Ortaçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ortaçağ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

5 Ağustos 2022 Cuma

DEVLET ORDULARINDAN DÜNYA ORDUSUNA - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA   KALESİ

          DEVLET ORDULARINDAN DÜNYA ORDUSUNA

           Savaşlarla dolu olan insanlık tarihi iki büyük dünya savaşı ve arkadan yarım yüzyıllık bir soğuk savaş sonrasında, küresel sermayenin insanlığı tek bir dünya devletine doğru baskı uygulayarak gündeme getirdiği küreselleşme sonrasında da yeni bir soğuk savaşın gündeme gelmesiyle, insanlığın uzun yıllar peşinde koştuğu bir evrensel barış düzeni, ne yazıktır ki bugün bile gündeme gelememiştir. Uzun süren savaş dönemlerini arkadan barış dönemleri izlemiş, barış antlaşmalarının geçerliliğini yitirdiği aşamalarda ise yeniden savaş süreçleri tarih sahnesinde öne çıkarak, dünya gezegeni ve insanlık aleminin geleceğini belirlemeye yönelmiştir. Milyonlarca yıl geriden gelen dünya gezegeni bu çerçevede bir türlü istikrarlı ve düzenli bir yaşam ortamına sahip olamamıştır. Birbirinin kurdu olduğu ileri sürülen insanlar sürekli değişen koşullar içerisinde yaşamlarını sürdürebilmek üzere mücadele ederlerken, bazen mücadele koşullarının sertleşmesiyle birlikte savaş dönemlerine doğru sürüklenmişlerdir. Bu gibi durumların ötesinde yaşam koşullarının daha yumuşak bir ortama kavuştuğu süreçlerde ise barış dönemleri gündeme gelerek, insanlığı gelecekte yok olmaya götürebilecek savaşlara son verebilecek barış koşulları, büyük mücadelelerle yaratılmaya çalışılmıştır. Tarihin sürekliliği ilkesi açısından savaş ve barış oluşumlarına bakıldığı zaman her ikisinin birbirinin hem karşıtı hem de devamı olduğu görülmektedir. Uzayıp giden savaş süreçlerinin zamanla kesintilere uğraması barış ortamlarına geçişi hızlandırmış, devletler arası ilişkiler düzeyinde görüşmelerin ya da uluslararası ilişkiler ortamında sorunlar ya da çatışmaların gündeme gelmesiyle birlikte, barış süreçlerinin hızla bir savaş ortamına dönüşebildiği, tarihin birçok aşamasında görülebilmiştir. Savaşlarla barışların birbirinin tamamlayıcısı olduğu bütünsel bir geçmişe sahip olan insanoğlu, yeni bir yüzyılın başlarında gene benzeri bir durum ile karşı karşıya getirilmiştir.

          İnsanlığın dünyaya yayılmasıyla birlikte değişik ülkelerde yaşayan toplumlar bulundukları yere, jeopolitik konuma ve sahip oldukları koşullara uygun bir tarih yaşayarak bugünlere gelebilmişlerdir. Barış ortamı ile savaşlar arasındaki ilişkiler genel anlamda birbirinin tamamlayıcısı olan süreçler ile bütünleşmiştir. Savaşlarla birlikte barışlar da birbirini izlediği için, her iki kavramın tanımlanması sırasında bu birliktelik aradaki bağlantı üzerinden ortaya konulurken, savaşlar için silahlı diplomasi, barışlar için de silahsız savaşlar tanımı kullanılarak bu iki kavram arasındaki yakınlık açıklanmaya çalışılmıştır.  İki kavram arasındaki ilişkiler bütününe hangi açıdan bakılırsa bakılsın, savaş ve barış kavramları hem birbirinin karşıtı hem de tamamlayıcısı olarak süreklilik arz eden ortamların içinde bulunmaktadırlar. Bu nedenle barış isteyenler savaşları, savaş isteyenler ise barış ortamlarını ortadan kaldırmak zorundadırlar. Birbirleriyle mücadele etmek durumunda olan bu taraflar bir anlamda birbirlerini yok etmek, ya da devre dışı bırakmak zorunda kalmaktadırlar. Siyasi tarih incelendiğinde her dönemin kendine özgü koşullarında hem dünyanın yönetimi hem de var olan insan toplumlarının belirli bir düzen içinde yaşamaları, her zaman için sorun olmuştur. Çeşitli dönemler tek başına ele alınarak incelendiğinde barış ortamlarının çöküşü ile birlikte savaşlara, savaş koşullarının gevşemesi ya da yozlaşmaya başlamasıyla birlikte de barış ortamlarına doğru bir kayma oluşumu kendiliğinden devreye girebilmektedir. Bu nedenle, barış görüşmeleri devam ederken savaşlardan söz edilebilmekte, savaşların en şiddetli aşamalarında barış arayışları öne çıkarak tarafların önünü kesebilmektedir. Bu çerçevede savaş ve barış kavramlarını düşman kardeşler olarak görmek ve bu doğrultuda her zaman için her ikisini de dikkate alarak değerlendirmeler yapmak zorunluluğu vardır. Savaşlar insanlık tarihinin istenmeyen dönemleri olarak öne çıkarken, barış dönemleri de büyük istekler ve özverilerin sonucunda devreye girerek, insanların yaşam düzenlerini saldırgan savaşların güvencesi altına almaktadır.

           Savaşlar insanlık tarihinin istenmeyen olumsuzlukları olarak yüzyıllardır sürüp gelirken, aradan geçen uzun yıllar boyunca insanların yaşam biçimleri değişmiş, ilkel çağları geride bırakan insanlık, orta çağ tarihi itibarıyla tek tanrılı dinlerin gündeme getirdiği feodal beylikler ve papazların yönetimindeki şehir devletleriyle yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Şehir devletleri arasındaki çekişmeler savaşları gündeme getirdiğinde, her kent yönetimi kendi silahlı birliğini kurarak yoluna devam etmeye çalışmıştır. Şehirler arası savaşları kazanan kentlerin başındaki feodal beyler zamanla kendi krallıklarını ilan ederken, şehirlerarası savaşlarda yenik düşen kentler krallıklarını ilan eden kentlere bağlanmaya başlayınca, kent devletlerinden ulus devletler dönemine geçişin önü açılmıştır. Silahlanma olgusunun şehir devletleri yaratması üzerine, kentler arası savaşlar uzun sürmüş ve bu dönemin sonucunda krallık ilan eden kentlerin askeri birlikleri, büyüme süreci sonucunda ulus devlet konumuna gelirken, orduların da uluslaşması aşamasında kendiliğinden ulus devletler ve onlara bağlı biçimde yeniden örgütlenen ulusal ordular tarih sahnesindeki yerlerini alarak, dünya tarihinin şekillenmesinde önemli bir misyonu yerine getirmişlerdir. İnsanlık ilk çağlardan orta çağa geçerken, daha sonraki aşamada gündeme gelecek olan uluslaşma ve ulus devlet düzenine yönelme sayesinde beş yüzyıllık bir geçiş dönemi sonrasında, bugünkü büyük ve güçlü ulus devletler yapılanması öne çıkarak dünyanın geleceğinin belirlenmesinde en etkili faktör olmuştur. Yirminci yüzyılın başlarında uluslaşan toplumlar ve ulus devlet haline dönüşen krallıklar arasındaki çekişmeler, yeryüzünün birçok bölgesinde kanlı çatışmalara ve silahlı isyanlara davetiye çıkarırken, bu tür sorunların dışında kalmak isteyen krallıklar ulusal toplumlarını ulus devlet ordularına dönüştürerek, hem varlıklarını korumak hem de bu yoldan elde edilen güçlenme aracılığı ile uluslararası alanda kendi hegemonyaları doğrultusunda, yeni bir dünya düzeni kurabilmenin arayışları içinde olmuşlardır. Kuvvetli ordusu olan devletler çekişme sürecinde dağılmayarak ve yollarına devam ederek, en güçlü krallıkların örneklerini her dönemde dünya haritasının üzerinde kurabilmişlerdir.

          Aslında dünya tarihi incelendiği zaman, devletler ile orduların aynı süreç içinde ortaya çıkarak güçlendikleri görülmektedir. Doğal ortamdan kurulu düzenlere geçildikçe devlet örgütlenmeleri çok daha fazla genişleyerek, güçlenme yolunda önemli gelişmeler göstermiştir. On bin yıl öteden gelen devlet örgütlenmeleri yolu ile toplumlar kırsal alana bağımlılıktan kurtularak, yerleşik bir düzene geçişin çalışmalarını yapmışlar ve dünyanın tam ortalarında yer alan Mezopotamya bölgesinde yerleşik bir düzene geçişin ön hazırlıkları tamamlanmıştır. Göçebe toplumdan yerleşik düzene geçerken insanlar eğitilmeye başlanmış ve bunun sonucunda da uygarlığın yepyeni çağdaş bir düzen olarak öne çıkmasının yolu açılmıştır. İnsanlar okudukça ve eğitildikçe toplumların uygarlaşması, sosyal bir gerçeklik kazanarak gelecek için yol gösteriyordu. Yerleşik düzen beraberinde güvenlik ve korunma gereksinmelerini de gündeme getirdiği için bu doğrultuda merkezi güçlenmeyi sağlayacak askeri birlikler olarak ordular öne çıkıyordu. Zaman içerisinde kent devletlerinden ulus devlet yapılanmasına dönüşmüş olan bu tür yapılanmalar, birbirini izleyerek gündeme geldikçe, güçlenen ordular daha da büyüyerek, büyük devletlere paralel biçimde büyük ordular da tarih sahnesindeki yerlerini alıyorlardı. Birbirini yemek ya da yok etmek iddiasında olan insanlar ve toplumlar arasında çekişme ve çatışmalar yayıldıkça, savaşlar birbiri ardı sıra dünya sahnesinde daha fazla görülmeye başlanıyordu. Şehirler ve devletler büyüdükçe güvenlik gereksinmeleri fazlasıyla artmakta ve bu doğrultuda da her devlet merkezi, diğer devletlere karşı kendi egemenliğini koruyarak güvenlik örgütleriyle birlikte çağdaş ordular ortaya çıkarılıyordu. Orta çağdan bu yana sürüp giden siyasal gelişmelerin yarattığı gereksinimlerin, karşılanması için devlet ve ordu ilişkilerinde ortaya çıkmakta olan yapısal temellendirmelerin dikkatle korunması gerekmiştir. Devletler ile ordular arasındaki ilişkilerin her yönü ile karşılanabilmesi için güç dengeleri ile birlikte güvenlik arayışlarının da doğal etki alanları yaratması, doğal olarak tamamlayıcı bir oluşum olarak gündeme gelmektedir. Her devlet bir güç merkezinin var olma örgütlenmesi olduğu için çatışmalar, çekişmeler ve savaşlar da böylesine bir oluşum sürecinin sonraki aşamaları olarak öne çıkmaktadır.

          Ordu ve güvenlik sorunları ile ilgili konuları bir düzene koyabilmek açısından devlet yapılanmaları kalıcı bir düzen getirerek, sorunların daha da karmaşıklaşmasını önlemektedir. Bu nedenle hukuk ve siyaset merkezleri her zaman için ya devlet mekanizmalarıyla çalışmak ya da en azından devlet yapılanmalarının getirmiş olduğu kamu düzenleri ile birlikte çalışmak isterler. Devlet ve ordu ilişkilerinin temel dinamikleri geçmişten gelen yapısal temel üzerinde yükselirken, gündeme gelen nedensellik bağlantıları çerçevesinde çözüm yollarına doğru bir açılım gerçeklik kazanabilir. Devlet yapılarına ya da kamu düzenlerine yönelik çeşitli tehditler her zaman için sorun yarattığından dolayı, güvenlik konusu her devletin en önde gelen sorunlarından birisidir. Devletler bu çerçevede öncelikle kurulu bulundukları bölgelerde ilk olarak üstünlük taşıyan otoritesini herkese ve her çevreye öncelikle kabul ettirmek zorundadır. Bir ülke içinde ya da bir devletin çatısı altında ortak bir statü çerçevesinde gerçekleştirilecek olan toplu yaşam ya da birlikte yaşam düzenlerinin kurulabilmesi ve bunun sonsuza kadar devam ettirilmesi iddiası, gene ordular aracılığı ile gereği yerine getirilen bir konudur. Devletlerarası çekişmeler ya da toplumlar arası çatışmaların gündeme geldiği aşamalarda iç ve dış konjonktürdeki dengeler bozulabilir. Güç unsurunun eksik olduğu ya da geride kaldığı gibi durumlar ortaya çıkınca devlet gücünün düzen ve istikrarın sağlanmasında beklenen ağırlıkları ortaya koyamadığı görülmekte ve bu nedenle devletin temelinde var olan kamu gücünün yeniden destek sağlanarak eskiden gelen güç dengelerinin yeniden kurulabilmesi gerekmektedir. Devletin gücünün yeniden eski dengelere dayanan bir kamu düzeni oluşturamadığı aşamalarda, bir başka güce dayanan güçlünün hukuku eski düzenin yetersiz kaldığı aşamada devreye girerek, var olan otorite boşluğunun doldurulması veya giderilmesi çizgisinde beklenen ağırlığını ortaya koymak durumundadır. Ancak bu yoldan uluslararası düzen dengeli bir biçimde sürdürülerek devlet düzenleri korunabilmektedir.


