ASIL OYUN ŞİMDİ BAŞLIYOR
İnsanlık
tek bir dünya üzerinde yaşamaktadır. Üzerinde yaşam sürdürülen bu gezegenin
geçmişi hem tartışmalı konumdaki birçok farklılığı, hem de zengin bilgilerle
dolu olan bir birikimi günümüze taşımıştır. Bu doğrultuda insanoğlu elde
bulunan tarih bilgileri ile geçmişini, sahip olunan coğrafya bilgileri ile de
gezegenin üzerindeki yerini belirleme şansına sahip bulunmaktadır. Tarih ve
coğrafya ile gezegenin genel durumu belirlenebilmekte ama içinde bulunulan uzay
alanı ile de kozmoloji bilimi artık insanlığa yol ve yön gösterebilmektedir.
İnsanlık artık üzerinde yaşamını sürdürdüğü dünya gezegeninin uzay denen derin
boşluk içinde yer aldığını ve dünya ile ilgili bütün bilgilerin bundan sonra
uzaysal boyutunun diğer bilim dallarını da etkileyebileceği görülmektedir. Bu
aşamadan sonra, insanlar en büyük özellikleri olan düşünmeye başladıkları
aşamada yeryüzünün tarihi ve coğrafyası ile yetinmeyerek, uzaysal boyutun
kozmolojik bilgi birikimi ile de ilgilenmek durumunda kalacaktır. İnsanlar akıp giden zaman süreci içerisinde,
bu dünyadan geçip giderken, bulundukları gezegenin tarih ve coğrafya birikimini
öncelikle iyi bilecek ve daha sonra da kozmolojik bilgi birikimi ile zaman-uzay
-dünya kesişme noktaları ve bağlantılarına göre hareket ederek değerlendirmelerini
yapabilecektir. İnsanlık bu bağlamda gerçekliği araştırırken ya bilgi birikimi
ile hareket ederek var olan durumu ya da geleceği bilimsel yöntemlerle
belirleyecek ya da bilimin yetersiz kaldığı aşamada, var olan bilgi
birikiminden hareket ederek duygu ve sezgileriyle oluşturduğu inançları
aracılığı ile sorunu çözümleyemeye çalışacaktır.
Asya
kıtasında başlayan insanlığın yaşam macerasının geleceğe yönelik bir uygarlık
yapılanmasına dönüşmesi ve daha sonra da bu uygarlığın Çin’deki Sarı Irmak ile Hindistan’daki İndüs ırmağı üzerinden
dünyanın tam ortasında yer alan Mezopotamya denilen orta su ülkesine doğru ilerlemesiyle birlikte,
kutsal kitaplarda yer alan tarihsel birikim insanlığın geleceğini belirlemek
üzere gündeme gelmiştir. Tarihin Sümerlerde başladığını öne süren batılı
tarihçiler, Mezopotamya öncesi Asya uygarlıklarını görmezden gelmişler ama daha
sonraki aşamada, tek tanrılı dinler kutsal kitaplar aracılığı ile insanlığın
gündemine girince, Asya uygarlıklarından gelen bilgi birikimini yansıtan Sümer
tabletleri kaynak olarak kullanılmıştır. Uygarlığın beşiği olarak kabul edilen Mezopotamya döneminde, insanlığın ilk yerleşim denemelerinin ortaya çıktığı ve bunların daha sonraki
aşamalarda Avrupa kıtasında gündeme
gelen uygarlıklar için yön gösterici olduğu görülmüştür. Bugün dünyanın en
büyük gücü olarak ABD’nin, Irak’a gelerek işgal etmesi , bazı çevrelerin bakış açıları doğrultusunda , bir anlamda uygarlığın
doğduğu topraklara çağdaş uygarlığın son aşamasında geri döndüğü biçiminde
yorumlanabilmektedir . Üç büyük dinin çıktığı kutsal topraklara batı uygarlığı
her türlü askeri ve teknik birikimi ile
çıkarma yaparken, insanlığın toplu geleceği tartışma ortamına girmektedir.
Uygarlık içinden çıktığı bölgeye geri dönerken, dünyanın sonunun gelmesi ile
birlikte yeni bir dünya düzeninin kuruluşu da, siyasal gündemin ortasına ana tartışma konusu olarak girmektedir. Geleceğini
arayan insanlık, uygarlığın başlangıcına dönüş noktasında, kendisini yok
edebilecek üçüncü cihan savaşı ya da nükleer silahların kullanılması gibi, çok
ciddi tehlikeler ile karşı karşıya bulunmaktadır.
Yeniden
var olma ya da yok olma çelişkisi ile karşı karşıya kalan insanlık, tarih
boyunca daha iyinin peşinde koşmuş, daha gelişmiş bir toplum düzenine
kavuşabilmek için her türlü mücadeleyi vererek, olağanüstü çabalar ile büyük
özverilerde bulunmuştur. İnsanlık tarihi böylesine çabaların çeşitli örnekleri
ile dolu olmasına rağmen, yaşanan olaylar doğrultusunda bir çok olumsuz
durumlar, karışıklıklar ya da sorunlar birbirini izlemiş ve her zaman için
idealize edilen sürekli barış ve mutluluk ortamı bir türlü
gerçekleştirilememiştir. Doğal yaşam döneminde birbirinin kurdu olarak sürekli
kavga ve çekişme içinde yaşayan insanlık, toplum düzenine geçtikten sonra, gene
istediği gibi düzenli bir barış ortamına ya da güvenlik yapılanmasına sahip
olamamıştır. Bir yanda olumlu gelişmeler devam ederken, diğer yandan da sürekli
olarak olumsuz gelişmeler öne çıkarak insanlığın siyasal gündemini meşgul
etmiştir. Kıskançlık, çekemezlik ve
bencillik gibi insanların olumsuz karakter özellikleri, toplumsal barış ve
düzenin oluşturulması önünde, her zaman için en büyük engeller olarak ortaya
çıkmışlardır. Olumsuz özellikler insanları
birbirinin kurdu haline dönüştürdüğü zaman tam anlamıyla düzensizlik
ortamları yaşanmış, böylesine kaos dönemlerini savaşlar ve çatışmalar
izlemiştir. Her türlü çatışma ya da çekişmeye rağmen hayat gene devam etmiş ve
yıllar geçtikçe insanların nüfusu artmıştır. İnsanların sayısı binlerden yüz
binlere, milyonlara doğru ilerlerken, genişleyen toplumsal yapıları yönetme
konusunda büyük sorunlar çıkmış ve milyonlarca insanı daha kolay ve düzenli bir
biçimde yönetebilmenin arayışı aşamasında tek tanrılı dinler insanlık tarihi
içindeki yerini almıştır.
İnsanların
inanma ihtiyacını karşılama noktasında ortaya çıkan dinler toplumsal yaşama
egemen olunca, kamusal alanın yönetiminde din merkezli bir dönem başlamıştır.
Önce peygamberler aracılığı ile ortaya çıkan tek tanrılı dinler daha sonraki
aşamada papalar ya da halifeler aracılığı ile sürdürülerek, milyonlara varan
insan toplumlarının düzenli bir biçimde yönetimi sağlanabilmiştir. Merkezi
coğrafyadan ortaya çıkan tek tanrılı dinlerin dünya ülkelerine doğru yayılmasından sonra, insanlık dinler
üzerinden yönetilmeye başlanmıştır. Kitlelerin tek tanrılı dinlere bağlanması
sağlanınca, üç tek tanrılı din arasındaki çekişmeler ve bazen da çatışmalar
dünya tarihini belirleyen olayların gelişmesine giden yolu açmıştır. Asya
merkezli dünyayı sonraki aşamada Avrupa merkezli dünya yapılanmasının
izlemesiyle, doğu batı dengelerinde tek tanrılı dinleri öne çıkarmıştır.
Yahudiler Roma İmparatorluğunun Orta
Doğu’ya gelmesi üzerine bütün dünyaya dağılmışlar, merkezi coğrafyada ortaya
çıkan ikinci tek tanrılı din olarak Hrıstıyanlık, bütün batı bölgesini işgal
ederken, merkezde ortaya çıkan üçüncü tek tanrılı din olarak Müslümanlık da, Orta
Doğu ve Asya bölgesinde hızla yaygınlık
kazanarak, doğu batı dengelerinin yeniden kurulmasına katkı sağlamıştır. Din
faktörü böylece insanlığın yönlendirilmesinde en önemli unsur olarak öne
çıkmıştır.
Uygarlık Mezopotamya üzerinden Eski Mısır’a, Yunan’a ve
Roma İmparatorluğuna doğru gelişirken, ortaya Avrupa merkezli bir dünya
çıkmış ve bu düzende beş yüz yıl küresel düzen yönlendirilmiştir. Dinleri devre
dışı bırakan bilimsel devrimlerin Avrupa kıtasında gerçekleşmesi üzerine insanlık bu kıta
üzerinden okyanuslara açılmış ve yeryüzünde bulunan beş büyük kıta ele
geçirilerek dünyanın her bölgesi, batı Avrupalı
sömürge imparatorluklarının eline geçmiştir. İngiltere, Fransa, İspanya
gibi üç büyük, Hollanda, Belçika ve Portekiz gibi üç küçük batı Avrupa ülkesi,
dünya kıtalarını bölüşerek altı büyük sömürge imparatorluğu aracılığı ile
dünyanın yönetilmesini sağlamışlardır. Rönesans ve Reform hareketleri ile
aydınlanma çağına giren Avrupa uygarlığı zaman içinde güçlenerek bütün kıtalara
egemen olmuş ama aynı zamanda dünya kıtalarının başına bir emperyal hegemonya
düzeninin kurulmasına neden olmuştur. Bilimsel devrimlerin getirdiği modernizm akımı, birkaç yüz yıllık gelişme
sonucunda modern bir dünyanın ortaya çıkmasına yardımcı olmuştur. Bilim ve
hukuk alanındaki pozitif gelişmeler modern bir dünya düzenini çağdaş uygarlık
anlamında insanlığa kazandırırken, sömürgecilik daha da ilerlemiş ve batı
ülkelerinin kıtalar üzerindeki sömürge düzenleri üzerinden fazlasıyla
zenginleşmelerinin yolları açılmıştır. Modernleşme süreci insanlığın dünyasında eşitlik getirmemiş, aksine
sömürgecilik ve emperyalizm üzerinden eşitsizlikçi bir dünya düzeninin ortaya
çıkmasına yol açılmıştır. Millattan sonra başlayan uygarlık sürecinde, insanlık iki bin yıl
sonra haksız ve eşitliksiz bir olumsuz duruma sürüklenince iki büyük dünya savaşı kendiliğinden gündeme
gelmiştir. Yüzyıllar geçtikce, belirli ülkelerde yaşamını sürdüren insan
toplulukları ortak kültür, vatan, din ve
ekonomiye sahip olmaya başlamış ve bu yüzden de ulus devletlere giden
bir yeni oluşum dönemi gündeme gelmiştir.
Avrupa
merkezli dünyada önce Yahudiler ile Hrıstıyanların savaşları ,
daha sonraki aşamada Müslümanlar ile Hrıstıyanların çatışmaları ve bir süre
sonra da mezhep savaşları olarak, Katolikler ile Protestanların birbirlerini
yok etmek üzere bir mücadeleye girmeleri üzerine, yerleşik devlet düzenleri ile
insanlığın dünya barışına hiçbir zaman erişemeyeceği gibi bir korku giderek
yaygınlık kazanmıştır. Roma İmparatorluğunun
Orta Doğu’daki Yahudi devletini
Milat sıralarında yıkması üzerine, gündeme gelen devlet dışı kapalı örgütlenmeler, bugünün gizli dünya devleti oluşumuna doğru giden yolu açmıştır. Süleyman Mabedinin
yıkılmasından sonra ortaya çıkan bir
gizli yapılanma olan Tapınak
Şövalye’lerini , Sion Kardeşleri izlemiş , daha sonraları da Opus Dei ve
İlluminati gibi gizli örgütler üzerinden bir küresel dünya düzeni arayışı, var
olan devletler ve imparatorlukların ötesinde geliştirilmeye çalışılmıştır. Bir
yandan sömürgecilik devam edip giderken, diğer yandan da var olan sömürgeler
üzerinden evrensel bir ekonomik düzen oluşturular, bütün insanlık yönetilmek istenmiştir. Avrupa kıtasında oluşan devletlerin yanı sıra diğer kıtalarda
da var olan sömürgeler de merkez ülkelere bağlı bir düzen içerisinde
yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dünya nüfusunun kıtalar üzerinden milyonları
geçerek milyarlara ulaşması üzerine, küresel bir düzen oluşturulması giderek zorlaşmıştır. Bir yandan mevcut
devletler düzeni ile sorunlar çözülmek istenmiş ama devletler arası çekişmeler yeni bir düzen
oluşturulmasını engelledikçe, bu sefer , kapitalist düzenin zenginlerinin kurdukları
gizli örgütler , yavaş yavaş dünya devleti görünümünde insiyatif kullanmaya başlamışlardır. Yer altı
ya da yer üstü yapılanmalar ile yönlendirilmeye çalışılan dünya halkları, bekledikleri
barış ve mutluluk düzenine hiçbir zaman sürekli olarak sahip olamamışlar, barış
dönemlerini her zaman savaşlar
izlemiştir. Savaş ve sıcak çatışmalar
dünya gündeminden eksik olmayınca,
istikrarlı bir evrensel düzen ile beklenen sürekli barış ortamına kavuşulamamıştır. İnsanlar
arasında doğal yaşamdan bu yana gelen çekişme ve rekabet, önce toplumsal
yapılara daha sonraları da devlet düzenlerine yansıdığı zaman, sonunda kazançlı
çıkabilmek için her türlü oyun, senaryo ve komplo devreye sokularak zafere
ulaşılmak istenmiştir. İnsanlık tarihi böylesine oyun ve senaryoların
yer aldığı bir geçmişin olayları
ile doludur.
Dinler
arası çekişmeler yüzünden dünya barışı gerçekleştirilemeyince, bu kez dinlerin
ötesine gidilerek, belirli bölgelerdeki halkların uzun süre birlikte yaşamaktan
dolayı kazandıkları yeni yapılanmalar olarak ulus gerçeğinden hareket edilerek
bir sonuç elde edilmeye çalışılmıştır. Din kavgasını geride bırakmak üzere laik
devlet gerçeği gündeme getirilmiş, uluslaşma yolu ile insanlar arasındaki din
ve mezhep kavgalarının üzerine çıkılmak istenmiştir. Fransız devrimi bu konuda
tam bir dönemeç olmuş, bir Hrıstıyan toplumunda Yahudi örgütlenmesi olarak
Jakobenler bir sosyal devrim gerçekleştirerek, din kavgasına son vermek üzere
laik devleti hedefleyen yeni bir rejim anlamında cumhuriyet ilan etmişlerdir. Devletin dinin
dışına çıkarılması ve laik bir siyasal yapılanmaya geçiş ile dinsel toplumlar,
ulusal topluluklara doğru dönüştürülmüştür. Giderek kalabalıklaşan ülkeler
dinler üzerinden yönetilmez bir aşamaya geldiğinde bu kez uluslar gerçeği
üzerinden yönlendirilmeye çalışılmıştır. Dine dayanan kutsal imparatorluklar devre
dışı bırakılırken ulusal toplum gerçeğine dayanan ulus devletler öne çıkmıştır.
İmparatorluklardan ulus devletlere geçilirken, devlet dışı gizli örgütlenmeler
daha da güçlenmiş ve uluslar arası kapitalist sistemin zenginleri bu kez
üstünlüklerini ulus devletleraracılığı ile dünya halklarına kabul ettirmeye
çalışmışlardır. Görünürde ulus devlet düzenleri gelişerek devam ederken,
kapitalist sistemin para babaları da kendi aralarında kurdukları gizli
örgütleri üzerinden, siyasal gelişmeler üzerinde etkinliklerini artırarak
sürdürmüşlerdir. Devletlerin yanı sıra bu gibi devletimsi yapılanmaların
topluma kapalı bir doğrultuda sürdürülmesi, zaman zaman devletler ile bu gibi
örgütleri karşı karşıya getirmiş ve bunun sonucunda da ciddi çatışma olayları
yaşanmıştır. Zenginlerin çıkarları ile halkların çıkarlarının karşı karşıya
geldiği aşamalarda, devletler üzerine baskılar artırılarak zengin azınlıkların
çıkarları doğrultusunda meseleler çözüme kavuşturulmak istenmiştir.
Her insanın diğer insanlar ile rekabet halinde
olduğu yaşam düzeninde her zaman için güçlü görünmek zorunda olması gibi, bir
benzeri çekişme ortaya çıkarak zamanla hem devletler arası hem de gizli
örgütler arası rekabet düzeninde yeni gelişmelere neden olmuştur. Her insanın daha güçlü olarak yaşamını
anlamlandırmak eğilimi, devletler için de geçerlilik kazanmış ve her devlet
yapısı zaman içerisinde daha da güçlenerek, diğer devletler ile olan rekabet
sürecinde öne geçmiştir. Uluslar arası devletler düzeninde öncelikle her devlet
ortaya çıktıktan sonra varlığını güçlendirmeye çalışmış, diğer devletler ile
var olan rekabet düzeninde her devlet daha iyi ve güçlü bir konuma gelebilmek
üzere yarışa kalkışmıştır. Bu normal çekişme sürecinin ötesinde bir de anormal
boyutlarda rekabet öne çıkınca, devletler
birbirlerine karşı çeşitli komplolara girişmişler ya da uygulamaya koydukları
farklı senaryolar doğrultusunda birbirlerinin önünü keserek, çelme atarak, arkadan
vurarak ve de her türlü hukuk dışı yolları zorlayarak sonuç almaya çalışmışlardır. Bu yüzden normal devletlerin
ötesine giden derin devlet yapılanmaları da ortaya çıkmış, devletlerin
istihbarat servisleri normal haber toplamanın ötesinde operasyonel bir biçimde
yapılanarak, her türlü hukuk dışı
eylemin uygulamaya konulmasında, görünmeyen derin devlet misyonunu oynamaya
başlamıştır. Özellikle, küresel dünya hegemonyası peşinde koşan batının önde
gelen emperyalist devletlerinin, kendi aralarında sömürge savaşlarını
yürütürken, hukuk dışı yollara saparak kendi üstünlüklerini diğer ülkelere
zorla kabul ettirme çabası içinde, akla gelebilecek her türlü hukuk dışı senaryoları
kendi çıkarları doğrultusunda gerçekleştirebilmek için uğraştıkları, zaman
içinde yayınlanan anı kitapları ya da
araştırmalar aracılığı ile kesinlik
kazanmıştır. Amaca giden her yolu mübah gören bir Makyavelist zihniyetin, hem
devletlerde hem de devlet dışı örgütlerde ana prensip haline gelmesi yüzünden,
dünya ve insanlık bir türlü kalıcı bir barış düzenine ulaşamamıştır.
Batılı
sömürge imparatorlukları arasındaki kıtalar üzerinde egemen olabilme doğrultusundaki
çekişmeler dünyayı birinci cihan
savaşına götürmüş, kıtaları fetheden
batılılar dünyanın merkezi coğrafyasına doğru bir hegemonya girişimi
başlattıkları aşamada, üç doğu imparatorluğunu ortadan kaldıracak bir dünya savaşını insanlığın gündemine zorla
dayatmışlardır. Savaş sonrasında doğu imparatorlukları ortadan kalkarken,
batının sömürge imparatorlukları da dağılma aşamasına gelmiştir. Yirminci
yüzyıla girerken var olan yirmi devlet, bu yüzyıldan çıkarken iki yüz devlet
haline gelmiş ve böylece ulusalcılık akımları sayesinde imparatorlukların
yerini ulus devletler almıştır. Uluslararası düzende ulus devletler arasındaki
çekişmeler de çeşitli sorunlara yol açmış, her ulus devlet önce varlığını
koruma doğrultusunda kendisini güçlendirmeye çalışmıştır. Güçlenen ulus
devletler, daha sonraki aşamalarda kendi bölgesindeki diğer devletler üzerinde
etki ve baskısını artırmaya çalışmıştır. Her ulus devlet diğerleri ile rekabete
girerken, büyük ulus devletler küçük ve orta boy devletler üzerinde rekabete
girerek, bunları kendilerine bağlayabilmenin yollarını aramışlardır. Büyük ulus
devletler komşuları üzerinde hegemonya kurarak yeni bir tür sömürge
imparatorluğunu kendi çevrelerinde oluşturabilmenin yollarını ararken, bazıları
da çeşitli senaryolar doğrultusunda dünyanın diğer kıtaları üzerindeki
devletler ile yakın ilişkiler oluşturarak, geleceğe yönelik imparatorluk
arayışlarının örneklerini ortaya koymuşlardır. Ulus devletlerin çekişmeleri
zamanla küçük ve zayıf olanların tasfiyesine giden yolu açmış, orta boy ulus
devletler ise, ayakta kalabilmek için daha da güçlenerek büyüyebilmenin arayışı
içinde olmuşlardır. Orta boy ulus devletler sahip oldukları jeopolitik
konumlarını küresel gelişmeler karşısında iyi ve doğru değerlendirebildikleri
aşamada büyüyebilmişler, aksi durumda giderek zayıflayarak yeniden sömürgeleşme
bataklığına düşmüşlerdir.
Orta
çağ sonrasında bütün dünyaya egemen olan batı sömürgeciliğinin temsilcisi olan
büyük devletler, aradan geçen zaman dilimi içinde bağımsızlık kazanan eski
sömürgelerini ellerinde tutabilmek için ellerinden gelen her yolu denemişler,
eskiden olduğu gibi yakın ilişkileri ve bağlantıları yeni dönemlerde de sürdürebilmenin
yollarını aramışlardır. Devlet kapitalizminin ötesinde batılı ülkelerin
şirketleri fazlasıyla büyüyerek, dünya sahnesine çıkmışlar ve kendi
devletlerinin desteği ile şirket emperyalizmi olarak piyasa kapitalizmini yer
kürenin bütün halklarına ve ülkelerine yeni emperyal düzen olarak
dayatmışlardır. Bu doğrultuda, dünya ülkelerinin hem maddelerine ve enerji
kaynaklarına uluslar arası tekeller el koyarken, çeşitli senaryolar ve
komplolar sahneye konulabilmiştir. Uluslar arası bir bakır tekeli olan İTT
şirketi, Şili’nin bakır madenlerine el koymak isteyince, sosyalist
yönetimi iktidardan indirmek üzere darbe
senaryosu düzenlenebiliyor, genel kurmay başkanı darbe senaryosuna direnince, onu bir trafik
kazasıyla bertaraf edebilmenin yolu bulunup, istihbarat servislerinin aracılığı
ile sosyalist yönetimi işbaşından uzaklaştıracak darbenin önü açılabiliyordu. Yirminci yüzyılda Asya ve
Afrika ülkelerinin bütün yer altı kaynaklarına el konulurken, her ülke için
ayrı bir senaryo hazırlanıyor, dünyanın bütün ülkeleri ile ilgili bütün
bilgiler toplanarak düşünce kuruluşlarında her ülke için en uygun senaryolar
üretilerek, bu gibi planları uygulayacak işbirlikçi politikacılar, ya mevcutlar
içinden işbirlikçi kadrolar olarak seçiliyor, ya da bu doğrultuda yetenekli gençler bulunarak batı
emperyalizminin çıkarları doğrultusunda yetiştirildikten sonra devreye sokularak yeni sömürge düzenleri bu tür taşeronlar aracılığı ile
kurulabiliyordu. Özellikle dünya enerji sorunu, enerji kaynakları bol olan
ülkeler üzerinden çözülmek istendiği için, doğalgaz ve petrol sahibi ülkelerde
çok uluslu enerji şirketlerinin çıkarlarını gerçekleştirecek senaryolar
hazırlanarak uygulama alanlarına aktarılabiliyordu. Orta Doğu bölgesi bu konuda
en önde gelen çekişme ve sıcak çatışma alanı olarak enerji kavgasının ana
merkezi konumuna geliyordu. Enerji tekeli olan şirketler, kaynaklara el
koyabilmek için her yolu denerken, darbeler ve savaşlar birbirini izliyordu. Yirminci
yüzyılın başlarında merkezi alana İngiltere ve Fransa imparatorlukları kendi
çıkarları doğrultusunda biçim veriyorlardı. İkinci dünya savaşı sonrasında,
savaşın galibi olan Amerika Birleşik Devletleri bölgeye gelerek Nato üzerinden
yerleşiyor ve daha sonra da iki bin yıllık rüya olan İsrail’i kurdurarak,
kutsal topraklar ilan edilen merkezi alana farklı bir biçim vermeye yöneliyordu.
Bu nedenle, Büyük Orta Doğu projesi ABD’nin bölgeye geldiği yıl, Büyük İsrail
projesi de bu devletin kurulduğu sene başlatılıyordu. Sovyetler Birliği varken
geçerli olan soğuk savaş döneminde ABD-İsrail ikilisi geleceğe dönük planlarını
gizli gizli Türkiye ve bölge devletleri üzerinden yürütürken, küreselleşme
aşamasına gelinmesinden sonra daha açık yollara giderek, merkezi alanı Atlantik
emperyalizmi ile Siyonizm ortaklığının hegemonyası altına sokabilmenin girişimlerini, birbiri ardı sıra bölge
halklarını zorlayıcı bir biçimde gündeme getiriyorlardı. Lübnan’ın Bekaa
vadisini terör merkezi yapan bu ortaklık sonucunda, İsrail’in beka sorununun
çözümü için bütün bölge ülkelerinin başına terör belası sardırılıyordu. Terör
ile bölge düzeni çökertilerek gelecekte ABD-İsrail ikilisinin planları
doğrultusunda bir yeni yapılanma oluşturulmak isteniyordu. Terörü kullanmasını
iyi bilen ABD-İsrail ikilisi merkezi alanın ötesine giderek tüm Müslüman
ülkeler ile Asya ve Afrika devletlerinin işgal ettiği topraklarda her türlü
terörü ve savaşı geçerli bir hale getiriyorlardı. Terör emperyalizmin en büyük
silahı olurken, yeniden sömürgeleştirmek istenilen ülkelerin halkları da yok
pahasına ölüme mahkum ediliyorlardı.
Emperyal güçler, tam bir dünya hegemonyası
için, dünya halklarını korkutma ve sindirme doğrultusunda terörü en büyük silah
olarak acımasızca kullanıyorlardı. Terör onlar için oyuncak olduğundan, Orta Doğu
bölgesi ve İslam dünyasına kolayca saldırabilmek üzere kendilerini mağdur
duruma düşürecek II Eylül saldırılarını da, gene kendi kendilerine yaparak
dünya kamuoyunu aldatabilmenin yollarını arıyorlardı. Önceleri çok korkan,
geçmişten gelen pasifliğini bir türlü kaldırıp atamayan dünya halkları önceleri
bu oyunlara kanmışlar, televizyon programları ile Hollwood üzerinden insanlık
Siyonizmin emelleri doğrultusunda kandırılmaya ve de uyutulmaya çalışılmıştır.
Birbiri ardı sıra yaşanan olaylar, artık gerçekleri gün ışığına çıkarınca mızrak
çuvala sığmamaya başlamış ve gerçekler belirginleşince dünya kamuoyu uyanarak, batı emperyalizmi ve
Siyonizm ortaklığının suçunu görebilmiştir. Dünya enerji kaynaklarının
toplandığı yer olan merkezi coğrafyada bir düzen kurmuş olan eski
emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa ikilisine karşı, eni emperyalistler
olarak ABD ve İsrail ikilisi yeni siyasal senaryolar ile devreye girmişlerdir.
Terörün yetmediği yerde savaş, sıcak çatışmaların yetersiz kaldığı aşamalarda
ekonomik kriz ve siyasal baskı yöntemleri ile emperyalizm sürekli olarak sonuç
almaya çalışmış ve bu yüzden de milyonlarca masum insan katledilmiştir. Zengin
iş adamlarının masalarının önünde dünya küresi ile oynadıkları gibi, emperyalizm
ve Siyonizm ikilisi de bütün dünya devletleri ve halkları ile oynamayı adet
haline getirmişlerdir. Gizli dünya devletinin kurucusu olan büyük patronlar her
zaman için kendi devletlerine emirler vererek, her türlü saldırganlığı beş kıta
üzerinde sergilerken, uluslar arası ilişkiler artık bir oyun haline gelmiştir. Batılı
ülkeler bu aşamadan sonra daha da ileri giderek, oyun teorileri oluşturmuşlar
ve uluslar arası alanda hangi oyunları oynarlarsa daha fazla kazançlı
çıkabileceklerinin hesaplarını yapmışlardır. Her emperyal güç dünyanın gelmiş
olduğu yeni aşamada genel durum tespiti yaparak, en üst düzeyde çıkarlarını
korumak ve daha fazla kazanabilmek üzere her türlü senaryo üzerinden çeşitli
oyunları hedefledikleri ülkelerin, ya da halkların başına çorap ağı gibi örerek
sonuç almak istemişlerdir. Onların bu oyunculuğu yüzünden dünya halklarının
başı beladan hiçbir zaman kurtulamamıştır.
Yirminci
yüzyılın başlarında batılı emperyalistlerin Orta Doğu’ya gelerek merkezi alanda
çekişme içine girmesine, uluslar arası ilişkiler dalında Büyük Oyun adı
verilmiştir. Eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye gelirken,
diğer emperyal güçler olan Almanya ve Rusya, bu duruma karşı çıkmaya
başlamışlar ve böylece, dünyanın merkezinde kendi hegemonyasını kurmak isteyen
emperyal güçler arasında bir Büyük Oyun oynanmaya başlamıştır. İkinci dünya
savaşının galibi olarak ABD’nin merkeze gelmesi ve iki bin yıl sonra üçüncü kez
İsrail devletini kurdurmasıyla, yüz yıl önce başlamış olan Büyük Oyun yeniden
sahnelenmeye başlamıştır. Uluslararası ilişkiler devletler arasında
geliştirildiği için, her devletin sahip olduğu jeopolitik konumu ve özel
durumları, ilişkilerin gelişmesinde belirleyici olmaktadır. Her devlet bu
nedenle kendi ülkesinin merkezi gücü olarak ülkenin ulusal çıkarları
doğrultusunda politikalar geliştirerek, bunları uygulamak ve diploması yolu ile
de bu yaklaşımlarını uluslar arası alanda tanıtarak, kendi etkinlik alanını
genişletmek doğrultusunda yaygınlaştırmak zorundadır. Bu nedenle kendini bilen
her devlet kendi plan ve programlarını belirli senaryolar doğrultusunda
gerçekleştirmeye çalışır. Kendi merkezi gücünü koruyamayan ya da iç bünyesinde paralel devlet yapılanmalarının
oluşumunu önleyemeyen devletler ise, emperyalistlerin taşeronu ya da sömürgesi
olmaktan kurtulamazlar. Oyun kuran her büyük devlet, kendi oluşturduğu
senaryoda küçük ve orta boy devletleri diğer büyük güçlere karşı
kullanabilmenin hesaplarını yaparak adımlarını atmaktadır. Bu yüzden de, küçük
ve orta boy devletler büyük güçlerin ve emperyal devletlerin çekişme ve çatışma
alanı konumundadır. Çatışmaların çok şiddetli bir aşamaya geldiği noktada ise, dünyanın
her yeri emperyalist devletler için savaş alanı olarak öne çıkmaktadır.
Birinci
dünya savaşı ile beraber dünya politikaları Avrasya bölgesine gelerek
kilitlenince, İstanbul’un doğusunda başlayan çekişmeler ve rekabet düzeni tam anlamıyla
bitmeyen bir oyun olarak öne çıkmıştır. Bu alanda oyunlar başlamış ama bitmemiş,
soğuk savaş döneminde devam ettiği gibi küreselleşme aşamasında da oyunlar başka
biçimlerde devam ettirilerek, sahnelenen oyunlar, giderek bir Büyük Oyun’a
dönüşmüştür. Avrupa kıtasının ortalarından başlayan çekişme macerası doğuya
doğru açılım olarak anlaşılmış, Asya’nın her bölgesi batı ülkelerinin doğuya
açılışının başlıca konusu haline gelmiştir. Osmanlı, Rus ve Avusturya
–Macaristan İmparatorluklarının çöküşü ile ortaya çıkan otorite boşluğu
alanlarında batılı devletler kendi hegemonyalarını kurabilmenin arayışı içinde
olmuşlar ve bu yüzden de iki cihan savaşı aracılığı ile büyük bir çatışma
dönemi yaşamışlardır. Birinci Dünya Savaşı imparatorlukları ortadan kaldırınca
eski emperyalistler olarak İngiltere ve Fransa bölgeye yerleşmişler, ikinci
dünya savaşı sonrasında ise ABD ve İsrail ikilisinin merkezi alana gelmesiyle
beraber de ciddi biri çekişme yaşandığı için, bitmeyen oyun her aşamada
tırmandırılarak bir Büyük Oyuna dönüştürülmüştür. Orta Doğu ülkelerinden
bölgeye giren emperyal güçler, Kafkasya ve Hazar’a doğru ilerlemeye başlayınca,
Orta Asya ve çevresi Büyük Oyun’un ana hedefi haline gelmiştir. Bu aşamada,
Rusya’da gerçekleştirilen Sovyet devrimi, Büyük Oyun’u bir süre için durdurarak
yarım yüzyıllık bir statüko oluşturunca, bölgede sakinlik sağlanabilmiştir.
Demirperde uygulaması, batılı güçlerin doğu bölgelerine ulaşmasını önleyebilmek
üzere ideolojik imparatorluğa yaptırılan bir uygulama olmuştur. Yeni
emperyalistler olan ABD ve Yahudi lobileri İngiltere, Fransa ve Almanya’nın
önlerini kesmek üzere Sovyet devrimine dolaylı yollardan destek sağlayarak,
Büyük Oyun’un soğuk savaş döneminde de sürdürülmesini sağlamışlardır. Osmanlı
topraklarını ele geçiren İngiltere ve Fransa ikilisi, Kafkaslar bölgesinden
Rusya’ya tam girme aşamasına geldiği noktada, New York Yahudi lobisinin verdiği
yüz binlerce dolar ile Kızıl Ordu kurdurularak, Alman destekli Osmanlı
ordusunun Azerbaycan’dan çıkartılması sağlanabilmiştir. Sarıkamış’ta 90 bin
asker bu kavga yüzünden şehit olmuştur. Amerika’nın dolaylı desteği ile eski
emperyalistlerin Rusya’yı ele geçirmesi önlenerek, yeni emperyalistlerin
gelecekte, merkezi alanı ele geçirmesini hazırlayacak bir geçiş dönemi soğuk
savaş süreci olarak devreye sokulmuştur.
Sovyetler
Birliği’ni zamanı gelince bir tek kurşun atmadan, insan hakları emperyalizmi
ile dağıtan Atlantik emperyalizmi ve Siyonizm ikilisi, Demirperde kalkınca Orta
Doğu üzerinden Orta Asya’ya doğru
geçişin girişimlerini gündeme getirmiştir. Ne var ki, çeyrek asırlık
zorlamalara rağmen tek merkezli dünyayı
ABD bir süper güç olarak kuramayınca, Rusya, Çin,Hindistan ve Brezilya gibi dört büyük devlet yeni emperyal
merkezler olarak bir araya gelerek ,ABD öncülüğündeki batılı ülkeler hegemonyasına karşı savaş açmışlardır . Yeni
gelinen noktada artık batılı güçlere karşı doğulu güçler de bir denge unsuru
olarak ortaya çıkmışlardır. Dünya nüfusunun yarısının yaşadığı Çin ve Hindistan
gibi ülkelerin büyüklüğü karşısında batı ekonomisi doğuya doğru kalmaya
başlamış, dünya topraklarının altıda birini sınırları içinde kontrol eden Rusya
Federasyonu yeni süper güç olarak, tüm batılı güçlere meydan okuyarak hegemonya
alanını genişletmeye başlamıştır. Daha önceleri batının büyük devletleri
arasında sürdürülen hegemonya çekişmeleri bitmeyen bir büyük oyun olarak devam
ederken, şimdi ortaya çıkan doğunun ve güneyin dört büyük emperyalist gücü, bitmeyen
büyük oyunun daha da büyümesine giden yolu açmışlardır. İran, Endonezya, Nijerya,
Meksika, Güney Afrika gibi ikinci derece büyük ülkeler de, yarışma alanına yeni
merkezler olarak girince, ortalık iyice karışmış ve bitmeyen oyun iyice
büyüyerek dev bir kapışma sürecine doğru dünyayı sürüklemiştir.
Yeni
dönemde her büyük devlet kendi bölgesinin tam patronu olmak istemekte, arada
kalan bölgelerde ise diğer güçlere karşı ön planda yer alarak, buralarda da
etkinlik alanlarını genişletmeye çalışmaktadırlar. Yeni emperyal güçler
eskileri ile takışıp dururken, doğu güçlerinin de devreye girmesiyle birlikte
tam anlamıyla bir büyük oyun dünya sahnesinde oynanır hale gelmiştir. Şimdiye
kadar oynanan büyük oyunları geride bırakacak düzeyde bir yeni büyük oyun, küresel imparatorluk peşinde koşan ABD-İsrail
ikilisi tarafından sahneye konulmaktadır. Rusya’nın Kırım’ı işgal ederek
Tatarları tasfiyeye yönelmesi ile, bunu
izleyen günlerde Işid isimli Neocon destekli aşırı terör örgütünün Musul’dan
Türkleri tasfiye etmesiyle içine girilen yeni dönemde, merkezi coğrafyanın hem
kuzey bölgesi hem de güney sahasında sıcak savaş tehlikeleri tırmandırılmaya
başlanmıştır. Rusya’nın elinden eski hegemonya sahasını almak, Çin’in Avrasya
bölgesine girişini önlemek, Türklerin yeni bir imparatorluğa yönelmelerine izin
vermemek, Arap dünyasını eskisine oranla daha fazla parçalı bir yapıya getirmek,
Hindistan’ı bulunduğu yarım adaya hapsetmek, diğer büyük devletlerin dünya
ülkeleri üzerinde etkinliklerini artırma girişimlerinin önünü kesmek, bütün
dünyayı ABD-İsrail ortaklığında yeni bir küresel imparatorluğa dönüştürmek
üzere, Atlantik okyanusunun doğu ve batı kıyılarında yeni senaryolar
hazırlanmakta ve şimdiye kadar oynanan büyük oyun bu doğrultuda en büyük oyuna
dönüştürülerek, bütün dünya küresel sermayenin diktatörlük düzeni altına alınmaya çalışılmaktadır. Avrasya
satranç tahtasında her büyük güç kendi oyununu oynayarak merkezi coğrafya
hegemonyası peşinde koşarken, şimdiye kadar oynanan büyük oyun tam anlamıyla
bir büyük satranç çekişmesine dönüştürülmektedir. Asıl büyük oyunun Avrasya satranç tahtası
üzerinde bir büyük satranç maçına dönüştüğü bu aşamada, satrancın ortaya
çıktığı Hindistan ile ruletin Rus ruletine dönüştüğü Rusya ve ilk uygarlığın
sarı ırmak kenarlarında doğduğu Çin gibi üç büyük Asya gücünün, son sözü
söyleyebileceği yeni bir dünyaya doğru gezegenin yol aldığı görülmektedir.
Sekiz milyarlık bir dünyanın yönetim sorumluluğunu üstlenmek istemeyen batılı
emperyalistler, Avrasya alanında bir üçüncü dünya savaşını büyük oyunun yeni
senaryosu olarak devreye sokmaya çalışmaktadırlar. Dünya halkları ve bütün
insanlık böylesine bir büyük oyunun getirdiği tehditler ile karşı karşıyadır.
İnsanlığın birleşmesiyle bu tür bir felaket önlenebilecektir.
Prof. Dr. ANIL ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder