avrupa, denizlere ve
okyanuslara açılarak bütün dünyanın merkezi olmak gibi bir şansa sahip olmasına
rağmen, kıtanın doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyi ile parçalanmış bir durumda
olması yüzünden, büyük bir siyasal yapılanma olarak ön plana çıkamıyordu. Roma,
Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukların Akdeniz kıyılarında öteye
gidememesi ve okyanuslara açılamaması gibi faktörler yüzünden Avrupa
uygarlıkları küresel bir yeni yapılanma ile ortaya çıkamıyorlardı. Bugün
Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ulus devletlerin merkezi olduğu
imparatorlukların kurulmasına rağmen bütün Avrupa kıtasını kapsayan bir büyük
imparatorluk gücünü, Avrupa kıtası yaşadığı iç çelişkiler ve çatışmalar
yüzünden bugüne kadar gerçekleştirememiştir. Yirmi birinci yüzyıla girerken,
Avrupa Birliğinin kurulması, Avrupalıların bir araya gelerek bir büyük Avrupa
gücü yaratmak istemesindendir. Hegemonya kavgası merkezi alana yönelik olarak
gelişince, kıyı ya da kenar ülkeler merkezi bir güç olma şansını elde
edememişlerdir. İtalya Roma imparatorluğu aracılığı ile bir dönem merkez
olmuştur. Fransa, İngiltere, İspanya gibi batı Avrupa ülkeleri de deniz
ticareti yolu üzerinden sömürgeciliklerini
geliştirerek dünya dengelerinde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Ne var
ki, Avrupa’nın kara gücünü temsil eden Almanya kıtayı ele geçirme yolunda ilk
adımlarını on altıncı yüzyılda Habsburg hanedanının devreye girmesi ile
atıyordu. I9.yüzyılda Alman birliği sağlanana kadar Avrupada’ki güç mücadelesi
sürekli savaşlar aracılığı ile sürmüştür. Avrupa’daki savaşları kazanan büyük
devletler Avrupa gücünü temsil etme iddiası ile öne çıkarak belirleyici
oluyorlardı.
Avrupa kıtası dünya sömürgeciliğini yönetirken kıta içinde de sürekli olarak din savaşları ile uğraşıyordu. Endülüs’te başlayan din savaşlarında Musevilik ve İsevilik karşı karşıya gelirken, sonraki aşamalarda Osmanlı gücünün Balkanlar üzerinden kıtaya sokulması ile, bu kıtadaki din savaşları üç tek tanrılı din arasında cereyan etmeye başlamıştır. Bu yüzden Musevi cemaatlarının zorlaması yüzünden Vatikan’ın kontrolunda bir büyük Hrıstıyan Avrupa’nın kurulması önlenmeye çalışılmıştır. Osmanlı devleti Hrıstıyanlar ile Yahudilerin savaşları arasında sürekli olarak Hrıstıyan dünyaya karşı bir güç olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Avrupa’da bir Musevi devleti istemeyen Vatikan’ın kontrolünde bir büyük Hrıstıyan Avrupa inşa edilmeye çalışılmıştır. Hrıstıyan bir Avrupa kıtasının oluşumuna tepki gösteren Museviler ise sürekli olarak Osmanlı devletinin bir Müslüman güç olarak Balkanlar üzerinden bir Doğu Avrupa gücü olması için çalışmışlardır. Endülüs’ten Müslümanlar ile Musevilerin kovulması gibi bir benzeri gelişme de Balkanlar’da Museviler ile Müslümanların birlikte kovulması macerasını Balkan savaşları olarak Türk tarihine yazdırmıştır. Osmanlı devletinin çökertilmesi ile Yahudi sorunu Avrupa dışına itilirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da İsrail’in kurulmasıyla birlikte Orta Doğu bölgesi yeniden dinler arası çekişmelerin savaş alanı haline dönüştürülmüştür. Birinci dünya savaşı sırasında gerçekleştirilen Sovyet ihtilali aracılığı ile kurulan Sovyetler Birliği, daha sonraki aşamada Müslüman dünya üzerinde bir çatı konumuna getirilerek, İslam coğrafyasının tam ortasına bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması için elverişli bir ortam yaratılmıştır. İki bin yıl sonra Avrupa’da kurulamayan bu din devleti, kutsal kitaplardaki ayetlere uygun olarak merkezi coğrafyanın vaad edilmiş toprakları üzerinde kurulabilmiştir. Dünyanın tam ortasında var olan Müslüman devletlerini dışlayarak ve Hrıstıyan Avrupa kıtasını karşısına alarak kurulan bu din devleti, Orta Doğunun İslami çoğunluğa dayanan nüfus yapısını Sovyet ihtilali üzerinden, İslam’a karşı dinsiz bir sosyalizm dengesi kurularak, iki bin yıl sonra geri dönüşü ve devletleşmeyi başarıya ulaştırma noktasına gelinmiştir. Batı dünyasındaki Avrupa, İngiltere ve ABD’nin büyük güçlerine karşılık, Siyonizm ancak onlar üzerinden merkezi alanda büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştır.
İki
dünya savaşı iki büyük güç yaratarak iki kutuplu bir dünya düzeni kurma yoluna
girdiğin bu aşamaya kadar yeryüzünde sömürgecilik dahil emperyalizmin her türlü
oyununu oynayan büyük devletler geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bir tarafta
batı gücü olarak okyanus ötesi büyük devlet konumunda ABD, diğer yanda da yeni
dünya düzeni jeopolitiğinde bir kuzey gücü olmaktan çıkarak doğu devletlerini
sosyalist devrimlerle kendisine bağlayan bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği
adıyla yenilenmiş bir Rusya, tarih sahnesine karşılıklı iki kutup olarak
çıkartılıyordu. Birinci Dünya savaşında İngiltere ve Almanya gibi Avrupa
devletleri savaşa tutuşurken, savaş sonrası ortaya çıkan dünya haritasında bir
tarafta okyanus ötesi güç olarak ABD ve diğer tarafta da Bolşeviklerin
örgütlemiş olduğu SSCB, yirminci yüzyılın yeni dünya düzeninin iki karşıt
merkezi olarak öne çıkıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal
Atatürk’ün savaşlar öncesinde geleceğe yönelik tahminlerinde böylesine bir
yapılanmanın ortaya çıkacağı açıkça belirtiliyordu. Almanya-İngiltere
karşıtlığı dünya savaşına giden yolu açarken, gündeme getirilen ideolojik
devrim karşıtlığı devletler arası olmaktan çıkarak, sosyalizm ve kapitalizm
üzerinden siyasal kamplar arası bir çekişmeye doğru dünyayı sürüklüyordu. İmparatorluktan ulus devletlere geçiş
aşamasında devletler arası rekabet yaşanırken, Rusya gibi çok büyük bir ülkede
gerçekleştirilen ideolojik devrim, kamplaşmayı ana çelişki olarak ortaya koyuyordu.
Ne var ki, Karl Marx’ın ileri sürdüğü gibi bir çalışan sınıf olarak
Proleterya’nın olmadığı bir tarım ülkesinde sosyalist devrimin yapılması,
Marksizm’in ana ilkelerine ters düşüyordu. Gerçek anlamda işçi sınıfının
geliştiği Avrupa ülkelerinde Paris Komünü ile birlikte bir halk devrimi süreci başlatılmış ama Anglosakson dünyasının süper
kapitalist güçleri bu durumu önleyerek, acele tarafından çalışan sınıfların ideolojisi
olarak görülen sosyalizmi Almanya
üzerinden Rusya’ya taşıyorlardı . Böylece Rus devrimi ile iki kutuplu dünyanın
karşı kutbu olarak, süper büyük güç konumunda Sovyetler Birliği yapılanması
tarih sahnesine getiriliyordu.
ABD’nin
karşısına SSCB’nin bir ideolojik imparatorluk olarak oturtulması dünya
haritalarında normal görülebiliyordu ama gerçek koşullar arandığı zaman, bu
durumun hiç de var olan gerçeklere uymadığı görülebiliyordu. İkinci dünya
savaşı sonrası dünyada ana çelişki devletlerarasından alınarak ideolojiler
arası çekişmeye indirgendiği zaman, yeryüzünün tam ortalarında yaşamakta olan,
İslam dünyası baskı altına alınarak elliden fazla devletin çatısı altında yer
aldığı büyük İslam dünyası kontrol altına alınmak isteniyordu. Böylece dünyanın
yeni büyük gücü olarak ortaya çıkan SSCB, materyalist felsefe ve dünya görüşü ile
camiler ile kiliseleri kapatarak, yeni bir dinsizlik düzeni gündeme
getiriyordu. Bu tür bir dinsizlik düzeni Avrasya üzerinden Orta Doğu’ya
taşınırken, tam bu aşamada kocaman İslam dünyasının ortalarında yer alan bir
Yahudi devleti olarak İsrail, Siyonist Hrıstıyanlık olan Evanjelizmin iş birliği
organizasyonu ile kuruluyordu. Hrıstıyan dünyasından dışlanan Yahudi devleti
böylece İslam dünyasının tam ortalarında kurulurken, diğer yandan da dinleri
ortadan kaldıracak bir biçimde üçüncü dünya savaşının hazırlıkları Armegedon senaryoları
üzerinden tamamlanmaya çalışılıyordu. Dünya bugün Sovyetler Birliğinin ortadan
kaldırılması ile tek kutuplu bir düzene doğru zorlanmış ama aradan geçen çeyrek
asırlık zaman dilimine karşılık, bir türlü istenen üçüncü dünya savaşı
çıkartılamamıştır. Hiçbir üretimin olmadığı, dış dünya ile ticaret
ilişkilerinin geliştirilmediği ve bu haline rağmen yoksul ve işsiz milyonları
sınırları içinde barındırmaya çalışan Sovyet sisteminin sahte bir imparatorluk
olduğu anlaşılınca, doğu kutbunun dağılması kendiliğinden ortaya çıkmıştır.
Vatandaşı için araba üretmeyen ama dünya güç dengeleri içinde uzaya gitmeye
çalışan bir sahte düzenin çöküşü hızla gerçekleşince, İlluminati isimli gizli
dünya devletinin Müslümanlar ile Hrıstıyanları çarpıştıracakları ve bunun
sonunda devletler düzeninin yıkılacağı ve bu aşamadan sonra küçük İsrail
devletinin merkezdeki yeni büyük güç olarak büyüyeceği, en sonunda Kudüs
merkezli Büyük İsrail devletinin bütün dünyaya egemen olacağı inancı ile
hareket edilmeye başlanmıştır.
Yirminci
yüzyılın dünya savaşlarına kadar devletlerarası ilişkiler üzerinden eski dünya
düzeni sürdürülmeye çalışılmış ama bu arada da Medeniyetler Çatışması
görünümünde, ortaya devletlerin ötesindeki farklı kültürel yapılar arasında
çekişmeler gündeme getirilmeye başlanmıştır. Armegeddon senaryosundaki kıyamet
savaşları olarak hazırlanan Müslümanlık ve Hrıstıyanlık arasındaki kıyamet
çatışmalarına doğru dünya sürüklenirken, önce karşı kutup merkezi olan
Sovyetler Birliği dağıtılmıştır. Bunun üzerine bir çeyrek yüzyıl da esas kutup
merkezi olarak görünen ABD’nin de dağılmasıyla, bir büyük gücün olmadığı ve bu
durumdan yararlanan küçük ve orta boy güçlerin dünya sahnesinde etkin olacağı
ve bir süre sonra da çok kutuplu dünyanın giderek bir kaos ortamına
sürüklendikten sonra çıkartılacak bir kıyamet senaryosu ile her şeyin
yıkılacağı varsayılmıştır. Bu yıkım sonrasında da ilk tek tanrılı din olan
Yahudiliğin örgütlenmesi sonucunda kurulacak Büyük İsrail devleti çatısı
altında yepyeni bir dünya imparatorluğu kurulacağı önceden programlanmıştır.
Böylece iki binyıl önce başlatılmış olan dünya hegemonya düzeni arayışında
Hrıstıyanlara ve Müslümanlara hiç fırsat verilmeyecek ve Evanjelizmin
örgütlenmesiyle Siyonist Hrıstıyanlar batı dünyasını yönlendireceklerdir. Bayrağında
elli adet yıldız bulunan ve günümüzde ana kutup merkezi olarak yönlendirilen
ABD’de, Büyük İsrail devletinin kurulması ve bu doğrultuda izlenen Armegeddon
planının devreye sokulması ile birlikte, devlet hedefsiz kalacağından, ülke
içinde başlayacak olan iç gerginliklerin ve çatışmaların bu büyük gücün
çökmesine giden kaos yolunu açacağı şimdiden görülmektedir.
Dünya
tarihi incelendiği zaman tarihsel dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde ya da eski
hegemonya düzeninden sonra bir başka egemenlik düzenine doğru ortaya çıkan
değişimlerin, zaman içinde belirleyici olduğu geçmişteki gelişmeler incelendiği
zaman ortaya çıkmaktadır. Tarihsel dönemler tek tek ele alınarak
incelendiğinde, değişen koşulların yeni büyük güçlerin sahneye çıkmasında
etkili oldukları anlaşılmaktadır .Bilimsel devrimler, önemli icatlar, karaların
keşfi, denizlere açılma, okyanuslara egemen olma , sömürge imparatorlukları
kurma, uzaya çıkma, silah teknolojisindeki gelişmeler, fen bilimlerindeki son yenilikler, siyasal devrimler ya da bugün
yaşanmakta olan teknolojik devrimler, elektronik alandaki hızlı gelişmeler ile uzay çağının gerekleri yeryüzünde önemli yansımalar
yarattığından, jeopolitik konumlar ve dengeler değişmekte bu yüzden de eski düzenler geride kalırken, eskinin
büyük güçleri de çökme ya da dağılma aşamasına gelmektedirler. Bir büyük güç
çökerken onun bıraktığı boşluğu doldurmak üzere dünyanın bir başka bölgesinde
yeni bir büyük güç siyaset sahnesindeki yerini almaktadır. Aynı dönemde iki
büyük güç olursa ya çatışmalar sonucunda büyük savaşlar yaşanmakta ya da aradaki
yarışın tırmanmasıyla büyük güçlerden birisi, daha da büyüyerek kendi
hegemonyasını yeryüzünde geçerli kılarken, geride kalan büyük gücün bu konumunu
kaybederek ya orta boy bir güç haline gelmesi ya da bütünüyle parçalanarak
küçük siyasal yapılanmalar doğrultusunda bir yeni siyasal düzene yönelmesi gündeme
gelebilmektedir.
Bugün
çöküşe geçen ABD için gerileme sürecinin, gücünün zirvesinde olduğu Vietnam
savaşı sırasında başladığını ilgili uzmanlar dile getirmektedirler. Dünya
hegemonyasının ana bölgesi olan Asya kıtasına egemen olabilmek için yapılan
Vietnam savaşı, ABD için hem gücünün zirve noktasıdır hem de çöküş zincirinin
ilk halkasıdır. Yapısal olarak çok milliyetçi bir halk olan Vietnam halkının
ABD emperyalizmine karşı direnmesi sonucunda, süper güç olan Amerikan ordusu bir
büyük savaş yenilgisiyle Asya topraklarını terk ederek ülkesine geri dönmek
zorunda kalmıştır. İlk darbeyi Vietnam’dan yiyen ABD ikinci darbeyi de sürekli
olarak Büyük İsrail projeleri ile Amerikan hükümetlerinin üzerine giden İsrail
lobilerinden yemiştir. Dünya kapitalist sistemini elinde tutan Siyonist
lobilerin baskı ve çekiştirmeleri yüzünden giderek bocalayan ve kendi ülkesini
yönetilemez bir duruma düşüren İsrail lobileri, ABD’yi sürekli olarak kendi
çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği için, böylesine bir büyük gücün çöküşüne
yol açmıştır. Kennedy gibi ABD başkanlarını öldüren, Amerikan
ekonomisini bağımsız merkez bankası
aracılığı ile alt üst eden, İsrail’in güvenliği için Orta Doğu, Kuzey Afrika ve
Avrasya bölgelerinde savaşlar çıkartan, para gücü ile her şeyi satın alan, en
son teknolojileri kullanarak bütün dünyada bir çıkar düzeni oluşturan, siyasal
kadroları birer kurşun asker gibi kullanan İsrail lobileri, ABD içinde de
örgütlenerek bu büyük devletin kendi
çıkarları çizgisinde görünmeyen derin devletler yarattığı sürece ,ABD
ve benzeri büyük güçlerin var olması ve yaşaması artık eskisi gibi mümkün
olamamaktadır. Son dönemlerde gündeme
getirilen küreselleşme akımı da şirket merkezli yeni bir dünya düzeni
getirirken, devlet merkezli siyasal yapıları çökerterek yıkmaya başlamıştır. Bir
büyük güç olarak ABD aynı zamanda devlet olduğu için, şirketlerin saldırısı ile
devletin temelden sarsılması ve çökertilmesine karşı eskisi gibi
direnememiştir. ABD son yıllarda gerileme sürecinde olmasına rağmen, gene de
eskisi gibi bir numara konumunu korumaya çalışarak ortaya bir otorite boşluğu
alanı çıkartılmaması için bugünün koşullarında mücadele vermektedir. Son ABD
başkanlık seçimlerinde iki adaydan birisinin devletin, diğerinin de küresel
şirketlerin temsilcisi olarak hareket ettikleri görülmekte ve dünya devleti
olmaya soyunan küresel şirketler ile, yirminci yüzyılın en büyük siyasal gücü
olan Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet içinde karşı karşıya geldikleri
görülmektedir. Bu aşamada, dönemin büyük gücü olarak ABD’nin önü kesilmekte ve bir
sermaye imparatorluğu teknolojiyi kontrol ederek, yeni bir büyük güç konumuna gelmektedir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
SAYIN ANIL ÇEÇEN
YanıtlaSilBÜTÜN YAZILARINIZI-DEĞERLENDİRMELERİNİZİ YARARLANARAK OKUYORUM.
SAĞ OLUN.
BEYNİNİZE-YÜREĞİNİZE SAĞLIK.
SAYGILARIMIZLA
Hasan Pekmezci
Dünyadaki son gelişmelerin nefis bir özeti.
YanıtlaSil