          Devletlerin güvenliğinin sağlanmasında kamu otoritesinin hiçbir biçimde inkâr edilemez bir ağırlığı bulunmaktadır. Devlet otoritesinin varlığı açısından güvenliğin sağlanmasının bir diğer unsuru devletin şiddet tekeli ya da silah kullanma yetkisinin devreye sokulmasıdır. Bir ülke içinde ya da bir devletin sınırlarının arasında kalan yerlerde silah kullanılması, ancak çatısı altında yaşanmakta olan devletin etkin ağırlığı ile sağlanan kamu düzeni içinde sağlanabilmektedir. Ülke içinde güvenliğin sağlanması aşamasında var olan bütün siyasal güçlerin dikkate alınarak hareket edilmesi gerekmektedir. Farklı devlet yapılanmaları içinde ordunun ülke içindeki güç merkezlerini dışlamadan hareket etmesi, var olan siyasal çıkmazlardan kurtulabilmek için önemlidir. Otorite çıkmazları aşılırken, geçmişten gelen sistemin odak noktası olarak ordu, toplumsal barışı sağlamak doğrultusunda bir devletin güç merkezi konumunda tüm diğer güç merkezlerini dikkate alarak hareket etmek zorundadır. Egemenliğin giderek ön plana çıktığı son yüzyıllarda devletler, bu gücü kullanarak hem kendi güç merkezlerinin korunmasında hem de devletin silahlı kanadı olarak ordunun her zaman için sorunlu durumlarda devreye girmesinin sağlanmasında, kendilerinden beklenen işlevselliği yerine getirdikleri ortaya çıkmaktadır. Burada devlet ve ordu arasındaki ilişkilerin düzenli bir biçimde işlemesinin ne kadar yaşamsal öneme sahip olduğu anlaşılmaktadır. Güç sahibi devletler kendi ordularını işlerine geldiği gibi ve de ulusal çıkarlarının bulunduğu her aşamada ileriye sürerek ağırlık dengelerini kendileri için en uygun zamanda kollamak durumundadırlar. Büyük devletler sahip oldukları güçlü orduları ile onların sağlamış olduğu prestijden yararlanarak, uluslararası alandaki güçlü konumlarını devam ettirebilmenin çabası içinde olmaktadırlar. Eğer sahip oldukları bu gibi güçlülük unsurunu kullanarak kendi çıkarlarına uygun bir sonuç alamazlarsa ve de bu yüzden dünya barışı tehdit altına girerse, o zaman büyük devletler otorite ile önleyemedikleri sorunları çözmek ya da kuramadıkları yeni kamu düzenini oluşturabilmek üzere, sahip oldukları silahlı güç olarak orduları ile meydana çıkarak, dünyanın her bölgesinde ortaya çıkabilecek olumsuz siyasal gelişmelere müdahale edebilmektedirler. Bu aşamada, var olan küresel düzenin ya da dengelerin muhafaza edilmesinde büyük devletlerin otoritelerinin bir araya gelerek olumsuz gelişmelere karşı bir cephe oluşturması, dünya barışı açısından son aşama çözümü olabilmektedir.

           Devletler bütün toplumsal kuruluşlar ya da örgütlenmeler gibi belirli zaman dilimlerinde ortaya çıkarlar ve değişen koşulların ortaya çıkardığı durumlara göre varlıklarını sürdürürler. Bazı devletler içinde bulundukları konjonktüre bağlı olarak uzun ya da kısa ömürlü olabilirler. Büyük dünya savaşları dahil olmak üzere yer küre üzerinde meydana gelen bütün değişiklikler sosyal yapılanmaları etkilediği için ,bazı devletler  içinden geçilen konjonktürün fazlasıyla yansıyan etkilerine göre, ya işin başında ters düşerek devletleşme sürecini tamamlayamadan dağılabilirler ya da başlangıçta kuruluş aşamasını tamamladıktan sonra, kısa zaman içinde yeni ortaya çıkan koşulların etkisiyle başlangıçta oluşturmuş oldukları dengeleri muhafaza edemeyerek, kısa bir zaman dilimi içinde dağılmaya doğru sürüklenebilirler. Devletlerin varlığının devamı konjonktürel gelişmelere doğrudan bağlı olduğu için her siyasal yapılanma toplum içindeki ve dış dünyadaki değişiklikleri izleyerek durum tespitleri yaparlar.  Yeni koşullarla birlikte gelişen konjonktürel değişikliklerin ortaya çıkardığı koşullar ile belirli amaçlara yönelik güdümlü baskıların yansımalarıyla, ortaya çıkan yeni ortamlarda bütün devletler kendi geleceğini arayarak, ayakta kalabilmenin ve sonsuzluğa kadar yoluna devam edebilmenin çabaları içinde olurlar. Devletler kurulurken olduğu gibi devam ederken ya da çöküşe doğru zorlandığı aşamalarda, kendilerini kurtarmak üzere yeni yapılanmalara yönelebilirler, ya da ayakta kalabilmek için diğer devletler ile bölgesel ve de küresel boyutlarda iş birliği yaparak ve de yardımlaşarak yola devam edebilmenin çabası içine girebilirler. Her devlet ilgili birimleri aracılığı ile dünyadaki değişimleri yerinde izleyerek, kendisi için gündeme gelebilecek tehdit ve tehlikelere karşı bağlı birimler aracılığı ile önlemler alabilmektedir. Ordular her devletin güç unsurunun örgütleri olarak, sınırların ötesinden gelebilecek her türlü olumsuz duruma karşı çıkabilecek durumda olmak zorundadır. Devletler kendi gereksinmeleri için kurdukları orduları en üst düzeyde güçlü bir örgütlenme düzeyine çıkararak, her türlü tehlike ve tehdide karşı ordu kozunun en üst düzeyde kullanabilmenin her zaman için çabası içinde olmaktadırlar.

          Dünya siyasetinde öngörülemez durumların ortaya çıktığı dönemlerde ve içine sürüklenen olumsuz durumlarda her devlet kendini kurtarabilmek için her yola başvururken, kendi ordusu ile birlikte hareket ederek önlemler almakta ve de sorunlara karşı farklı çözüm reçetelerinin devreye girmesi için girişimlerde bulunmaktadırlar. Devletler arası rekabet düzeni içinde her devlet belirli alanlarda ya da konularda ihtisas sahibi olmaya doğru yönelirken, devletler ve orduları arasında var olan iş birliği düzeni yeniden oluşturularak, teknolojik alandaki yenilikler ile toplum içinde ortaya çıkan yeni koşulların birlikte ele alınarak hareket edilmesi gerekmektedir. Bugünün koşullarında varlığını koruyan ulus devletler kendilerini korumak ve bu doğrultuda etkili olabilmek için kendi ordusu ile birlikte ortak çalışmalara gidebilirler. Kendi devletini kuran ulusal toplumların bu doğrultuda çıkarlarını koruyabilmek için ordularını öne çıkaran güçlü bir yapılanma içinde olmaları gerekmektedir. Ordunun çalışmaları sırasında ortaya çıkan yeni durumlara göre önlem alma yoluna girildiğinde, ülkenin geleceği için kurulabilecek bir güçlülük içinde hareket edebilmesi gerekmektedir. Bu aşamalarda ulus devletler ulusal çıkarları koruma doğrultusunda hareket ederken halk topluluklarının oluşturduğu devlet modellerinde ise, ülkenin ve halk kitlelerinin çıkarlarına öncelik verilerek hareket edilmektedir. Dünya haritası üzerinde yer alan iki yüzden fazla devlet yapılanması çerçevesinde sorunlar ele alındığında gene ordu faktörü öncelikli olarak devreye girerek, çeşitli önlemlerin devlet ve toplumun geleceği için karara bağlanması sağlanmaktadır. Ordulara böylesine durumlarda genişletilmiş yeni yetkilerin tanınması ile devlet krizlerinin aşılabilmesi sağlanmaktadır. Devletlerin olumsuz gelişmelerle karşılaşması aşamasında, güvenliğin yeniden örgütlenmesi ya da ortaya çıkan yeni durumlara uygun hareket ederek eskisinden çok farklı ya da daha gelişmiş bir yeni yapılanmaya yönelinmesi gibi durumlar da ortaya çıkabilir. Bu gibi tartışmalı durumlarda devletlerin zayıflık göstermeyerek kararlı bir biçimde hareket etmesi gerekmektedir. Öncelikli olarak problemli noktalarda her devlet kararlı davranarak kendisi için tehdit arz eden durumların ortadan kaldırılmasını veya geleceğin koşullarında bunların devre dışı bırakılmalarını gerçekleştirebilecek adımları atması gerekmektedir.  


          Devletler eski çağlardan bu yana kendi varlıklarını güçlendirme çizgisinde ordu unsurunu güçlendirebilmek için birçok yola başvurabilmektedir. Her devlet kendi nüfus yapısını zorlayacak önlemlere yönelmeden önce, durum tespiti ve analiz işlemlerini dikkate alarak çalışmalarını yönlendirirken normal nüfus ve asker sayıları arasında güvenlikçi bir dengenin ortaya çıkması için çaba göstermektedirler. Tekelci şirketler giderek küreselleşme sürecinde çok büyüyerek ve ulus devletlere karşı saldırı ve savaş senaryolarını devreye sokarak yeryüzü üzerinde mutlak egemenlik sahalarını genişletmektedirler. Böylesine çıkarcı bir genel yöneliş içerisinde büyük şirketler tekelcilikten öne çıkarak ve daha sonra da kendi çıkarları açısından küreselciliğe yönelerek, evrensel bir hegemonya düzeni hedefine doğru emin adımlarla ilerlemişlerdir. Beş yüz yıl önceden başlayarak bugüne kadar yükselen devlet merkezli gelişmeler son dönemin küresel hegemonya yayılmacılığı çerçevesinde daha çok şirket merkezli gelişmelere yerini bırakmıştır. Şirketler büyüdükçe tekelcilikten küreselciliğe geçmişler ve sonunda dünya hegemonyası devletlerin elinden alınarak büyük şirketlere devredilmiştir Yetki genişliği devletlerin elinden alınarak şirketlerin yönetimine bırakılırken, uluslararası kuruluşlar sürekli olarak özelleştirmeleri savunmuşlar ama devlet merkezli kamu düzenlerini ortadan kaldırmak üzere de özelleştirmeler üzerinden önce piyasa ekonomisini kurmuşlardır. Böylece piyasa merkezli şirketleşme aşamasına gelinerek devletlerin ve toplumların bu aşamada şirket merkezli bir kapitalizme yönelmeleri sağlanmıştır. Yüzyıllarca toplumları devlet merkezli yönetmeye alışmış olan insan toplumları, beş yüz yıl sonra kendi ürettikleri sermaye merkezli bir kapitalist yapılanmaya yönetilmiştir. İnsanlığın son çeyrek yüzyıllık yaşam döneminde, kapitalist ekonomi düzeni daha da güçlenerek piyasa üzerinden insanlığın kaderinde olumsuzluk çizgisinde etkili olmuştur.

          Devlet gücü ya da ülke iktidarı bürokrasinin elinden çıkarak sermayedarların eline geçmesiyle birlikte devlet mührü de el değiştirerek yüksek bürokrasiden büyük şirket patronlarının eline geçmiştir. Sosyalizm bir işçi ve emekçi halk sistemi olarak gelişirken, kapitalizm de şirket sahibi sermayedarların elinde bir yaşam biçimine dönmüştür. Son dönemlerde ise sosyal demokrasi ya da demokratik sosyalizm adı altında kamusal rejimlerin gündeme getirilmesi görülmeye başlanmıştır. Bu yeni dönemde tekelci büyük sermaye kapitalizmi ekonomik yol olmanın ötesinde siyasal bir sisteme doğru dönüştürürken, var olan demokratik rejimlerin paranın yönetimi ve kontrolü altında kapitokrasi adı altında eskisinden çok farklı bir yaşam düzenine doğru dönüştürülmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Artık halk kitleleri işsizliğe ve yoksulluğa doğru zorlanırken, halkın egemen olduğu siyasal sistem olarak demokrasiler geride kalarak tarihe mal olmuşlar ve bunların yerini de sermaye sahibi büyük burjuvalar almaya başladığında, artık devletler arasındaki rekabet düzeni yerine şirketler arası çekişme dönemi başlamıştır. Şirketler çok fazla büyüyerek, devlet bütçelerinin on katından fazla özel yıllık bütçelere sahip olmaya başladıkları noktada, giderek zayıflayan ekonomik düzen üzerinden büyük ve güçlü orduları kurmak, beslemek ve de devlet iktidarını temsil eden gerçek güç olarak öne çıkarmak zorlaşmaya başlamıştır. Her şeyi para yolu ile satın almak aşamasına gelen iş adamları ekonomi üzerinden devlet düzenlerinin de yeni iktidar sahibi olmuşlar, ülke ve devletin gereksinmeleri doğrultusunda kamu yönetimini sermaye sahiplerinin tekeline bırakarak kapitalizmin kapitokrasiye dönüşmesine yol açmışlardır. Dünya devletlerinde ordular ulus devletlerle beraber giderek küçüldükçe, her şeyi satın alarak sonsuza kadar büyük ekonominin yönetimini ellerine alan patronlar devletin yerine şirketleri koyarken, orduları da devletin elinden alma doğrultusunda özel askeri birlik ve sermaye mücadelesi veren yeni askeri yapılanmalar kurmaya başlamışlardır. Bu gibi girişimlerin sonucunda güvenlik alanı bir ticaret sahasına dönüştürülmüş ve normal askeri birlikler küçültülerek ortadan kaldırılırken, bunların yerine güvenlik ve koruma şirketleri adı altında yeni yapılanmalar örgütlenerek devreye sokulmaktadır. Bir devletin en büyük misyonlarından birisi olan güvenlik sektörünün özelleştirilmesi ile birlikte liyakat, güven ve düzen kavramlarının ortadan kalktığı yerlerine ne olduğu belli olmayan bazı mafya benzeri yapılanmaların öne çıktığı görülmektedir. Böylesine bir olumsuz durum kapitalizmin merkezi olan ABD’de ortaya çıktıktan sonra dünya ülkelerinde yayılmıştır.

           Dünyanın kapitalizmin bir üst aşaması olarak kapitokrasiyi yaşamaya başladığı aşamada, demokrasiler sisteminden çıkarak paranın egemenliğine teslim olma gibi insanlığın genel ilerleme tarihine ters düşen olumsuz bir aşamaya gelmiştir. Böylesine olumsuz bir durumun ortaya çıkmasında batı merkezli kapitalist sistemin büyük oranda etkisi olmuştur. Para her şeyi satın alırken, güvenlik hizmetlerinin özelleştirilmesi üzerinden eski orduların yerine yeni orduları güvenlik şirketleri görünümünde devreye sokmaktadır. Böylece devletin adalet, güvenlik, özgürlük, eşitlik, liyakat gibi temel ilkelerinin devlet düzeni ile bağlantıları kesilmekte ve güvenlik gibi devletler açısından olmazsa olmaz bir kavram olarak özel ordularla, ülkelerin ve halk kitlelerinin hak ve özgürlükleri koruma altına alınmaya çalışılmaktadır. Şirket sahiplerinin özel çıkarları doğrultusunda kurulan bazı güvenlik örgütlerinin hiçbir biçimde adil, eşitlikçi ve de güvenlikçi olmadıkları, kendilerine maaş ödeyen kuruluşların çıkarları doğrultusunda bazı savunma görünümlü hizmetlerle birlikte daha çok dünya ve piyasa hegemonyaları doğrultusunda, alan geliştirmek amaçlı saldırı mekanizmalarını da devreye sokabildikleri görülmektedir. Patronların egemen olduğu büyük şirketlerin yönetiminde etkin olan bir avuç sermaye sahibinin zamanla, dünya siyaset sahnesini halk kitlelerinin egemenliği çizgisindeki demokrasilerden uzaklaştırarak, giderek küreselleşen sermaye düzenlerinin çıkarları yönünde ön plana çekerek, kapitokrasi uygulamaları üzerinden bir para ya da sermaye imparatorluğuna doğru yepyeni bir yapılanma ile insanlığın önüne çıktıkları görülmektedir. Para ilişkileri geçmişten gelen bütün gelenekleri ve yaşam biçimlerini bozarken, bunları korumakla görevli devletlerin küresel şirketlerin oyun bahçesine dönüştürüldükleri artık iyice kesinlik kazanmaktadır. Böylesine bir dönüşüm süreci içinde siyaset bütünüyle küresel şirketler üzerinden yeni bir oyun alanı olarak dizayn edilmekte ve ordular da küçültülerek sermayenin askeri kadrolarına yeni etkinlik alanları yaratılmaktadır. Böylece ulusal kurtuluş savaşları aracılığı ile kurulmuş olan ulus devletlerin ordularının yerini, hiçbir biçimde ulusal olmayan sermayenin askeri birlikleri, küresel şirketlerin çıkarları için almaktadırlar.


          Devletlerin devlet merkezli ordularının yerini sermaye şirketleri görünümünde sermayenin askeri birlikleri almaktadır. Ulus devletlerin büyük patronları milli burjuvazi olmaktan çıkarak dışa açılma görünümünde küresel şirketlerle uluslararası ilişkilere yöneldikleri aşamada, burjuva toplumları ulusallık özelliğini kaybederek küresel burjuvazinin işbirlikçi ortakları görünümüne sürüklenmektedirler. Şirketleşmede başlayan çok kültürcülük oluşumlarının, şirketler üzerinden toplumsal alana doğru yayıldıkları aşamada, ulusal burjuvazinin ikiye bölündüğü, üst düzeyde kalanların uluslararası burjuvaziye dönüşerek piyasa ekonomisi ve teknolojik gelişmelerin bütünleşmesiyle bir dünya devleti peşinde koştukları anlaşılmaktadır. Devletler ulusal kimliklerini piyasa ekonomisi içinde kaybederken, ordular da piyasanın yönlendirmesine girerek, bir anlamda ulus ötesi yapılanmalar olarak yeni bir dünya düzeninin ordusu olmaya doğru yönlendirildikleri görülmektedir. Bugün dünya haritası üzerinde yer alan iki yüz den fazla ulus devlet, küresel emperyalizmin saldırgan piyasacılık girişimleriyle ortadan kaldırılmakta ve askerlik de vatan borcu olarak bir amatör hizmet alanı olmaktan çıkarılmaktadır. Böylece ulus devletler ile birlikte ulusal ordular da tarihin derinliklerine doğru gömülürken, güvenlik alanında koruma bekçileri ve şirketleri cirit oynatmaya başlamıştır. Böylesine önemli bir yapısal değişim daha önceden düşünülerek bir plan ya da projeye dönüştürülmediğinden, çeyrek asırlık küreselleşme sonucunda ulus devletlerin ulusal orduları eski düzenlerini kaybederek dağınık bir ortama doğru sürüklendikleri için, dünya güvenlik haritasında önemli ölçülerde boşluklar gündeme gelmiştir. Ulus devletlerin küçültülerek yok edilmesi süreçleri şehir ya da eyalet devletleri gibi oluşumlar üzerinden tezgahlanırken, olumsuz koşulların tehdit ortamı kaldırabilmek üzere güvenlik ve koruma şirketlerinin devreye sokulmasıyla çözüm üretilmeye çalışılmış ama ciddi bir sonuç alınamamıştır. Daha çok eski suç örgütlerinde hukuk dışı işlere girmiş olan insanların silahlı güvenlik şirketlerinde görevler üstlenerek, yeni dönem güvenliğinin sağlanmasında öne geçtiklerinden, bazen koruma şirketleri mensuplarının da güvenlik hizmeti yerine güvenlik tehditleri yarattıkları dünyanın bütün ülkelerinde gözlemlenmektedir. Devletlerin küçültülmesi   dünyada ciddi bir güvensizlik ortamı yaratmıştır.  

          Devlet ordularının Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek bir dünya ordusu kurulması beklenirken, devlet ordularının yerini şirket ordularının alması son derece yanlış bir geçiş uygulaması olarak insanlık tarihinde yerini almıştır. İki büyük dünya savaşı sırasında Almanya, İngiltere, Rusya gibi yıkılan büyük devletler ve onların ordularının içine sürüklendikleri çöküş ve dağılma süreçlerinin de insanlığın geleceğinde önemli bir güvenlik sorunu yarattığı anlaşılınca, hiçbir büyük devletin kendi ülkesi ya da küresel alanın korunabilmesi açısından yeterince güvenlik yaratamadığı, sonuç olarak ortaya çıkmıştır. Büyük devletler bir savaşı kazansa bile, diğer savaşları kaybedebilmiş ama hiçbir büyük devlet sonuna kadar kendi ülkesinin ya da küresel alanın sürekli korunabilmesi açısından sonsuza kadar giden bir devlet ya da ordu güvenliği tesis edilememiştir. Bu durumu yerinde gören dünya devletleri, gelecekte kendilerini ve devletlerini güvence altına almak doğrultusunda bölgesel ya da küresel güvenlik kuruluşlarına yönelmişlerdir. Özellikle iki büyük dünya savaşı sonrasında ortaya çıkan küresel güvenlik boşluğunun yaratmış olduğu sorunlar, bugünün dünyasında ciddi bir barış ve güvenlik sorunu yarattığı için, ülkesel ve bölgesel güvenlik arayışlarının ötesinde küresel güvenlik gereksinmesi açıkta kalmakta ve tam olarak karşılanamamaktadır. Cihan savaşları sonucunda kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünün bütün dünya devletleri açısından güvenilir bir çatı örgütlenmesi olması beklenmiş ama o dönemden bu yana ortaya çıkan siyasal gelişmeler böylesine bir beklentinin tam olarak gerçekleşemediğini de dünya kamuoyuna göstermiştir. Devlet orduları ulus devletler arasında ulusal çıkarlar açısından sürekli olarak güvenlik sorunu yarattığı için, bugün yeni gelinen aşamada bütün devletlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında bir araya gelerek, acil dünya barışını sağlayacak bir doğrultuda Birleşmiş Milletler ordusunu kurmaları gerekmektedir. Ayrıca dünya uzaya açılırken, uzayda var olabilecek tehdit ve tehlikelere karşı da birleşmiş bir dünya ordusunun gerekli olduğu bazı maceracı devlet adamları ya da büyük devletlerin önlerinin kesilerek savaşlara giden yolların önüne geçilmesi de dünya barışı açısından giderek bir zorunluluk haline gelmektedir. Maceracı emperyalist devletler ile uzaya açılmanın getireceği risklerin giderilmesi açısından, öncelikle bir dünya devletine ve de ordusuna gereksinme giderek artmaktadır.

          Tek bir dünya çatısı altında bir araya gelmek, insanlık açısından bugünlere taşınan yüzyılların bir ütopyasıdır. Tarihin her döneminde etkin olan devletler güçlü orduları ile büyük savaşlar yaratarak kendi dünya krallıklarını kurmuşlar ama hiç birisi sonuna kadar başarılı olamamıştır. Bugün gelinen yeni aşamada artık insanlık bir büyük dünya güç merkezinin öncülüğünde bir araya gelerek, dünya barışı için yepyeni bir dünya ordusu kurmalıdır. Bu doğrultuda Atlantik emperyalizminin maşası olarak kullanılan NATO’nun öncelikle Birleşmiş Milletlere bağlanarak bir dünya ordusuna dönüştürülmesi zorunlu olarak gündeme gelmektedir. Bu aşamada Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi Dünya ordusunun kurulmasına öncülük ederken NATO ve benzeri bütün bölgesel ya da küresel güvenlik örgütleri Birleşmiş Milletler bayrağının çatısı altında bugün için bir araya gelebilmelidirler. Dünya devletinin tek ve bütünleşmiş bir dünya örgütüne dönüşmesiyle birlikte, insanlık yüz yıllardır bir ütopya olarak düşündüğü tek bir dünya devleti çatısı altında birleşebilmenin yollarını aramaya devam edecektir. Bu sürecin daha fazla uzatılarak güvenlik açığı yaratılmasına izin verilmeden son dönemin uzaysal ve teknolojik ilerlemelerinin tüm insanlığa anlatılmasıyla, beklenen dünya beraberliği başlangıç aşamasına gelebilecektir. Tek bir dünyaya dönüşüm için, yeryüzünde iki yüzden fazla devletin bir araya gelmesi ve Birleşmiş Milletlerin bu hedef çizgisinde yeni bir dünya devletine dönüşerek, NATO’yu kendisine bağlı bir dünya ordusu yapması artık kaçınılmaz olmuştur. Giderek üçüncü dünya savaşı çıkmazına mahkûm edilen insanlığın, acil bir evrensel barış düzenine kavuşabilmesi için, insanlık Birleşmiş Milletler çatısı altında Dünya Devletini kurabilmelidir. NATO’nun bu örgüte bağlanmasıyla oluşacak bir dünya ordusu kurularak, büyük devletlerin yeni emperyalistler konumunda küresel bir hegemonya düzeni içinde, insanlığın tarihte olduğu gibi tekrar baskı altına alınarak sömürülmesinin önlenmesi, tarihsel bir zorunluluk kazanmıştır. Bugünkü koşullarda tüm insanlık için acil bir barış görevi, bütün devletlerin devreye girmesiyle oluşacak uluslararası iş birliği ve dayanışma sayesinde sağlanabilecektir.

  Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 

                                                                                                                             

                                              


23 Ocak 2022 Pazar

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER HAREKETE GEÇMELİDİR - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ 

BİRLEŞMİŞ MİLLETLER HAREKETE GEÇMELİDİR

                 İnsanlık tarihi bir anlamda “insan insanın kurdudur” özdeyişini doğrulayacak biçimde birçok savaş, çatışma ve kavgalarla dolu bir olumsuz bir geçmişi bugünün dünyasına yansıtmaktadır. İlk çağlardan bu yana insanoğlunun yaşamından çekişme, çatışma ve kargaşa hiçbir zaman eksik olmamıştır. İlkel toplumdan Ortaçağ’a, aydınlanma döneminden modern çağlara gelene kadar bir çok savaş yıllar boyunca insanların önüne çıkmıştır. İnsanlar güvenlik içinde yaşamak, bulundukları ülkeler de her türlü tehlikeden uzak durmak, içinde bulundukları bölgeyi tehdit eden bütün sorunlar ile gerekirse savaşarak haklarını savunmak için tarih boyunca her türlü mücadele ile karşı karşıya kalmışlardır. İnsanların doğal yapılarında var olan itişme ve çekişme eğilimleri her dönemde patlama olayları aracılığı ile toplumsal yaşamı tehdit etmiştir. Doğası gereği bir sosyal yaratık olan insanlar toplumsal düzen içerisinde birbirleriyle uğraşmak zorunda kalmışlardır. Farklı görüşler ve düşünceler nedeniyle ayrı ayrı hareket etmek durumunda kalan insanlar, hak, hukuk, adalet, eşitlik ve özgürlük için yaşam kavgası verirken, bazen çekişme ve çatışmaların ortasında kalmışlar ve zaman içerisinde ortaya çıkan devletleşme eğilimleri, bir otorite merkezi çevresinde toplumsal düzenin yeniden kurulması için insanlığa barış ortamı sağlamıştır.

                İnsan her yerde insan olduğu için kendi toplumundaki kişiliğini sonraları evrensel alana taşımış ve ulusların oluşumu sonrasında ortaya çıkan uluslararası alanda gene benzeri çekişme ve çatışma ortamlarının sürdürücüsü konumunda olmuştur. Belirli bölgelerdeki uzun süren ortak yaşamlar ulusal toplumları dünya sahnesine çıkartırken, insanlar arasında geçmişten gelen çatışma eğilimleri yeni dönemde uluslararası alana yayılmış ve bu durumun sonucu olarak da dünya tarihi uluslararası savaş olguları ile belirginlik kazanmıştır. Zaman içinde devletler arası çekişmeler güç kavgasına dönüşürken hegemonya kavgası daha da şiddetlenerek devam etmiştir. Uluslaşma süreci aynı zamanda uluslararası savaşların tırmandığı bir dönem olmuştur. İnsanlar arasındaki çekişmeler toplumsal barış düzenlerini tehdit ederek ortadan kaldırırken, uluslararasındaki çekişmeler yüzünden dünya barışı uzun süreli kalıcı yaşam düzenleri çerçevesinde korunamamıştır. Yeryüzü kıtaları bu yüzden dünyanın her bölgesinde çatışma alanları olarak halk kitlelerinin sürekli savaşlar aracılığı ile ezilip yok olmasına giden olumsuz bir durum yaratmıştır. Yüzyıllar boyunca sürüp giden savaşlar yüzünden insanoğlu fazlasıyla acılar içinde kalmış ve ezilmiştir.

                Tarih öncesi yıllarda başlamış olan çatışma süreci, ilkçağlar ve orta çağları aşarak geride bıraktıktan sonra, yeni ve yakın çağlara doğru gelişmeleri besleyerek insanlığın mahvını günümüze doğru taşımaya yöneldiği aşamada, insanların yok oluşunu önlemek üzere harekete geçen bazı bilim ve felsefe adamlarının evrensel barış düzeni kurulması yönünde çalışmalar yaparak ve çeşitli eserler yayınlayarak, evrensel barışa dönük  daha adil bir dünya oluşumu için çaba göstererek yararlı olmaya  çalışmışlardır. Hugo Grotius’un başını çektiği doğal hukuk ekolü evrensel bir barış düzeni oluşturmak üzere öne sürülmüştür. İnsanların doğuştan gelen hak ve özgürlüklerinin güvence altına alınarak korunabilmesi için ulusal ve uluslararası hukuk düzenleri kurularak her türlü savaş ve çatışmaya dönük gelişmelerin önüne geçilmesi için çalışılmıştır. İnsanların doğuştan gelen hak, hukuk ve özgürlüklerinin kutsal sayılması doğrultusundaki eğilimlerin daha sonraki aşamalarda tek tanrılı dinler tarafından da benimsenmesiyle birlikte, yeryüzünde barış ve adalet arayışları anlam kazanmıştır.  Orta çağ döneminde din olgusunun öne geçerek daha etkin bir konuma gelmesi üzerine, devletlerin yanı sıra din merkezleri de doğuştan gelen hak ve özgürlüklerin kutsallık amacı doğrultusunda korunabilmesi için devletlere paralel örgütlenmeler geliştirmişlerdir. Din ve devlet ilişkileri bu aşamada bir arada yürütülmeye çalışılınca, ülke ve bölgelerin koşullarına göre yapılanmışlardır.

                İspanya’da kurulmuş bulunan Endülüs uygarlığının çöküşü üzerine sona eren Orta çağ dönemi geride kalırken, insanlık yeni çağlara doğru bir arayış ve mücadele ortamına girmiştir. Bu doğrultuda çabalar devam ederken, uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Avrupa kıtasının Atlantik kıyısındaki ülkeler, denizlere ve okyanuslara açılarak beş yüzyıl sürecek bir sömürgecilik dönemini başlatıyorlardı. İngiltere, Fransa ve İspanya gibi büyük devletler yanında Hollanda, Belçika ve Portekiz gibi sonradan olma küçük devletler Atlantik okyanusu kıyısındaki liman kentlerinden yararlanarak, okyanuslar üzerinden denizlere açılıyorlar ve bu doğrultuda denizler üzerinden de tüm yeryüzü kıtalarına ulaşabiliyorlardı. Altı batı Avrupa ülkesinin başlatmış olduğu emperyalist saldırı ve işgal planları doğrultusunda sömürgecilik başlatılarak bütün dünya ülkelerine doğru yaygınlaştırıldı. Dünyanın birçok bölgesinde sömürgecilik yayılırken, hedef haline gelen sömürge devletleri de kendilerini koruyabilmek üzere savunma savaşlarına yöneliyorlardı. Dünyanın orta bölgelerinde imparatorluklar çekişirken, Batı Avrupa’nın sömürgeci emperyalistleri evrensel düzeyde müdahaleler aracılığı ile hegemonyalarını genişletebilmenin yollarını arıyorlardı. Dünya ülkelerinin yeraltı kaynakları ve yerüstü pazarlarının paylaşım kavgası savaşları, her zaman için devam edip gitmiş ve bu yüzden de dünya barışı ideali gerçekleşmesi çok zor olan bir düş olmanın ötesine gidememiştir. Modern çağların uygarlığına doğru ilerleme gösteren insanlık tarihinin son dönemlerinde, savaşların yarattığı büyük yıkım ve katliamlara karşı birleşik bir dünya gücünün oluşturulması ve bunun hızla örgütlenerek bütün dünya ülkelerini çatısı altında toplayarak istenen barış düzenine geçişin hemen gerçekleştirilmesi hedeflenmiştir. Beş yüz yıllık sömürgeciliğin sona erdirilebilmesi için başlatılan barış çalışmaları, daha sonraki aşamada güçlü bir uluslararası organizasyona dönüştürülerek, küresel bir örgüt arayışı gündeme getirilmiştir.

                Dünya çapında bir uluslararası örgütlenmenin kurulabilmesi ancak bir dünya savaşı sonrasında mümkün olabilmiştir. Orta Avrupa ülkeleri ulusal birliklerini gerçekleştirmede geç kalınca, Almanya ve İtalya gibi güçlü ulus devletlerin Atlantik kıyısındaki devletlere oranla sınırlarının ötesindeki bölgeler ile ilgilenmeleri zaman almıştır. Orta Avrupa devletleri sömürgeciliğe yönelirken dünya kıtalarını paylaşmış olan Atlantik ülkeleri böylesine bir yeni gelişimi önleyebilmek üzere her yolu denemişler ama daha sonraki aşamada, Avrupa kıtası ile Atlantik devletleri Birinci dünya savaşına doğru sürüklenerek kesin bir hesaplaşmaya doğru yönelirlerken, devletlerarası düzen yerinden oynamıştır. Birinci dünya savaşı yeryüzünün bütün kıtaları üzerinde cereyan ederken, imparatorlukların çökmesi üzerine savaş daha da şiddetlenerek, milyonlarca insanın kısa zaman içerisinde ölümüne neden olmuştur. İnsan zayiatı giderek fazlalaşınca, savaşı sona erdirme girişimleri artmış ve Batı Avrupa devletlerinin öncülüğünde 1919 tarihinde imzalanan Versay Protokolu aracılığı ile Milletler Cemiyeti adı altında bütün dünya devletlerini bir araya getirmeyi amaçlayan evrensel bir örgütlenme tamamlanmıştır. Uluslar ve ülkeler arasındaki anlaşmazlıkların barışçı yollardan çözümü, her türlü saldırı ve işgal girişimlerine karşı gerekli olan güvenlik önlemlerinin alınması, küresel ya da uluslararası sorunların tüm ülkelerin çıkar ve düzenlerine dikkat ederek çözüme kavuşturulması gibi konularda çalışmalar yaparak, bu gibi sorunların ortadan kaldırılmasıyla barışa giden yolu açabilmeyi hedefleyen Milletler Cemiyeti, tüm iyi niyetli çabalara rağmen ancak çeyrek yüzyıllık bir yaşama sahip olabilmiştir. Evrensel barışı gerçekleştirmek üzere kurulmuş olan bu örgüt, tüm çabalara rağmen ikinci dünya savaşının çıkışını önleyememiştir. Yirminci yüzyılın ortalarında gündeme gelen ikinci dünya savaşı birincisinden çok daha fazla insanın kaybına neden olunca, bu kez savaşın bitişi ile birlikte iflas eden Milletler Cemiyetinin yerine Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur. İkinci dünya savaşının korkunçluğu Amerika ve Fransa gibi ülkelerde barış arayışını öne çıkarınca, ABD başkanı Wilson bazı prensipleri ortaya koyarak, bu ilkeler doğrultusunda uluslararası alanda bütün devletleri bir araya getirecek Birleşmiş Milletler Teşkilatının kurulmasını istemiştir. Böylece 1920 tarihli Versay Antlaşmasının geride kaldığı yeni aşamada I945 tarihli San Fransisco   kongresi ile Birleşmiş Milletler örgütü kurulmuştur.

                Adalete dayalı yeni bir uluslararası sistem kurmayı amaçlayan Milletler Cemiyetinin görevi iki yönlü bir yapıya sahipti. Savaşları önleyerek ya da bastırarak uluslararası güvenliği güvence altına almak ve toplumsal ya da kültürel gelişmeyi desteklemek amacıyla her alanda uluslararası işbirliğini kurmak, Milletler Cemiyeti’nin ana çalışma alanları olarak gündeme geliyordu. Örgüte üye olan devletlerin siyasal sınırları içinde bağımsızlıkları güvence altına alınıyor ve üye devletler arasında karşılıklı olarak saygıya dayanan yeni bir uluslararası düzen oluşturuluyordu. Kültürel ve diplomatik alanlarda da ülkeler arasında karşılıklı işbirliğini ve dayanışmayı sağlamak üzere, Milletler Cemiyetine önemli görevler veriliyordu. Milletler Cemiyetinin görevleri uluslararası protokol ile belirlenirken bu döneme kadar ortaya çıkmış olan bütün sorunlar dikkate alınarak hareket ediliyordu. Otuz iki kurucu üyenin yanı sıra on iki devlet de katılımcı üyeler olarak kuruluş çalışmalarına davet ediliyorlardı. Örgüt meclisi, yönetim konseyi ve sekreterya gibi organlardan oluşan Milletler Cemiyeti, bir anlamda üye devletlerin eşit statüde girdiği bir devletler konfederasyonu olarak siyaset sahnesine giriyordu. Amerikan senatosunun Versay antlaşmasını onaylamaması, Brezilya’nın üyelikten çekilmesi, I929 ekonomik krizinin dünyayı sarsması ile beraber ikinci dünya savaşının patlak vermesi de Milletler Cemiyetinin ölü olarak doğmasına ve fazla etkinlik gösterememesi gibi olumsuz bir durumu ortaya koyuyordu. İkinci dünya savaşının çıkışını önleyemeyen ve bu doğrultudaki gelişmeleri izlemekle yetinmek durumunda kalan Milletler Cemiyeti, bu savaşın sona ermesinden sonra daha güçlü bir uluslararası örgütlenmeye gidilmesi ile yerini Birleşmiş Milletler örgütüne bıraktı. Dünya da barış ve güvenliği korumak, hak eşitliği ve kendi kaderini belirleme ilkeleri temelinde ülkeler arasında dostluk ilişkilerini geliştirmek, sosyal ve ekonomik sorunları çözerken uluslararası işbirliğini sağlamak amacı ile 24 Ekim 1945 tarihinde Birleşmiş Milletler örgütü resmen kurulmuştur. Gevşek konfederasyon statüsünde daha önce kurulmuş olan Milletler Cemiyeti örgütlenmesinin başarısızlığı dikkate alınarak yeni kuruluş daha merkezi ve güçlü bir yapılanma çerçevesinde oluşturulmuştur. İkinci dünya savaşının çıkmasına neden olan mihver ülkelere karşı bir araya gelen 51 devletin imzaladığı protokol ile Birleşmiş Milletler örgütünün kuruluşu tamamlanmıştır.

                Birleşmiş Milletler örgütünün birinci amacı dünyada barışı ve güvenliği öncelikli olarak korumaktır. Kuruluş sırasında dünyanın önde gelen beş büyük gücünün içinde yer aldığı güvenlik konseyi örgütün üst yönetim ve karar organı olarak tesis edilmiştir. Örgütün uluslararası alanda etkinliğini artırmak üzere beş büyük devletin gücü bir araya getirilerek güvenlik konseyi adı altında bir güvence yapılanması örgüt yönetiminde öne çıkarılmıştır. Uluslararası alanda dünya devletlerinin karşı karşıya gelmeleri ya da büyük devletlerin anlaşamamaları gibi olumsuz durumlarda, beş büyük devletin bir araya gelerek alacağı kararlarla dünya güvenliğinin güvence altına alınması planlanmıştır.  Ayrıca, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Vesayet Meclisi, Uluslararası Adalet Divanı da Güvenlik Konseyi ile birlikte Birleşmiş Milletler çatısı altında oluşturulan diğer kurumsal yapılardır. Bu temel organların yanında, Birleşmiş Milletler’in uluslararası ilişkilerde gereksinme duyulan her alanda kendine bağlı örgütlenmelere gitme olanağı statü protokolü ile tanınmıştır. Bu doğrultuda ,Ticaret ve Kalkınma Konferansı, Kalkınma Teşkilatı ,Eğitim ve Bilim Örgütü, Dünya Sağlık Örgütü, Gıda ve Tarım Örgütü, Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu, Dünya Çalışma Örgütü, Düşünce Hakları Kurumu, Çevre Programı, Denizcilik Kurumu, Çocuk Fonu, Nüfus Hareketleri Enstitüsü, Sivil Havacılık Kurumu, Telekomünikasyon Birliği, Atom Enerjisi Ajansı, Sınai Kalkınma Örgütü, Evrensel Posta Birliği, Sermaye Geliştirme Fonu, Çocuk Fonu, Mülteciler Yüksek Konseyi gibi uluslararası kuruluşların hemen hemen hepsi Birleşmiş Milletler Teşkilatının çatısı altında, kurucu protokolün maddeleri doğrultusunda kurulmuştur. Birleşmiş Milletlerin dünya barışı ve evrensel adalet anlayışı içinde bütün bu kuruluşlar çalışmalarını sürdürmektedirler. Dünya işlerinin aksamadan yürütülebilmesi için bütün bu kuruluşların Birleşmiş Milletlere bağlı bir statüde çalışmalarını sürdürmeleri karar altına alınmıştır. Daha önceden yaşanan Milletler Cemiyeti döneminin olumsuz yansımaları doğrultusunda gevşek ya da yumuşak bir yönetim modeli kabul edilmemiştir.

                Birleşmiş Milletlerin çalışma alanları esas olarak dört ana başlık altında toplanabilmektedir. Barışın kurulması ve sürdürülmesi, siyasal gelişmelerin dünya düzenini bozmaması, ekonomik ve sosyal gelişmelerin insanlığın yararına yönlendirilmesi ve adalet ile hukuk alanındaki yeni gelişmelerin izlenerek var olan düzen ile uyumunun sağlanması gibi alanlarda, Birleşmiş Milletler örgütü üzerine düşen görevleri yerine getirerek dünya yönetiminin gerektirdiği resmi adımların atılmasını sağlamak zorundadır. Barışın korunabilmesi için silahsızlanma, saldırganlık ile mücadele ve çatışmaların önlenmesi gibi etkinlikler ana çalışmalar olarak yürütülmüştür. Birleşmiş Milletlerin kuruluşundan bu yana yarım yüzyıllık bir zaman geçmesine rağmen yeryüzünün çeşitli bölgelerinde savaşların ve her türlü çatışmanın sürüp gitmesi nedeniyle, tam anlamıyla bir evrensel barışın gerçekleştirilemediği görülmektedir. Şimdiye kadar sürüp gelen çatışma konularının bir türlü çözüme kavuşturulamaması yüzünden, mutlak anlamda bir dünya barışı bugüne kadar yeryüzünde gerçek olamamıştır. Uluslararası alanda rekabet ve çekişmeler sıcak çatışmalar düzeyinde devam ettiği için dünya çapında kalıcı bir dünya barışı bir türlü gerçek olamamaktadır. Bu doğrultudaki bütün çabalara rağmen yirminci yüzyılda iki büyük dünya savaşının çıkarak milyonlarca insanın ölümüne neden olması, uluslararası alandaki barış çabalarının umutsuzluğa doğru yönlenmesine yol açmıştır. Umut insanlığın geleceği için bir beklenti olmaktan çıktığı zaman, daha karamsar yaklaşımların öne geçerek çatışma ortamının daha fazla siyasal gündemi işgal ettiği görülebilmektedir.

                Birleşmiş Milletler örgütünün siyasal gelişmeleri izleme ve destekleme görevi ana statüsünde belirtilen maddeler doğrultusunda, toplumların çıkarlarının önceliğinin benimsenmesi ve gene bu doğrultuda toplumların çıkarlarının üstünlüğünün sağlanması, ayrıca her toplumun bu çizgide kendileri ile ilgili özlemlerini özgürce dile getirme hakkının tanınması biçiminde gerçekleştirilmektedir. Tam bağımsızlık ve ulusal egemenlik ilkeleri her ülkenin uluslararası alanda özgürce var oluşunun ödüllendirilmesidir. Himaye yönetimi ile birlikte özerk olmayan ülkeler yönetimi gibi durumlarda, Birleşmiş Milletler çatısı altında geliştirilen özel uygulamalar üzerinden kendini yönetemeyen ülkeler için vesayet rejimleri kontrol altında uygulanabilmektedir. Her devletin kendini yönetmesi her ulusun kendi geleceğine egemen olması, uluslararası hukuk sisteminin ana esasları olarak insanlığa bugün yol göstermektedir. Devletlerin ve ulusların kendi kendilerini yönetebilmeleri ve diğer uluslar ile rekabet edebilecek derecede güçlü bir konuma gelebilmeleri, gene Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulmuş olan vesayet rejimi ya da dominyon idaresi gibi uygulamaları gündeme getirmektedir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, beş yüz yıllık sömürgecilik geçmişinden gelen imparatorluklar tasfiye edilirken, harita üzerinde yer alan bağımsız devlet sayısı yirmili rakamlardan iki yüzlü rakamlara doğru bir gelişme göstermiştir. Birleşmiş Milletlerin koruyucu kolları manda ve himaye rejimleri aracılığı ile eski sömürge yönetimlerinin bağımsız devletlere dönüşmesi gerçekleştirilmiştir. Önceden kurulan devletlerdeki manda ve himaye rejimlerine son verilirken, yeni kurulmakta olan devletler için bu gibi yardımcı rejimlerin Birleşmiş Milletler aracılığı ile yürütülmesine dünya barışı açısından öncelik verilmiştir. Sömürge statüsünden bağımsız ulus devlet yapılanmasına geçiş sürecinde diğer devletler aracılığı ile müdahale edilmesini önlemek için, Birleşmiş Milletlerin koruyucu şemsiyesi altında geçiş aşaması yapılandırmaları tamamlanmaya çalışılmıştır. Yeni bağımsız olan devletlere yardım programları sürekli olarak devam etmiş ve yeni devletlerin de eskilerinin konumuna eşit haklar çerçevesinde ulaşabilmesi sağlanmaya çalışılmıştır. Sömürgecilik yeryüzü haritasından silinirken eski sömürgelerin dünya devletleri sistemi içinde daha güçlü bir yere sahip olmaları için Birleşmiş Milletler yardım ve destek programlarını devam ettirmiştir. Tek bir emperyalist devletin ezici hegemonyası altında yok olma tehlikesi ile karşı karşıya kalan yeni bağımsız devletlerin, Türkiye’nin kurucu önderi Atatürk’ün söylediği gibi dünya milletler ailesinin eşit koşullarda onurlu üyeleri olabilmeleri için Birleşmiş Milletlerin koruyucu ve destekleyici kollarının her zaman için devreye girmesi gerekli olmuştur.  Dünya barışının zorunlu kıldığı yerlerde ve aşamalarda, bir insanlık örgütü olan Birleşmiş Milletler her zaman için genç cumhuriyetlerin ve yeni devletlerin yardımına koşmuştur.

                Birleşmiş Milletler siyasal yardımlarının yanında aynı zamanda sosyal ve ekonomik alanlarda da çeşitli programlar ve örgütlenmeler aracılığı ile ülkelerin ve halkların gereksinmelerini karşılamaya çalışmaktadır. Batı dünyasının gelişmiş ülkelerinin dışında kalan bütün az gelişmiş ya da gelişmekte olan devletlere ulaştırılan Birleşmiş Milletler yardım programları, bugünün dünyasını felaketlere ya da beklenmeyen durumlara karşı kollamaya çalışmaktadır. Dünya ülkelerinin birbirine yardım etmesi ve ortak yardım programlarının devreye sokulması sürecinde, Birleşmiş Milletler örgütü her zaman için koordinatör olarak programlama ve uygulama sorunlarının çözümünde etkili olmuştur. Dünya ülkelerinin daha hızlı kalkınabilmesi için gerekli olan teknik ve bilimsel destekler, Birleşmiş Milletlere bağlı olan kuruluşlar aracılığı ile dünyanın her köşesine ulaştırılmaya çalışılmıştır. Asya ve Afrika ülkelerinin yoksulluktan ve çağdışı olumsuz koşullardan kurtulabilmeleri için Birleşmiş Milletler öncü çalışmalar yapmış ve bir misyoner örgütü gibi hareket ederek, Asya ve Afrika ülkelerinin bir an önce kalkınmaları için özel programlar uygulamıştır. İnsan haklarının ve insanların onurlu koşullarda yaşayabilmeleri için bu uluslararası kuruluş bir misyoner örgütü gibi yoğun çalışmalar yaparak, eski ve yeni ülkeler arasındaki farkların en az düzeye indirilmesine çalışmıştır. İnsanların doğuştan gelen temel hak ve özgürlüklerinin gerçeklik kazanabileceği gerçekçi bir ortam yaratılarak, uluslararası alanda eşit düzeylerde bir yaşam düzeni oluşturulmaya çalışılmıştır. Geri kalmış ülkelerin yaşam düzeyleri yükseltilirken var olan eşitsizlikler ve uyumsuzlukların ortadan kaldırılmasına öncelikle yer verilmiştir. Birleşmiş Milletler her yönü ile uluslararası alanda öncülük yapmıştır.

                Adalet ve hukuk alanı Birleşmiş Milletlerin insanlığa yardım ettiği başlıca alanlardan birisi olmuştur. Ulusal yargıların üzerinde her yerde geçerli olacak bir uluslararası yargı sistemi, ilk olarak Birleşmiş Milletler örgütünün çatısı altında oluşturularak  hukuk alanındaki çalışmalara başlanmıştır. Uluslararası Adalet Divanı ulusal sınırların ötesine giden ve tüm insanlığa yönelen insanlık suçlarının önlenebilmesi doğrultusunda bir hukuk savaşına girişmiştir. Dünya düzeyinde etkin bir hukuk düzeni oluşturabilmek amacıyla, insanlık suçlarının önlenebilmesine öncelik tanınmıştır. Ülkeler arasındaki çekişme ve çatışma konuları da bu yoldan Adalet Divanı’na taşınarak hukuki çözüm yaratılabilmesine dikkat edilmiştir. Ayrıca örgüt içinde çeşitli Uluslararası Hukuk Komisyonları kurularak en önemli sorunların çözüme kavuşturulabilmesi için çeşitli alternatif yollar denenmiştir. Yeni kurulan devletler ve ülkelere hukuk yardımlarını artırmak üzere daha özel çalışmalar gündeme getirilmiştir. Dünya ülkelerinin daha adil ve barışçı bir düzen içinde yaşamlarını sürdürebilmeleri için Birleşmiş Milletler örgütü seferber olmuştur. Hukuk yollarının denendiği ama sonuç alınamadığı durumlarda dostça ilişkiler komiteleri kurularak, dünyadaki barış ortamı içinde aynı çizgide çözüme yönelen yaklaşımlar geliştirilmeye çalışılmıştır. Ulusal yargı sistemlerinin ve değişik ülkelerdeki yargı organlarının adalet hizmetlerini karşılayamadığı durumlarda, Birleşmiş Milletlerin bütün organları barış, adalet ve eşitlik sağlama hedefinde devreye girerek bütün dünyanın güvenlik şemsiyesi altında varlığını güvence altına almaya çalışmaktadır. Modern çağların önde gelen insanlık örgütü olarak ortaya çıkan Birleşmiş Milletler örgütü günümüz uygarlığının en önde gelen temsilcisi olarak üzerine düşen görevlerini yerine getirmeye çalışmaktadır. Birleşmiş Milletler kuruluşunu yaratan insanlık bilincinin günümüz uygarlığının sorunlarına çözüm ararken, öncelikle bu örgüte bağlı kuruluşların devrede olduğu bir uluslararası yaklaşımı öne çıkararak tüm tarafların çıkarlarına dikkat eden bir küresel denge arayışı içinde olması gerekmektedir. Yeryüzü haritasında var olan iki yüzden fazla devletin birbirlerinden çok farklı konum ve koşullara sahip olduklarını dikkate alarak hareket etmesi gereken Birleşmiş Milletler, insanlığın bugün gelinen aşamada tehdit altında kalmasına neden olan sorunlara gerçekçi bir biçimde sahip çıkması gerekmektedir. Sovyetler Birliğinin yıkılması ve sosyalist sistemin dağılması üzerine soğuk savaş döneminin geride kaldığı ve bugünkü dünyanın yeniden sıcak çatışma sorunları ile karşı karşıya geldiği artık iyice kesinleşmiştir. Dünya savaşları çıkmasın diye kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütü günümüzde soğuk savaş döneminin durgunluğundan kurtulamadığı ve bu nedenle de yeni dönemin sıcak çatışma konularında pasif davranarak geride kaldığı açıkça görülmektedir.

                İkinci dünya savaşından sonra yaşanan yarım yüzyılı aşkın zaman dilimi içinde Birleşmiş Milletler örgütünün bir türlü soğuk savaş durgunluğundan uzaklaşamadığı ve bu nedenle de küreselleşme olgusunun devreye girmiş olduğu son dönemde gündeme gelen yeni gelişmelerin dışında kaldığı görülmektedir. Büyük devletlerin sahip oldukları geniş olanakları kullanarak yeni dönemin önderliğine soyunduğu bir aşamada, Birleşmiş Milletler örgütünün geride kalması ve birçok alanda yeterli bir çalışma düzeni kurulamadığı için eskisi gibi uluslararası gelişmelere uyum sağlayamadığı anlaşılmaktadır. Küreselcilerin her alanda cirit attığı bir dönemde, yeniyi ve geleceği temsil etme iddiasındaki yeni yapılanmaların tamamının modern çağların ötesine giderek, bir anlamda eskisine oranla çok daha karşıt düzeyde bir modernleşme çizgisini post-modernizm adı altında geçerli kılmaya çalıştıkları görülmektedir. Bilimsel devrimler sonrasında insanlığın yaşamış olduğu beş yüzyıllık yeni ve yakın çağlar döneminde bütün gelişmelerin bilimsel devrimler çizgisinde olmasına dikkat edilmiş ve Birleşmiş Milletler de kendi örgütlenmesinde içinde barındırdığı Unesco Teşkilatı aracılığı ile, bilim ve teknoloji alanlarının verilerini dikkate alarak yoluna devam etmeye çalışmıştır. Ne var ki, teknik alandaki çok hızlı gelişmeler, uzay çağına geçilmesi ve de elektronik devriminin yerleşik yaşam ve çalışma düzenlerini bozması üzerine hem ülkelerdeki devlet yapılanmaları hem de bu devletlerin bir araya gelmesiyle oluşan uluslararası örgütlenme biçimleri değişmek zorunda kalmıştır. Kısa adı ile Post-modern çağlara girilmesiyle birlikte hem devletler hem de uluslararası düzenler ciddi anlamda bir değişim aşamasına sürüklenmiştir. Dünyanın nereye geldiği ve nereye gittiği konuları eskisi gibi kesin bir çizgide belirlenememiş, Newton fiziğinin belirliliğinden Kuantum fiziğinin belirsizliğine doğru bir geçiş yapılırken, dünyada bulunan her şeyin sabit görünümleri belirsiz bir geleceğin karışıklığına doğru ilerleme göstermiştir. Bu çerçevede düzenli bir dünya isteyenlerin Birleşmiş Milletler çatısı altında düzen arayışları geride kalırken, Post-modernizm adı altında her türlü belirsizliği ve karışık ihtimalleri öne çıkaran bir hayalcilik, sanal dünya yapılanması üzerinden küresel bir kaos düzenine doğru insanlığı sürüklemektedir.

                Küresel güvenlik ve insanlığın düzenli bir geleceğinin güvence  altına alınabilmesi amacıyla kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütü küresel sermayeyi kontrol eden batının önde gelen zenginlerine karşı eskisi gibi hak, hukuk ve hakkaniyet kavramları üzerinden Birleşmiş Milletler etkili olamamakta, sermaye sahiplerinin oluşturduğu ekonomik yeni düzen üzerinden batı blokunun zengin büyük ülkeleri yeni bir dünya düzenini kendi çıkarları doğrultusunda tüm insanlığa dayatmaya başladıkları bir aşamada, bütün dünya nükleer silah yarışları doğrultusunda bir üçüncü dünya savaşı tehlikesi ile karşı karşıya gelmektedir. Post-modernizm, modern bilim ve teknoloji düzenlerini alt üst ederken, modern çağların getirmiş olduğu bilimsel ve hukuksal düzenin yapılanmaları ile düzenlilik ve güvence sistemlerinin devre dışı kaldığı ve bu doğrultuda bir karışıklık ortamına doğru geçilirken eski yapıların güçlerini yitirdikleri görülmektedir. Ne yazıktır ki, bugün gelinen aşamada ulus kavramı ortadan kalkarken ve bu doğrultuda uluslara dayanan uluslararası alan eski düzeninden uzaklaşırken, tüm uluslararası örgütler gibi Birleşmiş Milletler örgütünün de eski gücünü yitirdiği ve bu doğrultuda dünya kamuoyunu işgal eden çekişme, çatışma ve savaşlar gibi evrensel barışı tehdit eden tehlikelere karşı gereken önlemleri alamadığı ve bu yüzden de evrensel barış projeleri doğrultusunda örgütlü bir barış yapılanmasını, dünya ülkeleri üzerinde eskisi gibi bir koruyucu şemsiye olarak öne çıkaramadığı anlaşılmaktadır. Tarihin ortaya koyduğu gibi dünya hegemonyasına dönük dış politika yürüten büyük devletlerin daha geniş alanlarda imparatorluklar oluşturmak istemeleri yüzünden orta ve küçük boy devletlerin geleceği tehlikeye atılmaktadır. Sahip olduğu geniş olanaklar ve bağlı kuruluşlar aracılığı ile insanlığın gereksinmesi olan konularda yardım sağlayan Birleşmiş Milletlerin eskisi gibi etkin hizmet üretemediği görülmektedir. Post-modern uygulamalar ve yapılanmalar aracılığı ile devre dışı bırakılan modern orduların güç kaybederek devre dışı kalması yüzünden dünya barışı tehlikeye girerken, Birleşmiş Milletler üyesi olan devletlerin çekişmeleri bırakarak, yeni kurulacak bir Dünya Ordusu çatısı altında birleşmeleri kalıcı bir güvenlik açısından daha etkili olacaktır.

                Soğuk savaş döneminden kalma bir güvenlik örgütü olan Nato, eski işlevini yitirmesine rağmen günümüzde batılı emperyalist devletler tarafından sanki dünya güvenlik örgütüymüş gibi insanlığın önüne çıkartılmaktadır. Sosyalist sistem çökerken, bu sistemin güvenlik örgütü olarak Varşova paktı feshedilmiştir. Kapitalist sistemin karşıt güvenlik örgütü olan Nato’nun da bu aşamada tasfiye edilmesi gerekirken, ABD hegemonyasına dayanan dünya sisteminin bekçisi konumunda Nato örgütü muhafaza edilmiştir. Soğuk savaş döneminin kamplaşması geride kalırken, Nato’nun eskisi gibi feshedilmeden korunması batı bloku dışında kalan ülkeler üzerinde olumsuz etkiler yaratmıştır. Nitekim Rusya yeni dönemde bir batı hegemonyası ile karşılaşmamak üzere, Kollektif Güvenlik örgütü adı altında yeni bir savunma örgütü ile, savaş ve askeri gösterilere karşı yeni dünya dengeleri çizgisinde hegemonya ağırlığını koymaya çalışmıştır. Küreselcilerin batı kapitalizmi merkezli hareket etmesi yüzünden, Birleşmiş Milletler örgütüne ordu kurdurulmamış ama problem çıkan bölgelere Birleşmiş Milletler Barış Gücü adı altında küçük Birleşmiş Milletler askeri birlikleri gönderilmek zorunda kalınmıştır. Böylece devlet ordularının çarpışma noktasına geldiği çekişme noktalarına Birleşmiş Milletlerin askeri birlikler aracılığı müdahale etmesinin önü açılıyordu. Problemli yerlere küçük Barış Güçleri gönderilerek tam anlamıyla barışın sağlanamadığı ortaya çıkması nedeniyle, artık Birleşmiş Milletler Genel kurulunun yaptırımlı kararları ile kurularak küresel barış için yaygın bir örgütlenme ile oluşturulacak, yeni bir Dünya Ordusunun kurulmasının zamanı gelmiştir. Aksi takdirde Almanya, Fransa, Rusya, Çin, Hindistan ve Brezilya gibi büyük devletlerin kurmakta olduğu yeni ordular gündeme gelmekte ve bu doğrultuda da savaşlar sürüp gitmektedir. Birleşmiş Milletler örgütünün en üst düzey organı olan Güvenlik Konseyi’nin üyesi olan Çin, Rusya ve Fransa’nın ayrı ordular peşinde koşması, Birleşmiş Milletler örgütlenmesinin düzenli bir küresel güvenlik sistemi oluşturamadığını açıkça göstermektedir. Bu aşamada Birleşmiş Milletler büyük devletlerin çekişmelerine alet olmamalı ve sahip olduğu gücü iyi kullanarak barış için müdahale edebilmelidir.

                Dünyanın ortalarında ve doğu bölgelerinde sıcak çatışmalar tırmandırılırken, Dünya barışı için kurulmuş olan Birleşmiş Milletler örgütünün bu sıcak çatışmaların büyük savaşlara dönüşmesini önleyecek çizgide, sıcak bölgelere müdahale edebilmelidir. Balkanlarda ve Orta Doğu’da birçok ülkede sıcak çatışmalara Barış Gücü statüsü üzerinden müdahale eden Birleşmiş Milletler’in bugün giderek bir savaş ortamına dönüşen Kırım, Ukrayna, Bosna, Yunanistan, Trakya, Libya ve Kazakistan bölgelerine de müdahale etmesi gerekmektedir. Bu bölgelere gönderilecek Barış Gücü operasyonları ile savaş süreçleri önlenemezse, o zaman yeni dönemde etkin bir biçimde ortaya çıkması beklenen Dünya Orduları uygulamasına, Birleşmiş Milletler merkezi bir barış örgütü olarak yönelmelidir. Dünya barışının gerçekçi bir çözüme kavuşturulabilmesi için geleceğin dünya devletini oluşturabilecek bir çizgideki Dünya Ordusunu ve Barış Gücü uygulamalarını bir araya getirecek uygulama ile Birleşmiş Milletler örgütü meydana getirebilir ve zaman içinde bütün sıcak çatışma alanlarındaki savaş ile çatışma olaylarına böylece daha etkin bir biçimde gelecek müdahaleler sonucunda, dünya barışını tehdit eden savaş girişimlerinin önüne geçilebilecektir. Böylesine bir olumlu sonucun alınabilmesi için Birleşmiş Milletler genel sekreterliği aracılığı ile harekete geçilerek ve New York’ta olağanüstü bir Genel Kurul toplantısı yapılarak ve Dünya Ordusu oluşumu ile ilgili karar hızla alınmalı ve çatışma yerlerindeki sıcak gelişmeleri durduracak bir yeni yapılanmaya uluslararası alanda yönelinmelidir. ABD ve İngiltere üstünlüklerini yitirirken, onların yerini alacak bir yönde Çin ve Rusya’nın ya da Almanya ve Fransa’nın yeni hegemonyacı güçler olarak, kendi çıkarları doğrultusunda dünya barışını tehdit edecek savaş senaryolarına hiçbir biçimde izin verilmemelidir. Dünya düzenini alt üst eden, devletler arası savaş ve çatışma senaryolarını kışkırtarak destekleyen küresel şirketlerin, her türlü oyunlarına karşı çıkacak güçte bir Birleşmiş Milletler yeniden kurulursa, o zaman cihan savaşı girişimlerine, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi yönetiminde bir Dünya ordusu izin vermeyecek ve bu alandaki her türlü tırmanmanın önü kesilerek evrensel barış korunabilecektir.  

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

24 Kasım 2020 Salı

BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 BÜYÜK GÜÇLERİN ÇÖKÜŞÜ

                Türk atasözlerinden birisine göre her çıkışın bir inişi vardır. Dünya tarihine bakıldığı zaman her dönemde birbirinden farklı olarak yeni siyasal yapılanmalar ortaya çıkmakta ve bunlar zaman içerisinde devletleşerek, kendi dönemlerinin büyük gücü konumuna gelmektedirler. İlk çağlarda görülen ilkel yapılanmalar dikkate alınmazsa, Ortaçağ dönemine geçiş ile birlikte birbirini izleyen bir çizgi doğrultusunda yeni yeni devletler kurulmuş ve bunlar zaman içerisinde birbirleriyle rekabet içine girince büyümeye başlamışlar   ve bir süre sonra kendi dönemlerinin en büyük devleti konumuna gelerek, dünya düzeyinde hegemonya peşinde koşmuşlardır. Bu nedenle insanlık tarihine bakıldığı zaman sürekli olarak her dönemde bazı güçlerin ortaya çıktığı, zamanla bunların büyük güç konumuna geldiği ama bir süre sonra ortaya çıkan yeni koşullarda bu devletlerin büyümesinin durduğu ve bu nedenle bir süre bocaladıktan sonra gerileyerek, büyük güç olma potansiyelinden uzaklaştığı görülmektedir. Bir devlet duraklama aşamasından sonra gerilemeye başladığı zaman çöküşe geçebilmekte ve kısa bir süre içinde de merkezi konumunu elinden kaçırarak ya dağılmakta ya da parçalanarak haritadaki yerini yitirmektedir Bir dönemin süper gücü olan büyük devletler bu durumlarını korumak durumundadırlar, aksi takdirde yeni dönemde ortaya çıkan başka devlet yapılanmaları hızla büyüyerek dünyanın yeni hegemon devleti konumuna gelebilmektedirler.

             Yirmi birinci yüzyıla gelmiş olan bugünün dünyasında tarihsel süreç yeniden tekrar etmekte ve günümüzün süper gücü olan Amerika Birleşik Devletleri, yüzyıl boyunca sürdürdüğü büyük güç konumunu elinden kaçırmak gibi bir olumsuz durum ile karşı karşıya kalmaktadır. On beşinci yüzyılda başlamış olan İngiliz üstünlüğüne dayalı küresel düzenin içinden çıkarak ve bunun arkasından giderek büyük güç konumuna gelen Amerika Birleşik Devletleri, yüz yıllık büyüklükten sonra bugünün koşullarında süper güç potansiyelini koruyamamış ve zamanla bu hegemonik konumunu elinden kaçırma aşamasına gelmiştir.  Yirmi birinci yüzyılın   ilk çeyreği dolarken, gündeme getirilmiş olan küresel emperyalizm düzeninde tekelci şirketler ekonomi üzerinden güçlenerek devletlerden daha da güçlü bir konuma geldikleri noktada, devletler zayıflayarak güç kaybetmekte ve zamanla ülkelerini yönetemez bir duruma sürüklenince egemen güç bu kez devletlerin ötesinde küresel şirketlerin eline geçmektedir. Birinci dünya savaşını İngiltere kazandıktan sonra gündeme gelen ikinci dünya savaşını da ABD kazanmış, böylece Atlantik okyanusunun doğusunda ve batısında yer alan iki büyük devlet dünyanın hegemonya sahibi büyük güçleri konumuna gelmişlerdir. Bir ada devleti olarak dünyanın yeni büyük ve kalabalık ülkeleri karşısında zayıf kalan İngiltere, dünya hegemonyasını eskisi gibi götüremez bir noktaya gelince, onun eski bir sömürgesi olan ABD Britanya milletler topluluğu içinden   İngiliz hegemonyasına önce karşı çıkarak savaşmış ve daha sonra da kendisini yeni güç merkezi ilan ederek dünyanın yeni efendisi olmaya soyunmuştur. İngiliz hegemonyası döneminde Anglosakson dünyasından gelen ABD, yeni bir büyük güç olarak Anglosakson yapılanmasının içinden çıkan yeni bir dev ülke konumuna gelmiştir. Ne var ki, Birinci dünya savaşı sonrasında kurulan Sovyetler Birliği dengelerinde yeni büyük devlet olma yoluna giren ABD, iki kutuplu dünyada doğunun süper gücü olarak devrede olan sosyalist sistemin yıkılması üzerine, eski konumunu yitirmiş ve bir dış düşman olarak ortaya çıkan karşı kutbun çöküşü gündeme gelmiştir. Bu gibi durumlarda görülen iç çatışma ve savaşların çökerttiği devletler gibi ABD de bu geleneğin devamı üzerine, tarihsel çöküş sürecine günümüz koşullarında kaotik bir biçimde sürüklenmiştir.  

                ABD’de yapılan son başkanlık seçimleri sonrasında yaşanan olaylar, ABD gibi bir süper gücün bırakın dünyayı yönetmeyi, bugünün koşullarında kendisini bile idare etmekten aciz bir duruma sürüklendiğini açıkça göstermektedir. Sovyet imparatorluğu varken küresel düzeni belirleyen iki kutuplu dünya düzeninde var olan çekişmeye dayanan hareketli ortam, SSCB’nin dağılması üzerine, ABD’de var olan karşı kutupla yarışma dönemini geride bırakmıştır. Dışa dönük yarış sona erince bunun üzerine içe dönük çekişmeler ABD gündeminde öne geçmiştir.  Kapitalizm ve sosyalizm karşıtlığı çizgisinde örgütlenmiş olan iki kutuplu dünya düzeni bitince, geride kalan süper güç olarak ABD karşıt güç dengesini yitirmiş ve bu durumda eskiden karşıt kutba doğru bir araya gelerek mücadele eden rekabetçi yapı ortadan kalkmıştır. Yirminci yüzyılın son çeyreğinde sosyalist sistem dağılınca önde gelen siyaset bilimciler önce Sovyetler Birliğinin dağıldığını, ikinci aşamada da kısa bir ABD’nin dağılacağını ve böylece iki kutuplu siyasal yapılanmanın dünyanın gündeminden çıkacağını ifade etmişlerdir. ABD’de tamamlanan son başkanlık seçimleri sonrasında ortaya çıkan tabloya bakıldığında, dünyanın en büyük siyasal gücü olarak kabul edilen hegemonik ülke Amerika Birleşik Devletleri yeni dönemde karşı kutupla rekabet etme şansını kaybedince, eskiden karşı kutba rakip olarak kurulmuş olan ulusal dayanışma düzeni ortadan kalkmıştır. Bu durumda elli yıl sonra önce SSCB ve daha sonra da ABD’nin çökeceği görüşlerinin yirmi birinci yüzyılın ilk çeyreğinde kesinlik kazandığı anlaşılmaktadır. Jeopolitik bilimine göre iki kutuplu dünyanın ilk kutbu çökünce ikincisi de çökmekte ve yarım yüzyıla dayanan tek kutuplu dünya oluşturma çabaları sonuçsuz kalan ikinci kutup başı olarak, ABD’nin de SSCB benzeri bir çöküş yoluna doğru sürüklendiği ortaya çıkmaktadır. Karşı kutba dayalı dengeler bozulunca, iç dengelerini yitiren büyük güçlerin zamanla gevşeyerek dağılması SSCB örneğinde olduğu gibi kaçınılmaz olmaktadır.

                 Dünya tarihi son beş yüz yıllık zaman dilimi içinde ele alındığında, yer kürenin batıya düşen bölgelerinde bir hareketlilik ve kalkınma olguları öne çıkınca bugünkü batı uygarlığının yükselişi başlamıştır. Birçok bilim adamı tarafından modern ve modern dönem öncesi zaman dilimleri birbirinden ayırmak üzere seçilen 1500 yılında, Avrupa kıtasının dünyanın geri kalan kıtaları üzerinde egemenlik kurmaya hazır bir duruma geldiği insanlık açısından hiç de belli olmayan bir durumdu. Avrupa kıtası jeopolitik açıdan biçimsiz bir yapıya sahip olduğu için dünyanın diğer kıtalarına öncülük yapacak gibi görünmüyordu. Dünyanın en küçük kıtası olan Avrupa’nın kendisinden büyük Çin, Hindistan, Kanada ve Avustralya gibi çok büyük ülkelerin başka kıtalarda yer alması nedeniyle, en küçük kıtanın yeryüzüne egemen olabilmesi pek mümkün görünmüyordu. Kuzeyi ve batısı buzlu sular ile çevrilmiş, doğusu Asya’dan gelen saldırılar nedeniyle sürekli savaş alanına dönüşen, güneyindeki Akdeniz üzerindeki sürekli stratejik kavgalar yüzünden çok ciddi güvenlik sorunları bulunan Avrupa kıtasının, toparlanarak kendi güvenliğini tam olarak sağlamasının olanaksızlığı yüzünden gelişme yolundaki Avrupa’nın bütün dünyaya önderlik yapabilmesi son derece zor görünüyordu. Asya ve Afrika’da daha önceki dönemlerde görülen uygarlıkların geniş alanlara yayılmış olması da Avrupa’nın bu açıdan yetersiz kaldığını ortaya koyuyordu. Asya’da öne çıkan uygarlıkların çok geniş alanlara yayılması da Avrupa’nın bir uygarlık merkezi olamayacağını gösteriyordu. Ne var ki, bütün bu olumsuz faktörlere rağmen küçük Avrupa medeniyet yarışını kazanarak dünyanın merkezi gücü konumuna geliyordu. Her dönemde dünyanın farklı bölgelerinden ortaya çıkan büyük devletler süper güç olarak hem çevrelerine yayılıyorlar hem de diğer bölgelerdeki toprakları üzerinde egemenlik kurarak kendilerine bağlama yollarına gidiyorlardı. İlk çağlarda ortaya çıkmış olan Çin ve Hindistan gibi Asya uygarlıkları sırasında bu gibi gelişmeler görülmüştür. Doğudan yola çıkan uygarlıklar daha sonraki aşamada dünyanın ortasındaki Mezopotamya’ya gelince, doğudan gelen uygarlık birikiminin merkezden Avrupa kıtasına doğru açılım yaparak yöneldiği görülmektedir.

             Eski Çin ülkesi ilk çağların uygarlık beşiği olarak tarih sahnesinde öncü yerini almıştır. Modern çağlar öncesi dönemlerde en büyük uygarlık merkezi olarak eski Çin’in ileri geldiği tarih kitaplarında belirtilmektedir.  Çin o dönemlerde yüz milyonluk bir insan potansiyeli ile büyük bir uygarlık düzeni kurarak geleceğin dünyasına öncülük yapmıştır. Orta çağ Avrupa’sındaki şehir devletlerinden daha büyük kentler kuran, sahip olduğu merkezi yönetim sayesinde bu kentleri birbirine bağlı bir çizgide yönlendiriyordu. Kentler arası alışverişin başlaması ile birlikte Çin aynı zamanda ticaretin de ilk ortaya çıktığı bölge olarak görülebilir. Büyük gemiler aracılığı ile dünyanın çeşitli bölgelerine yönelik ticaret girişimleri, kısa zamanda doğu Asya bölgesini ilk uygarlığın merkezi konumuna getirmiştir. Daha sonraki dönemde Çin’de gemi yapımının yasaklanması kabul edilince, ticari hareketlilik sona ermiştir. Konfüçyüs’çü bürokrasinin tutuculuğu yüzünden Çin ekonomisi durgunluk noktasına gelince, Çin teknolojideki yenilikçilikten koptu ve daha sonra da bilimsel eserlerin basımının yasaklanması üzerine de Çin bütünüyle durgunluğa sürüklenerek, kendi içine kapanık geri bir bölge olmaya doğru sürüklenmiştir. Günümüzde dünyanın yeni süper gücü olarak ileri teknoloji ve ekonomide en iyi konumuna gelen Çin, beş yüz yıl sonra yeniden dünya liderliğine soyunmak gibi bir misyon ile karşı karşıya kalmıştır. Çin uygarlığı teknolojideki erken gelişmelerin etkisiyle kısa zamanda büyük güç olmuştur. Onuncu yüzyıldan sonra maden alanına giren Çin dünyanın en gelişmiş demir sanayisini kurarak ekonomik büyüklüğünü güçlendirmiştir. Büyük gemiler ile diğer kıtalar ve ülkelerdeki liman kentlerine gidip gelen Çin devleti o dönemde büyük bir ekonomik güç olmak başarısını göstermiştir. Uygarlığın bütün dünyaya yayılmasını isteyen bazı güçler, Çin’in dünyaya arkasını dönerek içine kapanık bur duruma sürüklenmesinde etkin olmuşlardır. Sung, Ming ve Mançu gibi hanedanların yönetiminde Çin önceleri çok gelişmiş ama daha sonra da ekonomide içe kapanarak gerilemiştir.

                Sekizinci yüzyılda ortaya çıkan Müslümanlık yüzyıllar boyunca gelişerek on altıncı yüzyıldan sonra üç kıtaya yayılınca, yeni bir uluslararası güç olarak öne çıkmıştır. Abbasi, Emevi, Osmanlı ve Endülüs gibi imparatorluklar aracılığı ile yeryüzünde dinlerin egemenliği için çalışan İslamiyet Avrupa kıtasına gelince Hrıstıyanlık ile  karşı karşıya kalarak  Osmanlı imparatorluğu üzerinden beş yüz yıllık bir savaşlar dönemine sürüklenmiş  ve bu yüzden de dünyanın en büyük iç denizi olan Akdeniz kıyılarında oyalanmak durumunda kalmıştır  ve bu yüzden de okyanuslara açılarak, bir küresel dünya devi konumunda yeni bir büyük güç olarak süper bir devlet ortaya koyamamıştır . Yahudi sorunu çerçevesinde sürekli olarak Hrıstıyanlarla savaştırılan İslam orduları önce Endülüs’te, sonra Balkanlar’da ve son olarak da Merkezi coğrafyanın Orta Doğu ülkelerinde girmiş olduğu savaşları birbiri ardı sıra yitirerek, dünyaya egemen olabilecek bir süper güç olma şansını bütünüyle elinden kaçırmıştır. Bugün İslam dünyası elliden fazla devlete bölünmüştü. İçlerinde Türkiye, İran, Mısır ve Endonezya gibi çok büyük devletler bulunmasına rağmen, içine sürüklendikleri cemaat ve tarikat kavgaları yüzyıllarca devam etmiş ve bir türlü eskisi gibi bir araya gelerek dünyaya egemen olabilecek yeni bir büyük güç konumunda, dünyanın yönetiminde etkili olabilecek bir süper güç olarak büyük bir İslam devleti gündeme getirilememiştir. Türkler Kuzey ve Orta Asya’dan merkezi coğrafyaya göçler yolu ile gelince İslam toplumu ve devletleri ile orta dünyada karşılaşmış ve bu nedenle de bir sentez arayışı çizgisinde Safevi, Kaçar, Selçuklu ve Osmanlı gibi imparatorluklar, Türk-İslam sentezi arayışları içinde tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. İslamiyet öncesi yıllarda Göktürkler, Hunlar, Avarlar, Uygurlar ve Hazarlar dünya çapında büyük devletler kurarak siyaset sahnesindeki büyük güç boşluğunu doldurmaya çalışmışlar ama üç kıtanın kesişme noktasındaki konumları nedeniyle bu kıtalar üzerinden sürekli yönlendirilen saldırılara karşı savaşmak zorunda olduklarından, bir türlü barış içinde toparlanma şansını elde edememişlerdir. Bu gibi nedenlerle uzun süreli bir Türk ya da İslam imparatorluğu kurulamamış ve Müslümanlar dünya sahnesinde büyük güç olamamışlardır.

                Uygarlık Çin’deki Sarı Irmak kıyılarından başlayarak Hindistan yarımadasındaki İndüs nehri kıyılarına taşınırken, İslam dini dünyanın orta bölgelerinde hızla yayılmıştır.  Vaad edilmiş topraklar denen merkezi coğrafya da ise önce Musevilik daha sonra da İsevilik öne çıkarak etkin olmuşlar ve daha da sonra Avrupa kıtasında yayılmışlardır. Bu süreçte Avrupa merkezli batı dünyasını ele geçirme kavgasında iki tek tanrılı dinin çekişmesi yaşanmıştır. Avrupa merkezli   Roma ve Bizans İmparatorlukları dünyanın Hrıstıyan imparatorlukları olarak öne çıkarken, Emevi, Abbasi ve Osmanlı imparatorlukları da İslam imparatorlukları olarak dünyanın orta bölgelerinde yer alan ülkeleri bir Müslüman hegemonyası altında bir araya getirmeye çalışmışlardır.  Ne var ki, bütün bu imparatorluklar yedi yüz ya da sekiz yüz yıl civarında etkinliklerini sürdürebilmişler ama Çin gibi yerleşik kalıcı bir merkezi devlet düzeni oluşturamadıkları için, hiçbir zaman bütün dünyayı hegemonyası altına alabilecek büyük güç yapılanmasını sonsuza kadar devam ettirememişlerdir. Milat yıllarından sonra dünya bir dinler savaşı alanına dönüştüğü için her savaş sonrasında düzenler değişmiş ve büyük güçler de değişme sürecinde birbirlerini izleyerek hiçbir zaman kalıcı bir süper güç konumunu elde edememişlerdir. Önceleri Musevilik ve İsevilik arasında beliren din savaşları, üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlığın ortaya çıkmasından sonra sürekli olarak bir İslamiyet ve Hrıstıyanlık çatışmasına dönüşmüştür. Böylece Milattan sonra geçen iki bin yıllık dönemde üç büyük dinden hiç birisi kalıcı bir dünya imparatorluğu oluşturamamış ve bu çerçevede sadece dinler üzerinden bir dünya hegemonyası kurulamamıştır. Nüfusun artması, göçlerin belirli merkezlerde toplanması ve de jeopolitik konumların öne geçmesi gibi yeni durumlarda, doğu bölgesinde Çin, Hindistan ve Mezopotamya gibi uygarlıklar birbirini izlemiştir. Batı dünyasında ise Roma, Bizans, Britanya ve Amerika gibi büyük devletlerin oluşturduğu uygarlık oluşumları birbirini izlemiştir.

                Merkezi coğrafyanın dışında kalan Rusya ve Japonya gibi büyük devletler   dünya tarihi ilerlerken büyük güç olma ya da kalıcı büyük devlet oluşturma gibi hegemonik yapılanmaları yakalayamadıkları için, İngiltere ya da Amerika gibi uzun süreli   büyük güç olma düzeyine gelememişlerdir. Yerleşim yerlerindeki bozukluklar, ada devleti olmak ya da dünyanın tepesinde kalan soğuk bir kuzey devleti olmak gibi jeopolitik durumlar açısından, Rusya ve Japonya geride kalırken, İngiltere ve Amerika gibi devletler büyük güç olma şansını elde edebiliyorlardı. Üç kıta arasında kalan Avrupa, denizlere ve okyanuslara açılarak bütün dünyanın merkezi olmak gibi bir şansa sahip olmasına rağmen, kıtanın doğusu, batısı, kuzeyi ve güneyi ile parçalanmış bir durumda olması yüzünden, büyük bir siyasal yapılanma olarak ön plana çıkamıyordu. Roma, Bizans ve Osmanlı gibi büyük imparatorlukların Akdeniz kıyılarında öteye gidememesi ve okyanuslara açılamaması gibi faktörler yüzünden Avrupa uygarlıkları küresel bir yeni yapılanma ile ortaya çıkamıyorlardı. Bugün Fransa, İngiltere ve İtalya gibi ulus devletlerin merkezi olduğu imparatorlukların kurulmasına rağmen bütün Avrupa kıtasını kapsayan bir büyük imparatorluk gücünü, Avrupa kıtası yaşadığı iç çelişkiler ve çatışmalar yüzünden bugüne kadar gerçekleştirememiştir. Yirmi birinci yüzyıla girerken, Avrupa Birliğinin kurulması, Avrupalıların bir araya gelerek bir büyük Avrupa gücü yaratmak istemesindendir. Hegemonya kavgası merkezi alana yönelik olarak gelişince, kıyı ya da kenar ülkeler merkezi bir güç olma şansını elde edememişlerdir. İtalya Roma imparatorluğu aracılığı ile bir dönem merkez olmuştur. Fransa, İngiltere, İspanya gibi batı Avrupa ülkeleri de deniz ticareti yolu   üzerinden sömürgeciliklerini geliştirerek dünya dengelerinde kendilerine yer bulmaya çalışmışlardır. Ne var ki, Avrupa’nın kara gücünü temsil eden Almanya kıtayı ele geçirme yolunda ilk adımlarını on altıncı yüzyılda Habsburg hanedanının devreye girmesi ile atıyordu. I9.yüzyılda Alman birliği sağlanana kadar Avrupada’ki güç mücadelesi sürekli savaşlar aracılığı ile sürmüştür. Avrupa’daki savaşları kazanan büyük devletler Avrupa gücünü temsil etme iddiası ile öne çıkarak belirleyici oluyorlardı.

           Avrupa kıtası dünya sömürgeciliğini yönetirken kıta içinde de sürekli olarak din savaşları ile uğraşıyordu. Endülüs’te başlayan din savaşlarında Musevilik ve İsevilik karşı karşıya gelirken, sonraki aşamalarda Osmanlı gücünün Balkanlar üzerinden kıtaya sokulması ile, bu kıtadaki din savaşları üç tek tanrılı din arasında cereyan etmeye başlamıştır. Bu yüzden Musevi cemaatlarının zorlaması yüzünden Vatikan’ın kontrolunda bir büyük Hrıstıyan Avrupa’nın kurulması önlenmeye çalışılmıştır.  Osmanlı devleti Hrıstıyanlar ile Yahudilerin savaşları arasında sürekli olarak Hrıstıyan dünyaya karşı bir güç olarak kullanılmaya çalışılmıştır. Avrupa’da bir Musevi devleti istemeyen Vatikan’ın kontrolünde bir büyük Hrıstıyan Avrupa inşa edilmeye çalışılmıştır. Hrıstıyan bir Avrupa kıtasının oluşumuna tepki gösteren Museviler ise sürekli olarak Osmanlı devletinin bir Müslüman güç olarak Balkanlar üzerinden bir Doğu Avrupa gücü olması için çalışmışlardır. Endülüs’ten Müslümanlar ile Musevilerin kovulması gibi bir benzeri gelişme de Balkanlar’da Museviler ile Müslümanların birlikte kovulması macerasını Balkan savaşları olarak Türk tarihine yazdırmıştır. Osmanlı devletinin çökertilmesi ile Yahudi sorunu Avrupa dışına itilirken, ikinci dünya savaşı sonrasında da İsrail’in kurulmasıyla birlikte Orta Doğu bölgesi yeniden dinler arası çekişmelerin savaş alanı haline dönüştürülmüştür. Birinci dünya savaşı sırasında gerçekleştirilen Sovyet ihtilali aracılığı ile kurulan Sovyetler Birliği, daha sonraki aşamada Müslüman dünya üzerinde bir çatı konumuna getirilerek, İslam coğrafyasının tam ortasına bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması için elverişli bir ortam yaratılmıştır. İki bin yıl sonra Avrupa’da kurulamayan bu din devleti, kutsal kitaplardaki ayetlere uygun olarak merkezi coğrafyanın vaad edilmiş toprakları üzerinde kurulabilmiştir. Dünyanın tam ortasında var olan Müslüman devletlerini dışlayarak ve Hrıstıyan Avrupa kıtasını karşısına alarak kurulan bu din devleti, Orta Doğunun İslami çoğunluğa dayanan nüfus yapısını Sovyet ihtilali üzerinden, İslam’a karşı dinsiz bir sosyalizm dengesi kurularak, iki bin yıl sonra geri dönüşü ve devletleşmeyi başarıya ulaştırma noktasına gelinmiştir. Batı dünyasındaki Avrupa, İngiltere ve ABD’nin büyük güçlerine karşılık, Siyonizm ancak onlar üzerinden merkezi alanda büyük bir güç olarak ortaya çıkmıştır.

                İki dünya savaşı iki büyük güç yaratarak iki kutuplu bir dünya düzeni kurma yoluna girdiğin bu aşamaya kadar yeryüzünde sömürgecilik dahil emperyalizmin her türlü oyununu oynayan büyük devletler geri çekilmek zorunda kalmışlardır. Bir tarafta batı gücü olarak okyanus ötesi büyük devlet konumunda ABD, diğer yanda da yeni dünya düzeni jeopolitiğinde bir kuzey gücü olmaktan çıkarak doğu devletlerini sosyalist devrimlerle kendisine bağlayan bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği adıyla yenilenmiş bir Rusya, tarih sahnesine karşılıklı iki kutup olarak çıkartılıyordu. Birinci Dünya savaşında İngiltere ve Almanya gibi Avrupa devletleri savaşa tutuşurken, savaş sonrası ortaya çıkan dünya haritasında bir tarafta okyanus ötesi güç olarak ABD ve diğer tarafta da Bolşeviklerin örgütlemiş olduğu SSCB, yirminci yüzyılın yeni dünya düzeninin iki karşıt merkezi olarak öne çıkıyorlardı. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Kemal Atatürk’ün savaşlar öncesinde geleceğe yönelik tahminlerinde böylesine bir yapılanmanın ortaya çıkacağı açıkça belirtiliyordu. Almanya-İngiltere karşıtlığı dünya savaşına giden yolu açarken, gündeme getirilen ideolojik devrim karşıtlığı devletler arası olmaktan çıkarak, sosyalizm ve kapitalizm üzerinden siyasal kamplar arası bir çekişmeye doğru dünyayı sürüklüyordu.  İmparatorluktan ulus devletlere geçiş aşamasında devletler arası rekabet yaşanırken, Rusya gibi çok büyük bir ülkede gerçekleştirilen ideolojik devrim, kamplaşmayı ana çelişki olarak ortaya koyuyordu. Ne var ki, Karl Marx’ın ileri sürdüğü gibi bir çalışan sınıf olarak Proleterya’nın olmadığı bir tarım ülkesinde sosyalist devrimin yapılması, Marksizm’in ana ilkelerine ters düşüyordu. Gerçek anlamda işçi sınıfının geliştiği Avrupa ülkelerinde Paris Komünü ile birlikte bir halk devrimi süreci   başlatılmış ama Anglosakson dünyasının süper kapitalist güçleri bu durumu önleyerek,  acele tarafından çalışan sınıfların ideolojisi olarak görülen  sosyalizmi Almanya üzerinden Rusya’ya taşıyorlardı . Böylece Rus devrimi ile iki kutuplu dünyanın karşı kutbu olarak, süper büyük güç konumunda Sovyetler Birliği yapılanması tarih sahnesine getiriliyordu.

                ABD’nin karşısına SSCB’nin bir ideolojik imparatorluk olarak oturtulması dünya haritalarında normal görülebiliyordu ama gerçek koşullar arandığı zaman, bu durumun hiç de var olan gerçeklere uymadığı görülebiliyordu. İkinci dünya savaşı sonrası dünyada ana çelişki devletlerarasından alınarak ideolojiler arası çekişmeye indirgendiği zaman, yeryüzünün tam ortalarında yaşamakta olan, İslam dünyası baskı altına alınarak elliden fazla devletin çatısı altında yer aldığı büyük İslam dünyası kontrol altına alınmak isteniyordu. Böylece dünyanın yeni büyük gücü olarak ortaya çıkan SSCB, materyalist felsefe ve dünya görüşü ile camiler ile kiliseleri kapatarak, yeni bir dinsizlik düzeni gündeme getiriyordu. Bu tür bir dinsizlik düzeni Avrasya üzerinden Orta Doğu’ya taşınırken, tam bu aşamada kocaman İslam dünyasının ortalarında yer alan bir Yahudi devleti olarak İsrail, Siyonist Hrıstıyanlık olan Evanjelizmin iş birliği organizasyonu ile kuruluyordu. Hrıstıyan dünyasından dışlanan Yahudi devleti böylece İslam dünyasının tam ortalarında kurulurken, diğer yandan da dinleri ortadan kaldıracak bir biçimde üçüncü dünya savaşının hazırlıkları Armegedon senaryoları üzerinden tamamlanmaya çalışılıyordu. Dünya bugün Sovyetler Birliğinin ortadan kaldırılması ile tek kutuplu bir düzene doğru zorlanmış ama aradan geçen çeyrek asırlık zaman dilimine karşılık, bir türlü istenen üçüncü dünya savaşı çıkartılamamıştır. Hiçbir üretimin olmadığı, dış dünya ile ticaret ilişkilerinin geliştirilmediği ve bu haline rağmen yoksul ve işsiz milyonları sınırları içinde barındırmaya çalışan Sovyet sisteminin sahte bir imparatorluk olduğu anlaşılınca, doğu kutbunun dağılması kendiliğinden ortaya çıkmıştır. Vatandaşı için araba üretmeyen ama dünya güç dengeleri içinde uzaya gitmeye çalışan bir sahte düzenin çöküşü hızla gerçekleşince, İlluminati isimli gizli dünya devletinin Müslümanlar ile Hrıstıyanları çarpıştıracakları ve bunun sonunda devletler düzeninin yıkılacağı ve bu aşamadan sonra küçük İsrail devletinin merkezdeki yeni büyük güç olarak büyüyeceği, en sonunda Kudüs merkezli Büyük İsrail devletinin bütün dünyaya egemen olacağı inancı ile hareket edilmeye başlanmıştır.

               Yirminci yüzyılın dünya savaşlarına kadar devletlerarası ilişkiler üzerinden eski dünya düzeni sürdürülmeye çalışılmış ama bu arada da Medeniyetler Çatışması görünümünde, ortaya devletlerin ötesindeki farklı kültürel yapılar arasında çekişmeler gündeme getirilmeye başlanmıştır. Armegeddon senaryosundaki kıyamet savaşları olarak hazırlanan Müslümanlık ve Hrıstıyanlık arasındaki kıyamet çatışmalarına doğru dünya sürüklenirken, önce karşı kutup merkezi olan Sovyetler Birliği dağıtılmıştır. Bunun üzerine bir çeyrek yüzyıl da esas kutup merkezi olarak görünen ABD’nin de dağılmasıyla, bir büyük gücün olmadığı ve bu durumdan yararlanan küçük ve orta boy güçlerin dünya sahnesinde etkin olacağı ve bir süre sonra da çok kutuplu dünyanın giderek bir kaos ortamına sürüklendikten sonra çıkartılacak bir kıyamet senaryosu ile her şeyin yıkılacağı varsayılmıştır. Bu yıkım sonrasında da ilk tek tanrılı din olan Yahudiliğin örgütlenmesi sonucunda kurulacak Büyük İsrail devleti çatısı altında yepyeni bir dünya imparatorluğu kurulacağı önceden programlanmıştır. Böylece iki binyıl önce başlatılmış olan dünya hegemonya düzeni arayışında Hrıstıyanlara ve Müslümanlara hiç fırsat verilmeyecek ve Evanjelizmin örgütlenmesiyle Siyonist Hrıstıyanlar batı dünyasını yönlendireceklerdir. Bayrağında elli adet yıldız bulunan ve günümüzde ana kutup merkezi olarak yönlendirilen ABD’de, Büyük İsrail devletinin kurulması ve bu doğrultuda izlenen Armegeddon planının devreye sokulması ile birlikte, devlet hedefsiz kalacağından, ülke içinde başlayacak olan iç gerginliklerin ve çatışmaların bu büyük gücün çökmesine giden kaos yolunu açacağı şimdiden görülmektedir.

                Dünya tarihi incelendiği zaman tarihsel dönüşümlerin gerçekleştirilmesinde ya da eski hegemonya düzeninden sonra bir başka egemenlik düzenine doğru ortaya çıkan değişimlerin, zaman içinde belirleyici olduğu geçmişteki gelişmeler incelendiği zaman ortaya çıkmaktadır. Tarihsel dönemler tek tek ele alınarak incelendiğinde, değişen koşulların yeni büyük güçlerin sahneye çıkmasında etkili oldukları anlaşılmaktadır .Bilimsel devrimler, önemli icatlar, karaların keşfi, denizlere açılma, okyanuslara egemen olma , sömürge imparatorlukları kurma, uzaya çıkma, silah teknolojisindeki gelişmeler, fen bilimlerindeki  son yenilikler, siyasal devrimler ya da bugün yaşanmakta olan teknolojik devrimler, elektronik alandaki hızlı gelişmeler  ile uzay çağının  gerekleri yeryüzünde önemli yansımalar yarattığından, jeopolitik konumlar ve  dengeler değişmekte   bu yüzden de eski düzenler geride kalırken, eskinin büyük güçleri de çökme ya da dağılma aşamasına gelmektedirler. Bir büyük güç çökerken onun bıraktığı boşluğu doldurmak üzere dünyanın bir başka bölgesinde yeni bir büyük güç siyaset sahnesindeki yerini almaktadır. Aynı dönemde iki büyük güç olursa ya çatışmalar sonucunda büyük savaşlar yaşanmakta ya da aradaki yarışın tırmanmasıyla büyük güçlerden birisi, daha da büyüyerek kendi hegemonyasını yeryüzünde geçerli kılarken, geride kalan büyük gücün bu konumunu kaybederek ya orta boy bir güç haline gelmesi ya da bütünüyle parçalanarak küçük siyasal yapılanmalar doğrultusunda bir yeni siyasal düzene yönelmesi gündeme gelebilmektedir.

                Bugün çöküşe geçen ABD için gerileme sürecinin, gücünün zirvesinde olduğu Vietnam savaşı sırasında başladığını ilgili uzmanlar dile getirmektedirler. Dünya hegemonyasının ana bölgesi olan Asya kıtasına egemen olabilmek için yapılan Vietnam savaşı, ABD için hem gücünün zirve noktasıdır hem de çöküş zincirinin ilk halkasıdır. Yapısal olarak çok milliyetçi bir halk olan Vietnam halkının ABD emperyalizmine karşı direnmesi sonucunda, süper güç olan Amerikan ordusu bir büyük savaş yenilgisiyle Asya topraklarını terk ederek ülkesine geri dönmek zorunda kalmıştır. İlk darbeyi Vietnam’dan yiyen ABD ikinci darbeyi de sürekli olarak Büyük İsrail projeleri ile Amerikan hükümetlerinin üzerine giden İsrail lobilerinden yemiştir. Dünya kapitalist sistemini elinde tutan Siyonist lobilerin baskı ve çekiştirmeleri yüzünden giderek bocalayan ve kendi ülkesini yönetilemez bir duruma düşüren İsrail lobileri, ABD’yi sürekli olarak kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirdiği için, böylesine bir büyük gücün çöküşüne yol açmıştır. Kennedy  gibi  ABD başkanlarını öldüren, Amerikan ekonomisini  bağımsız merkez bankası aracılığı ile alt üst eden, İsrail’in güvenliği için Orta Doğu, Kuzey Afrika ve Avrasya bölgelerinde savaşlar çıkartan, para gücü ile her şeyi satın alan, en son teknolojileri kullanarak bütün dünyada bir çıkar düzeni oluşturan, siyasal kadroları birer kurşun asker gibi kullanan İsrail lobileri, ABD içinde de örgütlenerek  bu büyük devletin kendi çıkarları  çizgisinde  görünmeyen derin devletler yarattığı sürece ,ABD ve benzeri büyük güçlerin var olması ve yaşaması artık eskisi gibi mümkün olamamaktadır.  Son dönemlerde gündeme getirilen küreselleşme akımı da şirket merkezli yeni bir dünya düzeni getirirken, devlet merkezli siyasal yapıları çökerterek yıkmaya başlamıştır. Bir büyük güç olarak ABD aynı zamanda devlet olduğu için, şirketlerin saldırısı ile devletin temelden sarsılması ve çökertilmesine karşı eskisi gibi direnememiştir. ABD son yıllarda gerileme sürecinde olmasına rağmen, gene de eskisi gibi bir numara konumunu korumaya çalışarak ortaya bir otorite boşluğu alanı çıkartılmaması için bugünün koşullarında mücadele vermektedir. Son ABD başkanlık seçimlerinde iki adaydan birisinin devletin, diğerinin de küresel şirketlerin temsilcisi olarak hareket ettikleri görülmekte ve dünya devleti olmaya soyunan küresel şirketler ile, yirminci yüzyılın en büyük siyasal gücü olan Amerika Birleşik Devletleri’nin rekabet içinde karşı karşıya geldikleri görülmektedir. Bu aşamada, dönemin büyük gücü olarak ABD’nin önü kesilmekte ve bir sermaye imparatorluğu teknolojiyi kontrol ederek, yeni bir büyük güç konumuna   gelmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN