30 Temmuz 2019 Salı

KIBRIS İÇİN HATAY MODELİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN


KIBRIS İÇİN HATAY MODELİ

Yıllar geçip yeni dönemler gündeme geldikçe, Kıbrıs sorunu için de yepyeni çözüm önerileri ve bu doğrultuda hazırlanmış olan paketler ile protokoller ileri sürülmektedir. İngiltere’nin Kıbrıs’ı işgal etmesinden sonra Kıbrıs adası dünya konjonktürü içerisinde her zaman en önde gelen sorunlardan birisi olmuştur. Dünyanın merkezindeki büyük devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra, eski imparatorluk toprakları üzerinde kendi hegemonyasını oluşturmak isteyen bütün büyük devletler farklı senaryolarla merkezî coğrafyaya girmişler ve bu doğrultuda da bölgenin tam ortasında yer alan Kıbrıs adasının geleceği için de birbirinden çok farklı emperyalist politikaları uygulamaya çalışmışlardır. Küresel konjonktür değiştikçe, yeni dünya güçleri ya da süper devletler emperyalist vizyon ile siyaset sahnesinde yerlerini alıkça, bu durumdan en çok etkilenen bölge Ortadoğu olmuş ve zaman değiştikçe birbirinden çok farklı senaryolar ile politikalar bölge ile beraber Kıbrıs adası üzerinde yönlendirilmiştir. Kıbrıs adası bugün gene yeni bir dönemin ortaya çıkan koşulları doğrultusunda emperyal güçler tarafından, kendi çıkarları doğrultusunda, bir yerlere doğru sürüklenmeye çalışılmakta ve bugünün önde gelen emperyalist devletlerinin çıkarları sanki sorunun çözümü için bir formülmüş gibi sürekli olarak çeşitli yollardan kamuoyuna ve Türk tarafına empoze edilmektedir. Kıbrıs adasının tarihi bugün karşılaşılan durumun benzeri birçok örnek girişim ile doludur ve ne yazıktır ki hiçbir çözüm önerisi Kıbrıs sorunu için kesin ve kalıcı bir düzen getirememiştir.

 İngiltere’nin geçmişten gelen beş yüz yıllık hegemonya birikimi ile, Batı dünyası küreselleşme aşamasında bir çözüm önerisi olarak Annan Planı’nı gündeme getirmiştir. İngiliz imparatorluğunun birikimi, Kıbrıs için bir kalıcı pakete dönüştürülmek istenmiş ve bu nedenle binlerce sayfalık Anan Planı Birleşmiş Milletler üzerinden gündeme getirilmiştir. Avrupa Birliği’ne Kıbrıs’ın bir ada devleti olarak zorla alınmak istendiği dönemde özellikle Türk tarafına dayatılan Annan Planı girişimi, Rusya Federasyonu’nun Ortodoks dayanışmasından yararlanarak, güney bölgesindeki Rum tarafına baskı yaparak olumsuz bir karar çıkarttırması ile akamet uğramıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Annan Planı’nı kabul etmemesine rağmen, Türk tarafına yapılan baskı ile alınan olumlu yanıttan yararlanılarak, Kıbrıs zorla Avrupa Birliği üyesi yapılmaya çalışılmış ve böylece açıkça Londra ve Zürih Antlaşmaları gibi iki önemli uluslararası hukuk belgesi çiğnenmiştir. Hiçbir biçimde kabul edilemeyecek bu çelişkili durum gene Batı’nın çıkarları için Türk tarafına dayatılmıştır.
Birinci Dünya Savaşı’yla beraber bir hegemonya çekişme alanı hâline dönüşen Ortadoğu’nun yanı başındaki Kıbrıs adası da, çeşitli plan ve programların hedefi konumuna gelmiştir. Rusya’nın Kırım ve Kafkasya savaşlarını kazanarak Doğu Anadolu’ya girmesi üzerine Kıbrıs’ı hemen işgal eden İngiltere bu adadan yararlanarak Osmanlı hinterlandında gelişmeye çalışırken, Fransa, İngiltere ile beraber hareket etmiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri bölgeye gelirken, ABD desteği ile iki bin yıl sonra bir Yahudi devleti olarak İsrail kurulmuştur. ABD ve İsrail’in bölgeye gelişi ile beraber jeopolitik dengeler değişmiş ve bütün bölge ile beraber Kıbrıs da yepyeni bir konumun içine sürüklenmiştir. Irak’taki askeri rejimler Rusya’nın denetimine geçince, bölgede ABD ve SSCB arasında soğuk savaş gerginliği yaşanmış, sosyalist sistemin çöküşünden sonra da Amerika ordusu ile bölgeye gelerek önce Körfez Savaşı’nı daha sonra da Irak Savaşı’nı yürüterek, küresel emperyalizm saldırganlığı ile Ortadoğu devletlerini karşı karışıya bırakmıştır. Avrupa Birliği bu aşamada, bölgede daha etkili olabilmek üzere, Kıbrıs adasının bir ada devleti biçiminde AB üyeliğine alınması için diretmiş ve bunun sonucunda da Annan Planı devreye sokulmuştur.
Soğuk savaş gerginliği içinde, Rusya Irak’a girince, bu ülkeden önce Suriye’ye daha sonra da Kıbrıs adasına girerek, Sovyetler Birliği’ne bağımlı bir siyasal yapılanma gerçekleştirmek istemiş, ne var ki önce Rum darbesiyle daha sora da Türkiye’nin Barış Harekâtı ile, SSCB’nin Kıbrıs’ı Akdeniz’in Küba’sı yapmasının önüne geçilmiştir. Osmanlı döneminden kalma ada üzerinde hak sahibi olan Türkiye’nin, bir NATO üyesi ülke olarak adaya askerî çıkartma yapması, Rusya’nın Kıbrıs’ı Küba gibi kendine bağlı bir sosyalist cumhuriyet yapmasını önlemiştir. Adadaki Türk varlığını Amerika ve İsrail, Ortodoks Hıristiyanlara, Ruslara ve Yunanistan’a karşı desteklerken, Rusya’da Kıbrıs’ın Ortodoks Rumlarını kendi kilisesi üzerinden denetim altına alarak, Kıbrıs üzerinden sıcak denizlere açılma stratejisini uygulamak istemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması yüzünden Kıbrıs bir sosyalist cumhuriyet olarak bu ideolojik kampa üye yapılamamış ama daha sonraki dönemde Avrupa Birliği’ne kesin olarak üye yapılarak, Ortadoğu’da ABD ve İsrail hegemonyasına karşı Avrupa Birliği’nin bir inisiyatif merkezi konumuna getirilmek istenmiştir. Bu hedef yüzünden, Londra ve Zürih Antlaşmaları bile çiğnenerek, açıkça uluslararası hukuka karşı çıkılmıştır. EOKA çetecilerinin Türk katliamı yüzünden adaya çıkmak zorunda kalan Türkiye hiçbir zaman Kıbrıs’ta tam bir egemenlik peşinde koşmamış, Türklerin geçmişten gelen çıkarlarının koruyucusu olarak devreye girmiş, adada çatışmayı önlemek üzere bir Barış Harekâtı gerçekleştirmiştir. Türk ordusunun adaya gelmesinden sonra Kıbrıs’ta çatışma çıkmamış ve fiilî barış ortamı bugüne kadar devam etmiştir. Adadan Türk askerinin çekilmesini isteyenler önce bu gerçeği kabul etmek durumundadırlar.
Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Barış Harekâtı ile Kıbrıs’a bir sakinlik gelmiş ve eskisi gibi Türk-Rum çatışmaları görülmemiştir. Aslında, Barış Harekâtı ile Kıbrıs sorunu fiilen Türkler açısından çözüme kavuşturulmuştur. Adanın ikiye bölünmesi ve bu doğrultuda Türklerin kuzeyde Rumların ise güneyde toplanmalarıyla Kıbrıs iki devletli bir ada konumuna gelmiştir. Avrupa Birliği Malta adasında olduğu gibi, Akdeniz’in büyük adalarını ülkelerinden ayrı devletler hâline dönüştürerek içine almak istediği için, Fransa’ya bağlı olan Korsika adasının da bağımsızlığı ve tek bir ada devleti olarak Avrupa Birliği içinde yer almasını dolaylı yoldan desteklemektedir. Benzeri bir durum, Yunanistan’a bağlı olan Girit ile, İtalya’ya bağlı olan Sicilya ve Sardunya adaları ile İspanya’ya bağlı olan Balear adaları için de düşünülmektedir. Avrupa Birliği’nin Akdeniz’deki büyük adaları ayrı ayrı tek birer ada devleti biçiminde Birliğe üye yapma eğilimi en çok Kıbrıs’ta görülmektedir. Türkiye’nin üyeliğini sonsuza erteleyen Avrupa Birliği’nin Malta’da uyguladığı politikanın benzerini gündeme getirmek istemesi nedeniyle önemli ölçüde gerginlik tırmanmaktadır. Akdeniz’in Avrupa merkezli düzenlenmek istemesi, Kıbrıs’a Malta benzeri bir politika ile yansırken, Kıbrıs’ın farklı jeopolitik konumu, ada üzerinde Türkiye’nin, Türkiye üzerinden ABD ve İsrail’in, Yunanistan üzerinden de Rusya’nın hesapları ve sürdürmek istediği çıkarları görmezden gelinmektedir. Bu nedenle de, Kıbrıs sorunu üzerinde bir türlü ortak zeminde çözüm arayışı gerçekleştirilememektedir. Taraflar bu durumu algılamadığı ve birbirlerinin konumu ile beraber diğer çıkarları hesaba katmadığı sürece de, Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğünü sürdürecektir.
Avrupa Birliği’nin Kıbrıs üzerindeki tek devlet politikası yanlıştır ve gerçeklere aykırı düşmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki adalara bakılırsa, tek bir ada üzerinde iki devlet yapılanması görülebilmektedir. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri yüzlerce adadan oluşan Müslüman Endonezya’nın Timor adasını bölerek, bu adanın doğusunda kendisine bağlı bir Hıristiyan devletini Doğu Timor Cumhuriyeti statüsünde kurdurarak, Çin’e karşı kullanılan bir askerî üsse çevirmiştir. İrlanda adasında İrlanda Cumhuriyeti ile beraber Büyük Britanya’ya bağlı olan Kuzey İrlanda devleti yapılanması hâlen devam etmektedir. Ayrıca, Britanya İmparatorluğu’nun merkezi olan İngiltere adasında İskoçya ile Gal devletleri ayrı hukuksal varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bu gibi örneklerin ortaya koyduğu üzere, her adada tek devlet olacak diye bir kuralın olmadığı görülmekte, her adada bölgenin koşullarını dikkate alan farklı siyasal düzenler kurulabilmektedir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin Malta modeli, Kıbrıs için geçerli değildir. Ayrıca Fransa ve Yunanistan’da Korsika ile Girit üzerindeki haklarından vazgeçmemişlerdir. İtalya ise Sicilya ve Sardunya üzerindeki haklarını ısrarla sürdürmektedir.
Kıbrıs için her dönemde çözüm önerileri, Yunanistan, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği gibi ülke ve merkezlerden öne sürülmüş ama bunların hiçbirisi Türklerin haklarını dikkate almadığı için bir siyasal çözüm üzerinden anlaşmak mümkün olamamıştır. Şimdiye kadar öne sürülen bütün planlarda Türklerin kazanılmış hakları göz ardı edilmekte iki devletli yapının kaldırılması empoze edilmekte, Türkler eskisi gibi küçük bir cemaat konumuna sürüklenmekte, Rumların kuzeye dönüşü kabul edilirken benzeri bir hak Türklere tanınmamakta, göçmen Türlerin geri gönderilmesi koşulu dayatılmakta, adada var olan Türk varlığının ortadan kaldırılabilmesi için ne gerekiyorsa hepsi ayrı ayrı maddeler hâlinde çözüm paketlerine konulmaktadır. Böyle olunca da Türk tarafı anlaşmaya yanaşmamaktadır. Hem adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmak hem de Türklerin kazanılmış haklarını silmek için her yolu deneyenler, bu gibi gerçekçi olmayan düşüncelerini Türk tarafına kabul ettiremeyince Türkler olumsuz davranmakla ve çözümsüzlük istemekle suçlanmaktadırlar. Türkler sürekli olarak dışarıdan gelen baskılarla Kıbrıs’ta geri adım atmaya zorlanmaktadırlar. Ciddî hiçbir devletin kabul edemeyeceği gerçekçi olmayan öneriler çözüm için baskı ile kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin birer ayrı devletler olarak kendi ulusal ve hukuksal çıkarları olabileceği ve bunların da savunulabileceği bir türlü karşı taraflarca görülmek istenmemekte ve bu doğrultuda çözümsüzlük devam edip gitmektedir.
Kıbrıs sorununda çözümsüzlük lobisini Türkler oluşturmamaktadırlar, çözümsüzlük devam ettikçe bundan en çok zarar gören taraf Türkler olmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti çözümsüzlük nedeniyle dünya ülkeleri tarafından tanınmamakta ve bu doğrultuda hem ambargo hem de çeşitli kısıtlama uygulamaları ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Türkler bu durumdan çok zarar görmektedirler. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti de Türk tarafını temsilen Kıbrıs sorununda taraf konumunda olduğu için Batı dünyasından gelen çeşitli tepkilerle karşılaşmaktadır. Bu nedenle Kıbrıs sorununun çözümünü hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti acilen istemektedirler. Ne var ki, adanın karşı kıyısında bulunan İsrail devleti gelecekte Kıbrıs üzerinde emperyalist plan ve programlar yaptığı için, bu sorunun hemen çözümünü istememekte, Büyük İsrail’in Ortadoğu’da kurulmasına kadar Kıbrıs sorununun çözümünün geciktirilmesi için çaba sarfetmektedir. Güçlü İsrail lobilerinin etkili çalışmaları Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkûm etmektedir. ABD ve Türkiye üzerinden yönlendirilen Büyük İsrail politikalarının Kıbrıs’ı gelecekte bu doğrultuda bir yapılanma için zorladığı görülmektedir.
Kıbrıs’ın tarihten gelen sahipleri olarak Türklerin artık bir kesin çözüm paketine hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin çıkarları doğrultusunda ortaya koymalarının zamanı gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı koşullarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak eski Osmanlı ülkelerindeki Türklerin hak ve hukuklarına sahip çıkmasının gerekliliği çeşitli olaylar sonrasında anlaşılmaktadır. Türk tarafı uluslararası hukuka uygun bir biçimde Kıbrıs için bir çözüm önerisini ortaya koymak zorundadır. Bunun için de gene tarihten gelen bir emsal olacak örnek olay vardır. Kıbrıs’ın karşı kıyısındaki Hatay bölgesi İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’ne katılarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için bir hukukî emsal oluşturmuştur. Osmanlı devletinin son döneminde Fransız ordularının işgal ettiği Hatay bölgesi İkinci Dünya Savaşı öncesinde Suriye’den ayrılarak bağımsız bir devlet olduğunu ilân etmiştir. Bir süre bağımsız yaşayan Hatay Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı başlamadan kendi Meclisinden bir karar geçirterek, Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı almış ve bu kararı daha sonraki aşamada bir referandum ile Hatay halkına onaylatarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni vilayeti olma hakkını kazanmıştır. Hatay’ın katılma kararına daha sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni bir karar ile kabul ederek, bu eski devlete yeni bir statü olarak vilayet olma hakkını tanımıştır.
Haritaya bakıldığında Hatay ile beraber Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de Türkiye açısından benzeri bir konuma sahip olduğu görülmektedir. Türkiye’nin güneyindeki Hatay bölgesi nasıl Türk devletine katılarak, bir vilayet olma hakkını elde etti ise, benzeri bir biçimde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de, Türkiye Cumhuriyeti’ne atılarak, Türk devletinin seksen ikinci vilayeti olma hakkını elde edebilir. Böylece Kıbrıs sorunu da kalıcı bir çözüme kavuşturulmuş olur. Kıbrıs sorununun bu doğrultuda bir kalıcı çözüme kavuşturulabilmesi için önce ulusal çizgide bir hükümetin kurulması gerekmektedir. Türklerin ada üzerinde tarihten ve Barış Harekâtı’ndan gelen kazınılmış haklarının korunmasına öncelik verecek, bunlardan herhangi bir ödüne yanaşmayacak bir millî iktidarı Kuzey Kıbrıs Türk halkının bir an önce kendi içinden seçerek başa getirmesi gerekmektedir. Kıbrıs sorununun çözümü Türkiye’nin dışında kaldığı Avrupa platformlarında olamayacağı son yıllardaki olumsuz gelişmelerle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Sürekli olarak kuzeydeki Türk devletinin tasfiyesi ve Türklerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması doğrultusundaki talepler, artık Kıbrıs sorununun çözümünü Avrupa’nın dışına taşımıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hukuka aykırı bir biçimde Avrupa Birliği’ne üye yapılması bile bu durumu değiştiremeyecektir. Yunanistan’ın bir sömürgesi gibi hareket eden güneydeki Rum Yönetimi bir Avrupa devleti değildir ve bu nedenle de Avrupa hukukunun uygulanması için yeterli bir dayanak noktası oluşturmamaktadır. Adada varolan Rum ve Türk yönetimini dikkate alacak bir çözüm en gerçekçi yol olacaktır.
Türk tarafını yöneten iktidarların, Türkiye’nin ve Türklerin ulusal çıkarları doğrultusundaki bir çözümden uzak kalmaları nedeniyle Rumlar şımararak bütün Batı’yı arkalarına alıp Türk tarafını ezmeye çalışmıştır. Artık bu duruma bir son verilmesinin zamanı gelmiştir. Kıbrıs için Avrupa, ABD ya da Yunanistan çözümlerinin gerçekçi olmadığı yeni alternatiflere gereksinme bulunduğu görülmektedir. Hatay modeli ortada dururken, adanın kuzeyinde Türkleri kurtarabilmek için başka bir yol aramaya hiç gerek yoktur. Hatay Türkleri birleşmeden sonra nasıl Türkiye Cumhuriyeti devletinin güvencesi altında yaşamlarını sürdürüyorlarsa, Kıbrıs Türkleri de Türkiye ile gerçekleştirilecek bir birleşme uygulamasından sonra tıpkı Hatay Türkleri gibi kazanılmış haklarını koruyarak Türkiye Cumhuriyeti devleti ve ordusunun sağlayacağı güvence düzeni altında yaşamlarını sürdürebilme şansını elde edeceklerdir. Türk devletinin Hatay vilayeti gibi bir de Kuzey Kıbrıs vilayeti olacak, Anadolu Türkleri ile zaten akraba olan Kıbrıs Türkleri de beraberce aynı devletin çatısı altında daha güvenlikli bir ortamda yaşamlarını sürdürme olanağını elde edeceklerdir.
Kuzey Kıbrıs bugün zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin dolaylı güvencesi altında varlığını koruyabilmektedir. Barış Harekâtı sonrasında adanın yeniden imar edilmesinde Türkiye Cumhuriyeti bütün kaynaklarını seferber etmiştir. Ayrıca Kıbrıs Türleri’nin yaşamlarını kimseye muhtaç olmadan sürdürebilmeleri için her yıl beş yüz milyon dolarlık bir karşılıksız yardım Türkiye aracılığı ile karşılanmaktadır. Anavatana katılma durumunda bu dolaylı yardım, bütçe üzerinden normal bir gider olarak her yıl düzenli olarak karşılanacaktır. Bu aşamadan sonra Rumların yeniden Louzidiu gibi kuzeyden hak ve toprak taleplerinin sonu gelecektir. Barış Harekâtı sonrasında adanın kuzeyinde kurulmuş olan devlet düzeni birleşmeden sonra vilayet düzeni olarak devam edecek, Kıbrıs’ı bir cumhurbaşkanı yerine Türkiye Cumhuriyeti valisi yönetecektir. Böylece, Avrupa ve Amerika üzerinden Kıbrıs’ı karıştırarak, Batı’nın çıkarları doğrultusunda Kıbrıs Türkleri içerisinde emperyalist çizgide manipülasyonlar uygulama döneminin sonuna gelinecektir. Kıbrıslı Türkler ayrı partilerde değil ama Türkiye’deki partilerin Kıbrıs şubelerinde örgütlenerek, cumhuriyet ve demokrasi düzenlerinin getirmiş olduğu hak ve özgürlüklerini gene eskisi gibi kullanabileceklerdir.
Kıbrıs Türkleri üzerinde baskı uygulayarak, onları bezdirerek teslim alma planlarının sona erdirilebilmesi için de Kuzey Kıbrıs’ın Hatay modeline benzer bir biçimde Türkiye’ye bağlanması gerekmektedir. Kıbrıs sorunu bugünkü yapıda Türk tarafı açısından ikili devlet düzeni ile Türkler açısından fiilen çözüme kavuşturulmuştur. Konunun hukukî bir yapıya kavuşturulması için de Hatay modeline benzer bir biçimde Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Türklerinin ortak kararı ile anavatana katılması gerekmektedir.
Bir millî iktidarın öncülüğünde KKTC meclisinin alacağı karar ve Kıbrıs Türk halkının referandum ile vereceği onaydan sonra Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye’nin Kıbrıs vilayeti olarak, seksen ikinci vilayet statüsünde Türk devletinin bir parçası olacaktır. Kıbrıs’ta Türkiye’nin ve Türklerin kazanılmış haklarının korunabilmesi açsından başka bir alternatif kalmamıştır. Şimdiye kadar Batılı emperyal güçler Kıbrıs için çözüm diyerek kendi çıkarlarını Türk tarafına dayatmaktan çekinmemişler ve Kıbrıs’ı sürekli bir çözümsüzlüğe mahkûm etmişlerdir. Eğer gerçekten Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması isteniyorsa, bu doğrultuda Türk tarafının bir çözüm önerisini Türklerin kazanılmış hakları doğrultusunda gündeme getirmesi gerekmektedir. Hatay’da yaşanmış olan geçiş sürecine benzer bir formül bugün Kuzey Kıbrıs için de uygulanabilecektir. Türkiye’nin güney kısmında olan Hatay nasıl güvenlik endişesi ile Türkiye’ye sonradan katılmışsa, aynı doğrultuda Kuzey Kıbrıs da doğu Akdeniz’de Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı alınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldıktan sonra, Hatay’da yaşamakta olan değişik etnik köken ve dinden gelen insanlar bir büyük devletin güvencesine kavuşmuşlar ve bugüne kadar barış içerisinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Hatay’da sağlanan sürekli barış ve güvenliğin Kıbrıs’ta da gerçekleştirilebilmesi için Hatay halkının almış olduğu katılma kararının uygulanmasına benzer bir geçiş aşamasının Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında imzalanacak bir resmî protokol ile sağlanması gerekmektedir.
Türkiye’nin güney sahillerinin güvenliği, Kuzey Kıbrıs’taki Türk varlığının geleceği ve özellikle son zamanlarda öne çıkan Bakü-Ceyhan petrol boru hattının bir savaş konusu olmaması için, böylesine bir bütünleşmeye gerek bulunmaktadır. Ancak, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye katılması ile beraber, Doğu Akdeniz’deki Türk varlığı ve Türk çıkarlarının güvenliği kalıcı bir çözüme kavuşturulabilecektir. Son dönemde, Karpas yarımadasının çevresinde bulunmuş olan yeni petrol yataklarının da Türk karasularında kalması ve Türk egemenliğinde bu kaynakların işletilebilmesi açısından da bir Kuzey Kıbrıs Türkiye bütünleşmesinin Türkler açısından yararlı olacağı açıktır. Bunu engellemek isteyen Batılı devletler ve emperyal güçler, sürekli olarak Kıbrıs’ta çözüm diyerek, Türklerin adanın kuzey bölgesindeki devletinin tasfiyesine öncelik vermektedirler. Türkiye’nin gerçekleştirmiş olduğu Barış Harekâtı’ndan gelme kazanılmış hakları ve güvenliği hiçe sayılarak yeniden eskiye dönüş için çaba gösterilmekte ve Türk kesiminde Avrupa Birliği’nin parasal kaynakları ile desteklenen bir işbirlikçi ve mandacı lobi oluşturularak, bunların Truva atı konumunda kullanıldığı bir kampanya ile kamuoyu Türkiye’nin Türklerin çıkarlarına karşı bir çizgide oluşturulmaya çaba gösterilmektedir. Yarım yüzyıla yakın bir süredir devam eden böylesine olumsuz bir durum karşısında, artık Türkiye ve KKTC, Kıbrıs için bir kesin çözüm önerisi olarak Hatay modelini gündeme getirmeli ve eğer bunu uluslararası alanda istenen düzeyde gerçekleştiremezlerse, elbirliği ile Hatay benzeri bir uygulamaya hemen yönelmelidir.
ABD’nin Ortadoğu’ya saldırganlığı devam ettiği sürece, İsrail’in bu durumdan yararlanarak bütün bölgeyi savaş ile tehdit ettiği bir aşamada Türkiye’nin emperyal oyunlara alet olmadan, Kuzey Kıbrıs ile bütünleşmesi Türklerin güvenliği açısından zorunlu görünmektedir. Beş yüz yıl önce Müslümanları İspanya’dan kovanlar, yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nu Balkanlar’dan geri püskürtenler, şimdi de Ön Asya, Doğu Akdeniz ve Ordadoğu’daki Türk varlığını ortadan kaldırmak istemektedirler. Bu doğrultuda ilk adım olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılmasını gündeme getirmişlerdir. Türkiye eğer Annan Planı ya da Hristofyas çözümü doğrultusundaki KKTC’yi tasfiye planlarını kabul ederse, süpürülme sırası Türkiye Cumhuriyeti’ne gelecektir. Anadolu’daki Türk devletinin varlığının gelecek için güvence altına alınması ancak Kıbrıs’taki Türk varlığının ve kazanılmış haklarının korunmasına bağlı bulunmaktadır. Bu nedenle, adanın kuzeyindeki Türk devleti ortadan kaldırılamaz. Eğer dış dünya emperyal amaçlarla bu devleti tanımıyorsa, Türklerin kazanılmış haklarının korunabilmesi için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’ne bir vilayet olarak bağlanması en uygun çözüm olacaktır.
Jeopolitik olarak adadaki Türk varlığının korunmasını isteyenler ne yazıktır ki, Türklerin kazanılmış haklarını geleceğe dönük olarak bir güvenceye bağlayamamışlardır. Varolan konumun geleceğe dönük kalıcı bir kurumsallaşmaya dönüştürülmemesi nedeniyle, kazanılmış haklardan geri adım atılmaması için en uygun çözüm Hatay modeli benzeri bir katılımın bu aşamada gerçekleştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğal bir parçası konumundaki Kuzey Kıbrıs’ın bundan sonraki dönemde bir hukukî parçası olmasını gerçekleştirecek bir adım olarak Hatay modeli, Kıbrıs sorununu da kalıcı bir çözüme kavuşturarak, çözümsüzlük suçlamasını ortadan kaldıracaktır. Adanın gelecekte bir üs olarak ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü tarafından kullanılması ya da Avrupa Birliği üzerinden Yunanistan’a bağlı bir yapıya dönüştürülmesi böylece önlenerek, yeni bir savaşa meydan verebilecek gelişmelerin de önü kesilebilecektir. Ortadoğu gibi bir savaş bölgesinin yanı başında, yeni bir savaş alanının yaratılmaması için de Kıbrıs’taki Türk-Rum çekişmesine son verilmeli, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasından sonra, Rum bölgesinin de Yunanistan ile sürdürdüğü yakınlaşma ilişkilerinin de seyrinde gelişebilmesi için bir barış ortamı yaratılmalıdır. Ortadoğu’ya dönük hegemonya saldırılarında bulunan Batılı emperyal güçlerin yeni bir savaş alanını Kıbrıs adasında yaratmamaları için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir an önce Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmesinde hem bölge hem de dünya barışı açısından yarar bulunmaktadır. Konuya biraz tarafsız gözle bakabilenler, kalıcı çözüm ve barışın ancak Hatay modeli ile sağlanabileceğini anlayacaklardır.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak Atatürk her zaman için Kıbrıs’ın önemini dile getirmiştir. Büyük önder Kıbrıs ile ilgili değerlendirme yaparken, Türkiye Cumhuriyeti’nin güney sahillerinin güvenliği açısından bu odaya çok dikkat edilmesi gerektiğini ve kesinlikle, Türkiye için düşmanca emeller besleyen emperyal büyük devletlerin ada üzerinde kontrol düzeni kurmalarına izin verilmemesi gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Atatürk’ün yolundan giden Türk Silâhlı Kuvvetleri de, soğuk savaş döneminin koşullarından yararlanarak ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirerek, Kıbrıs adası üzerinde yaşamakta olan Türkler ile, bu adanın karşı kıyısında bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin konumlarını güvence altına almıştır. Eski bir Osmanlı toprağı olan bu ada üzerinde Türklerin tarihten gelen haklarının korunabilmesi doğrultusunda gerçekleştirilen Barış Harekâtı, EOKA çetecilerinin başlatmış olduğu Türklere karşı sürdürülen soykırım girişimlerine son vererek adaya sürekli bir barış düzeni getirmiştir. Bu nedenle, Kıbrıs sorunu kesin olarak kalıcı bir çözüme kavuşturulana kadar, Türk ordusunun yeterli sayıdaki birlikleri Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarında kalmaya devam edeceklerdir. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, hem Türkiye Cumhuriyeti’nin güney sahillerini hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her türlü emperyalist saldırılara karşı güvenliğini koruyabilmesi için böylesine bir zorunluluk vardır.
Ne var ki, Ortadoğu’da içine girilmiş olan yeni yapılanma sürecinde hem Türkiye’nin hem de Kuzey Kıbrıs’ın güvenliğini ayrı ayrı korunabilmesi giderek zorlaşmakta ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin gücünün bölünmesine neden olan gelişmeler her geçen daha da tırmanma göstermektedir. Anadolu ve Kıbrıs Türklerinin dünyanın merkezî coğrafyasında bugün sahip oldukları yerleşik konumları tarihin derinliklerinden gelen bir sonuçtur. Böylesine anlamlı bir birikimin, değişen dünya koşullarında korunabilmesi Türklerin ve Türk dünyasının geleceği açısından fazlasıyla önem taşımaktadır. Amerikan ve İsrail saldırganlığının merkezî coğrafyada sürdürülmek istenmesi, dünyanın merkezindeki Türk varlığını çok ciddî boyutlarda tehlikeye sürüklemektedir. Bu nedenle, iki ayrı savunma değil ama tek ve ortak bir ulusal savunmanın, Türkler açısından bütünlüklü bir program ve strateji çerçevesinde merkezî Türk varlığı açısından bağımsız bir biçimde sürdürülmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması, bütünlüklü bir savunma ve var olma stratejisi açısından önemli katkılar sağlayacak ve bu bölgedeki Türk varlığını her türlü tehdide karşı güçlendirecektir. Adada verilen bir savaş vardır ve beş yüz elli şehit verilmiştir. Bu kadar kritik bir aşamada Türkler geri adım atamazlar. Her açıdan bütünleşmiş ve güçlendirilmiş bir stratejiye ihtiyaç vardır ve bu da Kuzey Kıbrıs’ın anavatana katılmasıyla sağlanacaktır.
Uluslararası konjonktürdeki gelişmelerin ortaya çıkardığına göre, Kıbrıs adasında bir dönem daha savaş görülmektedir. Küresel hegemonyaya yönelmiş olan Batı bloğunun Atlantik inisiyatifi, ABD-İngiltere ve İsrail ortaklığı doğrultusunda dünyanın merkezî bölgesindeki Kıbrıs adasına el koyma planlarını geleceğe dönük geliştirirken, Türklerin de bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak plan ve programlarının olması ve bu doğrultuda yeni stratejiler geliştirmeleri gerekmektedir. Bu nedenle, Misak-ı Millî sınırlarının dışında kalan Türk varlığının tıpkı Hatay’ın anavatana katılması gibi, Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşen bir sürece yönelmesi gerekmektedir. Sınırların yanı başında yaşam mücadelesi veren Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmelerinin artık zamanı gelmiştir. Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölge halklarını alt kimlikli eyalet yapılanmalarına yönlendiren Atlantik emperyalizmine karşı, merkezde Türk varlığı çerçevesinde bütünleşmenin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. KKTC’nin Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmesi bu açıdan son derece anlamlı olacak ve Türklerin yararına gelişecek yeni bir süreci başlatacaktır.
Annan Planı’nın oylanmasından sonra, Türkiye Batı baskısı ile bu yararsız plana olumlu yaklaşmış ve KKTC’de planın kabulü doğrultusunda halkoylaması sonuçlanmış ama, Rum kesiminde tamamen tersi olarak plan reddedilmiştir. Bu çelişkili durum üzerine, Rum kesiminin başbakanı Türk kesimi ile yeni bir plan çerçevesinde bir araya gelerek anlaşmaya hazır olduklarını açıkça ilân etmiştir. Rum yönetimi Annan Planı’na karşı çıkarken, Batı emperyalizminin oynadığı oyunu görüyor ve bunun sonucunda adada bir dönem daha Türkler ile Rumların savaştırılmasının planlandığını anlayarak Türk kesimine Batı emperyalizmine karşı işbirliği öneriyordu. Çünkü eğer çözümsüzlük süreci devam ederse, Batı’nın bir dönem daha savaşı kışkırtarak Türkleri ve Rumları adadan uzaklaştıracak yeni bir planı devreye sokacağını görüyordu. Batı’nın planına göre Türklerin Anadolu’ya, Rumların da Yunan adalarına sürülmesi gündemdedir. Bunu sağlamak için bir dönem daha savaş kışkırtılacaktır ve ondan sonra barış adına Türkler ile Rumlar adadan sürülecek, İsrail’in karşı kıyısındaki Kıbrıs adasına, ABD, İngiliz ve İsrail Yahudileri yerleşerek Siyonist emperyalizmin gerçekleşmesi doğrultusunda Kıbrıs’ta yeni bir İsrail yapılanması oluşturulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bu tür bir plana alet olmaması için, Avrupa ve Amerika baskısının ötesinde adadaki Türk ve Rum kesimlerinin bir araya gelerek anlaşmaları ve iki devletli bir Kıbrıs yapılanmasını gerçekleştirmeleri zorunludur. Bu alternatif gündeme getirilemiyorsa o zaman Kıbrıs için tek alternatif model Hatay formülüdür.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

8 Temmuz 2019 Pazartesi

“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ, İLERİ “ - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN

“ORDULAR İLK HEDEFİNİZ AKDENİZ, İLERİ “
                                                                                                                                             
Üç tarafı denizlerle çevrelenmiş olan  Anadolu yarımadası üzerinde yer alan  Türk Devleti  tarihsel birliktelik gerekçesiyle,  kurucu önder Atatürk’ün  hazırlamış olduğu  Misak-ı Milli sınırları içerisine alınan  Trakya bölgesinin katılmasıyla birlikte, merkezi coğrafyanın önde gelen devleti konumuna gelmiştir. Avrupa ve Asya kıtalarının kesişme noktasında yer alan Türkiye Cumhuriyeti bu jeopolitik durumu ile de, iki kıtanın bir araya geldiği merkezi alan olan Avrasya  kıtasının da gene merkezi devleti olarak haritadaki yerini almıştır. Türkiye kendisini çevreleyen iç denizler boyunca uzayıp giden sınırlara sahip olmuş ve  üzerinde kurulu bulunduğu tarih boyunca  sahip olduğu bu konumun gereğini, hem barış ortamında hem de savaşlar sürecinde yapmak zorunda kalmıştır. Bu makalenin başlığı bir savaş döneminin son aşamasında,  Türklerin ulusal kurtuluş savaşı önderi Atatürk  tarafından söylenmiş olan  bir emir çağrısıdır.  Türk ulusunun var olma savaşının önderi kendisine bağlı olarak savaşın tüm cephelerinde mücadele eden Türk ordusuna vermiş olduğu bir son emirdir. Normal koşullarda söylenmeyecek olan ama bir büyük kurtuluş savaşının zafere eriştirilmesinde, Türk Silahlı Kuvvetlerine gösterilen  ilk hedef olarak Türkiye Cumhuriyetinin  ulusal  kurtuluş  tarihine geçmiştir.

 Atatürk ülkeyi  işgal etmiş olan düşmana  karşı Türk ordusunun son bir darbe vurmasıyla  ülke topraklarının yeniden bağımsızlığa kavuşacağını gören bir komutan olarak, ülkenin kurtuluşu amacıyla haykırdığı son emrinde, Akdeniz’i ana hedef olarak seçmesi, Türkiye’nin kurtuluşu sürecinde üzerinde durulması ve düşünülmesi gereken bir esas  konudur. Doğu ve güney Anadolu cephelerinde başarılı bir savunma savaşı yürüten Türk askerleri Atatürk’ün emperyalist batı ile bir son hesaplaşma yapmak üzere  en sona bıraktığı batı cephesi  hareketinin  önemini vurgulamak üzere,  Akdeniz’i ulaşılması gereken  ana hedef olarak vurgulamasının geleceğe yönelik önemli bir mesajı bulunmaktadır. Kafkasya, Orta Doğu, Balkanlar, Marmara, Ege Denizi  ve Karadeniz  gibi  Anadolu’yu çevreleyen  bir çok  kara ve deniz bölgeleri bulunmasına rağmen bunların hiç birisini son savunma  saldırısının hedefi olarak göstermeyip, Akdeniz’i ana hedef olarak belirlemesinin Türk ulusunun geleceğine dönük çok büyük bir anlamı bulunmaktadır. Dünyanın en büyük imparatorluğu olarak merkezi alanda bin yılı aşkın bir süre hüküm sürmüş olan Roma İmparatorluğu, Akdeniz’i bir iç deniz olarak aynı zamanda uygarlığın beşiği haline getirdiği için, Akdeniz bir orta deniz olarak üç kıtanın kesişme noktasında ortaya çıkan devletler ya da imparatorluklar açısından, her zaman için ele geçirilmesi gereken bir alan olarak görülmüştür. Atatürk batı cephesindeki savaşı kazanarak Yunan askerlerini Ege kıyılarında suya dökerken, Ege denizini değil ama Akdeniz’i  Türk ulusuna ve ordusuna  ana hedef olarak belirlemiştir çünkü Ege denizi Büyük Akdeniz’in bir parçasıdır. Akdeniz’in ne kadar önemli bir deniz olduğu Orta Doğu ve Avrupa bölgelerinin tarihleri incelendiği zaman ortaya çıkmaktadır . Roma ya  da Bizans İmparatorlukları  gibi merkezi alanda kurulmuş olan devletlerin hepsi, bir orta deniz olarak dünya haritasında yer alan Akdeniz’i, sınırları içine alarak harita üzerindeki hegemonyalarını merkezi olarak  güçlendirmeye çaba göstermişlerdir. Bu doğrultuda  her türlü girişimin  Akdeniz’e olduğu gibi bu deniz üzerinden de  Türkiye’ye yansıyan boyutları olmaktadır. Akdeniz bugünkü konumu ile uygarlığın beşiği ve geleceğin çağdaş yapılanmasının alanı olarak gene eski konumunu korumaktadır. Üç kıtanın ortasında yer alan Akdeniz, bugünkü uluslararası gelişmeler yüzünden yeniden geleceğin anahtar alanı olarak öne çıkmaktadır.

Soğuk savaşın bitiminden sonraki aşamada Büyük İsrail Projesi yüzünden dünyanın orta alanında savaşlar birbirini izlemiş, küresel sermayenin destekleriyle kurulan terör örgütleri bölgedeki devletleri parçalama doğrultusunda  her türlü terör eylemlerini birbiri ardı sıra  uygulama alanına getirmişlerdir. Bu doğrultuda çeyrek asırlık bir zaman dilimi geride kalırken, hiçbir devlet resmen savaşa girmemiş ve küresel şirketlerin çıkarları doğrultusunda var olan devletlere yönelik terör ve çökertme operasyonlarına alet olmayarak ve şirketlerin finanse ettiği terör örgütlerine karşı önlemler alarak,  bu sıcak çatışma döneminin geride kalması için uğraşmışlardır. Aradan geçen otuz yıllık süre içinde Avrasya kıtasının çeşitli bölgelerinde batılı emperyalist devletlerin destekleri ile bir çok terör eylemi illegal örgütler tarafından gerçekleştirilmiş ama  batı emperyalizminin küresel oyunu artık meydana çıktığı için  Orta Doğu merkezli olarak başlatılmak istenen üçüncü dünya savaşı çıkarma girişimleri  sonuçsuz kalmıştır. Geçmişten gelen savaş girişimleri bu kez çevreye doğru yeni bir yayılma dönemine girmiştir. Orta Doğu üzerinden Avrasya kıtası bir çekişme alanı olarak öne çıkarken, bu kez enerji sorunları ve kaynakları yüzünden dünyanın merkezi denizi olarak Akdeniz havzasında önemli bir yoğunluk yaşanmaya başlanmıştır. İsrail’in Amerika’yı kullanarak başlatmış olduğu savaş süreci Irak ve Suriye savaşları sonrasında durgunluk gösterince, bu kez kara bölgesinin hemen yanı başında yer alan Akdeniz bölgesine sıcak olayların Suriye bölgesi üzerinden yayılmaya başladığı görülmüştür. Özellikle son olarak meydana gelen bir olay olarak, Suriye’nin İsrail’e yönelik olarak fırlattığı bir füzenin Akdeniz’in ortasında yer alan Kıbrıs adası üzerine düşmesi, bardağı taşıran bir damla olmuş ve artık Orta Doğu gerginliğinin ortaya çıkardığı meydan savaşının yavaş yavaş Akdeniz’e doğru genişleme gösterdiği kesinleşmiştir.

ABD’nin dünya egemenliği ile İsrail’in Büyük İsrail İmparatorluğu projeleri, küresel şirketlerin evrensel hegemonya planları  ve  enerji şirketlerinin bütün dünya  petrolleri ile doğal gaz rezervlerini ele geçirme  projeleri bir araya gelince, gerginliğin tırmanma senaryolarının yavaş yavaş Akdeniz’e doğru geliştiği ortaya çıkmıştır. Savaş sürecinde Orta Doğu petrollerinin uzantılarının Akdeniz bölgesine uzandığı görülmüş, bölgenin en büyük doğal gaz rezervlerinin ise  Akdeniz kıyıları ile birlikte bu denizin ortalarına kadar uzanan geniş alanlarda  olduğu görülmüştür. Bu doğrultuda yeni enerji kaynaklarını gösteren haritalar ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu tür gelişmeler hem bölge ülkelerinin hem de enerji şirketlerinin dikkatlerini çekince, birkaç yüz gemi Akdeniz’in sıcak sularında dolaşmaya başlamıştır. Suriye, Lübnan, Mısır ve İsrail gibi şimdiye kadar enerji kaynakları ile ilgilenmeyen bölge ülkeleri bulundukları bölgelerin altında yatan enerji kaynaklarını ele geçirerek işletmeye doğru yönelirken, batının emperyalist devletleri de bölge ülkelerini sömürgeleştirerek, onlar aracılığı Akdeniz’in enerji kaynaklarını ele geçirmenin  yollarını araştırmaya başlamışlardır. Bölgede ABD sayesinde kurulan bir devlet olarak İsrail gene Amerikan devleti ve şirketleri ile yakın ilişkiler kurarak onların aracılığı ile bölge devletlerinin enerji rezervlerini ele geçirmeye çalışırken, Akdeniz bölgesinde hemen Hrıstıyan-Müslüman ayrımı gündeme getirilmiş, Hrıstıyan ülkeler  ile Müslüman ülkeler ayrı gruplaşmalar içerisinde  kendi konumlarını sağlamlaştırmaya çalışmışlardır. İsrail ise hem ABD öncülüğünde Hrıstıyan ülkelerini yanına çekmeye çalışmış hem de son yıllarda geliştirmiş olduğu Arap ülkeleri ile başlatmış olduğu ortaklığını sürdürerek,  Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri, Ürdün ve Lübnan’ı  yanına alarak bölge dışı devletlere karşı kendi jeopolitik konumunu güçlendirmenin yollarını aramıştır. Türkiye ise bir bölge ülkesi olarak bu tür Hrıstıyan ve Müslüman dayanışmalarının dışında kalmış ve sahip olduğu siyasi rejim yüzünden iki kesime de bir türlü yaranamamıştır. Akdeniz enerji yatakları emperyal ülkeler ve bölge devletleri arasında paylaşılırken, Akdeniz’e en geniş kıyısı olan Türkiye dışarıda bırakılarak büyük haksızlığa uğratılmış ve  Türkiye’nin kara suları geleceğin sıcak çatışma alanlarına dönüştürülmüştür.
                
Emperyalist devletler, enerji kaynaklarının bulunduğu devletleri kendi sömürgelerine dönüştürürken, uluslararası hukuka göre bölge devletlerinin kara ya da deniz ülkelerinde bulunan kaynakların tamamını ele geçirebilmenin çabası içinde olmuşlardır. Türk kamuoyu Misakı Milli oluşumu nedeniyle kara sınırlarını iyi bilmekte ve bu doğrultuda bir milli sınır bilinci zamanla Türk ulusunun zihninde kalıcı bir yer kazanmıştır. Ne var ki, aynı değerlendirmeyi Türkiye’nin deniz sınırları ya da ülkesi hakkında söyleyebilmek bugünün koşullarında mümkün görünmemektedir. Gelinen aşamada ilk kez bir mavi vatan kavramı ortaya çıkmış ve Türk kamuoyundaki tartışmalar açısından belirleyici olmuştur. Türkiye Cumhuriyetinin harita üzerinde belirlenmiş olan kara ülkesi kadar deniz ülkesi de bulunmaktadır ve bu durum Türk karasuları ile açıkça ifade edilmektedir. Kara suları uygulaması ülkelerin deniz ülkesini de aynı zamanda belirlediği için bu alana denizlerin mavi rengi nedeniyle mavi vatan adı verilmektedir. Lozan Antlaşması ile Türkiye Cumhuriyetinin sınırları belirlendiği için aynı zamanda Trük kara suları alanı da belirlenmiş ve Türklerin Mavi Vatanı bu doğrultuda resmi haritalar üzerinden kesinleştirilmiştir. Kara sınırları içerisinde vatanı savunmak nasıl milletin önde gelen görevi ise, kara suları boyunca mavi vatanı savunmak da benzeri bir kutsal misyon olarak öne gelmektedir. Türkiye’nin kara suları üzerinden mavi vatan alanını belirlemeye yöneldiğiniz zaman Akdeniz’in tam ortasında Kıbrıs, Girit ve Malta adaları arasında yer alan  çok geniş  bir bölge  Türklerin mavi vatanı olarak öne çıkmaktadır. Türkiye’nin deniz komşusu Yunan devleti ile arasında var olan mavi vatan sınırı, zaman zaman bu ülke ile anlaşmazlıklara neden olması yüzünden var olan birçok tartışmalı durum, şimdi gelinen yeni aşamada farklı boyutlar ile tekrar gündeme gelmektedir.
                
Osmanlı döneminde Türklerin yönetiminde bulunan Ege adalarının neredeyse tamamının Yunan devletine bırakılması çok büyük bir haksızlığa yol açmış ve Türkiye’nin normal ölçülerde sahip bulunduğu kara suları üzerinden Türklere verilmesi gereken bir çok ada çok açık bir haksızlık ve taraf tutma yüzünden hak etmediği halde Yunan devletine bırakılması nedeniyle, Türk ve Yunan karasuları karışmakta ama buna rağmen  Kıbrıs, Girit ve Malta üçgeninde yer alan orta Akdeniz bölgesi Türkiye’nin hak ileri sürebileceği   ve bu doğrultuda hem petrol hem de doğal gaz arayabileceği  bir mavi vatan bölgesi olarak öne çıkmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin aynı zamanda Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyetinin kurucu garantör devleti olması dolayısıyla  T.C. ve K.K.T.C devletleri  işbirliğine girerek diğer devletler gibi bir ortak arama, sondaj ya da çıkartma girişimlerinde bulunabilecektir. Türkiye’yi kurdukları ittifaklara almayarak yalnız bırakan emperyal devletler, Türkiye ve KKTC’nin kendi haklarına sahip çıkmasına izin vermemeye çalışırlarken aynı zamanda savaş ve arama gemilerini Akdeniz sularına getirerek bir oldubitti yaratabilmenin arayışı içine girmişlerdir. Ulusal kurtuluş savaşı sırasında Misakı Milli sınırları içerisinde işgalci düşman birliklerini ülkeden kovan Türk askerlerine ulusal kurtuluş savaşının önderi ilk hedef olarak Akdeniz’i gösterirken kara vatanın yanısıra mavi vatanın da ele geçirilmesini ve düşmanlara karşı sonuna kadar savunulması gerektiğini dile getiriyordu. Bu çerçevede Türk ulusunun yüz yıl önce ana vatanı kurtarmak üzere yapmış olduğu ulusal kurtuluş mücadelesinin benzerinin, bugünün koşullarında Türkiye’nin mavi vatanı olarak öne çıkan orta Akdeniz sularında da yapılması ülke güvenliği açısından zorunlu olmaktadır. Türkiye’nin batı ülkeleri ile imzalamış bulunduğu NATO antlaşması ve benzeri uluslararası sözleşmelerdeki taraf olarak konumu, mavi vatan alanında da Türkiye Cumhuriyetinin kazanılmış haklarının korunmasını ve saldırı halinde savunulmasını gerekli kılmaktadır. Uluslararası kıta sahanlığı hukuku çerçevesinde konu ele alındığında, Türk devleti ve KKTC kendi kara sularının altında yatan deniz ülkelerinin barındırdığı bütün kaynaklara ve bunları değerlendirme haklarına açıkça sahip olma durumundadır. Bugünkü sıcak aşamada var olan haklar öncelikle belirlenerek sonuna kadar sahip çıkılacaktır.

Yüzyıllarca Avrupa merkezli bir dünya düzeni altında, bütün kıtaları Avrupa kıtası üzerinden yönetmeye alışmış batının emperyalist devletleri, okyanuslar üzerinden dünya karalarına egemen olurken merkezi alanı ele geçirmeyi sonraya bırakmışlar ve  üç kıta  arasındaki merkezi alanın biçimlenmesi Avrupa kıtasındaki çekişmelerin  uzantıları  orta deniz olarak Akdeniz bölgesine sıçramalar göstermiştir. Atlantik ve Avrupa güçleri küresel hegemonya için çekişirlerken, orta dünyada Osmanlı İmparatorluğu yedi yüzyıl egemenlik sürdürmüştür. Birinci ve İkinci dünya savaşları öncesi ve sonrasında batılı ülkeler savaşırken, Akdeniz’in çeşitli bölgelerini sıcak çatışma alanlarına dönüştürmüşlerdir. Avrupa güçleri Orta Doğu’yu ele geçirirken,  Atlantik güçlerini geride bırakmışlar ama Atlantik destekli Siyonizm yapılanmasının bu bölgede başlamasıyla birlikte, geleceğe dönük bir hegemonya çekişmesi yeniden gündeme gelmiştir.  Bugün Akdeniz’in bir savaş alanı olarak öne çıkışında, İsrail’in kurulmasının ve kendi merkezli jeopolitiğini bölge ülkelerine zorla dayatmak istemesinin bugünkü gelişmelerde önemli ölçüde payı bulunmaktadır.  İsrail’in bugün kendi kıyı bölgesini Leviathan adı ile kendine bağlı bir doğal gaz alanı ilan etmesiyle birlikte Doğu Akdeniz’de yeni bir yapılanma dönemi başlamıştır. İsrail’in kendi kara sularını deniz ülkesi olarak ilan ederek bu bölgede enerji kaynakları aramaya başlamasıyla birlikte şimdiye kadar bölge ülkesi olmalarına rağmen bu işlere pek soyunmayan Suriye, Mısır, Lübnan, Ürdün ve Yunanistan gibi ülkeler de İsrail’i taklit ederek ve bölgedeki konumlarını  yeni duruma göre değiştirerek   kaynak ülke gibi davranmaya başlamışlardır. Bu durumun sonucunda doğu Akdeniz’de İsrail’in öncülüğünde Mısır, Lübnan, Ürdün, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum yönetimi bir araya gelerek Doğu Akdeniz’de bir  enerji birliğini  kurmuşlardır. Bu bölgenin en uzun kıyı şeridine sahip bulunan Türkiye ile Suriye’nin böylesine bir birliğin dışında bırakılması nedeniyle, bölgede büyük bir enerji savaşına yol açacak biçimde yeni bir kamplaşma ortaya çıkmıştır.

        
Türkiye için uluslararası hukuka göre kıta sahanlığı ve kara suları olarak var olan  deniz ülkesinin bir karşıt oluşum ile karşı karşıya kalması nedeniyle, bu bölge kendiliğinden mavi vatan konumuna dönüşerek, Türkiye ve KKTC için savunulması  zorunlu bölge durumuna gelmiştir. Bir tarafta Gazze’nin altındaki doğal gazın Avrupa ülkelerine taşınması tartışılırken, diğer yandan bölge dışı ülkelerin doğu Akdeniz’deki enerji kaynakları üzerinde hak iddia etmek amaçlı bir çizgide Akdeniz’in  çeşitli bölgelerinde kendileri için yer açma girişimleri, birbiri ardı sıra öne çıkmaya başlamıştır. Bir taraftan İsrail’in güvenliği ve yayılması amacıyla Orta Doğu ülkelerinde terör desteklenerek tırmandırılırken, diğer taraftan da petrol ve doğal gaz emperyalizminin temsilcilerinin birbirleriyle Akdeniz üzerinde bir deniz savaşına hazırlandıkları, son aylardaki gelişmeler ile kesinlik kazanmıştır. Daha önce Basra körfezinde yapılmış olan enerji savaşının bu kez Akdeniz’in doğusunda yeni aşamasının gündeme gelmesiyle birlikte, bölge devletleriyle birlikte emperyal devletler de  tutum değişikliğine giderek  çekişme ötesinde bir savaş hazırlığına girmişlerdir. Türkiye hem bölge ülkesi olarak hem de batı ittifakının eski bir üyesi olarak bütün bu gelişmelerin en fazla etkilediği bir devlet konumuna sürüklenmekden kurtulamamıştır. Basra körfezi sonrasında Hürmüz boğazı petrol trafiğinde öne çıkarken, doğu Akdeniz’deki enerji yatakları yüzünden kavga  daha batıya kayarak merkezi deniz üzerinde muhtemel  bir savaş senaryosuna dönüşmeye başlamıştır. Gemilerin yanı sıra çeşitli uçakların da Akdeniz bölgesindeki  merkezlere doğru uçuşa geçmesi, savaş beklentilerinin daha da artmasına neden olmuştur. İki dünya savaşı sırasında sıcak denizlere inmesi önlenen Rus emperyalizminin önce Hazar üzerinden füze atışları yapması ve daha sonra da  gelerek Suriye  ve Kıbrıs gibi  belirli bölgelere giriş yapması, Çin’in  Cibuti, Pire Limanı, Larnaka  kenti gibi yerlere girmesiyle birlikte, batı bloku karşıtı iki dev ülke  Akdeniz  paylaşım kavgasının içine girerek tam ortasında kendilerine yeni bir yer oluşturmuşlardır.
                
Çin dışişleri bakanının Akdeniz ülkelerini ziyaret etmesi sırasında Tunus’ta bir seyyar satıcının yakılmasıyla birlikte gündeme gelen Arap baharı rüzgarları merkezi coğrafyada  yeni  dalgalanmalar yaratırken,  bugünkü  petrol ve doğal gaz çekişmesinin ön hazırlıklarının yapılmış olduğu şimdi daha açık bir  biçimde ortaya çıkmaktadır. Arap baharı bölge ülkelerini derin sarsıntılara doğru sürüklerken İsrail’in ABD desteği ile enerji kaynaklarını ele geçirme projelerini tamamladığı öne çıkmaktadır. Doğu Akdeniz’de yedi ülkenin bir araya gelerek bir bölgesel birlik oluşturmaları hemen kurulacak bir yapılanma olamayacağını yaşanmakta olan olaylar ortaya çıkarmaktadır. Türkiye bütün bu aşamalar geçerken NATO üzerinden batı baskısı altında tutulmuş ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda bölge gelişmelerine etki yapması önlenmiştir. Bugün Türkiye Cumhuriyetini yok etmeye yönelik bir terör olgusu batının emperyal devletlerinin kollektif desteğine sahip olurken, batılıların baskılarından kurtulamayan Türkiye’nin kendi çıkarları doğrultusunda Akdeniz enerji paylaşım savaşında kendi merkezli bir politika izlemesini batılı ülkeler dolaylı yollardan engellemeye çaba göstermişlerdir. Türk devletinin bugünkü değişim ve dönüşüm aşamasında batılı ülkeler ile karşı karşıya kalmasının arkasındaki nedenler artık tarihsel bir çizgi oluşturduğu için, Akdeniz petrolüne ve gaz stoklarına el koymaya çalışan emperyalistlerin, Türkiye’ye karşı eskisi gibi çifte standartlı bir tutum izlemeyecekleri görülmektedir. Gelinen son aşamada Türkiye Cumhuriyetinin batılı ülkeler ile uçak ve füze projelerinde karşı karşıya kalmaları da problemli durumu bütün yalınlığı ile ortaya koymaktadır.
                
Doğu Akdeniz bölgesinde yer alan enerji rezervleri günümüzde bütün ülkelerin iştahını kabartırken gözler dönmekte ve gene eskisi gibi emperyalist oyunlar ile bölge devletlerinin elinden sahip oldukları kaynaklar alınmaya çalışılmaktadır. Türkiye’yi stratejik bir yalnızlık politikasına terk eden batılı müttefikler, Doğu Akdeniz’de oluşturdukları enerji birliğine Türkiye’yi almamaları ve kurdukları birlik ile Türkiye karşıtı oluşumlara yönelmeleriyle, çok ciddi bir anlamda Türkiye’nin sahip olduğu hakları görmezden gelmektedirler. Bu doğrultuda ısrarlı bir biçimde gittikleri çizgide yakın zamanda Türkiye ile sıcak çatışmalara sürüklenmeleri de muhtemel görülmektedir. Bölgesel paylaşım kavgası küresel anlamda enerji piyasasını doğrudan etkileyeceği için kaçınılmaz anlamda ortaya çıkabilecek savaş durumlarına karşı, Türkiye’de KKTC ile birlikte geleceğe dönük önlemler almak ve daha sıkı bir işbirliğine girerek savaş tehditlerine karşı KKTC bölgesinde hem uçak hem de deniz üssü kurmak zorundadır. KKTC’de bulunan garantör devlet askeri gücünün artırılması ve askeri yenilikler doğrultusunda yeniden daha güçlü bir biçimde yapılandırılması gerekmektedir. Amerikan hükümeti Avrupalı ülkeler ile birlikte Nato dayanışması doğrultusunda bölgeye her geçen gün daha çok silah ve asker yığarken, Türkiye’nin arada kalan konumu Türk ulusu açısından büyük tehditler oluşmasına yol açmaktadır. ABD ve İsrail ikilisinin Türkiye ve KKTC’yi doğu Akdeniz enerji kaynaklarının paylaşımı sürecinden uzaklaştırmak istemesi ve tıpkı Osmanlı devletinin yıkılış döneminde olduğu gibi bütün enerji yataklarına  toptan el koymak istemeleri  bugünün koşullarında gerçekçi bir tutum olarak görülmemekte, Türkiye ve KKTC ikilisinin diğer dünya devletlerinin bu emperyal baskılara karşı  çıkan desteklerini kazanacakları gibi bir yeni durum ortaya çıkmaktadır. Kıbrıs’ın çevresinde dolaşan Doğu Akdeniz kavgasında Türk tarafı askeri birlik ve üslerini güçlendirdikten sonra, şimdiye kadar kapalı tutulan  Maraş kentini de Türklerin yerleşimine açarak  bir yeni karşı denge oluşumuna yönelmek zorundadır. Avrupa Birliği ülkelerinin de ABD ve İsrail ikilisinin bu haksız girişimlerinin yanında yer alması da, Türkiye ve KKTC ikilisinin bütün Asya ve Afrika devletlerinin desteğine sahip olabileceğini bir karşı denge arayışı olarak gündeme getirmektedir. Türkiye’ye yönelik çifte standartlı politikalar devam ederken, diplomatik ve ekonomik alanlarda giderek artırılacak baskı ve sıkıştırma politikaları ile sonuç almaya çalışacaklarını göstermektedir. Batının şımarık çocuğu olarak Yunanistan bu doğrultuda ortalığı şimdiden karıştırmaya başlamıştır.
                
Türkiye şimdiye kadar deniz ağırlıklı politikaları Yunanistan gibi uygulamadığından Akdeniz bölgesi ile de yakından ve gerektiği gibi ilgilenememiştir. Çevresinde beş deniz olmasına rağmen Türkiye bir kara devleti gibi hareket ederek denizci politikalara uzak durmuştur. Türkleri geldikleri orta Asya steplerine geri göndermek isteyen batılı emperyalistler, Anadolu sahillerini eski Yunan kolonileri gibi ele geçirerek, Akdeniz ile Anadolu yarımadası arasında bulunan uygarlık köprüsünü ortadan kaldırmanın yollarını aramışlardır. Ege adalarının büyük çoğunluğunun Yunanistan’a bırakılması da Anadolu yarımadası üzerindeki Türklerin Akdeniz’e açılmasını önleyen bir girişim olarak görüldüğü için Türkiye’ye bu kadar deniz sahili olmasına rağmen kara ülkesi muamelesi yapılmış, Yunanistan ise bir adalar ülkesi olarak denizci devlet olarak görülmüştür. Doğu Akdeniz enerji kaynaklarının gündeme geldiği yeni aşamada, Türkiye’de artık bir deniz devleti olarak hareket ederek kendi karasularından kaynaklanan bütün haklarına sahip çıkacaktır. Bölgede en uzun Akdeniz sahiline sahip olan ülke olarak Türkiye’nin aslında doğu Akdeniz enerji paylaşımı mücadelesinden birincilikle çıkması doğal bir sonuç olarak görülecektir Türk devleti doğu Akdeniz’in en büyük ve en uzun kıyılı ülkesi olarak,  bu bölgedeki enerji kaynaklarının belirlenmesi ile birlikte bunların  dışa dönük yapılandırılmalarında da gene en ağırlıklı rolü dünya dengeleri açısından oynamak durumundadır. Orta Doğu petrollerinin paylaşımı sırasında çıkartılan bir dünya savaşının, üçüncü kez Akdeniz’in doğusunda gündeme getirilmesi insanlığın ve dünyanın geleceği açısından son derece olumsuz sonuçlara yol açacaktır. Türkiye şimdiye kadar sürdürmüş olduğu dikkatli tutumu ve yeraltı kaynaklarının adil paylaşımı ile birlikte üçüncü dünya savaşını başlatacak bir yanlış çizginin gündeme gelmesini de önlemek durumundadır.
                
Beş deniz ortasında bir ülke olarak Türkiye yeni dönemde Doğu Akdeniz bölgesinde   yeni bir Münhasır Ekonomik Bölge oluşturmak zorundadır. Trilyonlarca metreküp petrol ve doğal gaz rezervlerinin bulunduğu Doğu Akdeniz bölgesinde, Türkiye durumun tespitinde  gerçekçi davranmak hem de bölge ülkeleri arasında kaynakların adil bir biçimde paylaşımını sağlayarak emperyalistlerin ya da Siyonistlerin  savaş senaryolarının  bölgede uygulamaya geçirilmesini acilen önlemek durumundadır. Türkiye’nin bölgenin yeniden düzenlenmesi aşamasında öncelikle oluşturacağı Münhasır Ekonomik Bölge aracılığı ile enerji kaynaklarının paylaşımında daha fazla söz sahibi olarak belirleyici olacaktır. MEB ilanı ile bölgedeki kazanılmış hakların korunması sağlanacak ayrıca hak çatışmalarının sıcak savaşlara dönüşmesi  de önlenebilecektir. Deniz altı kaynakların düzenlenmesiyle birlikte deniz ürünlerinin pazarlanması da gene ekonomik bölge içindeki uygulamalar aracılığı düzenlenebilecektir. Deniz bölgesi ile ilgili bilimsel araştırmaların daha düzenli yapılması bölgedeki adalar ile kıyıdaş ülkelerin Akdeniz ile ilgili bağlantıları, gene Münhasır Ekonomik Bölge uygulaması çerçevesinde yerine getirilebilecektir. Emperyalist devletlerin fiili durumlar yaratarak bölge ülkelerine zarar vermesi gene bu doğrultuda önleneceği gibi, Türkiye’yi Antalya körfezine hapseden kısıtlayıcı uygulamalara da gene ekonomik bölge ilanı çerçevesinde yeni bir düzen getirilebilecektir. Türkiye Cumhuriyetinin sahip olduğu kıta sahanlığı ve karasuları doğrultusunda Akdeniz kıyıları ele alındığı zaman Türkiye’nin deniz ülkesinin Anadolu yarımadasından daha geniş bir alana yayıldığı görülmektedir. Türkiye’nin sahilleri boyunca giden çizginin yanı sıra,  Kıbrıs-Girit ve Malta hattı boyunca gelişen üçgen yapılanma orta Akdeniz’de en geniş ekonomik alana Türkiye’nin sahip olduğunu açıkça ortaya  koymaktadır. Batılı ülkelerin en çok korktukları ve gizlemeye çalıştıkları konunun böylesine bir yapılanma olduğu anlaşılmaktadır. Güney Kıbrıs Rum yönetiminin İsrail ve Yunanistan ile bir araya gelerek doğu Akdeniz’de bir gayrimüslim ortaklığa yönelmeleri, Türkiye ve KKTC’nin haklarının korunması açısından ciddi tehlike ve tehditler yaratmaktadır.
                
Türkiye Akdeniz’e çıkarken ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda yeni bir plan ortaya koyarken konuyu yeni  bir tasnif içinde ele almak durumundadır. KKTC ile Türkiye’nin çıkarlarının çatışmaması , Kıbrıs’daki Türklerin durumlarının eskisine oranla daha güçlü ve güvenli bir konuma getirilmeleri gerekmektedir. Anavatan, mavi vatan ve yavru vatan birlikteliği sağlanarak Türkiye’nin bölgeye yeni açılımı gerçekleştirilmelidir. Kıbrıs’ta artık federasyon arayışı dönemi bitmekte ve   KKTC ile Türkiye’nin ortaklığı dönemine geçilmektedir. Güney Kıbrıs’ın İsrail ve Yunanistan ile çalışması, Türkiye’ye böylesine bir hakkı adalet açısından doğal olarak vermektedir.  Türkiye Akdeniz’e yeniden açılırken, diğer denizlerdeki konumunu da düşünerek hareket ederken,  bütün bölgeleri dikkate alarak yeni bir yapılanmaya gitmek durumundadır. Türkiye Akdeniz ile birlikte Ege denizine de daha çok dikkat ederek bu denizdeki kendisine karşı geliştirilen yeni yapılanmaların yaratabileceği tehditlerin önlemesi için öncelikle bazı kararların alınarak yürürlüğe konulması gerekmektedir. NATO ve ABD askeri birliklerinin Ege’deki Yunan adalarında yeni askeri üsler kurarak ve askeri hareketlilik yaratarak muhtemel bir Anadolu işgali planlarının yapıldığına dair çeşitli söylentilerin batı basınında giderek artan bir biçimde yazılmaya başlandığı bir aşamada, Ege Denizindeki askeri hareketlilik ve yeni üs oluşumlarının yeniden ele alınarak değerlendirilmeleri söz konusudur. Kardak benzeri kayalık adaların Yunanlılar tarafından işgal edilmesine yeni dönemde izin verilmemeli ve Lozan barışı ile çözüm getirilen meselelerin yeniden Türkiye’ye karşı canlandırılmasına kesinlikle karşı çıkılmalıdır. Türkiye Doğu Akdeniz’de İsrail’in faaliyetlerini daha yakından izleyerek kendi güvenliğini temin etmeye çalışırken, Kardak kayalıkları benzeri olayların yeniden Ege bölgesinde kendisine karşı yaratılmasını da önlemelidir. Özellikle son zamanlarda İsrail’in Kıbrıs üzerinde geliştirdiği uygulamalar bu büyük adanın Türkiye ve Yunanistan’dan uzaklaşarak doğu Akdeniz’de ikinci bir İsrail konumuna gelmesine yol açmaktadır. Ayrıca, Türkiye KKTC ile birlikte Suriye, Lübnan ve Libya devletleri ile bir araya gelerek Doğu Akdeniz Enerji Forumunu acilen batılıların girişimlerine karşı bir denge unsuru olarak örgütlemelidir. Kıbrıs’ta hiçbir hakkı bulunmayan Fransa gibi emperyal devletlerin batıdan gelerek Doğu Akdeniz’de etkinlik arayışlarına kalkışmasının da önüne geçilmesi gerekmektedir.
                
ABD Orta Doğu bölgesine sürekli olarak yığınak yapmaya devam etmesi, Akdeniz bölgesinde potansiyel bir savaş çıkmasının ön koşullarını hazırlamaktadır. Aslında Amerikan devletinin de bölge ülkesi olmadığı için Akdeniz’de yeniden yapılandırma gibi bir hakkının bulunmadığını da  barışı korumak  açısından bölge devletlerinin dikkate almaları gerekmektedir. Batılı ülkelerin kendi çıkarları doğrultusunda doğu Akdeniz’i oldu bittiye getirmelerine kesinlikle  izin verilmemeli  ve bu doğrultuda bölge ülkeleri arasında dayanışmayı artırmaları gerekmektedir. Atatürk, Türkiye cumhuriyetinin kurulmasına giden yolda ulusal kurtuluş savaşını kazanan ordularına ilk hedef olarak Akdeniz’i gösterirken, batı emperyalizminin Akdeniz üzerinden Anadolu’daki Türk devletine dönük çeşitli tehditler yaratabileceklerini görüyordu. Türk ulusunun uygarlık dünyası ile arasındaki köprü olan Akdeniz bağlantısına, Atatürk her şeyden daha çok önem vererek ordularına Akdeniz’i ana hedef olarak gösteriyordu. Doğu Akdeniz’de gündeme gelen sıcak ortam ile çatışma ve kuşatmaların barış içinde aşılabilmesi için, Türkiye’nin hem komşuları ile hem de Asya ve Afrika ülkeleri ile yakınlaşarak doğal bir dayanışma ortamı yaratması gerekmektedir. Atatürk Akdeniz’i barış ve uygarlık dünyasını bölgeye taşımak için ana hedef olarak belirliyordu ama aslında kendisi geleceğe dönük bir biçimde barıştan yana olurken, yurtta ve cihanda barışı da yeni devletin temel ilkesi olarak benimsiyordu. Asya ortalarından gelerek dünyanın ortasında devlet kuran Türklerin, yeniden Asya’ya geri gönderilmemeleri için, Akdeniz bağlantısının öncelikli olarak korunması gerektiği için Türkiye’yi Akdeniz’den çıkartmak isteyenlere karşı, Türkler yeniden Akdeniz’i ana hedef yapmak durumundadır.

Prof. Dr.  ANIL ÇEÇEN
                                                                               

5 Temmuz 2019 Cuma

ANKARA SANAT KURUMU - Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN


ANKARA  SANAT  KURUMU

Ankara Türkiye Cumhuriyetinin başkenti olarak  siyasal bir merkez olduğu kadar aynı zamanda kültür ve sanatın da başkenti olmak gibi bir durum ile karşı karşıya kalmıştır. Bütün dünya ülkelerinin başkentlerine bakıldığı zaman bu kentlerin siyasal merkez olduğu kadar, aynı zamanda sosyal ve kültürel olaylar ile  bu tür gelişmelerin de  merkezi konumunda oldukları  açıkça görülmektedir.  İnsan toplumlarının sosyolojik analizleri yapıldığı zaman  siyasal merkezileşme oluşumlarının  aynı zamanda diğer toplumsal alanlarda da benzeri bir merkezileşme eğilimini kendiliğinden ortaya çıkardığı görülmektedir. Bu durumun farkında olan siyasal merkezler ya da oluşumlar, yeryüzü haritası üzerinde kendilerine devlet kuracak bir alan buldukları zaman, bu ülkedeki bir kenti başkent olarak belirleyerek  merkez olarak yeniden yapılandırmaktadırlar. İşte böylesine çok yönlü bir merkezileşme siyasal ve toplumsal gelişmeler ile birlikte  kültürel ve sanatsal alanlarda da benzeri bir merkezi  oluşumu kendiliğinden öne çıkarmaktadır.

 Türkiye Cumhuriyeti kurulurken, Erzurum ve Sivas kongreleri sonrasında yeni devletin başkenti olarak Ankara kenti belirlenmiş ve yeni devlet bu kent merkezli bir oluşuma doğru yönlendirilmiştir. Ankara başkent olarak seçilirken, iki imparatorluğun batışına sahne olan İstanbul geride bırakılmış ve Anadolu’nun ortasında yeni bir başkent olarak öne çıkarılan Ankara, Eski Anadolu uygarlıklarından kalma, Hitit, Frig, Roma ve Bizans dönemlerinden kalan birikimiyle, aynı zamanda tarihsel olarak sahip olduğu  özelliklerden yararlanılma durumu ortaya çıkmıştır. Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu Atatürk, kendi elleriyle kurmuş olduğu yeni cumhuriyet devletini  aynı zamanda bir kültür devleti olarak  tanımlarken , yeni başkent Ankara kentinin aynı zamanda  bu topraklardaki geçmişten gelen kültür ve sosyal birikimin de merkezi olacağını açıklamaya çalışmıştır. Eski uygarlıkların tarih sahnesine çıkmış olduğu merkezi alanda, bir Türk devleti  kurulurken geçmişin tarih ve kültüründen yararlanmak  zorunlu bir hale geliyordu. Ne var ki, Roma ve Bizans dönemi kültürel birikimin merkezi olarak İstanbul’un burada olması, tarihten gelen kültürel ve sosyal birikimin Ankara merkezli olarak yeniden örgütlenmesini engelleyen bir durum olarak öne çıkıyordu.

İmparatorluğun çöküşü ile bu topraklara gelen batılı  emperyal  güçler  işgale yönelerek burada  kalıcı olmaya  çalışırken, dinler açısından kutsal olan yerler ile tarihi eser olarak var olan  zenginliklerin  ele geçirilmesi  önem kazanıyordu. Mustafa Kemal , Türk ulusunu tarih sahnesine çıkartırken geçmişten gelen  kültürel birikimin de bugünlere taşınabilmesi  için  tarihi ve kültürel zenginlik  alanlarının  da Misak-ı Milli sınırları içerisinde  yer alabilmesi için çalışıyordu. Başkent Ankara ulus meydanının altında yer alan eski Roma hamamlarının üzerinde kurulurken, geçmiş yüzyıllardan gelen tarihi eserlerin de yeni dönemde halkın görebileceği bir düzeyde öne çıkarılmasına çalışılıyordu. Cumhuriyetin kuruluş döneminde  Ankara başkent olarak yeniden inşa edilirken, Anadolu tarihinde yer almış olan yerel uygarlıkların geride bırakmış olduğu zenginlikler de  yeni   kuruluşu yapılmış olan cumhuriyet devletinin kültür bakanlığının inceleme ve yönetim alanına giriyordu . Yirminci yüzyıla gelindiği aşamada  merkezi coğrafya da kurulması planlanan çağdaş cumhuriyet devletinin üzerinde yer aldığı ülkenin topraklarında, geçmişten gelen zenginliklere  sahip çıkarak yoluna devam edebilmesi mümkün görünüyordu.

Yeni cumhuriyet yönetimi  böylesine bir bilinç ile yola çıktığı  aşamada  devleti örgütlerken  önceliği  Anadolu ajansına vererek Anadolu’nun dışarıya dönük tanıtılması işine çok büyük önem veriyordu. Ulus meydanının yanındaki İttihat ve Terakki Cemiyetine ait olan bina yeni devletin meclisi olarak düzenlendikten sonra  sıra kültür bakanlığının kurulmasına geliyordu. Türkiye Cumhuriyetinin temelini kültüre dayandırmak isteyen bir çağdaş cumhuriyetçilik hareketi ,  başkent Ankara’nın tam ortasına önce bir opera binası oturtuyor ve daha sonra da  Cumhurbaşkanlığı senfoni orkestrası için bir konser salonu inşa ediyordu. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında  Ankara’da devletin uzantıları olarak  kültür ve sanat kurumları oluşturulurken, bunlara uygun binalar da yapılarak kentsel yaşam yeni dönemde batı tipi modern yaşam biçimine doğru yakınlaştırılmaya çalışılıyordu. Devlet Tiyatroları bu aşamada kurulurken, Ankara’nın merkezi alanlarında yer alan önemli binaların alt kısımları tiyatro salonları olarak düzenleniyordu. Türk halkına konser ve tiyatrolara gitmek alışkanlıklarının kazandırılması amacıyla merkezi alanda yer alan büyük binaların  alt salonları tiyatro ya da konser salonu olarak düzenleniyordu .Ulus meydanından  Kızılay bölgesine ve daha sonra da Kavaklıdere meydanına doğru uzayan yeni yerleşim alanlarında, kültürel merkezler ihmal edilmeyerek  sanat ve kültür etkinliklerinin yapılabileceği ya da seyirciler için düzenleneceği biçimde  yeni yerleşim yerleri  yapımı gündeme getiriliyordu .

Osmanlı döneminde bir Anadolu kasabası olarak var olan Ankara kenti , imparatorluğun çöküşü sonrasında başkent olma aşamasına gelince bir dikdörtgen görünümünde uzayıp giden Anadolu yarımadasının  tam ortalarında  yer alarak geçmişten gelen kültür ve sanat birikimine sahip çıkmak durumunda kalıyordu. Kent Yenişehir merkezli olarak oluşturulurken, Ankara’da devleti kurmak üzere mübadele antlaşması çerçevesinde getirilen Balkan göçmenlerine Sıhhıye ile  Çankaya arasında yer alan bölge de yerleşim yerleri sağlanıyordu. Ulus meydanı  Meclis ile birlikte devletin  önemli kamu kurumları için ayrılıyor, kültür ve sanat mekanları ise gene Ulus meydanından başlayarak  Kavaklıdere’ye doğru gelişen yeni yapılaşma çizgisinde  yerlerini buluyordu. Başkent’te  tiyatrolar  ve konser salonu gibi kültür mekanları birbiri ardı sıra yapılırken, merkezde yer alan semtlerde ise hem sinema salonları hem de bazı kültür merkezleri devreye girerek,  Ankara’da kültür ve sanat etkinliklerinin yapılabileceği  yerlerin sayısının artması gerçekleştiriliyordu. Yeniden inşa edilen merkezi alandaki  Yenişehir  bölgesi barındırdığı çarşı ve mağazalar  aracılığı ile hareket alanı olarak gelişirken, aynı zamanda bazı sinema, tiyatro ve kültür merkezleri  biçimindeki salonları ile de başkentin kısa zamanda  kültür ve sanatında merkezi olabileceği bir seviye  ortamı oluşuyordu.

İkinci dünya savaşı sonrası ortamda başkent Ankara öne çıkarken, bu kez merkezin daha  da açılmasıyla  Yenimahalle-Bahçelievler-Çankaya üçgeninde yeni bir yerleşim genişlemesine geçiliyordu. Bu üç yeni semt  kurulurken, bunlarla ilgili bazı kanunlar çıkartılarak, başkentin yeniden yapılanmasında yasal esaslar üzerinden bir hukuki düzen oluşturulmaya çaba gösteriliyordu. Özellikle yeni kurulan devletin kadroları için yerleşim yerleri ve ev düzenlerinin kurulması gibi acil ya da normal gereksinmelerin  karşılanması  doğrultusunda  hareket ediliyordu. Yirminci yüzyılın ikinci yarısına geçilirken, Ankara nüfusu kuruluş yıllarının iki misli artıyor ve Anadolu ile Trakya’dan gelen  göçler  ile  nüfus hızla bir milyon barajını geçiyordu. Bu durumda  başkent Ankara’nın kültür ve sanat gereksinmeleri artarak öne geçiyordu. Devlet bu aşamadan sonra resmi kurumlar aracılığı ile halkın kültür ve sanat etkinliklerini karşılamak yerine, özel sektörü destekleyerek  toplumsal yaşamın daha da aktif bir yöne doğru kaydırılmasını  gerçekleştirmeye öncelik veriyordu. Kültür ve sanat alanlarının özel sektöre devredilmesi ile birlikte, yeni gelinen aşamada özel sektörün  gereksinmeleri doğrultusunda   hareket edilmesi  ve bu çizgide yeni kamusal   hizmetlerin yerine getirilmesi zorunlu olarak gündeme geliyordu.

Yirminci yüzyılın ortalarına gelene kadar başkent Ankara’nın inşası sürecinde kültür ve sanat kuruluşlarına da önem verilerek, bunların da  kamusal alandaki kültür ve sanat etkinleri içerisinde  yer almasına giden yolun açılması için çalışmalar yapılıyordu. Ankara’daki  tiyatrolar ile birlikte diğer sanat kuruluşlarının ortaya çıkması sonrasında, başkentin  zamanla kente yerleşen bir Ankara burjuvazisi ortaya çıkmaya başlamıştır. Kültür ve sanat kuruluşlarının içinde yer alan insanlar ile birlikte, bu gibi etkinliklerin  içinde yer alan ya da katkı sağlayan  başkentliler, beraberce  sanat dünyasının  içinde yer alan bir kültürel çevrenin öne çıkmasını sağlamıştır. Yeni gelinen aşamada bu sürecin belirlenmesi üzerine, devletin önde gelen bürokratlarının öncülüğünde  bir kültür ve sanat kurumu olarak, Sanat Sevenler Derneği  kurulmuştur. Yirminci yüzyılın tam ortalarında, 1952 yılında  Türkiye Cumhuriyetinin başbakanlık müsteşarının başkanlığında oluşturulan bu kültür ve sanat kuruluşu, Ankara’daki sanatsal oluşumların  daha etkili bir konuma gelmesinde önemli ölçüde etkin olmuştur. Böylesine bir örgütlenme gerçekleştirilirken, bu kuruluşa  merkezi yer olarak hizmet edecek bir salona da gereksinme bulunuyordu. Tuna Caddesi ile Selanik sokağının kesiştiği köşede yer alan apartmanın bodrum katı, Kızılay semtinin en merkezi yerindeki bir yapılanma olarak yeni  oluşturulan derneğin çalışma merkezi olarak devreye sokuluyordu. Devlet dairelerinin topluca yer aldığı Kızılay semtinin tam merkezinde açılan Sanat Sevenler Derneği, merkezi bir kültürel hizmeti başkentlilere sunarken aynı zamanda  sanat kuruluşları içinde yer alan tüm sanatçılarında gelebileceği ve ortak etkinliklerde bulunabileceği bir çok yönlü salonu da Ankaralıların hizmetlerine sunuyordu.  

Türkiye Cumhuriyetinin çıkarmış olduğu   dernekler yasası çerçevesinde kurulmuş olan  bu sanat kuruluşu, Demokrat Parti döneminde iktidar partisinin milletvekilleri ile  sanatçı kadroların  bir araya geldikleri bir lokal görünümünde etkinliklerini artırmıştır. Salonun çok merkezi  yerde bulunması ve bir çok etkinliğe elverişli bir ortama sahip olması nedeniyle, kısa zamanda Sanat Sevenler Derneği   tıpkı Yardım Sevenler Derneği gibi önemli ölçüde bir kültürel  hareketliliği başkent Ankara’nın aydınlarına sunabilmiştir. Zaman geçip giderken, Ankara’da giderek artan sanat etkinlikleri  Sanat Sevenler Derneğinin konumunu daha aktif bir çizgiye getirmiştir. Atatürk zamanında kurulmuş olan Dil ve Tarih-Coğrafya fakültesinin öğretim üyeleri ile sanat bölümü mezunları, bilinçli katılımcılar olarak devreye girdikleri aşamada, Ankara geceleri daha kültürlü programlar ile dolu olarak geçmiştir. Ankara Üniversitesinin diğer fakültelerinin öğretim üyelerinin de devreye girmesiyle, bu derneğin katılımcıları fazlasıyla artmış  ve üye sayısı birkaç yüzün üzerine çıkmıştır. Başbakanlık müsteşarının başkanlığında ortaya çıkan bu sanat kuruluşu doğal olarak üyesi bulunan bürokratların sağladığı katkılar ile devletin desteğine de sahip olarak, kısa zamanda etkinliklerini  birkaç misli artırabilmiştir.  Dernek  bu doğrultuda başkent Ankara’nın yeni oluşmakta olan burjuvazisinin merkezi kuruluşu olma  şansını elde  edebilmiştir.  Üst düzey bürokratlar ve diplomatların yanı sıra   Ankara’daki büyük şirketlerin yöneticileri de  böylesine kültürel bir hizmet gören  sanat derneğinin içinde üye olarak yer almaya çalışmışlardır.

Ankara’da etkinliklerini sürdüren Devlet Opera ve Balesi ile, gene başkent merkezli çalışan Devlet tiyatrolarının  içinde yer aldığı sanat dünyasının önde gelen temsilcilerinin yönetiminde yer aldığı bu sanat kurumu, kuruluşundan on sene sonra başkent Ankara ‘da  ödül dağıtma misyonunu üstlenerek, yılın tiyatro, opera ve bale sanatçılarını seçerek  sanat ve kültür alanında  sürüp giden rekabeti daha üst düzeyde örgütlemeye çalışmıştır. Bir on sene sonra da plastik sanatlar alanında  ressam ve heykeltraşların da ödüllendirilmesini sağlayan yeni bir ödül sistemi devreye sokulmuştur. Böylece Ankara’da çalışmalarını yürüten bütün tiyatrolar ile  galeriler ve sanatçılar arasındaki rekabetin zamanla yarışa dönüşerek sanatsal etkinliklerin daha üst düzeye çıkartılmasında dernek önde gelen bir rol üstlenmiştir . Bu ödül sistemi ile sanat dünyasında ciddi bir canlanma sağlanmıştır.

Zamanla  Ankara’daki sanat eğitimcileri ile birlikte hareket eden kültür ve sanat eleştirmenleri dernek yönetiminde etkin olmuşlar ve onların yer aldığı  seçici ya da değerlendirici kurullar aracılığı ile her yılın önde gelen başarılı sanatçıları belirlenerek kamuoyuna açıklanmışlardır. Hukukçu  yönetim kadroları ile derneğin etkinlikleri artırılırken, kültür ve sanatın yanı sıra düşünce ve tartışma programlarına da  dernek çatısı altında yer verilmiştir. Yirminci yüzyılın ikinci yarısında yıllar geçerken  Sanat Sevenler Derneği’nin de çalışmaları giderek artmış  ve başkent Ankara’nın önde gelen bir kültür merkezi konumunda, çalışmaların ileriye doğru gelişmesi sağlanmıştır. Bu arada derneğin  çalışmalarında yer alamayan ya da dernek ödülleri dağıtım sisteminde  ödül alamayan bazı sanat ve kültür çevresinin insanları dernek çalışmaları ile ilgili olarak çeşitli dedikodular üreterek, başkentin önde gelen bu sanat kuruluşunu halkın gözünden düşürmeye  yönelmişlerdir. Bunların içinden çıkan bazı  olumsuz sanat ve düşün adamları Sanat Sevenler Derneği’ni, sanatçı sevenler derneği olarak karalamaya çalışması üzerine, dernek olağanüstü bir genel kurul toplantısı yaparak  bir tüzük ve isim değişikliğine giderek Sanat Kurumu adını almıştır. Devletin ilgili birimlerinin desteği ile kurulmuş olan bu sanat kurumunun  daha ciddi bir ortamda çalışması için, sanatı sevme dönemi geride bırakılarak sanat adına kurumsal hizmetler vermek üzere  yeniden yapılanma yoluna gidilmiştir.

Yirminci yüzyılın son çeyreğine girerken ,merkezdeki binaların eskimesi üzerine  bunların yıkılmasına gidilmiş ve yeni yapılan çok katlı binalar üzerinden  Kızılay merkezli çarşı alanı daha da geliştirilme yoluna gidilirken, Sanat Kurumu’nun binası da yıkılınca  yeni dönemde kurumun daha etkin çalışmalar yapabilmesi mümkün olamamıştır. Merkezi alandaki elverişli salonunu kentsel dönüşüm planları  doğrultusunda  elinden kaçıran Sanat Kurumu, yeni dönemde kendisine karşı bir çizgide iktidara gelen siyasal kadronun  engellemeleri ile alternatif salonlarını da elinden kaçırmıştır. Kızılay merkezli binanın yıkılmasından sonra Gençlik Parkı içindeki tarihi Göl gazinosunu kendisine yeni merkez olarak seçen Sanat Kurumu, daha sonraki süreçte başkent Ankara’ya çeyrek asır başkanlık yapan bir başkanın husumetine uğramış ve ona yakın dava açılarak Sanat Kurumu’nun   Gençlik Parkı içindeki binasına el konulmuştur. Yeni binasında kültür ve sanat etkinliklerinin yanı sıra  her türlü sosyal  amaçlı etkinliklere de yer veren Sanat Kurumu , haksız yere açılan davalar sonucunda yeni merkezini elinden kaçırınca, kültürel çalışmalarını sürdürecek bir merkezi salondan mahrum  kalmıştır. Bunun üzerine derneğin yarım yüzyıla yaklaşan ödül dağıtım sistemi tehlikeye girmiş ama başka derneklerin olanaklarından yararlanılarak, ödül dağıtım sistemi gibi bir kültürel hizmet kamu yararına bir doğrultuda sürdürülmüştür.

Sanat Kurumu en yoğun çalışmalarını  1975 -1987 yılları arasında yapmıştır. Bu dönem çalışmaları incelenirse her ay en az on etkinliğin sergilendiği bir çalışma düzenini Sanat Kurumunun  sürdürdüğü görülmektedir. Bir anlamda Ankara Halkevi gibi çalışmalar yürüten Sanat Kurumu, başlangıçtaki gibi burjuva kesimlere hizmet eden bir kuruluş olmaktan çıkmış  gerçek anlamda halk kitleleri ile  kaynaşan  ve halkın içinden çıkan çeşitli kültür ve sanat kuruluşları ile birlikte hareket ederek ortak programlar sergileyen bir yapılanmayı  başkent Ankara’nın seyircilerine sergilemiştir. Para destekli yabancı kültür kurumlarından çok daha fazla etkinliği her ay aylık programları ile başkent Ankara kamu oyuna sunabilen Sanat Kurumu bir anlamda sanat dünyasında halkçı ve demokratik bir  yaklaşımın öncüsü olmuştur. Artan nüfus halk kitlelerini genişletirken, gelir dağılımındaki uçurum  burjuva kesimleri toplumun dışına itmiş ve bu aşamadan sonra  da burjuvazi ile birlikte bürokrasinin de desteği kesilmiştir. Dinci bir yönetimin Ankara Belediyesinin başına gelmesi üzerine de Sanat Kurumunun merkezi olarak görev yapan Göl Gazinosu, Kültür Bakanlığının tahsisine rağmen  belediye tarafından haksız yere işgal edilmiştir . Bu aşamadan sonra apartman dairelerine sığınmak zorunda kalan Sanat Kurumu eskisi  gibi  yoğun kültür çalışmaları yapamamıştır.

 Aslına bakılırsa sanat ve kurumlaşma arasında çok ciddi bir yakınlaşma ve ortak bir yapılanma  ülkede kültür ve sanat ortamının gelişimi açısından önem taşımaktadır. Sanat ve kültür bir toplumun ortaya koyduğu değerlerin içinden çıkan bir ortak yapılanmanın uzantıları olarak gelişmeler gösterir. Ankara’da, I952 yılında bir sanat derneği kurarken sanatı sevmeyi yeterli gören anlayış, yirminci yüzyılın son çeyreğine gelindiğinde  bu yaklaşımı yetersiz görerek  yerine   sanat dünyasında kurumlaşmayı önermiştir. Sanat Sevenler Derneğinden  Sanat Kurumuna geçerken, toplumdaki kültürel patlama da etkin olmuş ve sonraki yıllarda sanat alanında ortaya çıkan genç ve dinamik  hareketlilik, Türkiye’deki sanat dünyasını  burjuvazinin hareketsizliğinden çekip alarak  halkçı gençliğin hızlı hareketliliğine  doğru taşımıştır. Sanat alanında  en az özgürlük kadar kurumlaşma da zorunlu bir gereklilik olarak öne çıkmaktadır. O nedenle kurumlaşmanın istendiği gibi gerçekleşebilmesi için devlet çatısı altında  parlamentodan geçecek bir yasa aracılığı ile resmi bir kültür ve sanat kurumu kurulması gerekirken, Türkiye’de ilk kez Ankara’da Sanat Kurumu adı ile bir örgütlenme gerçekleştirilerek, sanat dünyasındaki kurumlaşma olgusu  demokratik bir yaklaşım içinde gerçekleştirilmeye çalışılmıştır. Bürokrasinin yetersiz kaldığı aşamada kültür ve sanat için  toplumun içinden çıkan demokratik insiyatif  bir alternatif yapılanma olarak devreye girmiştir.

Devletin Kültür Bakanlığı çatısı altında özerk çalışacak bir sanat kurumu modeli geliştirememesi üzerine, Ankara’da kurulmuş olan Sanat  Kurumu bir dernek modeli olarak  diğer iller için model bir yapılanma olarak öne çıkmıştır. Anadolu’nun birçok ilinde ve daha çok büyük iller ile deniz kenarında bulunan iller de Sanat Kurumu adı altında dernekler kurulmuştur. Aynı ad çatısı altında ortaya çıkan bu sanat kurumlarının kendi illerinde yeterince örgütlendikten sonra  bir araya gelerek ve başkent Ankara’da düzenlenecek birleşme kongresi sonrasında  “Türkiye Sanat Kurumları  Birliği “ adı altında ülke düzeyinde ulusal bir örgütlenmeye gitmeleri, demokrasinin  Türkiye’de  güçlenmesi açısından çok büyük katkı sağlayacaktır. Böylece merkezden kurulan bir sanat kurumunun ülke düzeyine şubeler açarak yayılması yerine, ülkenin çeşitli bölgelerinde kurulmuş olan sanat kurumlarının bir araya getirilmesiyle bir ülkesel birlik ulusal çizgide  tamamlanmış olacaktır. Tamamen bir demokratik kitle örgütü olarak kurulacak olan Türkiye Sanat Kurumları Birliği, kültür alanında en önde gelen  ulusal demokratik kuruluş olarak  kültürel alanda  yaygın bir demokratikleşme ağının yurt düzeyinde gerçekleştirilmesi açısından da yararlı olacaktır. Siyasal ve sosyal alanlarda toplumun geçirmekte olduğu sarsıntıların aşılmasında, kültür  ve sanat  dallarındaki yakınlaşma ve  toplumsal kesimler arasında geliştirilecek  empatik tolerans  toplumun iç ve dış dinamiklerini harekete geçirerek, sosyal bütünleşme açısından  olumlu katkılar getirebilecektir.

Türkiye yirmi birinci yüzyılda yoluna devam ederken,  kurucu önder Atatürk’ün  dediği gibi  devletin bir kültür devletine dönüştürülmesi ve bu doğrultuda  sanat dünyasının  bilim alanı ile birlikte devlet tarafından desteklenmesi gerekmektedir. Ülkeyi yöneten siyasal kadroların  kültür konusuna uzak durmaları ya da yetersiz kalmaları dikkate alınarak, yurt düzeyindeki bütün sanat kurumlarının, başkentte Ankara Sanat Kurumu’nun daveti üzerine bir araya gelerek  “Türkiye Sanat Kurumları Birliği’ni “  kurmaları ülke için gerekmektedir. Ne var ki, Ankara Sanat Kurumu’nun böylesine bir girişimi  başarabilmesi için gene devlet desteğine gereksinme vardır . Eğer devlet desteği bu alanda sağlanamazsa o zaman, kültür ve sanat alanına yatırım yapan  büyük bankaların ya da şirketlerin maddi destekleri ile, ulusal çizgide bir ülkesel sanat kurumları birliği demokratik bir kongre aracılığı ile gerçekleştirilebilir. Türkiye’nin önde gelen  kültür ve sanat adamlarının öncülüğünde  Türkiye Sanat Kurumları Birliği adı ile kurumlaşmaya gidilmesi, sanat dünyasının demokratik örgütlenme hakkına  daha geniş bir düzeyde sahip olabilmesinin  önünü açacaktır.

Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Not: Bu yazı Özgür Sanat Dergisi'nin Haziran ve Temmuz sayılarında iki kısımda yayınlanmıştır.