21 Ekim 2019 Pazartesi

RUSYA‘NIN ORTADOĞU PROJESİ ( ROP ) - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


RUSYA‘NIN ORTADOĞU PROJESİ ( ROP )
                                                                                                                           
                Dünyanın en geniş ülkesi olan Rusya Federasyonunun merkezi coğrafyaya egemen olabilmek için hazırlamış olduğu jeopolitik hegemonya planı, geçen hafta Türk basını kanalı ile açıklandı. Konu ile ilgili olan kesimlerin temsilcileri hemen bu plan üzerinde düşüncelerini açıklamaya başladıkları noktada,  konuyu öncelikle Rusya’nın dünya haritasındaki konumunun gündeme getirilmesi ve bu çerçevede tartışmaların yönlendirilmesi gerekirken,  yeryüzü topraklarının altıda biri üzerinde hegemonya kurmuş olan Rus devleti ile  merkezi coğrafyanın konumları arasındaki bağlantının gözler önüne serilmesi gerekmektedir. Konuya dünya haritası açısından bakıldığı zaman Rusya Federasyonunun topraklarının kuzey yarı küresindeki toprakların büyük bölümünü sınırları içine aldığı görülmektedir. Bu kadar büyüklükte topraklara sahip olmasına rağmen, giderek azalan bir nüfusa sahip olan Rusya, gelecekte bu yönü ile dünya kamuoyunda ciddi boyutlarda tartışılacaktır. Rus devleti bu durumu iyi bildiği için kendisi ile ilgili bu tartışmanın önlenmesi ya da geciktirilmesi doğrultusunda,   merkezi coğrafya da egemen olabilme doğrultusunda bir emperyalist plan hazırlayarak açıklamakta ve şimdiden konu ile ilgili tartışmaları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmeye çalışmaktadır. Açık topluma geçiş sürecinde bütün büyük devletlerin geleceğe dönük emperyal  projeleri açıklanması aşamasında, Rusya Federasyonu gibi bir dev devletin de bu yönünün açıklığa kavuşması, dünya kamuoyunun  istikrarı açısından  küresel barış düzenine yardımcı olacaktır.
                Bugünün koşullarında dünya düzeninin iki kutupluluktan çıkarak çok kutupluluğa doğru kaymaya başlaması dikkate alınırsa, kutup merkezi olmaya soyunan büyük devletlerin emperyalist  projeleri   yavaş yavaş gün ışığına çıkmakta ve bu gibi emperyalist projelerden rahatsız olan ve onların  ülkeleri için tehdit yarattığının farkına varan ilgili toplum kesimlerinin  ciddi eleştirileri de birbiri ardı sıra  öne çıkmaktadır. İki kutuplu dünyada ideolojik kamplaşma içine girmiş olan dünya düzeninin bu durumdan kurtularak daha özgür bir ortama doğru yöneldiği yeni aşamada, açıklığa kavuşan emperyal projelere dikkat edildiğinde Britanya İmparatorluğunun Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika’nın Büyük Orta Doğu Projesi İsrail’in Siyonist planı olarak Büyük İsrail Projesi,  Avrupa Birliği’nin Büyük Avrupa kıtası gibi projeleri öne çıkmaktadır. Şimdi Rusya’nın merkezi coğrafya planını açıklamasıyla birlikte,  bu emperyalist projelere yeni bir katılımın Rusya aracılığı ile gündeme geldiği görülmektedir. Eski kutup merkezi olan Rus devletinin yeni dönemde de boş durmadığı ve bu kez  batı dünyası ile Avrupa kıtasından dışlandığı bir noktada, orta dünya bölgelerinde etkinlik sağlayarak  batı merkezli bir dünyanın karşısına gene eskisi gibi çıkmaya çalıştığı görülmektedir. Yüz yıllık zaman dilimi içinde iki kez büyük yıkıma uğramış olan Rusya Federasyonu yeni dönemde bir üçüncü yıkılma süreci yaşamamak üzere, dünya egemenliğini temsil eden batılı emperyalist ülkelere karşı  güçlenerek  ve alternatifler üreterek  karşı çıkma çabası içine girdiği anlaşılmaktadır. Bu doğrultuda, kendi ülkesini dünyanın hedefi konumundan uzaklaştırabilme doğrultusunda, Rus derin devletinin  kendi uzun sınırlarının alt bölgesinde kalan merkezi  alanı diğer emperyalist devletlere  kaptırmamak üzere, kendi güneyinde kalan merkezi coğrafya ile genel anlamda bir bütünleşme sağlamak üzere, emperyalist bir planı dünya kamuoyu önünde açıklamaktan çekinmeyerek diğer ülkelere bir sinyal vermiştir. Bir Avrasya ülkesi olarak iki kıta arasında ve üstünde bir yere sahip olan Rusya’nın, bu konumundan yararlanarak haritada kendi altında yer alan merkezi coğrafya alanını tümüyle ele geçirmenin hesaplarını yaptığı, açıklanan plan ile açıklığa kavuşmuştur.
                Merkezi alan için İsrail  ve ABD’nin geliştirmiş olduğu emperyal projeler gibi  Büyük Rusya Projesi de  inançları esas alarak ulus devletleri görmezden gelmektedir. Geçen asrın başlarına kadar bu coğrafyada imparatorluklar egemen bir durumda iken ortaya çıkan birinci dünya savaşı sürecinde , imparatorluklar tasfiye edilerek  ulus devletlerin önü açılmış ve  bu bölgede kurulmuş olan ulus devletler uluslararası hukuk düzeni çerçevesinde resmiyet kazanarak Birleşmiş Milletler çatısı altında bağımsız devlet olarak yaşayabilme hakkını elde etmişlerdir. Dünyada imparatorluklardan ulus devletlere geçiş aşamasında merkezi alan fazlasıyla etkilenerek paramparça bir duruma sürüklenmiştir. Aradan yüz yıl geçtikten sonra bugün de bu coğrafya yeniden paramparça edilerek  bu kez  daha küçük bölümlere doğru  oluşumlar desteklenmektedir. Küresel sermaye oluşumunun savunduğu politikalar doğrultusunda  merkezi bölge  karıştırılırken, Rusya’da diğer büyük devlet olan ABD gibi  tüm merkezi alanı Büyük Rusya Projesi doğrultusunda  kendi kontrolü altına alabilmenin hesaplarını yapar bir duruma gelmiştir. Amerika ve Avrupa’nın birbirinden ayrı bölgeler olduğu gibi merkezi alan da Orta Doğu olarak kendi başına bir bölge konumunda olduğu için, bu farklı alanın batı dünyasından ayrılan özelliklerine uygun düşün plan ve projelerin gündeme getirildiği görülmektedir.
                Kısa adı  ROP  olarak ifade edilen Rusya’nın Orta Doğu Projesi de , İsrail ve ABD ikilisinin bölge yapılanmasında esas aldıkları inançlara dayanmaktadır. Buna göre Ruslar, Orta Doğu ülkelerinde yaygın olarak yaşayan Sünniler, Şiiler ve Ortadoksları,bir VAHDET PROJESİ altında  bölge dışı  güçlere karşı  bir araya getirebilmenin  çabası içine girmişlerdir. İslam dininin ele aldığı vahdet inancını  Hrıstiyanların doğu kolu olan Ortadokslara da yayarak, Rusya kendi nüfus yapısına uygun düşecek bir emperyalist projeyi bir an önce yürürlüğe koyabilmenin  arayışı içinde olmuştur. Amerikan dış politikası tarikatlar ve cemaatlar üzerinden biçimlenirken, bölgenin en yeni devleti olarak İsrail tümüyle bir din devleti modelini bölgeye getirerek, diğer din grupları ile dinler arası diyalog adı verilen bir yeni toplumsal oluşum üzerinden  bağlantılarını geliştirmeye yönelmiştir. Kısa adı ROP olan bu yeni proje çerçevesinde,  küresel emperyalizmin dünyaya egemen olma hazırlıkları içinde  merkezi alanda yaşamakta olan üç büyük din grubunun, Rusya’nın  öncülüğünde dünyanın diğer büyük güçlerine ve devletlerine karşı bir dayanışma içine girerek kendilerini korumaları, ana hedef olarak öne çıkarılmaktadır. Böylece Rusya dinleri ve inanç sistemlerini bir araya getirerek istediği bölgesel dayanışma düzenini gerçekleştirmeye çalışırken, bölgedeki ulus devletlerin milli sınırlarını görmezden gelmekte ve eski ABD dışişleri bakanı Condelisa  Rice’ın dile getirdiği gibi dünyanın orta alanında yer alan  yirmiden fazla devletin sınırlarının değişmesi  inanç sistemleri üzerinden  sağlanmak istenmektedir. İnsanlar dinsel politikalar ile tatmin edilmeye çalışılırken, diğer yandan  var olan devletlerin küçülmelerini sağlayacak doğrultuda sınır düzeltmeleri gerçekleştirilmek isteniyordu.

                Sınır değişikliği gibi var olan devlet düzenlerini alt üst edebilecek derecede önemli  siyasal oluşumlar, günlük olaylar  gibi gösterilerek harekete geçilirken, bölge devletlerinin halklarının karşı koymalarını önleyecek düzeyde bir terör oluşumu dış destekli emperyal projeler aracılığı ile devreye sokularak,  her türlü direnişin önü kesilmeye çalışılıyordu. ABD ve İsrail ikilisi dini inançlar ile birlikte etnik kökenleri de ortaya çıkararak,  ulus devletlerden eyalet devletçiklerine geçişin provalarını  yapıyorlardı. Büyük Orta Doğu ve İsrail projeleri bölgesel yapılanmalar doğrultusunda ulus devletlerin parçalanmasını öne çıkarırken, Rusya’da bu iki projeye rakip olarak bir üçüncü projeyi geliştirirken ve aynı yoldan giderek merkezi alan halklarının inanç sistemlerini esas alırken, milli sınırları devre dışı bırakarak  yeni  bölgesel oluşumun önünü açmaya çalışıyorlardı. ABD Irak savaşı sırasında Şiistan ve Sünnistan olarak iki ayrı din devleti oluştururken, ülkenin geri kalan bölgesinde de Kürdistan adı ile yeni bir etnik devlet yapılanmasını kurmak için çaba gösteriyordu. Irak sonrası Suriye savaşı dışarıdan kışkırtılırken; Şiiler, Hrıstıyanlar ve Sünniler için ayrı inanç devletleri  kurulmak isteniyordu.
                Orta Doğu’nun yanı başında yer alan Rusya Federasyonu, eski Osmanlı ülkesine yabancı devletlerin girmesini, emperyalist ya da Siyonist  planların kendisini tehdit edecek düzeyde bu bölgede öne çıkarılmasını istemediği için sürekli olarak merkezi alandaki gelişmeleri yakından  takip etmiştir. Bu gibi gelişmelerin doğrultusunda sıcak denizler bölgesine inerek kendi güvenliğini tehdit eden bölgesel gelişmelere karşı çıkmak ya da kendi ulusal çıkarları doğrultusunda müdahale etmek gibi  kendi varlığını savunan girişimlerde bulunmuştur. Rus Çarlığı döneminden gelme politikalar ile Rusya kendi çıkarları doğrultusunda yeni bir oluşumu gerçekleştirmeye çalışırken,  kendisine rakip olan devletlerin bölgeye girişini ya da uzaktan müdahalelere girişmelerini önlemeye çalışmıştır. Rusya bugünkü aşamada  bölge dışı güçlere karşı  Moskova-Ankara-Tahran üçgeni çizgisini  merkezi alana getirmeye çalışırken, Ortadoksların temsilcisi olarak hem Şiiliğin merkezi olan Tahran’ı, hem de Sünniliğin merkezi olarak da  Ankara’yı kendisine doğal partner olarak seçmiştir. Suriye iç savaşı sırasında batı emperyalizmine karşı geliştirilen ASTANA  ZİRVESİ doğrultusunda, Rusya-Türkiye ve İran üçlüsünün ortak bir bölgesel dayanışma ittifakı geliştirmesi  üzerine, Ruslar bu üç büyük devletin birlikteliğini dini inançları esas alarak pekiştirmeye çalışmışlardır. Yirminci yüzyıl boyunca dünya sistemi olarak bloklaşmanın öne çıkması yüzünden uzun süre fazlasıyla yük altına girmiş olan Rusya Federasyonu’nun, yirmi birinci yüzyılda  yeni bir blok oluşturmaktan ziyade bölgesel dayanışma ittifakı yoluna yöneldiği kesinlik kazanmıştır. Bu  tutumu ile bloklaşma yerine esnek bir ittifak düzeni çatısı altında, bölgesel barış düzeninin kurulabileceğini Rusya komşularına göstermek istemiştir.
                İngilizler merkezi coğrafyaya  yüz yıl önce gelirken, bölgedeki Arap nüfusunun  halk kitleleri arasında çoğunluğu oluşturması konusuna dikkat ederek, gizli servisleri aracılığı ile geliştirdikleri bir yeni tarikatı Vahabilik adı altında örgütleyerek, kendi yarattıkları bir cemaat aracılığı ile Müslüman dünyayı kontrolları altına alabilmenin çabası içinde olmuşlardır. İngilizlerin işbirlikçisi olarak ortaya çıkan Vahabilere, Arap dünyası teslim edilmiş ve böylece peygamber sülalesinin İslam coğrafyasını denetim altına almasına izin verilmemiştir. Arabistan krallığı Vahabilere terk edilirken, İslam dünyasının katı ve aşırı çizgideki kesimlerinin Suudilerin işbirlikçisi olarak ortaya çıkmaları sağlanarak bir çok konuda işbirliği geliştirilmiştir. Ruslar bölgenin dışında olmalarına rağmen bölgenin yakın komşusu olma gibi bir jeopolitik konumu her zaman kendi avantajı olarak kullanabilmenin hesabı içinde olmuştur. İslam dünyasında Vahabilik akımına karşı sert tepkiler gelişirken, Hrıstıyan yapısı nedeniyle  Rusya  Tasavvuf anlayışı   aracılığı ile bir Hrıstıyan-Müslüman  diyalog düzeni geliştirebilmenin arayışına yönelmiştir. Şii ve Sünni mezheplerinin katı ve dogmatik kesimlerine erişemeyen Ortadoks  Rus devletinin,  bölgedeki halklar arasında bir dayanışma düzenini Tasavvuf merkezli bir  oluşum ile geliştirmeye çalışması, Rusya’nın yeni  Orta Doğu politikasının ana yaklaşımlarından birisi olarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Özellikle Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş gibi on üçüncü yüzyıl hümanistlerinin Tasavvuf anlayışının temsilcileri olarak kabul edilmesi, Rusya’nın  Türkiye ve İran halkları ile  farklı bir yakınlık oluşturma girişimlerinin  yeni bir yansıması olarak görülmektedir. Merkezi alandaki üç imparatorluk devletinin bölge dışı emperyalist güçlere karşı geliştireceği savunmacı dayanışma, inançları temel alacağı için her türlü dış saldırı ya da tehdidin daha kolay önlenebileceğini Ruslar ileri sürmektedirler. Hırıstıyan Rusya’nın bu din çatısı altında Katolik ya da Protestan dünyaya değil de, kendisine yakın bir bölgede ikamet eden Müslüman topluluklar için inanç esaslı bir dayanışmayı gündeme getirmesi, tümüyle merkezi alan egemenliği amacını taşıyan yeni bir yaklaşım olarak öne çıkmaktadır. Her türlü çatışma ya da savaş tehlikesine karşı insanlığın yeni dönemde inançlardan hareket eden bir yaklaşıma gereksinmesi olduğu Rusya’nın Orta Doğu projesi ile öne çıkartılmaktadır. Bölgesel ve küresel barış için tasavvuf anlayışının içindeki hümanizmin yeterli olacağını Ruslar bu tavırları ile ortaya koymaktadırlar.
                Vatikan merkezli Katolik inancının doğu Hrıstıyanlığı olan Ortodoksluğu kontrolü altına almasına karşılık, Rusya’nın geliştirdiği Ortadoksluk-Sünnilik- Şiilik üçgenine  karşı bir Katolik-Protestan-Ortadoks ittifakı öne çıkabilir. Rusya böyle bir ihtimali önleme doğrultusunda  bir Hrıstıyan birliğini değil ama Orta Doğu’nun Şii ve Sünni  halkları ile  batı emperyalizmine karşı dayanışmayı  seçmektedir. Batının dışladığı doğu toplumlarını kucaklamak Ortadokslar ile birlikte Müslümanların da kaderi olduğu için, bir antiemperyalizm çizgisinde orta dünya halklarını inanç temelli birliktelikler oluşturarak  bir karşı direnç geliştirebilmesi, Rusların hesaplarının arkasında yatan yaklaşım olarak görünmektedir. Din savaşları yerine mezhep yakınlıkları ya da dayanışmalarının geliştirilmesi  ile zaman içerisinde  savaşların önlenmesini sağlayarak  bölge barışına katkı getirilmesini, Ruslar yeni projeleriyle gündeme getirmişlerdir. Dünya daha da parçalanarak çok kutuplu bir yapılanmaya doğru dönüşürken, orta dünyada mezhepler üzerinden bir Hrıstıyan-Müslüman dayanışmasının sağlanması yolundan gidilerek, iki bin yıllık kutsal topraklar kavgasına da son verebilecektir. Maddi gücünü her fırsatta dünya uluslarına dayatan batı emperyalizminin bu zorlamalarına karşılık geliştirilecek manevi direniş, insanlığın yakın gelecekte bir dünya barışı elde edebilmesi ihtimalini güçlendirecektir.
                Şiiliğin merkezi olan İran devletinin Irak’taki Sünni rejimin çökertilmesinden sonra, bölgedeki diğer devletler üzerinde  Şiilik  aracılığı  ile yeni bir baskı düzenine yönelmesi, merkezi devletler arasında sıcak çatışmalara ve gerginliklere neden olmaktadır. Bölgedeki aşırı akımların temsilcisi olarak selefilik  gibi katı ve radikal inanç düzenlerinin  tasfiye edilebilmesi için, Şiilik ve Sünnilik arasında güçlü bir birliktelik oluşturulması gerekmektedir. Ruslara göre, Vahabilik Tasavvuf gibi barışçı bir yaklaşım ile dengelenirse, o zaman  kutsal topraklar üzerinde barış düzeninin kurulabilmesi mümkün olabilecektir. Rusya üç büyük devlet arasında birlikteliği savunurken,  Türkiye’nin başkenti Ankara’nın Sünnilik merkezi olmasını,  tıpkı İran başkenti Tahran’ın Şiilik merkezi olması gibi  gerekli görmektedir. Ne var ki, İngilizler Orta Doğu bölgesine gelirken  hem Vahabilik mezhebini oluşturarak Arabistan’ın başına sarmışlar, hem de   Osmanlı İmparatorluğundan çekindikleri için, Sünniliğin merkezi olarak da Mısır’ın Başkenti Kahire’yi  yeni merkez olarak ilan etmişlerdir. Bu durumu pekiştirmek ve güçlü bir merkez oluşturabilmek için de, El-Ezher gibi büyük bir din merkezini  de  gene Mısır’ın başkenti Kahire’de  kurmuşlardır. İran bu aşamada  akıllı politikalar ile Orta Doğu ülkelerinde Şiiliği yayarken, Sünniler’in bu durumdan rahatsız olmasını önleyecek yeni bir adım, Rusya’nın öncülüğünde Ortadokslar ile Sünniler arasında geliştirilecek diyalog ve dayanışma  girişimleri ile sağlanabilecektir. İsrail’in kurulmasından sonra ortaya çıkan terör ve savaş gibi gelişmeler bölgedeki inanç grupları arasındaki barışçı dayanışmayı zorunlu bir hale getirmiştir. Vahabilerin Arap halkı ile ters düşen katı ve radikal tutumlarının dengelenebilmesi için, vahdet anlayışı içinde birliktelik oluşturulması  inanç grupları arasındaki dayanışmayı daha da geliştirecektir. Ruslara göre eğer bölge halklarının tamamı böylesine bir inanç yapılanması içerisinde birliktelik çatısı altına alınamazsa, o zaman bölge halkının bölünmesi  kaçınılmaz olacaktır. Günümüzde  barış için  böylesine bir vahdet anlayışını temel alanlara karşı çıkan halk kesimleri  ile yandaş olma stratejilerinin  geliştirilmesi gerekmektedir. İslam dünyasında yaygın olan Tasavvuf anlayışının  üç büyük din grubunun tabanında yaygınlık kazanmasına yardımcı olmak gerektiğini, Ruslar yeni Orta Doğu projesi ile ısrarlı bir biçimde savunmaktadırlar. Ruslar üçlü birliktelik için Ankara’nın Kahire’nin yerini alarak Sünni dünyanın lideri olması gerektiğini  vurgulamaktadırlar. Böylece Rusya  bir Arap ülkesinin ya da kentinin merkez olmasına karşı çıkarken, bir anlamda ABD’nin ılımlı İslam projesinde gündeme getirdiği  laiklikten uzaklaşmış bir Türkiye yapılanmasını dolaylı yoldan destekler görülmektedir. Tıpkı Tahran’ın sahip olduğu Şiilik merkezi olması gibi bir  konumu, benzeri bir biçimde  Rusya ve ABDile birlikte Türkiye için de Ankara için  Sünnilik merkezi olarak düşünmektedir.
                On üçüncü yüzyılda Anadolu’ya hümanizmi getiren  mutasavvuflar olarak Mevlana, Yunus Emre ve Hacı Bektaş’ın  daha etkin bir biçimde eğitim ve toplumsal yaşam alanlarında öne çıkarılmalarıyla birlikte, hümanist İslam anlayışı Türkiye üzerinden  İslam ülkelerinde  geniş bir taban kazanmıştır. Şimdi gelinen noktada bu durumun yerinde değerlendirilerek, Rusya’nın Orta Doğu projesinin gerçekleşmesine katkıda bulunması  istenmektedir. Türkiye’ye laiklik rejimini getiren  Atatürk Cumhuriyetinin  laik siyasal rejimi ile  El-Ezher gibi İslam merkezlerine uzak durması yüzünden,  dünya kamuoyunda  Türkiye  bir İslam devleti olarak kabul edilmemiştir. Bu çerçevede Türkiye cumhuriyeti hem Müslümanların hem de gayrimüslimlerin ülkesi olarak görülmüştür. Türkiye Müslüman halkı ile bir Asya devleti olarak öne çıkarken aynı zamanda gayrimüslimlerin yaşadığı bir ülke olarak ve çağdaş cumhuriyet rejimi ile uygarlığın beşiği  olan Avrupa kıtasının  yanı başında batının modern devletleri  ile birlikte hak ettiği yeri almıştır. Türklerin Müslüman çoğunluğu nedeniyle Türkiye Avrupa Birliği’ne üye yapılmamış ama günümüzün gelişmiş ülkeleri arasında yer alması da önlenememiştir. Türkiye Cumhuriyeti bu konumu ile batıdaki çağdaş uygarlığın Orta Doğu bölgesindeki temsilcisi olmuştur. Rusya İran ile birlikte Türkiye’ye merkezi alan ortaklığı önerirken Türk devletinin bu konumunu da dikkate alarak hareket etmektedir.
Avrupa’nın yanı başındaki Türkiye’nin  El-Ezher’e uzak duran konumu, Türklük üzerinden İran ile geliştirilen  yakın bölgesel işbirliği düzeni içinde daha etkin bir duruma gelmiştir. Bütün gayrimüslim dünyaya  İslamı yaymak için Cihat adı altında  bir din savaşı ilan etmeye yönelen  Selefigruplar, Vahabilik tarikatının örgütleyicisi  Suudi hanedanının destek ve   baskılarıyla  tüm İslam ülkelerinde karışıklık ve kaos yaratabilmenin çabası içine girdikleri, bugünün koşullarında  açıkça göze çarpmaktadır. Savaşa ve teröre karşı düşünce yolunu seçen Sufiler zaman içerisinde daha etkili olmaya başladıklarında, selefi grupların  katı bir  çıkışa sürüklenmeleri önlenerek var olan dengeler korunabilmektedir. Vahabiler hanedanlık  rejimini korumak doğrultusunda radikal İslamcı terörü destekledikleri gibi, aynı zamanda  şiddet yanlısı bir tutumu da geleceğe dönük olarak kurumlaştırma çabası içinde oldukları görülmektedir. Anadolu İslamının tasavvuf yolu olması nedeniyle, Rusya’nın İslam dünyasına yönelik yeni açılımında Türkiye başlıca müttefik olabilecektir. Tasavvuf Vahabiliğin alternatifi bir konuma gelirse o zaman selefi grupların bölge barışını tehdit etmeleri  ya da bir üçüncü dünya savaşı görünümünde  Cihat savaşlarına yönelmenin önüne geçilebilecektir. Doğu ve batı bölgelerinde oluşturulacak Sufi birliklerinin bütün Sufileri toparlayarak,  yeni bir kamu düzenin  ılımlı İslam düzeni  ile  bağdaşabilecek  tarzda oluşturulması doğrultusunda etkin olabilecekleri, Rusların yeni projesinde öne sürülmektedir. Bu açıdan İslam dünyasına kalıcı bir barış düzeninin götürülebilmesi  için Sufi örgütlenmesinin  tüm İslam ülkelerinde  örgütlenmesi  gerekmektedir.
                Rusya’nın  batı merkezli emperyalizme karşı, Orta Doğu ülkeleriyle yakın işbirliği projesi  bir anlamda panzehir görünümü taşımaktadır. Merkezi alanda küresel savunma ve işbirliği olanaklarının genişletildiği bir dünya da,  ulusal ve laik devletlerin ihmal edilmesi ve yeni bir kamu düzeni oluşturma süreci içinde görmezden gelinmeleriyle,  kutsal topraklar gelecekte de bir savaş sürecine doğru sürüklenmek istenmektedir. Bölgede işgalci olarak bulunan ABD ve İsrail ikilisinin bu aşamada çok tarihi bir değerlendirme yapmaları gerekmektedir. Eğer onlar bu noktada  böylesine bir hassasiyet ve iyi niyetle hareket ederlerse, o zaman bölge devletleri arasında  dayanışma daha da gelişeceği için bölgesel barışın tesisi için gerekli olan adımlar, bölgesel bir dayanışma düzeni içinde geliştirilebilir. Rus planı  yeniden bölgesel bir barışı öne getirdiği için, Rusya merkezli atılacak olan diplomatik adımların barışa dayalı yeni bir yaşam düzeninin  merkezi coğrafyaya getirilmesi  söz konusudur. Günümüzde merkezi alandaki ülkeler ve siyasal güçler bu yeni yaklaşıma göre hareket edecektir.
                İslam tarihi  aşırı ve yıkıcı selefi akımlar kadar akıl ve bilimden yana akımlara da  ev sahipliği yapmıştır. Arapların geleneksel  güney Müslümanlığına karşılık, Türklerin kuzey Müslümanlığı, Orta Asya ve Orta Doğu ekseninde çağdaşlık ve bilimsellik doğrultusunda gelişmeler göstererek  bugünkü modern Türkiye’nin ortaya çıkışında fazlasıyla etkili olmuştur. Türkiye’nin Avrupa  Birliği sürecinde kendini pek fazla belli etmeyen bu gelişme, Türkiye’nin yeniden Asya ve Orta Doğu’ya döndüğü bugünün koşullarında fazlasıyla önem kazanmaktadır. Bilimi ve aklı esas alan, pozitif gelişmeleri yakından izleyen Maturidilik anlayışı  bu açıdan örnek gösterilebilecek en önemli  İslam akımıdır.  El-Ezher kökenli Mısır’ın İslam anlayışı, Hazar bölgesindeki Rönesans olgusundan ve bu değişimin Orta Asya ve Orta Doğu’da yaratmış olduğu bilimsel ve kültürel gelişmelerden  uzak kalırken, Arapların güney Müslümanlığı ile Türklerin Kuzey Müslümanlığı arasındaki  ayrılıklar öne çıkmaktadır. Kuzey ve Güney ekseninde ortaya çıkan bu jeopolitik gelişmeler hem dünyanın hem de İslam  dünyasının  biçimlenmesinde önemli etkiler yaratmıştır. Dokuzuncu yüzyılda ilk olarak  Hazar bölgesinde ortaya çıkan Rönesans akımı, daha sonraki aşamalarda  Orta Asya ve Horasan’da on birinci yüzyılda, Anadolu’da ise on üçüncü yüzyılda ortaya çıkmış ve daha sonra da on beşinci yüzyılda İtalya yarımadasında öne çıkarak, bir yandan  çağdaş uygarlığın doğum yeri olan Avrupa kıtasını derinden sarsarak  bugünkü dünya uygarlığının oluşumuna  hem kaynaklık yapmış hem de bilgi birikimini taşıyarak, yepyeni bir dünya düzeninin öne çıkışında etkin olmuştur. Batı uygarlığının bir parçası olarak günümüze gelen Rusya, sınırları boyunca uzanıp giden Asya topraklarını gördükçe bu coğrafyanın önemli bir parçası olan Orta Doğu bölgesini de dikkate alarak merkezi alan projesi geliştirmeye yönelmektedir.
                Hazar’dan Avrupa’ya uzanan  tarihsel  Rönesans çizgisi çağdaş uygarlığın tekerleğini döndürürken  gelişme  rotası  bugünkü Rusya ile İran ve Türkiye topraklarından geçmiştir. Rusya  üç imparatorluk devletini inançlar üzerinden bir araya getirirken geçmişin bu birikiminden yararlanmaya çalışmakta ama merkeze kendisini bir büyük emperyal devlet olarak oturttuğu zaman  iş içinden çıkılmaz bir biçimde karışıklığa doğru kaymaktadır. Her üç ülkenin kendi tarihleri ayrı ayrı ele alındığı zaman, bir çok konuda bu sınır komşusu imparatorluk devletlerinin tarih boyunca bir çok konuda anlaşmazlığa düştüğü hatta yüzyıllar boyunca savaşmak zorunda kaldığı göze çarpmaktadır. İran ile Türkler arasında beş yüz önce yapılan Çaldıran savaşı bir anlamda mezhepler kavgasının savaşa dönüşmesi ile tarihteki yerini almıştır. Osmanlı devleti Avrupa’daki Protestanlara sahip çıkarken, Vatikan da buna karşı çıkarak Şiiliğin Orta Doğu bölgesi ve Asya topraklarında  yayılması için  Perslere yardımcı olmaya çalışıyordu. Nüfusunun büyük çoğunluğunun Türk asıllı olmasına rağmen İran ile Osmanlı devleti arasında bir yakınlık kurulmasına mezhep savaşları engel olurken, iki büyük devletin nüfuslarının çoğunluğunu oluşturan Türklük üzerinden bir araya gelmesi belirli merkezlerce önlenmiştir. Hazar kıyısından ortaya çıkmış olan Uygarlığın batı ülkelerine doğru yöneldiği aşamada Avrupa üzerinden Asya bölgelerine doğru din ve mezhep çatışmaları  büyük savaşlar halinde  öne çıkarken, merkezi coğrafya bütünüyle parçalanarak bir dağılma dönemine doğru sürükleniyordu. Bugün Orta Doğu’ya egemen olmak isteyen Rusya Federasyonu’nun  ortadan kaldırmak istediği inanç ayrılıklarının tohumları  beş yüz  yıl önce atılmış ve iki büyük Türk devletinin birleşmesini önlemek üzere, Şiilik ortaya çıkarılarak  geleneksel Sünni toplumunun ötesinde ayrı bir sosyal yapılanma  yeni ortaya atılan mezhep ayrılığı  ile gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. İslam dünyasındaki bu ana bölünme ile ortaya çıkan bu ikili yapı daha sonraları örgütlenen yeni tarikatlar dışarıdan müdahale eden emperyalist merkezler  aracılığı ile iyice içinden çıkılmaz bir karışıklığa doğru sürüklenerek  bugünkü kaos ortamına varılmıştır. Rusya’nın yeni projesini hazırlarken bu kaosa son vermek için Şii-Sünni ortaklığını öne çıkardığı anlaşılmaktadır.
                Orta Doğu tarihi birbirini izleyen dinler arası savaşlar olarak  kitaplarda yerini alırken, bu durumu günümüzde mezhepler savaşına dönüştürmek isteyen İsrail ve ABD ikilisi ile,  Rusya’nın  emperyalist hegemonya projesinin  inançlar arasında ortaklığa ve dayanışmaya dayandırması arasında çok ciddi bir ayrılık hatta karşıtlık öne çıkmaktadır. Bugünkü  çağdaş uygarlık düzeninin oluşumu sırasında Avrupa kıtasındaki mezhepler savaşına son veren Vestfalya  Antlaşmasının  yeniden dikkate alınması gerekmektedir. Bugünün koşullarında  Evanjelik tarikatının zorlamaları ile İsrail ve ABD  bölgede her türlü alt kimlik ve inanç tartışmalarını tırmandırırken  ve silah tüccarları bölgeyi iyice karıştırırken, Rusya Federasyonu’nun din ve mezhep farklarını bir yana bırakarak sadece inançlar üzerinden bir diyalog ve işbirliği önerisini gündeme getirmesi, ilk başta  hoşgörülü bir uygar davranış olarak öne çıkmaktadır. Ne var ki, Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrasında  Rusya Federasyonunun baskı ve zulme yönelen tavırları, başta Çeçenistan olmak üzere Kafkasya bölgesi  ve Rusya sınırları içinde kalan Türk devletleri ile  Ukrayna, Beyaz Rusya  ve  bazı  Doğu Avrupa ülkelerinde  gündeme gelen yeni sömürgeci girişimler nedeniyle, dünya kamuoyunda geçmişten  gelen Komünist diktatörlük  imajının devam etmesine yol açmaktadır. Geçmişten gelen Moskof korkusunu kamuoyundan silmedikçe, Rusya’nın güler yüzlü ve  barış yanlısı bir tutum takınarak  Orta Doğu bölgesinde kalıcı bir barış düzeni oluşturabilmesi son derece zor görünmektedir. Bu çerçevede Rus projesinin gerçeklik kazanabilmesi,  Rusya’nın  önümüzdeki dönemde izleyeceği  yumuşak politikalara ve anlayışlı yaklaşımlarına bağlı olarak kesinlik kazanabilecektir.
                Eski Roma İmparatorluğu döneminde  Romalılar Akdeniz çevresindeki bütün bölgeleri kendi kontrolları altına almışlardır. Bügünün siyaset bilimi içinde yer alan Sezaro-Papizm yaklaşımını, Rusya bir imparatorluk devleti olarak öne çıkararak günümüz koşullarında kendi merkezli olarak uygulama alanına getirmeye çalışmaktadır. Sezaro-Papizm, Roma İmparatoru Jül Sezar döneminde gündeme getirilmiş olan bir din ve devlet bütünleşmesinin adı olarak düşünülmüş bir kavramdır. Buna göre imparator Sezar  devletin başı olarak dinin de tepesindeki otorite olmaya çalışmakta, böylece din ve devlet işleri imparatorun tekelinde yürütülmeye çalışılmaktadır. Devletin başı aynı zamanda dinin de başı konumuna gelince, son derece otoriter bir  yönetim oluşturulmakta ve böylece devlet gücü bütün inanç gruplarına baskı ile benimsetilerek bütün  imparatorluk topraklarında baskı  düzeni  kurulabilmektedir. Rus devletinin başında bulunan bugünkü otoriter başkanın, çeyrek asırdır sürüp gelen hegemonya düzeni içinde  Rusya Federasyonu’nun bir anlamda üçüncü Roma İmparatorluğu biçiminde yeni bir yapılanmaya doğru hazırlandığı ve bu aşamada da Orta Doğu  ülkelerinin topraklarını da kendi imparatorluğunu genişletmek üzere   sınırları içine almaya çalışırken, Rusya’nın Orta Doğu Projesi adı altında yeni bir emperyalist plan dünya kamuoyuna kabul ettirilmek üzere  öne çıkarılmaktadır. Son yıllardaki siyasal gelişmeler bütün ülkelerin  başındaki  yöneticileri giderek otoriter bir konuma getirirken, ülke yöneticilerinin  bir Sezaro-Papizm uygulaması  arayışı içine girdikleri açıktır. Çeyrek asırlık Rus diktatörlüğünün  Doğu Avrupa, Kafkasya ve Kuzey Asya’yı sınırları içine katması yetmiyormuş gibi, bir de Orta Doğu toprakları üzerinde hak ileri sürmeye kalkışması, çok ciddi bir emperyalist tavır olarak dünya gündemine gelmektedir. Özellikle Orta Doğu bölgesinde sıcak çatışmaların devreye girmesinden sonra, kuzeydeki emperyalist güç olarak Rusya güneye inmeye çalışmış ve tarihteki Rus kızıl elması olarak, sıcak denizlerde Rus gemileri dolaşmaya başlamıştır. Rus diktatörü  bugünün Sezarı konumuna gelmişken bir de inançlar üzerinden babacılık yapmaya çalışması ve bu doğrultuda bir Papizmi, Orta Doğu bölgesine doğru geliştirerek, din üzerinden bir hegemonya planını bölgesel proje  görünümünde kamu oyuna kabul ettirmeye çalışması, tarihsel olayları iyi bilen kesimler tarafından  günümüzde  ciddi  kuşku ile karşılanmaktadır.

  Prof. Dr. ANIL  ÇEÇEN

17 Ekim 2019 Perşembe

Cumhuriyetçi Merkez Gerekliliği - Prof. Dr. Anıl Çeçen


Cumhuriyetçi Merkez Gerekliliği

Prof. Dr. Anıl Çeçen'in Özgür Sanat Dergisi Ekim sayısına verdiği yazıdır.


29 Ekim 2019 yılında Cumhuriyetimizin 96. Yılını kutlayacağız. Türkiye Cumhuriyeti’mizin, kurucu önderimiz büyük Atatürk’ün cumhuriyetin genç kuşaklarına emanet ettiği çağdaş uygarlık çizgisinde ilelebet var olabilmesi için, uluslararası güç dengelerinin Türk ulusunu içine sürüklenmiş olduğu çıkmazdan Türk devletinin kurtulabilmesi amacıyla yeniden vatansever bir çizgide milli mücadele görevi olduğunu anımsatmak istedim. Aslında günümüz koşullarında bu bir sorumluluk haline gelmiştir.

 Küresel emperyalizmin işbirlikçi ve mandacı bazı aydın kesimlerin aracılığı ile ikinci cumhuriyetçilik maskesi altında Türkiye’ye girmesi ve sermaye çevrelerinin dışa açılma bahanesi ile böylesine bir dönüşümü desteklemesi yüzünden, Türkiye Cumhuriyeti büyük bir siyasal çıkmazın içine girmiştir. ABD yönlendirmesiyle küreselleşme, Avrupa ülkeleri öncülüğünde Avrupa Birliği ve İsrail’in zorlamalarıyla Büyük İsrail Projeleri, Atatürk’ün bizlere miras bıraktığı cumhuriyet devletini fazlasıyla sarsmış ve zayıflatmıştır. Soğuk savaş yıllarında ABD- Avrupa Birliği ve İsrail üçgeninde bir Batı emperyalizminin kıskacına alınan Türk devleti, çeşitli küresel ve bölgesel projelerin batı dünyasından zorla dayatılması nedeniyle küçülerek tasviye edilme aşamasına getirilmiştir. Dış merkezli emperyal oyunlara Türkiye alet olurken, hegemonya peşinde koşan batılı devletler ve şirketler ile yakınlık içine giren işbirlikçi ve mandacı kesimler, fazlasıyla zenginleşerek ülkenin yeni patronu konumunda oligarşik bir düzen yaratmışlardır.

Eski Nato komutanları bundan beş yıl önce, önümüzdeki süreçte merkezi coğrafyadaki on devletin yıkılacağı açıkça ifade edilmişler, Türkiye dahil Ortadoğu devletlerini için düşündükleri projeleri açıklamışlardır. Değişim kılığında öne sürülen projeleri ile her geçen gün Türkiye Cumhuriyeti batılı emperyalist güçlerin daha etkin konuma geldiği bir yarı sömürge ülke durumuna getirilmiştir.  Dünyanın merkezi gücü Osmanlı İmparatorluğu önce yarı sömürgekonumuna getirilmiş ve daha sonra da teslim alınarak tasfiye edilmiştir. Bugün aynı oyun Osmanlı sonrasında bir ulusal kurtuluş savaşı verilerek kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyetine karşı oynanmak istenmektedir. Osmanlı İmparatorluğu yarı sömürge konumundan kurtulabilmek için son yüzyılında büyük modernleşme hamlelerine girişmiş ama dış müdahaleler yolu ile bunlar önlenerek, merkezi imparatorluğun çöküşü gerçekleştirilmiştir. Dün merkezi imparatorluğu çökerten batılı emperyalistler, bugün de Osmanlı topraklarına kurulmuş olan ulus devletleri iç karışıklıklar ve savaş yaratarak ortadan kaldırmaya çalışmaktadırlar. Arap Baharı girişimleri beraberinde yeni terör olayları ve iç savaşlar yaratarak, bu yönde merkez ülkelerin tasfiyesini hızlandırmıştır.

Uluslararası gelişmeler doğrultusunda reform isteyen ikinci cumhuriyetçiler, mandacı işbirlikçiler, alt kimlikçi federasyoncular, ılımlı İslamcı görünen şeriatçılar ile emperyalizm ve Siyonizm ile her türlü işbirliğine açık olan oportünistlerin oluşturduğu hukuk dinlemeyenler koalisyonu üyeleri ortaklaşa Atatürk’ün çağdaş cumhuriyetine saldırmaktadırlar. Emperyalizm desteklediği kayıt dışı ekonomi sayesinde elde edilen sıcak paralar, mafya örgütleri sayesinde yer altı dünyasının ülkede daha da güçlenmesine yol açmıştır. Kaynağı belli olmayan sıcak para trafiği ile Türkiye iyice sömürgeleştirilmektedir. Bu kesimler ile işbirliği yapan siyasal çevrelerde, hem bu kültür ilişkilerden paylarını almakta, hem de çıkar ilişkisi içinde oldukları yer altı dünyasına karşı hiçbir önlem almayarak bir anlamda dolaylı destek vermektedir. Küresel sermaye medya alanını bütünüyle denetimi altına alarak kamuoyunda aykırı seslerin çıkmasına izim vermemekte ve halk kitlelerinin eskisi gibi uyutulması misyonunu daha gelişmiş yöntemler ile devam ettirmektedir. Bir anlamda, dünya ülkelerinde demokrasilerin halk egemenliğinden sermaye egemenliğine doğru kaydırıldığı ve bu doğrulta gündeme gelen sermaye egemenliği anlamında kapitokrasilerin demokrasilerin yerini aldığı görülmektedir.

Bu kadar çok yönlü olumsuz gelişmeler karşısında nüfusu seksen milyona yaklaşan Türkiye Cumhuriyeti devletinin silkinerek toparlanması ve kendine gelmesi gerekmektedir. Küresel sermaye daha da küçük devletler istediğinden bütün dünya uluslar arası terör örgütleri aracılığı ile bir kargaşa dönemine doğru sürüklenmektedir. Emperyalizmin desteğindeki terör örgütleri aracılığı ile bilinçli bir biçimde kaos ortamı yaratılmakta ve kaostan sonra yeni düzen arayışı öne çıkarılmaktadır. Kentlerde gökdelenlerin yapıldığı merkezi alanlardaki eski evler nasıl yıkılıyorsa ve gökdelenler aracılığı ile geleceğin kent devletleri yaratılmaya çalışılıyorsa, benzeri bir biçimde bölgesel federasyonların oluşturulabilmesi için de ulus devletler parçalanarak tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Yeni demokrasi plan ve projeleri doğrultusunda gerçekleştirilmeye çalışılan bu dağıtma operasyonunda emperyal güçler yerli ortakları ile devletlere karşı savaş açmışlardır. Bir anlamda demokrasi adına sivil toplumlar öne çıkarılırken, diğer yandan da toplumlar ile devletlerin geçmişten gelen bağları kopartılmaktadır. Daha önceleri toplumlar kendi devletlerini kurarken, şimdi sivil toplumculuk adına toplumlar kendi devletlerine karşı ayaklandırılmaktadır. Geleneksel demokrasiler yeni demokrasilere dönüştürülürken, milletler sivil toplumlara dönüştürülmekte ve bu yoldan devlet millet birlikteliği ortadan kaldırmaya çalışılmaktadır.

Yunanistan devleti, küresel emperyalizmin modeline uygun olarak kurulan Yeni Demokrasi partisinin uzun süreli iktidarları döneminde yarı sömürge konumuna düşerek iflas etmiştir. Türkiye’de de bir zamanlar iş adamları derneği başkanı Yeni Demokrasi adıyla bir parti kurmuş, boğazdaki zenginlerin temsilcisi olarak ekonomi üzerinden devleti yönetmeye kalkışmış ama Anadolu halkının sağduyusu nedeniyle yüzde bir bile oy alamamıştır.

Para basma hakkı elinden alınan her devlet piyasaya mahkûm edilirken, ekonomik oyunlar ile tasfiye edilme aşamalarına getirilmektedir. Bölgesel para projesi yüzünden Avrupa Birliği Büyük Almanya’ya dönüşmüş ve diğer Avrupa devletleri piyasa üzerinden yönetilir hale getirilerek gerçek anlamda bir devlet olma durumundan uzaklaştırılmışlardır. Yeni demokrasi adı altındaki emperyal projeler devletleri dağılma noktasına getirdiği gibi cumhuriyet rejimlerini de çökme tehlikesi ile karşı karşıya bırakmaktadır. Bugün Türkiye Cumhuriyeti böylesine bir emperyal projenin tehdidi altındadır. Büyük Atatürk’ün kurmuş olduğu çağdaş cumhuriyet rejimi ulusal, üniter ve merkezi bir konumda geleceğe dönük yaşamını sürdürürken, dıştan kumandalı emperyal manüplasyonlar yüzünden ilelebet payidar olamama tehdidi ile karşı karşıyadır. Bu nedenle, yeni demokrasi projelerinin çökerttiği Türkiye Cumhuriyeti’nin sonsuza kadar yaşayabilmesi için, cumhuriyet rejimine tam anlamıyla sahip çıkacak bir yeni cumhuriyetçilik akımına acilen gereksinme bulunmaktadır.

                                                                                            Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN