28 Şubat 2021 Pazar

PANASYACILIK VE TÜRKİYE - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 PANASYACILIK VE TÜRKİYE

               Dünya haritasına bakıldığı zaman en büyük kıta olarak Asya’nın öne çıktığı görülmektedir.  Dünyanın ana karası da denilen bu büyük coğrafyanın 45 milyon kilometre karelik alanı ile yeryüzü karalarının üçte birini oluşturduğu anlaşılmaktadır. Dünya haritası açıldığında   yerkürenin doğu bölgesinde yer alan bu büyük kıta, ilk insanın tarih sahnesinde görülmesinden sonraki bütün devirlerde en önemli bölge olarak önde gelen rollere sahip olmuştur. Sarı ırmağın kenarlarında ilk insan topluluğunun bir uygarlık düzeyine ulaşmasından sonra, Asya uygarlığın beşiği olmuş, kıtanın doğusunda başlayan medeniyetler zinciri İndus ırmağının kenarlarında bir ara dönem geçirdikten sonra Mezopotamya’ya ulaşmıştır. Bugünkü çağdaş uygarlığın temeli olan batı tipi yaşam tarzınına göçebelikten yerleşik düzene geçen insanoğlunun Mezopotamya’da ortaya koymuş olduğu yerleşik düzen sayesinde geçerlilik kazandığı anlaşılmaktadır. Tarih Sümer’de başlar diyen batılı tarihçiler, Mezopotamya uygarlığını çağdaş uygarlığın çıkış noktası olarak kabul ederler ama, her nedense bunun arkasında var olan Asya uygarlıklarının getirmiş olduğu önemli katkıları bir batı fanatizmi içinde görmezden gelmektedirler. Çin ve Hint uygarlıkları, Türk uygarlıkları ile beraber, bugünkü dünya uygarlığının çıkış noktaları olmuş ve bütün bu gelişmeler Asya kıtasının çeşitli bölgelerinde birbirini izleyerek tarih içinde yerini almıştır.

         Asya kıtası genel olarak değerlendirilirken, tarihi ile beraber coğrafyasının da dikkate alınması, kıtasal oluşumların açıklanması açısından önem taşımaktadır. Tarihin çeşitli dönemlerinde bu kıtada çeşitli insan toplulukları öne çıkmış, bunların arasındaki çekişmeler bazen savaşları beraberinde getirmiş, bazen de bunun tamamen tersi bir çizgide yeni oluşan güç merkezleri bölge üzerinden kıtaya egemen olarak, belirli bir dönem barış ortamını kıtanın genelinde geçerli kılabilmiştir. Bugün batı dünyasının en büyük gücü olarak Atlantik emperyalizmi, çağdaş medeniyetin beşiği olan Mezopotamya’ya gelerek bu merkezi alanı işgal etmiş, şimdi de burayı üs yaparak bütün Asya kıtasına doğru bir   hegemonya savaşını başlatmaya çabalamaktadır. İnsanlık tarihinin oluşturduğu bütün birikimleri, batı blokunun dünya egemenliği için kullanmayı bir misyon olarak benimseyen Atlantik emperyalizmi, İsrail Siyonizmi ile el ele vererek, dünyanın en büyük kıtası olan Asya’yı fethetmek için yola çıkmışlardır. Yirminci yüzyılın başlarında iki büyük cihan savaşı sonrasında oluşturulan soğuk savaş koşullarında Sovyetler Birliği bir Asya gücü olarak, batılılara karşı bir kutup oluşturuyor ve böylece eski dünyayı yeni dünyanın saldırganlığına karşı koruyordu. Ne var ki, bir gece ansızın Rusya Federasyonu bu sosyalist düzenden vazgeçince, dünya batı merkezli kapitalist emperyalizmin her türlü saldırısına karşı açık bir duruma gelmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı üzerine merkezi coğrafyaya gelen batı emperyalizmi, bu kez Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine, Orta Doğu üzerinden bütün doğu bölgelerini istilaya kalkışmakta ve bu kıtada var olan bütün büyük devletleri hedef alarak, dünya tarihinin en büyük kuşatmasına doğru hazırlanmaktadır. Rusya, Çin, Hindistan, İran ve Endonezya gibi her biri kendi başına kıtasal büyüklüklere sahip olan bu Asya devletlerinin tamamı büyük bir batı kuşatmasına hedef olurlarken ya kendi içlerindeki sorunlarla ya da komşu ülkelerdeki sıcak gelişmeler ile uğraşmaya öncelik vermektedirler. Dünyayı yüzlerce yıl yönetmiş olan batı emperyalizmi bu durumdan yararlanarak Asya kıtasının her bölgesinden, kıtanın ortalarına doğru giriş yapmakta, Asya’nın batısından olduğu kadar doğusundan da bu eski dünya bölgesini tümüyle ele geçirerek kendi hegemonyası altına almaya çalışmaktadır. Yerküreyi tek bir dünya devletine çevirme projesi, batının doğuya yönelik yeni saldırısını çok yönlü bir Asya kuşatması olarak gündeme getirmektedir.

         Asya’nın bugünkü haritasına bakıldığı zaman, bu büyük kıtanın dört bir yanında birbirinden büyük dev ülkelerin yer aldıkları görülmekte ve batılıların başlatmış oldukları Asya kuşatmasının, bu yüzden pek de beklendiği gibi sonuç vermeyeceği açıkça ortaya çıkmaktadır. Yirminci yüzyıl boyunca doğu bloku olan Sovyetler Birliğine patronluk yapmış olan Rusya Federasyonu bugün bile dünyanın en geniş ülkesi olarak karaların altıda birini işgal etmektedir. Keza Çin ya da Hindistan veya dünyayı beş asır yönetmiş olan Avrupa kıtasından büyük alanları kapsamaktadırlar. İran, Pakistan ve Endonezya gibi büyük ülkeler ise yeryüzü haritasındaki bütün büyük devletler ile mücadele edebilecek büyüklüğe sahip bulundukları için sadece Asya kıtasındaki değil ama dünyanın diğer bölgelerindeki gelişmelerde de etkili siyasal güçler olarak yer alabilmektedirler. Böylesine geniş bir kara kıtasının etrafında çeşitli ada devletleri yer almış ve bölge coğrafyasında özel önemlere sahip olabilmişlerdir. En büyük adalar devleti olan Endonezya Hindistan ve Çin arasında kalan alanda etkili güç olarak öne çıkarken, Japonya, Filipinler ve Malezya da diğer ada devletleri olarak tarih sahnesindeki yerlerini almışlardır. Batı sömürgeciliği beş yüzyıl önce Avrupa merkezli olarak başladığı zaman Asya’nın hemen hemen her bölgesi sömürgeciliğin kölesi olmuş ve yüzyıllarca batılıların hegemonyaları altında ezilmişlerdir. Asya tarihi özellikle son yüzyıllarda dünya sömürgecilik tarihinin önemli bir parçası haline gelmiştir. Etrafı ada devletleri ile çevrili olması da Asya kıtasını batılılar açısından cazip kılmış, dünya denizlerine egemen olmak isteyen Atlantik güçleri, bu ada devletlerini fethederek kıtaya buralardan girmişlerdir.

         Asya tarihinin sömürgecilik tarihi açısından en ilginç ülkesi olan Japonya hem batı sömürgeciliğine karşı direnmiş hem de kendi sömürgeciliğini karşı kıyıdaki komşu Asya ülkeleri üzerinde denemiştir. İngiltere’nin kendi güvenliği için Hollanda’yı Almanya’dan, Belçika’yı Fransa’dan kopardığı gibi, Japonya’da Kore’yi ve Mançurya’yı Çin’den kopararak kendi güvenliğini bu büyük devlete karşı sağlamaya çalışmıştır. İngilizler, Fransızlar, Hollandalılar ve Portekizliler Asya’nın adalarını ele geçirdikten sonra kıtanın içlerine girerek dünyanın en büyük kıtasını batılılar olarak kuşatmaya çalışırken, Asya’nın en doğusunda Pasifik okyanusu üzerinde yer alan bir ada devleti olarak Japonya bu duruma karşı çıkarak, batılılar ile sürekli olarak çatışmış ve teslim olmayarak, kendisinin merkezinde yer aldığı bir Doğu Asya büyük devleti oluşturmaya çaba göstermiştir. Batı devletlerinin sömürgeci saldırılarının başladığı on altıncı yüzyılda korunmak için içe dönük bir yaşam düzenine yönelen Japonya, on dokuzuncu yüzyılın ortalarına kadar bu tavrını sürdürmüş ve 1858 yılı itibarıyla dışa açılarak, karşı kıyıları ele geçirme üzerinden Doğu Asya sömürgeciliğine başlayarak, bu bölgelere batılı devletlerin gelmesini önlemeye çalışmıştır. Osmanlı İmparatorluğunun dış dünyaya açıldığı dönemde aynı tutumu izleyen Japonlar, batılı devletlerin Asya kıtasını ele geçirmelerine karşı güçlü bir mücadeleye girişmiş ve bu doğrultuda kıtanın doğu kıyılarını ele geçirerek, Doğu Asya’da bir batı sömürgeciliğinin kendisini tehdit etmesini önlemek üzere kendi sömürgeciliğini kıtanın doğu bölgelerinde yaygınlaştırmaya çalışmıştır. Asya’nın tamamını ele geçirmek mümkün olamayacağına göre, kıtanın doğusunu ele geçirme ile yetinen Japon devleti kendisini imparatorluk ilan ederek, batılı emperyal güçler ile bire bir mücadele etmeye kalkışmıştır. İngilizler bütün Hindistan’ı, Pakistan’ı ve Malezya’yı sömürgeleştirirken, Çin gibi kıtasal bir ülkeyi afyon kaçakçılarını kullanarak afyon ticareti ile uyuşturarak uyutmuş, kıtanın ortalarına doğru yöneldiği aşamada karşısından Rusya imparatorluğunu bulmuştur. Rusya’nın kuzeydeki gücü Asya’yı batılılara karşı korurken, Japonya’da kıtanın doğusu üzerinden geliştirdiği hegemonya düzeni ile batılıların kıtayı ele geçirmelerini önlemeye çalışmıştır.

         Batılı ülkeler bütün dünya kıtalarını ele geçirirken yaptıkları gibi önce Hırıstıyan misyonerleri Asya’nın her bölgesine göndermişler ve bunların etkinlikleri sayesinde Hırıstıyanlaştırdıkları Asyalıları işbirlikçi elemanlar olarak işgal ve sömürge eylemlerinde kullanmışlardır. Asya tarihinin derinliklerinden gelen mistik dinler, Doğu Asya ülkelerinde fazlasıyla yaygınlık kazandığı için batılı ülkeler kendi dinlerini bu bölgelere sokmakta zorlanmışlar. Sömürgeciler Pasifik okyanusu üzerinden sarı denize gelerek Japonların karşısına çıkarken, Hrıstıyan misyonerler de metafizik Asya dinlerinin geçerli olduğu ülkelerde batı kuşatmacılığının öncülüğüne soyunmuşlardır. Avrupalı ülkelerin saldırıları karşısında içine kapanan Japonya sonraki dönemde dışa açılma aşamasına geldiği zaman, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarasında denizlere açılmış yeni bir batılı güç olarak Amerika Birleşik Devletleri’ni karşısında bulmuştur. Amerikalılar önce kendi içlerinde eyaletleri bir araya getirerek birliklerini sağlamışlar, daha sonraki aşamada Amerika’yı Avrupalı sömürgecilerden temizleyebilmek üzere harekete geçmişler ve bu doğrultuda okyanuslara egemen olmaya çalışırken, Pasifik okyanusu üzerinden Sarı denize kadar ulaşmışlardır. Amerikalılar ile karşılaşmak Japonya tarihinde bir dönüm noktası olmuş, Japonlar bir Asyalı sömürge imparatorluğu olarak düzenlerini geliştirirken, Amerikalılar ile karşı karşıya gelmişlerdir. Osmanlılar İngiltere ile karşılaşarak Tanzimat ve Islahat reformlarına yönelirken, Japonlar da dış dünyaya açılma yolunda Meiji reformları ile karşılaşmışlardır. Japonlar bu reformlar ile geleneksel toplum yapısından modern bir sosyal düzene yönelmişler, devleti yenilerken imparatora bağlı güçlü bir ordu oluşturarak batılı emperyal devletler ile benzer bir siyasal güç haline gelmişlerdir. Bir anlamda batılılaşmanın içine giren Japonya tıpkı batı gibi bir modern devlet haline gelerek Asya kıtasında öne çıkmıştır.

         Japonlar Amerika ile beraber modernleşerek güçlü bir devlet haline gelince, geleceğin dünya imparatorluğuna o dönemde hazırlanan Amerika Birleşik Devletleri Japonları önce Çin’in daha sonra ‘da Rusya’nın üzerine sürmüş, kendisi savaşacağına Japonya’yı bir Asya devleti olarak bu kıtanın en büyük iki devleti ile savaşa zorlamıştır. Japon toplumunun dışa açılarak yenilenmesi ile devlet ve ordunun güçlenmesinde yardımcı olan Amerikalılar daha sonra kendi yarattıkları bir modern askeri devlet olarak Japonya’yı Rusya ve Çin’in güçlerinin kırılmasında kullanmışlardır. Ordusu yenilenen Japonya hemen Çin’e saldırarak karşı kıyıları bu büyük devletin elinden kurtarmaya çalışmıştır. Sanayi alanında da reformlarla yenilenen Japonya, giderek artan üretimi ile bir emperyal devlet haline gelmiş ve ürettiklerini dışarıya pazarlamak için, Asya kıtasının belirli bölgelerini işgal ederek kendisi için pazar haline getirmeye çalışmıştır. Bu dönemde Japonya Kore yarımadasını işgal ederek karşı kıyıda kendi güvenliğini Çin’e karşı sağlayacak bir Kore devletinin kurulmasını sağlamıştır. Kore devletinin kuruluşunu sağlayan Japonya daha sonraki aşamada bu devletin kuruluşunu zorla Çin devletine de kabul ettirmiştir. Doğu Asya’nın güney bölgesinde Çin’in hakkından gelen Japonya, Kore devletinin kuruluşundan sonra kıtanın kuzey bölgesine yönelerek Rusya ile karşı karşıya gelmiştir. Yirminci yüzyılın ilk yıllarında yapılan Rusya-Japonya savaşı Doğu Asya emperyalistinin galibiyeti ile bitmiştir. İki yıl süren bu savaşın sonucu dünya tarihinin yönlenmesinde çok önemli etkiler yaratmış, bir kuzey gücü olarak Rus Çarlığı batılı ülkeler ile dünyanın merkezi coğrafyasında karşı karşıya gelince, Japonlar Rusları arkadan vurarak devre dışı bırakmışlardır. Rus Çarlığının çöküşünde ve Birinci Dünya Savaşı sürecinde Rusya’nın batılı ülkeler ile sürdürdüğü rekabeti gücünü ve şansını kaybetmesi üzerine ilk cihan savaşını Atlantikçiler kazanmıştır. Ruslar Trans-Sibirya demiryolu ile Asya’nın doğusuna girmeye çaba gösterirken, Japonya’nın modern ordusu Rus topraklarına girerek Çarlık düzenini yıkmışlardır. Japonya gibi küçük bir devletin Rusya gibi bir dev ile savaşmasının arkasında ciddi bir Amerikan desteği olmuştur. Amerikalılar güçlendirdikleri Japonya’yı Asya devlerinin gücünü kırmak üzere piyon olarak araziye sürmüşlerdir.

         Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa’nın İngiltere, Fransa ve Almanya gibi üç dev ülkesi, dünyanın çeşitli bölgelerini paylaşmak ve daha fazla pay alabilmek üzere ciddi bir yarışa girince karşılarında Kafkasya üzerinden Orta Doğu’ya inmeğe çalışan bir Asya devi olarak Rusya’yı görüyorlardı. Modernleşen Japonya ABD desteği ile bir Doğu Asya gücü haline gelirken aynı zamanda Kuzey Asya gücü olan Rusya’nın tasfiye edilmesinde savaşın karşı tarafı olarak kullanılıyordu. Japon gücü bu derece artarken, batılıların Asya kıtasına dönük manevralarında bu ada devletini bir uzak partner durumuna getiriyordu. Bir ada ülkesi olarak Asya’nın karalarından uzakta tutulan Japon devleti, bu kıtanın büyük devletlerine esir olmak istemiyor ve küçüklüğüne rağmen, modernleşen devlet ve toplum yapısı ile hem Asya kıtası üzerinde söz sahibi olmak istiyor hem de bu kıtadaki etkinleri aracılığı ile dünya kamuoyunda belirleyici bir siyasal güç olarak öne çıkmaya çalışıyordu. Koskoca Asya kıtasının Rusya, Çin ve Hindistan gibi dev ülkeler ile kaplı olması yüzünden kıtanın içlerine doğru dürüst giremeyen Japonya geleneksel Asya dinlerinin kapladığı geniş arazilerdeki nüfus yoğunluğunu dengelemek üzere kıtanın batısındaki Müslüman topluluklara yöneliyordu. Üç büyük Asya devine teslim olmak istemeyen Japonya, Çin ve Rusya savaşlarını kazanarak kendisine güven duyma noktasına geldiğinde, yeni bir emperyal doktrin olarak Panasyacılığı bir anlamda Büyük Asyacılık biçiminde öne sürüyordu. Bu görüşe göre, batılı emperyal devletlerin Asya kıtasını ele geçirmelerini önleyebilmek için bütün Asya ülkelerinin bir araya gelerek Japonya’nın önderliğinde birleşmeleri gerekiyordu. Böylece, Japonya gibi bir küçük devlet sahip olduğu güçlü ordusu ve donanmasıyla Asya birliğinin patronu olacak, batılı emperyalistler ile Çin, Rusya ve Hindistan gibi ülkelerin Asya’da egemen olmalarını önleyebilecek bir kıtasal oluşum gerçekleşmiş olacaktı.

         Japonya Rusya ve Çin ile savaşa girerken Osmanlı İmparatorluğu ile yakın ilişkilere giriyor, İslam dünyasının patronu konumundaki Osmanlı padişahı ya da halifesi ile antlaşmalar imzalama aşamasına geliyordu. Merkezi coğrafyada İngiltere, Fransa, Almanya ve Rusya gibi dört büyük ülke ile sürekli çekişme noktasında olan Abdülhamit Ertuğrul Fırkateyni isimli bir gemiyi donanma mensupları ile Japonya’ya gönderiyordu ama bu gemi Sarı denize girerken azgın sularda batıyor ve bu nedenle Abdülhamit’in denge sağlama politikası yatıyordu. Osmanlılar merkezi coğrafyada ayakta kalmaya çalışırlarken Japonya ile temasa geçmeleri dünya dengelerinin gerektirdiği bir girişimdi. Osmanlılar da tıpkı Japonlar gibi batılı emperyalistlerin saldırılarına karşı tek kalmamak ve diğer ülkeler ile yakın ilişkiler kurarak yeni dengeler yaratmaya çalışıyorlardı. Asya’nın doğusundaki Japonya ile batısındaki Osmanlı devleti koskoca kıtayı aşarak bir araya gelmek ve ortak bir tavır koyma gereğini fazlasıyla hissediyorlar, Asya topraklarında karşı karşıya geldikleri Rusya gibi bir dev ülkeyi iş birliği içinde arkadan vurarak yarıştan uzaklaşmasını sağlamaya çalışıyorlardı. Japonların Rus savaşını kazanmasıyla Çarlık rejimi çöküyor ve Osmanlı devleti ile beraber batılı ülkeler de ciddi bir tehditten kurtuldukları için rahatlıyorlardı. Şintoizmi din olarak seçen Japonlar, Taoist Çinliler ile Budist Hintlilere karşı Müslümanlar ile yakınlaşmayı ve iş birliği yapmayı tercih ediyorlardı. Asya’nın doğusundaki Japonya, kıtanın batı bölgelerinde yer alan büyük bir Müslüman nüfus olduğunu görüyor ve bunlarla kıtadaki rakiplerine karşı ciddi bir iş birliği geliştirmek istiyordu. Japon İmparatoru ile Abdülhamit arasında başlayan sıcak ilişkiler gelişme aşamasına gelince, Ertuğrul gemisinin batılı emperyalistler tarafından batırılışı yaşanıyor ve bu üzücü olay üzerine Asya’nın doğusundaki ve batısındaki ülkelerin bir araya gelerek ortak bir tutum belirleme girişimleri geride kalıyordu. Osmanlı imparatorluğunu yıkarak merkezi alanı ele geçiren batılı ülkeler eski Osmanlı topraklarından hareket ederek, Asya kıtasının içlerine doğru saldırıya geçmeye çalışıyorlar ama Balkanlar ve Orta Doğu bölgelerindeki savaşların çok büyük kayıplara meydan olması yüzünden, kıtanın iç bölgelerine tam olarak giremiyorlardı. Orta Doğu’da başlayan sıcak çatışmalar, bu yüzden Orta Asya’ya doğru genişletilemiyordu.

         Panasyacılık bir anlamda, Panslavcılık, Panislamcılık, Pantürkçülük, Panturancılık gibi birleştirici siyasal akımın adı oluyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde Rusya Panslavcılık, Almanya Panislamcılık, Macaristan Panturancılık, gibi akımların öncüsü oluyorken, bölgeden gelen Türkçü birikim, Osmanlı imparatorluğunu da biraz da İngiltere’nin etkisiyle Pantürkçülüğe yönlendiriyordu. Tam bu aşamada hem ayakta kalabilmek hem de diğer emperyalistlere karşı Asya kıtası üzerindeki etki alanını genişletmek isteyen Japonya, Panasyacılık akımını öne çıkararak yaymaya çaba göstermiştir. Diğer pancılık akımları batı üzerinden Avrupa kaynaklı olarak gündeme getirilirken, son derece sınırlı koşullarda hareket eden Japonya etki alanını genişletebilmek üzere Büyük Asyacılık anlamında Panasyacılığı yeni bir akım olarak dünya kamuoyuna sunuyordu. Japonya kendi öncülüğünde Asya ülkeleri arasında sıkı bir birliğin kurulmasını isterken, batılı emperyal devletler ile Asya’nın üç büyük kıta devletinin dışında kalan devletleri birleşerek kendini koruma eylemine davet ediyordu. Özellikle Orta Asya bölgesinin boş olması ve bu çok büyük alanının yakın gelecekte Rusya, Çin ve Hindistan gibi büyük ülkelerin eline geçmesi ya ABD veya İngiltere gibi emperyal devletlerin bu alanlara el koyabilmesi durumunda ise bütün Asya ülkeleri sömürge durumuna düşeceği için, tüm Asya ülkelerinin sömürge olmamak üzere böylesine bir organizasyonu beraberlerinde getirmeleri gerekiyordu. Asya ülkelerini yabancı ve yerli emperyal devletlerin saldırı ve işgallerine karşı koruyacak bir büyük Asya Birliği eski sömürgeci Japonların aklına geliyordu. Japonlar Panasyacılığı bir yeni siyasal akım olarak destekliyor ve bu doğrultuda Asya devletlerini bir araya getirecek adımlar atıyorlardı.

         Japonların Panasyacılığı Orta Asya ve Ön Asya bölgelerinde çok kalabalık Müslüman nüfuslar ayrı devletlerin çatısı altında yaşamlarını sürdürebildikleri için, zamanla İslam dünyasını birleştirmeye yönelmiştir. Japonlar, Panasyacılık yaparak diğer pancılık akımlarının önünü kesmeğe çalışmışlar ve diğer pancılık akımlarını iyi kullanan Almanya, Rusya ve diğer emperyal devletlerin Orta Asya’da önlerini kesebilmek üzere tüm Asya ülkelerinin birlikteliğini ve birleşmelerini savunmuştur. Dünyanın en büyük kıtasındaki devletlerin bir araya gelmeleri ve bir Büyük Asya Birliği çatısı altında dünya önüne çıkmalarıyla gerçekleşecek olan Panasyacılık, beraberinde yeni bir barış düzeni getireceği için yeni cihan savaşlarını önleyerek insanlığa barış içinde mutlu bir gelecek kazandıracaktır. Hırıstıyan dünyasının tüm dünyaya yayılan misyonerliğinin kucağına düşen Asya ülkelerinin kurtulabilmesi, ancak böylesine büyük bir Asya birliği ile mümkün olabilecektir. Ayrıca Osmanlı devleti ile yapılacak iş birliği de böylesine bir kıtasal birliği güçlendirerek hem batılı emperyalistlerin hem de dev Asya ülkelerinin hegemonyalarının kırılmasını sağlayabilecektir. Japonya’nın İslam dini ile karşılaşması çok ileri bir aşamada gündeme gelmiş ve geleneksel Şintoizm dinini, Taoizm ve Budizm dinleri ile beraber elde eden Japonlar Orta Doğu’daki İslam yayılmasından çok uzak kalmışlardır. Batılı sömürgecilerin deniz yolu ile Asya’ya Hırıstıyanlığı getirmelerine karşı Japonlar’da buna tepki olarak Müslümanlığı öne çıkarmaya çalışmışlardır. Japon kalkınmasında rolü olan Amerikalılar da Japonların Şintoizm dinini bırakarak Müslümanlığa geçmelerini desteklemiş ve bu doğrultuda Japonya’da camiler yapılarak Japon ulusu Müslüman olmaya doğru yönlendirilmişlerdir. Osmanlı hegemonyası altında İslam güney Asya’dan kıtaya girmiş, Endonezya, Malezya, Bangledeş ve Pakistan gibi büyük Asya ülkeleri İslam dünyası içinde yer alarak, Asya içi dengelerde Japonya’nın İslam dünyasına yönelmesine neden olmuşlardır. Doğunun parlayan güneşi Japon İmparatorluğu, batının batan güneşi Osmanlı İmparatorluğu ile iş birliğine yönelirken, Osmanlıların elinde bulunan halifeliğin ağırlığının Asya Müslümanları üzerinde kullanılması gibi bir yeni gelişmeyi de gündeme getiriyordu. Ayrıca, Kuzey Asya’da yaşayan Tatarlar da Japonya ile İslam ilişkilerini destekleyerek Asya’da yeni dengelerin oluşumuna katkı sağlamaya çalışmışlardır. 

         Asya’nın yanı başında bir adalar ülkesi olan Japonya kıtadan dışlanmışlık görünümünü ortadan kaldırmak doğrultusunda zamanla Panasyacılığa yönelerek, Çin, Rusya ve Hindistan gibi büyük devlerin kıtaya sahip olmalarını önlemeye çalışırken, aynı zamanda batılı emperyalistlere karşı da Panasyacılığı savunarak, bu doğrultuda Asya’nın Müslüman halklarını ve bunların patronu konumundaki Osmanlı devletini doğal ortak olarak seçmiştir. Japonlar Müslümanlığı Asya kıtasına egemen olma doğrultusunda kendi emperyal oyunlarına destek için kullanma amacıyla Osmanlılar ile diplomatik ilişkilere girmişler ve aynı çizgiyi daha sonraki aşamada Türkiye Cumhuriyeti ile yakınlaşarak devam ettirmeye çalışmışlardır. İki dünya savaşı sonrasında, ABD merkezli yeni bir dünya düzeni ortaya çıktığı zaman, Amerikalılar Japonların önünü kesmek üzere ilk atom bombalarını bu ülke üzerine atarak Japon emperyalizminin önünü kesmek istemişlerdir. İkinci dünya savaşının gerçek suçlusunun Almanlar olmasına rağmen, Almanların batılı ve Hırıstıyan olmaları, Almanya’nın Avrupa ülkesi olması nedenleriyle, Amerikalılar Asya’ya ve bu kıtanın en eski emperyal gücü olan Japonya’ya atom bombası atarak sarı ırktan gelen Asyalı bir toplumu cezalandırmak istemişler ve bu yoldan yeni dönemde kendilerine uygun dengeler kurmaya çaba göstermişlerdir. Bu aşamadan sonra kolu kanadı kırılan Japonları Müslümanlığa çekebilmek üzere yeni mezhepler ve tarikatlar oluşturmuşlar, ayrıca Japonların emperyal amaçları için kullanmak istedikleri Müslümanlığın içinde bu ülkeyi kontrol altına alarak, gelecekte Çin ve Japonya arasında bir sarı ırk birlikteliğinin gündeme gelmesini önlemek istemişlerdir. Amerikalılar kendi oluşturdukları Moon tarikatı üzerinden bütün Kore’yi Hırıstıyanlaştırmışlar, şimdi de Kore üzerinden Çin’de Hırıstıyanlığı yaymak doğrultusunda Moon tarikatının öncülüğünde yeni kampanyalara kalkışmışlardır Çin gibi büyük bir ülke ile sarı ırk dayanışmasıyla bir araya gelebilecek Japonya’nın büyük tehdit oluşturacağı düşüncesi hem atom bombası atılmasını hem de Japonya’nın Müslümanlaştırılmasını gündeme getirmiştir.

