21 Haziran 2019 Cuma

1919’dan 2019’a: Manzara-i umumiye - Prof. Dr. Anıl Çeçen

1919’dan 2019’a: Manzara-i umumiye

Büyük Atatürk tarihe mal olmuş ünlü Söylev’inde, emperyalizme karşı milli mücadele hareketini başlatılacağı Samsun’a ayak bastığı günü anlatırken ve yüz yıl öncesinin dünyasında ortaya çıkmış olan genel durumu ve o günün siyasal konjonktürünü ele alırken, o dönemin diline uygun bir biçimde “manzara-i umumiye” kavramını kullanmıştır. Biz de onun izinden giderek ve bu kavramın çatısı altından dünyaya bakarak, milli mücadelenin başladığı dönemin koşulları ile bugünün dünyasında yaşanan sorunları birlikte ele alarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ve varlığını sürdürmesi açısından değerlendirmeye çalışacağız.

19 Mayıs 1919, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün, bir grup arkadaşı ile birlikte Samsun’a gelerek ulusal kurtuluş savaşını başlatmış olduğu tarihtir. Bu nedenle Cumhuriyet rejiminin getirmiş olduğu resmi bayramlar içinde bu tarih yerini almış ve her sene “Gençlik ve Spor Bayramı” olarak kutlanmıştır. Atatürk, 23 Nisan günü Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni açarak bu tarihi “Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı” adı altında geleceğin Cumhuriyet kuşaklarını oluşturacak Türk çocuklarına armağan ederken, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın Samsun’a ayak basılmasıyla başlaması üzerine, 19 Mayıs tarihini de ulusal kurtuluşun tarihi olarak Türk gençliğine armağan etmiştir.

Ulusal kurtuluşun bir savaşa dayandığı ve ancak gençlerin bu mücadeleyi yürütme gücünün bulunduğu inancı, 19 Mayıs tarihinin gençlik bayramı olmasını sağlamıştır. Çağdaş bir Cumhuriyet devleti kurarak, geleceğin modern dünyasında onurlu bir ülke olarak yer almayı ana hedef olarak belirleyen kurucu önder Atatürk, geleceğin Cumhuriyet kuşaklarını yetiştirme doğrultusunda Türk çocukları ile birlikte Türk gençliğine de hak ettikleri yeri verebilmek amacıyla Türk ulusunun geleceğini temsil eden her iki toplum kesimine birer resmi bayram armağan etmiştir. 

Mustafa Kemal, TBMM’de okumuş olduğu Büyük Söylev’inin giriş kısmında o günün dünyasını genel bir bakış açısıyla değerlendirirken ve Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı sonucunda yenilmiş olması yüzünden bütün ülkenin ve toplumun büyük bir çöküntüye sürüklenmiş olduğunu ifade ederken, Osmanlı ordusunun bu durumda yenilgiyi kabul ederek teslim olduğunu, birinci madde olarak belirtmiştir.

Dünya savaşının uzun sürmesi nedeniyle bütün savaşan ülkeler çökerken, Osmanlı Devleti bu durumda biterek teslim olmuştur. Ordunun elinden silah ve cephanesi alındığı için savaşa devam etme şansı kalmamış ve bu aşamada Osmanlı Devleti her yönü ile teslim olmuştur. Savaşı kazanan devletlerin askeri birlikleri bu durumda Osmanlı Devleti’nin merkezi olan İstanbul’a girerek devlete el koyuyorlar ve askeri birlikleri aracılığı ile de ülkenin her tarafını işgal ediyorlardı.

İngiliz, Fransız, İtalyan ve Yunan askeri birlikleri, Sevr haritası doğrultusunda ülkenin çeşitli bölgelerini işgal ederek, bitmiş olan imparatorluk sonrasında Osmanlı hinterlandını ele geçirerek, kendilerine bağımlı olacak geleceğin küçük sömürge devletçiklerini oluşturuyorlardı.

Hristiyan Roma ve Bizans imparatorlukları sonrasında bunların toprakları üzerinde bir Müslüman devlete izin vermek istemeyen Avrupalı emperyalistler, Ermeni ve Rum patrikhaneleri ile işbirliği yaparak, Osmanlı Devleti sonrasında Avrupa kıtası ile bir Hristiyan birlikteliği içinde yer alacak gayrimüslim devletler federasyonunun önünü açmaya çalışıyorlardı.

Ülkenin her tarafını sarmış bulunan işgal hareketlerine karşı eski Osmanlı ahalisi direnirken, Avrupa’nın önde gelen ulus devletlerine yönelik bir var olma savaşı veren Osmanlı ahalisi de, savaş koşulları içinde ulusal egemenliğini yeniden tesis etmek için çabalarken, Batılı ulus devletlerin toplumları gibi yeni bir uluslaşma sürecine giriyorlardı. Bir yanda, hemen hemen her şehir merkezinde halkın önde gelen tahsilli kesimleri Müdafaa-i Hukuk kongreleri yaparak örgütleniyorlardı.

Ayrıca, ülkenin doğusunda Lazistan, Kürdistan ve Ermenistan gibi devletlerin Batı’nın denetiminde kurulması için, Batılı emperyalist güçler Anadolu halkı içinde örgütlenerek emperyalist girişimlerini geleceğe dönük bir biçimde kurumlaştırmaya çaba gösteriyorlardı. Böylesine büyük bir saldırı karşısında kalan Osmanlı toplumu, bu durumda kendini kurtarmak üzere ulusal kurtuluş mücadelesine kalkışıyordu.

İstanbul’daki devletin çökmesi üzerine ortaya çıkan işgal ve saldırı girişimlerini durduracak bir kamu otoritesi kalmadığı için, halk kitleleri hem kendilerini kurtarmak hem de merkezi idarenin ortadan kalkması nedeniyle yerel yönetimler aracılığı ile halk kitlelerinin gereksinmelerinin karşılanabilmesi için bir arayış içine giriyorlardı. Yerel kongreler aracılığı ile bir araya gelen halk kitleleri emperyal saldırı ve işgallere karşı direnirken, aynı zamanda ülke ve halkın gereksinmelerinin karşılanabilmesi doğrultusunda yerel yönetimler üzerinden ulusal alanda yeni bir yapılanma gündeme geliyordu.

Karadeniz bölgesinde Rum Pontus yapılanması yeni bir alt kimlikçi devlet girişimi olarak öne çıkarken, imparatorluk merkezi İstanbul’da da Vatikan destekli bir yeni Bizans projesi ile birlikte milli varlığa düşman çizgide azınlık oluşumları Batılı ülkelerin destekleri ile ortaya çıkıyordu. Devletin çöküşü sonrasında gündeme gelen alt kimlikli oluşumlar, tıpkı Balkanlar’da olduğu gibi küçük sömürge devletlerini Anadolu yarımadası üzerinde tesis etmek için uğraşıyorlardı.

Yukarıdaki konuları sırasıyla Söylev’inde anlatan Atatürk, bu kadar olumsuz koşulların bir araya geldiği bu olumsuz sahne karşısında tek bir karar verilebileceğini gördüğünü ve bu zor koşullar altında ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız yeni bir Türk Devleti kurmak sayesinde, Türk ulusunun tarih sahnesinden silinmek durumundan kurtulabileceğini açıkça ifade etmiştir. İmparatorluğun çeşitli cephelerinde savaşan Atatürk bu amaçla İstanbul’a gelmiş ve burada devletin içinden gelen kadrolar ile birlikte çalışmalar yaparak, altı aylık bir hazırlık döneminden sonra bir grup arkadaşı ile birlikte yola çıkarak Samsun kentinde Anadolu yarımadasına ayak basmıştır.

Türk ulusunun onurlu bir halk olarak bağımsızlıktan uzaklaşma biçiminde hiçbir emperyal güce uşaklık yapması düşünülemezdi. Atatürk'e göre bu kadar olumsuz durumda, Türk ulusunun bağımsızlık ya da ölüm arasında bir tercih yapması gerekiyordu. Emperyal saldırı ve işgal girişimlerine karşı bir ulusal kurtuluş savaşı verilmesi zorunluydu. Böylesine bir kurtuluş yolunun uygulamaya geçirilebilmesi için de, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın planlanarak uygulamaya geçirilmesi gerekiyordu.

Atatürk bu düşüncelerini bir milli sır olarak kafasının içinde korurken, diğer yandan da geride kalan Osmanlı ordusu ile yakın ilişkilere girerek, ulusal kurtuluş savaşının planlarını devreye sokuyordu. Telgraf sistemi aracılığı ile bütün yurt ile temasa geçen Atatürk, bütün ülkeye ve dünyaya duyurduğu Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı başlatmak üzere Samsun’a geliyordu.

Kongrelere katılan halk temsilcilerinin desteklemeleriyle ülkenin birçok köşesinde açık hava toplantıları yapılıyor ve mitingler düzenleniyordu. Bu yoldan halk kitlelerinin desteğini de arkasına alan Mustafa Kemal, arkada kalan ordu ile birlikte halk kitlelerini bir araya getirerek ulusal kurtuluşun öncülüğünü yapıyordu.

19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıkan Mustafa Kemal, kendisini Atatürk olmaya sürükleyecek olan ulusal kurtuluş mücadelesine yöneliyordu. Düvel-i Muazzama denilen en büyük emperyalist devletlere karşı savaş açan Anadolu ve Rumeli halkı, kurtarıcısının açtığı şemsiyenin altında toplanarak zorlu bir var olma savaşına kalkışıyordu.

Türkleri dünya haritasından silmek üzere yola çıkmış olan Batı'nın büyük emperyalistlerine karşı, mazlum ulusların temsilcisi olarak Türk halkı ayağa kalkarak bir ders veriyor ve hiçbir biçimde teslim olmayarak bağımsız yaşama hakkını yeni bir devletin çatısı altında güvence altına alıyordu. Böylece dünya egemenlerinin hazırladığı merkezi coğrafyaya yönelik hegemonya planlarının hepsi iflas ediyor ve işgal girişimleri sonuçsuz kalıyordu. Böylece Türk ulusunun bağımsız bir devlet çatısı altında tarih sahnesine çıkmasını sağlayan ulusal kurtuluşa giden yol açılıyordu.

19 Mayıs tarihinden 100 yıl sonra bu kez bağımsız devletimizin başkenti Ankara’dan dünyaya baktığımız zaman, tıpkı Birinci Dünya Savaşı öncesine benzer olumsuz bir durumun ortaya çıktığı görülmektedir. Merkezi alandaki büyük devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü gündeme gelince, Batı’nın önde gelen emperyal devletleri, eski Osmanlı bölgelerini ele geçirmek için saldırarak ve işgale kalkışarak dünya tarihinin ilk cihan savaşını çıkartmışlardır.

Dün batı emperyalizminin önde gelen ikilisi İngiltere ve Fransa bölgeye gelirken, bugün de onların uzantısı olarak Amerika ve İsrail ikilisi merkezi alanda kendi hegemonya düzenlerini oluşturabilmek için, bölgedeki bütün devletleri terör yolu ile parçalamaya çalışmaktadırlar. Yüz yıl önce imparatorlukları çökerten emperyalizm bugün de ulus devletleri parçalamaya yönelmektedir.

Avrupa kıtasında 25 bölge kendi başkentlerine bağlı olmaktan çıkarak, alt kimlikçilik yolundan, ayrı devlet olmaya doğru demokratik rejim içerisinde yönlendirilirken, batı tipi demokratik rejimden uzak kalan Ortadoğu bölgesinde bu parçalanma süreci, terör örgütleri üzerinden yönlendirilen bölgesel savaşlar aracılığı ile gerçekleştirilmeye çalışılmaktadır.

Emperyalizmin merkezi alandaki devletlere tekrar saldırması ve parçalayarak kendine bağlı daha küçük sömürge devletçikleri oluşturmaya yönelmeleri açısından, yüz yıl önceki durum ile büyük bir benzerlik bulunmaktadır. Terör, saldırı ve işgal yöntemleri ile Ortadoğu bölgesinde de gene yirmi civarında eyalet devleti kurarak, kendi kontrolleri altında bir yeni sömürgeci yapılanmayı Batı hegemonyasının sürdürülmesi doğrultusunda gerçekleştirmeye çalışmaktadırlar. 

Bugün küresel sermaye bütün dünyayı gizli aile şirketlerinin ve sermayenin kontrolleri altında eyaletleştirmeye doğru sürüklerken, Atatürk’ün Samsun’dan yaptığı değerlendirmenin günümüz koşullarında antiemperyalist bir savaş sonucunda kurulmuş olan bir halk cumhuriyetinin merkezi olarak, başkent Ankara’dan yapılması gerekmektedir.

Ortadoğu cephesinde savaş sürüp giderken, bu kez de Balkanlar, Kafkaslar, Afrika, Akdeniz ve Karadeniz bölgelerinde, bölgeleri yeniden parçalayarak tekelci şirketlerin denetimine vermek isteyen emperyalistler, Lozan Antlaşması ile merkezi alanda kurulmuş olan devletler düzenini ortadan kaldırmaya çaba göstermektedirler.

Günümüzde 100 yıl önceki emperyalizmin daha da büyüyerek canavarlaştığı, insanlığı bir kıskaç içine alacak derecede tehlikeli bir baskı unsuru haline geldiği görülmektedir. Yirminci yüzyılda sosyalist sistemin varlığından yararlanan Batı emperyalizmi bugüne kadar etkisini artırarak yoluna devam ederken, bu aşamada Siyonizm’in devreye girerek, tüm insanlığın geleceğini üçüncü bir dünya savaşı senaryosu ile teslim almaya yönelmesi hiçbir biçimde kabul edilecek bir girişim değildir.

Atatürk’ün 100 yıl önce vermiş olduğu, emperyalizme karşı tam bağımsız çağdaş bir ulus devlet kurma düşüncesinin, ne kadar haklı bir proje olduğunu aradan geçen yüzyıllık zaman diliminde gündeme gelen siyasal olaylar ve gelişmeler doğrulamıştır. Bu nedenle Samsun’a çıkış ile başlayan ulusal kurtuluş mücadelesinin günümüz koşullarında daha da güçlendirilerek sürdürülmesi, dünya halklarının ve mazlum ulusların kazanılmış haklarının korunabilmesi açısından zorunludur. Türkiye Cumhuriyeti, Atatürk’ün yolundan giderek ilelebet payidar kalmanın yolunu bulacaktır.   

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN
 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder