26 Şubat 2019 Salı

MİLLİ OLAN YERLİ DEĞİLDİR "Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN" ANKARA KALESİ NO: 237 - Son günlerde Türkiye’de yeni bir zihin yönlendirmesi olarak “YERLİ ve MİLLİ” biçiminde bir ikili kavram kullanılması, kamuoyu önünde tırmandırılmaya çalışılmakta ve yeni ortaya çıkan uluslararası konjonktürün Türkiye’ye yansıyan bazı olumsuz etkileri devre dışı bırakılarak, kitle psikolojisi ayarlamalarında bu doğrultuda yeni bazı siyasetler devreye sokulmaya çalışılmaktadır.


ANKARA KALESİ-237 
"MİLLİ OLAN YERLİ DEĞİLDİR" 
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara: 26 Şubat 2019

Son günlerde Türkiye’de yeni bir zihin yönlendirmesi olarak “YERLİ ve MİLLİ” biçiminde bir ikili kavram kullanılması, kamuoyu önünde tırmandırılmaya çalışılmakta ve yeni ortaya çıkan uluslararası konjonktürün Türkiye’ye yansıyan bazı olumsuz etkileri devre dışı bırakılarak, kitle psikolojisi ayarlamalarında bu doğrultuda yeni bazı siyasetler devreye sokulmaya çalışılmaktadır. Bu doğrultuda şimdiye kadar birbirinden ayrı olarak kullanılan “YERLİ” ve “MİLLİ” kavramları durduk yerde bir araya getirilmemekte ve bu çizgide bir ikili bir kavram birlikteliğine pek rastlanılmamakta idi. Ne var ki, küreselleşme sürecinin sona ermesi ve bu doğrultuda yıpratılan ulus devletin tasfiye olma noktasına getirilmesi yüzünden ortaya çıkan olumsuz durumun önlenmesi için geliştirilen yeni bir zihin yönlendirme aracı olarak, bu iki kavramın siyasal amaçlı olarak birlikte kullanımının planlandığı anlaşılmakta. Bu plan çerçevesinde bütün kitle iletişim araçlarında “YERLİ” ve “MİLLİ” kavramlarının ortak bir kullanım yaklaşımına doğru yönlendirildiği görülmektedir. Birden ortaya çıkan bu uygulama, önceleri kamuoyunda yadırganmış ama bu doğrultuda estirilen rüzgarlar doğrultusunda farklı bir yaklaşım ile her geçen gün iki kavramın yeni stratejik birlikteliğinin etkin bir biçimde tırmandırıldığı görülmüştür.

Birbirinden çok farklı anlamlara sahip olan bu iki kavramın birden birlikte kullanılmaya başlanmasının arkasında yatan nedenler üzerine kamuoyunda tartışmalar başladığında ,gene ortaya yeni çıkan uluslararası konjonktürün etkisiyle hareket edildiği gibi bir durum dikkati çekmektedir . Daha çok yerel bir durumu ifade eden yerli kavramı ile yerelin ötesinde bir ulusun yaşadığı ülkenin sınırları içindeki ulusal devlet yapılanmasının bütününü temsil eden milli kavramı aslında birbirlerinden fazlasıyla uzak kavramlardır .Yerli kavramı harita üzerinde belirli bir yere dayanırken ve bu açıdan bir yerin küçüklüğünü ifade ederken , milli kavramı da bir ulusun büyüklüğü doğrultusunda yaşanılan ülkenin sınırları içerisinde kalan ulusal sınırların bütününü ve bu sınırlar içerisinde kurulmuş olan ulus devletin bütünlüğünü temsil etmektedir . Böylesine birbirinden uzak iki kavramın anlam açısından belirli karşıtlıklar taşımasına rağmen birlikte kullanılmaya başlanması ,eskisine oranla fazlasıyla değişik bir durumun göstergesi olarak öne çıkmıştır .Yüzyıllarca dünya uygarlığı gelişirken , her yerde yaşamını sürdüren insan toplulukları bulundukları yerin yerel özellikleri ile bağlı kalmışlar ve bulundukları yerin kültürel ve sosyal yapılanmasının temsilcileri olarak yeryüzü arenasında kendilerine yer bulabilmeye çalışmışlardır . Yeryüzü üzerindeki her yer ya da bölge, içinde bulunduğu koşulların her zaman için yerli temsilcisi olmuşlar ama aynı anda milliliği temsil edememişlerdir . Yerel olmanın kendiliğinden ortaya çıkan özellikleri ile milli olmanın belirli bir zaman dilimi içinde oluşan nitelikleri arasında her zaman için önemli ölçüde farklılıklar ortaya çıktığı için, yerli ile milli kavramları her zaman için birbirinden uzak kalmışlardır.

Yerli kavramı aslında içerik olarak ulusal ya da milli bir yapılanmaya değil ama bunun tamamen aksi bir doğrultuda yerel gerçekliğe dönük bir anlam çizgisine sahiptir . Yerli kavramı ile birlikte yerel kavramı da ele alınırsa eski deyimi ile mahalli olan yapılanma ortaya çıkmaktadır .Dünya haritası üzerinde yer alan herhangi bir yerin ya da ya da yerel küçük bölgelerin anlamı ortaya çıkarken, hem yerellik hem de yerlilik birlikte belirginlik kazanmakta ve bu durum o yerin ya da bölgenin uluslararası alanda ki kendine özgü olan yerini ortaya koymaktadır. Yeryüzü haritasında yer alan herhangi bir noktanın açıklanmaya çalışılması sırasında yerel gerçeklikler üzerinden bir yerellik olgusunun öne çıktığı görülmektedir . Yerli ile yerel bir yeryüzü noktasının gerçek kimliği olarak birbirlerini tamamlayıcı bir çizgide öne çıkarken, uluslararası alanın estirdiği evrensel rüzgarlara karşı değişik dünya merkezlerinde böylesine bir sarsıntıya karşı var olabilme , varlığını sürdürme ve de diğer yerli ve yerel olanlara karşı kendini koruma sürecinde , yerlilik ve yerellik olgularının birlikte var olarak farklı açılardan birbirlerini tamamladıkları anlaşılmaktadır . Mahalli olarak var olan küçüklüklerin geleceğe dönük bir çizgide korunmasında yerellik ve yerlilik kavramlarının birbirini desteklediği açıkça görülmektedir .Her iki kavram birlikte ele alındığında ya da bir yerin bütünü açıklanmaya çalışıldığı noktada , iki kavramın birlikte kullanıldığı aşamada ulusal ya da evrensel alanlara karşı net bir duruş sergilenebilmektedir . Dünya haritasında yer alan bütün yerlerin sahip oldukları konumları bu açıdan bir yerellik olgusu ile açıklanmaya çalışılmaktadır .

Batı kapitalizmi bütün dünyaya yayılırken , ekonomik ilişkiler uluslararası boyut kazanarak bir dünya ekonomisi olgusu gündeme gelmiştir . Bu doğrultuda bütün ülkeler dışarıya açılmış ve kendi olanaklar çerçevesinde uluslararası pazar da yerini alırken, öncelik eskiden beri var olan yerli üretim olanaklarına tanınmıştır .Her ülke dünya platformunda ekonomik yönü ile yer alırken yerel özelliklerinden yararlanarak ortaya yerli ürünler çıkarmış ve yerli ürünler ile pazar da rekabete girişerek var olmaya çalışmıştır .Türkiye’de bir ulus devlet olarak kurulduktan sonra yerli üretim olanaklarını seferber ederek işe başlamıştır . “Yerli malı yurdun malı ,herkes onu kullanmalı” gibi özdeyişin öncülüğünde yerli malı haftaları düzenlenmiş , her bölgenin yerel olanaklarını harekete geçirme doğrultusunda yerli malı üretimi ve kullanımı devlet desteği ile genişletilmeye çalışılmıştır . İlkokuldan üniversitelere kadar düzenlenen yerli malı haftaları ile yeni gelişen cumhuriyet gençliğinin yerli malı haftaları aracılığı ile ulus devletin hedeflerine doğru yönlendirilmesine çaba gösterilmiştir . Bu doğrultuda Türkiye’nin her bölgesinde öncelikle yerel ve bölgesel koşullardan yararlanılarak, ulusal ekonomiye giden yolda bir kalkınma seferberliği öne çıkarılmaya çalışılmıştır . Batı kapitalizminin evrensel emperyalizmine karşı yeni kurulan ulus devletlerin var olabilmesi , önce yerel üretimler ile başlamış ve sonraki aşamalarda yerli üretim olanaklarının planlı bir biçimde harekete geçirilmesiyle , bütün ülke düzeyinde ekonomik canlanma gerçekleştirilmiştir . Bu aşamada yerli ve yerel kavramlarının bir ülkesel bütünlük içerisinde birlikte devreye girdikleri görülmüştür .Ulus devletler dışa açılırken , sahip oldukları yerel olanaklar ile yerli bir kimlik kazanarak diğer ülkeler ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmışlardır .

Batılı emperyalist ülkeler dünya kıtalarındaki sömürgelerini kurarlarken , yerel yapıları ve yerli koşulları dikkate almışlar ve sömürgelerin zaman içerisinde ulus devletlere dönüşmesine her türlü desteği sağlamışlardır . Ulus devletlerin tarih sahnesine çıkışları sürecinde , her ülkenin yerel koşulları yerli kimliklerini öne çıkarmışlardır . Zaman içerisindeki toplumsal bütünleşme olgusu sayesinde yerel ve yerli olan yavaş yavaş silinmeye başlamış ve sahip olunan ortak ulusal sınırlar içerisinde devlet merkezli bir uluslaşma süreci , dünya ülkelerini yerel ve yerli olmaktan çıkararak daha büyük bir çizgide ulusal yapılanmaya doğru taşımıştır . Aynı sınırlar içerisinde ortak bir vatana sahip olan topluluklar , uzun zaman diliminde bir arada olmaktan dolayı meydana gelen ortak değerler ve benzer özellikler üzerinden uluslaşmaya başladığında, yerlilik ya da yerellik olguları gerileyerek silinmeye doğru kayma göstermişlerdir .Bu kavramların gerilemesiyle meydana gelen siyasal boşluk alanın doldurulmasında uluslaşma süreci önde gelen bir etkiye sahip olmuştur . Bir anlamda dünya toplumları ortak devletlerinin çatısı altında uluslaşırken, yerel ve yerli olan bütün değerler silinerek ya da gerileyerek uluslaşma olgusunun tamamlanmasına katkıda bulunmuşlardır . Geçmişten gelen yerli ya da yerel yapıların güçlü olanları bütünleşme sürecinde varlıklarını koruyarak ilerledikleri aşamada ülke toplumlarının uluslaşmasına giden yolda katkı sağlamışlardır .

Tarihsel süreç hiçbir zaman yerli ile milli olanın aynı zamanda olmadığını , işin başında yerli ve yerelin öncelikli olarak var olduğunu ama zamanla uluslaşma olgusunun ortaya çıkmasıyla birlikte yerel koşulların ortadan kalktığını ve bu nedenle de yerli ile milli olanın hiçbir zaman aynı dönemde birlikte olamayacağını , toplumsal bir gerçeklik olarak ortaya koymuştur . Bilimsel gerçekler uluslaşma sürecinin yerlilik ve yerellik sonrası tarih sahnesine çıkan bir oluşum olduğunu gözler önüne sererken , yerlilik ile milliliği bir arada kullanmanın bilimsel açıdan yanlış olduğunu göstermektedir . Bir toplum uluslaşma sürecini tamamlarsa aynı zamanda o toplumun devleti de ulus devlet olma özelliğini kazanacaktır .Bu durumda yerli olanın milli ile farklı bir durum olduğu ,yerli olanın milli öncesi bir dönemin ürünü olduğu ve bu nedenle yerli olanın hiçbir zaman milli olmadığı ,aynı zamanda milli olanın da benzeri bir biçimde gene yerli olmadığı kesinlik kazanmaktadır . Sosyal bilimlerin ortaya koymuş olduğu bu toplumsal gerçekliğin tamamen tersi bir çizgide , her iki kavramı bir arada kullanarak sanki birbirlerinin tamamlayıcısıymış gibi bir görüntü vermeye çalışmanın , gerçeklere ters düşen ve belirli çıkarlar doğrultusunda siyaset yapmanın açık bir ürünü olduğunu artık görmezden gelmenin gerçekçi olmadığı anlaşılmaktadır..

Küreselleşme döneminde uzun süre küresel politikalara alet olan ve bu doğrultuda ulusal devletlerin zarar görmesine yol açan siyasal yaklaşımların , küreselleşmenin iflas etmesi üzerine boşlukta kaldığı ve bu aşamadan sonra tamamen tersi çizgilere yöneldiği bütün ulus devletlerin çatısı altında gündeme gelen bir tartışma konusudur . Küresel dönemde iktidara gelen ve bu doğrultuda ulus devletlerin sınırlandırılmasına , küçültülmesine ya da bütünüyle ortadan kaldırılmasına aracı olan ulus devlet iktidarlarının, son zamanlardaküresel emperyalizmin iflas etmesi üzerine bir tavır değişikliğine gittikleri ve küresel emperyalizme karşı ulus devlet toplumlarında gelişen ulusalcı muhalefet oluşumlarından rol çalmaya çalışarak iktidarlarını sürdürmenin peşinde oldukları anlaşılmaktadır . Küresel dönem sonrasında da siyasal iktidarı bırakmamak ve ulus devletleri ellerinde tutarak yola devam etmek üzere geliştirilen yeni politikalarda , ülkede ulusal çizgide gelişen muhalefetin önlenmesi ve küresel emperyalizm ile ulus devlet karşıtlığının önüne geçilebilmesi için yerellik adına yeni bir ılımlı dinciliğin geliştirilmeye çalışıldığı, son yıllardaki gelişmeler ile açığa çıkmaktadır . Küresel emperyalizmin iflas etmesi üzerine bütün ulus devletler yeni bir ulusalcılık yükselişi ile yeniden güçlenmenin yollarını ararken , yerelcilik ya da yerlilik üzerinden geliştirilmeye çalışılan yeni dincilik bu kez daha demokratik görünerek etkili olabilmek üzere, kendisini en gerçekçi yerli akım olarak kamuoyuna sunmaya çalışmaktadır. Küresel dönemin iktidarları küreselleşme sonrasında işbaşında kalabilmek için ,en gerçekçi muhalefet tipi olarak ortaya çıkan ulusalcı hareketlerin önünü kesmek üzere , yerlilik ile birlikte milliliği gündeme getirerek ayakta kalabilmenin denemelerini yapmaktadırlar . Küresel politikalar ile ulus devletlerin zayıflamasına aracı olanların yeni dönemde iktidara gelebilmek için ulusalcı muhalefetin önünü ümmetçilikten gelme bir millilik kavramı ile kesmeye çalıştıkları ve bu doğrultuda ulusal devlet öncesinin siyasal gerçekliği olan yerliliği de milliliğin önüne getirerek, bir anlamda gerçek anlamda ulusalcılığa izin vermeyen katı bir tutumu sergiledikleri son dönemlerde öne çıkan yeni bir politik yaklaşım olmuştur. Ulus devlet tasfiyesi sonrasında soyut bir millilik ile ulusalcı muhalefetin önü kesilmeye çalışılırken , yerlilik ile ulus devlet toplumlarının bütünlüğü bozularak gene eskisi gibi yerel özelliklere dayalı bir yerlilik üzerinden ulus devlet karşıtlığına devam edilmek istenmektedir .

Okyanus ötesi Atlantik emperyalizmi, kendi siyasal rejimi olan iki partili kontrollü demokrasi uygulamasını dünya ülkelerine yaymaya çalışırken , yarım yüzyılı aşkın bir süredir Türkiye’ye de iki partili bir demokrasiyi getirerek , iki büyük parti üzerinden Türkiye üzerindeki denetim ve kontrol mekanizmasını sürdürmek istemektedir . Soğuk savaş döneminde dört partiye dayanan Türk demokrasisi yeni süreçte iki partili demokrasiye dönüştürülmek istenmektedir . Bu aşamada milliyetçi ve İslamcı partilerin bir araya gelmesi desteklenirken , cumhuriyetçi parti ile de bölücü parti birleştirilerek bölünmenin önü kesilmek istenmektedir . Milliyetçiler ile ılımlı İslamcılar arasında yeni bir ittifaka gidilirken , böylesine bir yeni siyasal oluşumu desteklemek üzere yerli ve milli kavramlarının birlikteliği sistematik bir biçimde geliştirilerek farklı bir yeni yapılanmanın önü açılmak istenmektedir . Milli kavramı ile milliyetçiler ifade edilirken , yerli kavramı ile de bölgenin toplumsal gerçekliği olarak dinsellik öne çıkarılmakta ve millinin yanında yerlilik öne çıkarılırken , laikliğe karşı dini yapılanmaya ağırlık verilmektedir . Ayrıca okyanus ötesi Atlantik emperyalizmi Türkiye’yi gelecekte doğulu güçlere karşı kullanmaya öncelik verdiği için, hem Türk dünyasına hem de İslam dünyasına yönelik olarak Türkiye üzerinden yeni emperyal politikalar geliştirmeye çalışmaktadır . Türk ve İslam dünyalarına karşı Atlantikçi politikaları öne çıkarmak açısından da milliyetçi ve ılımlı dinci partinin bir araya gelmesi gerektiği ileri sürülmekte ve bu böylesine bir oluşumu hızlandırmak üzere de yerli ve milli kavramlarının bir arada kullanılmasına öncelik verilmektedir . Türkiye küreselleşme sonrası dönemde ABD benzeri bir iki partili rejime doğru yönlendirilirken , yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımı üzerinden, bu yeni siyasal projenin gerçeklik kazanmasına çalışılmaktadır . Atlantik emperyalizminin merkezi coğrafya hegemonyasını sağlamak üzere , Türkiye taşeronlaştırılarak kullanılmak istendiği aşamada yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımı öne çıkartılmaktadır .

Türkiye için bir yerli ve milli ittifak oluşturulurken eski etnik temelli açılım politikaları geride bırakılmakta, emperyalizm ve Siyonizmin birlikte empoze ettikleri alt kimlikçi açılım paketleri devre dışı bırakılınca, yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanımına dayanan yeni bir siyasal yaklaşım öne çıkarılmaktadır . Dış baskılar yüzünden toplumu karşıya alma dönemi biterken , topluma yeniden yayılma ve toplumu yeniden yanına alma hedefli bir yaklaşım, yerli ve milli kavramlarının birlikteliği ile tesis edilmeye çalışılmaktadır . Yerli ve milli söylemi ile toplum yeni bir sadakat ya da bağlılık çemberi içine çekilmeye çalışılırken , Türk devletinin batı bloku ile ilişkileri sarsıntı geçirmektedir . Soğuk savaş döneminin durgun rahatlığı içinde Türkiye’yi bir yerlere doğru kendi çıkarları çizgisinde sürüklemeye çalışan batı emperyalizmi , yeni dönemde de bu bağımlılık ilişkisini korumaya çalışmakta ve bu amaçla da yerli-milli birlikteliği çizgisinde merkez sağda dinci ve milliyetçi bir ittifakın oluşumuna destek vermektedir . Ülkenin doğu bölgesinde yeni ve farklı bir ulus devlet kurmak isteyen bölgeci hareketin halklar gerçeği üzerinden cumhuriyetçi parti ile birleştirilmeye çalışılması da ,merkez sağdaki dinci-milliyetçi ittifakının doğal sonucu olarak gündeme getirilmektedir . Bu aşamada Türk-İslam sentezi yeniden Türkiye’de canlılık kazanırken , kurucu önder Atatürk’ün ülkeye getirmiş olduğu halkçılık ve ulusçuluk sentezi görmezden gelinmiştir . Devleti kuran Atatürk’ün partisi cumhuriyetçilik ve halkçılık esasları üzerinden, bir ulus devleti kurduğu için bu çizginin günümüzde de devam ettirilmesi beklenmekteydi .Ne var ki , Atlantik insiyatifinin Türkiye’de iki partili demokrasi üzerinde ısrar etmesi yüzünden halklarcılık ilkesi halkçılık ilkesinin yerini almıştır .

Siyasetin sol kanadında halkcı parti halklarcı parti yeniden bir araya getirilirken , cumhuriyetin ulus devletini kuran halkçılık anlayışı terkedilmekte ve alt kimliklere dayanan bir halklarcılık anlayışı öne geçirilerek bu yoldan Türkiye’nin etnik yapılanması siyaset sahnesine taşınmak istenmektedir . Solda halklarcı çizgide bir yeni oluşum hedeflenirken , sağ kanatta milliyetçi ve dinci partilerin bir araya gelmesiyle oluşturulacak sentez için yerli ve milli kavramları birlikte kullanılmaktadır.

Yerli ve milli çizgide geliştirilmek istenen yeni merkez aracılığı ile Türkiye’nin bir Akdeniz ülkesi ve de Asya bölgesinin temsilcisi bir devlet olduğunu görmezden gelen Atlantik emperyalizminin, yerli ve milli kavramları birlikteliği ile merkez sağda bir Türkçü-İslamcı parti oluşturmaya öncelik verdiği görülmektedir .Amerikancı iki partili sistem üzerinden halkçı ve halklarcı yakınlaşmasının önü açılmıştır,ama son yıllardaki çeşitli girişimlere rağmen Türkiye’de böylesine iki partili bir demokrasiye geçiş sağlanamamıştır . Durumu yakın gelecekte gündeme gelebilecek olan siyasal gelişmeler belirleyecektir . Bir taraftan iki partili yapılanma dışarıdan zorlanırken , diğer taraftan da Türk siyasetine yeni partiler girerek ülkede çok partili yapılanmanın sürdürülmesine katkı sağlamışlardır . Çok partili yapılanma çerçevesinde Türkiye’yi istediği gibi kontrol edemeyen Atlantik emperyalizmi , iki partili sistem için ısrar ederken Avrupa ülkeleri Türkiye’nin çok partili demokraside kalması için politika geliştirmişlerdir .Türkiye bu yüzden bir ABD-Avrupa ikilemi arasında bocalarken , savaş konjonktürü üzerinden de Avrasya bölgesinde var olabilmenin mücadelesini de vermek zorunda kalmıştır . Batı emperyalizmi Orta Doğu ve Avrasya bölgelerine yeniden saldırırken , Türkiye bir bölge ülkesi olarak çok zor durumlarda kalmış ve yeni bir Türk-İslam sentezi üzerinden bölgede batı çıkarları doğrultusunda cephe ülkesi olmaya doğru yönlendirilmeye çalışılmıştır . Bütün devletler ayakta kalabilmek üzere bir vatan savaşına doğru zorlanırken , Türkiye’nin emperyalizmin enerji hatları oluşturan koridor projeleri ile karşı karşıya bırakılarak savaşlara sürüklenmesi ,Türk ulusunun geleceği açısından son derece bir olumsuz durum yaratmıştır .

Türkiye Cumhuriyeti kuruluşu itibarıyla halkçı bir ulus devlettir . Cumhuriyetin temel prensipleri olarak kabül edilen Atatürk ilkelerinde laiklik ile beraber hem milliyetçilik hem de halkçılık ilkeleri yer almaktadır . Cumhuriyetin kurucu kadroları milli devleti kurduktan sonra bir dil devrimi sayesinde Orta Asya Orhun yazıtlarından gelen ulus kavramını benimsemiş ve Türkiye Cumhuriyetini bir ulus devlet olarak bütün dünyaya ilan etmiştir . Dışa karşı bir milli devlet olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti içe dönük bir yapılanma da halk devleti olarak örgütlenmiştir . Böylece emperyalizme karşı Kuvayı Milliye hareketi başarıya ulaşınca milli devlete dönüştürülmüş ama ümmet kavramından gelen millet kavramı yerine , genç Türk Cumhuriyeti laik bir devlet olarak tarih sahnesine çıkarken ulus kavramını esas almıştır . Bir ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti çağdaş laik cumhuriyet yapılanması çizgisinde ortaya çıkarken ,laiklik ve çağdaşlık ulusalcı yapılanma içerisinde bütünlüğe kavuşturulmaya çalışılmıştır . Türk devletinin kuruluş modeli üzerinden Türkiye’nin “yerli ve milli” olarak tanımlanması tam olarak gerçekliği yansıtmamakta ama “halkçı ve ulusalcı “biçiminde bir yapılanma Türkiye Cumhuriyetinin kendine özgü koşulları açısından daha doğru bir tanımlama olarak öne çıkmaktadır . Cumhuriyetin kurucu kadrosu imparatorluktan geride kalan insan topluluğunu çağdaş bir uluslaşma projesi ile bütünleştirmiştir .Avrupa,Asya ve Orta Doğu bölgelerinden gelerek yeni Türk devletinin çatısı altına giren göçmen topluluklar , çağdaş laik bir ulusalcılık aracılığı ile bütünleştirilirken , ümmet kökenli millet kavramı yerine din ağırlıklı olmayan bir ulus kavramı benimsenmiştir .

Modernizm öncesi dönemin yansıtıcısı olan yerlilik, ulus devletler çağının yaşandığı bugün Asya ve Afrika ülkelerinde görülen çağdışı bir yapılanmayı temsil ettiği için, elektronik devrim ile uzay çağının başladığı yirmi birinci yüzyılın gerçekleri ile hiç bağdaşmamaktadır . Küresel emperyalizm ile postmodernizim safsatası da sona erdiği için modernizm öncesi bir geri dönüşü yerlilik üzerinden gündeme getirmek ,Türkiye gibi çağdaş cumhuriyetler de mümkün olamamaktadır . Ulus öncesi kabilecilik olgusunu yeniden gündeme getirecek bir yerlilik girişiminin modern dünya devam ettikçe mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır . Geçmişte olduğu gibi ümmetçilik kasteden bir millilik anlayışının ise laik ve çağdaş bir cumhuriyet yapılanması içinde gerçeklik kazanamayacağı zamanla ortaya çıkmaktadır . Günümüzde Eskimolar ve Kızılderililer yerliler olarak yaşamlarını sürdürürken , bazı din devletleri de ümmetçilik üzerinden bir milliliğin arayışı içine çekilmeye çalışılmaktadır . Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan cumhuriyetin temel ilkeleri açısından konu ele alındığında , Türkiye’nin geleceğinde bölücülüğe karşı ulusalcılık ,postmodern şeriatçılığa karşı laiklik ,emperyalizm işbirlikçiliğine karşı da halkçılık ilkeleri esas alınmalıdır . T.C anayasasında yerlilik diye bir ana ilke yoktur . Yerlilik üzerinden dinsel bir düzenin devreye sokularak , laiklik ilkesinin devre dışı bırakılmak istenmesi de anayasaya aykırı düşmekte ve gerçekçi görünmemektedir

Orta çağ sonrasında büyük imparatorluklar kurulurken , dünyanın her yeri kralların ya da imparatorların merkezi otoritelerinin kontrolü altına giriyordu .Bu aşamada orta çağda görülen yerel yönetimler geride bırakılarak büyük devlet yapılanmalarına gidilirken yerlilik olgusu da ikinci planda kalıyordu . Yeryüzü kıtalarına dağılmış olan insan topluluklarının bütüncül bir yönetim altında düzene kavuşturulabilmesi için krallıklar ve imparatorlukların merkezi yönetimi zorunlu görünüyordu .Yerli olan her şey merkezi otoritenin yönetimi altına giriyordu . Modernleşmenin sonucunda gündeme gelen iki dünya savaşı sonrasında ise imparatorluklar dağılırken ulus devletler kuruluyor ve ulus gerçeği altında bütün yerel yönetimler ve yerlilikler ulus devletin çatısı altında bir araya getirilerek toplumsal bütünleşmeye ağırlık veriliyordu . Böylesine bir sürecin sonucunda Birleşmiş Milletler çatısı altında iki yüz civarında ulus devlet örgütleniyor ve bu doğrultuda dünya haritası değiştiriliyordu . Ne var ki , soğuk savaş sonrasında küreselleşme dönemine girdikten sonra küresel emperyalizmin örgütleri olarak büyük sermaye şirketleri ulus devletlere dönük bir saldırı politikasını gündeme getirince , her devletin milli sınırları içinde birleştirmeye çalıştığı yerel yönetimler ile yerli yapıların yeniden canlandırılarak, ulusal toplumların parçalanması üzerinden yerel yönetimlerin devletleştirilmeye çalışıldığı ortaya çıkmıştır . Ulus devletlerin kendi çatıları altında bir araya getirdiği yerel yönetimler ile yerli düzenlerin canlandırılması ile,modernizm öncesi döneme geçiş için bir yönlendirme yapıldığı görülmüştür .

Ulus devletlerden eyalet devletlerine ve bu eyaletlerin bir araya getirilmesinden sonra da bölgesel federasyonlara geçiş için hazırlık yapıldığı bu aşamada , Türkiye gibi bir ulus devletin yerli ve milli kavramlarının birlikte kullanıldığı bir yeni siyasete doğru yönlendirilmesi rastlantısal bir olgu değildir . Türkiye’nin tam ortasında yer aldığı merkezi coğrafyanın çok uluslu ve kültürlü bir bölgesel federasyona doğru çekilmeye çalışıldığı yeni aşamada , bölgedeki ulus devletlerin üniter yapılarının ortadan kaldırılmak istendiği ve bu doğrultuda eyalet yapılanmaları doğrultusunda bölgesel bir entegrasyonun bölünerek gerçekleştirilmeye çalışıldığı bir yeni süreç başlamıştır . Yerli kavramının kullanılmasıyla yerellik öne çıkarken , milli kavramının birlikte kullanılmasıyla da eyalet devletleri üzerinden parçalanmaya karşı bir tepki olarak yeni bir ulusalcı dalganın güçlenmesi önlenmek istenmektedir . Bu amaçla da dini topluluklar siyasal alana doğru çekilmekte ve giderek güçlenen ulusalcılık akımlarının önü kesilmeye çalışılmaktadır . Ne var ki , çağımızın bilimsel gelişmelerinin ortaya koyduğu gerçeklere göre , milli olan her şey hiçbir zaman yerli ya da yerel olamaz . Yerli düzenler ya da değerler ise millilik sıfatını durduk yerde kazanamaz .Zaman geçtikçe yerli değerler bölgeden bölgeye yayılabilir ve bir ulus devletin çatısı altında ya da ulusal sınırlar içerisinde millik özelliği kazanabilirler . Uluslaşmanın olduğu her yerde yerli yapılar ulusal entegrasyonun içinde erirler . Yerliliğin öne çıktığı aşamalarda ise yerel yönetimler güç kazanır ve o zaman da yerlilik geçerli bir durum kazanır ve uluslar ortadan kalkarlar . Bu nedenle milli olan aynı zamanda yerli olamaz , milli olan ise zaten yerlilikten çıkmış olarak kabül edilir.

23 Şubat 2019 Cumartesi

İSRAİL’İN BEKASI TÜRKİYE’NİN FEDASI OLAMAZ "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" (ANKARA KALESİ NO: 33 - Ankara, 23 Şubat 2019) - Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sonrası ve İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini söylemiştir.


ANKARA KALESİ NO: 33

İSRAİL’İN BEKASI
TÜRKİYE’NİN FEDASI OLAMAZ!..

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 23 Şubat 2019


Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, Birinci Dünya Savaşı sonrası ve İkinci Dünya Savaşı öncesindeki dönemde, İsrail’in Avustralya’da kurulması gerektiğini söylemiştir. Çankaya köşkündeki akşam yemeklerinden birisinde , Atatürk bu düşüncesini dile getirirken , Siyonizmin kutsal toprakları ele geçirmeyi hedefleyen Büyük İsrail projesinin bir gün kendi kurduğu Türk devletini de tehdit edeceğini çok iyi biliyordu ,çünkü bir devlet kurucusu olarak ve askeri eğitimden gelen bir siyaset adamı kimliği ile , jeopolitik biliminin verilerinden çıkan sonuçları tarihsel gerçekleri birlikte karşılaştırarak bir bütünlük içerisinde değerlendirme şansına sahip bulunuyordu .Dünyanın merkezi bölgesindeki bir büyük imparatorluğun çöküşünden önemli dersler çıkaran ve yeni bir dönemde imparatorluk boşluğu alanında bir merkezi devlet kuran devlet aklının hem oluşturucusu hem de temsilcisi olarak , Siyonist proje ile kendi devlet projesinin bir gün karşı karşıya geleceğini çok iyi biliyordu . Bu nedenle , Birinci Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelen Yahudi devleti kurma projesine karşı çıkıyor ve Türk devletinin kurucusu olan kendi çevresindeki kadroyu geleceğe dönük olarak uyarıyordu . Kurucusu olduğu ulus devletin sonsuza kadar varolabilmesi için bölgenin gelecekteki durumunu ele alıyor ve bu doğrultuda Siyonizmin Büyük İsrail projesini Türkiye için bir tehdit olarak ilan ediyordu .

Bir harp okulu mezunu olarak kurmay subay olan Atatürk, Çanakkale Savaşı gibi bir büyük askeri çatışmayı üst düzeyde yönettiği noktada dünya gerçeğini daha iyi kavrama şansını elde etmişti . Orta çağ sonrasında bütün dünyaya egemen olan Atlantik güçlerinin İngiltere ve Fransa işbirliği içerisinde merkezi coğrafyaya saldırdıkları aşamada, Atatürk Osmanlı ordularının en üst düzeydeki bir komutanı olarak artık batılı güçlerin merkezi coğrafyayı eskisi gibi rahat bırakmıyacaklarını ve gelecekte de bu alanları ele geçirebilmek için sürekli olarak saldırı durumunda olacaklarını çok iyi görebiliyordu . Bir imparatorluğun çöküş süreci içerisinde askeri eğitim alarak yetişen Atatürk , daha sonra yeni bir devlet kurarken , tarih,coğrafya,jepolititik ve uluslararası ilişkiler gibi çeşitli bilim dallarında önemli incelemeler yapmış ve ortaya çıkan hegemonya boşluğunun doldurulabilmesi için disiplinlerarası bir devlet kurucusu aklını oluşturarak belirli plan ve programlar çerçevesinde hareket etmiştir . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti devletinin Osmanlı İmparatorluğu sonrasında merkezi alandaki devlet boşluğunu gidermek üzere oluşturulan bir ulusal proje olduğu açıkca görülmektedir . Osmanlı gücünün işbirlikçi ve mandacı kesimlerin ihaneti ile içeriden çökertilmesi yüzünden , İngiltere,Fransa,İtalya Yunanistan ve Rusya gibi batılı ve hırıstıyan ülkelerin orduları ile karşı karşıya kalınmış ve bunlara karşı elde edilen askeri zaferler sonrasında bir uluslararası antlaşma olan Lozan barışı sayesinmde Türk devleti bugünkü sınırları içerisinde bir ulusal egemenlik düzeni oluşturabilmiştir . Atatürk böylesine bir projeyi bitmiş olan Osmanlı devletinin genelkurmayı,istihbarat örgütleri ve son hükümetinin destekleriyle oluşturaürak Samsun’a doğru yola çıkmış ve uzun süren bir ulusal kurtuluş savaşından sonra hedefine ulaşarak , yeni bir yüzyılın başlarında Türk devletini dünyanın tam ortasında kurmuştur . Bir dünya savaşı sonrasında , bir de kurtuluş savaşı verilmesi , yeni devletin kurucu önder kadrosunda ciddi bir bilinçlenme yaratmış ve bu birikimin temsilcisi olarak da Atatürk işin başına geçmiştir . İşte böylesine bir bilinçle Türkiye Cumhuriyetini kuran Atatürk , Siyoniest projenin Büyük İsrail planını Türkiye için ciddi bir tehdit olarak gördüğünü ifade etmekten çekinmemiştir .

Atatürk’ün erken ölümü ve tam ikinci dünya savaşı öncesinde Türkiye’nin kurucu önderini yitirmesi bir çok kuşku ve dedikodulara neden olmuş , Atatürk’ün önce Çankaya köşküne hapsedildiği , daha sonra da hastalığının yanlış teşhis ve tedavi yöntemleriyle büyük bir komplo sonucunda , tam ikinci dünya savaşı öncesinde Türkiye’nin Atatürk’süz kalmasına dönük olarak kullanıldığı öne sürülmüştür. Atatürk’ün ölümünden hemen sonra ikinci cumhurbaşkanının devleti yöneten bağımsızlıkçı kadroyu bütünüyle değiştirmesi ,daha çok Atlantik güçlerine yakın duran kimseleri yeni yönetimde görevlendirmesi kuşku ve dedikoduların fazlasıyla artmasına yolaçmıştır .Bu aşamada , İsrail’in kurulmasına yolaçan İkinci Dünya Savaşı yaşanmış ve Atatürk sonrasında işbaşına gelen ikinci adam yönetiminde Türkiye eski bağımsızlıkçı çizgisinden uzaklaşarak zaman içerisinde Atlantikçi güçlerin etkisi altına girmiştir . Atatürk’ün yakın çalışma arkadaşlarının görevden uzaklaştırılmaları ve yurtdışına gönderilmeleri , bölgeye ABD’nin gelişi ve İsrail devletinin kuruluşu ile beraber birbirini izlemiştir . Savaş sonrasında Türkiye’nin demokrasiye geçişi ve sonraki askeri ve sivil dönemler birbirini izlemiş ve yirminci yüzyılın ikinci yarısında sürekli olarak Atlanhtik kıyılarında yetişmiş olan Atlantikçi siyasetçiler Türkiye’yi yönetmek durumunda kalmışlardır . Bu dönemde , Atlantik emperyalizmi ve bunu kullanan Siyonizm sürekli olarak Sovyet korkusunu ve komünizm öcüsünü kullanmış ve bundan yararlanarak Türkiye’yi kendi yetiştirdiği Truva atı konumundaki mandacı ve işbirlikçi politikacılar ile yönettirmiştir . Soğuk savaşın ikinci yarısında içine girilen bu durum daha sonra ortaya çıkan küreselleşme döneminde de artarak devam etmiş ve Türkiye’yi tam anlamıyla bir batı sömürgesi ülke konumuna düşürmüştür .Atatürk’ün ulusal kurtuluş savaşı sonrasında bilinçli bir biçimde başlatmış olduğu tam bağımsız dış politika yolundan ikinci adam yönetimi dönünce ,sonraki iktidarlar için Atlantikçi siyonist insiyatifin etkisi altına sürüklenmek kendiliğinden gündeme gelmiştir . Böyle olunca , hem ABD Türkiye’ye iyice yerleşmiş hem de ABD sırtından İsrail Türkiye’yi bir şemsiye olarak kullanmıştır .Bölgedeki büyük Arap ve İslam varlığına karşı İsrail bir küçük Yahudi devleti olarak kurulurken ,laik bir cağdaş cumhuriyet olan Türk devletinin bütün olanaklarını kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır .

Amerika Birleşik Devletlerinin kuruluşu sırasında çok etkin bir rol alan Yahudi insiyatifi daha sonra , bir büyük dünya devi konumuna gelen bu devletin iç yönetiminde her zaman etkin olmuştur . Ortaçağ sonrasında Avrupalılar bütün dünyaya yayılırken , Britanya İmparatorluğu en büyük siyasal güç haline gelmiş ve ilk ve orta çağlarda Akdeniz kıyısında iş yapan Yahudi tüccarlar , İngiltere,Fransa,İspanya,Portekiz ,Belçika ve Hollanda gibi batı Avrupa ülkelerinin çatısı altında bütün dünya kıtalarına yayılarak uluslararası ticareti ele geçirmişlerdir . Okyanuslar ve denizler üzerinden zenginleşen Yahudiler daha sonra kutsal topraklar olarak ilan ettikleri ilk yerleşim bölgelerine dönme kararı alınca , Siyonizm bir siyasal proje olarak gündeme gelmiş ve merkezi dünya devleti olan Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalkmasına neden olan olaylar zincirinin başlamasını sağlamıştır . Dış Yahudiler Siyonizm ile kutsal topraklara gelip yerleşmek için uğraşırlarken, Osmanlının iç yahudileri de buna karşı kendi planları doğrultusunda hareket ederek imparatorluktan ulus devlete geçiş süreci içerisinde Kemalist hareketi desteklemişlerdir .Atatürk biraz da onlara dayanarak Siyonizmin tehlikelerini dile getirmeğe çalışmış ve bir büyük emperyal proje olan Büyük İsrail yapılanmasına açıkca karşı çıkmıştır . Bu durumun hassasiyetini hesap ederek ,cumhuriyetin ilanından sonra Kerkük ve Musul konularında fazla ısrarcı olmamıştır ama Siyonist lobiler çekindikleri için gene de O’nun ikinci dünya savaşı sırasında Türkiye’nin başında olmasına da izin vermemişlerdir .Bu aşamada Paris merkezli bir Siyonist komplonun Atatürk’ün erken hayattan ayrılması için düzenlendiği açıkca öne sürülmüştür . Birinci dünya savaşı sürecinde İngiltere aracılığı ile bölgeye gelen Siyonist kadrolar , ikinci dünya savaşı sonrasında ABD desteği ile ve yeni kurulan Birleşmiş Milletler örgütünün bu amaç doğrultusunda kullanılmasıyla hedefe ulaşarak küçük İsrail devletini kurma şansını elde etmişlerdir . Atatürk ,ikinci dünya savaşı sırasında Türkiye’nin başında bulunsaydı Kuzey Irak’ı alabilirdi . İngilizler bunu önleyebilmek için Şeyh Sait isyanını çıkartmışlar , Amerikalılar da daha sonraki aşamada bu bölgedeki etnik aşiretlerle yakından ilgilenerek , Büyük İsrail planı doğrultusunda yeni bir yapılanma yaratmağa çaba göstermişlerdir .Siyonistler ise Atatürk’ten kurtulmağa öncelik vermişlerdir . (Bu konuda Türkçe’de yayınlanan onlarca kitap kaynak olarak gösterilebilir ) .

Kemalizm ile Siyonizmin , merkezi coğrafyanın geleceği için çatışma içine girdiği bu aşamada , İngiltere,Amerika ve Fransa gibi Atlantik güçleri Siyonistlerin kontrolunda olmuşlar , Almanya ve Rusya gibi diğer büyük ülkeler ise bu yapılanmağa karşı çıkmağa çalışmışlardır . Osmanlı sonrası merkezi coğrafyada oluşturulacak büyük otorite yapılanmasında , İsrail Büyük İsrail planı için uğraşırken ,. Atatürk’te kendi elleriyle kurmuş olduğu orta boy Türk ulus devletini koruyabilmek üzere , bölgedeki komşu ülkelerle geleceğe dönük bir ittifakı oluşturmak için bu doğrultuda Sadabat Paktını tam İkinci Dünya savaşı öncesinde gündeme getirmiştir . Askeri ve jepolitik birikimi ile geleceği gören Mustafa Kemal ikinci dünya savaşının çıkacağını ve bu savaş sonrasında Orta Doğu haritasının değişeceğini önceden görebiliyordu . Bu nedenle , bölgeye dış güçlerin ya da emperyal devletlerin müdahale etmesini önlemek üzere ,Atatürk komşu ülkelerle bir merkezi devletler birliği oluşturabilmenin çabası içerisindeydi . Batı emperyalizmi okyanusları ve denizleri fethettikten dünyanın merkezi alanını da ele geçirmek için mücadele ederken , Atlantik ülkelerini bu doğrultuda kullanan Siyonist lobiler etkin olarak İsrail devletinin ikinci dünya savaşı sonrasında kurulmasını gerçekleştiriyorlardı .Böylece Atatürk’ün korktuğu gelişme gündeme gelerek , hemTürkiye Cumhuriyletini kendi çıkarları doğrultusunda kullanıyor hem de Türk devletini geleceğe dönük olarak tehdit ediyordu . Nil’den Fırat’a kadar ilan edilen kutsal topraklar arasında yer alan , Mısır,Ürdün,Filistin,Irak,Suriye ve Türkiye birinci derecede , İran ve Suudi Arabistan ise bölge ülkeleri olarak ikinci derecede Siyonizmin tehdit alanları içerisine giriyordu . Siyonizmin , Nazizim ve Komünizm gibi ideolojik yapılanmaları kullanarak kendine uygun bir konjonktür yaratabildiği bu aşamada , Birinci Dünya Savaşı sonrasında çizilmiş olan Orta Doğu haritaları geride kalıyordu . Küçük İsrail’in Birleşmiş Milletler kararı ile ilanından sonra artık eski Osmanlı hinterlandını ele geçirmeyi hedefleyen bir Büyük İsrail planı Siyonizmin tırmandırılması ile öne geçiyordu .

ABD’nin tüm olanaklarını kendi hegemonyası için kullanmaktan çekinmeyen Siyonizm , Türk Yahudileri içerisinden devşirdiği bazı mandacı kesimleri işbirlikçi bir Siyonist kol olarak kullanırken , yirminci yüzyılın ikinci yarısında Türk siyaseti , basını ve medyası ile hepten Siyonizme paralel bir yapılanmaya doğru sürükleniyordu . Dünya kapitalist sistemini yöneten Yahudi lobileri kısa zaman içerisinde Türkiye’de de kendileriyle ortak hareket edebilecek bir işbirlikçi siyonist yapılanmayı devreye sokuyorlardı . Bu aşamada Türkiye’nin zenginlikleri gayrimüslimlerin eline geçiyor ,Osmanlı döneminde olduğu gibi Ermeni,Rum ve Yahudi lobileri Türkiye ekonomisini ele geçirebilmek üzere birbirleriyle yarış içerisine giriyorlardı . Bu nedenle , Türk devleti doksanıncı yılına girerken , yarı sömürge konumuna düşürülüyordu . İsrail , ilk çağlardan gelen bu bölgedeki Yahudi yapılanmasını yerinde değerlendirerek , Orta Doğu ülkelerinde üstünlüğü ele geçirmede batılı ülkeleri geride bırakıyordu . İsrail’in ABD destekli politikaları ve Türkiye’deki işbirlikçi Siyonist lobilerin çalışmaları sayesinde küçük Yahudi devleti kısa zamanda Orta Doğu’nun en büyük siyasal gücü konumuna geliyordu . Soğuk savaşın son dönemlerinde İsrail her yönü ile Orta Doğu’daki gelişmeleri belirleyen en güçlü merkez konumuna geliyordu . İsrail güçlendikçe büyümenin yollarını arıyor ve kendine bağımlı kıldığı kadrolar aracılığı ile de istediklerini düşmanlarına kabül ettiriyordu .Önceden bütün yolların Roma’ya çıktığı gibi ,yeni dönemde de bütün yollar İsrail’e çıkıyordu . Her ülkede yaşayan Yahudilerin ırkçı bir sbiçimde ,uluslararası Siyonist lobilerin yönlendirmesiyle ortak hareket etmesi , küçük İsrail’den büyük İsrail’e geçiş sürecini hızlandırıyordu . Akla gelen ya da gelmeyen her yol Siyonizmin ana hedefi doğrultusunda devreye sokularak ,en kısa zamanda sonuç alınmağa çalışılıyordu .Siyonizm , Siyon tepesinin çevresinde bulunan bütün ülkeleri birinci derecede tehdit etmesine rağmen , gene Siyonist lobilerin başarılı çalışmaları sayesinde başta Türkiye olmak üzere bütün bölge ülkelerinde sanki böylesine bir durum yokmuş gibi bir pasif bir kamuoyu bilinçli ve planlı bir biçimde yaratılıyordu . Basın ve medya ile halk kitleleri uyutulurken , işbirlikçi gizli siyonist kadrolar aracılığı ile de Büyük İsrail projesinin gelişmeleri emin adımlar ile atılıyordu . Bütün Osmanlı bölgelerini kapsayan Siyonist plan bölge ülkelerine bir anlamda zorla dayatılıyordu . Türkiye komşuları ile beraber böylesine bir kıskacın içerisine hapsediliyordu .

Birinci dünya savaşı sonrasında İngiltere ve Fransa bölge haritasını çizerken , Orta Doğu’da bir Kürt devletine bilinçli olarak yer vermiyordu . Kürt kozunun daha sonraki aşamada bölge devletlerinin parçalanarak bölünmesi ve küçük eyalet devletlerinin oluşumu ile Büyük İsrail devleti olarak gündeme gelecek olan Orta Doğu Federasyonu gibi bir yapılanmanın temelleri atılıyordu . Fransa ,Filistin’deki Frank krallığına son veren Kürt asıllı Selahattin Eyübi’nin intikamını Kürt devletinin kuruluşunu önleyerek alırken , İngiltere’de Siyonist lobilerin baskılarıyla o aşamada Mezopotamya’da bir Kürt devleti kuruluna izin vermiyordu . Her iki Atlantik gücü Siyonizmin etkisi ile geleceğe dönük Büyük İsrail Devletinin oluşumu için bölge devletlerine karşı kullanılacak Kürt kartının önünü açık tutuyordu . Siyonist plan uluslararası konjonktüre uygun olarak aşamalı biçimde devreye sokulurken , Kürt kartı gelecekte küçük İsrail’in büyük bölge devletlerini parçalayabileceği bir silah ya da koz olarak saklanıyordu . Kürt aşiretleri dışarıdan para ve silah yardımlarıyla yaşadıkları devletlere karşı kışkırtılırken , Kürt kartı yeni bir Orta Doğu yaratılması doğrultusunda Siyonizm ve işbirlikçileri tarafından kullanılıyordu .Atatürk’ün son derece isabetle , Sadabat Paktı antlaşmasına koymuş olduğu sınır boylarındaki aşiretlerin dışarıdan kışkırtılarak devlet düzenlerini sarsma planları Siyonist bir çizgide İsrail merkezli olarak devreye sokuluyordu .Kurulduğu günden bu yana yarımyüzyılı aşan bir süre içerisinde İsrail Orta Doğu’ya sürekli savaş getirdiği için , Arap ülkeleriyle İsrail arasındaki çatışmalar hiç bir zaman bitmiyordu . Soğuk savaş döneminde ABD üzerinden Nato’yu ve Nato üzerinden Türkiye’yi kullanan İsrail, Siyonist plan doğrultusunda hedeflerine hızla ulaşıyordu .İsrail çevresindeki bütün ülkeleri iç karışıklıklara sürükleyecek bir çok siyasal senaryoyu kendine bağlı basın ve siyaset kadroları aracılığı ile devreye sokarken aynı zamanda , uluslararası konjonktürün gelmiş olduğu aşamadaki kozlarını da bölgeye bilinçli bir biçimde aktarıyordu .Birinci Dünya Savaşı sonrasında yapılan antlaşmalar ile bir barış bölgesine dönüşen Orta Doğu , İsrail’in kurulmasından sonraki aşamada sürekli bir savaş bölgesi olarak öne çıkıyordu .İki bin yıl önce Romalıların savaşı ile ortadan silinen Yahudi devleti yeniden kurulurken , bütün merkezi coğrafyayı sürekli bir savaş durumuna sürüklüyordu .

İsrail’in kuruluşundan sonra ,bölge ülkelerini ve dünya barışı tehdit eden yanlış ve olumsuz politikaları yavaş yavaş netlik kazanmağa başlayınca her taraftan gelen tepki ve eleştiriler artmıştır .Bu gibi eleştirilere karşı İsrail ve destekçileri sürekli olarak Yahudi devletinin varolması ile ilgili olarak bekaa sorunu savunmasını yapmışlardır . Siyonistler ve işbirlikçileri dünyanın merkezinde ve kutsal topraklar üzerinde bir Yahudi devletinin varolabilmesi için tam bir Makyavelizm içerisinde herşeyi bekaa sorununa bağlayarak kendilerini ve İsrail’i savunmuşlardır . Hedefe giden yolda herşeyi mübah gören bir faydacı ve fırsatçı anlayış ile dünya barışı açıkca tehdit altına sürüklenmiştir . Kutsal toprakların tamamını ele geçirme sürecinde önüne çıkan her ülke ya da topluma saldırmayı normal gören bir Makyavelist anlayış, bugün dünya barışını açıkca tehdit etmekte ve bütün insanlığı bir üçüncü dünya savaşına, ya da bir Armegeddon çatışması ile beraber büyük bir hesaplaşmaya doğru sürüklemektedir . İsrail kurulurken , yanıbaşındaki Lübnan ülkesindeki Bekaa vadisi bölgesel terör için merkez üssü olarak seçilmiş ve bu vadide yetiştirilen terör grupları başta Türkiye olmak üzere bütün Orta Doğu ülkelerini iç çatışma ve istikrarsızlığa sürüklemek üzere kullanılmıştır .İsrail kuruluşundan itibaren bir sürekli savaş ve terör devleti olarak dünyanın merkezindeki barış ortamını ortadan kaldırmıştır . Kendi varlığı ya da bekaası için Lübnan’ın Bekaa vadisinden örgütlenen terörü bütün bölge ülkelerine karşı kullanmaktan çekinmeyen İsrail ,yeni dönemde hem terörü hem de Kürt kartını Büyük İsrail projesi için kullanmağa devam etmektedir . Türkiye’ye son dönemde dayatılan çözüm planı da gene İsrail’e bağlı Siyonist lobilerin yeni bir girişimidir . Bir anlamda İsrail’in bekaası ya da var olabilmesi için , Türkiye feda edilmektedir .Yahudiler bölgedeki Arap ve Türk çoğunluğa karşı işbirlikçi konumuna getirdikleri Kürtleri kullanarak Türkiye Cumhuriyetini ulusal ve üniter bir devlet olmaktan çıkartmak ve Kürt kartı ile Irak’ta başlatmış oldukları federasyon süreci içerisine Türkiye’yi de çekmek istemektedirler . Bu aşamada Kürtler ve Yahudiler Araplar ile Türklere karşı açık bir işbirliği içine girmişlerdir . Türkiye’nin Arap ülkeleriyle yakınlaşarak kendisini korumasını önleyebilmek için de ABD ve Nato üzerinden batı baskısı uygulanmakta ve Avrupa Birliği süreci görünümünde Türkiye Cumhuriyetinin eyaletlere bölünerek Büyük İsrail planının bölgesel federasyonuna Anadolu topraklarının da dahil edilmesi gerçekleştirilmek istenmektedir .Son aşamada Türkiye’ye Kürt ve terör kozları kullanılarak dayatılan çözümpaketi aslında İsrail’in bekaası ile yakından ilgilidir . ABD desteği ile kurulmuş olan kukla Kürt devletinin yaşaması İsrail için hayati anlamda öneme sahiptir . ABD geri çekilirse , Araplar bir gecede kukla Kürt devletini ortadan kaldırırlar ve bundan sonra da sıra israil’in kaldırılmasına gelebilir . İsrail bu süreci önleyebilmek üzere , Kürtler üzerinden bir planı ABD baskısı ile Türkiye’ye dayatmakta ,karşılığında terörün önleneceği söylenmektedir . Tam anlamıyla bir aldatmaca olduğu belli olan bu plana karşı Türk kamuoyunun ve devletinin ilgili makamlarının son derece dikkatli olmaları gerekmektedir . Kendi bekaası için Lübnan’daki Bekaa vadisini bir terör merkezi olarak kullanmaktan çekinmeyen İsrail’in gelecekte , daha da büyük II Eylül benzeri terör olaylarını merkezi devletleri parçalamak ya da bölmek için kullanmıyacağı konusunda kimse garanti veremez . Türkiye Cumhuriyeti devleti , Osmanlı İmparatorluğunun ortadan kalmasına neden olan siyşasal gelişmeleri , Birinci ve İkinci Dünya savaşı sürecinde ortaya çıkan gelişmeleri iyi değerlendirerek bugün hareket etmek zorundadır . İsrail’in bekaası için dayatılan sahte çözüm planları Türkiye’nin feda edilmesine yol açmamalıdır . İsrail’in bekaası hiç bir zaman Türkiye’nin fedası anlamına gelmemelidir . Her devlet ve millet gibi Türk ulusu ve Türkiye Cumhuriyeti de kendisini korumasını bilmelidir.

14 Şubat 2019 Perşembe

ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU (20-200-2000-5000) "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ, NO: 250 - Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. "Ulus Devletin Sonu; Şehir Devletlerine Doğru!.."

ANKARA KALESİ -250
ŞEHİR DEVLETLERİNE DOĞRU
(20-200-2000-5000)
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 14 Şubat 2019

Türkiye Cumhuriyeti, bütün dünya beklenmedik gelişmeler ile sallanırken ve küresel alanda çok ciddi hegemonya kaymaları yaşanırken, yerel seçimler üzerinden şehir devletlerine doğru bir yeni yönelişin içine girmiştir. Ulus devletlerin parçalanmasına, federasyonların dağılmasına ve ülke devletlerinin de şehirler üzerinden küçük yönetim birimlerine sürüklenmesine yol açacak kadar ciddi boyutlarda bir şehir devletleri olgusu, uluslararası konjonktürün bugünün dünyasına dayattığı bir yeni gelişme olarak öne çıkmaktadır. İnsanlığın gelecekte ulus, ülke ya da bölge devletleri yerine şehir devletlerinde yaşayacak bir duruma gelmesi, dünya düzeni üzerinde çok ciddi derecede değişimi gündeme getirmektedir. Yeryüzü kıtalarının üzerinde var olan devlet düzenleri çerçevesinde yayılmış bir doğrultuda yaşamakta olan insanların, gelecekte kentlerde toplanması ya da şehir devletleri yapılanması içinde yaşamaya zorunlu kılınması, uluslararası alanda önümüzdeki dönemde hem büyük sorunlara hem de beklenmedik değişimlere yol açacak gibi görünmektedir . İki kutuplu dünyadan uzaklaşmakta olan eski dünya düzeni çeyrek yüzyıllık bir zaman dilimi sonrasında tek kutuplu bir dünya için dönüştürülmeye çalışılırken, bu durumun tamamen aksi bir yönde çok kutuplu yeni bir yapılanma süreci ile karşı karşıya kalmıştır . Tek kutup yönünde dünyanın yeniden yapılandırılması için devletleri ve halkları baskı altına alan küresel sermayenin dayatmalarına önceleri ses çıkartmayan uluslararası kamu oyu , çeyrek asırlık bir zaman sonucunda birden çok kutuplu yeni bir yapılanma oluşumu ile karşılaşmıştır . İki kutuptan tek kutba dönüştürülmek istenen yeni dünya düzeni aşamasında birden çok kutuplu bir durumun ortaya çıkması ,küresel sermayenin oyunlarını bozmuş ve bu durumda dünya tek merkezci yönelişten ayrılarak çok merkezli bir oluşumun içine girmiştir .İkiden teke geçiş olamayınca çokluk olgusu öne çıkmış ama bu çokluğun ölçüsünün ne olacağı zaman içinde kaç merkezin ortaya çıkacağı belirsiz kalmıştır . Büyük devletlerin sayısının artması devletler arası çekişme ve rekabeti artırırken , orta boy devletler de yarışa aktif bir biçimde girerek ve sahip oldukları jeopolitik konumlarından yararlanarak , büyük devletler ile yarışa kalkmışlardır .

Büyük devletlerin sayılarının artmasıyla birlikte çokluk öne geçince , devletler arası siyasal mücadeleler çok daha değişik yönlere doğru gitmiş ve her devlet daha büyük olmaya çalışırken , diğer devletleri küçültmek doğrultusunda parçalayabilmenin çabası içine girmiştir.Bu nedenle ,küreselleşme döneminde var olan devletlerin bazı bölgelerinde bağımsızlık hareketleri dışarıdan desteklenmiştir . Büyük bölgelerin imparatorluklardan kopması ile ulus devletler , küçük bölgelerin devletleşmesi ile eyalet yapılanmaları ve de eyaletlerin içindeki şehirlerden birisinin büyüyerek merkez olarak öne geçmesiyle de şehir devletleri oluşumu devreye girmiştir . Günümüz koşullarında geçmişten gelen bir değişim sürecinin, devletlerin yapısını ve sayısını değiştirdiği yaşanan siyasal gelişmelerin ortaya çıkardığı tablo ile belli olmuştur . Orta çağın şehir devletleri yapılanması beş yüzyıl sonra yeniden gündeme gelirken , dünya tarihinin iyi okunması ve tarihsel süreç içinde de her yönü ile insanlığın gelişimi değerlendirilmek durumuna gelmiştir .Orta çağ sonrasında öncelikle derebeylik , sonra krallık , daha sonra imparatorluk ve sonraki aşamada ise ulus devlet modelleri dış konjonktürde öne çıkarak değişimin yönünü belirlerken , şimdi de belirli bölgelerin sınırları içinde bulundukları ülkelerden koparak devletleşmeye yönelmeleri ile insanlık yeni dönemde bir eyalet devleti modeline doğru bir kayma içerisine girmektedir .

Yirminci yüzyıla girerken imparatorluklar dönemi sürmekte ve bu doğrultuda yeryüzünde 20 devlet bulunmaktaydı . Birinci ve ikinci dünya savaşlarının getirmiş olduğu yıkıntılar ve imparatorlukların dağılmasıyla dünya haritasındaki devlet sayısı giderek artmıştır . İmparatorlukların parçalanması sürecini destekleyen bir başka gelişme de Avrupa devletlerine bağlı bulunan sömürgelerin bağımsızlık savaşlarını kazanarak , ayrı devletler haline dönüşmesi ile var olan devlet sayısı hızla artmıştır .Dünya savaşları sonrasındaki devlet oluşumlarını sonraki aşamada sömürgelerin devletleşmesi izlemiştir . Yirminci yüzyılın ikinci yarısındaki sömürgelerin bağımsızlığı , sonraki aşamada bazı büyük federasyonların da dağılmasına giden yolu açmıştır . Özellikle sosyalist sistemin çöküşü üzerine yirmiden fazla yeni devlet dünya sahnesinde yerini alınca, bu kez devlet sayısı 200’ü bulmuştur . Yirminci yüzyıla girerken 20 olan devlet sayısı bu yüzyıldan çıkarken 200 e ulaşarak , bugünkü siyasal haritanın ortaya çıkmasında etkili olmuştur . Bir anlamda insanlık yüz yıllık bir zaman dilimi içinde, var olan devlet yapılarının dağıtılması üzerine 180 devlet daha kazanmıştır .Ulus devletlerin tarih sahnesine çıktığı bir aşamada, parçalanan imparatorlukların bölgeleri ile eski sömürgelerin teker teker uluslaşarak devlet modeli değiştirmesiyle birlikte, bir asırlık dönem içinde devlet sayısının 20 den 200 e çıktığı görülmektedir .Birleşmiş Milletler örgütünün tarih sahnesine çıkması üzerine , yeni kurulan devletlerin hepsi bu büyük uluslararası örgütün çatısı altında yer alarak insanlık dünyasının birer parçası haline gelmişlerdir .

Yirminci yüzyıl biterken sosyalist sistemin dağılması devlet sayısını birden 200 e çıkarırken , var olan devlet yapılarının bölünmesi ya da parçalanması süreçleri öne çıkmış ve bütün dünya ülkeleri bu durumdan etkilenerek yeni bölünme senaryoları ile karşı karşıya bırakılmışlardır .İmparatorluklardan ulus devletlere geçerken devlet sayısı 20 den 200 e geçmiş, yirmi birinci yüzyıla girerken yeryüzü kıtaları 200 civarındaki ulus devlet ile yirmi birinci yüzyıla doğru giriş yapmıştır . Bugün var olan dünya haritası üzerinde 200 civarında ulus devlet yer almakta ve dünya yirminci yüzyıla 20 devlet ile girerken ,yirmi birinci yüzyıla ise 200 devlet ile girmek durumunda kalmıştır . İlk ve orta çağ dönemlerinde devlet biçimleri şehir devleti olarak devam ederken , yeni çağda imparatorluk olarak sürmüş ve yakın çağa gelince modernleşmenin yaratmış olduğu ulus devletler modeli ile devlet sayısı 200 e ulaşmıştır . 5 büyük kıtada 8 milyar insan yaşarken , üç yüz yılda oluşan uluslaşma olgusu ile 200 civarında ulus devlet 20. Yüzyılın siyasal modeli olarak insanlık tarihinde yerini almıştır . Yüz yılda devlet sayısının 20 den 200 e çıkması yaşam biçimlerini değiştirmiş ve sonraki dönemlere geçişi hızlandırmıştır .Üç asırlık bir oluşum süreci sonrasında ulus devletler dünya haritasının merkezi konumuna gelmişlerdir . Bilimsel devrimler , coğrafi keşifler ve ilerleyen teknolojinin getirdikleri ile , ulus devletler çağdaş uygarlığın önde gelen temsilcileri olarak insanlığın yaşam düzenlerinin belirlenmesinde etkin olmuşlardır . Çağdaşlık yolunda meydana gelen değişiklikler , insan toplumlarının zamanla uluslaşmasına yardımcı olmuş ve uluslaşan toplumlar da kendi ulus devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirilmişlerdir .

Küreselleşme süreci ile birlikte siyasal egemenlik yavaş yavaş tekelci şirketlerin eline geçmesiyle birlikte,siyasal güçler arasındaki savaş da büyük şirketler öne geçmiştir . Ekonomi üzerinden bütün dünyayı kontrol etmeye yönelen küresel sermayenin şirketleri devletler ile karşı karşıya kalınca , üzerlerinde devlet kontrolü istemedikleri ve vergi ödemekten kaçındıkları için ulus devletleri parçalanmaya doğru sürüklemişlerdir .İmparatorlukların parçalanmasıyla ulus devletler tarih sahnesine çıktığı gibi, egemen güçler bu kez yirmi birinci yüzyılda da benzeri bir geleceği ulus devletler için hazırlayarak, bu devletlerin içinde yer alan belirli bölgeleri eyalet devletler biçiminde ortaya çıkarmaya çalışmışlardır .Bugünkü aşamada 200 devletin bölünerek eyaletlerin ortaya çıkartılması yolundan devlet sayısını yüzyılın sonuna doğru 2000 e çıkarma gibi bir eğilim içine girmektedirler .Yeni yüzyılın koşullarında 5 kıtada 2000 eyalet devletinin yer alabilmesi için küresel şirketlerin elbirliği içinde ulus devletlerin siyasal ve hukuksal yapıları ile oynadıkları görülmektedir . Bu nedenle küreselleşme akımının başlamasıyla birlikte bütün dünya savaş ve iç çatışma alanlarına dönüştürülmüştür . Bütün etnik gruplar , dinicemaatlar ve kültürel toplulukların küresel şirketlerin desteği ve yönlendirmesiyle yaşadıkları bölgede kendi eyalet devletlerini oluşturmaya doğru yönlendirildikleri ve bu amaçla batı kapitalist sistemi tarafından desteklendikleri çeşitli olaylar ile doğrulanmaktadır .Devletler var olan düzenleri içerisinde geleceğe dönük yeni siyasal ve yönetsel yapılanmalara reform programları içinde giderek güçlenmeye çalışırken , küresel şirketler güçlenen devletlerin denetimi altına girmemek için onları bölerek devre dışı bırakabilmenin yollarını aramaktadırlar . Eyaletleşme aşamasının tamamlanmasıyla birlikte iki yüz ulus devlet parçalanacak ve ortaya iki bin eyalet devleti çıkacaktır .Böylece , yirmi birinci yüzyıla 200 ulus devlet ile giren dünya, bu yüzyıldan çıkarken 2000 devlete sahip olarak yirmi ikinci yüzyıla girecektir . Böylece devlet sayısı önce 20 den 200 e ve daha sonra da 2000 sayısına ulaşacaktır .Orta çağ sonrasında dünyayı yönlendirme gücüne erişen küresel merkezler , kendi hegemonyalarını koruma çizgisinde model değişiklikleri üzerinden devlet sayısının artmasını her zaman desteklemişlerdir .

Küresel güçlerin planları doğrultusunda yirmi ikinci yüzyıla 2000 eyalet devleti ile girecek olan insanlık , bölünme ve parçalanmanın giderek hızla artması sonucunda eyaletlerin dağılması sürecini de yaşayacaktır . Bu doğrultuda her eyalet bölgesinde var olan şehirler arası rekabet öne çıkacak ve tıpkı krallıkların savaşarak imparatorlukları yaratması gibi eyaletlerdeki kentler de çatışma ve çekişme içinde büyüyerek ve güçlenerek şehir devletlerinin ortaya çıkmasına giden yolu açacaklardır .Böylece , 22.yüzyıla 2000 eyalet devleti ile girecek olan insanlık, giderek artan nüfusun yarattığı baskılar doğrultusunda eyaletlerin şehir devletlerine bölünmesiyle , bütün dünya kıtalarının üzerinde var olan kentlerin kendi alanlarında devletleşmeleri oluşumunu yaşayacaktır .Ulus devletlerin sınırları içindeki bölgelerin kendilerini yönetme hakkını ellerine geçirmesiyle, ortaya çıkan eyalet devletlerinin içinde yer alan kentlerin zamanla büyümeleri ve bağımsız yönetim birimleri aşamasına gelmeleri üzerine eyalet devletlerinin de iç karışıklıklar üzerinden bölünme aşamasına doğru sürüklenecekleri görülmektedir . Özellikle giderek artan nüfusun zorlamasıyla eyaletler içinde barındırdığı toplumsal yapıyı yönetemez bir aşamaya geldiği noktada ,kentlerin kendi yollarına giderek devletleşmeye yöneldikleri görülecektir . Siyasal gelişmeler giderek artan nüfusu yönetebilme doğrultusunda yeni ortamlar yaratacak ve böylece ulusal toplum yapılarının çözülmesinde ve parçalanmasında etkili olacaklardır .

22. yüzyıla 2000 devlet ile girecek olan insanlık yüz yıl daha sonra 23. Yüzyıla girerken de 5000 devletin çatısı altında yaşayabilecektir . Giderek artan nüfusun dünya kentlerini fazlasıyla genişletmesi üzerine şehir devletleri olgusu gelecek yüzyılın siyasal sürecinin ana çizgisini oluşturacaktır . İnsanlığın evrimi sürecinde devlet sayısı giderek artarken , devletlerin her dönemde farklı modeller ile ortaya çıktığı görülmektedir .Krallıklar imparatorluklara doğru dönüşünce ,sonraki aşamalarda ulus devletler ile eyalet devletler birbirini izlemiş ve bu sürecin son noktası olarak da , orta çağın şehir devletleri modelinin yeniden gündeme gelmesiyle insanlığın gelecekteki yaşam biçimi bu doğrultuda yönlendirilme noktasına gelinmiştir .Önceden planlanan gelecek projeleri doğrultusunda 23.yüzyılda dünya haritasında 5000 şehir devleti yer alacak ve bunlar arasında elektronik devrimin sonucunda gündeme getirilen bir elektronik bağlantı zinciri kurulmasıyla, yeryüzü haritası üzerinde şehirler küresel sistemin istasyon devletlerine dönüşebilecektir .Gelinen noktada insanlığın elektronik sisteme hapsedilmesiyle bu süreç başlamış ve geleceğe doğru yoluna devam etmektedir .Kentlerin ön planda olduğu ve insan toplumlarının buna göre yeniden yapılandırıldığı eskisinden çok farklı bir yaşam düzeni şehir devletleri uygulaması ile gündeme gelmektedir . İnsanların kimliği ve ülkeler ile var olan kişisel bağlantıları yeni dönemde artık kentler üzerinden belirlenecektir . Her kent bulunduğu bölgenin özellikleri ile devletleşerek öne çıkarken , insanlar da buna göre yeni bir yaşam düzenine sahip olacaklardır .

Ulus devletlerin dağılmamak ve eyaletlere bölünmemek korkusu yüzünden uygarlığın beşiği olan Avrupa kıtasında ,ABD ve SSCB gibi iki büyük bölgesel devlete karşı üçüncü büyük bölgesel devlet Avrupa Birliği yapılanması çerçevesinde yaratılmaya çalışılırken , ulus devletlerin bu doğrultuda direnmelerini kırmak üzere var olan kentlerin içinde bulundukları devletin merkezini oluşturan başkentler ile arasını açmak amacıyla, yerel yönetimler özerklik şartı getirilerek bütün üye devletlere baskı ile kabül ettirilmeye çalışılmıştır . Bu belgeye göre geleceğin dünyasında yerel yönetimler özerk olacak ve kesinlikle eskisi gibi içinde yer aldıkları devletin başkentine bağlı olmayacaklardır .Ulus devletlerin bütün kentleri eskiden başkente bağlı bir statüde varlıklarının koruyorlardı ve bu nedenle de bütün ülke kentleri başkentten yönetiliyordu . Başkentte yer alan parlamentoda kent temsilcileri eşit olarak yer alıyor ve başkentte kurulmuş olan devletin bütün kurumları aynı devletin çatısı altında birbirine hiyerarşik bir düzen çatısı altında bağlı olarak hareket ediyorlardı .Başkent statüsündeki kent ulus devletin merkezi olarak kendisine bağlı bulunan ülke kentlerini merkezi bir yönetim çatısı altında yönetme hakkını ve statüsünü ele geçiriyordu .Böyle bir düzen içinde kentler bağımsız hareket edemiyor ve başkentten gelecek egemenlik gücü doğrultusunda merkezi bir yönetimin parçası konumuna geliyorlardı .Avrupa kıtası üzerinde bir kıtasal birlik oluşturmak üzere gündeme getirilmiş olan Avrupa Birliği oluşumu sürecinde ulus devletlerin merkezi gücünü kırmak ve milli sınırları aşarak sınır ötesi bir bölgesel birlikteliği oluşturabilme doğrultusunda , başkentlerin ülkeden soyutlanarak devlete bağlı kentler üzerindeki yönetme gücü elinden alınmaya çalışılıyordu . Küresel şirketlerin yeni dünya düzeni planları doğrultusunda özerklik görünümü altında kentler başkentlerin yönetiminden çıkartılarak, ekonomi ve piyasalar üzerinden tekelci şirketlerin hegemonya alanlarına çekiliyordu . Demokratiklik görüntüsünü özerklik statüsü ilekoruyarak geleceğin şehir devletlerine giden yol özerklik statüsü ile kentlere kazandırılmaya çalışılıyordu .Böylece devlet sayısını fazlasıyla artıran bir yeni yapılanma devreye sokuluyordu . Başkentlerin kentleri yönetme yetkisi elinden alınarak halk kitleleri şirketlerin insiyatifinebırakılıyordu .

Çağdaş demokrasilerin ikili yapılanması çerçevesinde hem genel hem de yerel olarak yapılan seçimlerde değişen koşullarda halk kitlelerinin daha gelişmiş bir yaşam düzenine sahip olabilmeleri amacıyla yeni yapılanmalar devreye sokulmaktadır . Bugünün ulus devletlerini yönetmek durumunda olan merkezi iktidarlar çağdaş demokrasilerin yerelci yaklaşımlarından uzak kalmamak için yeni yeni yaklaşımlar geliştirmektedirler .Güncel sorunların aşılabilmesi doğrultusunda geliştirilen yeni politik girişimler , aynı zamanda devlet sayısını 2000 e çıkartacak çizgide şehir devletlerini yaratabilecek oluşumları da beraberinde getirmektedir . Bir ulus devletin başkentinde yer alan merkezi devlet kurumları varken , bu duruma aykırı bir biçimde ekonomik kalkınma ajansları kurularak faaliyete geçirilebilmektedir . Bütün devlet kurumları başkentte birleşik olarak varken , aynı zamanda bir kent olan başkentin geleceği diğer kentlerde olduğu gibi ekonomik kalkınma ajansları gibi yerelci örgütlenmeler aracılığı ile belirlenmeye çalışılmaktadır . Başkentler bütün ülkede yer alan diğer kentler için çözüm üretmek durumunda kalırlarken ,aynı zamanda devletin bakanlıklarını devre dışı bırakan bir yerelci uygulama olarak ekonomik kalkınma ajansları devreye konarak ve kentin geleceği merkezi devletin elinden alınarak, ekonomik alan piyasa oluşumları üzerinden küresel şirketlerin insiyatiflerine terk edilmeye çalışılmaktadır . Başkentin içinde barındırdığı ekonomi bakanlığı devre dışı bırakılırken , kentsel oluşumlar çerçevesinde ekonomik kalkınma ajansları ile kentlerin geleceği belirlenerek şehir devletleri dönemine geçiş hedeflenmektedir .

Yerel yönetimcilik görüntüsü altında kentlerin şehir devletlerine dönüşmesi planı gerçekleştirilirken , aynı zamanda var olan devletlerin birimleri yeni döneme geçiş aşamasında ,hem ulus devletin tasfiyesinde hem de bunun yerini alacak eyaletler ile şehir devletleri yapılanmalarının kurulması doğrultusunda kullanılmaktadırlar . Bir anlamda kamu kurumları devlet modellerinin değiştirilmesi sürecinde eyaletleşme üzerinden şehir devletlerine giden yolda kullanılmaya çalışılmaktadır . Kentsel dönüşüm planları doğrultusunda kentler yeni baştan ele alınırken , kentleri çevreleyen tarımsal alanlardaki nüfusun kent merkezlerinde toplanmalarına dikkat edilmektedir .Tarımsal üretimin kısıtlanmasıyla düzeni bozulan kırsal kesim insanları kent varoşlarına doluşturulurken , bunların gereksinmeleri yerel yönetimler aracılığı ile karşılanarak, merkezi devletin bu alandan geri çekilmesi istenmektedir .Bu doğrultuda merkezi alandaki eski yapıların yıkılmalarına öncelik verilmekte , boşalan yerlere ise yeni rant tesisleri yapılarak kentsel alanlar hızla kazanç bölgelerine dönüştürülmektedir . Bir anlamda kentsel dönüşüm adı altında eski kentler yıkılarak yerlerine batılıların deyimi ile kazanç kentleri biçiminde profitopolis yapılanmaları gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır .Kırsal kesim nüfusu kent merkezlerinde bir araya getirilirken,merkezi alandaki eski yapıların yıkılarak toplu konut alanlarına , gökdelen yapılanmalarına , geleneksel çarşıları devre dışı bırakacak doğrultuda yeni alış veriş merkezlerine önde gelen bir biçimde yer verildiği görülmektedir . Geleceğin şehir devletlerinin gereksinmelerini karşılayacak düzeyde bir yeni yaklaşım ulus devletlerin yeni yönetimlerine dışarıdan empoze edilmekte ve bu doğrultuda küresel şirketlerin çıkarlarına öncelik verilerek , kentsel kamu alanları yeni şehir devletlerinin etkinlik sahaları olarak yeniden düzenlenmektedir . Dönüşüm programları aracılığı ile kentler şehir devletlerine doğru dönüştürülürken ulus devletler dönemi kapanmakta ve bunlar tarihe mal olurken , geleceğin şehir devletleri küresel alanda öne çıkmaktadırlar . Uluslararası tekelci şirketler sahip oldukları zenginliği ve satın aldıkları teknolojiyi kullanarak ve siyaseti finanse ederek kentler üzerinden ulus devletleri parçalamaktadırlar .

Yerel seçimler dönemlerinde kentlerin yönetimi sorunu öne çıkınca, kentlilerin oylarını alarak yerel yönetimleri yönetme hakkını elde etmeye çalışan siyasal kadrolar seçim programlarında nasıl bir kent yapılanması ve yönetimi istediklerini açıkça ortaya koymak durumunda kalmaktadırlar . Nasıl bir kent ve nasıl bir kent yönetimi sorularına verilmek istenen yanıtlar ,aslında geleceğin şehir devletleri oluşumunun önünü de açarak insanlığı 5000 şehir devleti üzerinden yönetecek yepyeni bir yapılanmayı halkın gözleri önüne sermektedir . Tek bir dünya devleti çatısı altında insanlığı bir araya getirmeye yönelen küreselleşme olgusunun getirdikleri ,yerel yönetimlerin yeniden yapılandırılması aşamasında öne çıkartılmaktadır. Bu doğrultuda yapılan kent planları geleceğin şehir devletlerinin meydana getirilmesinde esas alınırken , var olan teknolojinin olanaklarından yararlanılarak kentsel devletleşmesinin altyapıları öncelikli olarak tamamlanmaya çalışılmaktadır . Kentsel dönüşüm tam anlamıyla başkente bağımlı kentler olmaktan çıkarak geleceğin özerk ve bağımsız şehir devletlerine giden yolda tamamlanmaya çalışılmaktadır . Çağdaş teknolojilerin verilerinden yararlanılarak geliştirilmiş olan projeler, kentler arasındaki rekabet ve yarışmaları özendirecek bir biçimde uygulama alanına aktarılmaktadır . Merkezi bir yapıyı dışlayan bu tür yerelci bir gelişim süreci içinde, yaratılmaya çalışılan akıllı kentler bir anlamda devlet aklını kullanamayan ulus devletlerin sonrasını da belirlemektedir .Devlet ya da siyasal aklın kentsel ölçekte kullanılmaları , var olan devletlerin kendilerini yenileyerek güçlendirecek bir çizgide yeni bir devlet aklı geliştirilmelerine fırsat bırakmamaktadır .

Küresel sermayenin güdümündeki tekelci şirketler kendi çıkarları doğrultusunda geleceğe dönük projeleri finanse ederken insan gerçeği geride bırakılmakta ve varoşlarda toplanan büyük kalabalıkların gereksinmeleri üzerinden kentlerde maddi bir yeni ekonomik düzen oluşturulmaya çalışılmaktadır .İnsanı ihmal eden ve sürekli olarak maddi gereksinmeleri öne çıkartan yeni kentleşme süreçleri ne karşı halk kitleleri karşı çıkarken insanların doğal gereksinmelerine öncelik verecek insan merkezli kentlerin kurulması kendiliğinden gündeme gelmektedir . Vatandaşlık bilincine sahip olan her insanın anayasal hukuk devleti çatısı altında her türlü gereksinmesi karşılanması gerekirken , küresel sermayenin pazarları ile satın alınmaya çalışılan yeni kentsel dönüşüm planlarına dikkat etmek gerekmektedir . Çağın gerçekleri doğrultusunda öne çıkan yeni kamusal süreçte sorumluluk sahibi olan herkesin , kamu düzenine sahip çıkarak kamu yararını gerçekleştirmek gibi bir asli görevi yerine getirmesi giderek zorunluluk kazanmaktadır . Her kentin nüfusunu dikkate alan yerel yönetimlerin kitlesel beklentileri öncelikle karşılaması gerekmektedir . Küresel sermaye değer üreten kentler yaratıyoruz reklamı ile şehir devletlerini geleceğe doğru yönlendirirken ,kent nüfusunun çoğunluğunu oluşturan vatandaşların toplumsal bir adalet düzeni doğrultusunda gelişmeleri yönlendirmeye çalışmasında yarar bulunmaktadır .

Halk kitleleri yerel seçimlere girerek ve kent yönetimine katılacak düzeyde bir halk yönetimi oluşturma doğrultusunda aktif vatandaşlık anlayışını geliştirerek,kentlerin çıkarcı emperyalist plan ve projelere alet olmalarını önlemek durumundadırlar .Sermayeninkontrolunda tek bir dünya devleti isteyenlerin kentleri kullanarak ulus devletleri yıkıma götürmesine, halk kitleleri daha fazla ezilmemek için artık izin vermemelidir . Kent hukuku kentsel haksızlıkları önlemek için kullanılmalı , kentsel haklar görünümünde ulusları ve halk kitlelerini devre dışı bırakan yanlış bir kent bağnazlığına teslim olunmamalıdır . Kentler artık ulusal başkentler ile birlik olarak ülkelerinin geleceğini arayan politikaları öne çıkarmalıdır .

Geleceğin dünyasına hazırlık olsun diye, bazı adaları devlet konumuna dönüştürerek Malta ya da Singapur gibi kent büyüklüğündeki kara parçalarını bağımsız devlet olarak tanımak , ya da Büyük Okyanusun çeşitli bölgelerine dağılmış olan küçücük adacıkları Birleşmiş Milletlere tam üye olarak bağlı bulunan devlet statüsü vermek ,küçük güzeldir yaklaşımı çerçevesinde bütün dünya kamuoyuna karşı küçücük adalar ile birlikte onların küçüklüğünde kentleri de devletleştirerek sahneye çıkarmanın ön hazırlığı olarak göze çarpmaktadır . Rusya ,Çin,Kanada ,Avustralya ve de Hindistan gibi çok büyük kıtasal ülkeler ile uluslararası hukuka göre eşit devlet statüsü konumunu adacıklara ya da kentlere vermek yeryüzü haritasında çok büyük dengesiz durumlara yol açmaktadır . Bu yüzden de ABD gibi batının önde gelen emperyalist güçleri ,bir süper devlet olarak kentleri ve adaların bağımsız devlet statüsünü tanımayarak bunları bir gecede işgal edebilmekte, ya da tamamen tersi bir doğrultuda bazı büyük devletleri parçalayarak küçültmek doğrultusunda ya da askeri hegemonya planları çizgisinde Okinawa gibi adaları askeri üslere dönüştürerek, yeni bir kentsel oluşum örneğini dünya haritası üzerinde öne çıkarmaktadır . Singapur gibi bir ada devletini gelecek yüzyılların örnek şehir devleti olarak insanlığa empoze eden küresel güçler, önümüzdeki yıllarda bütün adaları ve kentleri yerel yönetimler görünümü altında şehir devletleri yapılanmasına doğru sürüklemektedir .Bu durumda parçalanma riski taşıyan bütün büyük devletler ,kendilerine bağlı bulunan kentlerin ve adaların gelecekte, kendi ülkelerinden koparak ayrı bir devlet statüsüne kavuşmalarına pek de olumlu bakmamaktadırlar .

Önümüzdeki dönemde dünya nüfusu on milyara doğru tırmanırken ve bütün ülkelerde nüfus yoğunluğu giderek artarken, başkentlerde örgütlenmiş olan merkezi devletler giderek artan bu yükü taşımakta fazlasıyla zorlanmaktadırlar . Gelinen noktada bütün devletlerin idari yapılanmalarında ciddi sarsıntılar yaşanmakta ve bu yüzden yönetim reformları kaçınılmaz bir biçimde gündeme gelmektedir . Artan nüfusun ortaya çıkardığı baskılar emperyal projeler doğrultusunda küresel merkezler tarafından yönlendirilmeye başlandığında , bütün ulus devletleri tehdit eden bölünme ve parçalanma senaryoları devreye girerek ulus devletleri tarihin arka planına doğru itmektedir.Türkiye bu açıdan hem çok kritik bir coğrafyada bulunmaktadır hem de toplumsal ve jeopolitik konumu gereği de bir çok açıdan dağılma riski ile karşılaşmaktadır . Küresel sermayenin tekelci şirketleri bütün ulus devletlere yönelik bölücü girişimlerini tırmandırdıkça , ulus devletlerin kenar ve kıyı bölgelerinden yeni parçalanma senaryoları ortaya çıkacak ve bu doğrultuda yeni eyalet ya da kent merkezli yapılanmalar, şehir devletleri olarak yeni dünya haritası üzerinde kimlik kazanacaktır. Bu doğrultuda bütün devletlerin önümüzdeki dönemde merkezci güçler ile yerelci güçler arasında giderek tırmanan bir siyasal çekişme sürecine gideceği artık açıkça görülmektedir .

Bu aşamada yapılması gereken ,dünya barışı ve var olan devletlerin ulusal çıkarları doğrultusunda merkezci ve yerelcigüçlerin bir araya gelerek yeni bir model zeminin de geliştirilecek ortak plan çerçevesinde anlaşmaya varmalarıdır . Yapılacak olan öncelikle artan nüfusun gereksinmelerini karşılayabilmek için yerel yönetimlerin güçlendirilmesidir .Ama aynı zamanda sayıları çok artan yerel yönetimleri izleyecek , denetleyecek ve merkezden uyumlu bir biçimde yönetecek düzeyde güçlendirilmiş bir merkezi yönetimin de milli idari reform programları ile bir an önce kurulması gerekmektedir . Güçlü merkezi yönetimler ancak yenilenen ulus devlet projeleri ile kurulabilecektir .Bu doğrultuda ,yarım kalan uluslaşma süreçlerinin bütün dünya ülkelerinde acilen tamamlanması gerekmektedir .
***
ELEŞTİRİ, YORUM VE KATKILAR:
Şehir devletcikler de kendi içinde her tarikata her etnik veya dinsel gruba özerklik verecek...Yani orman kanunu, ilkel kabile toplumlarına doğru sürükleniyoruz... Ders kitapları üzerinden bu gidişatın hangi noktasındayız size net söyleyebilirim.
Az önce Kanal B TV de Levent Yıldız'ın "tarihin bilinmeyen yüzü"nde Cengiz Özakıncı konuşuyordu, Antik Grek'lerde kadına nasıl bakılıyordu, medeniyet göstergesi olark anlatıyordu... Birinci bölümde de STRUMA yalanını belgelerle anlatmıştı. Kimleri kızdırmışsa programın üzerine SEUS YILDIRIMLARINI GÖNDERDİ. Yayın kesildi. 24 Şubat 2019
Saygılarımla
Mahiye MOGÜL

11 Şubat 2019 Pazartesi

YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR. "Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN" ANKARA KALESİ, NO: 95 (Ankara, 11 Şubat 2019-Pazartesi) - Türkiye son hızla genel seçimlere gidiyor. Üç ay sonra genel seçimlerin sonuçlarına göre, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek siyasal iktidar belli olacaktır.

ANKARA KALESİ NO: 95  
YENİ BİR ERZURUM KONGRESİ TOPLANMALIDIR
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Ankara, 11 Şubat 2019


Türkiye son hızla genel seçimlere gidiyor. Üç ay sonra genel seçimlerin sonuçlarına göre, önümüzdeki dönemde Türkiye’yi yönetecek siyasal iktidar belli olacaktır . Böylesine bir aşamada siyasal partiler seçmen önüne çıkmağa hazırlanmaktalar ve bu doğrultuda programlar ve planlar hazırlayarak ve her gün halkın önüne çıkarak ,seçim kazanmak üzere yeni manevralara hazırlandıkları göze çarpmaktadır . Halk kitlelerini yakından ilgilendiren hemen hemen her konuda başlıca partilerin yeni hazırlıklara girdikleri ve bu doğrultuda genel seçimler öncesinde yeni programları Türk kamuoyuna açıklayarak arkalarındaki halk desteğini artırabilmek üzere harekete geçtikleri anlaşılmaktadır . Siyasal partilerin başlıca hedefi olan iktidara gelmek ancak genel seçimler yolu ile mümkün olabildiğinden , böylesine bir geçitten geçebilmek üzere önde gelen büyük partilerin Türkiye’nin en önemli sorunlarına yeni çözümler üreterek gelecek dönemde Türkiye Cumhuriyetini yönetmeğe talip oldukları ,bu tür girişimlerinden açıkca ortaya çıkmaktadır . Bugüne kadar gündeme gelen bu tür girişimlerin önümüzdeki dönemde daha da artacağı ve seçmen kitlelerini oy verme aşamasında etkileyecek derecede tırmanacağını şimdiden söylemek mümkündür. Seçimlere doğru yeni gazetelerin ve dergilerin çıkması kamuoyundaki tartışmaları tırmandıracağı gibi ,partilerin seçim bildirgeleri ve programları da Türkiye’yi genel seçim atmosferine hazırlayacaktır .
İçinden geçilmekte olan değişim sürecinde Türkiye bir çok konuda zorlanmakta , değişimin dayattığı sorunlar ile geçmişten gelen geleneksel sorunlar bir araya gelerek ,zamanla içinden çıkılmaz bir sorunlar yumağını Türkiye’yi yönetmeğe talip olan partilerin ve siyasetçilerin önüne çıkmaktadır . Tek tek ele alındığında daha kolay çözüme kavuşturulabilecek bazı sorunların daha genel anlamda ve başka sorunlar ile beraber ele alınması ,ya da bütün boyutları ile masaya yatırılması gibi durumlarda gene içinden çıkılmaz durumlar ile karşılaşmak mümkün olabilmektedir . Bu nedenle hem siyasi partiler hem de siyaset kadroları ciddi boyutlarda zorlanmaktadırlar . Öyle ki , Türkiye Cumhuriyetinin doğrudan doğruya geleceğini etkileyecek derecedeki çok önemli ve yaşamsal sorunlara böylesine bir ortamda çözüm bulmakta Türk toplumu giderek gecikmekte ve bu nedenle de Türkiye’nin sorunları çözümsüz bir doğrultuda sürünüp gitmektedir . Zaman en acımasız hakem olarak bu durumu açıkca ortaya koymakta ne var ki , Türkiye gene de ana sorunlarına çözüm üretebilecek olgunluk aşamasına gelememektedir . Böylesine bir gecikmenin dış konjonktürden gelen nedenleri olduğu gibi ,içeriye yansıyan boyutları ve Türkiye’nin iç dinamiklerinin bir türlü olumlu bir çizgide kesin ve kalıcı çözümler için elverişli bir ortama gelememesi de etkili olmaktadır . Bu doğrultuda çözüme kavuşturulamayan sorunlar giderek karmaşık bir yapıya dönüşmekte ve içinden çıkılmaz bir duruma dönüştüğü aşamada ise ,bazı haklı ya da haksız tepkiler ile karşılaşarak iyice yokuşa gitmektedir .

Son zamanlarda bölücü hareketler ve terör sorunu üzerinden Türkiye’nin gündemindeki bir numaralı sorun olarak duran güneydoğu sorunu ,bir türlü çözüme kavuşamamakta , iyi niyetli çözüm girişimleri bir türlü sonuca ulaşamamakta ,bu arada kötü niyetli siyasal girişimler de engelleyici faktörler olarak devreye girdiği aşamada sorunu çözüme kavuşturmak hedefi iyice uzaklaşarak imkansızlık noktasına gelmektedir .Osmanlı imparatorluğunun yıkılmasıyla beraber gündeme gelen bu sorun zamanımızda iyice içinden çıkılamaz bir duruma gelmiş ve iyi niyetli girişimler giderek sonuçsuz kalınca ,bu kez de kötü niyetli girişimler bu sorunun Türkiye Cumhuriyetine ve komşu devletlere karşı kullanılması gibi bir yeni olumsuz gelişmenin öne çıkmasına neden olmuştur . Sorunu çözemeyen iç ve dış siyasal çevreler bu kez içine girilen çözümsüzlük aşamasında bu kez sorunu birbirlerine karşı çözümsüzlük doğrultusunda kullanmağa başlamışlar ,karşı tarafların çözümlerinin engellenebilmesi için görünüşte yeni adımlar atılmış ve bu adımların sorunu çözmeğe değil tamamen tersine çözümsüzlük istikametine doğru çektiği belirli bir zaman dilimi geçtikten sonra görülmeğe başlanmıştır . Bunun anlaşılması üzerine ,güneydoğu da çözüm bekleyişi içinde olan ilgili çevrelerin umutları tükenmeğe başlamış ve bir anlamda aldırmazlık tutumu bu çevrelerde giderek etkili olmağa başlamıştır . Sorunu barış içinde çözemeyenler savaş ve terör yollarını denemişler ama bu yoldan da bir sonuç elde edememişlerdir . Terör ile Türkiye Cumhuriyetinin yıkılamıyacağı , Irak ya da Yugoslavya’daki gibi bölünemiyeceği artık kesin olarak anlaşılmıştır . Ne var ki , Türk devletinin de bütün gücüne rağmen terör örgütünü kesin olarak yok edemiyeceği anlaşılmış ve bu aşamadan sonra ,güneydoğu sorununun Türk devletinin yıkılmazlığı ile bölgedeki etnik halkın terör örgütlenmesi arasına sıkışıp kaldığı belli olmuştur . Terör örgütü Türk devletini otuz yıl sonra yıkamayınca , bölge halkı terör yolu ile sonuca gidemeyeceğini anlamıştır .Terör örgütünün arkasında ise bölgeye dönük stratejik hesapları olan ABD,İngiltere ,Almanya ,Fransa ve İsrail gibi emperyal batılı devletlerin açık desteği olması yüzünden de Türk devleti de bu bölgedeki etnik terörü kendi gücü ile sona erdiremiyeceğini anlamış durumdadır .

Gelinen noktada ,güneydoğu sorununun devlet baskısı ile ya da etnik halkın terör örgütlenmesiyle çözülemiyeceğinin kesin olarak anlaşıldığı görülmektedir . Artık Kürt yok diyerek ya da dağlık bölgeden gelen kart kurt sesleri masalları ile güneydoğu sorununun olumlu bir sonuca bağlanamıyacağı iyice belli olmuş ve soğuk savaş sonrası aşamada içine girilen küreselleşme döneminin dinamiklerinin etnik kökenleri öne çıkarması nedeniyle sorun daha da büyüyerek iyice içinden çıkılmaz bir noktaya gelmiştir . Eski dönemde Türkiye’nin komşu ülkelerini Türkiye’ye karşı terör eylemleri için etnik gruplaşmalar doğrultusunda kullanan Türkiye’nin dostu ve müttefiki görünümündeki batılı emperyal devletler yeni dönemde bu şanslarını yitirmişler , soğuk savaş sonrasında sınır komşularıyla dana yakın ilişkiler içerisine giren Türkiye Cumhuriyeti komşularını da bölücülük doğrultusunda tehdit eden etnik teröre karşı bölgesel bir işbirliği ve dayanışma dönemini başlatmıştır . Irak ve Suriye’nin kuzey bölgelerini Türkiye’ye karşı birer terör üssü olarak kullanan bölücü illegal örgüt yeni dönemde bu şansını yitirince iyice toplumsal desteğini kaybetmiştir .,Kitlesel destekten mahrum kalan bölücü örgüt yeni dönemde eski iddialarını sürdürebilmek için ,batının emperyal devletlerinin desteğine sığınmış ve Avrupa Birliği oluşumu üzerinden Avrupa ülkelerini , Büyük Orta Doğu Projesi üzerinden de ABD ve İsrail devletlerinin desteklerini korumağa çalışmış ve bu ülkeleri n Türkiye üzerinde baskı kurmalarını sağlayarak , Türkiye’nin güneydoğu bölgesinde kendi istedikleri doğrultuda bir çözüm üretmeğe çaba göstermişlerdir . Nato üyesi ve AB aday ülkesi olarak Türkiye’nin batı dünyası ile olan yakın ilişkilerinden yararlanarak , batılı ülkeleri Türkiye’yi bölücü örgütün planları doğrultusunda bir çözüme zorlama dönemi de son yıllarda giderek artan baskı ve şantajlara rağmen sonuç vermemiş ,bu doğrultuda geliştirilen bütün girişimler sonuçsuz kalmıştır . Artık eski tutumlar ya da senaryolar ile sonuç alınamıyacağı kesin olarak belli olmuştur .

Bölücü etnik terör yüzünden otuz yılda otuz bin insanını kaybeden Türkiye Cumhuriyetinin bundan sonraki aşamada yeniden bir terör dönemine zorlanması hiçbir biçimde sonuç vermeyeceği gibi tamamen tersine bir doğrultuda tepkisel olumsuz sonuçlara da giden yolları açabilir .Türkiye artık geri zekalı ya da aptal bir ülke konumuna hiçbir biçimde düşürülemiyecek derecede bir olgunlaşma aşamasına gelmiştir . Çeyrek yüzyılı aşan bir sürede yaşanan olaylar , Türk insanını bilinçlendirdiği gibi Türk devletinin de giderek güçlenmesine neden olmuştur . Eskisinden daha güçlü bir konuma gelen Türkiye Cumhuriyetinin Yugoslavya’da yaşanan iyiniyetli demokrasi senaryoları ile safca parçalanmağa doğru sürüklenecek bir geri ülke ya da zayıf devlet konumundan hızla uzaklaştığının görülmesi gerekmektedir . Bu konuda kararlı görünen batı emperyalizmi ve İsrail siyonizmi maalesef hedeflerine ulaşmakta fazlasıyla gecikmişlerdir . Son yıllardaki bütün zorlamalara rağmen istediklerini elde edemeyen bu emperyal güçler gene aynı kafada olmalarına rağmen , aradan geçen yıllardan sonra dönemin değiştiğini ve Türkiye’nin artık dıştan yetiştirilen ve dışarıdan gönderilen siyasetçiler ile uzaktan kumandalı manüplasyonlar ile yönetilemiyeceğini artık görmeleri gerekmektedir . Zaman içerisinde doğrular ve yanlışlar ortaya çıkmış ve küresel sermayenin güdümündeki medya ile ya da siyasetin küresel sermaye tarafından finanse edilmesiyle dışa bağlı güçlerin ya da kadroların aracılığı ile Türkiye’nin bir yerlere sürüklenerek yönetilemiyeceği artık kesin olarak ortaya çıkmıştır . Geçmiş dönemde yaşanan olaylardan herkesin bir ders çıkarması gerektiği görülmektedir . Çıkarılan derslerden alınacak olumlu sonuçlara göre yeni dönemde davranılması gerektiği anlaşıldığı için ,hiç kimse ya da taraf bütün sorunlarda olduğu gibi güneydoğu ya da doğu Anadolu sorunlarında da eskisi gibi hareket ederek zorlayıcı ve baskıcı girişimler ile sonuç almağa yönelme hakkı bulunmamaktadır . Soğuk savaşdan küreselleşme aşamasına geçiş döneminde ortaya çıkan bölücü terörün sonuçsuzluğu ve hiçbir işe yaramazlığı kesinlik kazandığına göre , yeniden böylesine yöntemlere başvurulması durumunda Türk devletinin ve Türk ulusunun ,ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından göstereceği tepkiler eskisinden çok farklı ve ağır olabilir . Bu nedenle , böylesine olumsuz tepkilere yol açabilecek zorlayıcı girişimlerden vazgeçilmesi öncelikle sorunun barış ortamında daha sağlıklı bir biçimde ele alınabilmesine yardımcı olacak ve bu doğrultuda yeni olumlu adımların atılabilmesi için elverişli bir ortamı yaratabilecektir .

Türkiye genel seçimlere giderken sadece güneydoğu sorunu değil ama bütünüyle Doğu Anadolu bir büyük sorun olarak Türk kamuoyunun önüne gelmiştir . Yeni dönemde Türkiye bölgeye sadece güneyden ya da güneydoğu sorunu olarak değil ama bütünüyle ülkenin doğu bölgelerini içine alacak düzeyde bir doğu sorunu olarak bakmak durumundadır . Bu nedenle , Türkiye Cumhuriyeti devletinin doğu bölgesini oluşturan , güneydoğu,doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgeleri artık beraberce dikkate alınmak durumundadır .Ulusal kurtuluş savaşını yönetmek üzere Samsun’a çıkan Türk devletinin kurucusu Atatürk’ün izlediği siyasette bu doğrultuda gelişmiştir . Doğu Karadeniz’deki Pontus çetecilerine karşı güvenlik oluşturmak üzere Anadolu’ya ayak basan Mustafa Kemal daha sonraki aşamada ulusal kurtuluş savaşına ülkenin doğusundan başlayarak işe girişmiş ve öncelikle Doğu Anadolu ile Doğu Karadeniz’in birlikteliğini sağlayacak olan Erzurum Kongresi ile resmi çalışmalarına başlamıştır . Erzurum Kongresi öncesinde ülkenin her köşesinde iki yüz civarında kongre ve toplantı yapılmasına rağmen , yerel ya da bölgesel düzeyde sonuç alınamamış ve daha sonraki aşamada Mustafa Kemal’in Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu’da birlik ve bütünlük sağlaması üzerine gerçek anlamda ulusal kurtuluş savaşı başlamıştır . Dünyanın tam ortasında her tarafı açık bir konumda yer alan Anadolu yarımadası üzerinde bir bağımsız devlet düzeninin oluşturulabilmesi için jeopolitik ve stratejik açılardan öncelikle Doğu Anadolu’nun güvence altına alınması zorunlu görünüyordu. Doğu Anadolu Erzurum Kongresi ile güvence altına alındıktan sonra sıra ülkenin diğer bölgelerine gelmiş ve daha sonraki aşamada Doğu Anadolu bölgesinde sağlanmış olan birlikteliğin Misakı Milli sınırları doğrultusunda ülkenin batı,güney ve kuzey bölgelerine de taşındığı görülmüştür . Ulusal kurtuluş savaşı sırasında yaşanan bu siyasal gelişmeler , Anadolu üzerindeki bu üniter ulus devletin bağımsız bir siyasal düzen oluşturabilmesi açısından Doğu Anadolu’nun birlikteliği ve bütünlüğünün yaşamsal bir öneme sahip bulunduğunu açıkca göstermiştir . Türkiye’nin doğusunda bulunan üç coğrafi bölgenin bir bütünlük içerisinde merkeze bağlı olmasının ülkenin batı bölgelerinin başkent Ankara’dan merkezi olarak yönetilebilmesi açısından da gerekli olduğu görülmüştür . Doğusunu güvenceye alan Ankara yönetimi batı bölgelerini yönetebilir konuma gelebilmiştir . Doğusunu koruyamayan bir Ankara yönetimini batı bölgelerinin de ciddiye almayacağı açıktır . Bu nedenle , Türkiye Doğu Anadolu için geliştireceği çözüm önerilerinde devletin kuruluş yapısı ,modeli ve ilkelerini öncelikle göz önünde tutmak zorundadır . Bu gerçeği güneydoğu’da ayrı devlet isteyenlerin ya da Kuzey Irak’a Türkiye’nin güneydoğusunu da bağlamak isteyenlerin acilen görmelerinde barış koşullarının korunabilmesi açısından yarar vardır .

Türk devleti Doğu Anadolu’ya başkent Ankara’dan bakmak durumundadır . Devletin böylesine bir merkezi yapıda kurulmuş olması nedeniyle , hareket noktası başkent Ankara’nın kontrolu altındaki Misakı Milli sınırları içerisinde üniter bir bütünlüğün öncelikle korunması ve böylesine bir siyasal yapılanmanın üzerinde duran ulus devletin varlığının geleceğe dönük sürdürülebilmesi açısından devletin kurucusu Atatürk tarafından belirlenmiş olan devlet modelinin öncelikle korunması gerekmektedir .Bu durum aynı zamanda bir anayasal zorunluluk olarak da devreye girmekte ve ülkenin her bölgesine merkezden aynı doğrultuda bakış açılarının geliştirilebileceğini göstermektedir . Türk devleti Ankara merkezli bir hukuki yapıya sahiptir ama Ankara’da ulusal ve üniter devletin kurulmasına giden yol Doğu Anadolu’daki Erzurum Kongresi ile başlatılabilmiştir . Erzurum Kongresi o koşullarda yapılamasaydı Sivas’da bir büyük ulusal kongre hiç yapılamaz ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyeti nin kuruluşuna giden kararlar Türk ulusunun ülkenin bütün bölgelerinden gelen il ve bölge temsilcilerinin katılımıyla hiçbir biçimde kurulamazdı . Bu nedenle , Doğu Anadolu’nun geleceği denlince akla Erzurum Kongresi , Türkiye’nin geleceği denilince de akla Sivas Kongresi gelmektedir .Atatürk Misakı Milli sınırları içerisinde bir ulus devleti üniter yapı içerisinde oluştururken Doğu Anadolu’da güneydoğu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin birlikteliğini öncelikle sağlamış ve daha sonraki aşamada da bu durumun ülkenin birliği ve bütünlüğü açısından korunmasına öncelik vermiştir . Atatürk Cumhuriyetinin çatısı altında Doğu Anadolu’ya bakış açısını bu nedenle öncelikle Erzurum Kongresi olgusu ile değerlendirmek gerekmektedir . Erzurum Kongresi bakış açısıyla Doğu Anadolu’ya bakıldığı zaman , emperyalizmin gelecekte muhtemel küçük etnik devletlerin başkenti olarak öne sürmeğe çalıştığı Diyarbakır,Van ve Trabzon kentinin bütünüyle Doğu Anadolu bölgesinin kopmaz parçaları olduğu daha iyi anlaşılabilmektedir . Bölücü partinin belediye başkanı Diyarbakırı Batman ile birleştirip özerklik isterken ,aynı taleplerini Trabzon ve Van için de gündeme getirmekte ve Emeniler ile Rumların desteğini alarak , güneydoğu’da bir Kürdistan’ın kuruluşunu Türk devletine karşı dayatmağa çalışmaktadır . Hala Sevr rüyaları gören bölücüler , sadece Diyarbakır’ı tek başına kurtaramayınca bu kez Van ve Trabzon’u da öne atarak Doğu Anadolu’da muhtemel bir Ermenistan ve Pontus Cumhuriyetleri oluşumunu yeniden devreye sokmağa çalışmaktadırlar .

Geçen hafta sonunda Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili bir bölge toplantısını , Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuş olan ana muhalefet partisinin müstakbel Büyük Ermenistan devletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlediği görülmüştür . Başkent Ankara’dan çok uzak bir düzeyde yapılan bu toplantıda İstanbul ile Doğu bölgesinin temsilcisi olan bazı sivil toplum kuruluşlarının yöneticileri de katılmış ve bölgenin geleceği İstanbul merkezli bir bakış açısı ile Ankara ‘dan gelebilecek temsilciler devre dışı bırakılarak ve en önemlisi halen Türkiye’nin en büyük demokratik kitle örgütü olan Atatürkçü Düşünce Derneğinin toplantıya gelmiş olan temsilcileri dışarıda bırakılarak toplantıyla devam edilmek istenmiştir . Atatürk’ün partsinin Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışlayarak böylesine bir bölge toplantısı yapması hem bölgede hem de ulusalcı ve cumhuriyetçi kamuoyunda ciddi tedirginlikler ve kuşkular yaratmış ve “nereye gidiyoruz “ sorularını öne çıkarmıştır . Atatürk’ün devlet modelini savunması gereken Atatürk’ün partisi , Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bir bakış açısı ile bakması gerekirken ,bu konuda kendisine en fazla yardım yapabilecek düzeydeki ulusal birikime sahip olan Atatürkçü Düşünce Derneği’ni dışarıda bırakarak bölge toplantısını yapmağa çalışması , çok ciddi tedirginliklere neden olmuştur . Bölücü etnik terör örgütüne yakın duran bazı sivil toplum kuruluşları ile bu doğrultuda siyasete yakın duran bazı temsilcilerin toplantıya katılmaları , devleti kurmuş olan Atatürk’ün partisinin Doğu Anadolu’ya Atatürkçü bakış açısından vazgeçtiğine dair tartışmaları de beraberinde kamuoyuna getirmiştir . Doğu Anadolu’nun bütünlüğüne öncelik vermeyen , güneydoğu sorununu Doğu Anadolunun birlik ve bütünlüğü dışında ele alan , Kuzey Irak benzeri bir yeni yapılanmayı çözüm diye Türkiye’nin güneydoğu bölgesine getirmek isteyen bir yaklaşım hiç bir zaman ,Doğu Anadoluyu kurucu önder Atatürk’ün devlet modeline göre değerlendiremiyecektir . Güneydoğu’ya öncelik vererek Doğu Anadolu ve Doğu Karadeniz bölgelerinin dışlanması ya da ikinci planda bırakılması ,bölgeye Erzurum Kongresi sonrasında getirilmiş olan bütüncül bakış açısını ve yaklaşımları ortadan kaldırarak bölücü sonuçlar verebilecektir . Bölücü örgüt yandaşı sivil toplumcular ile , başkent Ankara’ya yüz belediye başkanını bir araya getirerek bölgesel meydan okuyanlar ile Doğu Anadolu’ya bütüncül bir yaklaşım geliştirilemez ve bu nedenle de kalıcı ve Türkiye’nin devlet modeline uygun bir çözüm getirilemez .

Ne var ki , Doğu Anadolu’nun bütünlüğü dışlanarak sadece güneydoğu bölgesinin ele alınmasıyla ancak bölücü örgütün ve Türkiye’yi bölmek isteyen batılı emperyal ve siyonist çevrelerin ekmeğine yağ sürülebilir . İstanbul sermayesinin çıkarlarına geçmişte teslim olan Atatürk’ün partisinin yeni dönem açılımında gene İstanbul merkezli bakış açılarıyla biryerlere gitmeğe çalıştığı ama bunu da başaramıyarak yüzüne gözüne bulaştırdığı görülmektedir .Ankara’dan mal kaçırır gibi İstanbul sermayesinin federasyoncu ve eyaletçi bakış açılarıyla öne çıkarılacak çözüm önerilerie ülkenin birlik ve bütünlüğüne zarar vereceği için , Atatürk’ün partisinin gleneksel tabanı tarafından hiçbir zaman benimsenmeyecek ve beklide genel seçimlerde ciddi oranlarda oy kaymasına yol açabilecektir . Geçen seçimlerde partinin önünü kapayarak iktidara gelmesini önleyen eski genel başkana kızgınlık nedeniyle Atatürkçü tabanın önemli bir kesimi tepkisel olarak milliyetçi partiye oy vererek siyaset sahnesnden dışlanmak istenen bu partiye hayatiyet kazandırmıştı .Adında halk sözcüğü bulunmasına rağmen iş adamı ve sanayici derneklerinden kaynaklanan sermaye politikalarına angaje olan Atatürk’ün partisi bu yüzden kısa zamanda zenginlerin partisi durumuna sürüklenerek ,ve Anadolunun çeşitli bölglerinden dışlanarak zenginlerin yaşadığı sahillerin partisi konumuna sürüklenmişti . Bu durumdan ders alması gereken Atatürk’ün partisi geçen yıl İstanbul merkezli bir yönetim atağı ile karşı karşıya kaldığı için ,genel başkan ve yardımcıları ile genel sekreterin İstanbul temsilcileri olarak siyaset sahnesinde yerlerini aldıkları ve bu nedenle de Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen ulusal ve üniter devlet yapısını ikinci plana atmağa ve İstanbul’u yeniden başkent yapacak doğrultuda bölgesel federasyona güneydoğu üzerinden hazırlandıkları anlaşılmaktadır . Büyük sermayenin çıkarları ile ülkenin ve halkın ulusal çıkarlarının ters yönlerde olması ve bu nedenle siyaset sahnesinde önemli ölçülerde çatışmaların öne çıkması dikkate alınırsa ,Atatürk’ün partisinin geçen seçimlerde sahillerden aldığı oylarını bu kez alamıyacağı, ve güneydoğuya öncelik vererek Türkiye’nin bütün bölgelerini karşısına aldığı görülmektedir . Milli sınırlar dışına çıkarak bölgeye yatırım yapmak isteyen İstanbul sermayesi ile güneydoğuda bölücülük yapan partilerin ve örgütlerin çıkarları ,bölgesel federasyon ile eyalet sisteminin oluşturulmasında birbirine paralel görünmekte dir . Bu doğrultuda doğu Anadolu’nun Kürt ve Alevi asıllı insanlarının alet ederek kimliklerini öne çıkaracak bir yaklaşım doğrultusunda güneydoğu sorunu ele alınmağa çalışılmakta ve Türkiye Cumhuriyetinin Atatürk’ten gelen geleneksel Ankara merkezli ulusal ve üniter yaklaşımından uzaklaşılmaktadır . Atatürk’ün devlet modeline olduğu kadar , devlet kuran partinin altı ilkesinden olan ulusalcılık ve cumhuriyetçilik ilkelerine de açıkca ters düşen bu yaklaşımın , güneydoğu halkından oy alabilmek uğruna gündeme getirilmesi önümüzdeki dönemde ciddi handikaplara yol açabilecek gibi görünmektedir . Türkiye Cumhuriyetinin en zayıf döneminde kabül etmediği eyalet sistemi ve federasyona , büyük sermaye çevrelerinin ve batılı emperyal güçlerin çıkarları uğruna şimdi evet demesi eşyanın doğasına aykırı düşmektedir . Zayıf noktada kabül edilmeyen Türkiye Cumhuriyetini ortadan kaldıracak bir siyasal çözümün en güçlü olunduğu aşamada kabül edilmesi gibi bir zaafiyeti hiç kimse Türk halkına açıklayamaz .Batı emperyalizmine karşı antiemperyal bir mücadele sürdürerek bağımsız Türk devletini kurmuş olan Atatürk’ün partisinin yöneticileri ise ,böylesine bir geri adım atmayı hiç kimseye anlatamazlar . Atatürk’ün partisinin doğu bölgelerinden kopmasını yanlış politikalarda ve batı bölgelerinde üslenmiş olan büyük sermayeye teslimiyette aramak gerekirken , gene sermaye merkezlerinin desteği ile güneydoğunun Doğu Anadolu’nun birlik ve bütünlüğünden kopmasına yolaçabilecek federasyon ve eyalet modeli yaklaşımların benimsenmesi Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına yol açabilecektir .Atatürk’ün partisinin Atatürk’ün devlet modelinin ortadan kalkmasına alet olmasını ise hiçbir parti yöneticisi toplumun üçte birini oluşturan Atatürkçü cumhuriyet tabanına anlatamıyacaktır . İktidar partisinin küresel politikalara angaje olan neo-liberal yaklaşımlarının taklitçisi ya da kopyacı bir tutumun sonuç vermesi ise gene eşyanın doğasına ters düşecektir .

Türkiye Cumhuriyeti anayasasında yer alan Atatürk Milliyetçiliği kavramı , cumhuriyet devletinin Doğu Anadolu’nun ülkeye kopmaz bağlar ile bağlanmasının ana formülüdür . Türk devletinin anayasasında Türk milliyetçiliği değil ama Atatürk milliyetçiliği devletin temel ilkelerinden birisi olarak benimsenmiştir . Devletin adında “Türk” kavramı vardır ve bu kavram doğrultusunda bir Türk milli devleti kurulmuştur ama , içe dönük bir Türk milliyetçiliği anayasada yer almamıştır . Türk milliyetçiliğinden uzak duran bir Türk devleti ulusal yapıda kurulurken , Anadolu’da yaşayan diğer kökenlerden gelen insanlar da düşünülmüştür . Kendini Türk hissedenler Türk olarak kabül edilmiş , “Ne mutlu Türküm diyene” yaklaşımı ile alt kimlik ya da etnik köken sorunları aşılmağa çalışılmıştır . Ulusal kurtuluş savaşında düşmana karşı beraberce savaşan Anadolu halkı Atatürk”ün tanımı ile Türk ulusu olarak kabül edilmiştir . Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk denileceğini devletin kurucusu bir temel ilke olarak ortaya koymuştur . Bu nedenle Misakı Milli sınırları içinde Türkiye Cumhuriyetinin çatısı altında bir Türk vatandaşı olan herkes Türk olarak kabül edilmiş ve hukuken eşit bir statüde her türlü hak ve özgürlükten yararlanılması serbest bırakılmıştır . Türk devleti Avrupa Birliği sürecinde en üst düzeyde insan haklarını ülkede gerçekleştirebilmek için canla başla mücadele ederken , güneydoğu bölgesinde ayrı bir kimlik oluşturarak böylesine bir kimliğe özerklik tanıyacak çözüm modellerini ya da anayasal güvenceye sahip olan resmi ulusal dil olarak Türkçe’nin yanına ikinci bir dilin getirilmesini ,ayrıca Diyarbakır merkezli bir Kürdistan eyaleti oluşturulmasını çözüm olarak benimsemek Türkiye Cumhuriyeti ulus devletinden vazgeçmek anlamına gelecektir . Teröristlere af ile terör örgütünün aklanmak istenmesi şehit ailelerini rahatsız ettiği gibi ,Türk kamuoyunda da haklı tepkilere neden olmuştur . Yerel yönetimler özerklik şartının kabül ettirilmesiyle beraber , oluşacak eyalet yapılanması içinde öz savunma gücü adı altında yerel ve bölgesel ordular kurulmasına izin verilmesi ile de iç savaşa gidebilecek bir çatışma ortamının doğmasına yol açılabilecektir . Bölücülerin Avrupa Birliği üzerinden dayattıkları bu gibi önerilerin hiç birisi gerçek çözüm olmadığı gibi beraberinde yeni sorunlar yaratabilecek derecede de tehlikeli görünmektedir . Bölücü partinin temsilcilerinin başında bulunduğu yüz belediyenin ortak hareket etmesi ciddi bir bölgeselleşme eğilimi olarak ,Türkiye’ye açıktan güneydoğu bölgesinde bir eyalet yapılanması dayatılmasına neden olmakta ve bölünme tehlikesini fazlasıyla artırmaktadır . Eğer ciddi bir çözüm geliştirilmek isteniyorsa , kendini bilen hiçbir devletin alet olmayacağı bu gibi senaryolara Türkiye Cumhuriyetinin uzun süre seyirci kalması ve hoşgörü göstermesinin arkasında yatan nedenler üzerinde düşünülmesi ve tartışılması gerekmektedir . Sabır etmenin sonunun selamet mi yoksa, felaket mi olduğu önümüzdeki dönemde görülecektir .

Güneydoğunun bölünmesiyle ilgili bütün toplantılar yeni başkent ilan edilen Diyarbakır’da yapılmaktadır . Atatürk’ün partisinin doğu sorunları ile ilgili çalıştayı ise muhtemel büyük Ermenistan dvletinin başkenti olarak ilan edilen Van kentinde düzenlenmiştir . Doğu Anadolu’nun geleceği ile ilgili toplantıların Diyarbakır ya da Van üzerinden Kürdistan ile Ermenistan’ın oluşumuna yönelik gündeme getirilmesi ise son derece düşündürücüdür . Atatürk’ün partisinin Doğu Anadoluya Van üzerinden bakması ise , İstanbul üzerinden bölgeye yönelik estirilen eyalet ve federasyon yaklaşımlarının bazı gayrimüslim sivil toplum kuruluşları ile cemaatların devrede olduklarını göstermektedir . Doğu Anadolu’ya Van ya da Diyarbakır üzerinden bakmanın ya da yaklaşmanın bölücü sonuçlar verdiğinin kesinleştiği bu aşamada , cumhuriyet tarihimizin ortaya koymuş olduğu gerçekler doğrultusunda ikinci bir Erzurum Kongresine büyük gereksinim vardır . Sevr haritası ya da Wilson prensipleri doğrultusunda bölgeye parçalı yapıyı dayatan Atlantik emperyalizmi ve İsrail siyonizmine karşılık ,Türkiye Cumhuriyetinin bütüncül ve üniter yapısını , ulusal bakış açısını yansıtacak yeni bir Erzurum Kongresi ile doğu Anadolu’nun sorunları ele alınabilmelidir .Şimdi Atatürk’ün partisine düşen görev , Atatürkçü Düşünce Derneği ile beraber günümüz koşullarındaki Atatürkçü bakış açısını bütün doğu bölgesine yansıtacak ikinci bir Erzurum Kongresini Türkiye’nin Doğu Anadolu’sunun merkezi olan Erzurum’da yapmak olmalıdır . İkinci Erzurum Kongresi ile ,Doğu Karadeniz,Doğu Anadolu ve Güneydoğu bölgeleri bir bütün olarak ele alınmalı ve sorunları böylesine bir bütünlük içerisinde tartışılarak karara bağlanabilmelidir . Ancak o zaman emperyalislerin yerli işbirlikçileri ile dayattıkları bölücü ve mandacı çözüm önerilerinden Türkiye kurtulabilecektir . Şmdiye kadar Türkiye’ye dayatılan baskı ve zor layı yöntemlerin sonuç vermediğini artık emperyal merkezlerin görmesi ve Türkiye’yi yeniden kazanacak yaklaşımların gündüme getirilmesi gerekmektedir . Türkiye’nin geleceği açısından Doğu Anadolu’nun öncliği vardır . Bu nedenle tıpkı geçen yüzyılın başlarında olduğu gibi yeni bir Erzurum Kongresi ile Doğu Anadolu Atatürkçü bakış açısıyla ele alınabilmelidir . Ondan sonra ise gerekirse yeni bir Sivas Kongresi daha toplanarak her şey Türk ulusunun değerli temsilcilerinin önünde tartışılarak yeniden karara bağlanabilir .