         Panasyacılık akımının öne çıkışının bir nedeni de Türklerin ana vatanı olan Orta Asya bölgelerinde nüfus azlığı olmuştur. Nüfusları çok hızlı artan Çin ve Hindistan gibi dev ülkelerin gelecekte aç nüfusları için yeni yaşam alanları arama çabası içine girmek istemeleri gibi bir önemli sorun batılı ülkeler gibi Japonya’yı da düşündürmüştür. ABD ve batılılar Japonya’yı Rusya’ya karşı desteklemişler, Rusların kaybına ve çöküşüne zemin hazırlamışlardır. Ama savaş sonrası aşamada yeni bir dünya düzeni oluştururken Hırıstıyan Rusların büyük Asya gücü olarak öne çıkmasını desteklemişlerdir. Sovyetler Birliği gibi nispeten batılı görünen bir Asya gücünün dinleri devre dışı bırakan yapılanması ile desteklenmesi batılıların işine gelmiş, Japonların girmeyi düşündüğü bütün Orta Asya bölgeleri sosyalist rejimler altında Rusya’nın kontrolü altına girmiştir. Bir anlamda Büyük Asya Birliği Rusya’nın önderliğinde Sovyetler Birliği olarak oluşturulmuştur. Japonya ikinci dünya savaşının yenik ülkesi olmasına rağmen dolaylı bir batı desteğine sahip olan böylesine bir Rusya merkezli yapılanmayı hiçbir zaman kabul etmeyerek, Türkiye ile geleceğe dönük yakın ilişkileri geliştirmeye çaba göstermiştir. Orta Asya kökenli bir ırk olan Japonlar, bugün yaşadıkları ada ülkesi olan Japonya’ya Milattan önceki yüzyıllarda bugünkü Moğalistan bölgesinden gitmişlerdir. Japon dili ve kültürü incelendiği zaman Japon toplumunun Türk-Moğol kökenli topluluklardan birisi olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumu iyi bilen Japonlar Orta Asya bölgesine yönelik yeni hareketlerinde hem Türkleri hem de diğer bütün Ural-Altay kökenli toplulukları yoldaş olarak görmektedirler. Adalarda giderek sıkışan Japonlar, Asya’nın üç büyük devi ile kıtasal hegemonya için yarışırken, Orta Asya’yı ve de özellikle Moğalistan’ı hedef ülke konumuna getirmekte ve bu bölgelere yönelik hegemonya planlarında hem Türklerle hem de Müslümanlar ile iş birliği yapmaya çalışmaktadırlar. Adalara geldikleri anayurtları olan Moğalistan’a dönerek kıtanın ortalarında daha geniş bölgelere yerleşmek isteyen Japonlar iki yüz milyona yaklaşan nüfusları ile başta Moğalistan olmak üzere Orta Asya bölgesinin diğer   boş alanlarını doldurmaya hazır görünmektedirler. Orta Asya bölgelerine sızarak Asya’nın merkezine yerleşme planlarını sürekli olarak yürüten Japonlar, bu konuda Osmanlı devletinin yerine alan Türkiye Cumhuriyeti’ni doğal partner olarak seçmiş gibi görünmektedirler. Adalardaki rahatsızlıkları onları tersine bir göçe zorlamakta ve Moğalistan’dan gelen bir Moğol boyu olan Japonlar kendi geleceklerini Orta Asya’da kurmaya çalışırlarken, Rusya, Çin ve Hindistan’ın tepkilerini önleyebilmek üzere Türkiye Cumhuriyeti, diğer Türk devletleri ve İslam dünyası ile güçlü bir dayanışma içine girmeye çalışmaktadırlar.

         Dünyanın ana karası olan Asya’nın Orta Doğu üzerinden ele geçirilme aşamasında, batılı ülkeler Panslavizm, Panislamizm, Panturanizm, Pantürkizm gibi akımları devreye sokarken Japonlar’da bir Asya ülkesi olarak Panasyacılık akımını gündeme getirmişlerdir. Japonların öncülüğünde Büyük Asya Birliği kurulması anlamına gelen, Panasyacılık yirmi birinci yüzyılın başlarında önemli ölçüde anlam değiştirmiştir. Japonların ortaya attığı Büyük Asya Birliğinin kurulması gibi bir zorunluluk, günümüzdeki ABD ve NATO saldırganlığının bütün Asya kıtasını ele geçirmek üzere geliştirdiği kuşatma harekatı karşısında Rusya, Çin, Hindistan, İran, Pakistan, Endonezya ve tüm diğer Asya ülkelerinin bir araya gelerek bir Asya Birliğine doğru adım atmalarını gerektirmektedir. Eğer Asya ülkeleri böylesine büyük birlik içinde bir araya gelemezlerse, Orta Doğu’yu işgal etmiş olan Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ittifakının merkezi alanda doğuya doğru açılacağı ve batı Asya bölgesinde yer alan Kafkasya ile Hazar bölgesini işgal ederek ve İran’ı parçalayarak, Orta Asya’ya  doğru yöneleceği,Orta Asya’da yerleştikten sonra Sibirya’yı ele geçireceği, Orta Asya üzerinden Rusya, Çin ve Hindistan’a yönelik askeri harekatlar düzenleyerek  Asya’nın bütün büyük devletlerini küçük parçalara bölerek direnme güçlerini  kıracakları gibi bir gelişme çizgisi ortaya çıkmaktadır. Bush döneminde Orta Doğu’yu batıran Atlantik emperyalizminin, yeni dönemde Orta Asya’yı da ele geçirerek Asya kuşatmasını tamamlamaya çalışacağı anlaşılmaktadır. İşte bu aşamada, Büyük Asya Birliği Japonya ya da Çin’in öncülüğüne bırakılamayacak derecede yaşamsal önem kazanmaktadır. Amerikan Birlikleri ada ülkeleri üzerinde Asya’ya yönelik askeri harekatlara hazırlanırken, bütün Asya ülkelerinin bir araya gelerek Panasyacılık doğrultusunda bir Büyük Asya birliği oluşumunu ilan etmeleri gibi bir zorunluluk ortaya çıkmaktadır. Şangay Örgütü, Bağımsız Devletler Topluluğu, Hazar Kardeşliği Birliği ve Kollektif Savunma Örgütü gibi, Asya ülkelerini bir araya getiren bölgesel oluşumların şimdiye kadar emperyal saldırıların durdurulması açısından fazla yarar sağlamadığı görüldüğü için, bütün bu bölgesel oluşumların topluca bir araya gelerek Avrupa kıtasındaki, kıtasal oluşumun bir benzeri doğrultusunda büyük Asya Birliğini ilan etmeleri dünya dengeleri nedeniyle gerekmektedir. Ancak bu yoldan, Afganistan savaşı gibi emperyal savaşlar ve kuşatmalar önlenebilecek ve Orta Doğu’daki sıcak savaşların Orta Asya üzerinden bütün Asya kıtasına yayılmaları önlenebilecektir. Arap baharı senaryosu ile karıştırılan Orta Doğu ülkelerinden sonra sıcak çatışmaların bir Suriye ya da İran savaşıyla Asya kıtasına taşınması riski, tüm kıtayı savaşa sürükleyerek üçüncü cihan savaşının önünü açabileceği için, acilen bütün Asya ülkelerinin bir araya gelerek Panasyacılık çizgisinde bir büyük birlikteliği dünya barışı için ilan etmeleri gerekmektedir. Avrupa Birliği oluşumu bir Asya Birliği oluşturulması açısından örnek alınmalı ve dünya barışı için kıtasal birlik kuralarak, emperyal kuşatmaların bir üçüncü dünya savaşına dönüşümü önlenmelidir. Türkiye Cumhuriyeti, bu aşamada üzerinde kurulu bulunduğu yarımadanın Asya Minör adıyla anıldığını hatırlayarak, komşusu olan Asya ülkeleriyle bir dayanışma düzeni içerisine girmeli ve kesinlikle emperyal savaşlara alet olmamalıdır. Kurucusu Atatürk’ün dünyaya ilan ettiği üzere, yurtta ve cihanda barış ilkesi üzerine kurulan Türk devleti hem kendisi hem de bölgesi için güvenlik ve barış üretmek zorundadır. İki binli yıllarda yeni bir dünya düzeni kurulurken Asya kıtasının birlikteliğinin sağlanması bir üçüncü dünya savaşının önlenebilmesi açısından kaçınılmazdır. Türkiye ilan ettiği “Yeniden Asya” süreci ile önce komşuları ve Türk devletleri ile daha sonra da Asya kıtasının diğer bölgelerinde yer alan devletlerle yakın ilişkiler kurarak, dünya barışının yeniden tesisinde öncü bir görev üstlenmelidir. Panasyacılık politikalarında Türkiye Japonya ile daha yakın ilişkiler kurarak, batılı emperyalistlerin getirdiği diğer pancılık akımlarına karşı bir kıtasal karşı çıkışı tıpkı Atatürk’ün başardığı gibi yakın komşu konumundaki devletler ile bir araya gelerek örgütlemelidir. Asya’nın doğusundaki Japonya ile batısındaki Türkiye’nin oluşturacağı Panasyacı hareket, dünyanın ortasında barışı sağlayarak batılı emperyalistlerin savaş senaryolarını bozacaktır. Böylece insanoğlunun geleceğe daha umut içinde bakabilmesini sağlayacak evrensel barış düzeni, daha güçlü bir biçimde gündeme gelerek insanlığı yeni bir kıyamet senaryosundan kurtaracaktır. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN         

        

21 Şubat 2021 Pazar

TÜRKÇÜLÜĞÜN ÖNCÜLERİ SOLCUYDU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKÇÜLÜĞÜN ÖNCÜLERİ SOLCUYDU

Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezi bölgesinde kurulduğu için, hem bu bölgeyi çeviren üç kıta üzerinden hem de doğu-batı ve kuzey-güney ekseninden olmak üzere merkezi çevreleyen bölgelerin tamamı ile coğrafi yakınlığa sahip bir durumda olduğundan dolayı, sürekli hareketlilik taşıyan bir siyasal düzene sahip bulunmaktadır. Türk devletinin bugünkü karakteristik yapılanması ele alınırsa, bu merkezi devletin dört bir yandan gelen siyasa, sosyal ve ekonomik gelişmelerin etkisi altında olduğu ve bu etki rüzgarlarının da zamanla Türk devletinin oluşumu ve yapılanması içinde devletin yönlendirildiği görülmektedir.  Tarihin gündeme getirdiği eski dönemler dikkate alınırsa, öncelikle Türklerin Orta ve Kuzey Asya bölgelerinden göçler yolu ile onuncu yüzyıl civarında Anadolu’ya geldikleri görülmektedir. Türklerin gelmesi sonrasında ortaya çıkan toplumsal potansiyelin yansımalarıyla bir yanda Türkçülük akımı bir siyasal hareket olarak yavaş yavaş gündeme gelmiş ve benzeri bir doğrultuda da Türklerle ilgili bir bilim dalı olarak da Türkoloji bilimi batı üniversitelerinde ortaya çıkmıştır. Böylesine bir süreç içinde Türkçülük akımı Rusya’dan Anadolu yarımadasına gelirken, Türkoloji bilimi de bir orta Avrupa ülkesi olan Macaristan’dan ülkemize taşınmıştır.  Türkler, Türkoloji ve Türkçülük akımı doğu, batı ve kuzey eksenlerinden gelirken, Orta Doğu bölgesinin büyük kısmını kapsayan İslam dini de Anadolu yarım adasının güney kısmından gelmiştir. Bu tür oluşumların zaman içerisinde birbirini izleyerek, merkezi coğrafyaya doğru gelişmeler göstermesi sonucunda Türkiye Cumhuriyeti bugünkü siyasal yapılanma modeline sahip olmuştur. Türk devleti bugün Müslüman millet ile laik devlet ikilemi arasında bir siyasal yapılanma içine girmesi sonucunda, ülkenin dört yanından gelen yansımaların hepsi Anadolu yarımadasının tam ortalarında kesişme noktasına ulaşarak, ülkeyi bir bölgesel sentez olma aşamasına getirmiştir.

Türkiye’nin kendisini çevreleyen bölgelerdeki oluşumların etkisiyle hareket etmesi sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti bir anlamda Rusya’da kurulamayan Türk devleti, Kafkasya’da oluşturulamayan İslam devleti ve Balkanlar’da ilan edilemeyen Avrupa tipi bölge devletinin merkezdeki yarımadaya yansımasıdır. Tarihin köprüsü adı verilen Anadolu yarımadası birbirini izleyen dönemler boyunca çeşitli akınlar, göçler ve saldırılara sahne olduğu için, Balkanizasyon adı verilen dağılma ve parçalanma gibi oluşumların da yansımaları sonucunda çok çeşitli siyasal faktörlerin etkisi altında kalmıştır. Dünya siyaseti yer küreyi sarsarken en çok etkilenen bölgelerin başında merkezi coğrafya gelmiştir. Üç kıta üzerinden büyük güçler ve imparatorluklar dünyaya egemen olmak üzere merkezi coğrafyaya gelirken saldırıları göçler izlemiş ve emperyal hegemonya planları ise her dönemde değişik bir biçimde gündeme gelerek, Türkiye’yi her yönü ile sarsmıştır. Asırlar boyunca devam edip gelen Türk göçleri, Türkistan’dan Türkiye ‘ye gelirken Asya Minör adı ile anılan Anadolu yarımadasının bugünkü Türkiye devleti olmasının önünü açmıştır. Anadolu Türkiye’ye evrilirken eski Hazar İmparatorluğunun toprakları olan bugünkü Rusya bölgesinde, modern dünyanın önde gelen siyasal oluşumları öne çıkmış ve Rusya topraklarında yaşamlarını sürdürmekte olan Türk toplulukları arasında, Türkçülük başlı başına ayrı bir siyasal akım olarak yerini almıştır. Göçler yolu ile Orta Asya’dan Orta Doğu’ya gelen Türkler merkezi coğrafya alanlarında yeni bir yaşam düzeni kurmaya çalışırlarken, kuzey bölgesinden esen rüzgarlar ile bu hareketlilik Türkiye’ye de Türkçülük akımını getirmiştir. Böylece Anadolu bölgesi zamanla Türk vatanı olarak Türkiye’leşmiştir.

Fransız devrimi sonrasında Avrupa kıtasındaki tüm devletler toplumsal ve siyasal karışıklıklar ile karşı karşıya kalınca, bu bölgede yer alan krallıklar ve imparatorluklar sosyal patlamalara doğru sürüklenmiş ve daha sonraki aşamada 1830 ulusal devrim girişimlerine yol açmış ve 1848 de ise giderek artan işçi sınıfının öncülüğünde de ihtilalci sendikalist hareketler Avrupa kıtasında alt üst oluşları beraberinde getirmiştir. Krallık ve imparatorlukların otoriter ve baskıcı yönetimlerine karşı Avrupa halkları isyan ederken ciddi bir alt kimlik yapılanmasına sahip olmadıklarından, uzun zaman birlikte yaşamaktan gelen ortak kültür ile bu süre zarfında gelişim sürecini tamamlayan konuşulan diller, Vestfalya antlaşması sonrasında çizilen sınırlar içerisinde yaşayan herkesi ortak dili kullanmaya yönlendiriyordu. Bu durumda ortak sınırlar ve kültürler kısa bir süre içinde uluslaşma süreçlerini tamamlayarak ve kralın otoritesine karşılık ulusun egemenliğini dayatarak, 1789 yılında Fransız devrimini gerçekleştirmiştir. Fransız devrimi sonrasında bütün Avrupa ülkeleri milliyetçilik cereyanları ile boğuşurken, batı ve orta Avrupa ülkelerinde ulusal devrimler birbirini izlemiş ve ulusçuluk akımı bu devrimler aracılığı ile Avrupa kıtasının doğu bölgesine kadar gelmiştir. O dönemde Avrupa kıtasının doğusunda üç büyük imparatorluk hüküm sürdüğü için, ulusçuluk bu çok uluslu büyük devletleri karıştırmış ve sonunda Balkan savaşına kadar giden bir süreç bölge haritasını yeniden belirlerken, Avusturya –Macaristan imparatorluğu yıkılmış ve ortaya çıkan küçük devletçikler önce Osmanlı devletinin Avrupa topraklarını karıştırmıştır. Ulusculuk cereyanları birinci ve ikinci Balkan savaşlarını kışkırtırken, Osmanlı devleti ile birlikte Rus Çarlığı’nı da etkilemiş ve bu aşamada dünya haritasının kuzey bölümünü kapsayan Rus devleti de ABD yardımıyla dünyanın öbür ucunda yer alan Vladivostok kentinden saldırıya geçen Japon ordusunun arkadan vurması ile, Rusların imparatorluk devleti de çökertilerek Avrupa’nın doğu bölgesinde yer alan üç büyük imparatorluk tarihin derinliklerine gönderilmiştir.

Avrupa kıtası üzerinden bütün dünya ülkelerine sıçrayan alt kimlikçilik ve de ulusalcılık arayışları, yirminci yüzyılın başlarında herkesin kendi başının çaresine bakması gibi yeni bir durumu dünya halklarının önüne çıkarmıştır. Milliyetçilik hareketleri bütün imparatorlukları parçalanmaya doğru sürüklerken ve Balkanizasyon adı verilen parçalanma süreci yeni küçük devletleri gündeme getirirken, aynı zamanda tarihin gelmiş olduğu noktada bilinçli ulusçuluk akımlarını da yavaş yavaş ülkelerin siyasal gündemlerinin içine dahil etmiştir. Rus devleti yanı başında Balkanizasyon oluşumu ile dağılan Osmanlı imparatorluğundan ders alarak, kendisini sarsmaya başlayan terörist milliyetçilik akımlarına karşı devlet destekli halkçılık akımlarını öne çıkararak, Balkan’lar da gelen Balkanizasyon rüzgârlarının önünü kesmeye çaba göstermiştir. Kısa bir zaman dilimi içinde Rusya da devletçi halkçılık akımını öne çıkararak ve bu hareket üzerinden sokak hareketlerinin önünü keserek, bölücü milliyetçilik akımlarının ülke düzeyinde yaygınlık kazanmasına izin vermemiştir. 1905 yılında Japon ordusuna yenilen Rus devleti, güvenlik güçleri aracılığı ile geliştirdiği terörist halkçılık hareketleri üzerinden bölücü milliyetçiliğin önünü bütün kuzey bölgesinde kesmiştir. Avrupa gibi gelişmiş bir kıtadan esen rüzgârlar, bu bölgedeki siyasal ve sosyal birikimi kıtanın doğusunu taşımış ve Avusturya –Macaristan imparatorluğunun dağılması üzerine ulusalcı rüzgarlar, Rusya ile birlikte Osmanlı devletinin   ülkesini de tehdit etmeye başlamıştır. Her iki ülkede var olan aydın potansiyeli bu tür gelişmelere karşı okumuş kitleleri harekete geçirmiş ve bu doğrultuda Rusya Hrıstıyan dinine sahip olduğu için, Avrupa’daki gelişmelerden daha fazla etkilenerek, gelecek için yeni çözümler ve yollar arama mücadelesinde, Rusya’nın Osmanlı devletinden daha ileri düzeyde sahip olduğu entelektüel birikimin tam bu aşamada devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratmıştır. Rus aydınları ulus devlet olgusunu Avrupa’nın siyasal birikimi Hrıstıyanlık üzerinden tanımaya başlayınca, ulusçuluk akımı Rus toplumunu daha fazla etkileyerek Rusya’da ulus devlet arayışlarını başlatmıştır.

Rus toplumu imparatorluktan ulus devlete geçerken, Rusya’da yaşayan bazı etnik ya da dini gruplar ile birlikte alt kimlikli kültürel yapılanmalar da kendi başlarının çaresine bakarak, tıpkı Rusların gittiği yoldan giderek kendi ulus devletlerini kurabilmenin yollarını aramışlardır. Böylesine bir yönelişte Rus aydınlarının tırmanan ulusçuluk arayışları etkili olmuş ve Rusya Türklerinin öncü aydın kadroları da tarihten gelen birikimlerini kullanarak, Rusya topraklarının bölüşülmesi sonrasında bir Türk devletini 3 K adı ile anılan merkezi bölgenin tam ortalarında kurabilmenin çabası içine girebilmişlerdir. Rus topraklarının tam ortalarında yer alan, Kazan, Kırım ve Kafkasya üçgenin de bir Türk devletini bölgedeki Türk nüfusunun fazlalığına dayanarak kurabilmenin arayışı içine giren Rusya Türkleri, tıpkı Rus aydınları gibi yaşadıkları bölgede kendi ulus devletlerini kurmak üzere yola çıkmışlardır. Avrupa ülkelerinden sonra Rusya bölgelerinde de daha küçük boyutta ulus devletler arayışı içine girilmiştir. Özellikle Kırım, Hazar ve Kafkasya bölgelerinde Balkanlar’da olduğu gibi küçük ulus devletler kurma girişimleri öne çıkınca Moskova’da yeni arayışlar gündeme gelmiş ve  küçük devletler ile bölünme yerine eski imparatorluk topraklarında daha güçlü bir büyük devlet arayışı gündeme gelince, sonradan oluşturulan Bolşevik örgütlenmesi üzerinden, bütün eski Çarlık ülkeleri bir arada tutulmaya çalışılmış ve bu doğrultuda  Rusya’da yaşayan tüm etnik grupların temsilcilerinin de katılmasıyla  beklenen büyük sosyalist devrim gerçekleştirilmiştir. Böylece Çar imparatorluğundan özünde sol bir anlayış olan sosyalizm üzerinden yeni bir ideolojik imparatorluğa geçilmiştir. Avrupa’nın İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük sanayileşmiş ülkelerinde bir sosyalist devrim beklenirken, Rusya gibi işçi sınıfının olmadığı kırsal alanda bir sosyalist devrim, ülkenin geniş topraklarını merkezi bir imparatorlukta koruyabilmek için gerçekleştirilmiştir.

Avrupa ülkelerinden gelen güçlü sosyalist rüzgârlar sayesinde Rusya’nın çeşitli bölgelerinde sol ve sosyalist çizgide akımlar ortaya çıkarken, Türklerin yoğun olarak bulunduğu Kuzey Rusya, Hazar, Kırım ve Kafkasya bölgelerinde alt kimlikler üzerinden bir Türk devleti kurabilmenin çabası öne çıkmıştır. Yıllarca Rus kimliğinin baskıcı ortamında yaşamaya mahkûm edilmiş olan Türk toplulukları sahip oldukları bilinçlenme düzeyi ile Rusya topraklarında bir Türk devleti kurabilmenin yollarını ararlarken, Avrupa üzerinden gelen sosyalist rüzgârların etkisiyle gelmekte olan ideolojik bir imparatorluğun çatısı altında, Türk kimlikli bir sosyalist devletleşme oluşumunu da ciddi bir alternatif olarak görmeye başlamışlardır. Sosyalizmin giderek Rusya’yı teslim alması ve dışarıdan gelen ekonomik lobilerin desteği ile kapitalist batı uygarlığına karşılık sosyalist bir doğu uygarlığı arayışına giren Rus aydınları, sosyalist sistemin başına Yahudi asıllı Bolşevik kadrolaşmayı geçirerek, alt kimlikleri geride bırakacak biçimde yeni bir imparatorluk üst kimliğini Sovyetler Birliği olarak kabul ediyorlardı. Rusya’da alt kimlikçi kadrolaşma Bolşevik örgütlenmesinin getirdiği sosyalist sistem aracılığı ile önlenirken, Rus devrimi öncesinde dört adet Türkçülük Kongresi düzenleyen Rusya Türkçülük akımının yönetici kadrosu, Rus polisi aracılığı ile sınır dışı edilerek Rusya’daki Türkçülüğün ülkeyi bölmesine izin verilmiyordu. İdeolojik imparatorluk oluşturulurken ülkenin Kuzey, Güney ve doğu bölgelerinde farklı alt kimliklere dayanan ulus devletler kurulmasına ise kesinlikle izin verilmiyordu.  

1905 yılında Japon ordusunun arkadan vurmasıyla gerçekleşen Rus devletinin çöküşü 1917 yılındaki Sovyet devrimine kadar eski Çarlık topraklarını sahipsiz ve devletsiz bırakıyor ve böylesine siyasal boşluk içinde her alt kimlikli grup çoğunlukta bulunduğu bölgede kendi ulus devletini kurmak üzere yola çıkıyordu. Rusya Türkleri batıdan gelen siyasal rüzgarlar doğrultusunda  Türkçülük ile birlikte Sovyetçiliğe de yöneliyorlar ve tam bu aşamada  Türklerin ayrı devlet kurması fikrinin yanı sıra sosyalizmi de kabul etmiş görünerek, Sovyetler Birliği çatısı altında kurulmakta olan bölgesel federasyon çatısı altında yeni bir Türk devleti kimliği ile federe devlet olarak yer alabilmenin arayışları içine giriyorlardı. Böylece Türkcülük akımı Bolşeviklerin dayattığı Sovyetler Birliğinde yer alıyordu.

Rusya Türkleri genel olarak Şamanlık sonrasında Müslümanlığı kabul ettikleri için daha çok Rusya Müslümanları olarak tanınıyordu. Fransız devrimi sonrasında doğu bölgelerine doğru esen çağdaşlık rüzgarları bu kitleler içinde yenileşmeyi beraberinde getirdiği için Avrupa’da yayılmış olan sol ve sosyalist düşünceler de Avrupa üzerinden Rusya’ya yansıyarak, aydınların bu gibi akımların etkisi altında kalmasına neden oluyordu. Rus aydınları ile birlikte Rusya’daki Türk aydınları da bu gibi akımların etkisi altında kalarak sol düşünceli aydınlara dönüşüyorlardı. Rus Çarlığının yıkılışı sonrasında ortaya Türkçülük akımı ile çıkan Türk aydınları, sosyalist batı rüzgarlarının Rusya üzerinde güçlü etkiler yaratması üzerine de Rusya’da yaşamanın büyük etkisiyle sosyalist düşüncelere de yakın duruyor ve Rusya’nın bir iç savaştan kurtulabilmesi için Rus aydınları diyalog ortamına girerek, Rus topraklarının on iki yıl süre ile devletsizlik ortamına sürüklenmekten kurtulabilmesi için çaba gösteriyorlardı. Tarihin bu aşamasında Rusya’daki Türkler hem Türkçülük hem de sosyalizm akımları ile aynı zaman dilimi içinde tanışarak hareket ediyorlardı . On iki yıllık devletsizlik ortamı Rusya’da her bölgeyi savaş alanına çevirdiği için Rus topraklarında yaşayan bütün alt kimlikli toplulukların bir an  önce bu durumdan  kurtulmak üzere, önce kendi devletlerini kurmaya yöneldiklerini ve geride kalmış olan Rus devletinin bu tür oluşumlara karşı durması üzerine dış ekonomik insiyatiflerin araya girmesiyle, yeni bir uluslararası denge amacıyla  Avrupa kıtasını devre dışı tutmak üzere Sovyetler Birliği adıyla  bir ideolojik imparatorluk olarak kuruluyor ve soğuk savaş döneminde iki kutuplu bir dünya düzeni oluşturularak Rusya’daki Türklerin   Rus imparatorluğu içinde bırakılması sağlanıyordu.

Rusya Müslümanları böylesine büyük bir dönüşüm süreci yaşanırken yenilikçi hareketler aracılığı ile Rusya Türkleri’ne dönüşüyor ve bu dönüşümde Tatarlar önü çekiyorlardı.  Kazan’da yaşayan Tatar kökenli bir ailenin girişimleriyle Rusya’daki bütün Türk boyları bir araya getiriliyor ve Tatar toplumunun erken aydınlanan yapısı ile de Türkçülük akımı çatısı altında Rusya’daki Türk ve Müslüman topluluklar bir araya geliyordu. Uluslararası konjonktürdeki gelişmeler nedeniyle imparatorlukları parçalayan ulusalcılık ve ulus devlet akımları ile birlikte, bir de sosyalist akımlar gelişerek, Sovyetler Birliğinin kurulması için elverişli bir ortam yaratıyordu. Türkçülük akımının öncüsü hem Rusya’daki hem de Türkiye’deki Türkçülük akımlarının kanaat önderi olarak Yusuf Akçura’nın, önce Rusya’da bir Türk devleti   daha sonra da Osmanlı devletinin merkezi toprakları üzerinde yepyeni bir Türk devleti oluşturulması doğrultusunda yürüttüğü çalışmalar, Rusya’nın merkezi toprakları olan Kazan, Kırım ve Kafkasya’da mümkün olamayınca alternatif Türk devleti Osmanlı devletinin merkezi toprakları olan Anadolu ve Rumeli bölgelerinde kurulmuştur. Kazanlı Akçura ailesi, Yusuf Akçura’nın öncülüğünde Türkçülük akımını Rusya’da başlatıyorlar ve daha sonra da Türkçülerin bu ülkeden kovulması üzerine hem İsviçre hem de Azarbaycan üzerinden bu akımı Misakı Milli sınırları içinde kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’ne taşıyarak devletleştiriyorlardı. Birinci Dünya Savaşı dönemecinde dünya düzeni değişirken yeni jeopolitik dengeler oluşuyor ve gelecekte İslam coğrafyası üzerinde, iki bin yılda Avrupa kıtasında kurulamayan Yahudi devletinin kurulması amacıyla dinsizliği öne çıkaran bir sosyalist doğu bloku İslam coğrafyasının tepesine oturtulurken, Rus topraklarındaki Müslüman ve Hrıstıyan ülkeleri bir büyük konfederasyonun federal devletlerine dönüştürülüyordu. Türk adı ile bir yeni devletleşme Rus topraklarından dışarı çıkarılırken, Rus Çarlığının eski komşusu olan Osmanlı devletinin merkezi toprakları üzerinde bir Türk devleti kuruluyordu. Böylece Rusya’da başlamış olan Türkçülük akımı, ideolojik imparatorluk yapılanması ile Rus topraklarından dışlanırken, gelecekte İslam coğrafyasının merkezinde yer alacak bir Yahudi devletinin daha sonraki oluşturulma sürecinde, dinsizlik esasına dayanan Sovyet İmparatorluğu ile müstakbel Siyonist imparatorluk arasına bir anlamda dinsizlik ve dinlilik bölgeleri arasın bir tampon devlet olarak laik Türkiye Cumhuriyeti oturtuluyordu.                                       

                Rusya’da Türkçülük akımının doğuşu ve gelişim süreci içinde Tatarlar öncülük yaparlarken, o döneme kadar örgütlü bir bütünlüğe sahip olabilen Rusya Müslümanları topluluğu da harekete geçmiştir. Türkçülük akımı ortaya çıkana kadar bu topluluk Rusya Müslümanları adı altında hareket ediyordu. Cedit hareketinin giderek örgütlenmesi üzerine Fransız devriminin getirdiği laiklik ilkesi benimsenmiş ve böylece Müslüman kimliği terk edilerek Türk kimliği kabul ediliyordu. Rusya Müslümanlarının çoğunluğunun yaşadıkları ülkelerde Türkçe dilini kullanmaları da Rusya Müslümanlarının Türkleşmesinde önde gelen bir rol oynamışlardır. Tatar aydınlarının öncülüğünde başlatılan Türkçülük akımı, daha sonraki dönemde laik devlet politikaları ile pekişmiştir. Avrupa’da Hrıstıyanlığın, Orta Doğu’da İslamın etkilerinin kırılabilmesi amacıyla başlatılan laik devlet politikaları, bölgede dengelerin yeniden kurulmasında etkin olmuş ve Osmanlı imparatorluğu parçalanırken, Rus imparatorluğu ideolojik yapılanma üzerinden birliğini korumuştur. Çin ile ticaret yapan Tataristan’da oluşan Tatar burjuvazisi, Avrupa tipi burjuvalaşmayı kendi ülkelerine getirirken batı tipi bir milliyetçilik olarak Türkçülüğü geliştiriyorlar ve bu doğrultuda bir Türk devleti kurulması için çalışmalar yapıyorlardı. Ne var ki bu tür çalışmalar yapılırken, dünya konjonktürü Rusya üzerinden bir ideolojik imparatorluk oluşturulması düşüncesini öne geçirmiş ve bu doğrultuda Rusya’da Sovyetler Birliği kurulurken, Türklerin devleti Rusya’da kurulamayınca Anadolu yarımadası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, Türkçülük akımının başlıca hedefi haline gelmiştir. Sosyalist devrime yönelen Rus devleti, ülkeyi bölebilecek alt kimlikçi yapıların kadrolarını da ülkenin dışına çıkarıyordu. Rusya’da Türk devleti kurmak üzere yola çıkmış olan Türkçüler ülkeden kovulunca Türkiye Cumhuriyeti’ne gelerek Türk Ocaklarını kuruyorlar ve ülke düzeyinde örgütleniyorlardı.

                Türkçülüğün öncüleri aynı zamanda sosyalist oluşumların öne geçtiği Rusya’da sol düşünce ve görüşleri de öğreniyor ve bu doğrultuda batı merkezli kapitalist emperyalizme karşı antiemperyalist sol görüşlerle karşı çıkarak, gelecekte tam bağımsız bir düzen içinde var olacak bir Türk devletinin oluşumuna öncelik veriyorlardı. Türk siyasetinde sağ kanatta yer alan milliyetçi ve muhafazakâr kesimler ile merkezler, Türkiye’deki Türkçü hareketi örgütlerken tutucu ve sağcı yaklaşımlar geliştiriyorlardı. Türkiye’deki bu sağcı tutum Rusya’da ortaya çıkmış olan sol içerikli Türkçülük hareketinin ilerici ve devrimci içeriğinin görülmesini engelliyordu. Anadolu’da kurulması planlanan ulus devletin bir Türk devleti olmasına eski Osmanlı ahalisi karar verince, Türkçülük akımı Rusya’dan Türkiye’ye taşınarak Kuvayı Milliye hareketi ile bütünleşiyordu. Savaş dönemi sona erdikten sonra çağdaş bir demokrasi yolunda genç Türk devleti yürümeye devam ederken, devleti kuran parti tıpkı Rusya’daki halkçılık hareketlerinde olduğu gibi halkçılık ilkesine öncelik veriyordu. Aynı zamanda devleti kuran partinin adında halk kavramı kullanılırken Türk kavramı da devletin ait olduğu ulusal kimliği korumak üzere muhafaza ediliyordu. Sol içerikli bir Türkçülük akımı Rusya’da ortaya çıkarken, Türkiye’de devletin ulusal kimliğinin belirlenmesinde esas alınıyordu. Böylesine bir süreç içerisinde Türkçülük ve halkçılık birlikteliğine Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de riayet ediliyordu. Ne var ki, daha sonraki aşamada Türkçülüğün sağ muhafazakâr kesimlerin eline geçmesiyle birlikte, tutucu bir Türkçülük öne çıkıyor ve Türkçülüğün ilk ortaya çıktığı zaman var olan sol içerikli ve halkçılığa dayanan bir Türkçülük anlayışından uzaklaşılıyordu. Dünya sahnesine çıkmış olan birçok ulus devlette görülen tutucu ve sağcı ulusalcılıkların sonunda aşırı muhafazakâr ve tutucu çizgilere kaydıkları görüldüğü gibi Türkiye’de de benzeri sahnelere zaman zaman Türk halkı tanık olmaktadır. Emperyalist devletlerin ulus devletleri baskı altına aldığı aşamalarda, ulus devletlerin ulusçu çizgilerinin tutucu ve muhafazakâr noktalara sürüklendiği görülmektedir. Bu çerçevede Türkiye’de de benzeri durumlar kritik aşamalarda gündeme gelmiştir. Sağcı ve tutucu aydınların ağır basmasıyla Türkçülük akımı da eski antiemperyalist sol çizgisini yitirerek, günümüzde kimlik kaybı aşamasına gelmiştir.

                Normal demokrasilerde sağ ve sol ayırımları siyasal çizgilerin belirlenmesinde etkin olduğu için diğer akımlar da sol ve sağ kavramları üzerinden değerlendirilerek, halkçı ya da azınlıkçı çizgilerde bir içeriğe sahip olmaktadırlar. Antisosyalist ve otoriter çizgilerdeki siyasal hareketler beraberinde tutucu çizgileri getirdiği için, Türkçülük hareketinin ilk olarak siyaset sahnesine çıktığı aşamadaki antiemperyalist sol içeriği görmezden gelinebilmektedir. Rusya kökenli Türkçülük akımının ilk ortaya çıktığı aşamadaki öncüleri olarak, Sultan Galiyev, İsmail Gaspıralı, Hüseyinzade Ali Bey, Yusuf Akçura, Ahmet Tursunov, Neriman Nerimanov, Ağaoğlu Ahmet, Turar Riskolov, Mirza Ahundzade önde gelen Türkçü liderler olmasına rağmen, bunlar aynı zamanda antiemperyalist çizgide bir sol anlayışa sahip çıkarak siyaset sahnesinde sol çizgide bir Türkçülüğü sürdürmeye çalışıyorlardı. Rusya’daki Türkçülük akımı zaman içinde Türkiye’ye taşınınca Ziya Gökalp, Hüseyin Namık Orkun, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Akdes Nimet Fırat, Remzi Oğuz Arık, Reha Oğuz Türkkan, Osman Turan ve Orhan Şaik Gökyay gibi yazar, bilim adamı ve siyasetçiler öne çıkarak, Türkçülük hareketinin Türkiye toprakları üzerinde örgütlenmesinde etkin olmuşlardır. Ne var ki Rusya’daki Türkçülerin sol içerikli yaklaşımlarına rağmen Türkiye’deki Türkçüler sağ kanatta ve tutucu bir çizgide hareket etmişlerdir. Rusya’dan gelen Türkçüler de sosyalist sisteme karşı çıkarak sağ kanat milliyetçiliğini tercih edince, siyasal dengeler bozulma aşamasına gelmiştir.

                Rus Türkçüleri yenilikçiliğe yönelerek Cedit hareketinin öncüsü olmuşlar Türkiye’deki Türkçüler ise, Rusya’daki sosyalist devrim üzerine Türkiye’ye geldikleri için onlarda bu ülkedeki siyasal geleneğe uygun bir biçimde sağ kanatta bir Türkçülüğe yönelmeyi tercih etmişler ve en başta yöneldikleri sol içerikli halkçı Türkçülük çizgisinden uzaklaşmak durumunda kalmışlardır. Bu tür bir sapma beraberinde geleneksel Türkçülük çizgisinden ayrılmayı gündeme getirirken, Osmanlı döneminden kalma baskıcı devletçiliğin, zamanla Türkçülük akımını da bu çizgiye doğru çekmeye çalıştığını göstermiştir. Yusuf Akçura Rusya’da yaşadığı yıllarda Tatar asıllı Türkçülere Bolşeviklerle anlaşmalarını öğütlerken, Türkiye’ye geldiğinde sosyalistler yerine bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk ile beraber çalışarak, yeni Türk devletini Türkçülük akımının içeriğine uygun bir biçimde örgütlemeye çaba göstermiştir. Sosyalist devrim üzerine Rus devletine karşı çıkan Almanya sağ kanat politikalarla ikinci dünya savaşına doğru ilerlerken, Rusya’daki ideolojik imparatorluğun yıkılmasına ve yerine Rusya Türkçülerinin öncülüğünde bir Türk devleti kurulabilmesi için yoğun çaba sarf etmiştir. Bu aşamada Rusya’daki Türkleri kurtararak Türkiye’ye getirmek isteyen Yusuf Akçura Rus devriminin önderi Lenin ile de görüşerek sonuç almaya çalışmıştır. Bu aşamada Rusya’daki Türklerin durumu ile ilgili güvence almak, Türkçülük hareketinin önderi açısından önem taşıyordu. Türkçüler bir anti-Rus strateji izlerken, Rusya ve Türkiye’deki Türkleri bir araya getirerek Rusya’yı dengeleyecek bir büyük Türkiye yaratabilmenin arayışı içindeydiler. İkinci dünya savaşının son aşamasında Almanya ve Rusya savaşırken, Türkiye’deki Türkçüler de hapislere atılarak yargı önüne çıkarılıyordu. Hitler Hazar bölgesine gitmek için saldırırken, Rusya Türkleri hedef alınıyor ve Türkiye’deki Türkçü hareketin de baskılarla önü kesilmek isteniyordu. Rusya ve Türkiye gibi iki büyük ülkede Türk topluluklarının ezilmelerini önlemek üzere, Türkçülük akımı öne çıkıyor ama beklenen etki gösterilemediği için savaş sürecinde Türkler kurtarılamıyordu. Alman Nazizmi etkisinin görüldüğü yıllarda Türkçülük ırkçılıkla yozlaştırılmaya çalışılıyordu. Her türlü ırkçılık ve aşırı milliyetçiliğe karşı çıkan Türkçülük akımı, halkçı bir sol içeriğe sahip olmasına rağmen sağ kanat milliyetçilik çizgisi ile halk kitlelerinden uzaklaştırılmıştır. Türkçülüğün ırkçılığa karşı çıkan yapılanması içinde Türk asıllı olmayan aydın Türkçüler de bulunuyordu. Türkçüler millet ya da ulus kavramlarına dayanarak hareket ederken, ırkçılığa ve aşırılığa her zaman için karşı çıkıyorlardı. Bir Asya halkı olan Türkler, kıtanın kuzeyinde, güneyinde ve batısında varlıklarını ortaya koyarken dayanışma içine giriyorlardı.

                Gerçek anlamıyla Türkçülük, dil, din ve millet, ortaklığına dayanan, laik, halkçı ve devrimci, ilerici bir ortak geçmişe sahip olan ve aynı zamanda sosyal devletçi politikalara önem veren   bir siyaset anlayışıdır. Türkçülük akımı zamanında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu gibi Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında da yeni bağımsız Türk devletlerinin ortaya çıkmasında da önemli görevleri yerine getirmiştir. Önümüzdeki dönemde Rusya, Çin ve Hint kaynaklı doğu emperyalizmlerinin baskısı altından kurtulmayı bekleyen Türk topluluklarının özgürlüğe yönelen yeni yaklaşımları çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti, kendisini var eden Türkçülük akımının gereği olarak akraba topluluklara ve kardeş Türk devletlerine sahip çıkarak, onların geleceğin dünyasında diğer Türk kardeşleri gibi barış ve düzen içerisinde bir yaşama kavuşabilmeleri için her türlü özveriyi gösterecektir. Türk devletleri ve topluluklarının tamamı çağdaş uygarlık düzeyinde bir yaşam düzenine kavuşana kadar, Türkçülük akımı görevde olacak ve çağdaş uluslar ailesinin içerisinde yer almaya hak eden Türk toplulukları da uygarlık doğrultusundaki mücadelelerini sonuna kadar sürdüreceklerdir. Son dönemlerde başlayan Türk Keneşi yapılanması bu açıdan tüm Türk toplulukları için bir umut kaynağı olmuştur. Her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar ile bağımsız Türk devletlerinin beklentileri ile Türk asıllı toplulukların gereksinmelerinin karşılanmasına çalışılmaktadır. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülüğünde gerçekleştirilen yeni Türk yapılanması çalışmalarında dünyanın her yöresindeki Türklerin talep ve isteklerinin karşılanmasına çalışılmakta ve bu doğrultuda bağımsızlığını kazanan Türk devletlerinin ortak bir dayanışma düzeni içerisinde hareket etmeleri gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

                Son dönemde gerçekleşen elektronik devrim ve uzay çağı araştırmaları ile insanlık yepyeni bir döneme girerken, herkes derlenip toparlanmak durumundadır. Bu doğrultuda bütün Türk devletleri ve boylarının bir araya gelerek daha etkili bir güç haline gelerek dönüşüme Türklerin katkılarını sağlamalıdırlar. Türklük adına var olan bütün yapıların korunması, sağlanacak iş birliği ve dayanışma düzenleriyle yeni dünya düzeninde Türklük olgusunun daha da ön planlarda yer almasının sağlanması gerekmektedir. Günümüzde Türkçülük akımı artık eskisi gibi sağ kanat tutucu görüşlere terk edilemez Bu nedenle, Türkçülük akımının bugünün genç kuşaklarına yeniden anlatılması gerekmektedir. Bu akımın doğuşu sırasındaki sol içeriği, halkçılık özü ve sosyal devletçi yaklaşımları da yeniden ele alınarak incelenmelidir. Bir ulus devlet olarak kurulmuş olan Türk devletinin temelinde var olan milli temelin içeriğinin, Türkçülük akımı olduğu hiçbir zaman unutulmadan değerlendirilmelidir. Milli devletlerin kuruluşunda milli demokratik devrimin gerçekleştiği var sayılmaktadır. Ne var ki, millet olma süreci tamamlanmadan kurulmuş olan ulus devletlerde milli temel tam olarak oturtulamadığı için, Türkiye gibi ulus devletlerde yeni bir milli demokratik devrim yapılarak bu devrimin sonrasına geçilmesi tartışılmaktadır. Tam anlamıyla demokratik bir düzen kurulamayan ülkelerde yeni bir milli demokratik devrim yapılarak, egemenliğinin merkezi olduğu bir yapılanmada devletin tam anlamıyla Türklerin yönetiminde olması gerektiği dile getirilmektedir. Avrupa ve Amerika gibi batının önde gelen uygar güçleri beraberlerinde emperyalizm getirerek tüm dünyayı tehdit etmeye çalışırlarken, tüm mazlum uluslar adına Türk devletleri Türkçülük akımı çerçevesinde bir araya gelerek ortak bir karşı çıkış ve direniş hareketi örgütlemekle sorumludurlar. Avrupa kıtası yeni bir devrim saldırısı ile bütün dünyayı uyarırken, doğunun uygarlık çemberi dışında kalmış olan Türk kesimleri bir karşı harekete geçerek, Avrasya kıtasına yayılmış olan Türklerin birlikteliği ile yeni bir siyasal dönemin önünü açacaklardır. Türkiye en eski Türk devleti olarak bağımsız Türk devletleri ile Rusya, Çin ve Hindistan’da baskı altında yaşayan tüm Türk asıllı topluluklar için harekete geçecektir. Böylesine bir dönüşüm için Türkçülük akımının eski halkçı ve sol siyaset özlü içeriğinin yeniden devreye sokulması zorunlu görünmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

13 Şubat 2021 Cumartesi

KEMALİST TÜRKÇÜLÜK - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 KEMALİST TÜRKÇÜLÜK

                Türkiye Cumhuriyeti kurucu önderi olan Mustafa Kemal Atatürk’ün izinden giderken, izlenen yol ve yöntem siyasal alanda her zaman için tartışma konusu olmuştur. Bu doğrultuda birbirinden çok farklı görüşler öne sürülerek ciddi bir kafa karışıklığı yaratılmıştır. Türk milleti kurucu önderi Atatürk’e bağlılığını korumak ve bu doğrultuda geleceğe yönelik tutarlı ve istikrarlı bir yol izlemek konusunda, geçmişten geleceğe yönelik bir biçimde ortaya çıkan Kemalist çizginin, değişen dünya koşulları çerçevesinde ele alınarak uygulamaya geçirilmesi konusunda, Türkiye Cumhuriyeti devleti ile Türk milleti önemli zorluklar ve sorunlarla boğuşmak zorunda kalmaktadır. En başta Atatürk düşmanları ve daha sonraki kategoride de emperyalist ve işbirlikçi güç merkezleri, Atatürk ve onun düşünce sistemi üzerinde kasıtlı olarak karışıklık yaratarak, dünyanın merkezinde yer alan bir güçlü ülke olarak Türkiye’yi ortadan kaldırmak için kaotik bir ortama kasıtlı olarak sürüklemektedirler. Böylece, Türk devletinin karışıklık ortamından çıkarak toparlanmasına fırsat vermeden, yıkılmasına giden yolların önünü açmak istemektedirler. Kurulduğu günden bu yana Türkiye Cumhuriyeti iki ara bir derede böylesine sıkışık bir durumda tutularak, merkezi coğrafyanın en güçlü devleti olmasına izin verilmemiştir. Böylesine bir engelleme düzeni altında istediği gibi toparlanamayan Türk devleti, günümüzde   bu çıkmazdan kurtulabilmenin yoğun çabası içine girerek ve mücadele dozunu her geçen gün yükselterek, dünyanın önde gelen ülkelerinden birisi olabilmek için uğraşmaktadır.

                Türk devleti, Birinci dünya savaşı sonrasında kurulmuş olan bir ulus devlettir. Yüzyıllarca insanlık tarihi boyunca birçok devlet kurmuş ve bunları imparatorluklara dönüştürmesini bilen bir ulusal topluluk olarak Türkler, ilk kez modern anlamda bir ulus devlet kurarak çağdaş bir yapılanma üzerinden, Birinci dünya savaşı sonrasında dünya sahnesine çıkmıştır.  Tarih boyunca Türk asıllı sülaleler ve hanedanların oluşturduğu Türk devletleri, güçlü krallar ve devlet adamları sayesinde tarihin en uzun süreli imparatorluklarını kurmuş ve bunlar aracılığı ile de bir yeryüzü hegemonya düzenini uzun süreli oluşumlar olarak çeşitli dönemler boyunca sürdürmüşlerdir. Türkler ilk önce Asya kıtasının ortalarında görülmeye başlamışlar, daha sonraları ise göçler üzerinden batıya doğru yol alarak Pasifik okyanusu ile Atlantik okyanusu arasındaki üç kıtada devletler kurarak ve bunları zaman içerisinde imparatorluklara dönüştürerek, tarih boyunca yeryüzünde sağlam bir hegemonya düzeni oluşturmaya çalışmışlardır. Birbirini izleyen savaşlar Türk devletlerini değiştirirken, sonraki aşamada ulus devletler çağına girilirken, üç kıtanın ortasındaki merkezi yarımada olarak Anadolu toprakları, Türklerin merkezi anavatanı olarak kabul edilmiş ve bu yarımada üzerinde Türk milletinin ulusal egemenliğine dayanan güçlü bir Türk ulus devleti kurulmuştur.

                Merkezi topraklar üzerinde bir Türk devleti, Türklerin anavatanı olarak kabul edilen Anadolu yarım adasının üzerinde kurulurken, Asya ve Avrupa kıtaları arasında kalan önemli bir jeopolitik konum belirlenmiş ve böylece iki önemli kıta üzerinde bir köprü konumunda yer alan Anadolu yarımadasının etrafını çevreleyen bölgeler, kıtalar arasında merkezi bir yapılanmanın tamamlayıcı unsurları olmuştur. Böylesine bir devlet kurulurken Asya, Avrupa ve Afrika kıtalarından gelen göçlerin ortaya çıkardığı insan malzemesi, yeni devletin toplumsal yapısının oluşturulmasında esas alınmıştır. Osmanlı devleti geri çekilirken önce Afrika, sonra Asya ve de Avrupa kıtalarından gelen göçler üzerinden yeni bir ulus devlet kurulmaya çalışılmıştır. Balkan savaşları Balkanlar bölgesini boşaltırken batılı emperyal  devletlerin üç kıtadaki Osmanlı topraklarını işgal etmeleri yüzünden, Avrupa’dan gelen göçler Anadolu’nun batı bölgelerine, Asya’dan gelen göçler ise  Doğu Anadolu’da yeni kurulan yerleşim merkezlerine, Afrika ve Orta Doğu ‘dan gelenler Anadolu’nun güney bölgelerine gelerek yerleşmişler ve böylece yüzyıllarca Türklere yurt olarak  ülke unsurunu oluşturan  topraklardaki Türk toplulukları, bu coğrafyanın tam ortalarındaki Anadolu yarımadasını milli anavatan kabul ederek, cihan savaşı sonrasında bu yarımada üzerinde  tam bağımsız Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu için verilen ulusal kurtuluş savaşında  yer almışlardır. Dünya savaşı sırasında emperyalist saldırılar yüzünden kendi ülkelerindeki düzeni bozulan merkezi coğrafya ahalisi, daha sonraki aşamada Anadolu’ya gelip yerleşerek çağdaş bir cumhuriyet devleti kurulabilmesi için ulusal bir mücadele vermişlerdir. Bu aşamada hem göçler hem de savaşlar aracılığı ile Avrupa ve Asya’dan gelen Türk toplulukları ve diğer gruplar elbirliği ile mücadele ederek merkezi bir devleti kurabilmişlerdir.

                Birinci dünya savaşına giden yolda ilk savaşlar Balkanlar’da yapılmış, sonraki aşamada Anadolu üzerinden Asya topraklarında savaş sürdürülerek batılı emperyalistlerin saldırıları önlenmek istenmiştir. Balkan savaşları sonrasında Çanakkale’ye gelen emperyalistler, buradan Doğu Anadolu’ya giderek bir Ermenistan devleti kurmaya yöneldikleri aşamada, Balkanlar’dan gelen göçler Türkiye topraklarına yönelmiş ve bunun sonucunda da Balkanlar ve Çanakkale üzerinden gelişen savaş cepheleri önce Doğu Anadolu’ya, sonra güney Anadolu’ya ve daha sonra da batı Anadolu’ya doğru açılarak, orta dünyada Türklerin topluca bir var olma ya da yok olma kavgasına dönüşmüştür. Balkan savaşı ile başlayan bu toplu savaş süreci ilk aşamada Balkan savaşları ile öne çıkmış ve daha sonraki aşamalarda çeşitli cephelerde devam ederek, Batı Anadolu bölgesinde işgalci düşman birliklerinin Akdeniz’e dökülmesiyle zafer noktasına erişmiştir. Anadolu üzerindeki Türk devletinin kurucusu olan Atatürk, önce ortaya çıkan savunma örgütü olarak İttihat Terakki örgütünün içinde yer almış ve daha sonra da savaşın Asya topraklarına kayması üzerine de Anadolu yarımadasındaki ulusal kurtuluş savaşının örgütlenmesi olarak Kuvayı Milliye örgütlenmesinin öncüsü ve başı olmuştur.  Mustafa Kemal Makedonyalı bir aileden gelen bir Osmanlı vatandaşı olarak ülke savunması doğrultusunda, Balkan savaşlarında ulusal mücadeleye girmiş ve daha sonra da Anadolu üzerindeki ulusal kurtuluş savaşının hazırlayıcısı olarak, Avrupa topraklarından Asya topraklarına doğru kayan bir yeniden oluşum sürecinde Avrupa ve Asya birlikteliğinde gündeme gelen Türk devletinin hem öncüsü hem de kurucusu olmuştur. Bu nedenle, Atatürk Avrupa’dan gelen Selanik doğumlu Balkanlı ama Asya’da savaşarak Ankara’da devlet kuran bir Avrasya önderi olarak da kabul edilebilir. Atatürk bu yönü ile hem Avrupa hem de Asya’nın önde gelen önderlerinden birisi olarak görülmektedir.  

                Türkler ise Asya’da tarih sahnesine çıkan, bu kıtanın her bölgesinde değişik devletler ve imparatorluklar kuran bir millet olarak, daha sonraki dönemlerde hem Avrupa hem de Afrika kıtalarının topraklarında da devlet kurarak, insanlık tarihinde yer alan önemli bir millet topluluğu potansiyeli ile tarihteki yerini almıştır. İlkçağlardan bu yana Türk tarihi incelendiği zaman Ergenekon oluşumu gibi mitolojik kaynakların, bir Türklük bilinci yaratılmasında önde gelen bir yansımalar getirdikleri görülmektedir.  Türk tarihinin mitolojik anlatımının ötesinde konuya tarih bilimi açısından girildiği zaman, Türklerin tarih biliminin önde gelen aktörleri olduğu göze çarpmaktadır. Tarihte Ergenekon’dan dünya sahnesine çıkanlar daha sonraki dönemlerde göçler ve akınlar sayesinde birçok bölgelere dağılarak, birbirinden farklı devletler kurmuşlardır. Türkler, üç kıtada her dönemde güçlü devletlere sahip olurken, yavaş yavaş batı ya doğru kayarak Orta ve Kuzey Asya’dan çıktıkları serüvene orta dünya ve merkezi devletler üzerinden devam edince, ortaya Selçuklu-Osmanlı ve Cumhuriyet çizgisinden gelen bin yıllık bir siyasal hegemonya düzeni çıkmıştır. Orta Doğu bölgesinde   Asya kökenli Türk toplulukları batıya doğru ilerlerken, orta dünyada öne çıkan siyasal yapılanmalar zamanla Atatürk’ün kurduğu bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nin doğuşunun önünü açmışlardır.

                Atatürk’ün ortaya koyduğu çağdaş bilim ve siyasal yapılanma merkezi bir devlete dönüşürken, böylesine bir oluşumun üzerinde yer aldığı Anadolu yarımadasının, tarih atlaslarında Asya Minör olarak isimlendirilmesi nedeniyle, Asya kökenli Türk topluluklarının uluslararası konjonktürün sürekli olarak batıya doğru yönlendirilmesi çizgisinde, büyük Asya kökenli Türk topluluklarının küçük Asya isimli Anadolu yarımadası üzerinde bir araya gelerek toplanmalarına uygun bir ortam hazırlamıştır. Türk toplulukları böylesine bir süreç içerisinde Kuzey ve Orta Asya topraklarında yaşamlarını sürdürürken bu sefer ön Asya topraklarına doğru göç hareketleri geliştirerek Selçuklular zamanında Orta Doğu, Osmanlılar döneminde ise Anadolu merkezi üzerinden Yakın Doğu yapılanmalarına yönelmişlerdir. Orta Doğu ile Yakın Doğu bölgelerinin birlikte ele alınması, aynı dönemde bir imparatorluk kuracak genişlikte ülke yapılanmalarını öne çıkarınca, kuzeyden ve doğudan gelen göç hareketleri sayesinde, Türk boyları onuncu yüzyıldan sonra merkezi alanı yeni yerleşim bölgesi olarak kullanmaya başlamışlardır. Türk asıllı toplulukların ve kavimlerin ön Asya topraklarına gelerek yerleşmeleriyle, bu coğrafyanın nüfusu değişmiştir. Bizans döneminden kalan Hrıstıyan ve Yahudi asıllı topluluklar daha batıya doğru yönelirlerken, onlardan kalan boş yerlere onuncu yüzyıl sonrasında gelerek ve yerleşerek, küçük Asya denilen bu merkezi yarımadanın bir Türk ülkesi olmasını sağlamışlardır. Milattan sonraki ilk bin yılda üç büyük kıtanın çeşitli bölgelerinde devletler kurarak yaşayan Türk topluluklarının, tam da ikinci bin yıla girerken yavaş yavaş yerleşik düzene geçtikleri ve bunun sonucunda da Anadolu nüfusu yüz yıllık bir değişim süreci içinde, Hrıstıyan Bizanslı çoğunluğundan çıkarak Türk asıllı kavimlerin hegemonyasına doğru bir geçiş yaşamıştır.

                Tarih kaynakları incelendiği zaman ilk Türk asıllı kavimlerin M.Ö. on binli yıllar civarında Asya’nın çeşitli bölgelerinde ortaya çıktığı görülmektedir.  Tarih öncesi dönemlerde ilk görülen Türkçe konuşan bu kavimlere Proto-Türkler adı verilirken, özellikle Avrupa kıtasında yaşayanlar kastedilmiştir. O dönemin ilkel koşullarında dünya coğrafyası keşfedilmeye çalışılırken, At sırtındaki Türk kavimleri üç kıtanın her bölgesinde at koşturarak yeni yurtlar aramışlardır. Avrupa ve Asya kıtaları arasında göçler uzun yıllar sürerken, Türk boylarının bir kısmı sürüden koparak geldikleri bölgelere yerleşmişlerdir  Bu doğrultuda Hun imparatorluğu ile başlayan hegemonya yayılışının, sonraki dönemlerde yeni kurulan Türk devletleri ile devam ettiği ama Türkçe konuşan kavimlerin göçlere devam ederek  başka bölgelerde de kendilerine yeni yaşam düzenleri kurdukları açıktır Pasifik okyanusundan Atlas okyanusuna  kadar yayılmış olan büyük kara sahasında Türk kavimleri gittikleri yerlerde yerleşirken  bazen kabileler ya da kavimler düzeninde yaşamlarını sürdürmüşler bazen da bulundukları bölgelerdeki devlet yapılanmalarının dayandıkları nüfusların aradan geçen uzun yıllar sonucunda  uluslaşmaya başlamasıyla, günümüzde  Asya toprakları üstünde yedi Türk asıllı devlet yer alırken, bugünkü  Rusya Federasyonunun sınırları içinde eyaletler halinde varlığını sürdüren ondan fazla Türk siyasal yapılanması  devam etmektedir . Bu arada bazı Avrupa ve Asya ülkelerinde de Türk asıllı kavimler otonom ya da ayrı topluluklar halinde yaşamlarını mücadele ederek sürdürmektedirler Dünya tarihinin esas aktörlerinden birisi olan Türk topluluklarının uzantısı olarak bazı Doğu Avrupa ve Doğu Asya devletleri de Japonya’dan Finlandiya’ya kadar yeryüzü haritasındaki yerlerini muhafaza etmektedirler. Bugünün koşullarında dünya düzeni yeniden kurulurken   Türklerin, Çin, İran, Hindistan ve Afrika topraklarında da devlet kurduklarını iyi hatırlamak gerekmektedir.  Türk topluluklarının üç kıta alanında göçler yolu ile yayılmaları gerçeği karşısında, Türklerin anavatanının neresi olduğu konusu tarih boyunca tartışma konusu olan bir sorun olmuştur. Yeryüzüne bu kadar yayılan Türk kavimlerinin, Mayalara ve de Kızılderililere kadar uzanmasıyla birlikte, Amerikan kıtasında da Türk asıllı boyların, yaşam alanlarını dördüncü kıta olarak Amerika kıtası topraklarına da taşarak yayıldığı anlaşılmaktadır.

                Türkçe gibi büyük bir dilin yaygınlık kazanmasıyla bu dile bağlı kültürel alt yapılar ve oluşumlar da beraberinde gündeme gelmiş ve bu gibi sosyal oluşumların birbirini bütünlemeye başladığı dönemlerde, Türklük olgusunun farklı alanlarda gündeme gelerek ve diğerlerinden ayrı çizgilerde kimlik kazanarak öne çıktığı anlaşılmaktadır. Son yıllarda yapılan tarih, coğrafya ve sosyoloji araştırmalarında Türklük olgusunun bazı bölgelerde doğrudan, bazılarında ise dolaylı yollardan varlıklarını koruyarak geliştirilmeye çalışıldığı anlaşılmaktadır. Dünyanın dört bir kıtasına yayılmış olan Türk topluluklarının bazıları uluslaşma içinde, bazıları devletleşme aşamasında diğerleri ise alt kollar ve gruplar olarak bulundukları ülkelerin toplumsal yapıları içinde yer alan etnik ya da dinsel topluluklar olarak, günümüz dünyasında da dağınıklığın çeşitli boyutlarını yaşamaktadırlar. İşte böylesine bir dağınıklık,  kopukluk ve  parçalanmışlık düzensizliğine mahkum edilmek istenen Türklerin giderek yok olmak gibi bir acı sonla karşılaşmaması için, Türk asıllı toplulukların temsilcileri yirminci yüzyılın başlarında bir araya gelmişler ve çeşitli toplantılar yaparak dünyanın geleceğini ve gündeme gelen değişim süreci içerisinde Türk asıllı toplulukların savaş dönemlerinde ne yapmaları gerektiği konularında, görüşmeler ve toplantılar yaparak Türkler için güvenli bir gelecek kurmak üzere yola çıkmışlardır. Türk topluluklarının sayıca en fazla yer aldığı topraklar Asya’nın kuzeyinde yer alan Rusya bölgeleri olduğu için, gelecek arayışı doğrultusundaki hareketlilik de Asya’nın kuzeyinde yer alan Tataristan’ın başkenti olan Kazan kentinde ortaya çıkmıştır. Fransız devrimi ile birlikte Batı Avrupa’da başlayan milliyetçilik cereyanları bütün kıtayı kat ederek Asya topraklarına geldiğinde, üç çok uluslu doğu imparatorluğunu parçalamaya başlıyordu. Önce Balkanlar’da Avusturya-Macaristan, daha sonra da Osmanlı İmparatorluğu milliyetçi saldırılara hedef olarak parçalanırken, Rus Çarlığı devlet destekli bir terörü halkçılık görünümünde geliştirerek bölünmeyi önlemeye çalışıyordu.

                Rus Çarlığı parçalanmayı gündeme getiren alt kimlikçiliğe karşı çıkarken, arkadan gelen ABD destekli Japon savaşına direnemeyerek 1905 yılında çöküyordu. 1917 devrimine kadar 12 yıl devletsiz yaşayan Rusya topraklarında yaşayan çeşitli etnik gruplar ve alt kimlik sahibi topluluklar, geniş imparatorluk topraklarında belirledikleri bölgelerde kendi ulus devletlerini kurmak üzere yola çıkıyorlardı. Hazar döneminden kalan Türk boyları kuzey bölgelerinde dağınık halde yaşarken, Rus imparatorluğunun tebaası konumunda yaşamlarını sürdürüyorlardı. Rus devletinin çökmesi üzerine bütün topluluklar kendi geleceklerini kurtarmak üzere ulusal çizgide örgütlenme çalışmalarına başlarken, Türk asıllı topluluklar da harekete geçerek görüşmelere başlıyorlar ve bilimsel toplantılar yaparak, Türklüğün geleceğini yeniden yapılandırmak üzere yola çıkıyorlardı. Rusya’daki Türk bölgeleri içinde en çok gelişmiş ve zengin olanı Tataristan olduğu için, bu ülkenin başkenti olarak Kazan şehri, Moskova’daki Rus egemenliğine karşı Kuzey bölgelerinde yaşayan Türkler aracılığı ile Türklüğün yeni merkezi olarak öne çıkıyordu. Rusya toprakları içinde yaşayan Türk asıllı toplulukların geleceği için bütün hazırlıklar ve kararlar Kazan’da alınırken, bu ülkedeki Tatar asıllı insanların öncülük yaptığı bir Türkçülük akımı resmen burada başlatılıyordu. Rusya’nın bütün Türk asıllı topluluklarına ve bölgelerine haber göndererek düzenlenen ilk Türkçülük Kongresi   1905 yılında yapılıyordu. Birinci Türkçülük kongresini Kırım’ın kuzeyinde yer alan Oka ırmağı içinde yolcu taşıyan küçük bir vapurda düzenleyen Rusya Türkçüleri, geleceğin ilk resmi Türk devletini kurmak üzere tarih sahnesine çıkıyorlardı. Kazan doğumlu bir Tataristan vatandaşı olarak Yusuf Akçura, Rusya’daki Türkçülük akımının hem öncüsü hem de kurucusu konumunda tarih sahnesinde boy gösteriyordu. Oka ırmağındaki ilk toplantıdan sonra ikinci ve üçüncü Türkçülük kongreleri   Kazan’ın güneyinde yer alan Novgrad kentinde yapılıyor ve yavaş yavaş Türk topluluklarının temsilcileri bir araya getiriliyordu. Bu arada Rusya’daki Türkçülük akımını dünyaya taşımak  isteyen ilk Türkçüler, Rusya’nın batıya açılan penceresi konumundaki  St. Petersburg  kentinde  dördüncü toplantılarını yaparak, imparatorlukların bittiği ve yerini ulus devletlerin aldığı konusunda fikir birliğine vararak dağılmışlardır. Türkçülük hareketinin  beşinci kongresinin gene  bu kentte yapılabilmesi için çalışmalar sürdürülürken,  Rus  Çarının  polisi  dördüncü Türkçülük kongresine katılarak  ülke içinde bir Türk devleti kurmak üzere harekete geçen  bütün Türkçüleri  yaka paça yakalayarak sınır dışı etmiştir. Rusların bugün egemen olduğu kuzey bölgesinde, bin yıl önce bir Türk devleti olarak bu topraklarda hegemonya düzeni kuran Hazar Türk devletinin uzantısı olan bazı Türk toplulukları, Hazar döneminden gelen siyasal birikime sahip çıkan Tataristan devleti aracılığı ile, geleceğin bağımsız Türk devleti arayışı hareketine katılmışlardır. Rus devleti içinde kurulmak için yola çıkılan yeni Türk devletinin başka ülkelerde kurulabilmesi için, sınır dışı kovulan Türkçülük hareketinin öncülerinin bir kısmı Osmanlı devletinin sınırlarından içeri girerek İstanbul’a gelmiş, bir kısmı da başta İsviçre, Almanya, Avusturya ve Belçika olmak üzere Avrupa ülkelerine dağılmışlardır.

                Rusya’dan kovulan Türkçülerin Osmanlı ülkesine gönderilen temsilcileri, önce Yusuf Akçura liderliğinde İstanbul’da Türk derneği adı altında örgütlenmişler ama yeterince ilgi göremeyince, Türk Yurdu adı altında yeni bir örgüt kurarak hem Osmanlı ülkesinde hem de Avrupa ülkelerinde temsilcilik açmışlardır. Dünyanın tarafsız ülkesi olarak İsviçre’nin öne geçtiği bir dönemde Türk Yurdu Cemiyetinin öncüleri Cenevre ve Lozan kentlerinde şubeler açarak çalışmalarını Avrupa’da yürütmüşlerdir. Rusya’da başlayan Türkçülük hareketi İsviçre üzerinden Avrupa ülkelerinde de yayılmaya başladığı aşamada, 1913 yılında beşinci Türkçülük Kongresi Cenevre kentinde toplanmıştır. Türkçü hareketin öncüleri İsviçre’ye geldikleri yeni dönemde, burada   Orta Doğu’da bir Yahudi devleti olarak İsrail’in kurulması için çalışan Asya kökenli Museviler ile karşılaşmışlardır. İki bin yıl içinde Avrupa’da kurulamayan Yahudi devletinin Asya topraklarında kurulması için çaba gösteren Musevilerin, dünyaya dağılmasını önlemek üzere vaad edilmiş topraklar olan Filistin’de, böyle bir devletin kurulması için 1898 yılında Basel’de toplanan birinci Siyonist kongre de karar alınmıştır Musevilerin dağınıklığını önlemek üzere Orta Doğu’da bir devlet kurulması fikri, Rusya’dan kovulmuş olan Türkçüler için de emsal bir oluşum olarak Türkçülere yön göstermiştir. Bu doğrultuda Türkçü hareketin önde gelen temsilcileri, Rusya’da yapamadıkları beşinci Türkçülük kongresini 1913 yılında İsviçre’nin Cenevre kentinde Türk Yurdu Cemiyeti’nin çatısı altında yapmışlardır. Toplantıya katılan Türkçüler, küçük Asya olarak Anadolu’nun Türklerin anavatanı olduğunu, bu nedenle yeni Türk devletinin bu yarımada üzerinde kurulması gerektiğini belirterek, dünyaya dağılmış olan Türklerin anavatan Anadolu’da kurulacak Türk devleti aracılığı ile bir araya getirilmesi gerektiğini dile getirmişlerdir. 1905 yılında Kuzey bölgesinin merkezi olan Kazan’dan yola çıkan Türkçülük hareketi Rusya’dan kovulduktan sonra İsviçre’ye gelerek ve beşinci kongresini yaparak, ayrıca hareketin program aşamasını tamamlayarak ikinci adımını da atıyordu. İsviçre’deki beşinci Türkçülük  kongresine   Mahmut Esat, Yusuf Kemal, Yusuf Akçura, Şükrü Saraçoğlu ve Hamdullah Suphi  gibi önde gelen Türkçüler’in de katılmasıyla  birlikte hareketin Türkiye bağlantısı  gerçekleştiriliyordu.

                Türkçülük hareketinin üçüncü aşaması ise Türkiye’de bir ulusal kurtuluş savaşının oluşumuna bağlı bulunuyordu. Beş adet Türkçülük kongresinin birbiri ardı sıra yapılmasıyla birlikte hareketin düşünsel boyutu tamamlanıyor ve iş daha sonra gündeme gelecek üçüncü aşamadaki eylem dönemini gündeme getiriyordu.  Ulusal kurtuluş savaşı için Türkiye’ye gelen Türkçüler, savaş döneminde daha güçlü bir mücadeleye yönelmek üzere Türk Yurdu derneğini kapatarak, I918 yılında Türk Ocakları derneğini kurdular. Türk Ocakları bir yıl içinde yurt düzeyinde örgütlenince, Kuvayı Milliye hareketinin öncüsü Mustafa Kemal Türk Ocakları şubesi bulunun vilayet merkezlerine giderek antiemperyalist doğrultuda bağımsızlıkçı konuşmalar yaptı. Atatürk Anadolu topraklarında emperyalist saldırı ve işgallere karşı çıkarak Türklüğün anavatanını kurtarmaya çalışıyordu. 1919 yılında Samsun’a çıkış ile başlayan kurtuluş mücadelesi   bu çizgide yürütülüyordu. Böylece savaş öncesi koşullarda hem dışarıda örgütlenen Türkçülük akımı hem de anavatan içinde örgütlü bir yapılanmaya dönüştürülen Kuvayı Milliye hareketinin birleşerek ortak bir milli davaya yönelik dayanışma gerçekleştiriliyordu. Osmanlı devletinin çöküşü sırasında ortaya çıkan İttihat Terakki örgütlenmesinin yetersiz kalması üzerine, Balkan savaşları ve Birinci Dünya Savaşı sonrasında yeni bir Türk devleti kurulması doğrultusunda siyasal gelişmeler Kuvayı milliye örgütlenmesine giderken, 1912 yılında kurulan Türk Ocakları bu aşamada devreye girerek, ulusal kurtuluş savaşının Türkçü bir çizgide yürütülmesini sağlıyordu. Anadolu’da   genişletilen bir halk örgütlenmesi olarak Kuvayı Milliye mücadelesi, yurt dışında örgütlenerek anavatanda Türk devletini kurmak üzere gelmiş olan Türkçülük hareketi ile ana hedef doğrultusunda birleşiyordu.

                Anadolu’da yaşayan halk kitlelerinin ulusal kurtuluş örgütü olan Kuvayı Milliye akımının, silahlı direniş ve savunmaya yöneldiği aşamada Türk Ocakları’da devrede olmuş ve yurt düzeyinde elbirliği ile aşama aşama ülkenin kurtuluşu örgütlenmiştir. Bir Balkan insanı olarak Mustafa Kemal Atatürk, Anadolu kurtuluş savaşının önderliğine Türk halkının tercihleri ile getirilirken, çökmüş olan Osmanlı devletinin son kalıntısı olarak silahlı kuvvetler ve yerel yönetimler de bu milli ittifakın içinde yer alarak destek sağlamaya çalışıyordu. Emperyalizmin saldırı ve işgallerine karşı Türk dünyasının içinden gelen Türkçülük akımı ile, Anadolu halkının bağrından çıkan Kuvvacılık hareketi, bir araya gelerek dışa karşı her yönü ile direnen bir milli ittifakın savaş meydanlarında başarıya ulaşması için ortak mücadeleye yöneliyorlardı. Türk dünyasının tam ortalarında yer alan Anadolu yarımadası Türklerin ana vatanı haline gelirken Türkçülük ve Kuvvacılık bir arada hareket ediyordu. Merkezi topraklarda bir ulus devlet kurulurken ulusun adının konulmasında Türkçülük hareketi gereken adımları atıyor, Kuvvacılık ise halkın bağrından kopup gelen bir karşı çıkış insiyatifi olarak, gerekli olan güç desteklerini anında yetiştiriyordu. Böylesine bir süreçte iç ve dış insiyatiflerin bir araya getirilerek çok güçlü bir anti emperyalist halk cephesinin oluşturulmasında iki hareketin ortak önderliğine getirilen Atatürk’ün çok büyük ağırlığı vardı. Mustafa Kemal hem bir Balkan Türk’ü olarak hem de Anadolu’daki bağımsızlık arayışının öncüsü olarak hareket ettiği için, ulusal kurtuluş savaşının başlangıcında Türkçülük ve Kuvvacılık hareketlerini bir araya getirerek ve bu iki akım arasında sorun çıkmaması için gerekli her türlü önlemleri alarak birleştirici bir önderlik yapmıştır. Ulusal kurtuluş savaşında hem düşmanlar ülkeden çıkartılmış hem de Türkçülük akımı doğrultusunda yepyeni bir ulus devletin kurulması gerçekleştirilmiştir.

                Mustafa Kemal’in önderliğinde bir araya gelen   içerideki Kuvayı Milliye hareketi ile dışarıdaki Türkçülük örgütlenmesinin bir süre parelel gidişten sonra, bir araya gelinerek bütünleşmesinin işin başında yapılması ile, Asya Minör’deki Avrupa tipi ulus devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin yapılanmasına giden oluşumun önü açılmıştır. Asya topraklarında böylesine bir başarının elde edilmesinde Türkçülüğün getirdiği Asya birikimi ile, Balkanlar’da yetişmiş bir Avrupalı önder olarak Atatürk’ün görmezden gelinemeyecek derece olumlu katkıları olmuştur. Türk dünyası Asya merkezli olarak varlığını sürdürürken, merkezdeki anavatan olarak kurtarılmaya çalışılan Anadolu toprakları üzerinde ki Kuvayı Milliye hareketi, kurtuluş sonrasında yeniden kuruluşta Türkçülük akımı ile birlikte hareket ederek hem Asya topraklarında hem de Avrupa’nın yanı başında, Avrupa tipi modern ulus devlet modelini Türkiye Cumhuriyeti adı altında kurulmasını sağlamıştır. İmparatorlukların tarih sahnesinden çekilmeleri aşamasında, ulus devletler çağına girilirken, yirmiden fazla ülkeye dağılmış bir halde varlığını sürdüren Türk dünyası, Atatürk cumhuriyetinin kurulmasıyla birlikte merkezi boşluğunun ortadan kalkmasını gerçekleştirerek, daha güçlü bir yapılanma ile yola devam etme şansını elde etmiştir. Bu açıdan yeni dönemde bir Kemalist Türkçülük oluşumu öne geçebilecektir.

                Ulusal kurtuluş savaşı sırasında ve cumhuriyetin kuruluşu ile ilgili ilk yıllarda Atatürk, Kazan’da Türkçülük için yola çıkan, Rusya ve Kırım’da yeni Türkçülük akımını örgütleyen, daha sonra İstanbul’a gelerek Türk Ocaklarını kuran, Rusya ve İsviçre’deki Türkçülük kongrelerini hazırlayan, önde gelen bir Türkolog olarak Yusuf Akçura’yı baş danışman olarak uzun süre yanında tutmuştur. Meclis kurulurken milletvekili olarak, Ankara üniversitesi ile Türk Tarih ve Türk Dil Kurumlarının kuruluşunda uzman olarak ve Türk devletinin ulusal siyasetlerinin belirlenmesinde, Türkçülük birikiminin önde gelen bu temsilcisinden fazlasıyla yararlanmıştır. Bir Balkan Türkü olarak ulusal kurtuluş savaşının başına geçen Atatürk, Anadolu’da bir Türk ulus devleti kurarken, Türkçülüğün en önde gelen temsilcisiyle birlikte çalışarak, sonraki dönemlerde Kuvvacı ve Türkçü akımlar arasında birliktelik sorunu çıkmaması için ortak bir dayanışma içinde olmuştur. Devletin kuruluş yıllarında ve tek parti döneminde her iki akımın birlikteliği devlet otoritesi altında uyumlu bir biçimde devam ettirilerek yirminci yüzyılın ikinci yarısına kadar gelinmiştir. İki dünya savaşı sonrasında demokrasi cephesi genişlerken Yeni Türk devleti de bu cephe içinde yer alarak cumhuriyetin demokrasi ile tamamlanmasına çaba göstermiş ama devleti kuran partinin zaman içinde batıcı lobilerin eline geçmesi yüzünden, Türkçüler ile Kuvvacılar arasında Atatürk’ün oluşturduğu birlik ve beraberlik zaman içinde zorlanarak devre dışı bırakılmıştır. Demokratik rejim ortaya yeni muhalefet partilerini çıkarmış ve Atatürk’ün partisini yönlendiren batıcı çevreler, hem Kuvvacılığın bugünkü uzantısı olarak Kemalizm’e karşı çıkmışlar, hem de Türkçülüğün getirdiği üniter ulus devlet modelinin kaldırılması için ağır baskılar yapmışlardı. Bu tür gelişmelerin demokratik rejim içinde her geçen gün artarak devam etmesi yüzünden, Türkçü hareket bugünün Türkiye’sinde Atatürk’ün partisinin dışında kendine yer aramaktadır. Batı emperyalizminin dış müdahaleleri yüzünden Türkçülük ile Atatürkçülük ayrı düşürülerek farklı çizgilere doğru yönlendirilince, Türk devleti zayıflatılmıştır.

                Türklerin bağımsız merkezi devletini kurmuş olan Atatürk, Türkçülüğü yücelterek en büyük Türkçü ünvanını kazanmıştır. Böylesine bir gerçekliğe rağmen Türkçülerin farklı bazı toplumsal merkezlerin etkileriyle Atatürk’ten uzak düşürülmeleri, Türkiye’de Kemalizm ve Türkçülük tartışmalarıyla gündeme getirilmiş ve Türk devletinin bu nedenle yaşanan hızlı değişim çağında toparlanarak daha etkin merkezi çalışmalarda bulunması mümkün olamamıştır. Bir milli devlet çatısı altında milliyetçilerin bu devleti kuran kurucu önder ve onun ortaya koymuş olduğu kurucu siyasal sistemin dışında ya da karşısında olmaları, eşyanın doğası gereği düşünülememesi gerekmektedir Kemalist modelin en önemli ilkesinin milliyetçilik olduğu unutulmamalıdır. Var olan Türk devletinin çatısı altında Kemalistler ve milliyetçi Türkçüler her zaman için beraber olmuşlar ama araya giren emperyal müdahaleler yüzünden, çok partili demokratik oyunlar aracılığı ile Türk toplumunun bu iki kesiminin Atatürk döneminde olduğu gibi bir araya gelmeleri bir türlü gerçekleştirilememektedir. Türkiye’nin geleceği için Türk devletinin kuruluşunun öncesi ve sonrasında yaşanan olaylardan ders alınarak ve bugünün koşullarında Türkiye’den Türk dünyasına bakarak, Kemalist bir Türkçülük anlayışı geliştirmek zorunluluğu giderek önem kazanmaktadır. Gerçek anlamda Atatürkçü olan Türkçüler geleceğin dünyasında Kemalist bir Türkçülük anlayışını hem Türkiye hem de Türk dünyası için birlikte uygulama alanına getirmelidir. Türkiye dünyanın merkezi devleti olarak hareket ederken Türkçü ve Atatürkçü kaynaşmasını yeniden oluşturarak Türk halkının önüne alternatif bir politik yapılanmayı her türlü emperyal modelin ötesinde koyabilmelidir. Türkçülük emperyalist olmamak için antiemperyalist yapılanma ile Kemalist olmak zorundadır. Böylece Türkiye Cumhuriyeti’nin ilelebet payidar kalabilmesi   amacıyla Türkiye üzerinden Türk dünyasına açılan yeni bir çıkış çizgisi yaratılabilecektir. Türkiye ve Türk dünyasının kucaklaşmasına giden yol ancak bu şekilde açılacaktır Kurucu ideoloji olan Kemalizm ve Türkçülük kaynaşmasıyla ancak ulusal bir köprü kurulabilecektir.

                Bugün gelinen aşamada artık devletler birbirleriyle çatışma ya da savaşlara girmemek üzere  her türlü barış yolunu denemekte ve emperyalist merkezlerin bütün kışkırtmalarına ya da komplolarına karşı çıkarak ve  sıcak olaylara karşı mesafeli davranarak, devlet düzenlerinin korunması doğrultusunda  her türlü girişimi örgütleyerek, güvenlik sorunlarına eskisinden çok daha fazla ölçüde yer vermektedirler. Bugün  devletler arası çekişmelerin geride kalmasının ana nedeni küresel sermaye ve şirketlerin egemen olduğu bir yeni emperyalist düzenin  dışarıdan zorla dayatılmasıdır. Bu durumda var olan devletlerden yana güçlerin eski siyasal oyunları bir yana bırakarak devletin yanında ve arkasında dayanışma içinde yer almaları gerekmektedir. Türkiye Cumhuriyeti kurulurken hem bir Türk devleti hem de bir Anadolu devleti aynı zaman dilimi içinde kurulmuştur. Anadolu halkının emperyalist saldırılara karşı var olma mücadelesi ile, Kuvayı milliye örgütlenmesi bütün kentlerde harekete geçerek Müdafai hukuk cemiyetlerini devreye sokmuştur. Türk Ocaklarının açılışı ile birlikte, Türkçülük akımı da gene Anadolu toprakları üzerinde örgütlü bir yapılanmaya dönüşerek, Kuvayı Milliye örgütleriyle birlikte savaş alanlarında birlikte ve yan yana emperyalist işgalcilere karşı vatan savunması yapmıştır. Yüz yıl önce gerçekleştirilen bu kutsal ittifakın mücadelesiyle Türkler Anadolu topraklarında örgütlenerek ulusal varlıklarını korumuşlardır. Geleceğin dünyasında Türk devletinin Türk dünyası ile birlikte var olabilmesi için, gene yüz yıl öncesinde olduğu gibi Türkçüler ile Atatürkçülerin acil gereksinme vardır.

                Türk halkı tarafından Atatürkçülük olarak adlandırılan Mustafa Kemal’in Türklere bırakmış olduğu siyasal miras açısından konu le alındığında, Türkiye’yi var eden kutsal ittifakın gelecek dönemde de ortaya çıkarak, Kemalist çizgide bir Türkçülük akımı ile devlet merkezli yeni bir siyasal yapılanmaya yönelmek durumundadır. Küresel şirketler ulus devletleri yıkarken, var olan devlet yapılarının halk kitlelerinden gelecek ulusal çizgide desteklere her zamandan daha çok gerek bulunmaktadır. Artık Atatürkçüler ve Türkçülerin her türlü dış saldırı ve işgal girişimlerine karşı, Türkiye Cumhuriyeti çizgisinde bir araya gelerek birleşmeleri giderek zorunluluk göstermektedir. Atatürkçüler artık Kemalizm adına darbe senaryolarına karşı çıkarak Türkçü ve milliyetçi kesimlere güven vermesi, kutsal ittifakın oluşumu açısından zorunlu hale gelirken, Türkçülerin de dışarıdan yönlendirilen bazı siyasal dinci akımların etkisi altında kalmaktan uzak durması gerekmektedir. Yüz yıl önce bir araya gelerek emperyalizme karşı zafer elde etmiş olan Kemalist Türkçü ittifakın, günümüzde de öne çıkarak etkili olabilmesi için her iki kesimin birlikte hareket etmesi zorunlu bir duruma gelmiştir. Ayrıca Kemalizm’in sosyalizm ya da komünizm olmadığını Türkçü kesimlere Atatürkçülerin anlatması gerekmektedir. Ancak böylesine bir diyalogun oluşması sonrasında kutsal ittifakın daha etkin bir biçimde devreye girmesi mümkün olabilecektir. Osmanlı döneminden kalma bazı azınlık gruplarının Kemalizm kavramının arkasına gizlenerek batı emperyalizmi ile iş birliği yapması gibi olumsuz oluşumlara, eskisi gibi izin verilmezse o zaman Türkçü -Atatürkçü ittifakının daha güçlü bir biçimde gerçeklik kazanması mümkün olabilecektir. Küresel şirketlerin toplu saldırılarına karşı bütün ulus devletler gibi Türkiye Cumhuriyeti’de harekete geçerek ve devletler arası iş birliği ve dayanışma oluşumlarına öncelik vererek sağlayacağı yeni destekler ile ayakta kalabilecektir. Atatürk’ten Türk ulusuna kalan siyasal miras olarak Kemalizm’in yeniden devreye girmesinde, Türkçü ve Atatürkçü ittifakının eskisinden daha fazla etkin olması ulusalcı güçler tarafından sağlanmalıdır. Kemalist Türkçülük anlayışı sağlanacak diyalog ortamında etkinliğini artırırken, farklı çizgilerde gündeme getirilmekte olan yeni siyaset biçimlerine karşı daha dikkatli bir yol izlenmelidir. Bugünün koşullarında soldaki Kemalistler ile sağ yöndeki Türkçülerin devletin yanında yer alan merkezi güçler olarak, ülkenin geleceğinin güvence altına alınabilmesi için her türlü katkıyı sağlayarak, kalıcı bir barış düzenini birlikte garanti altına almaları kaçınılmaz bir görevdir.   

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN