21 Şubat 2021 Pazar

TÜRKÇÜLÜĞÜN ÖNCÜLERİ SOLCUYDU - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 TÜRKÇÜLÜĞÜN ÖNCÜLERİ SOLCUYDU

Türkiye Cumhuriyeti dünyanın merkezi bölgesinde kurulduğu için, hem bu bölgeyi çeviren üç kıta üzerinden hem de doğu-batı ve kuzey-güney ekseninden olmak üzere merkezi çevreleyen bölgelerin tamamı ile coğrafi yakınlığa sahip bir durumda olduğundan dolayı, sürekli hareketlilik taşıyan bir siyasal düzene sahip bulunmaktadır. Türk devletinin bugünkü karakteristik yapılanması ele alınırsa, bu merkezi devletin dört bir yandan gelen siyasa, sosyal ve ekonomik gelişmelerin etkisi altında olduğu ve bu etki rüzgarlarının da zamanla Türk devletinin oluşumu ve yapılanması içinde devletin yönlendirildiği görülmektedir.  Tarihin gündeme getirdiği eski dönemler dikkate alınırsa, öncelikle Türklerin Orta ve Kuzey Asya bölgelerinden göçler yolu ile onuncu yüzyıl civarında Anadolu’ya geldikleri görülmektedir. Türklerin gelmesi sonrasında ortaya çıkan toplumsal potansiyelin yansımalarıyla bir yanda Türkçülük akımı bir siyasal hareket olarak yavaş yavaş gündeme gelmiş ve benzeri bir doğrultuda da Türklerle ilgili bir bilim dalı olarak da Türkoloji bilimi batı üniversitelerinde ortaya çıkmıştır. Böylesine bir süreç içinde Türkçülük akımı Rusya’dan Anadolu yarımadasına gelirken, Türkoloji bilimi de bir orta Avrupa ülkesi olan Macaristan’dan ülkemize taşınmıştır.  Türkler, Türkoloji ve Türkçülük akımı doğu, batı ve kuzey eksenlerinden gelirken, Orta Doğu bölgesinin büyük kısmını kapsayan İslam dini de Anadolu yarım adasının güney kısmından gelmiştir. Bu tür oluşumların zaman içerisinde birbirini izleyerek, merkezi coğrafyaya doğru gelişmeler göstermesi sonucunda Türkiye Cumhuriyeti bugünkü siyasal yapılanma modeline sahip olmuştur. Türk devleti bugün Müslüman millet ile laik devlet ikilemi arasında bir siyasal yapılanma içine girmesi sonucunda, ülkenin dört yanından gelen yansımaların hepsi Anadolu yarımadasının tam ortalarında kesişme noktasına ulaşarak, ülkeyi bir bölgesel sentez olma aşamasına getirmiştir.

Türkiye’nin kendisini çevreleyen bölgelerdeki oluşumların etkisiyle hareket etmesi sonucunda, Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti bir anlamda Rusya’da kurulamayan Türk devleti, Kafkasya’da oluşturulamayan İslam devleti ve Balkanlar’da ilan edilemeyen Avrupa tipi bölge devletinin merkezdeki yarımadaya yansımasıdır. Tarihin köprüsü adı verilen Anadolu yarımadası birbirini izleyen dönemler boyunca çeşitli akınlar, göçler ve saldırılara sahne olduğu için, Balkanizasyon adı verilen dağılma ve parçalanma gibi oluşumların da yansımaları sonucunda çok çeşitli siyasal faktörlerin etkisi altında kalmıştır. Dünya siyaseti yer küreyi sarsarken en çok etkilenen bölgelerin başında merkezi coğrafya gelmiştir. Üç kıta üzerinden büyük güçler ve imparatorluklar dünyaya egemen olmak üzere merkezi coğrafyaya gelirken saldırıları göçler izlemiş ve emperyal hegemonya planları ise her dönemde değişik bir biçimde gündeme gelerek, Türkiye’yi her yönü ile sarsmıştır. Asırlar boyunca devam edip gelen Türk göçleri, Türkistan’dan Türkiye ‘ye gelirken Asya Minör adı ile anılan Anadolu yarımadasının bugünkü Türkiye devleti olmasının önünü açmıştır. Anadolu Türkiye’ye evrilirken eski Hazar İmparatorluğunun toprakları olan bugünkü Rusya bölgesinde, modern dünyanın önde gelen siyasal oluşumları öne çıkmış ve Rusya topraklarında yaşamlarını sürdürmekte olan Türk toplulukları arasında, Türkçülük başlı başına ayrı bir siyasal akım olarak yerini almıştır. Göçler yolu ile Orta Asya’dan Orta Doğu’ya gelen Türkler merkezi coğrafya alanlarında yeni bir yaşam düzeni kurmaya çalışırlarken, kuzey bölgesinden esen rüzgarlar ile bu hareketlilik Türkiye’ye de Türkçülük akımını getirmiştir. Böylece Anadolu bölgesi zamanla Türk vatanı olarak Türkiye’leşmiştir.

Fransız devrimi sonrasında Avrupa kıtasındaki tüm devletler toplumsal ve siyasal karışıklıklar ile karşı karşıya kalınca, bu bölgede yer alan krallıklar ve imparatorluklar sosyal patlamalara doğru sürüklenmiş ve daha sonraki aşamada 1830 ulusal devrim girişimlerine yol açmış ve 1848 de ise giderek artan işçi sınıfının öncülüğünde de ihtilalci sendikalist hareketler Avrupa kıtasında alt üst oluşları beraberinde getirmiştir. Krallık ve imparatorlukların otoriter ve baskıcı yönetimlerine karşı Avrupa halkları isyan ederken ciddi bir alt kimlik yapılanmasına sahip olmadıklarından, uzun zaman birlikte yaşamaktan gelen ortak kültür ile bu süre zarfında gelişim sürecini tamamlayan konuşulan diller, Vestfalya antlaşması sonrasında çizilen sınırlar içerisinde yaşayan herkesi ortak dili kullanmaya yönlendiriyordu. Bu durumda ortak sınırlar ve kültürler kısa bir süre içinde uluslaşma süreçlerini tamamlayarak ve kralın otoritesine karşılık ulusun egemenliğini dayatarak, 1789 yılında Fransız devrimini gerçekleştirmiştir. Fransız devrimi sonrasında bütün Avrupa ülkeleri milliyetçilik cereyanları ile boğuşurken, batı ve orta Avrupa ülkelerinde ulusal devrimler birbirini izlemiş ve ulusçuluk akımı bu devrimler aracılığı ile Avrupa kıtasının doğu bölgesine kadar gelmiştir. O dönemde Avrupa kıtasının doğusunda üç büyük imparatorluk hüküm sürdüğü için, ulusçuluk bu çok uluslu büyük devletleri karıştırmış ve sonunda Balkan savaşına kadar giden bir süreç bölge haritasını yeniden belirlerken, Avusturya –Macaristan imparatorluğu yıkılmış ve ortaya çıkan küçük devletçikler önce Osmanlı devletinin Avrupa topraklarını karıştırmıştır. Ulusculuk cereyanları birinci ve ikinci Balkan savaşlarını kışkırtırken, Osmanlı devleti ile birlikte Rus Çarlığı’nı da etkilemiş ve bu aşamada dünya haritasının kuzey bölümünü kapsayan Rus devleti de ABD yardımıyla dünyanın öbür ucunda yer alan Vladivostok kentinden saldırıya geçen Japon ordusunun arkadan vurması ile, Rusların imparatorluk devleti de çökertilerek Avrupa’nın doğu bölgesinde yer alan üç büyük imparatorluk tarihin derinliklerine gönderilmiştir.

Avrupa kıtası üzerinden bütün dünya ülkelerine sıçrayan alt kimlikçilik ve de ulusalcılık arayışları, yirminci yüzyılın başlarında herkesin kendi başının çaresine bakması gibi yeni bir durumu dünya halklarının önüne çıkarmıştır. Milliyetçilik hareketleri bütün imparatorlukları parçalanmaya doğru sürüklerken ve Balkanizasyon adı verilen parçalanma süreci yeni küçük devletleri gündeme getirirken, aynı zamanda tarihin gelmiş olduğu noktada bilinçli ulusçuluk akımlarını da yavaş yavaş ülkelerin siyasal gündemlerinin içine dahil etmiştir. Rus devleti yanı başında Balkanizasyon oluşumu ile dağılan Osmanlı imparatorluğundan ders alarak, kendisini sarsmaya başlayan terörist milliyetçilik akımlarına karşı devlet destekli halkçılık akımlarını öne çıkararak, Balkan’lar da gelen Balkanizasyon rüzgârlarının önünü kesmeye çaba göstermiştir. Kısa bir zaman dilimi içinde Rusya da devletçi halkçılık akımını öne çıkararak ve bu hareket üzerinden sokak hareketlerinin önünü keserek, bölücü milliyetçilik akımlarının ülke düzeyinde yaygınlık kazanmasına izin vermemiştir. 1905 yılında Japon ordusuna yenilen Rus devleti, güvenlik güçleri aracılığı ile geliştirdiği terörist halkçılık hareketleri üzerinden bölücü milliyetçiliğin önünü bütün kuzey bölgesinde kesmiştir. Avrupa gibi gelişmiş bir kıtadan esen rüzgârlar, bu bölgedeki siyasal ve sosyal birikimi kıtanın doğusunu taşımış ve Avusturya –Macaristan imparatorluğunun dağılması üzerine ulusalcı rüzgarlar, Rusya ile birlikte Osmanlı devletinin   ülkesini de tehdit etmeye başlamıştır. Her iki ülkede var olan aydın potansiyeli bu tür gelişmelere karşı okumuş kitleleri harekete geçirmiş ve bu doğrultuda Rusya Hrıstıyan dinine sahip olduğu için, Avrupa’daki gelişmelerden daha fazla etkilenerek, gelecek için yeni çözümler ve yollar arama mücadelesinde, Rusya’nın Osmanlı devletinden daha ileri düzeyde sahip olduğu entelektüel birikimin tam bu aşamada devreye girmesi için elverişli bir ortam yaratmıştır. Rus aydınları ulus devlet olgusunu Avrupa’nın siyasal birikimi Hrıstıyanlık üzerinden tanımaya başlayınca, ulusçuluk akımı Rus toplumunu daha fazla etkileyerek Rusya’da ulus devlet arayışlarını başlatmıştır.

Rus toplumu imparatorluktan ulus devlete geçerken, Rusya’da yaşayan bazı etnik ya da dini gruplar ile birlikte alt kimlikli kültürel yapılanmalar da kendi başlarının çaresine bakarak, tıpkı Rusların gittiği yoldan giderek kendi ulus devletlerini kurabilmenin yollarını aramışlardır. Böylesine bir yönelişte Rus aydınlarının tırmanan ulusçuluk arayışları etkili olmuş ve Rusya Türklerinin öncü aydın kadroları da tarihten gelen birikimlerini kullanarak, Rusya topraklarının bölüşülmesi sonrasında bir Türk devletini 3 K adı ile anılan merkezi bölgenin tam ortalarında kurabilmenin çabası içine girebilmişlerdir. Rus topraklarının tam ortalarında yer alan, Kazan, Kırım ve Kafkasya üçgenin de bir Türk devletini bölgedeki Türk nüfusunun fazlalığına dayanarak kurabilmenin arayışı içine giren Rusya Türkleri, tıpkı Rus aydınları gibi yaşadıkları bölgede kendi ulus devletlerini kurmak üzere yola çıkmışlardır. Avrupa ülkelerinden sonra Rusya bölgelerinde de daha küçük boyutta ulus devletler arayışı içine girilmiştir. Özellikle Kırım, Hazar ve Kafkasya bölgelerinde Balkanlar’da olduğu gibi küçük ulus devletler kurma girişimleri öne çıkınca Moskova’da yeni arayışlar gündeme gelmiş ve  küçük devletler ile bölünme yerine eski imparatorluk topraklarında daha güçlü bir büyük devlet arayışı gündeme gelince, sonradan oluşturulan Bolşevik örgütlenmesi üzerinden, bütün eski Çarlık ülkeleri bir arada tutulmaya çalışılmış ve bu doğrultuda  Rusya’da yaşayan tüm etnik grupların temsilcilerinin de katılmasıyla  beklenen büyük sosyalist devrim gerçekleştirilmiştir. Böylece Çar imparatorluğundan özünde sol bir anlayış olan sosyalizm üzerinden yeni bir ideolojik imparatorluğa geçilmiştir. Avrupa’nın İngiltere, Almanya ve Fransa gibi büyük sanayileşmiş ülkelerinde bir sosyalist devrim beklenirken, Rusya gibi işçi sınıfının olmadığı kırsal alanda bir sosyalist devrim, ülkenin geniş topraklarını merkezi bir imparatorlukta koruyabilmek için gerçekleştirilmiştir.

Avrupa ülkelerinden gelen güçlü sosyalist rüzgârlar sayesinde Rusya’nın çeşitli bölgelerinde sol ve sosyalist çizgide akımlar ortaya çıkarken, Türklerin yoğun olarak bulunduğu Kuzey Rusya, Hazar, Kırım ve Kafkasya bölgelerinde alt kimlikler üzerinden bir Türk devleti kurabilmenin çabası öne çıkmıştır. Yıllarca Rus kimliğinin baskıcı ortamında yaşamaya mahkûm edilmiş olan Türk toplulukları sahip oldukları bilinçlenme düzeyi ile Rusya topraklarında bir Türk devleti kurabilmenin yollarını ararlarken, Avrupa üzerinden gelen sosyalist rüzgârların etkisiyle gelmekte olan ideolojik bir imparatorluğun çatısı altında, Türk kimlikli bir sosyalist devletleşme oluşumunu da ciddi bir alternatif olarak görmeye başlamışlardır. Sosyalizmin giderek Rusya’yı teslim alması ve dışarıdan gelen ekonomik lobilerin desteği ile kapitalist batı uygarlığına karşılık sosyalist bir doğu uygarlığı arayışına giren Rus aydınları, sosyalist sistemin başına Yahudi asıllı Bolşevik kadrolaşmayı geçirerek, alt kimlikleri geride bırakacak biçimde yeni bir imparatorluk üst kimliğini Sovyetler Birliği olarak kabul ediyorlardı. Rusya’da alt kimlikçi kadrolaşma Bolşevik örgütlenmesinin getirdiği sosyalist sistem aracılığı ile önlenirken, Rus devrimi öncesinde dört adet Türkçülük Kongresi düzenleyen Rusya Türkçülük akımının yönetici kadrosu, Rus polisi aracılığı ile sınır dışı edilerek Rusya’daki Türkçülüğün ülkeyi bölmesine izin verilmiyordu. İdeolojik imparatorluk oluşturulurken ülkenin Kuzey, Güney ve doğu bölgelerinde farklı alt kimliklere dayanan ulus devletler kurulmasına ise kesinlikle izin verilmiyordu.  

1905 yılında Japon ordusunun arkadan vurmasıyla gerçekleşen Rus devletinin çöküşü 1917 yılındaki Sovyet devrimine kadar eski Çarlık topraklarını sahipsiz ve devletsiz bırakıyor ve böylesine siyasal boşluk içinde her alt kimlikli grup çoğunlukta bulunduğu bölgede kendi ulus devletini kurmak üzere yola çıkıyordu. Rusya Türkleri batıdan gelen siyasal rüzgarlar doğrultusunda  Türkçülük ile birlikte Sovyetçiliğe de yöneliyorlar ve tam bu aşamada  Türklerin ayrı devlet kurması fikrinin yanı sıra sosyalizmi de kabul etmiş görünerek, Sovyetler Birliği çatısı altında kurulmakta olan bölgesel federasyon çatısı altında yeni bir Türk devleti kimliği ile federe devlet olarak yer alabilmenin arayışları içine giriyorlardı. Böylece Türkcülük akımı Bolşeviklerin dayattığı Sovyetler Birliğinde yer alıyordu.

Rusya Türkleri genel olarak Şamanlık sonrasında Müslümanlığı kabul ettikleri için daha çok Rusya Müslümanları olarak tanınıyordu. Fransız devrimi sonrasında doğu bölgelerine doğru esen çağdaşlık rüzgarları bu kitleler içinde yenileşmeyi beraberinde getirdiği için Avrupa’da yayılmış olan sol ve sosyalist düşünceler de Avrupa üzerinden Rusya’ya yansıyarak, aydınların bu gibi akımların etkisi altında kalmasına neden oluyordu. Rus aydınları ile birlikte Rusya’daki Türk aydınları da bu gibi akımların etkisi altında kalarak sol düşünceli aydınlara dönüşüyorlardı. Rus Çarlığının yıkılışı sonrasında ortaya Türkçülük akımı ile çıkan Türk aydınları, sosyalist batı rüzgarlarının Rusya üzerinde güçlü etkiler yaratması üzerine de Rusya’da yaşamanın büyük etkisiyle sosyalist düşüncelere de yakın duruyor ve Rusya’nın bir iç savaştan kurtulabilmesi için Rus aydınları diyalog ortamına girerek, Rus topraklarının on iki yıl süre ile devletsizlik ortamına sürüklenmekten kurtulabilmesi için çaba gösteriyorlardı. Tarihin bu aşamasında Rusya’daki Türkler hem Türkçülük hem de sosyalizm akımları ile aynı zaman dilimi içinde tanışarak hareket ediyorlardı . On iki yıllık devletsizlik ortamı Rusya’da her bölgeyi savaş alanına çevirdiği için Rus topraklarında yaşayan bütün alt kimlikli toplulukların bir an  önce bu durumdan  kurtulmak üzere, önce kendi devletlerini kurmaya yöneldiklerini ve geride kalmış olan Rus devletinin bu tür oluşumlara karşı durması üzerine dış ekonomik insiyatiflerin araya girmesiyle, yeni bir uluslararası denge amacıyla  Avrupa kıtasını devre dışı tutmak üzere Sovyetler Birliği adıyla  bir ideolojik imparatorluk olarak kuruluyor ve soğuk savaş döneminde iki kutuplu bir dünya düzeni oluşturularak Rusya’daki Türklerin   Rus imparatorluğu içinde bırakılması sağlanıyordu.

Rusya Müslümanları böylesine büyük bir dönüşüm süreci yaşanırken yenilikçi hareketler aracılığı ile Rusya Türkleri’ne dönüşüyor ve bu dönüşümde Tatarlar önü çekiyorlardı.  Kazan’da yaşayan Tatar kökenli bir ailenin girişimleriyle Rusya’daki bütün Türk boyları bir araya getiriliyor ve Tatar toplumunun erken aydınlanan yapısı ile de Türkçülük akımı çatısı altında Rusya’daki Türk ve Müslüman topluluklar bir araya geliyordu. Uluslararası konjonktürdeki gelişmeler nedeniyle imparatorlukları parçalayan ulusalcılık ve ulus devlet akımları ile birlikte, bir de sosyalist akımlar gelişerek, Sovyetler Birliğinin kurulması için elverişli bir ortam yaratıyordu. Türkçülük akımının öncüsü hem Rusya’daki hem de Türkiye’deki Türkçülük akımlarının kanaat önderi olarak Yusuf Akçura’nın, önce Rusya’da bir Türk devleti   daha sonra da Osmanlı devletinin merkezi toprakları üzerinde yepyeni bir Türk devleti oluşturulması doğrultusunda yürüttüğü çalışmalar, Rusya’nın merkezi toprakları olan Kazan, Kırım ve Kafkasya’da mümkün olamayınca alternatif Türk devleti Osmanlı devletinin merkezi toprakları olan Anadolu ve Rumeli bölgelerinde kurulmuştur. Kazanlı Akçura ailesi, Yusuf Akçura’nın öncülüğünde Türkçülük akımını Rusya’da başlatıyorlar ve daha sonra da Türkçülerin bu ülkeden kovulması üzerine hem İsviçre hem de Azarbaycan üzerinden bu akımı Misakı Milli sınırları içinde kurulmakta olan Türkiye Cumhuriyeti’ne taşıyarak devletleştiriyorlardı. Birinci Dünya Savaşı dönemecinde dünya düzeni değişirken yeni jeopolitik dengeler oluşuyor ve gelecekte İslam coğrafyası üzerinde, iki bin yılda Avrupa kıtasında kurulamayan Yahudi devletinin kurulması amacıyla dinsizliği öne çıkaran bir sosyalist doğu bloku İslam coğrafyasının tepesine oturtulurken, Rus topraklarındaki Müslüman ve Hrıstıyan ülkeleri bir büyük konfederasyonun federal devletlerine dönüştürülüyordu. Türk adı ile bir yeni devletleşme Rus topraklarından dışarı çıkarılırken, Rus Çarlığının eski komşusu olan Osmanlı devletinin merkezi toprakları üzerinde bir Türk devleti kuruluyordu. Böylece Rusya’da başlamış olan Türkçülük akımı, ideolojik imparatorluk yapılanması ile Rus topraklarından dışlanırken, gelecekte İslam coğrafyasının merkezinde yer alacak bir Yahudi devletinin daha sonraki oluşturulma sürecinde, dinsizlik esasına dayanan Sovyet İmparatorluğu ile müstakbel Siyonist imparatorluk arasına bir anlamda dinsizlik ve dinlilik bölgeleri arasın bir tampon devlet olarak laik Türkiye Cumhuriyeti oturtuluyordu.                                       

                Rusya’da Türkçülük akımının doğuşu ve gelişim süreci içinde Tatarlar öncülük yaparlarken, o döneme kadar örgütlü bir bütünlüğe sahip olabilen Rusya Müslümanları topluluğu da harekete geçmiştir. Türkçülük akımı ortaya çıkana kadar bu topluluk Rusya Müslümanları adı altında hareket ediyordu. Cedit hareketinin giderek örgütlenmesi üzerine Fransız devriminin getirdiği laiklik ilkesi benimsenmiş ve böylece Müslüman kimliği terk edilerek Türk kimliği kabul ediliyordu. Rusya Müslümanlarının çoğunluğunun yaşadıkları ülkelerde Türkçe dilini kullanmaları da Rusya Müslümanlarının Türkleşmesinde önde gelen bir rol oynamışlardır. Tatar aydınlarının öncülüğünde başlatılan Türkçülük akımı, daha sonraki dönemde laik devlet politikaları ile pekişmiştir. Avrupa’da Hrıstıyanlığın, Orta Doğu’da İslamın etkilerinin kırılabilmesi amacıyla başlatılan laik devlet politikaları, bölgede dengelerin yeniden kurulmasında etkin olmuş ve Osmanlı imparatorluğu parçalanırken, Rus imparatorluğu ideolojik yapılanma üzerinden birliğini korumuştur. Çin ile ticaret yapan Tataristan’da oluşan Tatar burjuvazisi, Avrupa tipi burjuvalaşmayı kendi ülkelerine getirirken batı tipi bir milliyetçilik olarak Türkçülüğü geliştiriyorlar ve bu doğrultuda bir Türk devleti kurulması için çalışmalar yapıyorlardı. Ne var ki bu tür çalışmalar yapılırken, dünya konjonktürü Rusya üzerinden bir ideolojik imparatorluk oluşturulması düşüncesini öne geçirmiş ve bu doğrultuda Rusya’da Sovyetler Birliği kurulurken, Türklerin devleti Rusya’da kurulamayınca Anadolu yarımadası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması, Türkçülük akımının başlıca hedefi haline gelmiştir. Sosyalist devrime yönelen Rus devleti, ülkeyi bölebilecek alt kimlikçi yapıların kadrolarını da ülkenin dışına çıkarıyordu. Rusya’da Türk devleti kurmak üzere yola çıkmış olan Türkçüler ülkeden kovulunca Türkiye Cumhuriyeti’ne gelerek Türk Ocaklarını kuruyorlar ve ülke düzeyinde örgütleniyorlardı.

                Türkçülüğün öncüleri aynı zamanda sosyalist oluşumların öne geçtiği Rusya’da sol düşünce ve görüşleri de öğreniyor ve bu doğrultuda batı merkezli kapitalist emperyalizme karşı antiemperyalist sol görüşlerle karşı çıkarak, gelecekte tam bağımsız bir düzen içinde var olacak bir Türk devletinin oluşumuna öncelik veriyorlardı. Türk siyasetinde sağ kanatta yer alan milliyetçi ve muhafazakâr kesimler ile merkezler, Türkiye’deki Türkçü hareketi örgütlerken tutucu ve sağcı yaklaşımlar geliştiriyorlardı. Türkiye’deki bu sağcı tutum Rusya’da ortaya çıkmış olan sol içerikli Türkçülük hareketinin ilerici ve devrimci içeriğinin görülmesini engelliyordu. Anadolu’da kurulması planlanan ulus devletin bir Türk devleti olmasına eski Osmanlı ahalisi karar verince, Türkçülük akımı Rusya’dan Türkiye’ye taşınarak Kuvayı Milliye hareketi ile bütünleşiyordu. Savaş dönemi sona erdikten sonra çağdaş bir demokrasi yolunda genç Türk devleti yürümeye devam ederken, devleti kuran parti tıpkı Rusya’daki halkçılık hareketlerinde olduğu gibi halkçılık ilkesine öncelik veriyordu. Aynı zamanda devleti kuran partinin adında halk kavramı kullanılırken Türk kavramı da devletin ait olduğu ulusal kimliği korumak üzere muhafaza ediliyordu. Sol içerikli bir Türkçülük akımı Rusya’da ortaya çıkarken, Türkiye’de devletin ulusal kimliğinin belirlenmesinde esas alınıyordu. Böylesine bir süreç içerisinde Türkçülük ve halkçılık birlikteliğine Rusya’da olduğu gibi Türkiye’de de riayet ediliyordu. Ne var ki, daha sonraki aşamada Türkçülüğün sağ muhafazakâr kesimlerin eline geçmesiyle birlikte, tutucu bir Türkçülük öne çıkıyor ve Türkçülüğün ilk ortaya çıktığı zaman var olan sol içerikli ve halkçılığa dayanan bir Türkçülük anlayışından uzaklaşılıyordu. Dünya sahnesine çıkmış olan birçok ulus devlette görülen tutucu ve sağcı ulusalcılıkların sonunda aşırı muhafazakâr ve tutucu çizgilere kaydıkları görüldüğü gibi Türkiye’de de benzeri sahnelere zaman zaman Türk halkı tanık olmaktadır. Emperyalist devletlerin ulus devletleri baskı altına aldığı aşamalarda, ulus devletlerin ulusçu çizgilerinin tutucu ve muhafazakâr noktalara sürüklendiği görülmektedir. Bu çerçevede Türkiye’de de benzeri durumlar kritik aşamalarda gündeme gelmiştir. Sağcı ve tutucu aydınların ağır basmasıyla Türkçülük akımı da eski antiemperyalist sol çizgisini yitirerek, günümüzde kimlik kaybı aşamasına gelmiştir.

                Normal demokrasilerde sağ ve sol ayırımları siyasal çizgilerin belirlenmesinde etkin olduğu için diğer akımlar da sol ve sağ kavramları üzerinden değerlendirilerek, halkçı ya da azınlıkçı çizgilerde bir içeriğe sahip olmaktadırlar. Antisosyalist ve otoriter çizgilerdeki siyasal hareketler beraberinde tutucu çizgileri getirdiği için, Türkçülük hareketinin ilk olarak siyaset sahnesine çıktığı aşamadaki antiemperyalist sol içeriği görmezden gelinebilmektedir. Rusya kökenli Türkçülük akımının ilk ortaya çıktığı aşamadaki öncüleri olarak, Sultan Galiyev, İsmail Gaspıralı, Hüseyinzade Ali Bey, Yusuf Akçura, Ahmet Tursunov, Neriman Nerimanov, Ağaoğlu Ahmet, Turar Riskolov, Mirza Ahundzade önde gelen Türkçü liderler olmasına rağmen, bunlar aynı zamanda antiemperyalist çizgide bir sol anlayışa sahip çıkarak siyaset sahnesinde sol çizgide bir Türkçülüğü sürdürmeye çalışıyorlardı. Rusya’daki Türkçülük akımı zaman içinde Türkiye’ye taşınınca Ziya Gökalp, Hüseyin Namık Orkun, Nihal Atsız, Zeki Velidi Togan, Sadri Maksudi Arsal, Akdes Nimet Fırat, Remzi Oğuz Arık, Reha Oğuz Türkkan, Osman Turan ve Orhan Şaik Gökyay gibi yazar, bilim adamı ve siyasetçiler öne çıkarak, Türkçülük hareketinin Türkiye toprakları üzerinde örgütlenmesinde etkin olmuşlardır. Ne var ki Rusya’daki Türkçülerin sol içerikli yaklaşımlarına rağmen Türkiye’deki Türkçüler sağ kanatta ve tutucu bir çizgide hareket etmişlerdir. Rusya’dan gelen Türkçüler de sosyalist sisteme karşı çıkarak sağ kanat milliyetçiliğini tercih edince, siyasal dengeler bozulma aşamasına gelmiştir.

                Rus Türkçüleri yenilikçiliğe yönelerek Cedit hareketinin öncüsü olmuşlar Türkiye’deki Türkçüler ise, Rusya’daki sosyalist devrim üzerine Türkiye’ye geldikleri için onlarda bu ülkedeki siyasal geleneğe uygun bir biçimde sağ kanatta bir Türkçülüğe yönelmeyi tercih etmişler ve en başta yöneldikleri sol içerikli halkçı Türkçülük çizgisinden uzaklaşmak durumunda kalmışlardır. Bu tür bir sapma beraberinde geleneksel Türkçülük çizgisinden ayrılmayı gündeme getirirken, Osmanlı döneminden kalma baskıcı devletçiliğin, zamanla Türkçülük akımını da bu çizgiye doğru çekmeye çalıştığını göstermiştir. Yusuf Akçura Rusya’da yaşadığı yıllarda Tatar asıllı Türkçülere Bolşeviklerle anlaşmalarını öğütlerken, Türkiye’ye geldiğinde sosyalistler yerine bizzat Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu önderi Atatürk ile beraber çalışarak, yeni Türk devletini Türkçülük akımının içeriğine uygun bir biçimde örgütlemeye çaba göstermiştir. Sosyalist devrim üzerine Rus devletine karşı çıkan Almanya sağ kanat politikalarla ikinci dünya savaşına doğru ilerlerken, Rusya’daki ideolojik imparatorluğun yıkılmasına ve yerine Rusya Türkçülerinin öncülüğünde bir Türk devleti kurulabilmesi için yoğun çaba sarf etmiştir. Bu aşamada Rusya’daki Türkleri kurtararak Türkiye’ye getirmek isteyen Yusuf Akçura Rus devriminin önderi Lenin ile de görüşerek sonuç almaya çalışmıştır. Bu aşamada Rusya’daki Türklerin durumu ile ilgili güvence almak, Türkçülük hareketinin önderi açısından önem taşıyordu. Türkçüler bir anti-Rus strateji izlerken, Rusya ve Türkiye’deki Türkleri bir araya getirerek Rusya’yı dengeleyecek bir büyük Türkiye yaratabilmenin arayışı içindeydiler. İkinci dünya savaşının son aşamasında Almanya ve Rusya savaşırken, Türkiye’deki Türkçüler de hapislere atılarak yargı önüne çıkarılıyordu. Hitler Hazar bölgesine gitmek için saldırırken, Rusya Türkleri hedef alınıyor ve Türkiye’deki Türkçü hareketin de baskılarla önü kesilmek isteniyordu. Rusya ve Türkiye gibi iki büyük ülkede Türk topluluklarının ezilmelerini önlemek üzere, Türkçülük akımı öne çıkıyor ama beklenen etki gösterilemediği için savaş sürecinde Türkler kurtarılamıyordu. Alman Nazizmi etkisinin görüldüğü yıllarda Türkçülük ırkçılıkla yozlaştırılmaya çalışılıyordu. Her türlü ırkçılık ve aşırı milliyetçiliğe karşı çıkan Türkçülük akımı, halkçı bir sol içeriğe sahip olmasına rağmen sağ kanat milliyetçilik çizgisi ile halk kitlelerinden uzaklaştırılmıştır. Türkçülüğün ırkçılığa karşı çıkan yapılanması içinde Türk asıllı olmayan aydın Türkçüler de bulunuyordu. Türkçüler millet ya da ulus kavramlarına dayanarak hareket ederken, ırkçılığa ve aşırılığa her zaman için karşı çıkıyorlardı. Bir Asya halkı olan Türkler, kıtanın kuzeyinde, güneyinde ve batısında varlıklarını ortaya koyarken dayanışma içine giriyorlardı.

                Gerçek anlamıyla Türkçülük, dil, din ve millet, ortaklığına dayanan, laik, halkçı ve devrimci, ilerici bir ortak geçmişe sahip olan ve aynı zamanda sosyal devletçi politikalara önem veren   bir siyaset anlayışıdır. Türkçülük akımı zamanında Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğu gibi Sovyetler Birliğinin dağılması sonrasında da yeni bağımsız Türk devletlerinin ortaya çıkmasında da önemli görevleri yerine getirmiştir. Önümüzdeki dönemde Rusya, Çin ve Hint kaynaklı doğu emperyalizmlerinin baskısı altından kurtulmayı bekleyen Türk topluluklarının özgürlüğe yönelen yeni yaklaşımları çerçevesinde, Türkiye Cumhuriyeti, kendisini var eden Türkçülük akımının gereği olarak akraba topluluklara ve kardeş Türk devletlerine sahip çıkarak, onların geleceğin dünyasında diğer Türk kardeşleri gibi barış ve düzen içerisinde bir yaşama kavuşabilmeleri için her türlü özveriyi gösterecektir. Türk devletleri ve topluluklarının tamamı çağdaş uygarlık düzeyinde bir yaşam düzenine kavuşana kadar, Türkçülük akımı görevde olacak ve çağdaş uluslar ailesinin içerisinde yer almaya hak eden Türk toplulukları da uygarlık doğrultusundaki mücadelelerini sonuna kadar sürdüreceklerdir. Son dönemlerde başlayan Türk Keneşi yapılanması bu açıdan tüm Türk toplulukları için bir umut kaynağı olmuştur. Her yıl düzenli olarak yapılan toplantılar ile bağımsız Türk devletlerinin beklentileri ile Türk asıllı toplulukların gereksinmelerinin karşılanmasına çalışılmaktadır. Bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’nin öncülüğünde gerçekleştirilen yeni Türk yapılanması çalışmalarında dünyanın her yöresindeki Türklerin talep ve isteklerinin karşılanmasına çalışılmakta ve bu doğrultuda bağımsızlığını kazanan Türk devletlerinin ortak bir dayanışma düzeni içerisinde hareket etmeleri gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

                Son dönemde gerçekleşen elektronik devrim ve uzay çağı araştırmaları ile insanlık yepyeni bir döneme girerken, herkes derlenip toparlanmak durumundadır. Bu doğrultuda bütün Türk devletleri ve boylarının bir araya gelerek daha etkili bir güç haline gelerek dönüşüme Türklerin katkılarını sağlamalıdırlar. Türklük adına var olan bütün yapıların korunması, sağlanacak iş birliği ve dayanışma düzenleriyle yeni dünya düzeninde Türklük olgusunun daha da ön planlarda yer almasının sağlanması gerekmektedir. Günümüzde Türkçülük akımı artık eskisi gibi sağ kanat tutucu görüşlere terk edilemez Bu nedenle, Türkçülük akımının bugünün genç kuşaklarına yeniden anlatılması gerekmektedir. Bu akımın doğuşu sırasındaki sol içeriği, halkçılık özü ve sosyal devletçi yaklaşımları da yeniden ele alınarak incelenmelidir. Bir ulus devlet olarak kurulmuş olan Türk devletinin temelinde var olan milli temelin içeriğinin, Türkçülük akımı olduğu hiçbir zaman unutulmadan değerlendirilmelidir. Milli devletlerin kuruluşunda milli demokratik devrimin gerçekleştiği var sayılmaktadır. Ne var ki, millet olma süreci tamamlanmadan kurulmuş olan ulus devletlerde milli temel tam olarak oturtulamadığı için, Türkiye gibi ulus devletlerde yeni bir milli demokratik devrim yapılarak bu devrimin sonrasına geçilmesi tartışılmaktadır. Tam anlamıyla demokratik bir düzen kurulamayan ülkelerde yeni bir milli demokratik devrim yapılarak, egemenliğinin merkezi olduğu bir yapılanmada devletin tam anlamıyla Türklerin yönetiminde olması gerektiği dile getirilmektedir. Avrupa ve Amerika gibi batının önde gelen uygar güçleri beraberlerinde emperyalizm getirerek tüm dünyayı tehdit etmeye çalışırlarken, tüm mazlum uluslar adına Türk devletleri Türkçülük akımı çerçevesinde bir araya gelerek ortak bir karşı çıkış ve direniş hareketi örgütlemekle sorumludurlar. Avrupa kıtası yeni bir devrim saldırısı ile bütün dünyayı uyarırken, doğunun uygarlık çemberi dışında kalmış olan Türk kesimleri bir karşı harekete geçerek, Avrasya kıtasına yayılmış olan Türklerin birlikteliği ile yeni bir siyasal dönemin önünü açacaklardır. Türkiye en eski Türk devleti olarak bağımsız Türk devletleri ile Rusya, Çin ve Hindistan’da baskı altında yaşayan tüm Türk asıllı topluluklar için harekete geçecektir. Böylesine bir dönüşüm için Türkçülük akımının eski halkçı ve sol siyaset özlü içeriğinin yeniden devreye sokulması zorunlu görünmektedir.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder