26 Kasım 2018 Pazartesi

ONE MORE TIME KEMALİZM! "NURAY BAŞARAN.NT GAZETE" YENİ ORDULAR VE YENİ NATO’LAR KURULURKEN & YEREL SEÇİMLERİN ANLAMI (Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN, Özel Seçim ve sistematik takip portföyü)

ONE MORE TIME KEMALİZM!..
NURAY BAŞARAN YAZDI: 
"ONE MORE TIME KEMALİZM!"
Nuray Başaran,Kemalizm'in stratejik önemini ve dönemsel konumlanma süreçlerini N GAZETE okuyucuları için kaleme aldı.
Türkiye Cumhuriyeti, Kemalizm’in tarihsel planda ortaya çıkması sonrasında kurulmuş bir siyasal yapıdır. 20. yüzyılın başlarında, imparatorluklar dağılırken, 1. Dünya Savaşı sonrasında ulus devletler kurulurken, Osmanlı İmparatorluğu merkezinde ortaya çıkan siyasal boşluk; Kemalist ideolojiye dayanan Kuvayı-i Milliye hareketiyle doldurulmuştur.
Tam bu aşamada gerçekleşen Sovyet Devrimi, hızla Doğu Avrupa, Kuzey ve Orta Asya bölgelerini kendine bağlarken, Balkanlar ve Kafkasların aşağısına inmeye çalışmış ama Osmanlı’nın son yıllarında hazırlanan Misak-ı Milli programıyla Kuvay-ı Milliye Hareketi ortaya çıkarak Kemalist Türkiye’yi yaratmıştır. Bu çerçevede 100. Yılına yaklaşmakta olan Türkiye Cumhuriyeti, Kemalizm’in 21. Yüzyıla uzanan boyutudur.
Atatürk, Anadolu’da Kemalist Türkiye’yi kurarken, aslında üç dünya arasında merkezi bir devlet yaratmıştır. Birinci dünya olan Batı dünyasının dayandığı kapitalist sisteme mesafeli davranan Atatürk, aynı mesafeyi ikinci dünya olan İslam dünyası ve üçüncü dünya olan sosyalist dünyaya da göstermiştir.
Atatürk; kapitalizmi kabul etmeyerek batıya, sosyalizmi reddederek doğu blokuna, laikliği benimseyerek de İslam dünyasına karşı durmuş ve dünyanın merkezinde üçe bölünmüş dünyanın tam ortasında merkezi bir devlet modeli geliştirmiştir.
Üç dünya arasında bağımsız bir Türkiye yaratabilen siyasi irade, daha sonra kazanılan Kurtuluş Savaşı’nı çağdaş bir Cumhuriyet düzenine dönüştürebilmiştir.20. yüzyılda dünya yeniden kurulurken Türkiye Cumhuriyeti , çağdaş uluslar ailesinin bir onurlu üyesi olma şansını elde etmiştir.
Kemalizm’in birinci dönemi ulusal kurtuluş savaşı olmuş, ikinci dönemi de çağdaş cumhuriyet devletinin kuruluşu olmuştur. Ulusal kurtuluştan kuruluşa geçerken Kemalizm, hem bir çağdaş dünya gücünü, hem de bir çağdaş devlet modeli ortaya koymuştur. Bu çerçevede devletin kurucusu Atatürk olduğu için, Atatürk zamanında kabul edilen iki Anayasa ile Türkiye, Avrupa’nın yanı başında modern bir devlet olmayı kabul etmiş, SSCB’nin hegamonyasında ezilen Türk Dünyasından ayrı olarak, merkezi coğrafyada bağımsız devlet durumunu korumuştur.
Kemalizm’in birinci dönemi , Cumhuriyet’in kuruluş dönemidir. Daha çok Atatürk’ün iş başına geldiği 1918 ile 1938 arasındaki dönem, 1. Kemalist dönem olarak tarihte yerini almıştır.
İkinci dönem, Atatürk’ün vefatından sonra başlayan tek parti dönemidir. Bu dönemde İsmet İnönü, kurucu önder Atatürk’ün silah arkadaşı olarak Türkiye’nin başına geçerek 2. Dünya savaşına kadar Türkiye’yi yönetmiştir.Tek parti döneminde yapılanlar, Atatürk döneminde başlayan işlerin tamamlanması olmuş ve Kemalizm 2. Dünya Savaşı’ndan uzak kalarak kamusallaşması sağlanmıştır. İkinci dönemde Türkiye savaştan uzak kalarak hem savaşa karşı kendisini korumuş, hem de savaş sonrası tüm dünyadan önce demokrasiye geçmiştir. Atatürk’ün arkasından da bir gurup, DP’yi kurarak serbest seçimlerle iktidara gelmiştir.
Üçüncü dönem, 27 Mayıs 1960 Devrimi ile olmuştur. Bu dönemde devletin daha önce yaptığı hazırlıklar, 27 Mayıs olayından yararlanarak uygulamaya koyulmuştur. Soğuk savaşın son döneminde teröre teşvik edilmek istenen Türkiye, bu oyuna gelmemiş, ABD-SSCB arasında sürdürülen bloklaşma kavgasına Türkiye sahne olmamıştır. Burada Kemalizm’in getirmiş olduğu Cumhuriyetin ilkeleri ile oluşturulan devletin farklı yapısı etkili olmuş ve Türkiye üç dünya arasındaki merkezi durumunu koruyarak yoluna devam etmiştir.
Ne var ki, bu dönemde; doğu ve batı blokları arasında gerginliğin artması, bu bölgeye yönelik siyasi manevralarla her 10 yılda bir NATO üzerinden askeri müdahalelerle Türkiye batı blokunun daha fazla kontrolüne alınmıştır. Bu noktada batının NATO’cu darbeleri, Kemalist darbeler olarak sunularak Türk halkının desteği alınmaya çalışılmıştır. Bu noktada Kemalizmin saptırıldığı görülmektedir.
20. yüzyılın son 10 yılında SSCB dağılınca, dünya küreselleşme dönemine girerken, Türkiye Kemalist kimliği ile ayakta kalma mücadelesi vermiştir. Küreselleşme, Asya-Afrika devletlerini parçalarken, Türkiye Kemalist devlet modeli içerisinde varlığını koruyabilmiştir. Küreselleşme sürecinden çeyrek yüzyıl geçtikten sonra, bugünkü aşamada dünya ülkeleri bocalarken, Türkiye her türlü etnik, dinsel savaş ve müdahalelere karşı ‘6 Ok’tan gelen devlet modeliyle direnmiş, bu ve benzeri provakasyonları 6 temel ilke çerçevesinde önlemiştir.
Şimdi küreselleşmeden çeyrek yüzyıl sonra bugün, Türkiye 21. Yüzyılda geleceğini ararken, bir çok düşünce ve siyaset Türkiye’ye belirli çevrelerce empoze edilmeye çalışılmış ve başarılı olamamıştır.
Türkiye’yi 16 yıldır yöneten ‘ Ilımlı İslam’ partisi bile, - küreselleşmeye direnerek- varlığını korumak için Cumhuriyetin ve Mustafa Kemal’in varlığını korumakla karşı karşıya kalmıştır.
Siyonizmin Büyük İsrail Projesi, Atlantik emperyalizminin Büyük Ortadoğu Projesi gibi saldırgan, bölücü ve savaşçı projelerine karşı , Türkiye’nin yine Kemalizm’e dönerek yoluna devam edebileceği artık kesinlik kazanmıştır. Cumhuriyetimiz 100. Yılına yaklaşırken, her türlü emperyal müdahale ve savaş oyunlarına karşı kendisini koruyabilmiş ve varlığını sürdürmüştür.
Önümüzdeki dönemde de dünya yeniden kurulurken, Türkiye Cumhuriyeti Kemalizm kimliği ile ayakta kalabilecek ve yoluna devam edecektir.
Öyleyse:
ONE MORE TIME KEMALİZM!
Kaynak: ONE MORE TIME KEMALİZM! - Nuray Başaran
YENİ ORDULAR VE YENİ NATO’LAR KURULURKEN….
TÜRKİYE SAVAŞ ALANI OLMAMALIDIR
NURAY BAŞARAN
Önce NATO’nun varlığının tartışmaları ya da yeni konsepti, sonra ARAP NATO’su şimdi de Avrupa Ordusu…
Neler oluyor?
Her şeyden önemlisi, NATO ülkesi Türkiye’nin çıkarları son zamanda NATO’nun yapmak istedikleri ile çatışıyor mu? Neden? ARAP NATO’su ve Avrupa Ordusu ve yeni askeri birlikler arasında tercihe zorlanan Türkiye, yeni savaş alanına mı dönüştürülmek Mİ isteniyor? Ya da yeni savaş alanı olur mu? Neden?
Gelişmeler hızlı ve bir o kadar da hassas bir dönem ile karşı karşıyayız.
Gelin tüm bu sorulara, tarihsel gelişimi de göz önünde bulundurarak cevap arayalım.
Öncelikle söylemekte fayda var ki; Türkiye Cumhuriyeti’nin üzerinde kurulu bulunduğu topraklar, dünyanın tam ortasında yer alan, orta alanın göbeği şeklinde ifade edilebilecek öneme sahip bulunmaktadır.
Dünyanın üç eski kıtasının ortasında yer alan bu bölgede Türkler, bin yıllık bir hegemonya düzeni kurarak bugüne gelebilmişlerdir.
Ama bugün gelinen noktada, bambaşka bir dünya konjonktürü ile ülkemiz karşı karşıya gelmiştir.
Türkiye Cumhuriyeti, jeopolitik kitaplarında dünyanın ana karası ya da Hardland ya da Kalpgah olarak nitelendirilen bu bölgenin konumu, bugünün koşullarında emperyal güçlerin yeni saldırıları ile tehlikeye girmiştir.
Merkezi bölge, dünyanın ortasındadır. Ama şu an dünyayı yöneten güç merkezi bu bölgede değildir.
Soğuk savaş döneminden gelme, 2 kutuplu yapıda Türkiye, doğu ve batı blokları arasında yer almıştır. Doğu blokunun ülkeyi tehdit ettiği noktada Türkiye, batı bloku içinde yer almıştır. SSCB yıkılana kadar devam eden sosyalist sistemin dağılmasıyla ortadan kalkmıştır.
Bu coğrafyada 700 yıl devam eden Osmanlı İmparatorluğunun son döneminde görülen merkeze yönelik emperyal saldırılar, yeniden gündeme gelmiştir.
Osmanlı imparatorluğu yıkılması ile SSCB’nin yıkılması bölgede boşluk yaratınca, batılı emperyal güçler, merkezi coğrafyaya saldırmıştır.
100 yıl önce Osmanlıyı çökerten Fransız emperyalizmi, Ortadoğu’ya saldırarak merkezi hegemonya oluşturmaya çalışmışlardır. 100 yıl sonra bugün İngiltere’nin yerini Amerika almış, Fransa’nın yerini de Ortadoğu’da ABD’nin uzantısı olarak İsrail Devleti almıştır.
2 İmparatorluğun dağılmasıyla ortaya çıkan savaş konjonktürleri yerleşik yapıları kaldırmış ve barışa son vermiştir.
İşte böylesi bir coğrafyada, Roma ve Bizans imparatorlukları sonrasında Selçuklu ve Osmanlı imparatorlukları ile Türkler bir merkezi otorite oluşturmaya çalışmışlardır. Ve 1000 yıllık bir zaman dilimi içerisinde bir coğrafyada, düzen ve istikrar sağlamışlardır.
Osmanlı imparatorluğu, dünyanın merkezi imparatoru olduğu süreçte barış olmuş, ama Osmanlı zayıflayıp güç kaybedince yani otorite boşluğunda çeşitli isyanlar ve emperyal savaşlar birbirini izlemiştir.
Osmanlı güçlü iken dünyanın en büyük merkezi gücü olmuş ama zayıflayınca batıdan gelen emperyal saldırılar ile Osmanlı savaş alanına dönüşmüştür.
Bugün gelinen noktada, benzeri bir durum ortaya çıkmıştır. SSCB’nin dağılmasıyla Ortadoğu’ya gelen ABD ve müttefikleri bu coğrafyayı savaş alanına dönüştürmüştür.
ABD ordusu, önce Basra Körfezi’ne gelip petrolü güvence altına almıştır. Ve Körfez Savaşı’nı yapmış, sonra da Körfez’den Irak’a girip uygarlığın merkezi Mezapotamya’ yı ele geçirmeye çalışmıştır.
İşte bu noktada; Körfez’den Irak’a, Irak’tan Suriye’ye, şimdi de Suriye’nin Kuzeyinden Anadolu’ ya savaş sıçratılmaya çalışılmaktadır.
Irak ve Suriye’nin kuzeyinde ayrı kantonlar oluşturarak, Amerikan emperyalizmi ve İsrail siyonizmi bölge devletlerini parça parça edip Türkiye ve İran’ı da parçalama programlarına almışlardır.
İran, bağımsız bir Asya ülkesi olarak hedef haline gelmiş, Türkiye bir NATO üyesi olarak batı ittifakının temsilcisi olarak Büyük Ortadoğu Projesi ya da Büyük İsrail Projesinin bölgedeki hem uygulama alanı, hem de işbirlikçisi konumuna getirilmek istenmiştir.
Tarihin ortaya koyduğu bu gerçekler doğrultusunda, içinde bulunduğumuz konjonktürde , emperyal güçlerin kavgası giderek büyümüştür. Ve batı ittifakı ortadan ikiye bölünmüştür. Bugün Avrupa ülkeleri giderek artan Amerikan emperyal baskılarından kurtulmak üzere , bağımsız bir Avrupa Ordusu oluşturmak üzere yola çıkmışlardır.
Avrupa Ordusu’nun kurulması, NATO’nun bölünmesi anlamına gelecektir. Avrupa’nın haklı tepkilerine neden olan NATO’daki Amerikan hakimiyeti, giderek İsrail’in kontrolüne girdiği süreçte, haklı olarak Avrupa’nın tüm ülkelerini rahatsız etmektedir. İsrail’in Siyonist planı, ABD üzerinden NATO aracılığıyla gerçekleştirmek isterken, Vatikan’ın kontrolündeki Hristiyan Avrupa buna alet olmak istememektedir..
Bu yüzden çeyrek asırdır süren Avrupa- ABD kavgası, bugün gelinen noktada bir ayrılık aşamasındadır.
Avrupa, 2 dünya savaşı yaşamış bir küçük kıta olarak kendini korumak istemektedir. Bu doğrultuda, İsrail’in kışkırttığı ve kullandığı ABD emperyalizmine mesafeli davranmaktadır.
Bu mesafe sonucu Avrupa, kendi ordusunu kurma noktasına gelmiştir. Amerika’nın İsrail için ilan ettiği Kudüs’ün başkent olmasına topluca karşı çıkmıştır.
Siyonizmin Trump’a açıklattığı , ‘başkent Kudüs kararı’ sonrasında, Avrupa ülkeleri Vatikan’da toplanarak geleceğe dönük Siyonist yapılanmaya karşı Hristiyan dengeleri oluşturma çabaları içine girmiştir.
Bugün gelinen noktada bir yanda ABD-İsrail, diğer yanda Almanya-Fransa ekseninde ikiye bölünmüş bir batı ittifakı gündeme gelmektedir.
Ayrıca Brexit kararıyla Avrupa’dan kopan İngiltere, Çin ile oluşturduğu yeni İpek Yolu projesinde ; ABD-İsrail ikilisinin bir 3. Dünya savaşı çıkartmaya çalıştığı Ortadoğu’da, yeni bir işbirliği ve barış düzeni kurmaktadır.
Türkiye hem bir Asya ülkesi olarak, hem de bir batı ittifakı üyesi olarak bu bölünme aşamasında iki arada bir derede kalmıştır.
Avrupa ülkeleri bağımsız ordularına yönelirken , ABD Ortadoğu’da 7 Arap ülkesini bir araya getiren ARAP NATO’sunu kurmaya yönelmiştir. İşte bu durum , Türkiye’yi iki merkezli askeri yapılanmanın tam ortasına çekmiş ve Kuzey Irak-Kuzey Suriye savaş hattının Anadolu’ya dayatılması noktasına getirmiştir.
İsrail Ortadoğu’ya tam olarak hakim olabilmek için, her zaman bir Türk-İran savaşı çıkartma planı peşinde olmuştur. ABD’nin son aylarda 20 bin silahı PKK-PYD bölgelerine aktarması, İran’a yönelik savaş hazırlığıdır. Bu aşamada İran ile birlikte Türkiye’yi de tehdit eder duruma gelmiştir. Bölgeye egemen olmak için hem Türkiye’yi, hem İran’ı parçalamak isteyenler bir savaş senaryosuna iki ülkeyi de kurban etmek istemektedir.
İşte bu noktada; Türkiye emperyalizm ve siyonizmin hegemonya planları doğrultusunda bir savaş alanına dönüşmesi ve Ortadoğu’daki sıcak savaşı önlemek için Türkiye komşularıyla dayanışma içersine girmelidir. Atatürk’ün Sadabat Paktı benzeri Merkezi Güvenlik örgütü- yeni CENTO olarak- acilen gerçekleştirilmelidir. ABD’nin Ortadoğu’daki hakimiyetinin simgesi olan central Comelt yeni merkezi dayanışma ittifakı olarak, yeni CENTO devreye girmelidir. Türkiye-İran, Irak-Suriye ve Azerbaycan’ın katılacağı bir merkezi askeri birlik, kıyamet senaryosuna dönüşebilecek 3. Dünya savaşı önlenmelidir.
NURAY BAŞARAN
Kaynak: YENİ ORDULAR VE YENİ NATO’LAR KURULURKEN …. - Nuray Başaran
YEREL SEÇİMLERİN ANLAMI
NURAY BAŞARAN
Daha öce de yazdığım gibi; 31 Mart 2019 yerel seçimleri, sıradan ve sadece bir yerel seçimden ibaret değildir. Bölgedeki gelişmelere bakınca, içinde tehditleri de barındıran bir seçimle karşı karşıyayız.
Neden?
Çünkü bu seçimler( sonuçları itibarıyla) , geleceğe dönük, çok önemli ve ülke bekası için sorunlar yaratabilecek bir ‘seçim’ de olabilir de ondan!..
Durum böyle olunca da, Partilerin bu seçimlerde uygulayacağı politikalar ve seçimleri (adayların kim olacağı) her seçimden daha önemlidir.
Neden?
Özellikle Türkiye’nin Avrupa Birliği’nin dışında kalmasına dönük gelişmelere bakınca ve buna bir de Orta Doğu interlandında giderek artan savaşı da eklediğinizde, bu yerel seçimlerin Türkiye açısından yaşamsal öneme sahip olduğu ortaya çıkmaktadır.
Özellikle de üniter yapının korunması noktasında!
Neden?
Bugün 82 milyon nüfusa ulaşmış Türkiye, güneyden gelen 4 milyon göçmen, çevreden gelen 2-3 milyon yabancı işçi oluşumlarıyla ; eskisine oranla daha renkli bir toplum yapısına sürüklenmiştir.
20. yy.lın başlarında dünya konjonktürüne uygun olarak bir ulus devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti, bugün küreselleşme süreci sonrasında eyaletleşmeye doğru zorlanmaktadır.
81 vilayeti, 82 milyona yetmez bir noktaya geldiği bu aşamada, Türkiye yeni vilayet oluşumlarıyla nüfusunu mevcut Anayasal düzene uygun olarak yeniden yapılandırma ihtiyacındayken; vilayetleşme sorunları geride bırakılarak, eyaletleşme yoluna gitmesi ülke gerçekleriyle bağdaşmamaktadır
Türkiye, gelecekte 100 milyon nüfusun yaşayacağı, 100 vilayetten oluşan bir devlet yapısına sahip olması gerekirken, Misak-ı Milli sınırları dışına zorlanmaktadır. Böylece bu bölgedeki etnik-küçük devlet yapılanması modeline doğru zorlanması devletin üniter yapısını bozmaktadır.
100 milyon nüfuslu , 100 vilayetten oluşan , gerçek anlamda bütünleşmiş bir Türkiye, bölge için otorite boşluğunu dolduracak bir alternatif olabilecekken; emperyal güçlerin Orta doğu plan ve projeleri doğrultusunda 8-10 eyalete bölünmek istenmektedir.
Önümüzdeki yerel seçimler, Türkiye’nin bu ikili çıkmazdan kurtulması açısından önemli, hatta hayati bir virajdır.
Neden?
Çünkü bu seçim sonuçları itibarıyla bir yol ayrımıdır da ondan!
Seçim sonuçlarına göre Türkiye, ya ulusal ve üniter bütünleşmeye uygun bir tablo ile karşılaşacak, ya da bu eyaletleşme modasına uygun bir şekilde parçalanma noktasına gelecektir.
Türkiye bu nedenle yerel seçim adaylarını belirleme noktasında ;Cumhuriyetin ulusal ve üniter yapısını benimseyen, Atatürkçü kadrolara öncelik vermek zorundadır.
Bu nedenle önümüzdeki seçimlerde; ya ulusalcı adayların kazanmasıyla kamuoyunda yeniden üniter yapısını güçlendirecektir. Ya da kamuoyunda 2. Cumhuriyetçi olarak tanınan liberal-küreselci kadrolar tarafından eyaletleşme olgusunda yeni noktaya gelecektir.
Peki bu durumda siyasi parti merkezleri aday belirlerken ve adayları seçerken, 2. Cumhuriyetçilerle değil, 1. Cumhuriyetçilerle (yani Atatürk’ün ulus devletten yana olan ulusalcı ve merkeziyetçi) kadrolara öncelik vermesi gerekecektir.
Büyük Ortadoğu, Büyük İsrail ve Avrupa Birliği gibi bölgesel projelerin hepsinde Türkiye’nin parçalanmış ve eyaletlere bölünmüş bir şekilde yer alması ve bu durumun alt kimlikler üzerinden etnik ne mezhepsel ayrımları tırmandırması, ülkemizi çok ciddi bir bölünme riski ile karşı karşıya bırakmaktadır.
Türkiye Cumhuriyeti’ni yöneten kadrolar; küreselleşme sürecinde, merkezi coğrafyada ortaya çıkan bütün emperyal projelerin Türkiye’nin birliğini hedef aldığını bilmektedir.
Ne var ki, aradan geçen çeyrek yüzyıllık sürece rağmen, hala emperyalist güçler ve Siyonistler, Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağını indirememişlerdir. Türk ulusu, bu yaşamsal çıkmazı aşabilmek için önümüzdeki seçimlerde uygulanacak seçim sürecinde ortaya çıkabilecek, çeşitli provakasyonlara karşı dikkatli olacak ve bu gibi kışkırtmalar üzerinden ülkenin parçalanmasına gidecek iç savaş senaryolarına alet olmayacaktır.
Türk ulusu bugün yaşadığı topraklarda, sahip olduğu 1000 yıllık geçmişin getirdiği siyasi birikimlerden yararlanarak, yeni dönemde Türkiye’nin parçalanmadan bütünleşmiş ve değişmiş bir ülke olarak yer almasını sağlayacaktır.
Yerel seçimlerin yapılması sırasında ülkemizin güvenliği korunarak hareket edilmelidir.
Siyasi parti genel merkezlerinin bu doğrultuda atacağı dikkatli adımlar ve Türk halkının özverisi ile yerel seçimler kazasız, belasız atlatılacaktır.
Eğer belirli bölgelerde gösterilen adaylar , Türkiye’nin üniter yapısına karşı çıkan bölücü ve ayrılıkçı yaklaşımlar gösterme eğilimine girerlerse, Türk ulusu bu gibi adaylara karşı, ulusal çizgideki adayları destekleyerek onların etrafında bütünleşecektir.
Yerel seçimlerin yapılacağı zaman dilimi, aslında dünyanın geleceği ile ilgili en kritik dönem olarak ortaya çıkmaktadır. Türk ulusunun bu noktaları dikkate alarak hareket etmesi; Edirne’den Ardahan’a, Sinop’tan Hatay’a kadar ülkenin bütünleşmesine yönelik Türk halkı seçimini yapacaktır.
Yerel seçimlerin yerelciliği, Türkiye’nin merkezi yapısını bozmayacak, bozamayacak. Merkezi yönetim ile yerel yönetimler önümüzdeki dönemde de uyum içinde çalışacaklardır.
Kaynak: YEREL SEÇİMLERİN ANLAMI - Nuray Başaran

23 Kasım 2018 Cuma

N GAZETE "NASYONAL ENTERNASYONAL" Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN (Prof.Dr.Anıl Çeçen kapitalizmin entarnasyonaline karşı ne yapılması gerektiğini NJ GAZETE için kaleme aldı...) 19 Kasım 2018 - Pazartesi,

PROF. DR. ANIL ÇEÇEN YAZDI:
"NASYONAL ENTERNASYONAL"
Prof. Dr. Anıl Çeçen kapitalizmin entarnasyonaline karşı ne yapılması gerektiğini NJ GAZETE için kaleme aldı...
Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ortaya çıkan yeni dünya düzeni arayışı döneminde kapitalist emperyalizm bütün dünyaya egemen olmaya yönelmiş ve bu doğrultuda yirminci yüzyıldan gelen ulus devletleri karşısına almıştır .
Birinci dünya savaşına giden yolda ,batının büyük ulus devletleri yüzyıllarca beş kıtayı sömürgeler aracılığı ile sömürdükten sonra kendi aralarında kavgaya sürüklenmişler ve bu nedenle , merkezi coğrafyayı ele geçirme kavgası içine düşmüşlerdir .Batı Avrupa’nın Atlas okyanusu kıyısında yer alan üç büyük ve üç küçük ülke kurdukları sömürge imparatorlukları aracılığı ile Avrupa merkezli bir dünya düzenini kurmuşlar ve beş yüz yıla yakın bir dönem kendilerinin egemenliğinde bu yapıyı sürdürmüşlerdir .
Sanayi devrimi üzerine bu büyük devletlerin fazlasıyla güçlenmesi ve batı Avrupa ülkelerine karşı olarak Avrupa’nın merkezinde Almanya ve İtalya gibi iki büyük devletin ulusal birliklerini geç kalarak tamamlamalarıyla dünya tablosu değişmiş batı Avrupa ile orta Avrupa ülkeleri arasında sömürge kavgaları başlamıştır .
İşte bu aşamadan sonra İngiltere ve Fransa Orta Doğu’ya gelmişler ,Osmanlı ülkesini işgal etmeğe başlayınca karşılarına kuzeyden gelmekte olan Rusya çıkmış ,Almanya Balkanlar üzerinden Karadenize ,İtalya ise Akdeniz üzerinden Kuzey Afrika’ya yöneldiği aşamada Birinci Dünya Savaşı çıkmıştır .
O dönemin sömürge imparatorlukları ile merkezi coğrafyanın üç imparatorluğu olan Osmanlı,Rus ve Avusturya imparatorluklarının karşılaşması sonucunda dünya yirminci yüzyıla Birinci Dünya Savaşı ile girmiş , Batı Avrupa İmparatorlukları ile doğu imparatorlukları karşı karşıya gelmişler ve bu aşamada büyük bir savaş çıkınca doğunun büyük imparatorlukları yıkılmıştır . Fransız devrimi ile başlayan milliyetçilik akımları Avrupa’nın doğusuna da sıçramış ,Osmanlı imparatorluğu Balkanlar üzerinden gelen milliyetçilik akımları ile Balkanizasyona uğrayarak dağılmış , aynı milliyetçilik rüzgarları Rus İmparatorluğunu da tehdit etmeğe başlayınca ,bu aşamada sosyalist bir devrim gerçekleşmiş ve eski Rus coğrafyasında bu kez ideolojik bir imparatorluk olarak Sovyetler Birliği yapılanması oluşturulmuştur .
Sosyalist devrim sonrasında dünyada batı ve doğu blokları oluşmuş ve iki kutuplu dünyada dengeler kapitalizm ve sosyalizm arasında kurulmağa çalışılmıştır . Yirminci yüzyıl bir anlamda bu iki ideolojinin çevresinde oluşturulan kampların birbiriyle rekabeti ile geçmiş ve yüzyılın sonlarına doğru ABD ile SSCB başkanları arasında başlatılan görüşmeler dizisi sonucunda ,Rusya Federasyonu kurucusu olduğu Sovyetler Birliği’nden çekilme kararı alınca sosyalist sistem dağılmıştır .
Böylece batı kapitalist sistemi karşı kutbu tasfiye edince dünya tek kutuplu bir döneme doğru sürüklenmeğe başlamıştır . İçine girilen yeni dönemde batı bloku ,Amerika Birleşik Devletlerinin soğuk savaş döneminden gelen patronajı altında yeni bir küresel imparatorluğu soyunduğu aşamada,sosyalist enternasyoneli tasfiye eden batı kapitalist sisteminin ,küresel bir hegemonya düzeni arayışı doğrultusunda kapitalist bir enternasyoneli ortaya çıkardığı görülmüştür .
Bugün yaşanmakta olan batı merkezli küreselleşme sürecinde ABD merkezli ve bu büyük devletin gücünden yararlanan bir süper yapılanmada ,kapitalist enternasyonelin giderek öne çıktığı ve batının büyük patronlarının bütün dünyayı babalarının çiftliği gibi yeniden sömürgeleştirmeğe başladıkları görülmektedir .
Batılı devletler ile başlayan ve batı merkezli tekelci şirketler ile devam eden küresel saldırganlık döneminde , kapitalizm sosyalizmi ortadan kaldırdıktan sonra yeni aşamada ulus devletleri karşısına almaktadır .Yirminci yüzyıla girerken dünya haritasında yirmi devlet bulunurken ,bugün yirmi birinci yüzyılın başlarında dünyada iki civarında ulus devlet vardır . Bir yüzyıl içerisinde devlet sayısı yirmiden ikiyüze çıkmış ,geleceğe doğru da sürekli olarak artmaktadır . Birinci Dünya Savaşı sonrasında dağılan Osmanlı ve Avusturya imparatorluklarının topraklarında bir çok yeni devlet kurulmuştur . Böylece ,ilk dünya savaşı sonrasında başlayan uluslaşma sürecinde devlet sayısının savaş sonrasında ikiye katladığı görülmektedir . İkinci dünya savaşı sonrasında ise Birleşmiş Milletlerin kurulmasıyla beraber sömürgelerin uluslaşması dönemine geçilmiş ve ikinci dönem uluslaşma aşamasında ,Avrupa devletlerine bağlı olan beş kıtadaki sömürgelere bağımsızlık verilerek devlet sayısının birden elliden ikiyüze çıktığı görülmüştür . Soğuk savaşın sona ermesinden sonra ise üçüncü dönem uluslaşma aşamasında Sovyetler Birliğinin ve Yugoslavya
Federasyonunun dağılması üzerine de ulus devlet sayısı iki yüz yirmiye çıkmıştır . Bugün Birleşmiş Milletler çatısı altında iki yüz yirmi ulus devlet barınmakta ve uluslar arası alanda devletlerarası ilişkileri kendi çıkarları doğrultusunda yürütmektedirler . Bir anlamda geçen yüzyıldan kalan ulus devletler çağı devam etmektedir .
Ne var ki , batının en büyük sermaye sahiplerinin bir araya gelerek oluşturdukları kapitalist enternasyonel yapılanması giderek öne çıkınca bu kez kapitalist emperyalizm ile ulus devletler karşı karşıya kalmaktadırlar . Bugün yaşanmakta olan bütün siyasal , sosyal ve sorunların temelinde yatan bu büyük çelişkidir .
Böylesine büyük bir çelişkinin sosyalist sistemi dağıtması ve sosyalist devlet yapılarını ortadan kaldırmasından sonra şimdi gelinen bu aşamada ,kapitalist enternasyonelin şimdi de ulus devletleri hedef alarak bütün dünya uluslarına karşı yeni bir emperyalist saldırıyı küreselleşme görünümü altında örgütlemeğe çalıştığı anlaşılmaktadır .
Sosyalizmin yokolması ve bu ideolojiye bağlı devlet yapılarının tasfiye edilmesinden sonra şimdi de milliyetçilik ya da ulusalcılık anlamındaki batı dillerinde var olan bir kavram olan nasyonalizme dayanan ulus devletlerin tasfiyesine sıra geldiği görülmektedir .
Karl Marx’ın deyimi ile büyük sermayenin çekirdek yapılanması olan finans kapital ile ulus devletler karşı karşıya kalmışlardır
Nasyonalizm kavramı bütün batı dillerinde yer alan ve genel anlamda kullanılan bir sözcüktür . Bu açıdan ,Fransız devriminin başlamasıyla beraber bütün batı ülkelerinde öne çıkmış ve batının devlet yapısını ulusal bir oluşuma dönüştürmüştür . Kardeşlik,eşitlik ve özgürlük kavramları ana ilkeler olarak kabül edilirken , bu kavramlar doğrultusunda başlamış olan toplumsal dayanışma hareketi bütün halk kitlelerinin kısa bir zaman dilimi içerisinde uluslaşmasına giden yolu açmıştır.
Ulus gerçeği böylece dünya gündemine girerken krallıklar kendiliğinden ulus devletlere dönüşmüş ,büyük imparatorluklar hızla tırmanan milliyetçilik akımları ile sarsılırken ortaya çıkan yeni ulus devletler büyük imparatorlukların eski topraklarını parçalayarak dünya haritasındaki yerlerini almışlardır .
Birinci,ikinci ve üçüncü kuşak uluslaşma dönemleri sonrasında dünya haritasında ortaya çıkan tabloda ikiyüzü aşkın ulus devletin beş kıtada yer almasıyla günümüzün dünya haritası ortaya çıkmıştır . Daha önceki dönem olan soğuk savaş koşullarında Sovyet devriminden yola çıkan sosyalist devletler olmasına rağmen ,sosyalist sistemin tasfiye edilmesiyle beraber ortaya çıkan tabloda artık Birleşmiş Milletlere üye olan iki yüzü aşkın bir ulus devletler haritası ile insanlık karşı karşıya bulunmaktadır .
Sosyalist sistemi dağıtarak Sovyetler Birliği gibi tarihin gördüğü en büyük imparatorluk yapılanmasını geçmişte bırakan enternasyonel kapitalist güç şimdi evrensel alanda ulus devletler ile karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır
Sovyetler Birliği dağılırken , uluslar arası alanda SSCB öncülüğünde oluşturulmuş olan sosyalist sistem tasfiye edilirken böylesine küresel bir yapılanmada uluslarası bir gücün etkili olduğu ve bu büyük dönüşümü yönlendirdiği anlaşılmaktadır .
Sömürgelerden gelen büyük zenginlikler önce Avrupa’da ve daha sonra da Amerika Birleşik Devletlerinde büyük zenginler yaratınca , bunların bir araya gelerek sahip oldukları büyük sermayeyi korumak üzere örgütlendikleri görülmüştür .
Bu doğrultuda adımlar atılırken ,batının önde gelen zenginlerinin desteği ile ,ihtilalci sendikalist hareketlere kalkışan işçi ve emekçi sınıflarının kapitalistlerin sermayelerini el koymalarını önleyebilme amacıyla uluslar arası alanda siyasal bir düzene bağlanması doğrultusunda sosyalist enternasyonel yapılanmaları açıkca teşvik edilerek desteklenmiştir .
Bir yanda Sosyalist Enternasyonel çatısı altında dünyadaki emekçi ve işçi kitleleri örgütlenirken diğer yanda da sermaye sahibi patronlar daha örgütlü bir yapılanmaya giriyorlardı .
Batı ülkelerinde kapitalist sistem emperyalizm ve sömürgecilik üzerinden gelişirken sosyalizm de Sosyalist Enternasyonel üzerinden uluslar arası alanda bir sisteme doğru yaygınlık kazanıyordu . İşte böylesine evrensel bir oluşumun sonucunda Rusya’da Sovyet devrimi yapılıyor ve sosyalizm batı kapitalizminin karşısına ikinci bir evrensel kutup yapılanması olarak çıkıyordu .İki büyük dünya savaşı ve soğuk savaşın geride bırakılmasıyla beraber yirmi birinci yüzyıla girme aşamasında bu evrensel sistemin çökertildiği ve yeni yüzyılda dünyanın batı emperyalizminin hegemonyasında küresel bir imparatorluğa yöneltildiği görülmüştür . Yoksul ve geri kalmış Asya ve Afrika ülkeleri yirminci yüzyılda sömürge olmaktan çıkarak bağımsız devlet yapılanmasına yöneldikleri aşamada sosyalist sisteme dahil olmuşlar ama bu yapının da aynı yüzyıl içinde çökmesi üzerine ,eski sömürgeler zaman içerisinde uluslaşarak ulus devletlere dönüşmüşlerdir .
Sovyetler Birliğinin tasfiyesi üzerine Sosyalist Enternasyonel düzeni çökerken , Almanya’ya karşı oluşturulmuş olan gizli dünya devleti yapılanmasının ,zaman içerisinde bu ülkeyi de içine alarak daha güçlü bir kapitalist örgütlenmeye gittiği ve bir anlamda tıpkı Sosyalist Enternasyonel gibi küresel bir güç olarak ortaya çıktığı anlaşılmaktadır .
Legal ve illegal olarak iki yönden gelişen bu yapılanmada ,yuvarlak masa toplantılarından başlayarak Dünya Ekonomik Forumuna kadar giden yolda birbirini destekleyen ve bütünleyen yeni örgütlenmeler ile ,bugün insanlığın karşısına en büyük patronların klübü olarak kapitalist enternasyonel çıkartılmıştır .
Küresel zenginler ,tekelci şirketlerin çatısı altında bütün dünyayı yeniden sömürgeleştirirlerken sosyalist sistemin sağlamış olduğu bütün dengeleri yıkarak geride kalan ulus devletlerin üzerine saldırmışlardır .
Sosyalist sisteme bağlı eski Halk Cumhuriyetleri yeni dönemde bağımsız ulus devletler olarak dünya sahnesine çıkarlarken ,gelişen medya üzerinden batılı ülkeler gibi yaşamağa heveslenirlerken birden küresel tekelci şirketlerdin saldırılarına uğramışlar ve yeni sömürgeler olarak ciddi bir yaşam savaşının dibine sürüklenmişlerdir .
Dışa açılma ya da batıya açılma kampanyaları küresel sermayenin güdümündeki medya organları tarafından pompalanırken ,yoksul ülkeler batılı gibi yaşamaya heveslendirilmiş Amerikan tarzı yaşam biçimi kültür emperyalizmi doğrultusunda bütün dünya ülkelerine empoze edilmiş ,sonunda yoksul ve küçük ulus devletler ya kumarhaneye , ya batakhaneye ya da kerhaneye çevirilmişlerdir . Eline parayı geçiren batılı patronlar eski sosyalist devletleri devlet olmaktan çıkarırlarken ,halklarını da yeni köleler konumuna sürüklemekten çekinmemişlerdir .Eski sosyalist ülkeler ile Asya ve Afrika’nın küçük ya da orta boy ulus devletlerine bakıldığı zaman böylesine olumsuz sahneler ile karşılaşılmaktadır . Küreselleşme görünümü altında yeniden sömürgeleşme ve insanlık dışı köleleşme eski üçüncü dünya ülkelerine hak görülürken , küresel sermayenin güdümündeki medya organları ve tatlısu sivil toplumcuları ağızlarından insan hakları ve demokrasi gibi kutsal kavramları düşürmeden kapitalist enternasyonele hizmet eden batının büyük patronlarının Truva atları olarak devreye girdikleri ve azgelişmiş ülkeler üzerinde kamuoyunu batı blokunun çıkarları doğrultusunda yanıltarak etkili olmağa çalıştıkları görülmüştür .
Sosyalist sistemin sağlamış olduğu evrensel dayanışma ortadan kalkınca ,batı emperyalizmi daha da vahşileşmiş ve büyük patronlar bütün dünyayı babalarının çiftliği gibi hem yönlendirmeye hem de kullanmaya başlamışlardır .
Gizli dünya devletinin legal kuruluşları olan Dünya Ekonomik Forumu,Bilderberg grubu, Üçlü Komisyon ve Dış İlişkiler Komisyonu gibi oluşumlar küresel bir dayanışma içerisinde daha hızlı ve aktif çalışarak bütün dünyayı kapitalist enternasyonelin hegemonysına sokmağa çalışmışlar , dünya devletinin illegal boyutunda görev yapan Opus Dei,İllimünati ve Siyon Kardeşleri ile Tapınak Şövalyeleri de eskisinden daha etkili doğrultuda evrensel alanı kendi oyun bahçelerine çevirmişlerdir . Legal ve illegal boyutlarda bir batı hegemonyasının kapitalist enternasyonel olarak bütün dünya ülkelerine dıştan zorla dayatılması sürecinde dünya halkları fazlasıyla ezildiği gibi insanlığın üçte biri açlık ve yoksulluk sefaletinin altında ezilmişlerdir . Koskoca Afrika kıtası verimli topraklarına rağmen açlıktan kırılırken , bu kıtayı besleyecek maddi birikimin birkaç misli fazlası tekelci silah şirketlerine para kazandırma doğrultusunda silahlanma yarışına ayırılabilmiştir . Bir çok ülkede isyanları ve halk ayaklanmalarına giden provakasyonların açıkca kapitalist enternasyonelin emrinde görev yapan gizli dünya devletinin illegal örgütleri aracılığı ile düzenlendiği bir çok olaydan sonra anlaşılmıştır .Bütün insanlığı tehdit eden bir çok gelişmenin arkasında bu gizli dünya devletinin illegal örgütleri olduğu kesinlik kazanınca , dünya nüfusu azaltmak üzere yeni mikropların üretilerek yoksul ülke halklarının kitlesel kırımlar ile tasfiye edilmesi operasyonlarının arkasında bile kapitalist enternasyonelin parmağı olduğu kesinlik kazanmıştır .
Kitlesel insan ölümlerine neden olan Sars ya da Aids gibi mikropların Asya ve Afrika ülkelerinde değil ama batılı emperyalist ülkelerin laboratuarlarında yetiştirilerek bütün dünya ülkelerine dağıtıldıkları anlaşılmıştır .
Nüfusu azaltarak daha rahat bir dünyada yaşayabilmenin yollarını ararlarken ,mikrop üretmek kadar yeni dünya savaşları çıkartmak gibi senaryoları da ,küresel emperyalizmin patronları ihmal etmemişlerdir .
Dünyanın patronları yerküreyi babalarının çiftliği gibi düzenleme hakkını kendilerinde görürlerken , dünya nimetlerini uluslar ya da halklar ile bölüşmeğe razı olmamışlar , yoksul ülkeleri yok olmağa mahkum etmişlerdir .
Bu doğrultuda geliştirdikleri ekonomik politikalar ile İMF,Dünya bankası ve Dünya Ticaret Örgütü üzerinden emperyal politikalarını sanki dünya ülkelerini kurtaracak ekonomik projeler olarak dıştan zorla benimsetmeğe çalışırlarken ,bu kuruluşların patronajı altına giren ülkeler hızla çökme aşamasına doğru sürüklenmişler ve yeni sömürgeciliğin batağında ciddi bir yaşam mücadelesine doğru itilmişlerdir .
Böyle bir durumda halklar ezilirken ulus devletler parçalanma noktasına getirilmiş , Endonezya ya da Sudan gibi söz dinlemeyen ve batı emperyalizmine karşı açıkca direnen ülkeler etnik ve dinsel alt kimlikler kullanılarak parçalanmışlardır .
Yugoslavya gibi bir büyük federasyonun parçalanmasında kullanılan bu alt kimlikçi projeler ile yeni küçük ulus devletler yaratılırken ,başta Türkiye gibi bütün ulus devletler tıpkı Yugoslavya’nın dağılmasına benzer bir parçalanma sürecine doğru batı insiyatifinin zorlamaları ile sürüklenmek istenmiştir . Küreselleşme döneminin başlamasıyla beraber bu sürecin esasları ve modeli yaşanan ve birbirini doğrulayan bir çok olay ve siyasal gelişme ile beraber kesinlik kazanmıştır .
Artık her ulus ve herkes demokrasi,insan hakları ve küreselleşme gibi sihirli ve kutsal kavramların arkasında bölünme parçalanma ve ulus devletlerin yok olması gibi gizli oyun ve senaryoların bulunduğunu görebilmektedir .
Böylesine bir oyuna gelen zayıf ve küçük devletler iyice ezilme ve yok olma noktasına sürüklenmekten kendilerini kurtaramamaktadırlar .
Balkan,Kafkas ve Baltık bölgelerinin küçük devletlerinin yok olma noktasına gelen bir büyük ezilmenin sancılarını yaşadıkları açıkca görülmektedir . Önce topraklarını ,sonra ekonomik kuruluşlarını ve yer altı zenginliklerini küresel şirketlere kaptıran bu küçük devletçikler günümüzde eski günlerini arar hale gelmişlerdir .
Kapitalist enternasyonel çatısı altında bir araya gelen bütün illegal gizli dünya devlet yapılanmalarıyla beraber legal düzeyde sürdürülen ekonomik görünümlü küresel kapitalist sistem gelinen bu aşamada bütün dünyayı bir büyük ekonomik yapılanma içerisinde birleştirmeğe çalışırlarken ,süper emperyalizm olarak kapitalist enternasyonel düzenini iki yüzü aşkın ulus devlete kendilerine bağlı olarak çalışan uluslar arası kuruluşlar üzerinden zorla ve baskıyla ,gerekirse şantaj yolları ile tehdit ederek empozelerini sürdürmektedirler .
Ne var ki , Birleşmiş Milletlerin yerini almak üzere oluşturulan Dünya Ticaret Örgütü çatısı altında bir küresel dünya ekonomisi yaratamayan batılı emperyal güçler bu kez tek kutuplu kapitalist enternasyoneli tüm ülkelere kabül ettiremeyince ,bu platformda batıya karşı çıkan dört büyük devletin öncülüğünde çok kutuplu bir dünya sahnesi ortaya çıkmıştır .
Bric ülkeleri adı verilen Brezilya,Rusya,Çin ve Hindistan sahip oldukları büyüklükleri batı karşıtı bir çizgide birlikte kullanarak ,batı emperyalizminin bütün dünyayı sömürgeleştirmesinin önüne geçmişlerdir . Böylece ulus devletleri yok etmeye yönelik küresel emperyal politikalar durmuş ,dört büyük dünya devleti işbirliği yaparak daha adil bir dünya yaratılması doğrultusunda batı emperyalizminin önüne keserlerken ,ulus devletler yeniden nefes almağa başlamışlardır .
Ne var ki , glinen bu aşamadaki çok kutupluluğu küresel sermaye bir türlü kabül etmek istememiş ve bütün dünya ülkelerine karşı sopa ve silah olarak kullandığı Amerikan devletinin öncülüğünde bir G-20 zirvesi icat ederek , batının zengin ülkeleriyle beraber batıya meydan okuyan yeni kutup başı büyük ülkeleri ve bunları dengeleyecek orta büyüklükteki Türkiye,Endonezya , Güney Afrika ya da Nijerya gibi devletleri de devreye sokarak çokluluk içerisinde yeni dengeler yolu ile eski batı hegemonyasının sürdürülebilmesinin yolları aranmıştır .
Çin büyük bir süper güç olarak dünya sahnesine çıkarken Brezilya ,Rusya ve Hindistan sahip oldukları ülke,nüfus ve ekonomik büyüklükleri aracılığı ile yeni dünya dengelerinde öne geçmeğe başlamışlardır .
Tam bu aşamada orta büyüklükteki İran devleti bir problem olarak dünya sahnesinde batının hedefi konumuna gelmiş ve bu ülkeyi ulus devlet yapılanmasından çıkartacak derecede yeni bir Yugoslavya benzeri dağılma senaryosu Türkiye’de olduğu gibi devreye sokulmağa çalışılmıştır . g-20 zirvesinin zaman içerisinde etkili olamaması ,yeni kutup başlarıyla batı emperyalizmini karşı karşıya getirmiş ve bu aşamada dünyanın merkezi bölgesinde yer alan bütün ülkeler bir doğu batı çekişmesine ve çatışmasına sahne olmaya başlamıştır .
Doğu ve güney bölgelerinin büyük devletlerinin yeni kutup başları olarak devreye girmesiyle beraber , batı dünyasında oluşan gizli dünya devleti yapılanmasının ekonomi üzerinden bir evrensel kapitalist enternasyonele yönelmesi sürecinin durgunluk aşamasına geldiği görülmektedir .
İşte tam bu aşamada batı hegemonyasının bu yeni durumu kabül etmek istemediği ve yeni saldırı planları ile beraber büyük devletleri parçalayarak devre dışı bırakmak istediği ve aynı doğrultuda ulus devletleri de pasifize etmeğe çalıştığı açıkca belli olmuştur .
Bu durumda bütün ulus devletlerin kendilerini toplayarak düşünmelerinin zamanı gelmiştir . Daha önceleri milliyetçilik akımlarını desteleyerek imparatorlukları yok eden kapitalist enternasyonel ,sosyalist sistemi bir süre için dünya dengelerinde kullandıktan sonra tasfiye etmiş ve ortaya çıkan yeni dünya haritasındaki ulus devletleri hedefine oturtmuştur . Artık küreselleşme döneminde küresel batı emperyalizminin patronu olan kapitalist enternasyonel ile dünya devletleri ve ulusları karşı karşıya gelmişlerdir .
Artık bir canavar olma düzeyine erişen kapitalist enternasyonelin bütün ulus devletleri yok etme ya da yutma aşamasına geçilmektedir . Böylesine büyük bir komplo ile karşı karşıya kalan ulus devletlerin kendilerini korumağa öncelik vermeleri zorunludur . Her ulus devlet kendisini yok etmek ,satın almak ya da tasfiye etmek üzere ekonomi üzerinden üstüne gelen küresel şirketlere ve onların arkasındaki kapitalist enternasyonele karşı acilen kendilerini koruyucak milli programlara , devletlerini ve ülkelerini güçlendirecek milli idari reformlara gereksinmeleri bulunmaktadır . Bu nedenle her ulus devletin önceliği milli programlara vererek ve kapitalist enternasyonel canavarının kendilerini yutmasını önleyecek bir ulusal insiyatif göstererek yeniden güçlenme yoluna acilen girmeleri gerekmektedir . Bu çerçevede ,her türlü İMF,Dünya Bankası ya da Dünya Ticaret Örgütü plan ve programlarına son verilmesi gerekmektedir . Uluslar arası kuruluşların batı yönlendirmesi projelerine artık ulus devletlerin alet olmamaları gerekmektedir ,aksi takdirde yok olmaktan bir türlü kurtulamamaktadırlar.
Avrupa Birliği gibi batı modeli bir bölgeselleşme oluşumunda bile yerel yönetimler özerklik şartı adı altında ,Avrupa’nın ulus devletlerini parçalayarak bölecek ve eyalet devletçiklerine sürükleyecek oluşumların önü bir türlü kesilememekte ve bu doğrultuda giderek büyümekte olan bazı kentler kendi ülkelerindeki başkentlere ve başkentteki kurulmuş olan üniter ve ulusal devlet yapılarına başkaldırmağa başladıkları görülmektedir . Türkiye’de de batının Truva atı konumundaki bazı gayrimüslim lobiler , açıkca İstanbul’u başkent Ankara’nın önüne çıkartarak ulus devleti tehdit edebilmektedirler .Avrupa kıtasındaki ulus devletleri ortadan kaldırmak isteyen kapitalist enternasyonel batı blokunun bir parçası olan Avrupa’daki ulus devletlerin parçalanmasını bile açıkca destekleyebilmektedir .
Bu yüzden bir türlü Avrupa Birliği gerçekleşememekte ama küresel sermayenin postmodern ortaçağ senaryolarındaki gibi , Avrupa’yı beşyüz önceki kent devletlerine doğru sürüklenmek gibi bir kader beklemektedir . Avrupa kıtasında ulus devletler kendilerinden vazgeçmeyince bölgesel birlik olarak Avrupa birliği gerçekleşememiş ve bunun yerini kapitalist enternasyonelin devreye soktuğu yarışan kentler senaryosundaki kent devletleri oluşumu yerelleşme görünümü altında öne çıkarılmağa başlanmıştır .
Her sene bazı kentlerin kültür ,ekonomi ya da Avrupa başkenti seçilmelerinin arkasında yatan oyun ya da senaryo , kentleri başkentlere bağımlı olmaktan kurtarmak ve yerel yönetimler aracılığı ile ,kapitalist enternasyonelin denetimi altında bir büyük dünya devleti yapılanmasını kapitalist enternasyonelin merkezinde bulunacağı küresel konfederasyon çatısı altında kent devletlerinin birlikteliği doğrultusunda gerçekleştirebilmektir . Finans kapitalin sahiplerinin ve büyük patronların geleceğe dönük dünya senaryosu artık kapitalist enternasyonel olarak kesinlik kazanmıştır .Bu senaryoda uluslar,ulus devletler ve dünya halkları yoktur ,sadece büyük patronların çıkar düzeni ve onların keyfiliği altında köleleşen insanlık vardır . İşte bu aşamada dinler devreye sokularak ,böylesine haksız bir düzen yapılanmasına halk kitleleri karşı çıkmasın ya da isyan etmesin diye dinler siyasallaştırılarak din görünümlü baskı ve uyutma siyasetleri öne çıkarılmakta ,ve bütün insanlık yeniden bir ortaçağ düzenine doğru zorlanırken postmodernizm adı altında dinsel düzenler bilime dayalı ulus devlet yapılanmalarının tasfiyesinde kullanılmaktadırlar . Dini siyasete alet eden kesimler ,kapitalist enternasyonelin dünya devletlerini ve uluslarını yok etme planlarına alet olmaktadırlar . Bazı dindar kesimler bu duruma iyiniyetle ve safiyane biçimde aracı olurken , emperyalizmin Truva atları konumundaki görevli kadrolar dini siyasallaştırarak hem ulusal yapıların hem de ulus devletlerin ortadan kalkmasına biinçli olarak yardımcı olmaktadırlar .Artık dünya uluslarının uyanmalarının ve dinin kullanılmasıyla yoksul kitlelerin uyutulmasının önüne geçilmesinin zamanı gelmiştir .Her ulusun çinde bulunulan bu aşamada yeniden bir durum değerlendirmesi yaparak kendisini koruyacak ve güçlendirecek alternatif yapılanmalara yönelmesi gerekmektedir .
Ne var ki , artık ulusların kapitalist enternasyonel gibi güçlü bir küresel emperyal örgütün saldırılarına karşı kendini tek başına koruyabilmesi mümkün görünmemektedir .
Bu nedenle ,her ulus devlet kendisini güçlendirecek milli idari reformları yaptıktan sonra acilen komşu ulus devletler ile bir araya gelerek kendiliğinden bir dayanışma içerisinde bölgesel birliklere ve ittifaklara yönelmek durumundadır .Ancak bölgesel güç birliği ile hem ulusal yapılar hem de de ulus devletler korunabilecektir . Böylece ulus devletleri parçalayarak yürütülmek istenen kapitalist ve emperyalist küreselleşme programının yerini , ulus devletlerin bölgesel dayanışmalarıyla gerçekleştirilecek bir dayanışmacı küreselleşme süreci alternatif ve daha adil ve dengeli bir yol olarak alabilecektir .
Bu doğrultuda emperyalist küreselleşme yerine solidarist ya da dayanışmacı küreselleşme ulus devletlerin var olma ya da çıkış yolu olarak devreye girecektir .Böylesine adil,eşitlikçi ve dengeli bir alternatif yapılanma geleceğin dünyasını ulus devletlerin birlik ve kardeşlik dünyasına dönüştürecek böylece bir avuç aşırı zengin patronun kapitalist enternasyonel çatısı altında dünyayı sömürmelerini önleyebilecektir .
Ulus devletler bölgesel ve küresel anlamda varlıklarını korumak için dayanışmacı bir yapılanmaya yönelirken , kapitalist enternasyonelile en üst düzeyde mücadele edebilmek için yeni bir nasyonel enternasyonal kurmak zorundadırlar . Finans kapitalin dünya hegemonya düzeni merkezi örgütlenme olarak nasıl kapitalist enternasyonel biçiminde ortaya çıkıyorsa ,bütün ulus devletler de nasyonel yapılar olarak ,uluslar arası alanda kuracakları evrensel birlikteliği kapitalist enternasyonele karşı bir uluslar birliği ya da dayanışma örgütü biçiminde ama kesinlikle nasyonel enternasyonel olarak ortaya çıkmaları gerekmektedir . Kapitalist enternasyonelin dünya halklarının evrensel örgütlenmesi olan sosyalist enternasyoneli nasıl çökerttiği dikkate alınırsa , ulus devletlerin de küresel tekelci şirketlerin yarattığı finans kapitalin kapitalist enternasyoneline karşı etkili mücadele verebilmek ve varlıklarını koruyabilmek doğrultsunda kesinlikle bir nasyonel enternasyonel kurmaları zorunlu görünmektedir . Ulus devletler bu doğrultuda ya Birleşmiş milletlerin yapısını değiştirerek buuluslararası örgütü bir nasyonel enternasyonele dönüştürebilirler ya da bu doğrultuda tıpkı Sosyalist enternasyonel yapılanmasında olduğu gibi güçlü ulus devletlerin öncülüğünde uluslar arası bir yapılanmaya giderek kendilerini kurtarabilirler .
Eğer ulus devletler bu yolda başarılı olurlarsa ,kapitalist enternasyonelin dünya emperyal imparatorluğu projeleri devre dışı kalır ve onun yerini bütün ulus devletlerin biraya gelerek evrensel kardeşlik düzeni çerisinde beraberce ve ortak işbirliği düzeni içinde yaşayacakları bir dayanışmacı küreselleşmeyle gerçekleşecek, daha insancıl bir dünya düzeni alabilir . Böylesine bir dünya düzeninde insanlığın ortak mirası olabilecek bir Dünya Devleti ,gelinen uygarlık aşamasının ürünü olarak gerçekleştirilebilir .
Böylece küresel sermayenin dünya imparatorluğunu hedefleyen üçüncü dünya savaşı gibi tehlikelerin de ve yokolma senaryolarının daha etkili bir biçimde geçilebilir önüne geçilebilir . O zaman bugünün kapitalist enternasyoneline karşı ulus devletler daha fazla zaman yitirmeden , nasyonel enternasyonel örgütlenmesini çıkartabilmelidirler .
Kaynak: PROF.DR. ANIL ÇEÇEN YAZDI:NASYONAL ENTERNASYONAL

19 Kasım 2018 Pazartesi

AVRASYA‘DA PAN – SİYONİZM (1) & (2) "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" Avukat, Kamu Hukukçusu, Araştırmacı-Yazar; - İngiltere merkezli bir dünya yapılanması sürecinde , merkeze kendisini oturtan İngiliz imparatorluğu, dünyanın üç büyük kıtasının kesişme noktası olan orta dünya alanına, Orta Doğu adını verdiği için bu merkezi coğrafya yaklaşık beş yüz yıldır Orta Doğu ismi ile ifade edilmektedir.

AVRASYA‘DA PAN-SİYONİZM (1)
Prof. Dr. Anıl Çeçen
Avukat, Kamu Hukukçusu, Araştırmacı-Yazar
Ankara: 19 Kasım 2018
Dünya ana karalarının birleştiği coğrafyaya , bilim çevreleri Avrasya adını vermiştir. Bu nedenle bu kavram daha çok Asya, Avrupa ve Afrika gibi üç büyük kıtanın birleştiği merkezi alanın adı olarak öne çıkmaktadır . Her üç kıtanın birbirine açılan ve birbiriyle bağlantı sağlayan topraklar, bir bütün olarak ele alındığında ise ortaya, Avrasya adını taşıyan bir büyük bölge ve kıtasal yapılanma ile kimlik kazanmaktadır .
Amerika yeni kıta , Avustralya ise dış kıta olarak olarak yeryüzü haritasında yerlerini almıştır. Avrasya bölgesinde kesişen Asya ,Avrupa ve Afrika kıtaları gibi eski insanların binlerce yıl yaşamış olduğu bölgeler, insanlık tarihinin oluşumunda önem kazanmaktadır . Bu nedenle, her üç kıtada meydana gelen değişiklikler ile yaşanan olayların ortak bölge üzerinden birbirleri üzerinde etkiler yarattığı ve birbirlerinin tarihinin oluşumunda etkili bir faktör olduğu , tarih biliminin ortaya getirmiş olduğu önemli bir gerçektir .
Her alanda gelişme gösteren değişik bilim dalları üç eski kıta ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda; sahip olunan ortak alanın kıtalar arası gelişmelerde belirleyici olduğunu ortaya koymuştur. Ki Asya, Avrupa ve Afrika kıtaları ile ilgili olarak yapılan çalışmalarda bu kıtalar arası etkileşim çizgisini iyi izlemek gerekmektedir . Tarih biliminin dile getirdiği geçmişin olayları ele alındığı zaman , böylesine bir etkileşim ağının zamanla kendiliğinden devreye girerek olayların gelişim çizgisinin belirlenmesinde etkili olduğu da göze çarpmaktadır .
Avrasya kavramı , coğrafya biliminin insanlığa kazandırmış olduğu bir açıklama ya da tanımlamanın adı olarak doğmuştur . Özellikle Asya ve Avrupa kıtalarının birbirine yaklaştığı ve birleştiği bölgelerin bütünüyle yer aldığı kıtasal alanda ,Avrupa ve Asya kavramlarının iç içe geçmesinden kaynaklanan birleşik bir isim olarak, Avrasya kavramı belirginlik kazanmıştır . Asya , Avrupa ve Afrika kıtaları kendi başlarına bir kıtasal alanın adı olarak varlıklarını sürdürürken , her üç kıtada ortaya çıkarak diğer kıtalara sıçrayan siyasal ve sosyal gelişmelerin yarattığı ortak alan yapılanmalarının ayrıca ifade edildiği durumlarda ise birleşik bir kavram olarak Avrasya kavramına başvurulmuştur .
Bu doğrultuda , Asya’da kurulmuş olan büyük imparatorlukların Avrupa kıtasına yönelmeleri ya da Avrupa kıtasında gündeme gelmiş siyasal yapılanmaların zaman içinde genişleyerek Asya ya da Afrika kıtalarına sıçramaları gibi durumlar, kıtalar arası birleşik gelişmeler olarak inceleme konusu yapıldığında Avrasya kavramı öne çıkmaktadır .
Tarihte üç kıtadan çıkan siyasal yapıların ya da uygarlıkların zaman içerisinde bu birleşik durumdan yararlanarak zamanla diğer kıtalara doğru bir genişleme eğrisi gösterdiği görülmektedir . Asya’da tarih sahnesine çıkan devletlerin Hunlar ya da Osmanlılar gibi Avrupa ve Afrika bölgelerine yayılması gibi , Avrupa merkezli bir büyük devlet olarak Roma İmparatorluğu da, hem Asya hem de Afrika kıtalarında genişleme olanaklarını değerlendirerek dünya hegemonyası oluşturma çabası içerisinde olmuştur . Bütün devletler bu doğrultuda diğer siyasal güçlere ve yapılanmalara karşı üstünlük sağlama doğrultusunda rekabet içinde olmuşlardır .
Orta Doğu bölgesi, Avrasya kıtasal alanı içerisinde var olan merkezi bir bölge olarak her üç kıtanın tam ortasında yer alan bir orta dünya olmuştur . İngiltere merkezli bir dünya yapılanması sürecinde , merkeze kendisini oturtan İngiliz imparatorluğu, dünyanın üç büyük kıtasının kesişme noktası olan orta dünya alanına, Orta Doğu adını verdiği için bu merkezi coğrafya yaklaşık beş yüz yıldır Orta Doğu ismi ile ifade edilmektedir .
Orta Doğu bölgesinin bir ucu Balkanlara , bir ucu Kafkaslara diğer ucu da Kuzey Afrika’ya uzandığı için her üç kıtanın kesişme noktası olmuştur . Asya kıtasının birer parçası olan Arap ve Türk yarımadalarında gündeme gelmiş olan siyasal oluşumlar, hemen Avrupa ve Afrika kıtalarına da sıçrama göstermiş ve tarihe geçen olaylarda her üç kıtanın birlikteliğini yansıtmıştır . Üç kıtanın topraklarının kesişme noktasında yer alan Orta Doğu bölgesi, aslında dünyanın merkezi toprakları olarak jeopolitik gelişmelerde önemli misyonlar üstlenmiştir . Makedonya imparatorluğu, Balkanlar’da tarih sahnesine çıkarak Anadolu ve Arap yarımadası üzerinden Asya bölgesine yayıldığı gibi , Selçuklu İmparatorluğu da Kafkas bölgesinden ortaya çıkarak Avrupa bölgesine doğru bir yayılma süreci izlemiştir . Afrika’da ortaya çıkan devletler ise zaman içerisinde kuzeye doğru açılarak kendilerini güvence altına almak için çaba gösterirlerken ,aynı zamanda Asya ve Avrupa bölgelerine doğru genişleyebilmenin yollarını aramışlardır .
Orta Doğunun tam ortasında yer alan Arap yarımadası üzerinde ortaya çıkan devlet yapılanmaları ise bu yarımadanın tamamını ele geçirdikten sonra, Anadolu yarımadasına ya da Kıbrıs üzerinden Avrupa bölgesine doğru genişleyebilmenin arayışı içinde olmuşlardır .Üç büyük dinin tarih sahnesine çıkmış olduğu Orta Doğu bölgesinde kurulmuş olan Yahudi, Hrıstiyan ve Müslüman devletler, Arap yarımadasını tümüyle fethettikten sonra Anadolu üzerinden Asya kıtasına , Balkanlar üzerinden ise Avrupa kıtasına doğru genişleme çabası içerisinde olmuşlardır .
Bu yüzden Orta Doğu tarihi bir anlamda Avrasya tarihi ile özdeş bir konuma gelmektedir . Üç kıtanın kesişme noktasında yer alan Orta Doğu bölgesindeki her gelişme üç kıtaya birden yayıldığı gibi , bu üç kıtada meydana gelen siyasal ya da sosyal gelişmelerin merkezi coğrafya üzerinden Orta Doğu bölgesini etkisi altına aldığı görülmektedir .
Kutsal topraklar adı verilen merkezi alandan dünya sahnesine çıkmış olan üç büyük tek tanrılı dinin dünyaya yayılması sırasında , Orta Doğu toprakları her zaman için merkez olma misyonuna sahip olmuştur . Bu yüzden dinler arası rekabet mücadelesinde de Orta Doğu bölgesi, her zaman için bir çekişme alanı olarak öne çıkmıştır . Kıtalar arası yakınlık ile birlikte öne çıkan kesişme noktaları üzerinden, kıtadan kıtaya geçişler her zaman için kolay olmuş ve bu yüzden de üç kıtadan birinde kurulmuş olan devletler, hemen komşu kıtalarda yayılma eğilimi içine girerek genişleyebilmenin ve bu zor coğrafya da ayakta kalabilmenin arayışları içinde olmuşlardır .
Bir anlamda Orta Doğuda ortaya çıkan bütün devletler ya da dinler, merkezi alanda var olabilmek ve kıtalar üzerinden gelebilecek saldırılara ya da tehditlere karşı kendilerini güvence altına alabilmek üzere, kendi bulundukları topraklara sınır komşusu konumundaki diğer bölgeleri de doğal olarak egemenlikleri altına alabilmenin çabası içerisine girmektedirler
Roma İmparatorluğu Akdeniz üzerinden Orta Doğu bölgesine geldiğinde, merkezi topraklarda var olan Yahudi devleti yıkılmış ve bu devletin toprakları üzerinde yaşamakta olan Yahudiler her üç kıtaya dağılarak , yaşamlarını Avrasya kıtasının değişik alanlarında sürdürebilmenin yollarını aramışlardır . Bu nedenle, Akdeniz kıyıları üzerinden hem Avrupa, hem de Afrika kıtalarında Yahudiler dağılarak kendileri için yeni ülkeler bulmaya yönelmişlerdir .
İspanyadaki Endülüs devletinden Pers İmparatorluğuna , Hazar devletinden Asya’nın değişik bölgelerine kadar dağılan Yahudiler, hep yeni bir yurt arayışı içinde olmuşlardır . Dünyanın jeopolitik merkezinden kovulma olgusu , Avrasya kıtasının geniş topraklarını yeni alternatif ülkeler olarak gündeme getirdiği için, merkezi alandaki kutsal topraklar üzerinden gündeme getirilmiş olan devletin güvenlik alanını , Avrasya kıtasının tamamında gündeme getirmektedir. Her üç kıtadan saldırı tehdidi karşısında kalan orta dünya topraklarının güvenliği için , merkezi devletin sınırları boyunca uzanıp gitmekte olan Avrasya coğrafyasının tümüne egemen olmanın gerekliliğini dünya haritası ortaya koymaktadır .
Orta Doğu tarihinde ortaya çıkan birbirinden farklı durumlar da ,merkezde kurulacak bir devletin güvenliği için Avrasya bölgesinin tamamını dikkate alacak bir biçimde genişleme ve güçlenme gereksinimi olduğu görülmektedir .
Bu doğrultuda ,Kafkas devletleri Orta Doğu bölgesini kontrola çalışırken , Orta dünya devletleri de Hazar bölgesini kendi güvenlikleri için denetim altına almaya çalışmışlardır . Bu yüzden günümüzün İsrail devleti , kurulu bulunduğu Filistin toprakları ile yetinmemekte , kutsal toprakları çevreleyen Asya, Afrika ve Avrupa kıtalarının kesişme noktasındaki bütün ülkelerde ,Balkanlar’dan Kafkaslara kadar güçlü etki oluşturarak kendi güvenliğini garanti altına alabilmenin çabası içindedir .
Dünya tarihi incelendiği zaman , merkezi coğrafyanın bütününü kontrol altına alma çabası içerisine giren devletler olduğu gibi, bütünüyle merkezi coğrafya devleti olarak kurulan ve daha sonra yayılma eğilimleri gösteren , Roma , Hazar, Pers, Selçuklu , Osmanlı ya da Makedonya gibi imparatorluklar da olmuştur . Avrasya kıtasının orta Avrupa’dan başlayarak orta Asya’ya kadar uzanan geniş topraklar üzerinde kurulmuş olan devletler , her zaman için Avrasya adı verilen bir büyük coğrafyanın mutlak egemeni olarak güçlenmek istemişler ama kıtaların diğer bölgelerinde bulunan devletler buna izin vermeyince her zaman çatışma çıkmıştır . Bu yüzden Avrupa’nın önde gelen büyük devletleri Avrasya bölgesini sürekli savaşlara sahne olan yer olarak karanlıklar, ya da felaketler coğrafyası olarak tanımlamışlardır . Bölge devletlerinin her zaman için aralarındaki din ve kültür farklılıkları yüzünden sıcak çatışmalara yönelmeleri yüzünden, kutsal topraklar her zaman için kan ve barut kokusundan kurtulamamış ve bu yüzden de Avrupalılar bu bölgeye felaketler bölgesi adını vermekten çekinmemişlerdir . Karanlık senaryolar felaket olarak nitelendirilebilecek acı sonuçlar yarattığı için dünya tarihinin kan ve barut dolu sahneleri hep bu bölgede ortaya çıkmıştır . Birbirine denk devletler kurulduğu zaman ya da bölgedeki devlet düzeni içinde büyük ve küçük siyasal yapılar olarak dengesiz bir durum ortaya çıktıkça ,yeni savaş senaryoları ya da devletler arası birbirine saldırı girişimleri birbiri ardı sıra gündeme gelmiştir .Her zaman bölge devletleri arasında yaşanan rekabet çekişmeleri yeni savaşları ortaya çıkarmıştır . Bölgede savaşları ve saldırıları önlemek isteyen devletler kendilerinin egemenliğinde bir büyük devlet oluşumuna giderek merkezi coğrafyaya barış getirmek istemişler ama kıtalardan gelen imparatorluk yapılanmaları merkezi alana kıtalardan müdahale etme eğilimi içine girdikleri için bu gibi barış arayışları sonuçsuz kalmıştır .
Kıtalarda ortaya çıkan imparatorluklar her zaman bir dünya hegemonyası peşinde koştukları için ,merkezdeki devletlerin büyümesini önlemek üzere saldırılara yönelmişlerdir . Zamanında Roma İmparatorluğunun Orta Doğu’ya gelerek Yahudi devleti olarak ikinci İsrail’i yıkması bu durumun en açık örneğidir .
Kaynak: AVRASYA‘DA PAN – SİYONİZM (1) - Prof. Dr. Anıl Çeçen
AVRASYA‘DA PAN-SİYONİZM (2)
Prof. Dr. Anıl Çeçen
Avukat, Kamu Hukukçusu, Araştırmacı-Yazar
Ankara: 19 Kasım 2018
Kaldığımız yerden devam edersek, dünya tarihi içinde merkezi coğrafyanın geçmişine bakıldığında, büyük imparatorlukların zaman içerisinde birbirlerinin yerini aldıkları görülmüştür . Bugünkü bölge haritasının kesinlik kazanmasında yaşanan siyasal gelişmeler açısından durum değerlendirildiğinde , yirminci yüzyıla girerken var olan siyasal yapılanmanın çöküşü üzerine bugünkü merkezi alan haritasının ortaya çıktığı da gerçektir.
Dünya Birinci Cihan savaşına doğru sürüklenirken merkezi alanda yer alan Osmanlı ,Rus ve Avusturya imparatorlukları egemenliklerini devam ettirebilmenin çabası içerisine girmişlerdir. Ama batılı emperyalist devletlerin müdahaleleri yüzünden varlıklarını güvence altına alabilecek yeni yapılanmalara yönelemedikleri için , Birinci Cihan savaşı ile birlikte yıkılarak tarih sahnesinden çekilmek zorunda kalmışlardır .
Bu devletler yıkılmamak ve Avrasya coğrafyasında varlıklarını sürdürebilmek amacıyla on dokuzuncu yüzyılın bilgi birikiminden kaynaklanan bazı yeni siyasal açılımları, savaş ya da çatışmalar yolu ile değil ama siyasal senaryolar üzerinden geliştirmeye çalışmışlardır . Orta dünyanın üç büyük devleti kendi kimliklerine dayanan devlet yapılanmasını birbirlerine karşı geçerli kılmak isterlerken , Avrasya halklarını kendi çizgilerinde geliştirdikleri politik yapılanmalar içinde bir araya getirmeye ve bu gibi birlikler üzerinden de imparatorluk coğrafyasında yaşayan halk topluluklarını geleceğe dönük bir birliğe kendi kontrolleri altında yönlendirmek istemişlerdir . Ne var ki , bu gibi girişimler zamanla sonuçsuz kalınca , orta dünya devletleri arasındaki çekişmeler tarihin savaşlarla sürmesine zemin hazırlamıştır . Merkezi coğrafyanın tarihi bu nedenle fazlasıyla savaşlarla doludur.

Fransız devriminin tarih sahnesine kazandırmış olduğu ulus devlet olgusu, on sekizinci yüzyılda bütün dünyada var olan devletleri derinden sarsmaya başlamıştır. Bu durumda imparatorluklar, kendi sınırları içerisindeki çeşitli bölgelerin ayrılmalarını önleyebilmek için ulusçuluk akımlarına yönelmişler ve bu doğrultuda uluslaşma süreçlerini kendi toplumsal gerçeklerine dayanan bir doğrultuda başlatarak , geleceğin en güçlü devleti olabilmenin girişimlerini sürdürmüşlerdir . Avrupa devletleri uluslaşırken , merkezi alanın imparatorlukları da uluslaşabilmenin yollarını aramışlardır. Bu doğrultuda bölünmeyi önleyebilmek amacıyla birleştirici akımlara yönelmişlerdir . Rus kimliği yetersiz kalınca , Rusya devleti etnik Slav kimliğini öne çıkarmış ve Ortodoks dininin birleştiriciliğinden yararlanabilmenin arayışı içinde olmuştur . Rus Çarlığı sınırları içinde yaşayan Rus toplumunun yetersiz kaldığı noktada, Ruslar hem dini hem de etnik yapıları kullanarak imparatorluk arazisi içinde daha güçlü bir ulus devlet yaratabilmenin arayışını sürdürmüşlerdir . Ulusculuk akımları, Avusturya-Macaristan İmparatorluğunun parçalanmasına yol açınca ,hem Rus Çarlığı hem de Osmanlı İmparatorluğu toplumsal tabanlarını genişleterek daha güçlü bir yapılanmanın arayışını öne çıkarmışlardır . Bu doğrultuda hem Rus milliyetçiliği , hem de Osmanlı milliyetçiliği devlet eli ile örgütlenerek devreye sokulmuştur . Ne var ki , Avrupa toplumlarının sahip olduğu kültür ve bilgi düzeyinden çok geride olan merkezi alan devletlerinin ulusçuluk cereyanları istenen sonuçları sağlayamamıştır . Bunun üzerine devletleri güçlendiren ulusçuluk akımlarından vazgeçen merkez devletleri bölgesel hegemonyalarını genişleten yeni birleştirici akımlarla, bölge halklarını kendi hegemonyaları altında geliştirebilmenin arayışı içinde olmuşlardır.
Avrupa kıtasını saran milliyetçilik, doğu Avrupa üzerinden merkezi imparatorlukların parçalanmasını gündeme getirince ,buna tepki olarak birleşmeyi ve daha geniş alanlarda birleşik bir kimliği geçerli kılmak isteyen Pancılık akımları öne sürülmüştür . Birleştiricilik ve birlik oluşturma gibi anlamlara gelen Pancılık akımlarını , hem Rus devleti hem de Osmanlı devleti siyasal güçleri ile örgütlemeye çalışmışlardır . Rus Çarlığı geniş alanlardaki hegemonyasını sürdürmek üzere bir yandan etnik kökenine dayanan Pan-Slavizm akımını örgütlerken ,diğer yandan da dinin birleştirici gücünden yararlanmak üzere Pan-Ortadoksculuğu örgütlüyordu . Rusya hem toprakları üzerindeki halk topluluklarının kopmasını önlemek hem de sınırları dışında yaşayan diğer Ortadoks kitleleri hegemonyası altına alabilme doğrultusunda etkinliğini artırabilmek amacıyla, Pan-Slavizm akımına yöneliyordu . Ruslar bu konuda çok hassas davranarak kesin ve kararlı bir biçimde Pan-Slavist politikaları gündeme getirince , bu durumdan rahatsız olan Almanlar da bir kaç yüz prenslikten oluşan Cermen topluluğunu , Pan-Cermenizm akımı çatısı altında toplanarak büyük bir Alman imparatorluğu hedefine doğru yöneliyordu . Ruslar tüm Slavların İmparatorluğunu kurmaya çalışırken, Prusyalılar da tüm Cermenlerin imparatorluğunu kurabilmenin çabası içerisinde, Pan-Cermenizm akımını gündeme getiriyorlardı . Doğu Avrupa bölgesinde Almanlar ve Ruslar geleceğe dönük bir yarış içerisine girerken , Pan-Slavizm ve Pan-Cermenizm akımları arasında büyük bir yarış başlıyordu . Ruslar, Slavcılık politikalarının yetersiz kaldığı yerlerde Pan-Ortodoksculuk üzerinden destek sağlamaya çalışırlarken , Almanlar da Pan-Cermenizm’e daha geniş destek sağlamak üzere Pan-İslamizm akımını öne çıkarıyorlardı . Pan hareketleri ile geniş Avrasya coğrafyasında egemenlik yarışı tırmanırken , Almanlar doğu politikası ile merkezi coğrafyaya yöneliyor ve hem Osmanlı , hem de İran devletlerinin çatısı altında yaşamakta olan Müslüman kitleleri , Pan-İslamizm akımı sayesinde kendi denetimleri altına almak istiyorlardı . Orta Avrupa’dan Orta Asya’ya doğru uzanıp giden Avrasya coğrafyasının Müslüman asıllı halklarına, Pan-İslamizm üzerinden ulaşmayı hedefleyen Cermen İmparatorluğu, Alman devletinin kurucu gücü olan Töton şövalyelerinin adını yeni kurulacak Cermen –Müslüman imparatorluğuna vereceğini bütün dünyaya ilan ediyordu .
Almanlar , kuzeydeki Rus gücünü aşabilmek ve merkezi alana egemen olabilmek uğruna İslam dünyasına yönelerek Pan-İslamizm politikaları ile Rusların, İngilizlerin ve diğer emperyal güçlerin önünü keserek Töton İmparatorluğunun önünü açmak istiyorlardı .
Pancılık akımları genişleyerek yayılırken, Avrupa’nın ortalarında Almanlar ile Ruslar arasında sıkışıp kalan Macarlar da kendilerini kurtarmak üzere ulusal çıkarları doğrultusunda iki emperyalist güce karşı yeni bir birleştirici bir yol arıyorlardı . Cermenler ve Slavlar kadar geniş nüfusa sahip olmayan Macar devleti , Avusturya’dan ayrıldıktan sonra kendi gelmiş oldukları kökenlerine uygun bir yeni birleştirici akımı , Pan-Turanizm olarak başkent Budapeşte’den resmen ilan ediyorlardı .
Cermenler gibi Avrupalı olmayan ve Ural-Altay bölgesinden göç ederek Avrupa kıtasına gelen Macarlar , bir Pancılık akımı yaratarak Ruslara ve Cermenlere karşı kendilerini koruyamayınca ,bunun üzerine Hazar kökenli Macar aydınlarının öncülüğünde , İran bölgesinin kuzeyinde yer alan Turan bölgesinde bir büyük birlik kurmayı hedefleyen Pan-Turanizm akımını Avrasya hegemonyasında yeni bir alternatif olarak ortaya koyuyorlardı .
Macar Musevilerinin öncülüğünde örgütlenen bu yeni akım , Hazar döneminden gelme bir birikimi Türkler ile akraba bir boy olan Macarların önüne koyuyordu. Onuncu yüzyılda Tuna nehri kıyılarında bir krallık kurmuş olan Macarlar , Almanların ve Rusların dayattıkları Pancılık akımlarına karşı hem kendilerini korumak , hem de geldikleri bölge ile yaşadıkları bölgeler arasında bir köprü oluşturabilmek üzere Pan-Turanizme yöneliyorlardı . Rusya sonrası bir bölgesel hegemonya arayan Macar Turancıları, arzu edildiği gibi Slavlara ve Cermenlere karşı güçlü bir alternatif oluşturamadılar. Rusların ve Cermenlerin alternatif akımları, Pan-Ortodoksculuk ya da Pan-İslamizm olarak devreye girdiği aşamada , Macar Turancıları bu dini hegemonya arayışına karşı bir Pan-Judaizmi ya da Pan-Siyonizmi açıktan ortaya koyarak savunamadılar . Bu yüzden de Avrasya’nın geleceği ile ilgili akımlar arasındaki yarışta Pan-Turanizm biraz geride kalıyordu .
Macaristan’da doğan Pan-Turanizm akımı yeterince etkili olamayınca , bu akımı daha da güçlendirmek üzere Türkcülük akımlarından yararlanmak istenildi ve Pan-Turanizm’in tamamlayıcısı bir doğrultuda Pan-Türkizmi de devreye sokarak sonuç almaya çalıştılar. Ancak gene de Cermenlere ve Ruslara karşı başarılı olamadılar .O dönemde Türkçülük Macaristan’da değil ama Rusya’da yaygınlaşıyordu . Ayrıca Paris’e giderek eğitim alan Osmanlı aydınlarının da Jön-Türk akımına kapılmaları yüzünden , Türk dünyasına yönelen birleştirici bir hareket olmak açısından Rusya ve Fransa gibi devletler öne çıkıyordu . İngiltere’nin Budapeşte üzerinden Avrasya Türk dünyası ile yakından ilgilenmesi ve Vambery gibi bir Türkologu Orta Asya bölgesine göndermesi üzerine gündeme gelen , Pan-Türkizm akımı da Jön-Türkizm akımı ile birlikte devreye giriyordu . Pan-Turanizmin yaratmış olduğu ortamdan yararlanan Türkçüler ,hem Fransa üzerinden İsviçre’de Türkçülüğe yöneliyorlar , hem de Macaristan üzerinden yeni bir Pan-Türkizmi Osmanlı ülkesine taşımaya öncelik veriyorlardı . Pan-Turanizmi desteklemek üzere öne çıkarılan Pan-Türkizm akımı ,kısa bir süre içinde daha etkili olarak öne çıkıyor ve Osmanlı sonrası dönem için bir Türk devletinin kurulmasını sağlayacak derecede önemli siyasal birikimi imparatorluk sonrası dönemde devreye girebilecek düzeyde öne çıkarıyordu . Paris’teki Jön-Türk birikimi Budapeşte’deki Pan-Türkizm akımı ile birleşince , Anadolu yarımadası üzerinde çağdaş Türk devleti kuracak düzeyde birleştirici bir Türkçü açılım gündeme getiriliyordu .
Daha sonra Türk milliyetçiliğini bir akım olarak geliştiren bu birikim , bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyetinin tarih sahnesine çıkması açısından da yardımcı oluyordu . Avrasya’nın geleceği için Cermenler ve Ruslar arasındaki çekişmeye Budapeşte merkezli Pan-Turanizm üzerinden, Türkler de Pan-Türkizm akımını bu aşamada devreye sokarak katılıyorlardı .Böylece yirminci yüzyılın yeni dünya düzeni arayışı merkezi alanda bir çekişme ile öne çıkıyordu.
Kaynak: AVRASYADA PAN-SİYONİZM (2) - Prof. Dr. Anıl Çeçen

14 Kasım 2018 Çarşamba

ANKARA KALESİ: "ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNDE BİRLEŞMEK" Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN -Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olan bir milli devlettir. Milli devletler tarih sahnesine çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.

ANKARA KALESİ: 
"ATATÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ'NDE BİRLEŞMEK"
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başlarında kurulmuş olun bir milli devlettir. Birinci Dünya Savaşı ile beraber Osmanlı İmparatorluğunun çöküşünden sonra ortaya çıkan merkezi ülkede Türkler Misak-ı Milli sınırlarını ilan etmişler, bu sınırlar içindeki ülkede bir ulusal kurtuluş savaşı vererek kendi milli devletlerini kurmuşlardır. Bu durumu son derece normal karşılamak gerekir; çünkü Fransız Devrimi ile beraber bütün imparatorlukları dağıtan ve tarih sahnesine ulus devletleri çıkaran bu süreç ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi sonrasında bütün Avrupa ülkeleri birer milli devlete dönüşürken, yirminci yüzyılın başlarında da devlet yapılarının millileşmesi süreci Avrupa üzerinden dünyanın çeşitli bölgelerine yayılmıştır. Milli devletler tarih sahnesine çıkarken Türk ulusu da kendi milli devletini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurarak, dünya sahnesine çıkmıştır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği:
İmparatorluktan ulus devlete geçerken, Türklerin emperyalizme karşı vermiş olduğu ulusal kurtuluş savaşının önderi Mustafa Kemal Atatürk olduğu için, Türk milletine milli devletini kazandıran liderliği Atatürk yapmıştır. Bu nedenle, bir anlamda Türkiye Cumhuriyeti Atatürk’ün eseridir. Zaten kendisi de en büyük eseri olarak Türkiye Cumhuriyeti’ni ilan etmiş ve bu eserin korunması görevini Türk ulusunun gelecekteki kuşaklarına vermiştir. Türk ulusu da, milli devletini kuran önder Atatürk’ün izinden giderek Türkiye Cumhuriyeti’ni yirmi birinci yüzyıla taşımıştır. Yeni yüzyılda yepyeni bir dünya düzeni kurulurken, dünyanın merkezi bölgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti’nin varlığı ve geleceği yoğun bir tartışma ortamına sürüklenmektedir.

Birinci Dünya Savaşı sonrasında milli bir devlet olarak ortaya çıktıktan sonra Türkiye Cumhuriyeti devlet olarak toparlanabilmek ve temelleri sağlam atabilmek için bir süre içine kapanmış ve İkinci Dünya Savaşı tehlikesinden bu tutumla kurtulmuştur. Bütün Dünya İkinci Dünya Savaşı’nda karışırken, içe kapanan Türkiye böylesine tehlikeli bir dönemi atlatabilmiş ve varlığını korumanın ötesinde geliştirerek, soğuk savaş döneminin son yarısında bağımsız devlet kimliği ile dünya sahnesindeki konumunu koruyabilmiştir. Devleti kuran Atatürk yeni siyasal yapılanmanın hem modelini belirlemiş hem de geleceğe dönük politikasının temellerini atmıştır. Bu nedenle, Türkiye Cumhuriyeti devleti denilince akla ilk gelen Atatürk’tür; çünkü bu devlet ve siyasal rejim bütünüyle onun çizdiği doğrultuda oluşan bir modeldir. Türkiye denilince, Atatürksüz bir değerlendirme yapılamaz, yapılırsa bu Atatürk modeline ve Türkiye’nin ulusal çıkarlarına ters düşer. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün bir milli devlet yapısına sahip olduğu için Türk Anayasası’nda, devlet biçimi olan Cumhuriyet’in temel niteliklerinin en başında Atatürk Milliyetçiliği kavramı yer almaktadır. 1982 Tarihli Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın genel esaslar kısmında yer alan birinci maddede Türkiye Devleti’nin bir Cumhuriyet olduğu belirtilmektedir. İkinci maddede Cumhuriyet’in nitelikleri sayılırken, “Atatürk Milliyetçiliğine bağlı” kavramına yer verilmektedir. Bu tanımlama Anayasanın ikinci maddesine ve değiştirilemeyecek kısmına bir süs olsun diye konulmamıştır. Böylesine bir maddenin Anayasanın başlangıcında yer alması bir anlamda devletimizin dayanmış olduğu Atatürk modelinin anayasal güvence altına alınmasını sağlamaktadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin gövdesini ve çatısını kuran TC Anayasasına göre, devletimiz Atatürk Milliyetçiliğine dayanan bir milli devlettir. Bütün milli devletler kendi milletlerinin milliyetçilik anlayışına dayanarak tarih sahnesine çıkarken, Türkiye Cumhuriyeti neden Türk milliyetçiliğine değil de Atatürk Milliyetçiliğine dayanmaktadır? Bu sorunun yanıtı, Türk Devleti’nin siyasal yapılanması ile yakından ilgilidir.

Türkler tarih sahnesine on bin yıl önce Orta Asya’da çıkmışlar ve göçebe bir toplum olarak Asya ile Avrupa kıtalarının belirli bölgelerinde yaşayarak tarihin her döneminde Türk devletleri kurmuşlardır. Bu çerçevede genel olarak Türk milliyetçiliği Türk dünyasını çağrıştırmaktadır. Bugün Türkler, Doğu Avrupa’da, Karadeniz kıyılarında, Kafkas bölgesinde, Orta Asya’da, İran’da, Anadolu’da ve Ortadoğu ülkelerinde tarihin bir uzantısı olarak yaşamaktadırlar. Bu kadar geniş bir bölgeye yayılan Türkleri esas alan genel anlamda bir Türk milliyetçiliği Misak-ı Milli sınırlarını aşacağı için ve Turancılık anlamında Türklerin geleceğe dönük bütünleşmesini gündeme getireceği için, devletimizin kurucusu Mustafa Kemal Türk milliyetçiliğini Misak-ı Milli sınırları içindeki Türkiye’nin geleceği için düşünmüştür. Birinci Dünya Savaşı sonrasında, Türk dünyası Sovyet imparatorluğunun esareti altına sürüklenirken, Anadolu ve Balkan Türklerini Atatürk, bir ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bağımsız bir devlete doğru yönlendiriyordu. O’nun bu çabalarının başarıya ulaşması ile Türkler ilk bağımsız milli devletlerini, dünyanın merkez toprakları üzerinde ve Anadolu’yu esas alarak kuruyorlardı. Milliyetçilik cereyanları dünyanın çeşitli devletlerini milli bir yapıya dönüştürürken, Türklere de ilk milli devletlerini Anadolu toprakları üzerinde kazandırıyordu. Türkiye Cumhuriyeti batıdan kaynaklanan milli devlet döneminin bugünkü örneklerinden biridir ve bu yapısı ile Atatürk’ün eseridir.

Atatürk’ün milliyetçilik anlayışına göre kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti Kuvayı Milliye döneminden gelme bir dayanışma içinde Türk Milletinin bütünü tarafından korunurken, daha sonraki dönemlerde demokrasiye geçilmesiyle beraber Atatürkçülerle milliyetçilerin yollarının ayrıldığı görülmüştür. Atatürk’ün izinden gidenler, O’nun ilkelerini Atatürkçülük ya da Kemalizm başlığı altında bir bütün olarak savunurken, milliyetçiler giderek Atatürk’ten uzaklaşmışlar ve Türk dünyasının etkisi altına girmişlerdir. Türk dünyasının ağırlığı dünya sahnesinde ortaya çıktıkça Türkiye’deki milliyetçi kesim, Atatürk’ün devlet modelinin dayandığı Misak-ı Milli sınırlarının dışına çıkarak Türk dünyasına hedef alan bir Türk milliyetçiliğine kaymışlardır. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde, Atlantik güçlerinin baskısıyla Türkiye demokrasiye girince yeni dönemde milliyetçilik Atatürk’ün partisinin dışına çıkmış ve ayrı bir parti olarak örgütlenmiştir. Milliyetçiliğin dincilikle beraber ayrı partiler halinde örgütlenmesi ile beraber, Türkiye’de amerikan modeli iki partili sistem değil ama merkez sağ ve merkez sol partilerle beraber milliyetçi ve de dinci parti örgütlenmeleri gündeme gelmiş ve Türk siyaset sahnesi dört partili bir yapıya oturmuştur. Dört partili yapıda milliyetçilik ayrı bir parti çatısı altında örgütlenirken, Atatürk’ün partisinin milliyetçilik ilkesi geride kalmış ve Türkiye’deki gayrimüslim unsurların etkisiyle, Atatürk’ün partisi milliyetçi bir parti olmanın ötesinde laikliği savunan laikçi bir parti konumuna sürüklenmiştir.

Türkiye Cumhuriyeti bir milli devlet olarak tarih sahnesine çıkarken, imparatorluğun son dönemi olan İkinci Meşrutiyet yıllarında kurulan Türk ocaklarının önde gelen bir rolü vardır. İmparatorluktan milli devlete geçilirken, daha önceleri Genç Osmanlıların oluşturamadıkları Osmanlı milletini Türk ocaklarının öncülüğünde önceleri İttihatçılar, daha sonraları da Kemalistler, yeni dönemde Türk Milleti olarak tarih sahnesine çıkarabilmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşını yaparken, milli devleti kurarken ve daha sonraları da Türkiye Cumhuriyeti’ni korurken beraberce hareket eden milliyetçiler, Atatürkçüler ya da Kemalistlerin yolu, demokrasiye geçilmesiyle beraber ayrılmış ve soğuk savaş döneminin koşulları ile de bu ayrılık giderek kemikleşmiştir. Milliyetçilik Atatürk’ün dışında örgütlenirken, Türk dünyasını esas alarak yeni bir tür Turancılığa yönelirken, Atatürkçüler de Mustafa Kemal’in en büyük eseri olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Misak-ı Milli sınırları içinde korunmasına ve o dönemde kurulmuş olan ilk ve tek bağımsız Türk devleti’nin ayakta kalabilmesi için mücadele vermişlerdir. Atatürk sonrasında, tek parti döneminde, koruyucu politikanın öne geçtiği ve bu nedenle içe kapanarak hızlı bir gelişme ve kalkınma seferberliğine kalkışıldığı görülmektedir.

Yirminci yüzyılın ikinci yarısında, Atatürk’ün partisi Avrupa Birliği’ne yönelirken milliyetçilikten biraz uzaklaşmış ve Hıristiyan Avrupa nedeniyle laiklik ilkesine daha çok önem verir bir duruma gelmiştir. Milliyetçi kesim ise, Avrupa Birliği’ne mesafeli olarak, Türk milliyetçiliği anlayışını Türk dünyası merkezli yürütmüştür. O dönemde sosyalist sistem Sovyetler Birliği’nde egemen olduğu için Türk milliyetçiliği daha çok sol ve sosyalizm düşmanlığı çizgisinde gelişmiş ve bu nedenle de soğuk savaş dönemi koşullarında Türkiye’yi bir iç savaşa sürükleyen sol-sağ çatışmasında sağ kesimin militan çizgisini oluşturmuştur. Türkiye’nin NATO’ya girmesiyle beraber milliyetçilik anlayışı bir Sovyetler Birliği karşıtlığına dönüşmüş ve böylece aslında antiemperyalist çizgide olması gereken Türk milliyetçiliği anti sovyetizm doğrultusuna kaymıştır. Milliyetçiler antiemperyalizmi bırakıp antisol bir çizgide ilerlerken, Atatürkçüler de Atatürk’ün partisinin Avrupacı çizgiye kayması nedeniyle, milliyetçi çizgiden uzaklaşarak laik ve batıcı bir anlayışa yönelmişlerdir. Milliyetçilerin karşı politikalara yönelmeleri, Atatürk’ün eseri olan Cumhuriyet7e sahip çıkma çizgisinden uzaklaşmalarına neden olmuştur. Benzeri bir biçimde Atatürk’ün partisi de Avrupacı ve batıcı bir çizgiye kayarken milliyetçiliği unutmuş, Hıristiyan batıya hoş görünmek için Türkiye’deki gayrimüslimlerin öncülüğünde laikliği öne çıkarmıştır.

Atatürkçüler Avrupa batıcılığı yüzünden laikliğe kayarak milliyetçilikten uzaklaşırken, milliyetçi kesim de Türk dünyasına yönelerek Atatürk’ten kopmuştur. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında antiemperyalist çizgide dışa karşı beraber olan bu iki kesim sonraki dönemlerde demokrasicilik oynarken birbirlerinden uzaklaşmışlar ve zaman zaman da emperyalist kışkırtmalar sonucunda karşı karşıya gelmişlerdir. Soğuk savaşın son dönemlerinde Türkiye bir terör kışkırtmasıyla iç savaşa sürüklenirken Türk milliyetçileri sola karşı ülkücülük adı altında savaşmışlar, bütün solu karşılarına alırken, merkez solda yer alan Atatürk’ün partisi ile Atatürkçü kesimleri de karşılarına almışlardır. Türkiye’yi her on yılda bir askeri yönetimlere sürükleyen anarşi ve terör dönemlerinde Atatürkçü ve milliyetçiler karşı kamplarda yer almışlar ve emperyal kışkırtmalarla birbirleriyle savaşmak zorunda kalmışlardır. Bu durum Türk devletinin içerden parçalanmasına giden yolu açmıştır. Devleti kuran ve koruması gereken bu iki çizginin birbirine karşı bir noktaya gelmeleri, Türk devletinin yıkılmasına giden yolun başlangıcı olmuştur. Kargaşa ortamında Atatürkçüler ile milliyetçiler karşı karşıya gelirken, atı alan emperyalizm Üsküdar’ı geçmiştir. Türk devletinin iki sağlam unsuru birbiriyle çekişme noktasına geldiğinde, emperyalizm Türkiye’yi içerden ele geçirme şansını elde edebilmiştir.

SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm tehlikesi ortadan kalkınca gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu ortaya çıkmıştır. Milliyetçiler ülkücülük akımı çerçevesinde sol düşmanlığı yaparken emperyalizm karşıtlığını unutmuşlardı. En büyük emperyalist olan Avrupa ve Amerika’ya karşı değil ama sola ve SSCB’ye karşı mücadele ediyorlardı. Atatürkçüler ise Atatürk’ün ulusal sol anlayışı çerçevesinde daha dengeli hareket ediyorlar ama onlar da Avrupa süreci içerisinde milliyetçilikten uzaklaşarak batıcılığa kayıyorlardı. İki kutuplu dünya çöküp küreselleşme dönemine geçilince, tek ortak tehlikenin emperyalizm olduğu kesinlik kazanmıştır. İşte bu aşamada bütün dünyadaki milli devletlerle beraber bir milli devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nde aynı noktaya gelerek gerçek tehlikenin emperyalizm olduğu konusunda düşünce birliğine varılmıştır. Finanskapital’in öncülüğünde bir küresel sermaye imparatorluğu isteyen patronlar kulübü sosyalist sistemden sonra ulus devletleri de tasfiye etmek isteyince, dünyanın her köşesinde yer alan ulus devletler kendilerini korumaya başlamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti de ulusal refleksleri ile kendilerini koruma noktasına gelince milliyetçi parti ile Atatürkçü gelenekten gelen bir başka parti Türkiye’de koalisyon yapabilmişlerdir.

Bugünkü aşamada, küreselleşmenin on beşinci yılı tamamlanırken AB sürecinde Türk Devletinin yarısı tasfiye edilmiştir. Anadolu ve Balkanlar’da yer alan Türkiye Cumhuriyeti artık merkezi bir devlet olmaktan çıkarılmakta, ulusal sınırlar içinde Türk ulusu olarak yaşayan Türk halkı Kopenhag kriterleri ile hızla alt kimlikli bir yapıya dönüştürülmek istenmektedir. Ulusal kurtuluş savaşı vererek tarih sahnesine çıkan Türk milleti ile birlikte Türk devleti de bu coğrafyadan silinmek istenmektedir. Yeniden Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş yıllarındaki duruma dönülmüştür. Bu aşamada, imparatorluktan ulus devlete gidişi sağlayan ve ulusal kurtuluş savaşını beraberce vererek milli bir devlet kuran Atatürkçülerle milliyetçilerin, çatısı altında yaşadıkları milli devletlerini korumak ve ayakta tutabilmek için bir araya gelmeleri zorunluluğunu ortaya çıkarmıştır. Henüz yürürlükte olan TC Anayasasında belirtildiği gibi devletimizin temel özelliği olan Atatürk milliyetçiliği anlayışı çerçevesinde bir an önce Atatürkçülerle milliyetçilerin bir araya gelmeleri gerekmektedir. Bu coğrafyada Türkiye Cumhuriyeti’nin başka türlü yaşama şansı kalmamıştır. Atatürk’ün partisi ile milliyetçi parti anayasadaki Atatürk milliyetçiliği ilkesinde bir araya gelerek Türkiye Cumhuriyeti devletini onararak ve bu bölgedeki emperyalist planlara karşı koruyacak bir milli koalisyonu bu yıl içinde yapılacak genel seçimlerde Türk milletinin önüne ulusal bir alternatif olarak koymaları gerekmektedir. Türk milletinin bu iki büyük partiyi Türkiye’nin geleceği için ortak hareket etmeye zorlamasında ulusal çıkarlar açısından yaşamsal önem vardır.

8 Kasım 2018 Perşembe

ARAP NATO’SU (MESA: MİDDLE EAST STRATEGİC ALLİANCE) OLMAZ! "NURAY BAŞARAN" BOĞAZİÇİ’NDE YENİ İTTİFAK… (Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN Seçimi)

ARAP NATO’SU (MESA: MİDDLE EAST STRATEGİC ALLİANCE) OLMAZ!
NURAY BAŞARAN

Son zamanlarda bölgemizde (Amerika ve İsrail’in 3. Dünya savaşı için yollarına devam edebilmeleri noktasında) yeni bir örgütlenme ve saflaşma olgusu öne çıkmaktadır. Bu da Amerikan- İsrail ikilisinin Arap dünyasını bölerek Orta Doğu’da bir Arap NATO’su kurma çalışmasıdır.
Ancak bu sadece bir hayaldir. Çünkü bölgede kurulması planlanan ve deşifre olan yeni stratejik ittifak ARAP NATO’su olmaz. Olamaz.
Peki neden?
Nedeni bulmak için bölgeye ve tarihsel gelişmelere bakmak yeterli olacaktır sanırım.
Son olarak Türkiye’de Putin, Merkel, Macron ve Erdoğan toplantısı gerçekleşmiştir. Ki bunu ve stratejik önemini daha önce yazmıştık.
Tam da bu toplantı sonrasında, savaş taraftarlarının farklı bir örgütlenmeyi ARAP NATO’su ile gerçekleştirmeye çalışmaları mümkün değildir.
Aslında Amerika 21. Yüzyılın başlarında Avrupa ülkeleri ile ters düşünce , önce Asya’da kendisine yakın olan kendi kontrolünde olan ülkeler ile bir ASYA NATO’su kurmaya çalışmıştı.
Bu NATO’nun merkezi Hindistan olacak, Malezya, Endonoazya, Flipinler, Japonya, Vietnam, Kamboçya gibi sosyalizm sonrası batıya açılmış Asya ülkeleri ile Çin’e karşı bir dayanışma ittifakıydı planlanan.
Ama yaşanan olaylar çerçevesinde, Amerika Trump ile beraber içe çekilmek durumunda kalınca, küreselci Amerika’nın bu projesi gerçekleşemedi.
Amerika Varşova Paktı’na karşı kurmuş olduğu NATO’yu, SSCB’nin ortadan kalkmasına rağmen eskisi gibi sürdürmek istiyordu. Çünkü NATO üzerinden Avrupa ülkelerindeki askeri kontrolünü, kendi emperyalizmini küresel dönemde de devam ettirmek istemişti.
Oysa , SSCB’nin dağılmasından sonra komünizm baskısından kurtulan Avrupa ülkeleri , aynı zamanda emperyalizmin de etkisinden kurtulmak istiyorlardı. Bu nedenlerle de Avrupa ülkelerinde NATO’nun gizli yapıları olan gladyolar teşhir edildi. (Türkiye hariç)
Başta İtalya olmak üzere aynı dönemde tüm Avrupa ülkeleri, NATO’nun Gizli Orduları’nı deşifre etti.
Böylece Avrupa Birliği ,Avrupa ülkelerini bir kıtasal devlet haline ya da federasyon haline dönüştürürken; Avrupa ülkelerinde NATO üzerinden kurulmuş olan Amerikan bağlantılarını deşifre ederek tasfiye ettiler.
Ve içerdeki gizli ordular tasfiye edildikten sonra da, sıra NATO’dan resmen çıkmaya geldi.
Almanya bunun öncülüğünü yaparak, Avrupa ülkelerini NATO dışında bir güvenlik arayışına sürükledi. Ve Avrupa Güvenlik ve İş Birliği İnsiyatifini, Avrupa Güvenlik Örgütüne dönüştürmek için yola çıktı.
İşte Amerika ile Almanya ve Fransa’nın yolları bu noktada ayrıldı.
NATO gizli ordularının tasfiyesinden sonra, Avrupa Birliğinin gerçekleşmesi için ‘resmi NATO’ yapılanmasının da tasfiyesi gerekliydi. Ve bu doğrultuda, Almanya Avrupa Güvenliğini Amerika’dan bağımsız, ( Amerikan emperyalizminden bağımsız) bir çizgide örgütlemeye yöneldi.
Merkel yönetimi, hem Rusya hem Türkiye ile yakın ilişkilere girdi. Atlantik hegomanyasına karşı bir çizgide yoluna devam ederek de bugüne geldi.
Ki İstanbul’da 10 gün önce yapılan ‘Boğaziçi Zirvesi’ de bunun en açık göstergesidir.
Avrupa ile yolları ayrılan Almanya, İngiltere, Fransa gibi NATO’ nun üç büyük dev ülkesiyle karşı karşıya gelen Amerika- İsral ikilisinin, Orta Doğu’daki savaşı batı bloku adına yürütme şansı böylece kayboldu.
Ancak ikili bu kez, batılı güçlerin özellikle Vatikan’ı yöneten Hristiyanların, Orta Doğu’ya müdahalesini önlemek üzere, Arap dünyasını bölerek, hem zengin hem de küçük Arap ülkelerini kendi yanlarına çekmeye yöneldiler.
Özellikle İsrail siyonizminin işbirlikçisi olarak yönlendirilen Amerika’daki Evangelist Tarikatının savaş çığırtkanlığı da, Orta Doğu’da Amerika ve İsrail’in bir 3. Dünya savaşı istemelerine yönelmelerini tırmandırdı.
İşte bu aşamada, merkezi coğrafyadaki 3. Dünya savaşı çıkartılma meselesi uzun süren tartışmalara neden oldu. Sonrasında batı bloku dağılınca, Amerika -İsrail ikilisi, Evangelistlerin desteğiyle Arap dünyasını bölmeyi hedeflediler. İşbirlikçi bir Arap dünyasını, önce Mısır’daki askeri darbeyi yaparak işe başladılar. Suudilerin finansmanı, israil’in organizasyonu ile birlikte, Sisi’yi iş başına getirdiler. Ve daha sonra da, Mısır’ı Türkiye ve İran’a karşı merkez ülke konumuna getirip silah satışları üzerinden Suudilerin maddi desteğini örgütlediler. Böylece Ortadoğu’da bir Türk-İran ittifakının önünü keserek, adını açıklamadan, fiilen bir ARAP NOTO’sunu gerçekleştirdiler.
Oysa yeni dönemde İran ve Türkiye’ye karşı Arapların büyük bir kısmı, bir askeri birliktelik altında toplanmak üzereyken, dün Orta Doğu’da bölge ülkeleri ile emperyal ülkeler karşı karşıyaydı. Bugün Arap NATO’su girişimleri yüzünden, Orta Doğu’ da Araplar, Türkler ve Farslar, bölge halkı olan Kürtlerle savaşa zorlanır hale geldiler.
Bu yönüyle gündeme gelmekte olan Arap NATO’su, Orta Doğu’ ya barış değil, sürekli kaçak silahlarla beslenen Kürt asıllı terör örgütleriyle savaşı gündeme getirmekte ve dayatmaktadır.
Arap ülkeleri ile kurulmuş olan sermaye ilişkileri ise, zaman içerisinde askeri işbirliğine dönüştürülerek, küresel sermayenin hegamonyasını dünya kamuoyuna dayatmaktadır. Görünen o ki, Asya NATO’su olmadı, Arap NATO’su deneyelim noktasındayız. Peki buna nasıl virgül konabilir? Yarın devam edeceğiz.
Kaynak: ARAP NATO’SU (MESA: MİDDLE EAST STRATEGİC ALLİANCE) OLMAZ! - Nuray Başaran
BOĞAZİÇİ’NDE YENİ İTTİFAK…
NURAY BAŞARAN

Geçtiğimiz hafta İstanbul’da Recep Tayyip Erdoğan’ın 3 büyük ülkenin liderlerini bir araya getirmesini değerlendiremedik. Cumhuriyet’in 95. Yıldönümü Resepsiyonu’nun Ankara’dan ‘taşınması’ na itirazımız, zirveyi değerlendirmemizi biraz erteledi.
Oysa bu Zirve’yi atlamamız olmaz. Zira bu Zirve’yi anlamak ve anlatmak bölgeyi anlamak ve geleceği planlamak anlamına geliyor. Ki zirve , Türkiye’nin ve Erdoğan’ın da büyük başarısıdır.
Zirvede ortaya çıkan kararlar da bir o kadar çok önemlidir. Zira bu toplantı ile özellikle İdlib’de savaşın durdurulması sağlanmıştır.
Amerika’nın Suriye’de kurduğu 15 askeri üsse karşılık, Suriye’deki bugünkü durum ile ilgili Zirve’de kalıcı kararlar alınması, bölge insanlarının sürüklenmek istendiği kaosu da engellemiştir. Şimdi artık yeni bir adım atılmıştır ve ortada yeni bir durum vardır.
Özellikle Amerika’nın söz dinlemeyen durumu ve bu konudaki diyalog çabaları na rağmen savaşı tırmandırmak istemesi, Orta Doğu Savaşının ateşine odun attığını bilmeyenimiz yok.
Ki bu noktada ; YPG ve PYD’ye silah göndererek savaşı Orta Doğu’dan Orta Asya’ya götürmeyi hedeflemesi de artık gizlenemez bir durumdur.
Ve insanlık açısından çok büyük bir tehlikeyi öne çıkaran bu durum da önlenmiştir.
İşte bu aşamada; Rusya gibi batı karşıtı büyük bir gücün , Almanya gibi Avrupa’nın patronu bir ülke ile BM’deki 5 büyükten birisi olan Fransa’nın katıldığı bir zirvenin İstanbul’da gerçekleşmesi, Orta Doğu’da savaşı tırmandırmak isteyen İsrail’i ve İsrail’in kontrolündeki Amerika’yı ve savaş ticareti peşinde koşan silah fabrikatörlerinin önünü kesmiş ve yaşanılan sıcak konjonktürün daha da büyümesi artık gündem dışı bırakılmıştır.
Dünya tarihi açısından baktığımızda, merkezi coğrafya olarak Orta Doğu, hep ana sorun olmuş. Bu doğrultuda merkezi coğrafyadaki savaş girişimleri, Orta Doğu’ya yönelik barış anlaşmaları ile önlenmiş.
Geçen hafta İstanbul’da yapılan 4’lü zirve bu girişimlerin son örneği olarak gündeme gelmiş ve aynı zamanda Türkiye’nin içine sürüklendiği savaş sürecinin de önünü kesmiştir.
Bir tarafa Almanya, Avrupa ülkelerin bir Avrupa savunma hattı doğrultusunda örgütlemeye çalışırken; Fransa da Almanya’nın yanında yer almıştır.
Ama Amerika’daki son zamanda yaşanan iç çatışma ve çekişmelerin bölgeye yansıması , savaş lobilerinin bölge ülkelerini sıcak çatışmalara sürüklemesine karşılık, zirve ile 4’lü bir insiyatif de kendiliğinden gündeme gelmiştir.
Bu arada, İstanbul’da toplanan 4’lü zirve; ( eğer bugünkü savaş süreci devam ederse ) Türkiye ve Rusya’nın parçalanacağını, Almanya ve Fransa’nın da Amerika’nın dümen suyuna sürüklenmesi ile ulusal politikalarının uygulanamaz hale gelmelerine neden olacağını (Merkel, Macron, Putin ve Erdoğan) çok iyi biliyorlardı.
Şimdi gelinen noktada; Amerika ve İsrail’in ‘Armageddon’ adı verilen 3. Dünya Savaşı için yollarına devam edebilmeleri için, yeni bir örgütlenme ve saflaşma olgusu öne çıkmaktadır. Bu da Amerika- İsrail ikilisinin, Arap dünyasını bölerek ittifak yaptıkları Araplar ile Orta Doğu’da bir Arap NATO’su kurma çalışmalarıdır. Ancak bu konuda da ‘kral çıplak’tır.
Boğaziçi’nde Tayyip Erdoğan’ın oluşturduğu savaş karşıtı yeni ittifaka karşı,savaş taraftarlarının farklı bir örgütlenmeyi Arap NATO’su ile gerçekleştirmeye çalıştıklarını söyleyebiliriz. Ama…Devam edeceğiz.