GÜÇLÜ TÜRKİYE-GÜÇLÜ
ORDU
Türkiye Cumhuriyeti bir 30 Ağustos
bayramını daha geride bıraktı. Yaz boyu devam eden hükümet ve Genelkurmay
çekişmelerinin YAŞ toplantılarına bir gerginlik ortamında yapıldı. Tartışmalar
ülke kamuoyunu uzun süre işgal edince, ordunun geçmişten gelen geleneksel
yaklaşımı geride kalmış ve yoğun bir siyasal baskı atmosferi içerisinde
komutanlar arasında görev kaydırmaları yapılınca, 2010 yılının 30 Ağustos
bayramı bir gerginlik ortamının sonucunda kutlanabilmiştir. Başkent Ankara’daki
resmi törenlere Başbakanın katılmaması, emekliye ayrılan eski Genelkurmay Başkanına
üstün hizmet madalyasının takılmaması da, YAŞ toplantılarında ortaya çıkan
gerginliklerin daha sonraki aşamalarda da sürüp gitmesine neden olmuştur. Ne
var ki, bu kadar yoğun tartışmalar ve gergin günlere rağmen, Türkiye’nin Büyük
Zafer Bayramını kutlayabilecek aşamaya gelebilmesi de, her türlü olumsuzluğa
rağmen gene de Türk demokrasisinin gelmiş olduğu aşamada belirli bir olgunluk
düzeyine ulaştığını göstermektedir. Yaşanan gerginliklerin ve tartışmaların
geride kalmasıyla beraber, Türkiye’nin yeni bir 30 Ağustos bayramını heyecan
atmosferi içerisinde yaşayabilmesi gene de olumlu karşılanması gereken bir
durumdur. En azından bu durumu dikkate alarak ve bütün olumsuz koşullara dikkat
ederek, 30 Ağustos bayramının gene eskisi gibi ulusca kutlanabilmesi bir ülke
açısından sevinilmesi gereken bir durumdur.
İlk kez geçen yıl kullanılan “Güçlü
Türkiye-Güçlü Ordu“ sloganı, orduya saldırmayı bir görev bilen, neo-liberal
işbirlikçi ve mandacı çevreler ile Orta Doğu coğrafyasında Suudi Arabistan
benzeri bir din devleti rejimi peşinde koşan şeriatçı kesimlerin hem ilgisini hem
de tepkilerini çekmiştir. Emperyal devletlerin ve Siyonist lobilerin
egemenliğinde yayın hayatına devam eden liberal ve dinci yayın organları
açıktan Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırıyı her gün sürdürürken, Türk ordusunun
iyi niyetli bir biçimde hem kendisini savunmak hem de Türk kamuoyunda meydana
gelen kuşkuları ortadan kaldırabilmek ve bu doğrultuda Türk ulusunun güvenini koruyabilmek
üzere düşünmüş olduğu bu sloganı hemen faşistlikle suçlamaya yönelmişlerdir.
Soğuk savaş döneminin sona ermesinden yararlanarak katmerli bir liberalciliğe
soyunan mandacı kesimler, kendilerini destekleyen emperyal ve Siyonist
çevrelerin yönlendirmeleriyle Türk ordusuna arşı bir psikolojik harekâtı
kamuoyu önünde tırmandırırlarken. Genelkurmaydan gelen her tutuma ve açıklamaya
baştan şartlanmış bir doğrultuda faşist damgasını yapıştırabilmişlerdir. Bu
ülkede yaşayan herkesi üzecek derecede yayınlar özel görevli gazetelerin
manşetlerinde sürekli olarak yer almış ve neredeyse Türk ordusu bir suç
örgütüymüş gibi bir görüntü ortaya çıkarılmağa çalışılmıştır. O aşamada Türk
Silahlı Kuvvetleri, Türk ordusunun bir suç örgütü olmadığını, tamamen anayasa
ve yasalara uygun bir doğrultuda hareket ettiğini resmi açıklamalar ile
kamuoyuna yansıtmalarına rağmen hiç kimseye yaranamamış, Güçlü Türkiye isteği doğrultusundaki bir
Güçlü Ordu nitelemesi açıkça faşistlik damgası yemekten kurtulamamıştır.
Emperyalizmin neo-liberal Truva atları ulusal olan her şeyi faşistlikle
suçlamayı adet haline getirdikleri için, bir milli devletin ordusu olan Türk Silahlı
Kuvvetlerini güç peşinde koşan bir faşist örgüt olarak nitelemekten kaçınmamışlardır.
Türk halkı hiç de alışık olmadığı böylesine olumsuz bir terslikten fazlasıyla
rahatsız olmuş ve eskisi gibi güvenilir bir devletin çatısı altında yaşayabilmenin
yollarını aramağa başlamıştır.
Soğuk Savaş sonrası dönemde dünyanın
batılı merkezlerden zorlanan yanlış bir küreselleşmeye teslim edilmek istenmesi
beraberinde birçok sorunu da gündeme getirmiştir. Bu doğrultuda soğuk savaşın
gergin ortamında yaşanan birçok hukuk dışı olay ordulara mal edilmiş ve zaman
içerisinde soğuk savaş senaryoları tartışılırken, savaş koşullarının acımasız
gerçekleri teker teker dünya kamuoyu önüne çıkarılarak tartışılmış ve özellikle
insanlık dışı zulüm ve benzeri haksız şiddet olayları dünya kamuoyu önünde
insanlığın getirdiği vicdan düzeyi doğrultusunda yargılanmıştır. Bu gün Türk
ordusu da benzeri bir süreçten geçmeye mahkûm edilmekte, emperyalist
devletlerin hegemonyacı ordularının işledikleri suçlar görmezden gelinirken
Türkiye gibi mazlum ve mağdur olmuş ülkelerin askeri yapılarının tartışma
alanına getirilmesinin bir açıklaması olması gerekmektedir. Birinci Dünya Savaşında,
İngiliz ve Fransız işgalci ordularının ordularının, İkinci Dünya Savaşında
Alman, Rus ve Amerikan ordularının yaptığı insanlık dışı saldırılar ve mazlum
ülkeler ve toplumlar üzerine kasıtlı bir biçimde yönlendirilen cinayet
girişimleri milyonlarca suçsuz ve masum insanın katledilmesine neden olmuştur.
Özellikle batı dünyasının kendi iç hesaplaşmasının ürünü olan iki büyük dünya
savaşı her açıdan üzerinde durulması gereken dersler ile doludur. Bugünün ileri
batı ülkeleri böylesine insanlık dışı aşamalardan geçerek günümüzde uygar ve
ileri bir düzeye gelebilmişlerdir. Şimdi bu batılı ülkeler, eskisi gibi dünya
hegemonyalarını yeni yüzyılda da sürdürebilmek üzere küreselleşme görünümü
altında eski siyasal oyunlarına devam etmektedirler. Kendi kirli siyasal
geçmişlerini unutarak ya da bir yana bırakarak, dünyanın diğer ülkelerine
küreselleşme görünümü altında güler yüzlü bir emperyalizm ile saldırırlarken,
kendi geçmişlerinde yaşadıkları olumsuz olayları ya da gelişmeleri bugünün
dünyasında ayakta kalmaya çalışan çeşitli dünya ülkelerinin devletleri ve
silahlı kuvvetleri üzerine yönlendirerek hegemonyacı tavırlarını geliştirerek
öne çıkarmaktadırlar. Bir anlamda soğuk savaş dönemindeki suçlarının acısını
bugünün ulus devletlerinden çıkarmak ve bu doğrultuda da direnen ulus
devletlerin ordularını yargılamak gibi bir eğilimi de kasıtlı bir biçimde
baskıyla uygulama alanına getirmeye çalışmaktadırlar. Bu doğrultuda dünya
ülkelerindeki işbirlikçi liberal ve dinci kadroları bir ulus devlet ve ulusal
ordu karşıtlığında sistematik bir plan doğrultusunda kullanmaktadırlar.
Batı merkezli beş hegemonya projesi
dünyanın orta alanlarının Atlantik emperyalizmi ve İsrail Siyonizm’i tarafından
ele geçirilmesini hedeflediği içi, bu bölgenin merkezi ülkesi olan Türkiye
Cumhuriyeti her yönü ile hem emperyalizmin hem de Siyonizm’in hedef tahtasına
oturtulmuştur. Yenidünya düzeni adı altında yeryüzü halklarını kandıran güler
yüzlü emperyalizm, beş kıtayı ele geçirme doğrultusunda girişimlerini dış
baskılar ve iç işbirlikçilikleri aracılığı ile yürütürken, ulus devletlerin
tasfiyesini ana amaç olarak belirlemiştir. Bu nedenle, her ulus devletin temel
gücü olan askeri yapılanmaların hem tasfiyesi hem de içeriden işbirlikçi
kadrolar aracılığı ile ele geçirilmeleri gündeme gelmiştir. Günümüzün
ordularının arkasında devletler olduğu için, küresel düzeydeki ulus devletler arasındaki
çekişmelerde zayıf devletleri geride bırakmak isteyen emperyal güçler doğrudan
orduları hedef alarak, ulus devletlerin silahlı güçlerini ortadan kaldırmayı
planlamıştır. Silahlı güçlerin tasfiyesi ile ulus devletleri daha kolay ortadan
kaldıracağını hesaplayan emperyal merkezler bu doğrultuda ordu ve asker karşıtı
eşitli senaryoları devreye sokmuşlar, küresel sermayenin kontrolü altındaki
medya ve basın araçlarını yetiştirdikleri işbirlikçi kadrolar aracılığı ile bu
doğrultuda kullanmışlardır. Bazı ülkelerde komutanlar üzerinden, diğerlerinde
ise soğuk savaş döneminden kalma çeşitli olayların gündeme getirilmesiyle başlatılan
yıpratma kampanyaları ile ulus devletlerin maddi gücünü oluşturan silahlı
kuvvetlerin tasfiyesine giden yol açılmıştır. Bazen sözlerini dinlemeyen kendi
adamlarını ya da baskılarına karşı koyan genelkurmay başkanlarını devletlerini
işgal ederek alıp götürebilmişlerdir. Bu açıdan Panama devlet başkanı ve genelkurmay
başkanı Noriega açık bir örnektir. Bütün dünya kamuoyunu Romanya’ya
yönlendirerek Çavuşesku’yu kışkırttıkları bir halk hareketi ile görevden indirirken,
sessizce Panama devletini işgal ederek genelkurmay başkanını alıp
götürebilmişlerdir. İstedikleri gibi olaylar yaratarak, dünya devletlerine
yönelik işgal, saldırı ve her türlü üstünlük oyunlarını sergilemekten
çekinmeyen emperyal güçler benzeri operasyonları Asya ve Afrika kıtalarının
çeşitli ülkelerinde birbirini izleyen bir doğrultuda bugüne kadar sürdürmüşlerdir.
Irak işgali sırasında, bu ülkenin direnen devlet başkanı Saddam Hüseyin’in bir
askeri mahkemede göstermelik yargılanmasından sonra asılması olayı daha
zihinlerdeki canlılığını korumaktadır. Benzeri birçok olay dünya ülkelerinin
işgali ve saldırıya uğramasıyla Asya ve Afrika kıtalarının çeşitli bölgelerinde
görülmüştür. Bugün de Pakistan ve Afganistan hattında yaşanan olaylara
bakılırsa yeni olumsuz örnekleri görmek mümkündür.
Dünya savaşları sonrasında gündeme
gelen iki kutuplu siyasal yapılanmanın etkisiyle kutup başı devletler
kendilerine bağımlı olan ülkelerin içlerine girmişler ve askeri yardım görünümü
altında tüm ülkelerin içerisinde kendirine bağımlı yapılar oluşturmuşlardır.
Özellikle askeri alanda son derece ileri bağımlı düzenler oluşturulunca,
kutuplara dahil olan ülkelerin orduları da kutup merkezi devletlere yakından
bağımlı bir noktaya gelmiştir. Dönemin özel koşullarını iyi kullanmasını bilen
batı emperyalizmi karşı kutbu bahane ederek dünya ülkelerine yerleşmiş ve
askeri yardımlar üzerinden de bağımlılık ilişkisini sürdürerek etkinliğini
geliştirmiştir. Kendi yetiştirdiği bazı askerleri de işine geldiği aşamalarda
kendine bağımlı askeri rejimler in oluşturulmasında kullanmıştır. Ne var ki,
karşı kutbu ciddi bir kuşatma altına alarak dağıttıktan sonra, bu kez daha
geniş bir hegemonya arayışına girilmiştir. Yeni dönemde ise batı emperyalizmi açıkça
ulus devletleri hedef aldığı için, geçmişte kendisine bağımlı kıldığı ulusal
orduları da bu doğrultuda yapı değişikliğine zorlamağa başlamıştır. Özellikle
Amerikan emperyalizmi soğuk savaş döneminde kendisine hizmet etmesi için oluşturduğu
çekirdek ordu ya da kontrgerilla yapılanmalarının tasfiyesini gündeme getirerek,
yeni dönemde bu eski yapıların kendisine karşı çıkmasını ya da direnmesini
önlemek istemiştir. Demokrasi görünümünde geliştirilen yeni küresel emperyalizm
oyunları, ulus devletler ile beraber ulusal orduların da ortadan kaldırılmasını
gündeme getirmiştir. Bu amaçla özel ordu, profesyonel ordu ya da sivil güvenlik
birlikleri gibi değişik alternatif örgütlenmeler ortaya çıkarılmıştır. Ayrıca kapitalizmin
ruhuna ve yapısına uygun düşen bir doğrultuda özel güvenlik şirketlerinin
kurulmağa başlandığı görülmüştür. Şirketler büyürken, devletlerin küçültülmesi
amaçlandığı için devletlerin sırtındaki çeşitli misyonlar teker teker devralınarak
başkâtip örgütlenmeler aracılığı ile güvenlik ihtiyacı karşılanmağa
çalışılmıştır. Türkiye’de de emekli subayların yönetiminde binden fazla özel
güvenlik şirketi kurulurken asker sayısının azaltılması konuşulmağa
başlanmıştır. Sömürge döneminin lejyoner ordusu özleminde olan batılı
emperyalistler, ulus devlet ordularını küçülterek birer güvenlik birimi olarak
kendilerine sağlamağa çalışmışlar ve bu doğrultuda ülkeleri giderek artan bir
dozda zorlamışlardır. Türkiye’de de buna benzer gelişmeler NATO üyeliği
statüsünden yararlanılarak, İsrail’in çıkarları doğrultusunda ABD gücü
aracılığı ile yönlendirilmeye çalışılmıştır. Böylesine bir değişim baskısına
direnen TSK gibi ulus devlet ordularına karşı ise her türlü yıpratma ve zora
sürükleme senaryolarının zaman içerisinde devreye sokulduğu görülmüştür.
Sovyetler Birliğinin dağılması üzerine,
Amerikan güçlerinin yarattığı provokasyonlar aracılığı ile ABD ordusu Orta
Doğu’ya gelerek savaşmaya başlamıştır. Siyonizm’in kontrolü altındaki ABD
yönetimi İsrail’in çıkarları doğrultusunda bölge devletlerinin işgaline ve
savaşlar yolu ile tasfiye edilmelerine yöneldiği aşamada, Türk ordusu haksız
bir savaş olan Irak savaşına girmemiştir. Beş yıllık bir işgal savaşından sonra
Irak’ı parçalayan ABD ordusu yeni dönemde Siyonist lobilerin İran’a yönlendirmesiyle
ikinci bir savaşa hazırlanmaktadır. Gene yalanlar ve sahtekârlıklar üzerine
kurulu senaryolar üzerinden bir ikinci haksız savaşa girmekte olan ABD’nin bu
macerasına Türk ordusu tıpkı birinci savaş olan Irak’ta olduğu gibi girmemek
için direnmektedir. Türk Silahlı Kuvvetleri devletin kurucusu Atatürk’ün ortaya
koyduğu gibi İran ve Rusya gibi büyük devletler ile savaşmamaya yönelik bir
askeri strateji izlemektedir. Atatürk’ün bölge ağırlıklı dış politikasında Türk
devleti, İran ile ortaklık ve Rusya ile
dostluk esasına dayanan bir doğrultuda hareket ettiği için, kesinlikle İran ile
savaşmayacaktır. Siyonizm’in merkezi bölge egemenliği için Irak’tan sonra
İran’ı tepelemek istemesi ve bu doğrultuda Türkiye’yi içeriden ele geçirerek
üçüncü dünya savaşının içine çekmek istemesine tüm devlet makamları gibi Türk
ordusu da karşı çıkmaktadır. Bu nedenle hem Amerika Birleşik Devletlerinin hem
de İsrail’in kızmasına ve tepki olarak bu iki devletin Türkiye’de çeşitli
senaryolar ile Türk silahlı Kuvvetlerini karşısına almasına, bu büyük gücün
kuvvetinin kırılmak istenmesine, kamuoyu önünde geçmişte kalmış soğuk savaş
döneminin olayları ile yıpratılmak istenmesine giden yol açılmakta ve Türkiye
her gün benzeri bir senaryo ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Düşmana yönelik direnme için örgütlenmiş olan Türk
Silahlı Kuvvetlerinin resmen müttefik ülkeler tarafından hedef alınması,dost
ülkelerin saldırıları ile karşı karşıya bırakılması Türk halkını olduğu kadar genel kurmayı da üzmüş ve zor durumlarda bırakmıştır. Anayasa
ve yasalar çerçevesinde hareket etmeğe çok dikkat eden TSK’nın, teknolojik
üstünlüğün kullanıldığı çeşitli senaryolar ile karşı karşıya bırakılması, çevrede
savaş koşulları hızla tırmanırken bir iç çekişmeye alet olmasına yol açmıştır.
Suç olan her girişimin dışında kalmağa dikkat eden Türk ordusunun bir suç
örgütü gibi gösterilmek istenmesi, artık emperyal çıkarlar için kullanılamayan
Türk ordusunun tümüyle tasfiyesine giden yolda yeni bir aşama olmuştur. ABD ve İsrail
ikilisi, savaşlarda kullanamadığı Türk ordusuna kamuoyu üzerinden ders vermeye
ve vurmaya çalışırken, ordunun kendini korumak istemesi işbirlikçi basın
organlarında faşistlik olarak suçlanabilmiştir. Devletin ve ordunun beraberce
ulusal yapısını korumak istemesine emperyalizm ve Siyonizm sürekli saldırılar
üzerinden izin vermek istememiştir.
Tam bu aşamada Türkiye’de NATO konusu
tartışılmaya başlanmış, Varşova Paktının saldırı ihtimali üzerine bir savunma
örgütü olarak kurulmuş olan bu yapılanmanın, Varşova Paktı ile beraber kalkması
gerekirken, küresel emperyalizm döneminde tam anlamıyla bir hegemonya ve
saldırı örgütüne dönüşmesi ve ABD ile İsrail ikilisinin bu askeri örgütü
Avrasya kıtasını ele geçirmek üzere kullanmaya çalışması, İsrail’in peşine
takılıp giden ABD’nin bu isteklerine karşı Avrupa ülkelerinin direnmesi üzerine
NATO artık tartışılan bir hegemonya örgütü konumuna gelmiştir. Türkiye’yi
bölmek isteyen etnik teröre karşı NATO Türkiye’yi korumamış aksine, NATO ülkeleri
bölücü teröre açıktan destek vermişlerdir. Türkiye’ye geri zekâlı ülke
muamelesi yapmağa çalışan batılı dost görünümlü ülkeler, Türkiye’yi soğuk savaş
döneminde kullanamadıkları için çok kızarak, bunun acısını Türk Silahlı
Kuvvetleri üzerinden çıkarmağa çalışmışlardır. Türk Silahlı Kuvvetleri bu
aşamada hem bölgedeki savaş gelişmelerine karşı hazırlıklar yapmak hem de dost
ülkeler tarafından sırttan hançerlenmek girişimlerine karşı önlemler almak
durumunda kalmıştır. Bu aşamada Cumhurbaşkanı olmak ya da Boğaz kenarında yalı
sahibi olmak isteyen bazı üst düzey
yöneticilerin orduda öne çıkarıldığı ve bunlar üzerinden Türk Silahlı Kuvvetlerinin Türk kamuoyu
önünde yıpratılmaya çalışıldığı gözlemlenmiştir. Ne var ki, bu gibi içeriden
bölme girişimlerine karşı gene de TSK’nın birlik ve bütünlüğünü sonuna kadar koruyarak
direndiği ve devletin kurucusu Atatürk’ün çizdiği yoldan ayrılmadığı görülmüştür.
Türkiye’nin askeri gücünü azaltmak ve savaş koşullarında Türkiye’yi istedikleri
gibi kullanabilmek için çeşitli girişimleri sonuna kadar sürdüren
emperyalistlerin bütün oyunlarına karşı kahraman Türk ordusunun kaya gibi
sağlam durduğu açıkça görülmüştür. Irak savaşının getirdiği dersleri iyi değerlendiren
Türk Silahlı Kuvvetlerinin artık NATO üzerinden baskılarla değil ama Türkiye Cumhuriyetinin
ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceği iyice ortaya çıkmıştır. Amerikan
ve İsrail çıkarları doğrultusunda geliştirilen saha dışı hegemonya arayışı NATO
gibi bir savunma örgütünü bir saldırı ve işgal ordusuna dönüştürdüğü için
Avrupa ülkeleriyle beraber Türkiye’de daha dikkatli davranmağa başlamış ve
küresel emperyalizm yerine Türk devletinin ve halkının ulusal çıkarlarına
öncelik vermeğe başlamıştır. Artık ittifaklar uğruna zayıflatılan bir devlet ya
da ordu değil ama yeniden güçlenmekte olan Türkiye için güçlü devlet ve güçlü
ordu döneminin gelmeğe başladığı görülmektedir.
Dünyanın hiç bir ülkesinde devletsiz bir
ordu yoktur. Devleti olmayan bir askeri birlik kurulmaya başlandığında,
Türkiye’deki etnik bölücü kuruluş gibi bir isyan yada ayaklanma söz konusu
olmaktadır. Her devletin sınırları içerisinde tek ve merkezi bir güç olarak
ulusal ordular bulunmaktadır. Bu doğrultuda dünyanın her ülkesinde ordular
kendi devletlerine yakından bağlıdırlar. Her ordu bu nedenle kendi güvenliği
için devletlerin varlığı ve iyi yönetimi ile yakından ilgilidir. Eğer bir
devlette çözülme varsa, devlet yabancı güçler tarafından içeriden ele
geçirilerek çökertilme noktasına getirilmişse, o zaman böyle bir duruma
orduların seyirci kalması düşünülemez çünkü her ordunun varlığını koruyabilmesi
için bağlı olduğu devletin iyi ve sağlam ellerde olması gerekmektedir. Ancak bu
yoldan devletler ile orduların varlığı korunabilmektedir. Devleti olmayan ya da
ortadan kalkan bir ordu, tarihte birçok
ülkede örnekleri görüldüğü gibi bir çapulcu birliği olmaktan öteye gidemeyecektir.
Bu nedenle her ordu ülke ve kendi güvenliği açısından bağlı olduğu devleti
yakından izlemek ve devlet düzenindeki olumsuz değişmelere karşı önlemler almak
durumundadır. Tamamen savunma amaçlı böylesine bir ilginin, liberal çevreler
tarafından hemen faşistlikle suçlanması, küresel sermaye ile bağlantılı çalışan
bu işbirlikçi kadroların tekelci şirketlerin dünya egemenliğini sağlama
doğrultusunda ulus devletleri ortadan kaldırma girişimleri olarak ortaya
çıktığı anlaşılmaktadır. Liberal çevrelerin dış bağlantıları ve sermaye
şirketleri ile yakınlıkları, ulus devletler arasında oynanmakta olan büyük
oyunun gelişmesinde ulus devletleri devre dışı bırakmak üzere etkili olduğu
görülmektedir. Batının emperyal devletleri kendi ordularını korurken ve
güçlendirirken, batı dünyasının dışında kalan ülkeleri ele geçirme
doğrultusunda bu ülkelerin askeri güçlerini kısıtlamak üzere ulusal orduların
ortadan kaldırılmaya çalışıldığı, bunların yerine sermaye çevrelerinin denetimi
altındaki özel ya da profesyonel orduların getirilmek istendiği görülmektedir. Türkiye’de
benzeri tartışmaların dışa bağımlı medya üzerinden başlatılmasıyla beraber
ulusal ordunun yıpratılması kampanyalarına hız verilmiştir. Ulus devletler ortadan
kaldırılmak istenirken, Türkiye Cumhuriyeti ulus devleti yerine bir bölgesel federasyonun
batı egemenliğinde kurulmaya çalışılması aşamasında, Türk ordusu küçültülerek
tasfiye edilmeye çalışılmaktadır. Bütün bu gibi girişimlere karşı, TSK’nın
“Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “ girişimi doğru bir adım olarak görülmektedir. Dosta
ve düşmana Türkiye’nin güçlü bir devlet ve ordu olmaktan vazgeçmeyeceği ve
diğer ulus devletler gibi devletler arasında oynanmakta olan büyük oyunda kendi
gücü ile ulusal çıkarları doğrultusunda hareket edeceği, açıkca ortaya
konulmaktadır. Liberallerin hemen ordunun devlete olan ilgisini faşizm ya da
darbecilik olarak göstermeye çalışması, uluslar arası kapitalist sistemin
sahibi olan tekelci şirketlerin önünü açmak içindir. Bütün tekelci şirketler dünya
ülkelerine egemen olurken ulus devletlerin direnmesiyle karşılaşmak istememekte
ve bu nedenle ulus devletlerin en büyük gücü olan ulusal orduların ortadan
kaldırılması için çeşitli girişimlerde bulunmaktadırlar. Ordusunun gücü kırılan
devletler giderek küçülecek ve birer sömürge yönetimi olarak, tekelci
şirketlerin denetimi altında hareket edeceklerdir.
Türkiye’nin son aylarda yaşadığı
asker sivil arasındaki gerginliklerde sürekli olarak liberal basının bir asker
sorunundan söz etmesi ve ama medyanın dışa bağımlılığını görmezden gelmesi
ciddi bir çelişki olarak öne çıkmaktadır. Kendi dışa bağımlılıklarını gizleme
noktasında ulus devletin bağımsız davranmasını sağlayabilecek derecede güçlü
bir ordunun ülke sorunlarıyla ilgilenmesine karşı çıkılmaktadır. Küresel
sermaye ve onun yerli işbirlikçileri Türkiye’nin ülke ve devlet sorunlarıyla
nasıl yakından ilgilenme hakkını kendilerinde görüyorlarsa, Türk ulusunun ve
Türkiye’yi temsil eden bütün kişi ve kurumlar da Türkiye’nin meseleleriyle
yakından ilgileneceklerdir. Türk devletinin bütün birimleri ve güvenlik
kuruluşlarının ilgi gösterdikleri kadar Türk ordusunun da ülke sorunlarıyla yakından
ilgilenme hakkı bulunmaktadır. Türkiye cumhuriyeti anayasa ve yasaları
doğrultusunda hareket eden bütün ülke kurumları gibi Türk Silahlı Kuvvetleri de
ülke güvenliği ve kamu düzeni ile ilgili konularda üzerine düşen görevleri
yerine getirmek zorundadır. Dünyanın merkezi coğrafyasında belirli bir devlet
düzeni çatısı altında yaşayabilmenin gerektirdiği kamu düzeni her türlü tehdit
ve savaş tehlikesine karşı korunacak ve geleceğe dönük olarak geliştirilecektir.
Bütün bunlar için Türkiye’nin güçlü kamu kurumlarına ve orduya ihtiyacı
bulunmaktadır. Türkiye Cumhuriyetinin güçlü bir devlet olarak varlığını
sürdürebilmesi de güçlü bir askeri yapılanmaktan geçmektedir. O nedenle güçlü
Türkiye ve güçlü ordu birbirinden ayrılamayacak derece bağımlı kavramlardır.
Devlet güçlü olursa orduda bu doğrultuda güçlenir. Ordu güçlü olursa o zaman
uluslar arası alandaki devletlerarası büyük oyunda Türkiye Cumhuriyeti daha iyi
ve güçlü bir konuma sahip olabilecektir. Türkiye’nin bulunduğu topraklar
üzerinde başka devletler kurmak isteyenler, hem Türk devletine hem de Türk
ordusuna k arşı bu nedenle çeşitli manevralara kalkışmaktadırlar.
Bütün ulus devletler ulusal güç
unsurlarının birleşimine dayanmaktadır. Bir ülkedeki ulusal yapılanmanın
unsurları birer devlet faktörü olarak ele alındığı zaman ulusal kültür, ulusal ekonomi,
ulusal toplum, ulusal bilim, ulusal yargı ile beraber ulusal ordu da önde gelen
bir yere sahip olmaktadır. Bir ulus devlet böylesine ulusal güç faktörlerinin
birleşiminden meydana gelmektedir. Ulus devletler böylesine ulusal güç
faktörlerinin bir araya getirilmesine ve birlikte ele alınarak bir güçlü ulus
devlet oluşturulmasına bağlıdırlar. Ulus devletlerin kuruluş aşamasında olduğu
gibi daha sonraki aşamada varlıklarını sürdürme sürecinde de, benzeri biçimde
ulusal güç faktörlerinin bir araya gelmesi ve üniter bir yapı içerisinde
oluşturulacak birliktelikleriyle ulus devletin geleceğe dönük ilerlemesi
sağlanabilmektedir. Bu nedenle ulus devlet bütünüyle ulusal güç faktörlerinin
varlığına ve birlikteliğine bağımlı bulunmaktadır. İşte bu nedenle ulus devlet
ile beraber ulusal ordunun varlığında kaçınılmazdır. O zaman “Güçlü Türkiye–Güçlü
Ordu“ sloganı anlam kazanmakta ve Türk ulusuna yön göstermektedir. Dünyanın
merkezi coğrafyasında tarih sahnesin çıkmış olan Türk ulusunun varlığını
koruyabilmesi ve yoluna devam edebilmesi için güçlü ordu ve güçlü devlet
kaçınılmazdır. Türk Silahlı Kuvvetleri “Güçlü Türkiye-Güçlü Ordu “ sloganı ile
bu gerçeği dosta ve düşmana kısaca herkese anlatmak istemiştir. Bu davranış
liberallerin söylediği gibi faşizm değil ama tam anlamıyla bir ulusal
savunmadır. Tıpkı ulusal kurtuluş savaşı günlerinde olduğu gibi, uluslar arası emperyalizmin
yok etmek için saldırdığı Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu, yeni bir ulusal
kurtuluş mücadelesini güçlü devleti ve ordusu ile beraberce verecektir.
Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder