12 Eylül 2024 Perşembe

TÜRK DÜNYASI’NIN MERKEZİ: TÜRKİYE Mİ, AZERBAYCAN MI? - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

ANKARA KALESİ

TÜRK DÜNYASI’NIN MERKEZİ: 

TÜRKİYE Mİ, AZERBAYCAN MI? 

            Türk dünyasının üzerinde yaşadığı topraklarda Türkiye ve Azerbaycan devletleri yan yana yaşayan iki ülke olarak, yüz yıllarca süren bir komşuluk statüsü doğrultusunda siyasal varlıklarını sürdürmektedirler. Türkiye Cumhuriyeti Orta doğu bölgesinin merkezi devleti olarak yoluna devam ederken, Azerbaycan devleti de Kafkasya bölgesinin merkezi ülkesi olarak bugünlere gelebilmiştir. Dünya haritası üzerinde her iki ülke yan yana dururken geçmiş dönemlerden gelen bir süreklilik içinde her iki ülkenin halkı komşuluk statüsünü devam ettirmiştir. Kısaca Türkler ve Azeriler hem bulundukları bölgelerde merkezi konumlarını korumuşlar hem de tarihsel süreç içerisinde dayanışmalarını geliştirerek, üzerinde yaşadıkları Avrupa ve Asya kıtalarının yeniden yapılanmalarında anahtar roller oynamışlardır. Her iki kıta tek tek ele alındığı zaman, Türkiye’nin Avrupa üzerinde, Azerbaycan’ın da Asya kıtasının şekillenmesinde kilit rollere sahip oldukları görülmektedir. Türkiye kendisinin tam ortasında yer aldığı Orta Doğu bölgesinin her açıdan merkeziliğini korurken, Azerbaycan’da harita üzerinde sınırları belirlenen ülke toprakları üzerinde, Rusya ve İran gibi iki büyük devletin arasındaki kıtasal biçimlenmede ana belirleyici rollere sahip oldukları öne çıkmaktadır. Her iki ülkenin yan yana olduğu komşuluk dönemlerin de birbirlerine destek olabildikleri göze çarparken, ayrı düştükleri kıtasal ya da bölgesel süreçlerden geçerken, daha farklı gelişmeler ile karşı karşıya kalabilmektedirler. Tarihin değişik dönemlerinde ortaya çıkan büyük devletlerin kendi bölgeleri ile beraber kıtasal alanlara yayılarak yeni yeni jeopolitik haritaların oluşmasına yardımcı oldular. Üç büyük kıtanın kesişme noktalarının üzerinde yer alan Türkiye ve Azerbaycan devletleri zaman içerisinde birbirlerini daha iyi anlayarak hareket etmeyi öğrenince, var olan jeopolitik dengelerin daha sağlıklı bir biçimde oluştuğu görülmüştür. Kıtalar arası geçiş yolları üzerinde kurulmuş olan her iki Türk devleti, tam ortasında bulundukları merkezi coğrafyanın geçiş yolları üzerinde olması nedeniyle, hemen hemen her dönemde birbirinden çok farklı sorunlar ile uğraşmak zorunda kalmışlardır.

            Geçen asırlardan bu yana gelen tarihsel dönemde Azerbaycan Rus çarlığının bölünmesi sonrasında kurulurken, Türkiye’de Osmanlı imparatorluğunun dağılması sonrasında kurulmuş olan yeni dünya düzeni yapılanmalarının etkileriyle tarih sahnesine çıkmış olan bir Türk devleti kimliği ile yeni harita düzeninde yerlerini almışlardır. Rus devrimi ile Sovyetler Birliği’nin kurulması sayesinde bütün Asya ve Avrupa kıtaları üzerinde yaygın bir hegemonya düzeni oluşturulurken, yeni dünya dengeleri dikkate alınarak Türk dünyasının bölünmesine ve bu doğrultuda Türkleri paramparça eden bir yaşam düzenine mahkûm edilmeleri gibi bir olumsuz duruma doğru kilitlenmişlerdir. Sosyalist sistem kurulurken Türkiye bu oluşumun dışında bırakılmış ve Avrupa ile Asya arasında kendisine yeni bir yer araması gibi beklenmeyen bir duruma sürüklenmesi gibi gelişmeler ile uğraşması gerekli olmuştur. Harita üzerinde yan yana duran iki Türk devleti, sınır komşusu olarak yer aldıkları yeni siyasal düzen içerisinde eskisinden farklı konumlara doğru sürüklenerek birbirlerinden ayrı düşmüşlerdir. Ankara merkezli bir Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk kuruluşu sırasında burada ilk büyük elçiliğini açan Azerbaycan’ın yeni Türkiye’ye karşı olumlu bir tutum izleyerek imparatorluklar dönemi sonrasında, iki Türk asıllı komşu devletin birlikteliği hedeflenirken sonraki aşamada Rusya merkezli sosyalist sistemin içine Azerbaycan alınmış ve Bakü yönetiminin Ankara’da açmış olduğu büyük elçilik kapatılarak her iki Türk devletinin birbirlerinden uzaklaşmasının yolu açılmıştır .İmparatorluklar döneminden ulus devletler dönemine geçilirken ve her iki devlet Türk asıllı kimliğini öne çıkararak birlikte yeni bir büyük Türk devleti oluşturmaya yönelirlerken, Orta Doğu topraklarında İsrail’in kurulmasına yönelen iki kutuplu dünya bu gibi bir oluşuma karşı çıkarak izin vermemiştir.

            Eski Hazar imparatorluğu ile Altın Ordu devleti ve Kırım hanlığı gibi Türk devletleri birbiri ardı sıra tarih sahnesine çıkarken, birbirlerinin bıraktığı siyasal ve kültürel miraslar üzerinde Türk hegemonyasının yayılması üzerine bugünkü Azerbaycan devletini geride bırakan bir siyasal oluşum, eski Türk devletlerinin yarattığı birikim olarak bugünün dünyasına geniş bir ölçüde yansımıştır. Altın Orda devletinin dağılması üzerine bölgesel hanlıkların Bakü, Kırım, Semerkand ve Buhara gibi büyük Türk kentlerinde kurulması üzerine, bugünkü Azerbaycan devletinin ortaya çıkmasını sağlayan bir toplumsal hazırlık eski imparatorluklar döneminin sonrasında ulus devletlere yönelmenin ana nedenini oluşturmuştur. İmparatorlukların dağılmasıyla birlikte yeni bölgesel oluşumlar ortaya çıkarken, Kafkasya ve Hazar bölgelerinde yeni siyasal oluşumlar gündeme gelmiştir. Rus devrimi ile birlikte ortaya çıkan yenilenme işi daha da tırmandırılarak ve bugünün Orta Asya oluşumlarına giden yolları açarak geleceğin Türk dünyasının oluşumlarına zemin hazırlanmıştır. Hazar’dan Altın Orda’ya, Kırımdan Buhara’ya doğru yürütülen Türk yapılanmaları, Türklerin ana vatanları üzerinde egemen bir statü de yerleşmelerini sağlamıştır. Osmanlı devleti ile İran devletinin birlikte harita üzerinde yer aldığı zamanlarda, Türk asıllı kavimleri parçalı ve dağınık ortamlarda yollarına devam etmelerini yönlendirmiştir. Böylesine bir dağınık dönemden geçerken eski imparatorluk ve Hanlık dönemlerinden gelen Türk boylarının zaman içinde nüfusları artarken, Hazar döneminden gelen eski kültürel birikimin Orta Asya üzerinden geçerek, Kafkasya ve Hazar bölgeleri üzerinde daha modern bazı yaklaşımlar aracılığı ile geçmişten gelen Türklük bilincini yükselttikleri görülmüştür .Eski Türk imparatorluklarının yerini alan Türk devletleri, Orta Asya’nın batısı ile birlikte Kafkasların batısını da aynı doğrultuda etki altına almıştır. Kafkasya ile Hazar bölgelerinde yeni oluşumlar imparatorluk sonrası için devreye girerken, bugünkü harita üzerindeki Türkiye ve Azerbaycan cumhuriyetleri üzerinde yaşadıkları topraklara sahip çıkarak, yirminci yüzyılda hanlıkları iki ayrı ulus devlet biçimine dönüştürmüşlerdir.

            Türkiye ve Azerbaycan dünya konjönktürü ile birlikte Asya ve Avrupa kıtaları üzerinde yeni oluşumlar olarak gündeme getirilen farklı yapılanmaların Kafkasya ve Orta Asya ile Hazar bölgesini de çevrelemesi üzerine, bugünkü Türkiye ve Azerbaycan devletlerinin kuruluşları siyasal gündem içindeki yerlerini almışlardır. Böylesine bir çevresel oluşumun etkisi altına giren Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerindeki Türk potansiyeli, Rusya içindeki hızlı uluslaşma ile birlikte dünya konjonktürünün ortaya çıkardığı yeni yansımalar doğrultusunda yaratmıştır. Çarlık Rusya’sı sonrasında Kafkasya’da Azerbaycan devleti ile Türkiye Cumhuriyeti sınır komşuları olarak ortaya çıkan yeni ulus devletler konumunda bölgesel yapılanmaların etkileriyle bugünkü kimliklerine sahip olabilmişlerdir. Aynı kökten gelmelerine rağmen ortak bir bölgede kendi ulusal yapılanmalarını oluşturmaya çabalayarak ve çağdaş uluslar ailesinin yeni ulus devletleri olarak dünya sıralamasındaki yerlerini almışlardır. Komşuluk statüsü içinde dayanışma girişimleri üzerinden ortak bir Türk devleti çatısı altında birleşemeyen Türkler ve Azeriler ortak milli kimlik olan Türklük üzerinde birleşmelerine rağmen, aynı ve ortak bir ulus devlet çatısı altında bir araya gelememişlerdir. Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinde oluşan farklı siyasal yapılar Asya kıtasının batısında bir büyük Türk devleti oluşumunu engellemiştir. Selçuklu devleti ile bu bölgeye gelen Türk boyları, eski Hazar devletinin uzantıları olarak ön Asya’ya doğru yeniden yapılanırken, Anadolu ve Balkan toprakları üzerinde yayılarak Asya ve Avrupa dengeleri içinde geleceğe yönelmek istemişlerdir. Ne var ki, bütün çabalara rağmen tek ve büyük bir Türk devleti tıpkı Çin gibi Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinin birlikteliğinde kurulamayınca, yeni kurulan iki Türk devletinin bir araya gelerek çizdiği ortak yol üzerinde “bir millet - iki devlet “sloganı ortaya atılmıştır. Her iki devlet Sovyetler Birliğinin yıkılması üzerine ulusal birlikteliğe önem veren yeni adımlar atarak ve tek millet anlayışını daha da güçlendirerek Türk dünyasının Asya-Avrupa kıtaları üzerinde bağlayıcı bir köprü olması yolunda iş birliği ve ortak politikalar oluşturma girişimlerini, beklenmedik bir biçimde geliştirerek öne almışlardır. İki devlet bölünmenin sakıncalarını gidermek üzere tek millet anlayışında birleşmeyi kararlaştırmışlardır.

            Bir millet-iki devlet ilkesinde anlaşan Türkler ve Azeriler zaman içerisinde birbirlerini daha iyi anlayarak yeni ortak politikalar geliştirmeye yönelirken, daha önceden beklenmeyen bazı gelişmeler ile karşı karşıya geldikleri, bazen bocalamışlar bazen da çok büyük yanlışlara sürüklenerek kendi ülke ve toplumlarının tehlikeli konumlara düşmesi gibi olumsuz yapılanmalara yönlendirildikleri görülmektedir. Yüz yılların birikimi olarak ortaya çıkan siyasal sorunlar ve dönemeçler açısından konuya Türkiye Cumhuriyeti’nden daha küçük olan Azeri devletine bakıldığında Azeri devletinin daha fazla hata yaptığı ve Rusya, İran ve İsrail gibi emperyalist devletlerin etkisi altında kaldığı ve bu nedenle de Türk kardeşi olan Türkiye Cumhuriyeti ile eski uyumluluk halinin ortadan kaldırıldığı görülmektedir. Eskisi gibi bir millet-iki devlet anlayışından uzaklaşılırken iki devlet arasındaki yeni dönem ilişkisi bütün diğer devletler gibi herkesin işine geldiği gibi davranmasını beraberinde getirmektedir. Geçen yıl içinde öne çıkan Dağlık Karabağ savaşı sırasında, Azerbaycan devleti kendisine kardeş devlet olarak kabul ettiği Türkiye ile birlikte hareket etmemiş aksine bölgeye siyonist bir emperyalizm getirmeye çalışan küçük İsrail devletinin yönlendirdiği bir kukla devlet halinde yönlendirilmeye çalışılmıştır. Daha önceki Ermeni –Azeri savaşları sırasında Türkiye ile birlikte ortak hareket eden Azerbaycan devleti, böylesine bir ittifaktan çok yararlanarak bölgeye emperyalizmin ve siyonizmin hegemonyasının girişinin önlenmesinde tek millet ve iki devlet anlayışı ile hareket etmişlerdir. Türkiye yardımlarından fazlasıyla yararlanan Azerbaycan’ın her türlü dış müdahale ile siyonizm ve emperyalizmin baskısı altına girmesiyle birlikte, Türkiye ile geçmişten gelen bir dayanışma ittifakının olduğunu unutmamak gerekmektedir. Azerbaycan devleti son zamanlarda İsrail vatandaşı olan bazı üst düzey yöneticiler tarafından yönetilmeye başlandığı için Türkiye ile geçmişten gelen bir millet-iki devlet anlayışından ve kardeşlik esasına dayanan ittifakın ortadan kalktığı ve Türkiye’nin son dönemde dışlandığı bir çizgide yeni ittifakın devreye sokulduğu görülmektedir. Azerbaycan son savaşta silah yardımlarını Türkiye yerine İsrail’den alırken siyonist emperyalizme boyun eğdiği gibi bir olumsuz tutum ile Türkiye’den uzaklaşmaktadır.

            Türkiye yeni dönemde geçmişten gelen siyasal birlik ve ittifaklara önem vermekte ve öncelikle başta Azerbaycan olmak üzere bütün Türk devletleri ile yeni kurulmakta olan Türk Devletleri Teşkilatı’nın büyümesi ve güçlendirilmesi çizgisinde Türk devletleri ile yeni ve daha yakın iş birliklerine doğru yönelirken, Azerbaycan ile daha önceki yıllarda oluşturulan ve uzun süre barış ilişkilerinde kullanılan tek millet-iki devlet anlayışını yeniden canlandırmak zorundadır. Küçük bir ülke olan Azerbaycan bir petrol ülkesi olarak kendi güvenliği çizgisinde yoluna devam ederken Rusya, İran ve Çin gibi petrol ve enerji kaynağı olan ülkelerin hedefi konumuna gelmiştir. Azerbaycan’ın böylesine bir olumsuz durumdan kurtulabilmesi için ilk dikkate alması gereken konu, Türkiye ile imzalanmış olan kardeşlik antlaşmasıdır. Türkiye kardeş ülke için her türlü potansiyelini devreye sokarken, siyonist İsrail’in emperyalist saldırıları ile karşılaşarak komşuları ile ciddi savaş tehlikeleri gibi olumsuz durumların öne çıkmasını önleyememiştir. Batının büyük emperyalist ülkeleri petrol ve enerji kaynaklarına el koyarken, İsrail’in enerji emperyalizmi girişimleri ile karşı karşıya gelmekte ve bu nedenle de üçüncü dünya savaşının şimdiden cephe ülkesi olarak ilan edilmektedir. Sahip olduğu zenginlikleri Türk devletleri ile paylaşamayan ve bu doğrultularda Türkiye ile ciddi anlaşmazlıklara sürüklenen Azerbaycan’ın ,yeni dönemde daha akıllı diploması uygulamalarına geçerek merkezi bölgeye yönelen her türlü savaş tehlikesine karşı, silah ve enerji potansiyellerini Türk devletlerinin daha güvenli bir konuma gelebilmeleri için kullanması gerektiği, son dönemlerde yaşanmakta olan bazı olumsuz gelişmelerin gösterdiği gibi, yeni dönemde Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinin enerji potansiyellerinin bir araya getirilerek kardeşlik dayanışması doğrultusunda   öncelikle Türk  devletlerine verilmeleri sağlanmalıdır . Türk Devletleri Birliğinin öncelikle Orta Asya ülkelerinde örgütlenmesi sağlanarak, dünya dengelerinin daha koruyucu bir yapılanma içinde kurulması bir an önce gerçekleştirilmelidir. Öncelikle, Araplara tahsis edilen petrol kuyuları Türklere verilmelidir.

            Azerbaycan’ın yeni dönemde bölünmüş bir devlet olmaktan kurtulması, İran sınırları içinde bırakılan güney Azerbaycan ile birleşmeye yönelmesi ve İran’daki Azeri kökenli Türk toplulukları ile birleşerek Orta Asya çevresinde tıpkı eski Pers imparatorluğu dönemindeki gibi büyük bir Türk imparatorluğuna yönelmesinin bugünün koşullarında pek mümkün olamayacağı anlaşılmaktadır. Dünya dengelerinde yeni büyük devletler öne çıkarken bunların arasında yer alan İran’ın diğer büyük devletler ile küçük devletlere karşı dayanışma içine girerek statüko dayanışması geliştirmesi gibi gelişmeler, Türkiye-Azerbaycan ve İran birlikteliğini ya da bölgesel anlamda büyük bir Türk devleti yapılanmasını öne çıkarmaktadır. Her üç devlette Türk unsurunun ağır bastığı birer devlet olarak Türk dünyasının içinde yer alan önemli bir konuma sahiptir. İran Türkiye’den büyük bir devlet olarak nüfusunun yarısından fazlasını Türk kökenli gruplardan oluşturmak durumundadır. İran halkının çoğunluğu Azeri kökenli olmasına rağmen devlet kurulurken bir ulus devleti olarak değil ama bir mezhep devleti olarak örgütlenmiş ve Şia anlayışının siyasal boyutlarda örgütlenmesinin çağımızdaki tek örneğidir. Orta ve Kuzey Asya’dan yola çıkan Türk boylarının üç büyük kıta üzerinden dünya karalarına yayılması sonrasında Türkiye ve İran hattı yan yana gelmiş ve Azerbaycan da bu iki büyük Türk devleti arasında bölgesel birliği sağlayan bir köprü konumunda yerini almıştır. Orta Asya çevresinde yan yana gelen bu üç büyük Türk devleti, bazen imparatorluklar ya da büyük devletlerin arasında kalarak birbirlerinden kopuk yaşamışlar bazen da Orta Asya ve civarında bir araya gelmiş bir büyük imparatorluğun çatısı altında birliktelik içinde varlıklarını sürdürmeye çalışmışlardır. Bugünkü statüleri ile bağımsız devlet olabilmenin yalnızlığını yaşamaktadırlar. Çin, Hint ve Rus halklarının birlikte yaşadıkları büyük devlet yapılanması bugün dağılmış ve parçalanmış Türk devletlerini bu gibi örnekler doğrultusunda bütünleştirecek bir yeni yapılanmaya gereksinme vardır.

            İsrail’in Kuzey ve Güney Azerbaycan arasına gelip yerleşerek kurmuş olduğu yeni askeri üs çizgisinde bir yeni oluşum düzeni, Siyonist emperyalizmin bölgesel hegemonyası için bu bölgede gerekli görülmektedir. Kutsal topraklar senaryosu doğrultusunda geniş alanlara yayılmak ve buralarda var olan eski devletleri yıkarak ve parçalayarak Siyonizmin peşine takılan her türlü emperyalist saldırı ya da işgal girişiminin buralarda kurulu bulunan eski devletlerin dayanışmaları ile şimdiye kadar her türlü  antiemperyalist çıkışlar üzerinden önceden İki önlenebilmiştir .İsrail tarihsel Siyonizm çizgisi doğrultusunda Asya, Avrupa ve Afrika topraklarında yayılırken her üç kıta üzerinde yer alan Türk devletlerini ve topraklarını kendisine bağlayarak, Büyük İsrail imparatorluğunu gerçekleştirebilmenin arayışları içine girmiştir. Azeri toprakları üzerinde kurulmuş olan İsrail askeri üssü, Siyonizmin gelecek dönemde örgütlenmesi açısından yeni bir aşamanın öne çıktığını göstermektedir. Önceleri kendisini gizleyen İsrail Siyonizmi yeni dönemde eskisinden çok farklı bir yola yönelmektedir. Daha önceleri Yahudilerin bütün dünya ülkelerinde serbest dolaşım ve yaşama hakları kullanılırken, oluşturulan Musevi cemaatleri içinde bulunan Yahudi asıllı insanlar, bulundukları ülkelerde öne çıkarılarak siyasal ve sosyal yapılanmalar içerisinde tepe noktalara kadar dış desteklerle tırmandırılmışlardır. Daha önceleri hiçbir ülkede askeri üs kurmayan İsrail, yeni dönemde işe Azerbaycan’da eskisinden çok farklı bir biçimde işe askeri üs kurmakla başlaması, daha önceleri İngiliz ve Amerikan emperyalizmlerinin bütün dünya ülkelerinde uyguladıkları bu tip bir askeri üsler yolu ile dünya hegemonyası oluşturma planları Türk dünyasının merkezlerinden birisi olan Azerbaycan devleti üzerinden uygulama alanına getirilmiştir. İran sınırındaki askeri üs acilen Ermenistan-Azerbaycan savaşı sırasında açılarak kullanılmış ve savaş sürecinde Azerilerin silah gereksinmeleri bu askeri üs üzerinden sağlanmaya çalışılmıştır. Daha önceleri Türkiye’nin Azeri devletine yardımları ve sahip çıkmasıyla sağlanan silah gereksinmeleri, yeni dönemde İsrail gibi bir Siyonist devletin denetimi altına girmekte olduğu için Türk devletlerinin arasına bir kara kedi olarak İsrail bir oldu bitti senaryosu ile girmektedir.

            Atatürk zamanında kurulmuş olan Türkiye-Azerbaycan ilişkileri yüzüncü yılını geride bırakırken üç çeyrek yüzyıllık Sovyetler Birliği dağılmış ve bu büyük konfederasyon içinde yer alan Türk devletleri bağımsızlıklarına kavuşurken, yeni dönemde Türk devletlerinin birliğini ve dayanışmasını sağlayabilecek oluşumların özgürlük ortamında geliştirilmesi gibi bir hedef yapılanma öne çıkarılmıştır. Böylesine bir yeni adım atılırken İsrail Türkiye ile dostluk ya da birliktelik ortamlarını unutarak, tıpkı İngiltere ve Amerika Birleşik Devletleri gibi büyük çaplı bir emperyal düzeni askeri üsler üzerine oturtarak geliştirmeye çaba göstermiştir. Osmanlı döneminde geliştirilen Yahudiler ile Türkler arasındaki yoldaşlık ilişkileri çerçevesinde konu ele alındığında Yahudi asıllı insanlar Türk devletleri içinde çok rahat yaşam düzenleri kurabilmişlerdir. Ne var ki, yeni bir düzen kurma yolundaki çabaların böylesine olumlu bir barış gelişmesi varken işi daha da savaş çizgisine çekmek çizgisinde, askeri üsler üzerinden önce Azerbaycan’a, sonra da Türkiye ve Türkmenistan üzerinden Yakın Doğu, Orta Doğu ve Orta Asya bölgelerinde Azerbaycan üzerinden yeni askeri üsler kurulacak gibi yeni bir emperyal durum yavaş yavaş devreye girmektedir. Böylece dünyanın merkezi coğrafyası üzerinde yer alan Türkler ve Türk devletlerinin Siyonist hegemonya planlarında ön plana alındıkları göze çarpmaktadır. Ondan fazla Türk devletinin yer aldığı dünya düzeni içinde var olan Türk devletlerinin bir araya getirilerek Çin ve Hint imparatorluklarına benzer büyük bir Türk devletine giden yol üzerinde Türk Devletleri Teşkilatı oluşturularak geçen yüzyılda izin verilmeyen Türk Birliğinin böylesine bir teşkilat aracılığı ile önümüzdeki yıllarda bütünüyle bir büyük devlet yapılanması olarak öne çıkarılacağı anlaşılmaktadır. Var olan Türk devletlerinin birlikte beraberce bir devlet düzenine yönelmesi yeni bir Türklük akımı olarak en büyük hedef anlamında tüm Türk devletlerine yön göstermektedir

            İsrail Azerbaycan’dan başlayarak askeri üsler aracılığı yolu ile var olan Türk devletlerine açılan yeni bir kapı aralarken, Türkiye’de önde gelen siyasetçilerin içinde Anadolu’daki Türk varlığına son vermek isteyen ya da karşı çıkan, Türklük düşmanı atılımların ya da siyasal demeçlerin kamuoyu önünde olumsuz yansımaları kışkırtıcı üsluplar aracılığı ile tırmandırılırken Türkiye ve Türk dünyası Siyonizmin denetimi altına alınmaktadır. Türklüğün ayaklar altına alınıp ezileceği bazı politik çevreler tarafından dile getirilirken, emperyalizm ve Siyonizim, ortalık bu yönlerde karıştırılırken Türklük karşıtı söylemlerle yeniden örgütlenerek saldırılara doğru yönelmektedirler. Yeni dönemde ABD askeri gücünü, İngiliz ve batı kaynaklı yeni yapılanmayı kendi tekeline almaya çalışan İsrail artık eskisi gibi rahat çalışmaları yürütemediği, Türkiye Cumhuriyeti’ni bir yana bırakarak, Türkiye üzerinden Türk dünyasını izleme ve inceleme çalışmalarını yürüten İsrail, artık yeni dönemde Türk dünyasını Azerbaycan üzerinden izlemek ve incelemek yolunu açacak gibi görünmektedir. Türkiye’nin dostu olduğunu söyleyerek Türkiye’yi parçalama ve yıkma operasyonlarını diğer Türk devletleri ile birlikte ele alarak Siyonizmi genişletme çabalarını sürdüren emperyalistlere karşı İsrail Siyonizmi yıkıcı ve yakıcı bir savaş rüzgârını estirerek, kutsal topraklar denen merkezi alanı tümüyle kendi hegemonya bahçelerine dönüştürmeye çalışmaktadırlar. Dünyayı yönetmeye kalkan emperyalizm ve Siyonizm orta dünya alanlarına saldırırken, Türk dünyasının merkezinin en büyük devlet olarak Türkiye Cumhuriyeti’nin omuzlarında olduğunu görmek zorundadırlar. Küçük İsrail devletinin bir hayal olarak öne çıkardığı Azerbaycan merkezli bir Türk dünyası hegemonyası, hiçbir biçimde gerçek anlamda mümkün olamayacak gibi görünmektedir. Daha işin başında Türk dünyasına egemen olmak isteyenler bu dünyanın merkezi noktasını ya da kentlerini bilmeyen veya göremeyenlerin gelecekte bir Türk dünyası belirlemesinde gerçekçi davranmaları mümkün olmadığı için, Türkiye Türk dünyasının merkezi konumunu yeniden onararak öne geçecekti. Türk dünyasının en büyük devleti olarak Türkiye her zaman için merkezi konumunu koruyacaktır. Türklüğü ayakları altında çiğneyerek yok etmeye çalışanların kavga çıkmadan artık bu diyarlardan çekip gitmelerinin zamanı gelmiştir. Unutmasınlar ki, Türklüğün merkezi her zaman için Türkiye’dir. 

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

25 Ağustos 2024 Pazar

KIBRIS İÇİN HATAY MODELİ - Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

KIBRIS İÇİN HATAY MODELİ

Yıllar geçip yeni dönemler gündeme geldikçe, Kıbrıs sorunu için de yepyeni çözüm önerileri ve bu doğrultuda hazırlanmış olan paketler ile protokoller ileri sürülmektedir. İngiltere’nin Kıbrıs’ı işgal etmesinden sonra Kıbrıs adası dünya konjonktürü içerisinde her zaman en önde gelen sorunlardan birisi olmuştur. Dünyanın merkezindeki büyük devlet olarak Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesinden sonra, eski imparatorluk toprakları üzerinde kendi hegemonyasını oluşturmak isteyen bütün büyük devletler, farklı senaryolarla merkezî coğrafyaya girmişler ve bu doğrultuda da merkezi bölgenin tam ortasında yer alan Kıbrıs adasının geleceği için de birbirinden çok farklı emperyalist politikaları uygulamaya çalışmışlardır. Küresel konjonktür değiştikçe, yeni dünya güçleri ya da süper devletler emperyalist vizyon ile siyaset sahnesinde yerlerini aldıkça, bu durumdan en çok etkilenen bölge Orta doğu olmuş ve zaman değiştikçe birbirinden çok farklı senaryolar ile politikalar bölge ile beraber Kıbrıs adası üzerinde yönlendirilmiştir. Kıbrıs adası bugün gene yeni bir dönemin ortaya çıkan koşulları doğrultusunda emperyal güçler tarafından, kendi çıkarları doğrultusunda, bir yerlere doğru sürüklenmeye çalışılmakta ve bugünün önde gelen emperyalist devletlerinin çıkarları sanki sorunun çözümü için bir formül gibi sürekli olarak çeşitli yollardan kamuoyuna ve Türk tarafına empoze edilmektedir. Kıbrıs adasının tarihi bugün karşılaşılan durumun benzeri birçok örnek girişim ile doludur ve ne yazıktır ki hiçbir çözüm önerisi Kıbrıs sorunu için kesin ve kalıcı bir düzen getirememiştir.

İngiltere’nin geçmişten gelen beş yüz yıllık hegemonya birikimi ile, Batı dünyası küreselleşme aşamasında bir çözüm önerisi olarak Annan Planı’nı gündeme getirmiştir. İngiliz imparatorluğunun birikimi, Kıbrıs için bir kalıcı pakete dönüştürülmek istenmiş ve bu nedenle binlerce sayfalık Annan Planı Birleşmiş Milletler üzerinden gündeme getirilmiştir. Avrupa Birliği’ne Kıbrıs’ın bir ada devleti olarak zorla alınmak istendiği dönemde özellikle Türk tarafına dayatılan Annan Planı girişimi, Rusya Federasyonu’nun Ortodoks dayanışmasından yararlanarak, güney bölgesindeki Rum tarafına baskı yaparak olumsuz bir karar çıkarttırması ile akamete uğramıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin Annan Planı’nı kabul etmemesine rağmen, Türk tarafına yapılan baskı ile alınan olumlu yanıttan yararlanılarak, Kıbrıs zorla Avrupa Birliği üyesi yapılmaya çalışılmış ve böylece açıkça Londra ve Zürih Antlaşmaları gibi iki önemli uluslararası hukuk belgesi çiğnenmiştir. Hiçbir biçimde kabul edilemeyecek bu çelişkili durum gene Batı’nın çıkarları için Türk tarafına zorla dayatılmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’yla beraber bir hegemonya çekişme alanı hâline dönüşen Ortadoğu’nun yanı başındaki Kıbrıs adası da çeşitli plan ve programların hedefi konumuna gelmiştir. Rusya’nın Kırım ve Kafkasya savaşlarını kazanarak Doğu Anadolu’ya girmesi üzerine Kıbrıs’ı hemen işgal eden İngiltere, bu adadan yararlanarak Osmanlı hinterlandında gelişmeye çalışırken, Fransa, İngiltere ile beraber hareket etmiş, İkinci Dünya Savaşı sonrasında Amerika Birleşik Devletleri bölgeye gelirken, ABD desteği ile iki bin yıl sonra bir Yahudi devleti olarak İsrail kurulmuştur. ABD ve İsrail’in bölgeye gelişi ile beraber jeopolitik dengeler değişmiş ve bütün bölge ile beraber Kıbrıs da yepyeni bir konumun içine sürüklenmiştir. Irak’taki askeri rejimler Rusya’nın denetimine geçince, bölgede ABD ve SSCB arasında soğuk savaş gerginliği yaşanmış, sosyalist sistemin çöküşünden sonra da Amerika ordusu ile bölgeye gelerek önce Körfez Savaşı’nı daha sonra da Irak Savaşı’nı yürüterek, küresel emperyalizm saldırganlığı ile Orta doğu devletlerini karşı karşıya bırakmıştır. Avrupa Birliği bu aşamada, bölgede daha etkili olabilmek üzere, Kıbrıs adasının bir ada devleti biçiminde AB üyeliğine alınması için diretmiş ve bunun sonucunda da Annan Planı devreye sokulmuştur.

Soğuk savaş gerginliği içinde, Rusya Irak’a girince, bu ülkeden önce Suriye’ye daha sonra da Kıbrıs adasına girerek, Sovyetler Birliği’ne bağımlı bir siyasal yapılanma gerçekleştirmek istemiş, ne var ki önce Rum darbesiyle daha sora da Türkiye’nin Barış Harekâtı ile, SSCB’nin Kıbrıs’ı Akdeniz’in Küba’sı yapmasının önüne geçilmiştir. Osmanlı döneminden kalma ada üzerinde hak sahibi olan Türkiye’nin, bir NATO üyesi ülke olarak adaya askerî çıkartma yapması, Rusya’nın Kıbrıs’ı Küba gibi kendine bağlı bir sosyalist cumhuriyet yapmasını önlemiştir. Adadaki Türk varlığını Amerika ve İsrail, Ortodoks Hıristiyanlara, Ruslara ve Yunanistan’a karşı desteklerken, Rusya’da Kıbrıs’ın Ortodoks Rumlarını kendi kilisesi üzerinden denetim altına alarak, Kıbrıs üzerinden sıcak denizlere açılma stratejisini uygulamak istemiştir. Sovyetler Birliği’nin dağılması yüzünden Kıbrıs bir sosyalist cumhuriyet olarak bu ideolojik kampa üye yapılamamış ama daha sonraki dönemde Avrupa Birliği’ne kesin olarak üye yapılarak, Ortadoğu’da ABD ve İsrail hegemonyasına karşı Avrupa Birliği’nin bir inisiyatif merkezi konumuna getirilmek istenmiştir. Bu hedef yüzünden, Londra ve Zürih Antlaşmaları bile çiğnenerek, açıkça uluslararası hukuka karşı çıkılmıştır. EOKA çetecilerinin Türk katliamı yüzünden adaya çıkmak zorunda kalan Türkiye, hiçbir zaman Kıbrıs’ta tam bir egemenlik peşinde koşmamış, Türklerin geçmişten gelen çıkarlarının koruyucusu olarak devreye girmiş, adada çatışmayı önlemek üzere bir Barış Harekâtı gerçekleştirmiştir. Türk ordusunun adaya gelmesinden sonra Kıbrıs’ta çatışma çıkmamış ve fiilî barış ortamı bugüne kadar devam etmiştir. Adadan Türk askerinin çekilmesini isteyenler önce bu gerçeği kabul etmek durumundadırlar.

Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Barış Harekâtı ile Kıbrıs’a bir sakinlik gelmiş ve eskisi gibi Türk-Rum çatışmaları görülmemiştir. Aslında, Barış Harekâtı ile Kıbrıs sorunu fiilen Türkler açısından çözüme kavuşturulmuştur. Adanın ikiye bölünmesi ve bu doğrultuda Türklerin kuzeyde Rumların ise güneyde toplanmalarıyla Kıbrıs iki devletli bir ada konumuna gelmiştir. Avrupa Birliği Malta adasında olduğu gibi, Akdeniz’in büyük adalarını ülkelerinden ayrı devletler hâline dönüştürerek içine almak istediği için, Fransa’ya bağlı olan Korsika adasının da bağımsızlığı ve tek bir ada devleti olarak Avrupa Birliği içinde yer almasını dolaylı yoldan desteklemektedir. Benzeri bir durum, Yunanistan’a bağlı olan Girit ile, İtalya’ya bağlı olan Sicilya ve Sardunya adaları ile İspanya’ya bağlı olan Balear adaları için de düşünülmektedir. Avrupa Birliği’nin Akdeniz’deki büyük adaları ayrı ayrı tek birer ada devleti biçiminde Birliğe üye yapma eğilimi en çok Kıbrıs’ta görülmektedir. Türkiye’nin üyeliğini sonsuza erteleyen Avrupa Birliği’nin Malta’da uyguladığı politikanın benzerini gündeme getirmek istemesi nedeniyle önemli ölçüde gerginlik tırmanmaktadır. Akdeniz’in Avrupa merkezli düzenlenmek istemesi, Kıbrıs’a Malta benzeri bir politika ile yansırken, Kıbrıs’ın farklı jeopolitik konumu, ada üzerinde Türkiye’nin, Türkiye üzerinden ABD ve İsrail’in, Yunanistan üzerinden de Rusya’nın hesapları ve sürdürmek istediği çıkarları görmezden gelinmektedir. Bu nedenle de Kıbrıs sorunu üzerinde bir türlü ortak zeminde çözüm arayışı gerçekleştirilememektedir. Taraflar bu durumu algılamadığı ve birbirlerinin konumu ile beraber diğer çıkarları hesaba katmadığı sürece de, Kıbrıs sorunu çözümsüzlüğünü sürdürecektir.

Avrupa Birliği’nin Kıbrıs üzerindeki tek devlet politikası yanlıştır ve gerçeklere aykırı düşmektedir. Dünyanın çeşitli bölgelerindeki adalara bakılırsa, tek bir ada üzerinde iki devlet yapılanması bazı yerlerde görülebilmektedir. Ayrıca, Amerika Birleşik Devletleri yüzlerce adadan oluşan Müslüman Endonezya’nın Timor adasını bölerek, bu adanın doğusunda kendisine bağlı bir Hıristiyan devletini Doğu Timor Cumhuriyeti statüsünde kurdurarak, Çin’e karşı kullanılan bir askerî üsse çevirmiştir. İrlanda adasında İrlanda Cumhuriyeti ile beraber Büyük Britanya’ya bağlı olan Kuzey İrlanda devleti yapılanması hâlen devam etmektedir. Ayrıca, Britanya İmparatorluğu’nun merkezi olan İngiltere adasında İskoçya ile Gal devletleri ayrı hukuksal varlıklarını sürdürebilmektedirler. Bu gibi örneklerin ortaya koyduğu üzere, her adada tek devlet olacak diye bir kuralın olmadığı görülmekte, her adada bölgenin koşullarını dikkate alan farklı siyasal düzenler kurulabilmektedir. Bu nedenle, Avrupa Birliği’nin Malta modeli, Kıbrıs için geçerli değildir. Ayrıca Fransa ve Yunanistan’da Korsika ile Girit üzerindeki haklarından vazgeçmemişlerdir. İtalya ise Sicilya ve Sardunya üzerindeki haklarını ısrarla sürdürmektedir.

Kıbrıs için her dönemde çözüm önerileri, Yunanistan, İngiltere, Amerika Birleşik Devletleri, Avrupa Birliği gibi ülke ve merkezlerden öne sürülmüş ama bunların hiçbirisi Türklerin haklarını dikkate almadığı için bir siyasal çözüm üzerinden anlaşmak mümkün olamamıştır. Şimdiye kadar öne sürülen bütün planlarda Türklerin kazanılmış hakları göz ardı edilmekte iki devletli yapının kaldırılması empoze edilmekte, Türkler eskisi gibi küçük bir cemaat konumuna sürüklenmekte, Rumların kuzeye dönüşü kabul edilirken benzeri bir hak Türklere tanınmamakta, göçmen Türlerin geri gönderilmesi koşulu dayatılmakta, adada var olan Türk varlığının ortadan kaldırılabilmesi için ne gerekiyorsa hepsi ayrı ayrı maddeler hâlinde çözüm paketlerine konulmaktadır. Böyle olunca da Türk tarafı anlaşmaya yanaşmamaktadır. Hem adadaki Türk varlığını ortadan kaldırmak hem de Türklerin kazanılmış haklarını silmek için her yolu deneyenler, bu gibi gerçekçi olmayan düşüncelerini Türk tarafına kabul ettiremeyince Türkler olumsuz davranmakla ve çözümsüzlük istemekle suçlanmaktadırlar. Türkler sürekli olarak dışarıdan gelen baskılarla Kıbrıs’ta geri adım atmaya zorlanmaktadırlar. Ciddî hiçbir devletin kabul edemeyeceği gerçekçi olmayan öneriler çözüm için baskı ile kabul ettirilmeye çalışılmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin birer ayrı devletler olarak kendi ulusal ve hukuksal çıkarları olabileceği ve bunların da savunulabileceği bir türlü karşı taraflarca görülmek istenmemekte ve bu doğrultuda çözümsüzlük devam edip gitmektedir.

Kıbrıs sorununda çözümsüzlük lobisini sadece Türkler oluşturmamaktadırlar, çözümsüzlük devam ettikçe bundan en çok zarar gören taraf Türkler olmaktadır. Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti çözümsüzlük nedeniyle dünya ülkeleri tarafından tanınmamakta ve bu doğrultuda hem ambargo hem de çeşitli kısıtlama uygulamaları ile karşı karşıya bırakılmaktadır. Kıbrıs’ın kuzeyinde yaşayan Türkler bu durumdan çok zarar görmektedirler. Ayrıca Türkiye Cumhuriyeti de Türk tarafını temsilen Kıbrıs sorununda taraf konumunda olduğu için Batı dünyasından gelen çeşitli tepkilerle karşılaşmaktadır. Bu nedenle Kıbrıs sorununun çözümünü hem Türkiye Cumhuriyeti hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti acilen istemektedirler. Ne var ki, adanın karşı kıyısında bulunan İsrail devleti gelecekte Kıbrıs üzerinde emperyalist plan ve programlar yaptığı için, bu sorunun hemen çözümünü istememekte, Büyük İsrail’in Ortadoğu’da kurulmasına kadar Kıbrıs sorununun çözümünün geciktirilmesi için çaba sarf etmektedir. Güçlü İsrail lobilerinin etkili çalışmaları zorla Kıbrıs sorununu çözümsüzlüğe mahkûm etmektedir. ABD ve Türkiye üzerinden yönlendirilen Büyük İsrail politikalarının Kıbrıs’ı gelecekte bu doğrultuda bir yapılanma için zorladığı görülmektedir.

Kıbrıs’ın tarihten gelen sahipleri olarak Türklerin artık bir kesin çözüm paketine hem Türkiye Cumhuriyeti’nin hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin çıkarları doğrultusunda ortaya koymalarının zamanı gelmiştir. Birinci Dünya Savaşı koşullarında kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun mirasçısı olarak eski Osmanlı ülkelerindeki Türklerin hak ve hukuklarına sahip çıkmasının gerekliliği çeşitli olaylar sonrasında anlaşılmaktadır. Türk tarafı uluslararası hukuka uygun bir biçimde Kıbrıs için bir çözüm önerisini ortaya koymak zorundadır. Bunun için de gene tarihten gelen bir emsal olacak örnek olay vardır. Kıbrıs’ın karşı kıyısındaki Hatay bölgesi İkinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye Cumhuriyeti’ne katılarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti için bir hukukî emsal oluşturmuştur. Osmanlı devletinin son döneminde Fransız ordularının işgal ettiği Hatay bölgesi, İkinci Dünya Savaşı öncesinde Suriye’den ayrılarak bağımsız bir devlet olduğunu ilân etmiştir. Bir süre bağımsız yaşayan Hatay Cumhuriyeti, İkinci Dünya Savaşı başlamadan kendi Meclisinden bir karar geçirterek, Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı almış ve bu kararı daha sonraki aşamada bir referandum ile Hatay halkına onaylatarak, Türkiye Cumhuriyeti’nin yeni vilayeti olma hakkını kazanmıştır. Hatay’ın katılma kararına daha sonra da Türkiye Büyük Millet Meclisi yeni bir karar ile kabul ederek, bu eski devlete yeni bir statü olarak vilayet olma hakkını tanımıştır.

Haritaya bakıldığında Hatay ile beraber Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin de Türkiye açısından benzeri bir konuma sahip olduğu görülmektedir. Türkiye’nin güneyindeki Hatay bölgesi nasıl Türk devletine katılarak, bir vilayet olma hakkını elde etti ise, benzeri bir biçimde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de, Türkiye Cumhuriyeti’ne atılarak, Türk devletinin seksen ikinci vilayeti olma hakkını elde edebilir. Böylece Kıbrıs sorunu da kalıcı bir çözüme kavuşturulmuş olur. Kıbrıs sorununun bu doğrultuda bir kalıcı çözüme kavuşturulabilmesi için önce ulusal çizgide bir hükümetin kurulması gerekmektedir. Türklerin ada üzerinde tarihten ve Barış Harekâtı’ndan gelen kazınılmış haklarının korunmasına öncelik verecek, bunlardan herhangi bir ödüne yanaşmayacak bir millî iktidarı Kuzey Kıbrıs Türk halkının bir an önce kendi içinden seçerek başa getirmesi gerekmektedir. Kıbrıs sorununun çözümü Türkiye’nin dışında kaldığı Avrupa platformlarında olamayacağı, son yıllardaki olumsuz gelişmelerle bir kez daha ortaya çıkmıştır. Sürekli olarak kuzeydeki Türk devletinin tasfiyesi ve Türklerin kazanılmış haklarının ortadan kaldırılması doğrultusundaki talepler, artık Kıbrıs sorununun çözümünü Avrupa’nın dışına taşımıştır. Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin hukuka aykırı bir biçimde Avrupa Birliği’ne üye yapılması bile bu durumu değiştiremeyecektir. Yunanistan’ın bir sömürgesi gibi hareket eden güneydeki Rum Yönetimi bir Avrupa devleti değildir ve bu nedenle de Avrupa hukukunun uygulanması için yeterli bir dayanak noktası oluşturmamaktadır. Adada var olan Rum ve Türk yönetimini dikkate alacak bir dengeli çözüm en gerçekçi yol olacaktır.

Türk tarafını yöneten iktidarların, Türkiye’nin ve Türklerin ulusal çıkarları doğrultusundaki bir çözümden uzak kalmaları nedeniyle, Rumlar şımararak bütün Batı’yı arkalarına alıp Türk tarafını ezmeye çalışmıştır. Artık bu duruma bir son verilmesinin zamanı gelmiştir. Kıbrıs için Avrupa, ABD ya da Yunanistan çözümlerinin gerçekçi olmadığı yeni alternatiflere gereksinme bulunduğu görülmektedir. Hatay modeli ortada dururken, adanın kuzeyinde Türkleri kurtarabilmek için başka bir yol aramaya hiç gerek yoktur. Hatay Türkleri birleşmeden sonra nasıl Türkiye Cumhuriyeti devletinin güvencesi altında yaşamlarını sürdürüyorlarsa, Kıbrıs Türkleri de Türkiye ile gerçekleştirilecek bir birleşme ve bütünleşme uygulamasından sonra tıpkı Hatay Türkleri gibi kazanılmış haklarını koruyarak Türkiye Cumhuriyeti devleti ve ordusunun sağlayacağı güvence düzeni altında, yaşamlarını sürdürebilme şansını elde edeceklerdir. Türk devletinin Hatay vilayeti gibi bir de Kuzey Kıbrıs vilayeti olacak, Anadolu Türkleri ile zaten akraba olan Kıbrıs Türkleri de beraberce aynı devletin çatısı altında, daha güvenlikli bir ortamda yaşamlarını sürdürme olanağını elde edeceklerdir.

Kuzey Kıbrıs bugün zaten Türkiye Cumhuriyeti’nin dolaylı güvencesi altında varlığını koruyabilmektedir. Barış Harekâtı sonrasında adanın yeniden imar edilmesinde Türkiye Cumhuriyeti bütün kaynaklarını seferber etmiştir. Ayrıca Kıbrıs Türkleri’nin yaşamlarını kimseye muhtaç olmadan sürdürebilmeleri için her yıl beş yüz milyon dolarlık bir karşılıksız yardım Türkiye aracılığı ile karşılanmaktadır. Anavatana katılma durumunda bu dolaylı yardım, bütçe üzerinden normal bir gider olarak her yıl düzenli olarak karşılanacaktır. Bu aşamadan sonra Rumların yeniden Louzidiu gibi kuzeyden hak ve toprak taleplerinin sonu gelecektir. Barış Harekâtı sonrasında adanın kuzeyinde kurulmuş olan devlet düzeni birleşmeden sonra vilayet düzeni olarak devam edecek, Kıbrıs’ı bir cumhurbaşkanı yerine Türkiye Cumhuriyeti valisi yönetecektir. Böylece, Avrupa ve Amerika üzerinden Kıbrıs’ı karıştırarak, Batı’nın çıkarları doğrultusunda Kıbrıs Türkleri içerisinde emperyalist çizgide manipülasyonlar uygulama döneminin sonuna gelinecektir. Kıbrıslı Türkler ayrı partilerde değil ama Türkiye’deki partilerin Kıbrıs şubelerinde örgütlenerek, cumhuriyet ve demokrasi düzenlerinin getirmiş olduğu hak ve özgürlüklerini gene eskisi gibi kullanabileceklerdir.

Kıbrıs Türkleri üzerinde baskı uygulayarak, onları bezdirerek teslim alma planlarının sona erdirilebilmesi için de Kuzey Kıbrıs’ın Hatay modeline benzer bir biçimde Türkiye’ye bağlanması gerekmektedir. Kıbrıs sorunu bugünkü yapıda Türk tarafı açısından ikili devlet düzeni ile, Türkler açısından fiilen çözüme kavuşturulmuştur. Konunun hukukî bir yapıya kavuşturulması için de Hatay modeline benzer bir biçimde Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Kıbrıs Türklerinin ortak kararı ile ana vatan Türkiye’ye katılması gerekmektedir.

Bir millî iktidarın öncülüğünde KKTC meclisinin alacağı karar ve Kıbrıs Türk halkının referandum ile vereceği onaydan sonra, Kuzey Kıbrıs Cumhuriyeti, Türkiye’nin Kıbrıs vilayeti olarak, seksen ikinci vilayet statüsünde Türk devletinin bir parçası olacaktır. Kıbrıs’ta Türkiye’nin ve Türklerin kazanılmış haklarının korunabilmesi açısından başka bir alternatif kalmamıştır. Şimdiye kadar Batılı emperyal güçler Kıbrıs için çözüm diyerek kendi çıkarlarını Türk tarafına dayatmaktan çekinmemişler ve Kıbrıs’ı sürekli bir çözümsüzlüğe mahkûm etmişlerdir. Eğer gerçekten Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulması isteniyorsa, bu doğrultuda Türk tarafının bir çözüm önerisini Türklerin kazanılmış hakları doğrultusunda gündeme getirmesi gerekmektedir. Hatay’da yaşanmış olan geçiş sürecine benzer bir formül bugün Kuzey Kıbrıs için de uygulanabilecektir. Türkiye’nin güney kısmında olan Hatay nasıl güvenlik endişesi ile Türkiye’ye sonradan katılmışsa, aynı doğrultuda Kuzey Kıbrıs da doğu Akdeniz’de Türkiye’nin ve Kuzey Kıbrıs Türklerinin güvenliği açısından Türkiye Cumhuriyeti’ne katılma kararı alınmalıdır. Türkiye Cumhuriyeti’ne katıldıktan sonra, Hatay’da yaşamakta olan değişik etnik köken ve dinden gelen insanlar bir büyük devletin güvencesine kavuşmuşlar ve bugüne kadar barış içerisinde yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Hatay’da sağlanan sürekli barış ve güvenliğin Kıbrıs’ta da gerçekleştirilebilmesi için Hatay halkının almış olduğu katılma kararının uygulanmasına benzer bir geçiş aşamasının, Türkiye Cumhuriyeti ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti arasında imzalanacak bir resmî protokol ile sağlanması gerekmektedir.

Türkiye’nin güney sahillerinin güvenliği, Kuzey Kıbrıs’taki Türk varlığının geleceği ve özellikle son zamanlarda öne çıkan Bakü-Ceyhan petrol boru hattının bir savaş konusu olmaması için, böylesine bir bütünleşmeye gerek bulunmaktadır. Ancak, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye katılması ile beraber, Doğu Akdeniz’deki Türk varlığı ve Türk çıkarlarının güvenliği kalıcı bir çözüme kavuşturulabilecektir. Son dönemde, Karpas yarımadasının çevresinde bulunmuş olan yeni petrol yataklarının da Türk karasularında kalması ve Türk egemenliğinde bu kaynakların işletilebilmesi açısından da bir Kuzey Kıbrıs Türkiye bütünleşmesinin Türkler açısından yararlı olacağı açıktır. Bunu engellemek isteyen Batılı devletler ve emperyal güçler, sürekli olarak Kıbrıs’ta çözüm diyerek, Türklerin adanın kuzey bölgesindeki devletinin tasfiyesine öncelik vermektedirler. Türkiye’nin gerçekleştirmiş olduğu Barış Harekâtı’ndan gelme kazanılmış hakları ve güvenliği hiçe sayılarak yeniden eskiye dönüş için çaba gösterilmekte ve Türk kesiminde Avrupa Birliği’nin parasal kaynakları ile desteklenen bir işbirlikçi ve mandacı lobi oluşturularak, bunların Truva atı konumunda kullanıldığı bir kampanya ile kamuoyu Türkiye’nin ve Türklerin çıkarlarına karşı bir çizgide oluşturulmaya çaba gösterilmektedir. Yarım yüzyıla yakın bir süredir devam eden böylesine olumsuz bir durum karşısında, artık Türkiye ve KKTC, Kıbrıs için bir kesin ve gerçekçi çözüm önerisi olarak Hatay modelini gündeme getirmeli ve eğer bunu uluslararası alanda istenen düzeyde gerçekleştiremezlerse, elbirliği ile Hatay benzeri bir uygulamaya hemen yönelmelidir.

ABD’nin Ortadoğu’ya saldırganlığı devam ettiği sürece, İsrail’in bu durumdan yararlanarak bütün bölgeyi savaş ile tehdit ettiği bir aşamada Türkiye’nin emperyal oyunlara alet olmadan, Kuzey Kıbrıs ile bütünleşmesi Türklerin güvenliği açısından zorunlu görünmektedir. Beş yüz yıl önce Müslümanları İspanya’dan kovanlar, yüz yıl önce Osmanlı İmparatorluğu’nu Balkanlar’dan geri püskürtenler, şimdi de Ön Asya, Doğu Akdeniz ve Ortadoğu’daki Türk varlığını ortadan kaldırmak istemektedirler. Bu doğrultuda ilk adım olarak Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ortadan kaldırılmasını gündeme getirmişlerdir. Türkiye eğer Annan Planı ya da Hristofyas çözümü doğrultusundaki KKTC’yi tasfiye planlarını kabul ederse, yeni aşamada süpürülme sırası Türkiye Cumhuriyeti’ne gelecektir. Anadolu’daki Türk devletinin varlığının gelecek için güvence altına alınması, ancak Kıbrıs’taki Türk varlığının ve kazanılmış haklarının korunmasına bağlı bulunmaktadır. Bu nedenle, adanın kuzeyindeki Türk devleti hiçbir biçimde ortadan kaldırılamaz. Eğer dış dünya emperyal amaçlarla bu devleti tanımıyorsa, Türklerin kazanılmış haklarının korunabilmesi için Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin, Türkiye Cumhuriyeti’ne Hatay gibi bir vilayet olarak bağlanması en uygun çözüm olacaktır.

Jeopolitik olarak adadaki Türk varlığının korunmasını isteyenler ne yazıktır ki, Türklerin kazanılmış haklarını geleceğe dönük olarak bir güvenceye bağlayamamışlardır. Var olan konumun geleceğe dönük kalıcı bir kurumsallaşmaya dönüştürülmemesi nedeniyle, kazanılmış haklardan geri adım atılmaması için en uygun çözüm Hatay modeli benzeri bir katılımın bu aşamada gerçekleştirilmesidir. Türkiye Cumhuriyeti’nin doğal bir parçası konumundaki Kuzey Kıbrıs’ın bundan sonraki dönemde bir hukukî parçası olmasını gerçekleştirecek bir adım olarak Hatay modeli, Kıbrıs sorununu da kalıcı bir çözüme kavuşturarak, çözümsüzlük suçlamasını ortadan kaldıracaktır. Adanın gelecekte bir üs olarak ABD, İngiltere ve İsrail üçlüsü tarafından kullanılması ya da Avrupa Birliği üzerinden Yunanistan’a bağlı bir yapıya dönüştürülmesi böylece önlenerek, yeni bir savaşa meydan verebilecek gelişmelerin de önü kesilebilecektir. Orta doğu gibi bir savaş bölgesinin yanı başında, yeni bir savaş alanının yaratılmaması için de Kıbrıs’taki Türk-Rum çekişmesine son verilmeli, Kuzey Kıbrıs’ın Türkiye’ye bağlanmasından sonra, Rum bölgesinin de Yunanistan ile sürdürdüğü yakınlaşma ilişkilerinin de seyrinde gelişebilmesi için bir barış ortamı yaratılmalıdır. Ortadoğu’ya dönük hegemonya saldırılarında bulunan Batılı emperyal güçlerin yeni bir savaş alanını Kıbrıs adasında yaratmamaları için, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bir an önce Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmesinde hem bölge hem de dünya barışı açısından yarar bulunmaktadır. Konuya biraz tarafsız gözle bakabilenler, kalıcı çözüm ve barışın ancak Kıbrıs için yeni bir Hatay modeli ile sağlanabileceğini anlayacaklardır.

Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olarak Atatürk her zaman için Kıbrıs’ın önemini dile getirmiştir. Büyük önder Kıbrıs ile ilgili değerlendirme yaparken, Türkiye Cumhuriyeti’nin güney sahillerinin güvenliği açısından bu odaya çok dikkat edilmesi gerektiğini ve kesinlikle, Türkiye için düşmanca emeller besleyen emperyal büyük devletlerin ada üzerinde kontrol düzeni kurmalarına izin verilmemesi gerektiğini açıkça dile getirmiştir. Atatürk’ün yolundan giden Türk Silâhlı Kuvvetleri de, soğuk savaş döneminin koşullarından yararlanarak ve Kıbrıs Barış Harekâtı’nı gerçekleştirerek, Kıbrıs adası üzerinde yaşamakta olan Türkler ile, bu adanın karşı kıyısında bulunan Türkiye Cumhuriyeti’nin konumlarını güvence altına almıştır. Eski bir Osmanlı toprağı olan bu ada üzerinde Türklerin tarihten gelen haklarının korunabilmesi doğrultusunda gerçekleştirilen Barış Harekâtı, EOKA çetecilerinin başlatmış olduğu Türklere karşı sürdürülen soykırım girişimlerine son vererek adaya sürekli bir barış düzeni getirmiştir. Bu nedenle, Kıbrıs sorunu kesin olarak kalıcı bir çözüme kavuşturulana kadar, Türk ordusunun yeterli sayıdaki birlikleri, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti topraklarında kalmaya devam edeceklerdir. Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin, hem Türkiye Cumhuriyeti’nin güney sahillerini hem de Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin her türlü emperyalist saldırılara karşı güvenliğini koruyabilmesi için böylesine bir ulusal zorunluluk vardır.

Ne var ki, Ortadoğu’da içine girilmiş olan yeni yapılanma sürecinde hem Türkiye’nin hem de Kuzey Kıbrıs’ın güvenliğini ayrı ayrı korunabilmesi giderek zorlaşmakta ve Türk Silâhlı Kuvvetleri’nin gücünün bölünmesine neden olan gelişmeler her geçen daha da tırmanma göstermektedir. Anadolu ve Kıbrıs Türklerinin dünyanın merkezî coğrafyasında bugün sahip oldukları yerleşik merkezi konumları tarihin derinliklerinden gelen bir sonuçtur. Böylesine anlamlı bir birikimin, değişen dünya koşullarında korunabilmesi Türklerin ve Türk dünyasının geleceği açısından fazlasıyla önem taşımaktadır. Amerikan ve İsrail saldırganlığının merkezî coğrafyada sürdürülmek istenmesi, dünyanın merkezindeki Türk varlığını çok ciddî boyutlarda tehlikeye sürüklemektedir. Bu nedenle, iki ayrı savunma değil ama tek ve ortak bir ulusal savunmanın, Türkler açısından bütünlüklü bir program ve strateji çerçevesinde merkezî Türk varlığı açısından bağımsız bir biçimde sürdürülmesi gerekmektedir. Bu doğrultuda, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin Türkiye Cumhuriyeti’ne katılması, bütünlüklü bir savunma ve var olma stratejisi açısından önemli katkılar sağlayacak ve bu bölgedeki Türk varlığını her türlü tehdide karşı güçlendirecektir. Adada verilen bir kurtuluş savaşı vardır ve beş yüz elli şehit verilmiştir. Bu kadar kritik bir aşamada Türkler geri adım atamazlar. Her açıdan bütünleşmiş ve güçlendirilmiş bir stratejiye ihtiyaç vardır ve bu da Kuzey Kıbrıs’ın ana vatana katılmasıyla sağlanacaktır.

Uluslararası konjonktürdeki gelişmelerin ortaya çıkardığına göre, Kıbrıs adasında bir dönem daha savaş görülmektedir. Küresel hegemonyaya yönelmiş olan Batı blokunun Atlantik inisiyatifi, ABD-İngiltere ve İsrail ortaklığı doğrultusunda dünyanın merkezî bölgesindeki Kıbrıs adasına el koyma planlarını geleceğe dönük geliştirirken, Türklerin de bu bölgenin geleceği ile ilgili olarak plan ve programlarının olması ve bu doğrultuda yeni stratejiler geliştirmeleri gerekmektedir. Bu nedenle, Misak-ı Millî sınırlarının dışında kalan Kıbrıs’taki Türk varlığının tıpkı Hatay’ın ana vatana katılması gibi, Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşen bir sürece yönelmesi gerekmektedir. Sınırların yanı başında yaşam mücadelesi veren Türklerin, Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmelerinin artık zamanı gelmiştir. Büyük Orta doğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda bölge halklarını alt kimlikli eyalet yapılanmalarına yönlendiren Atlantik emperyalizmine karşı, merkezde Türk varlığı çerçevesinde bütünleşmenin gerekliliği ortaya çıkmaktadır. KKTC’nin Türkiye Cumhuriyeti ile bütünleşmesi bu açıdan son derece anlamlı olacak ve Türklerin yararına gelişecek yeni bir büyüme süreci başlatacaktır.

Annan Planı’nın oylanmasından sonra, Türkiye Batı baskısı ile bu yararsız plana olumlu yaklaşmış ve KKTC’de planın kabulü doğrultusunda halk oylaması sonuçlanmış ama, Rum kesiminde tamamen tersi olarak plan reddedilmiştir. Bu çelişkili durum üzerine, Rum kesiminin başbakanı Türk kesimi ile yeni bir plan çerçevesinde bir araya gelerek anlaşmaya hazır olduklarını açıkça ilân etmiştir. Rum yönetimi Annan Planı’na karşı çıkarken, Batı emperyalizminin oynadığı oyunu görüyor ve bunun sonucunda adada bir dönem daha Türkler ile Rumların savaştırılmasının planlandığını anlayarak Türk kesimine Batı emperyalizmine karşı işbirliği öneriyordu. Çünkü eğer çözümsüzlük süreci devam ederse, Batı’nın bir dönem daha savaşı kışkırtarak Türkleri ve Rumları adadan uzaklaştıracak, yeni bir planı devreye sokacağı görülüyordu. Batı’nın planına göre Türklerin Anadolu’ya, Rumların da Yunan adalarına sürülmesi acilen gündemdedir. Bunu sağlamak için bir dönem daha yeni savaş kışkırtılacaktır ve ondan sonra barış adına Türkler ile Rumlar adadan sürülecek, İsrail’in karşı kıyısındaki Kıbrıs adasına, ABD, İngiliz ve İsrail Yahudileri yerleşerek Siyonist emperyalizmin gerçekleşmesi doğrultusunda Kıbrıs’ta yeni bir İsrail yapılanması oluşturulacaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin bu tür bir plana alet olmaması için, Avrupa ve Amerika baskısının ötesinde adadaki Türk ve Rum kesimlerinin bir araya gelerek anlaşmaları ve iki devletli bir Kıbrıs yapılanmasını gerçekleştirmeleri zorunludur. Bu alternatif gündeme getirilemiyorsa o zaman Kıbrıs için tek alternatif barış çözüm modeli, Hatay modeli ile bütünleşme formülüdür. 

 Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

6 Ağustos 2024 Salı

TÜRKİYE’NİN B PLANI; Merkezi Devletler Birliği (MEDEB)-Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN

 ANKARA KALESİ

 TÜRKİYE’NİN B PLANI;

 Merkezi  Devletler  Birliği (MEDEB)


  Dünyanın Merkezi

          Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılması üzerine, dünyanın merkezi bölgesinde bir otorite boşluğu meydana gelmiştir. Tarihsel süreç içerisinde bu bölgeye bakılırsa, dünyanın merkez gücünün Osmanlı coğrafyasından çıktığı görülmüştür. Tarihin ilk döneminde, Asya’da kurulmuş olan büyük devletler, dünyanın merkezine yöneldikleri aşamada, bu bölgeyi ele geçirmek istemişlerdir. Asya’dan gelen Cengiz Han, Timur Han ve İlhan Han gibi imparatorların orduları, dünyanın merkezi coğrafyasını ele geçirmek istemişlerdir. Asya’nın büyük devletleri gibi, Avrupa’nın büyük güçleri de Osmanlı İmparatorluğu’nun kurulmuş olduğu bölgeyi ele geçirmek için çeşitli girişimlerde bulunmuşladır. İran’da kurulan Pers imparatorluğu gibi Makedonya’da kurulmuş olan İskender İmparatorluğu da bu coğrafyayı kontrol altında tutmak istemiştir. Avrupa Hıristiyan olduktan sonra, tam on bir Haçlı seferi, bu bölgeyi ele geçirmek ve Hıristiyanlaştırmak için düzenlenmiş ve saldırıya uğrayan halkın direnmesi yüzünden bu tür planlar gerçekleşememiştir. Napolyon Fransa merkezli bir Büyük Avrupa’yı gerçekleştirmek isterken, gene bu bölgeye saldırmış, Hitler ise Avrupa merkezli bir Büyük Avrupa devleti kurmaya çalışırken, Osmanlı İmparatorluğu’nun çökmesi sonucunda otorite boşluğu alanına dönüşmüş olan bu bölgeyi ele geçirmek için planlar yapmıştır. Avrupa kıtasını denetimi altına almak isteyen güçler ile Avrupa’da kurulmuş olan büyük imparatorluklar, kendisini dünyanın jeopolitik merkezi olan Orta doğu bölgesini ele geçirmek zorunda hissetmişlerdir. Bu yüzden Bağdat kenti tarihin her döneminde saldırı ve tahribat ile karşılaşmıştır.

         Batı uygarlığının merkezi bu bölge olmuştur. Uygarlık tarihi incelendiği zaman, Avrupa’ya kaynaklık yapan birikimin eski Yunan’dan doğduğu görülmektedir. Eski Yunan’a eski Mısır, Mısır’a da Mezopotamya uygarlık beşiği olarak kaynaklık yapmışlardır. Günümüz süper gücü olan ABD’yi yaratan da Avrupa uygarlığıdır. Avrupa ise birikimini, eski Yunan ve Roma döneminden gelen miras ile gerçekleştirmiştir. Kısaca dünya tarihinin oluşumunda Orta doğu denilen bölge ana merkez olarak işlev görmüştür. Milat sonrası dönemde dünya gücünü eline geçiren siyasal yapılar ya da devletler, bu nedenle Orta doğu bölgesini kendi denetimleri altında tutmak istemişlerdir. Bu yüzden bölgenin insanları ve devletleri tarih boyunca dış saldırılardan ve hegemonya mücadelelerinden kurtulamamışlardır.

Ortadoğu'da kurulmuş olan devlet yapıları, jeopolitik konumları gereği, Asya ve Avrupa arasında kaldıkları için, tarihin her döneminde ya Asya ya da Avrupa güçlerinin hedefi konumunda olmuşlardır. Asya'da ya da Avrupa kaynaklı bölgeye yönelik saldırılar tarihin her döneminde görüldüğü gibi günümüzde de benzeri bir saldırı ortaya çıkmıştır. Bu kez saldırı, bir başka kıtadan, okyanus ötesi Amerika'dan kaynaklanmaktadır. Okyanus ötesi bir kıtadan, on bin kilometrelik mesafeyi aşarak gelen dünyanın yeni süper gücünün bölgede yerleşmeye çalışması, bu bağlamda bakıldığında tarihin dinamiklerine uygun bir gelişme olarak görülmektedir. Avrupa'nın bütünleştiği, Asya'nın büyük güçlerinin yavaş yavaş dünya sahnesinde ağırlıklarını hissettirmeye başladığı bir dönemde; okyanus ötesi gücün dünyanın ana karası olan Avrasya bölgesini kendi kontrolü altında tutma zorunluluğu ortaya çıkmakta ve bu nedenle de ABD, kendisini yaratan ve kendinden önce dünyanın egemeni olan diğer Atlantik gücünü de yanına alarak, dünyanın jeopolitik merkezine girmektedir, Böylesine büyük bir operasyon gerçekleşirken üç yüz yıllık Siyonizm'in ve bu harekete bağlı olarak hareket eden Siyonist lobilerin son derece etkin çalıştıkları ve yarım yüzyıl önce kurulmuş olan küçük Yahudi devletini "Büyük İsrail"e dönüştürme doğrultusunda ellerinden gelen her türlü desteği Atlantik güçlerine sağladıkları görülmektedir, Sadece Yahudi kökenlilerle yetinmeyen bu lobilerin, Tevrat'a inanan Evanjelik Hıristiyanlarla da Büyük İsrail Projesi doğrultusunda ciddi bir Siyonist ittifakı oluşturdukları görülmektedir.

 Dünyanın Merkezi Üzerindeki Projeler

         Bu proje, Osmanlı İmparatorluğu'nun hasta adam düzeyine geldiği 19. yüzyılın ortalarında Yahudi asıllı İngiliz Başbakanı Benjamin Disraelli tarafından hazırlanmış olan, "Dörtlü Konfederasyon" planının yeni bir versiyonu olarak devreye girmiştir. Osmanlı İmparatorluğu merkezi gücünü kaybederek sarsılmaya başladığı bir aşamada; Rus İmparatorluğu ile İngiliz İmparatorluğu dünyanın merkezi devletini hasta adam olarak ilan etmişler ve bunu paylaşmak için birbirlerini yoklamaya başlamışlardır. Bir Yahudi başbakanın yönetimindeki İngiliz İmparatorluğu, Siyonizm’in ana hedefi olan İsrail'i kurmak ve bu doğrultuda Yahudileri Filistin'de toplamak olduğu için, bu amacı da gerçekleştirecek bir planı, dünya dengelerini dikkate alarak yavaş yavaş uygulamaya başlamışlardır. 20. yüzyıla kadar dünyanın batısını keşfetmeye uğraşan insanlığı yeniden dünyanın doğusuna yönlendirme noktasında oryantalizm çalışmaları başlamış ve dünyanın bütünleştirilmesi noktasında, Batı'nın yanı sıra Doğu'nun da kontrol altına alınması gereği ortaya çıkmıştır. Batı'nın egemen gücü bu doğrultuda. Dünyanın merkezi alanına sahip çıkmak istemiş ve Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra meydana gelen otorite boşluğu alanında yeni bir siyasal yapılanma planlanmıştır.

Günümüzde Orta doğu'ya Batı'dan gelen güç Avrupa kıtasından değil ama Amerika kıtasından gelmekte ve bir Atlantik ittifakı doğrultusunda kendisinden önceki Atlantik gücü ile ortak bir girişim çerçevesinde, Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra meydana gelen otorite boşluğu alanını doldurmak üzere devreye girmektedir. İngiltere'nin eski Osmanlı alanında meydana gelen otorite boşluğunu "Şark Meselesi" olarak ilan etmesi ve bu sorunu çözmek üzere Dörtlü Konfederasyon olarak bir "Yakın Doğu Konfederasyonu" kurmak istemesi, Atlantik gücünün dünya hegemonyasına dönüşebilmesi için yüz elli yıl önce yapılmış bir plandı. 20. yüzyıla kadar dünyayı "güneş batmayan" bir imparatorluk olarak yöneten Britanya Krallığı, iki dünya savaşı sonrasında gücünü kaybedince yerine onun yavrusu ve varisi olarak Amerika Birleşik Devletleri geçmiştir. İkisi de Atlantik gücü olduğu için Atlas Okyanusu'ndan bu bölgeye baktıkları zaman, dünyanın merkezinin Avrupalı ve Asyalı güçlere bırakılmaması gerektiğini görüyorlar ve kendilerinin dünya hegemonyası doğrultusunda dünyanın merkezine gelerek, burada kendi güçlerinin merkezde yer alacağı bir bölgesel konfederasyon kurmayı planlıyorlardı.

İngiltere açısından, Osmanlı İmparatorluğu çöktüğü zaman meydana gelen otorite boşluğu alanının, başka bir güce bırakılmaması gerekiyordu. Bu noktada; Almanya'nın doğuya ilerlemesi, Rusya'nın güneye inerek sıcak denizlere ulaşması, Arapların bir araya gelerek bir Arap Birliği Konfederasyonu kurmaları, İran'ın önderliğinde Abbasi ya da Emevi İmparatorluğu benzeri yani bir İslam Birliği Konfederasyonu oluşturulması, Osmanlı topraklarında yaşayan Türklerin yeniden eski Selçuklu İmparatorluğu alanına yönelerek bir Türk Birliği yapılanması yaratması, ya da Asya'nın büyük güçleri olan Rusya, Çin ve Hindistan'ın sahip oldukları milyonlarca Müslüman nüfustan yararlanarak bu bölgeye sahip olmalarının önlenmesi gerekiyordu. Aynı şekilde, İtalya'nın Doğu Akdeniz'de yeni bir Roma İmparatorluğu arayışının, Fransa'nın 11. yüzyılda Filistin'de kurduğu Latin Devleti planı ve bu doğrultuda Ermenileri kullanarak ve Hıristiyan Süryanilerden yararlanarak, Suriye Devleti ya da Büyük bir Ermenistan yapılanmasını gündeme getirmesinin de önlenmesi gerekiyordu. İngiltere merkezli dünya, Osmanlı sonrasında ortaya çıkan Şark sorununun çözümü için Dörtlü Konfederasyon planını gündeme getiriyordu. Bu doğrultuda; Balkanlarda, Anadolu'da, Kafkasya'da ve Ortadoğu'da etnik topluluklar ve cemaatlerden oluşan küçük devletlerin federasyon kurmasını ve oluşacak bu dörtlü federasyonun daha sonra "Yakın Doğu Konfederasyonu" adı altında İngiltere'nin güdümünde, İstanbul merkezli bölgesel yapılanmaya götürülmesini hedefliyordu. Bir anlamda İngiltere, Anglosakson egemenliği üzerinden yeni bir Bizans Projesi'ni devreye sokuyordu.

Eğer I. ve II. Dünya Savaşları sonrasında, Büyük Britanya İmparatorluğu eski gücünü koruyabilseydi; Londra merkezli dünya yapılanması çerçevesinde Yakın Doğu Konfederasyonu Osmanlı sonrasında bir siyasal merkez olarak gerçekleştirilecekti. Yeni yükselen güç olarak Almanya'nın tasfiye edilmesinde İngiltere çok zorlanınca; II. Dünya Savaşı sonrasında yeni dünya yapılanması. Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği dengesinde yeni bir dünya düzeni, soğuk savaş aşaması olarak gündeme geliyordu. Soğuk savaş yıllarında İngiltere'nin yerini bütünüyle Amerika alıyor ve dünyadaki İngiliz egemenliği ile kurulmuş olan Atlantik inisiyatifi düzeni, Amerika'nın denetimi altına giriyordu. İşte bu aşamada, ABD, II. Dünya Savaşı'nın hemen sonrasında geleceğe dönük yeni bir plan hazırlayarak; Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonraki dönem için yavaş yavaş yeni girişimlerde bulunuyordu.

Türkiye'nin Avrupa Birliği üyeliği macerasıyla hem Türkiye hem Avrupa kamuoyu oyalanırken; ABD'nin soğuk savaş sonrası için geliştirmiş olduğu Büyük Ortadoğu Projesi hazırlanıyordu. II. Dünya Savaşı sonrasında bölgeye gelen ABD, Filistin'de İsrail devletini kurdurduktan sonra, İsrail merkezli bir Büyük Orta doğu için çaba göstermiştir. Bu doğrultuda, Türkiye'nin NATO'ya girmesinden yararlanılmış; Türkiye Cumhuriyeti'nin ülkesi, Amerika'nın bölgeye girişi için bir giriş kapısı konumuna getirilmiş; İncirlik ve benzeri NATO üsleri ABD merkezli dünyanın güvenlik arayışı çerçevesinde kullanılmıştır. Türkiye Atlantik İttifakı'nın, bölgeye girişinde merkezi üs olarak kullanılırken, "stratejik müttefik" olarak ilan edilmiş ve böylece ABD planlarına uyumlu olması sağlanmış ama aynı zamanda bölgenin merkez ülkesi olması nedeniyle, Atlantik İttifakı'nın bölgede gerçekleştirmeye çalıştığı yeni siyasal düzene uyum için dönüştürülmeye de çalışılmıştır. İsrail'in büyük bir bölgesel federasyona dönüşebilmesi için; Türkiye Cumhuriyeti, Avrupa kapısında, Avrupa Birliği ilkeleri doğrultusundaki uygulamalarla dönüştürülmeye çalışılmış; Türkiye, Avrupa'ya tam üye olabilmek için uyum programları çerçevesinde birçok ödün vermiş ama buna rağmen Avrupa Birliği'nin dışında kalmıştır. Avrupa'ya giremeyen Türkiye, üye olma sürecinde vermiş olduğu ödünlerle yapısal bir dönüşüm içine sürüklenmiş ve bu aşamada İsrail merkezli bölgesel yapılanmanın istediği gibi, Büyük İsrail Projesi'ne uygun bir duruma getirilmiştir. İsrail de tıpkı İngiltere gibi, küçük küçük eyaletlerden oluşacak devletçiklerin bir araya gelmesinden oluşacak bir bölgesel konfederasyon arayışını gerçekleştirmeye çaba göstermiştir. Bu plan doğrultusunda Kürdistan'ın kuruluşu gündeme gelmiş, İsrail'in organizasyonu ve ABD'nin desteği ile bölgeye yeni bir devlet olarak getirilen Kürdistan projesi fiilen zorlanarak kurulmuştur.

ABD merkezli Ortadoğu Projesi; İngiltere'nin alternatifi olarak Osmanlı alanını düzenlemek değil, Sovyetler Birliği'nin çökmesinden yararlanılarak dünyanın tek süper gücü olarak hegemonyaya dayanan küresel bir düzen kurmak olduğu için; Osmanlı hinterlandı merkez alındıktan sonra buna dünyanın merkezi belgesinde bulunan İslam coğrafyası da eklenmiştir. Fas'tan Endonezya'ya kadar, bütün Kuzey Afrika, Orta doğu, Kafkasya, Orta Asya ve Güney Asya İslam coğrafyası olarak bu projenin içinde yer almıştır. Osmanlı'dan kalma önemli bir Müslüman nüfus barındırdığı için Balkanlar'ı da bu Müslüman coğrafyasına eklemek mümkündür. Bosna ve Arnavutluk gibi Müslüman ülkelerin halkının dinlerine sahip çıkması, Osmanlı mirasının Balkanlar'da günümüze kadar devam etmesini sağlamıştır. Bu kadar geniş bir alana yayılan Müslüman ülkeleri tek bir projenin denetimi altında kontrol etmekte zorlanınca, bu kez ABD, projenin adını değiştirerek; Genişletilmiş Kuzey Afrika ve Orta doğu adı altında yeni bir proje uygulamasını gündeme getirmiştir. Amerika böylece, İngiltere'nin Şark Meselesinin çözümü için hazırladığı, dört federasyona dayanan Yakın Doğu Konfederasyonu yerine, gene Osmanlı ülkesini merkez alacak ama doğu ve batıya doğru genişleyen ve Müslüman ülkelerin hepsini kucaklayan bir hegemonya projesini; "Büyük Ortadoğu" adı altında devreye sokmaya çaba gösteriyordu.

Milad sıralarında Roma İmparatorluğu, dünyanın merkezi bölgelerini ele geçirirken, bölgedeki tek tanrılı din devleti olan İsrail'i hedef almış ve bu devleti yıkarak tek tanrılı dine tapan Yahudileri hem dağıtmış hem de kitleler halinde öldürmüştür. Ülkelerinden iki bin yıl önce kovulmuş olan Yahudiler, dünya ülkelerinde göçebelik yapmaktan yorulmuş ve kimliklerini gizleyerek yaşamaktan kurtulmak üzere yeniden Filistin bölgesinde yeni bir Yahudi devleti kurabilmek için harekete içmişlerdir. 15 yüzyıl boyunca Avrupa ve Akdeniz kıyılarında ticaret ile uğraşan Yahudiler, daha sonraları sömürge imparatorlukları ile dünyaya yayılmışlar ve dünya ekonomisini ele geçirdikten sonra sahip oldukları ekonomik ve siyasal güç ile yeniden eski ve kutsal topraklarına gelerek bir Yahudi devleti kurabilmenin arayışı içinde olmuşlardır. 20. yüzyılın başlarında İngiliz yönetimini kullanarak Filistin bölgesine yerleşmeye başlayan Yahudiler, II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesinde de resmen bir Yahudi devleti olarak İsrail'i kurmuşlardır. İki bin yıl sonra yeniden bir Yahudi devletinin Ortadoğu'da kurulmuş olması, bölge ve dünya dengelerini sarsmış ve bu devlet kurulduktan sonra bölgedeki çatışmalar sürekli olarak tırmanmış ve günümüze kadar gelip dayanmıştır. İsrail devletinin elli yıllık tarihi tam bir savaş ve çatışma tarihi olarak geçmiştir. Çevresindeki Müslüman devlet baskısından kurtulmak isteyen İsrail, bu doğrultuda Büyük İsrail Projesi'ni hazırlamış ve ABD'den yararlanarak uygulamaya başlamıştır.

İngiltere merkezli Yakın Doğu Konfederasyonu, Amerika merkezli Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projeleri'nin hepsi de Osmanlı İmparatorluğu'nun alanında kendi egemenliklerini kurmak isteyen ülkelerin emperyalist girişimlerdir. Bu alanı Atlantik güçlerine ya da Yahudilere bırakmak istemeyen Avrupalılar da Büyük Avrupa Projesi bu doğrultuda devreye girmektedir. Laik, üniter, ulusal ve çağdaş bir cumhuriyet modeli çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti’ni içine almak istemeyen Avrupa Birliği, Türkiye'nin üyelik sürecini uzatarak, müzakere döneminde Türkiye'yi dönüştürmeyi ve bundan sonra da ikinci bir Yugoslavya deneyini gerçekleştirerek, Anadolu'da kurulacak Hıristiyan eyaletlerini, eski Yugoslavya cumhuriyetlerine benzer biçimde içine almaya yönelmektedir. Büyük Avrupa Projesi, Atlantik'ten Urallara kadar uzanırken, bütün Osmanlı coğrafyasında Avrupa standartlarına uygun küçük devletçikler oluşturmayı hedeflemektedir. Bu bölgelerden Müslümanlığı tasfiye etmeyi hedefleyen Batı Avrupa merkezli Büyük Avrupa Projesi; Avrupa'nın doğusuna, Yeni Bizans Projesi biçiminde Avrupa hegemonyasının yayılması anlamına gelmektedir. Berlin merkezli Büyük Avrupa'nın kurulduğu gün, Balkan, Kafkas. Anadolu ve Ortadoğu eyaletleri Hıristiyanlaşarak Avrupa Birliği'nin içinde yer alacaklar, böylece Osmanlı İmparatorluğu'nun çöküşü ile meydana gelen Şark Meselesi Avrupa merkezli yapılanma ile çözüme kavuşturulacak. Yani Atlantik güçlerine, Asya güçlerine, Yahudi egemenliğindeki Büyük İsrail Projesi'ne dünyanın merkezi alanı bırakılmayacaktır. İran merkezli bir İslam Birliği'ne ya da Çin, Hindistan, Rusya gibi Asya'nın büyük dev ülkelerinin, dünyanın merkezinde etkinlik kurmalarına izin verilmeyecektir.

Osmanlı sonrası dönemde gündeme gelen Sovyet Devrimi, dünyanın kuzey yarı küresinde bir büyük ideolojik imparatorluğu ortaya çıkarmış ama bu siyasal yapı yetmiş yıl içinde çökmüştür. Sovyetler Birliği sayesinde tüm Kuzey Asya'da ve Doğu Avrupa'da hegemonya kurmuş olan Rus devleti, sonradan ilan ettiği "Yakın Çevre Doktrini" çerçevesinde eski Sovyet Cumhuriyetleri'nin bazılarını "Bağımsız Devletler Topluluğu" adı altında gevşek bir konfederasyon olarak kendisine bağlamış ve eskisi gibi dünyanın merkezi alanı olan Avrasya kıtasını Rus egemenliği altında tutabilmek için girişimde bulunmuştur. İran'ı kendine stratejik partner seçen Rusya Federasyonu, izlediği Avrasya siyasetinde Türkiye'yi de yanına alarak Bağımsız Devletler Topluluğu'nun alanını eski Osmanlı hinterlandına genişletmek istemekte, böylece Rusya'nın kontrolü altında bir Türkiye ile, Avrupa ve Atlantik güçlerin Ortadoğu'ya girmelerini önlemek istemektedir. Ayrıca, İsrail Merkezli bir Orta doğu yapılanmasının Kafkaslar’a ve Orta Asya'ya uzanması ise, Rusya'nın hiç de işine gelmemektedir. Bağımsız Devletler Topluluğu ile Avrasya'yı denetiminde tutacak olan Rusya, Türkiye'yi da yanına alarak Büyük İsrail Projesini önlemek istemekte, Avrupa ve Amerika'nın bölgeye girişinin önünü kesmeye çalışmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu sonrasında meydana gelen otorite boşluğunun yarattığı Şark Meselesi'nin çözümünde Rusya, Çin ve Hindistan; Doğu güçleri olarak, belirli bir rekabet içinde bulunmaktadırlar. Her üç ülkenin vatandaşları arasında milyonlarca Müslüman nüfus bulunması, Asya’nın dev ülkelerini, Ortadoğu'nun Müslüman ülkelerini etkilemek açısından şanslı bir konuma getirmektedir. Bir buçuk milyarlık Çin ve Hindistan ile yüz elli milyonluk Rusya Federasyonu, sahip oldukları Müslüman vatandaşları ile Ortadoğu'nun İslam topluluklarını doğrudan etkileyebilme ve kendi doğrultularında yönlendirebilme imkanını değerlendirmeye çalışmaktadırlar. Batılı ülkeler ve güçler arasındaki hegemonya kavgasında, Batı dünyası Ortadoğu'nun geleceği için anlaşamazsa, ortaya çıkacak çözümsüzlük ortamında Batı'nın dünyanın merkezi alanındaki kontrolünü bütünüyle kaybetmesi gündeme gelecek, bu durumdan da dünyaya açılan Asya'nın dev ülkeleri yararlanabileceklerdir. Çin ve Hindistan kendi içlerinde barındırdıkları Müslüman topluluklarla Orta doğu ülkeleri ile daha yakın ilişkiler kurabilecekler, bu bölgede oluşturulabilecek bir İslam Birliği'ni kendilerine bağ!ayabileceklerdir, Hindistan, İran üzerinden; Çin ise, Orta Asya üzeriden Ortadoğu İslam toplulukları ile doğrudan temas kurabilecekler ve onların etkin olacağı böylesine bir siyasal yapılanma Türkiye'yi de kendiliğinden içine çekebilecektir. Bölgesel bir İslami yapılanma bir Müslüman ülke olarak Türkiye'yi Asya merkezli İslami entegrasyonun parçası durumuna getirecek, Avrupa'nın yanı başında Batı'nın çağdaş uygarlığı ile bütünleşmek için yola çıkan Türkiye Cumhuriyeti'nin laik cumhuriyet yapısı kendiliğinden sarsılacaktır. Çin, Hindistan ya da Rusya'nın kontrolü altına girmiş bir İslam dünyası içinde yer alacak bir Türkiye, tıpkı Avrupa Birliği sürecinde olduğu gibi bağımsızlığını yitirmek tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri'nin küresel hegemonyasına karşı Avrupa ülkeleri bir kıtasal konfederasyona giderken, Asya ülkeleri de benzer arayışlara yönelmişlerdir. 20, yüzyılda dünyanın merkezi konumuna gelen New York'a karşı Çin, Şanghay kentini 21. yüzyılın dünyasının merkezi olmaya aday bir kent olarak çıkartırken; bu kentin adı ile anılan Şanghay İşbirliği Örgütü'nü de bir kıtasal ittifak olarak gündeme getirmektedir. Avrupa Birliği'ne yarım yüzyıldır üye olmak için çırpınan Türkiye, sonuçsuz kaldığı bir aşamada, geleceğin Asya entegrasyonunun çekirdeğini oluşturacak Şanghay İşbirliği Örgütü'ne üye olabilmek için çağrı almaktadır. Çin ve Rusya, Türkiye üzerindeki Batı hegemonyasını ortadan kaldırabilmek amacıyla Atatürk'ün Cumhuriyet devletini, Asya'nın gelecekteki birliğinin çekirdeğini oluşturan Şanghay İşbirliği Örgütü’ne üye olmak için dolaylı yollardan zorlamaktadırlar. Türkiye bu örgüte tam üye olarak girerse hem Avrupa Birliği'nden hem ABD'den uzaklaşır. Böyle bir durumda, İsrail devleti tek başına Orta doğu' da ayakta kalamaz ve zamanla dağılır gider.

Osmanlı devletinden kalan topraklarda hak iddia eden ve kendine bağlı bir hegemonya düzeni kurmak isteyen emperyal projelere karşılık, bölge ülkelerinin de kendilerine göre gelişmek için izledikleri planlar bulunmaktadır. Bölgenin en büyük topluluğunu oluşturan Arapların, Arap devletlerini bir araya getiren bir Büyük Arap Birliği projesi vardır, Mısır'ın başında Arap milliyetçisi bir önder olarak Nasır varken, Mısır ve Suriye'nin Birleşik Arap Cumhuriyeti adı altında birleşmeleri gündeme gelmiştir, Bölgedeki Batı emperyalizmine ve İsrail'e karşı gündeme getirilen bu modeli Sovyetler Birliği desteklemiştir ama Batılı güçlerin devreye girmeleri ile beraber Birleşik Arap Cumhuriyeti yapılanması çok kısa ömürlü olmuştur. Irak, Ürdün ve Suudi Arabistan gibi Arap devletlerini içine alamayan Birleşik Arap Cumhuriyeti girişimi Batılıların engellemeli ve İsrail'in provokasyonları ile başarısız kılınmıştır. Nasır iktidardan düştükten sonra ise, Araplar arasında böylesine bir siyasal birlik oluşturma girişimi görülmemiştir. Özellikle Suriye ve Irak gibi Arap ülkelerinde, Arap milliyetçisi Baas Partisi iktidar olmasına rağmen, parti içi kanat çekişmeleri ve Batılı emperyal güçlerin engellemeleriyle iki komşu ülke bir türlü bir araya gelememiştir. Bu iki ülke birleşemedikleri için de bölgeye giren Atlantik emperyalizminin saldırıları yüzünden bölünmek ve çökmek zorunda kalmışlardır. Irak bu durumun faturasını çok ağır ödemiş ve iki kez Amerikan saldırısı ile karşı karşıya kalarak yıkılmıştır. Arap Birliği Örgütü'nün de yeterince etkin çalışamaması, Arap ülkelerinin bir araya gelerek bölgesi birlik oluşturmalarını önlemiştir. Bu nedenle, Osmanlı sonrası dönemde bu bölgede bir Arap Birliği'nin oluşturulması projesi yürümemiştir.

Bölgenin Arap olmayan büyük ülkesi İran ise, Müslüman kimliği ile bütün Ortadoğu'nun İslam topluluklarına öncülük etmek istemiştir. Soğuk savaşın son döneminde Sovyetler Birliği'ni çökertmek üzere Avrupa emperyalizminin desteği ile İran'ın başına getirilen Humeyni, yeşil kuşak stratejisi doğrultusunda Orta Asya'ya değil ama Ortadoğu'ya bir İslam Birliği için yönelince, ABD'nin desteği ile Irak, İran'a saldırmıştır. Dokuz yıl süren savaş sonucunda Irak çökme noktasına gelince Amerikan ordusu I. Körfez Savaşı amacıyla Irak'a girmiş ve Suudi Arabistan'da Merkezi Kuvvetler Komutanlığı'nı kurarak, dünyanın merkezini kendine bağlı bir ordu yapılanmasıyla gerçekleştirmiştir. Bu komutanlığın kurulmasından sonra Amerika Birleşik Devletleri Orta doğu ile ilişkilerini devletten devlete bağlantılarla değil ama doğrudan kendine bağlı askeri birlikler aracılığı ile yürütmüştür. Bu durumdan yararlanarak diğer projeleri önlemiş ama askerleri aracılığı ile hem Büyük Orta doğu hem de Büyük İsrail projelerinin önünü açmıştır. ABD halen bu düzen ile geleceğe yönelik projelerini bölgede dayatmacı biçimde uygulamaktadır.

 Bölgesel Projeler ve Türkiye

 Eski Osmanlı ülkesinin geleceği ile herkes ilgilenirken ve bu bölgede kendisinin merkezinde olacağı ve gene kendisine bağımlı olacak bir siyasal yapılanmanın peşinde koşarlarken, Osmanlı İmparatorluğu'nun mirasçısı olarak merkezi topraklar üzerinde kurulmuş Türk devletine kimse düşüncesini sormamaktadır. Bölgenin merkezinde bir Türk devleti olarak kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti'nin orta boy bir ülke olarak geleceğe dönük bir gelişme stratejisinin olabileceği kimsenin aklına gelmemektedir. Dünyanın jeopolitik merkezinde yer aldığı için son derece önemli bir konuma sahip olan Türkiye Cumhuriyeti'nin merkezinde yer alabileceği bir yeni bölgesel yapılanmanın olabileceğini doğal karşılamak gerekirken, emperyalizmin ve Siyonizm'in işbirlikçileri böylesine bir ihtimali önlemek ve devre dışı bırakabilmek için Türkiye üzerine var güçleri ile abanmaktalar ve ellerindeki parasal olanakları seferber ederek; Türkiye'nin önemli kesimlerini maddi çıkar karşılığında kendi çıkarları için yönlendirmeye çalışmaktadırlar. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra soğuk savaş döneminin koşullarının ortadan kalkmasına rağmen sanki soğuk savaş devam ediyormuş ve sanki Batı Bloku varmış gibi hareket ederek Türkiye'nin uyanmasını önlemeye çalışıyorlar, psikolojik savaş stratejilerini, parasal olanakları ile satın aldıkları İstanbul medyası aracılığı ile gündeme getiriyorlar, gazeteler ve televizyon kanalları ile psikolojik yönlendirme taarruzunu Türk toplumu üzerinde kararlı ve ısrarlı biçimde yürütmektedirler. Bu nedenle, Türk toplumunun uyanması ve değişen koşulları algılaması zaman almıştır. Sovyetler Birliği'nin yıkılmasından sonra geçen on beş yıllık bir süre sonunda Türkler, Yeni Dünya Düzeninin anlamını ve küreselleşmenin süper bir emperyalizm olduğunu kavramaya başlamışlardır.

Orta boy ülkeler, küçük ülkelerle beraber, büyük ülkelerin ve emperyalist güçlerin çekişme alanı konumundadırlar. Dünya hegemonyasına ya da bölgesel egemenliğe yönelen bütün emperyal devletler, küçük ve orta boy ülkeler üzerinde egemenlik yarışı içinde olurlar. Son on beş senedir Türkiye üzerinde, Batı Bloku'nun üç merkezi olan ABD, AB ve İsrail hegemonya çekişmesi içine girmişlerdir. ABD’yi yönlendiren Yahudi lobileri İsrail'in çıkarları doğrultusunda Amerikan baskısını Türkiye üzerinde sürdürürlerken, Avrupa ülkeleri de Avrupa Birliği sürecinden yararlanarak, Türkiye üzerinde etkin olmak ve ülkeyi istedikleri hedeflere doğru yönlendirmek istemişlerdir. Türkiye bu yüzden, bir türlü toparlanamamış eski müttefiklerinin baskıları ile onların çıkarları doğrultusunda bir yerlere çekilmek istenmiştir. Bu olumsuz koşullara rağmen gene de bir avuç vatansever Türk aydını, Atatürk'ün Cumhuriyeti'nin bağımsız geleceğini değişen dünya koşullarında yaptıkları çalışmalarla belirlemeye çalışmışlardır. Yüz yıllık cumhuriyetin ve bu devleti kuran Kuvay-ı Milliye mücadelesinin birikimi, Türkiye'nin bağımsız gelecek arayışını etkilemiştir.

Türkiye Cumhuriyeti, I. Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkmış ulus devlet olarak, 20. yüzyılda yoluna devam ederek, 21. yüzyıla ulaşmıştır. O dönemin koşullarında, imparatorlukların yıkıldığı bir aşamada, Avrupa'nın önde gelen ülkelerinde geçerli olan devlet model olarak ulus devlet biçiminde kurulan Türkiye Cumhuriyeti, daha sonra ülke koşullarına uygun kendi modelini oluştururken, üniter ve laik bir cumhuriyet devleti rejimine yönelmiştir. Soğuk savaşın hassas dengelerinde kendi modelini koruyabilen Türkiye Cumhuriyeti'ne, 21 yüzyılın başlarında dünyanın egemen güçleri tarafından karşı çıkılmaktadır. I. Dünya Savaşı sonrasında bir Ulusal Kurtuluş Savaşı yaparak ayakta kalan, bu yoldan kendi bağımsız devletini kuran Türk ulusuna, devlet olarak yoluna devam etme hakkını, bu bölgenin geleceği için plan ve projeleri olan egemen güçler izin vermek istememektedirler. Uluslararası hukuka göre her ulusun devlet kurma hakkı olduğu gibi her devletin de değişen dünya koşullarında var olma hakkı bulunmaktadır. Her ulus ve her devlet için geçerli olan bu durum, Türkiye Cumhuriyeti ve Türk ulusu için kabul edilmek istenmemektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılması ile ortaya çıkan boşluk alanında, kendi bağımsızlığı için savaşan bir halk, ulusal kurtuluşu gerçekleştirdikten sonra kendi ulus devletini kurmuştur. Lozan Antlaşması ile uluslararası düzende tanınmış olan Türkiye Cumhuriyeti'ni devlet olma hakkını ve kurulduğu gibi kendi modeli ile yoluna devam etme şansını hiçbir otorite elinden alma hakkına sahip değildir.

Yeni Dünya Düzeni sürecinde, bu bölgede kendi planlarını gerçekleştirmek isteyenler hem Türk ulusunun elinden bağımsız bir siyasal varlık olarak var olma hakkını hem de bu ulusun kurmuş olduğu devletin bağımsız bir siyasal organizma olarak yaşama hakkını ortadan kaldırmak istemektedirler. Dünyanın ortasındaki diğer ülkelere de göz dikerken, Irak için uyguladıkları saldırganlığı, merkez bölgenin diğer orta boy ülkeler için de geçerli kılmak istemektedirler. Konunun jeopolitik hesapları olmakla beraber; petrol ve doğal kaynaklara el koyma planları ile dinsel amaçla kutsal topraklara el koyma planları Osmanlı arazisi üzerindeki bütün devletleri tehdit etmektedir. Türkiye, Osmanlı ülkesinin merkez ülkesi olarak emperyalist saldırganlığın baş hedeflerinden birisi konumundadır. Bu nedenle de tasfiye edilme sürecine zorlanmakta, Atatürk'ün bağımsız Türkiye Cumhuriyeti zaman içerisinde tasfiye edilirken, bir yandan da bölgesel bir konfederasyonun temelleri atılmaktadır. Ama bu konfederasyonunun nereye bağlı olacağı, kim tarafından yönetileceği ve merkezinin neresi olacağı daha belirlenmiş değildir. Batılı emperyal güçler arasındaki çekişmeler bu durumun yapısını belirleyecektir.

II. Dünya Savaşı sonrasında baskı altına alınarak, kontrol altında tutulan Türkiye Cumhuriyeti, Sovyetler Birliği'nin yıkılması sürecinde de yoğun bir psikolojik savaş yönlendirmesine maruz kalmış ve bu nedenle de Türk halkının uyanarak gerçekleri görmesi engellenmiştir. II. Dünya Savaşı sonrasında gündeme gelen Avrupa ülkelerinin birleşmesi konusu, Türk kamuoyunun önüne atılmış, Türkiye sürekli olarak Avrupa Birliği'ne üye olma hayali ile oyalanırken dünyanın egemen gücü olan Atlantik İttifakı Türkiye üzerinden Osmanlı alanına girmiş ve dünyanın merkezi bölgesinde geleceğe dönük kendi planları doğrultusunda örgütlenmiştir. Amerika merkezli Büyük Ortadoğu Projesi, İsrail merkezli Büyük İsrail Projesi ile beraber yürürlüğe konulmuştur. Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üyeliği konusu gündeme getirilerek yarım yüzyıla yakın bir süredir oyalandığı, 17 Aralık kararlarıyla bir kez daha ortaya çıkmıştır. Fakat bu süre içinde Avrupa Birliği uyum paketleri ile Türkiye'nin içine girerek Türkiye üzerinden Ortadoğu'nun yeniden yapılanmasında yer almıştır.

Türkiye, Avrupa ile oyalanırken ABD, NATO aracılığı ile Ortadoğu'nun gelecekte kendi planlarına göre yapılandırılmasına çalışmış ve Türkiye üzerinden bölgeye dönük girişimlerini sürdürmüştür. Daha önce ifade edildiği üzere aslında Büyük Ortadoğu Projesi, özü itibarıyla Büyük İsrail Projesidir. Amerikan devletini ve başkentini işgal eden Siyonist lobiler Tevrat doğrultusundaki bu projeyi zorla ABD'ye uygulatıyorlar ve Türkiye'deki gayrimüslim lobileri de işbirlikçi olarak kullanıyorlardı. Basın ve medya aracılığı ile bu lobiler Büyük İsrail ve Büyük Ortadoğu projeleri doğrultusunda Türk toplumunu psikolojik olarak yönlendiriyorlar ama yaptıklarını sürekli olarak Türkiye'nin Avrupa Birliği'ne üye olması düşüncesine dayandırıyorlardı. Bir anlamda Türkiye Avrupa sopası ile dövülüyor, Avrupa kapısının önünde üyelik için bekletilirken bekleme süreci içinde zorla dönüştürülüyor ve gelecekte Büyük İsrail ya da Büyük Orta doğu projelerinin uygulanabileceği elverişli bir yapıya doğru sürükleniyordu. Görünüşte Türkiye Avrupa için değiştiriliyordu ama gerçekte İsrail'in büyük devletine uygun bir biçimde dönüştürülüyordu. İsrail lobileri Türkiye'nin dönüştürülmesinde, Avrupa Birliği oluşumunu göz boyama doğrultusunda çok iyi kullanıyorlar ve bu doğrultuda gelen tepkiler ile eleştirileri Avrupa üzerinden karşılıyorlardı.

Avrupa ile uğraşmaktan başı dönmüş Türkiye ne Büyük Ortadoğu ne de Büyük İsrail projelerinin devreye girdiğini anlıyordu. Bu işin farkına varan ve bu doğrultuda Türk devletini ve ulusunu uyaran uzmanlar ise, toplumdan ve siyasetten dışlanarak gerçekle rin belirginlik kazanması Önleniyordu, Son askeri dönem sırasında ABD'ye yakın yönetimin getirmiş olduğu basın cuntası, Türkiye'nin küreselleşme dönemine uygun ama son tahlilde Büyük Orta doğu üzerinden Büyük İsrail'i gerçekleştirecek biçimde dönüştürülmesi için her türlü psikolojik savaş ve yönlendirme işlevini yerine getiriyorlardı. Basın mensupluğundan iş adamlığına terfi eden bu dıştan kumandalı kadro, Türk kamuoyunun gerçekleri görmesini önlemek üzere her türlü yolu deniyordu, Zaman içerisindeki gelişmelerle Türkiye'deki basın Türk olmaktan çıkıyor ve küresel patronların emrinde, Büyük Orta doğu ya da İsrail için kendilerine verilen görevleri yerine getiriyorlardı. Jeopolitik ve stratejik bilgi ve düşünceden uzak kalan Türk kamuoyu da bir psikolojik yönlendirmenin etkisi altında kalıyordu. Ara sıra gerçekleri söyleyen bir bilim adamı ya da yazar ortaya çıktığında ise hemen psikolojik savaş kadrosunun koro halindeki "paranoyaklık" suçlaması ile karşı karşıya kalıyordu. Paranoya, şizofreni ya da komploculuk suçlamasından çekinen Türk aydınları da gerçekleri görmelerine rağmen konuşamıyorlar ve etkin olamıyorlardı.

Soğuk savaşın bitiminden sonraki süreçte yaşanan gelişmeler ve birbirini izleyen olaylar, bazı gerçeklerin gün ışığına çıkması ve daha iyi anlaşılmasına yardımcı olmuştur. Türkiye’nin Atatürk'ün kurmuş olduğu devlet modeli ile Avrupa Birliği içine alınmayacağı kesin olarak anlaşılmıştır. Avrupa'nın ancak Yugoslavya gibi parçalanan ve Hıristiyan eyaletler halinde bölünen bir Türkiye'yi içine almayı planladığı görülmüştür. Böylelikle de Vatikan'ın istediği Yeni Bizans Projesi gerçekleşmiş olacaktır. Büyük Orta doğu ve Büyük İsrail projeleri de öncelikli olarak bir Kürdistan devleti kurmaya yöneldiği için, sonunda Türkiye'nin parçalanmasına giden yol açılacaktır. Bu doğrultu da Büyük Ermenistan, Pontus, İyon ya ve Trakya devletleri projeleri gündeme iliştirilmekte, İstanbul'da ise bir Bizans eyaletinin oluşması için çalışılmaktadır. Yaşanan süreçte Türkiye, ne Avrupa'dan ne Amerika'dan ne de İsrail’den beklediği anlayış ve yardımları görmüştür. Sürekli olarak müttefiklik görünümü ile oyalanan Türkiye’yi, Batılı güçler hiçbir zaman ciddiye almamışlar ve sürekli olarak Türkiye'yi, kendi çıkarları için gene kendi planlarına uygun bir yönde kullanmışlardır. Son elli yılda ise dışarıdan getirilen yöneticiler aracılığıyla Türkiye tam bir sömürge yönetimine mahkûm edilmiş ve Türkiye'nin kendi yolunu bulmasına izin verilmemiştir.

2000'li yılların başlarından itibaren ise Türkiye kendi çıkarlarını görmeye ve Batılı emperyalistlerin söylediklerini eleştirmeye başlamıştır. Saldırgan Amerika'nın insan haklarını nasıl ihlal ettiği açıkça ifade edilebilmiş, bütün zorlamalara rağmen Türkiye Cumhuriyeti parlamentosu, Irak savaşına karşı çıkarak asker göndermeyle ilgili tezkereyi reddetmiştir. İsrail ve Amerika'nın pervasız saldırganlıkları karşısında, Türk halkı bu iki ülkeyi saldırgan ve terörist olarak gördüğünü birçok kamuoyu araştırmasıyla göstermiştir. Herkes kendisine göre bir yol izlerken, Türk devleti de ulusal çıkarlarına önem vererek diğer devletlere karşı koymaya öncelik vermeye başlamıştır. Her devlet kendi çıkarına göre hareket ederken diğer devletlerin plan ve programlarına öncelik vererek hareket etmiştir.                      

Bugün Türkiye, Avrupa'ya, Amerika'ya ve İsrail'e artık güvenmemektedir. Kendi çıkarlarını tek doğruymuş gibi bize dayatan bu emperyalist güçlerin, Türkiye Cumhuriyeti'ni bitme noktasına getirmek istediği artık daha net anlaşılmaktadır.

Türkiye Cumhuriyeti bitmemek ve yoluna davam edebilmek için Batılı müttefiklerinin emperyalist baskılarından kurtularak, bağımsız bir dış politikaya yönelmelidir. Türkiye, Atatürk'ün döneminde olduğu gibi Türkiye ve Ankara merkezli bir dış politikaya acilen dönerse kendini kurtarabilecektir. Bu aşamada artık, Avrupa, Amerika ya da İsrail merkezli politikalara değil, Ankara ve Türkiye merkezli politikalara öncelik verilmesi gerekmektedir. Şimdiye kadar işbirlikçi İstanbul medyası nedeniyle Türkiye'nin kendi ulusal çıkarlarına uygun bağımsız açılımları kamuoyu önünde yer alamamıştır. Yıkılmakta olan Osmanlı İmparatorluğu'nu otuz üç yıl ayakta tutan Abdülhamit dış politikası ile Batılı emperyal güçlere karşı bağımsızlık mücadelesi yürüten Mustafa Kemal politikası arasında bir yeni sentez arayışının gündeme gelmesi gerekmektedir. Türkiye'yi II. Dünya Savaşı batağından uzak tutan İsmet İnönü dış politikası da bu dönemde Türkiye açısından yeniden önem kazanmaktadır. Dünyanın jeopolitik merkezinde kurulmuş olan orta boy stratejik bir devlet olarak Türkiye, sahip olduğu jeopolitik konumunu kullanarak Ankara ve Türkiye merkezli yeni bir strateji izleyebilirse, bu aşamada hem devlet olarak hem de ulus olarak bulunduğu coğrafyada yerini koruyabilir. Aksi takdirde. bu bölgeye yönelik emperyalist planlar uğruna Türkiye Cumhuriyeti'nin dağılması kaçınılmazdır. Dağılma sürecini hızlandırmak için her türlü baskı halen devam etmektedir. Bu tür baskıların ortadan kalkması için Türkiye'nin kendi ulusal planını ortaya koyması gerekmektedir.

 “B Planı” Zorunluluğu ve Merkezi Devletler Birliği

 Dünyanın batı ve kuzey bölgelerinden gelen emperyalist saldırılara karşı anakaranın merkezi belgesinde yer alan Türkiye Cumhuriyeti'nin doğ ya doğru yeni bir açılımı gündeme getirmesi gerekmektedir. Osmanlı İmparatorluğu'nun yıkılmasından sonra bu coğrafyanın merkezi bölgesinde orta boy bir bağımsız devlet kuran Mustafa Kemal, Osmanlı'nın geri çekilmesi nedeniyle meydana gelen otorite boşluğu alanını, II. Dünya Savaşı öncesi dönemde doldurabilmek için, Batı'da Balkan Birliği'ni, Doğu da ise Sadabat Paktı'nı gündeme getirmiştir. Eski Osmanlı eyaletleri olan Balkan ülkelerini emperyalist saldırıdan koruyabilmek ve onlarla yeni bir dayanışma düzeni içine girebilmek için Balkan Paktı'nı gündeme getiren Mustafa Kemal, II. Dünya Savaşı sürecinde Orta Avrupa'nın iki saldırgan politikacısının önüne bir Balkan seddi çekmek istiyordu. Ne var ki, kendisinden sonra Almanya diktatörü bütün Balkanlar'a saldırarak, Balkan ülkelerinin büyük bir katliama uğramasına neden olmuştur. Günümüzde artık Balkan ülkeleri, Sovyetler Birliği'nin darılmasından sonra sosyalizmi terk ederek Avrupa Birliği içinde yeni eyaletler olarak yer almaya hazırlanıyorlar. Türkiye bu aşamada eskisi gibi Balkanlar'da etkin olamaz. ABD, Balkan ülkelerinin merkezi Avrupa'nın denetimi altına girmesini önleyebilmek için, Kosova, Makedonya, Bulgaristan, Macaristan ve Romanya gibi ülkelerde askeri üsler kurarak yerleştirmeye çalışmaktadır. Bu koşullarda Balkanlar artık Türkiye ile Avrupa arasında değil ama ABD ile Avrupa Birliği arasında kalan bir mesele haline gelmiştir. Büyük güçlerin yeni çekişme alanına dönüşen Balkanlar üzerinde, Türkiye'nin eskisi gibi hak iddia etmesi son derece zor görünmektedir, bu nedenle Türkiye kendi çıkarlarına uygun yeni bir yapılanmaya yönelirken, Balkan bölgesini bunun içine alamayacağı açıktır.

Türkiye için A Planı olarak yıllarca gündemde tutulan Avrupa Birliği üyeliğinin gerçekleşememesi durumunda, Türkiye'nin bunun yerine kendi ulusal çıkarlarına uygun bir biçimde B Planı olacaktır. B Planı har zaman A Planı'nın gerçekleşmediği aşamalarda ortaya çıkar. Türkiye'nin A Planı artık devre dışı kaldığına göre, müzakere süreçlerinde yeniden bir yarım yüzyıl kaybetmenin hiçbir anlamı bulunmamaktadır. Emperyal güçler dünyanın merkezi bölgesini ve buradaki doğal zenginlikleri paylaşmak için çekişirken, altta kalarak ezilip yok olmamak için, Türkiye kendisini ayakta tutabilecek bir B Planı'nı ortaya koymak zorundadır. Bu planı hiçbir dış güç Türkiye için hazırlayamaz. Türkiye'deki dış güçlerin işbirlikçisi lobiler ya da kadrolarda böylesine bir planı hazırlayamazlar çünkü Türkiye ve Ankara merkezli dünyaya bakma alışkanlığına sahip değildirler. Tıpkı Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminde olduğu gibi, Ankara ve Türkiye merkezli bakış açısı, değişen koşullarda Türkiye'nin B Planı'nı ortaya koyacaktır. Çünkü Türkiye bu tür bir bakış açısı ile kurulmuştur o nedenle de Türkiye'nin yoluna devam etmesi aynı bakış açısıyla sağlanacaktır.

Hiç kimse, Amerika, İngiltere, Almanya ya da İsrail merkezli bakış açılarını Türkiye'ye zorla kabul ettirme durumunda değildir. İsrail nasıl Kudüs merkezli Ortadoğu'ya bakıyorsa, Avrupa nasıl Brüksel merkezli bu bölgelere yaklaşıyorsa, Türkiye de Ankara merkezli bir bakış açısı ile Misakı Milli sınırlarına ve bu sınırlar içerisindeki ülkenin birliğine sahip çıkabilecektir. Bize dost olduğunu söyleyen Batılı ülkelerin hepsi emperyal bakış açısı ile dünyanın merkezini kendilerine göre düzenlemeye çaba gösterdiklerinden, Türkiye'nin çıkarları ve istekleri sürekli olarak güme gitmekte ve ertelenmektedir. Böylesine olumsuz bir süreç içinde Türkiye Cumhuriyeti devleti yarı yarıya tasfiye edilmiştir. Tam bu aşamada Ankara'daki devleti küçültmek üzere harekete geçen cemaatçi bir kadro ulus devleti başına geçmiştir. On beş milyonluk İstanbul'dan Ankara'ya gelerek beş milyonluk Ankara'yı küçültmek üzere hareket edenler, İstanbul'un Ankara'nın üç misli büyük olduğunu görmezden gelmekteler, her nedense mütareke dönemindekine benzer bir konuma sürüklenmiş olan İstanbul'u değil de Yeni Bizans ya da Büyük Ortadoğu projelerinin önünü açmak için ulus devletin başkenti Ankara'yı ortadan kaldırmayı hedeflemektedirler. Türkiye'nin ulusal çıkarları için ve Üniter devletin sağlıklı biçimde yoluna devam edebilmesi için Ankara'nın değil fazlasıyla dağınık bir gelişim göstermiş ve bu nedenle de hastalıklı bir yapıya sürüklenmiş olan İstanbul'un küçültülmesi zorunlu görünmektedir. Küresel emperyalizme sermaye ilişkileri ile teslim olmuş İstanbul küçültülmezse, İstanbul'u bir atlama tahtası olarak gören küresel emperyalizmin bütün ülkeyi teslim alması gündeme gelebilecektir. Türkiye'nin B Planı açısından Ankara'nın Orta Anadolu'da daha da büyütülmesi ve İstanbul'un devlet merkezine bağlı kalabilmesi için de bu İstanbul'daki Bizans artığı zihniyetin hakimiyetinin kırılması gerekmektedir, Ankara merkezli bir ulusal plan ancak İstanbul'un küçültülmesi ile başarılı olabilir, aksi takdirde bu dış rüzgarlara fazlasıyla açık metropoldeki zihniyet Yeni Bizans projesi doğrultusunda kullanılmaya devam edilecek ve Ankara'nın karşısına başlıca engel olarak çıkacaktır.

 Merkezi Devletler Birliği

 Mustafa Kemal'in Ankara'sından bölgeye bakıldığı zaman, ortaya tıpkı Atatürk'ün zamanında olduğu gibi Sadabat Paktı benzeri bir manzara çıkmaktadır. Bir yandan, İsrail merkezli yapılanma bölgenin bütün ülkelerini tehdit etmekte, diğer yandan on bin kilometre öteden küresel emperyal güç saldırgan ordusu ile bölge ülkelerinin içine girerek hem saldırmakta hem de yeni bir yapılanmaya doğru zorlamaktadır. Başta Irak olmak üzere, İran, Suriye, Azerbaycan, Gürcistan, Ürdün, Suudi Arabistan, Lübnan ve Mısır büyük bir tehlike ile karşı karşıyadırlar. Küresel eşkıya olarak Amerikan ordusu bütün bölgeyi işgal etme planları içindedir. Bu süreçte Türkiye, hem bölgeye karşı müttefiklik görünümü ile kullanılmak istenmekte hem de bölgenin merkezindeki ülke olarak yeni yapılanma sürecinde dönüştürülmek istenmektedir. Türkiye bölgeye ve komşularına yönelen askeri saldırı planlarına kesinlikle alet olmamak durumundadır, Aksi takdirde işbirlikçi ülke görünümü ile bölgenin bütün ülkelerinin düşmanlığına hedef olacak ve tüm İslam dünyasından dışlanacaktır. Türkiye'yi yönetenler, yeni bir Haçlı Seferi olarak Ortadoğu'ya gelen bu saldırganlığa karşı hem Türkiye'yi korumak, hem de bölge ülkeleri olan komşuları ile bir araya gelerek beraber hareket etmek zorundadır.

Atatürk’ün İran'ı muhatap alarak bir bölgesel paktı gündeme getirmesinin; Türkiye gibi bir Türk ülkesi olan, nüfusunun yüzde yetmişi ile Türk asıllı olan İran'ın Anadolu'daki Türk devletinin kurucusu tarafından muhatap olarak ele alınmasının; Batılı emperyalistlerin bölgeye yeniden gelmelerini önlemek üzere Türkiye ile İran arasında bir yakınlaşmanın temellerinin o dönemde atılmasının anlamı çok büyüktür. Dünyanın merkezinde, Ön Asya'da bir Türk devleti kuran Atatürk, belgenin diğer büyük Türk devleti olarak İran'ı başlıca muhatap olarak kabul etmiş ve dünyanın büyük emperyal güçlerine karşı bir ittifak oluşturmak istemiştir. Sadabat Paktı. II, Dünya Savaşı öncesinde Ortadoğu'ya Batılı emperyalist güçlerin gelmesi tehlikesine karşı atılmış bir adımdır Mustafa Kemal, batıda Balkan Paktı ile Türkiye’yi güvence altına alırken, doğuda da Sadabat Paktı ile Türkiye’yi daha güvenli bir ortama kavuşturmak istiyordu. Emperyal güçler yerinde kaldığı sürece Türkiye kendi coğrafyasında ayakta kalabilmek için, sınır komşusu ve akrabası olan İran ile yakınlaşmak zorunda idi. Türkiye'nin iki misli genişlikte bir ülkeye sahip olan ve nüfusu Türkiye ile aynı düzeyde olan bu büyük petrol ülkesi ile yakınlık, Türkiye açısından son derece önem kazanmaktaydı. İki Türk asıllı toplumun bir dostluk ve dayanışma ittifakı çerçevesinde bir araya gelmesi, dünyanın jeopolitik merkezinde Osmanlı sonrasında meydana gelen otorite boşluğunu dolduracak nitelikte bir girişimdi. II, Dünya Savaşı öncesinde oluşturulan bu yakınlık, Hitler'in ordularının Ortadoğu'dan uzak kalmasında etkili olmuştur.

Mustafa Kemal, Osmanlı sonrası dönemde dokuya açılırken güney Avrasya hattını esas almış ve bu hat üzerinde bulunan iki Türk ülkesi olarak İran ve Afganistan'ın Sadabat Paktı içinde yer almasını sağlamıştır. Ayrıca eski bir Osmanlı ülkesi olan ve milyonlarca Türkmen’in yaşadığı Irak’ı bu paktın içine alarak, dünyanın merkezi bölgesinde bir bölgesel ittifakın temellerini atmıştır. II Dünya savaşı öncesinde zorunlu görünen bu girişimin benzeri günümüzde yeniden önem kazanmaktadır. İsrail ve Amerika’nın sürekli tehditlerine maruz kalan İran ve Suriye, günümüzde Türkiye'ye yakınlaşmaktalar ve Türkiye ile beraber ortak bir hareket tarzı geliştirebilmek için çaba göstermektedirler. Türkiye Cumhuriyeti nüfusunun tamamı Türk asıllı bir ülke konumundaki Azerbaycan'ı da yanına alarak, İran ve Suriye ile bir araya gelmelidir. Türkiye ve Iran gibi iki eşit ağırlıkta ülkenin bir araya gelmesiyle dünyanın yeni bir süper gücü bu kez anakaranın merkezinden ortaya çıkacaktır. Orta Asya ve Ön Asya Türklüğü arasında köprü görevi yapabilecek bir konuma sahip olması nedeniyle önem kazanmakta olan Bakü, küçük ülke başkenti olarak İran ve Türkiye arasındaki yakınlaşmanın da merkezi olabilir. Suriye de eski bir Osmanlı ve Türk ülkesi olarak böylesine bir yakınlaşmanın içinde sınır komşusu bir ülke olarak yer alabilecektir. Sadabat Paktı sırasında Fransız işgali nedeniyle dışarıda kalan Suriye bu kez bağımsız bir devlet olarak Ortadoğu'daki dört ülke birliğinin içine girecektir.

Dünyayı işgale kalkarak, finans kapitalin küresel imparatorluğunu kurmak üzere yola çıkmış olan Amerikan emperyalizminin, Ortadoğu'daki askeri birliklerinin adı "Merkezi Kuvvetler" olarak konulmuştur. Bu adlandırma ABD tarafından da bölgenin, dünyanın merkezi olduğu kabul ettiğine işaret eder. Bölge ülkeleri de merkezi kuvvetlerin işgali ve saldırı tehdidi ile karşı karşıya kaldıkları için, böylesine bir merkezi hegemonyaya karşı bir araya gelerek; Merkezi Devletler Birliği'ni kurmalıdırlar. Böylelikle merkezi kuvvetlerin emperyalist işgal saldırısına karşı, Merkezi Devletlerin birliği direnecek, karşı koyacak, gerekirse savaşacaktır. Merkezdeki ülkeler kesinlikle emperyalistlerin çıkarları için birbirleriyle savaşmayacaklar ama bir araya gelerek, dünyanın merkezini işgal ederek bu bölgedeki bütün devletleri ortadan kaldırmak, bölge halklarını parçalayarak sömürge yönetimine sürüklemek gibi insanlık dışı girişimlere karşı direneceklerdir. Bölgenin saflık ve selameti, bölge ülkelerinin bir araya gelerek dayanışma içine girmelerinde ve örgütlenerek ortak bir savunma gücünü, eski CENTO gibi, işgalci saldırgan merkezi kuvvetlerinin önüne koyabilmesine bağlı görünmektedir. Eski CENTO'da ABD ve İngiltere vardı, yenisi ise bu iki saldırgan emperyalist ülkeye karşı kurulacaktır.

Sovyetler Birliği'nin dağılmasından son Yakın Çevre Doktrini çerçevesinde komşularını Bağımsız Devletler Topluluğu adı altında gevşek bir konfederasyon statüsünde bir araya getirmiş olan Rusya'nın tecrübesinden Merkezi Devletler Birliği'nde faydalanılabilir. Sovyetler'in geri çekildiği Avrasya bölgesine bir anlamda Batılı emperyal güçlerin girmesini önleyebilmek devreye sokulmuş olan Bağımsız Devlet Topluluğu örneğine benzeyen bir gevşek konfederasyon Merkezi Devletler Birliği için de düşünülebilir. O zaman varolan devletler davam edecek, dörtlü birliğe üye olan devletlerin birbirine karışması ya da bunlardan birisinin başka bir yapıya sürüklenmesine karşı, konfederasyon protokolü ile gerçekleştirilecek çatı altında bir ortak koruma düzeni saklanacaktır. İran, Türkiye, Azerbaycan ve Suriye'nin hızla bir araya gelerek oluşturacağı Merkezi Devletler Birliği, acilen bölgede yayılma tehlikesi gösteren savaşa karşı üye ülkeleri koruyacak bir yeni yapılanmayı gerçekleştirecek. Kurulacak ortak savunma birlikleri ile bölgenin güvenliği saklanacaktır, Halen NATO üyesi olan Türkiye'nin kendini korumak için böyle bir savunma örgütüne girmesine başta Amerika olmak üzere diğer Batılı ülkelerin karşı çıkacağı açıktır, Bölgenin petrol yataklarından yararlanmak isteyen bütün Batılı emperyal devletler, bölge ülkelerinin kendilerini korumaları için böylesine bölgesel bir birlikteliği oluşturmalarına izin vermek istemeyeceklerdir. Dörtlü birliğe yönelecek olan bölge ülkeleri bu durumları da hesap ederek, kendi varlıklarını güvence altına alma doğrultusunda adım atacaklardır,

İran ve Türkiye'nin öncülüğünde başlamış olan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı'nın da yeni dönemde daha da gelişmesi ve giderek bir bölgesel ortak pazarın Avrupa kıtasında olduğu gibi gündeme gelmesi de sağlanmalıdır. Batılı emperyalist devletlerin her türlü engelleme oyunlarını bozacak yeni adım, eskiden bu yana davam adan Ekonomik İşbirliği Teşkilatı hızla bir Ortadoğu pazarına dönüştürülmedir. Böylece, Batılı Ülkelere ekonomik bağımlılıkları azalacak olan dört ülke daha kolay bir biçimde ekonomik entegrasyona yönelebileceklerdir, Türkiye, Avrupa'nın dışında kaldığı yeni dönemde, kendi bölgesinde Merkezi Devletler Birliği çatısı altında gerçekleştireceği bu yeni entegrasyonu, kendi bağımsız geleceği açısından düşünmelidir. Zamanla Orta Asya ülkelerini de içine alacak bir bölgesel ortak pazar, bu bölgenin Batılı emperyalistlerin sömürge alanı olmaktan kurtularak, bağımsız bir ekonomik yapılanmaya yönelmesini sağlayacaktır. Bölge ülkeleri hem petrollerine daha güçlü biçimde sahip çıkabilecekler hem de sahip oldukları tüm ekonomik zenginliklerini dengeli biçimde yardımlaşarak paylaşacaklardır. Böylece bölge halklarının emperyalist Batı ülkelerinin, yardımlarına gereksinmeleri kalmayacaktır.

Kurulacak olan birlik bir devletler birliği olacağı için, ülkeler siyasal rejimleri arasındaki farklılıklar ikinci planda kalacaktır. Her ülke kendi içişlerinde özgür olacak, bağımsız devlet statüsü ile dışarıya açılacak ama bölgenin güvenliği ve ortak gereksinmeleri için işbirliği yapacaktır. Güvenlik ve ekonomik gereksinmeler doğrultusunda başlayacak merkezi ülkeler işbirliği zamanla daha da gelişecek; sosyal ve kültürel alanlarda da ortak çalışmalar öne çıkabilecektir. İşbirliği çalışmaları sırasında hiçbir ülke diğerinin siyasal rejimine ya da içişlerine karışmayacak; birlik üyesi ülkeler işlerine geldiği noktada bağımsız devlet olarak hareket etme hakkına sahip olacaklardır. Türkiye'nin laik cumhuriyet rejimi ile İran'ın İslam demokrasisi rejimleri arasındaki farkları ülkeler ikinci planda bırakacaklar önceliği kendi güvenliklerine ve kalkınmalarına vererek, emperyalistlere karşı ortak bir dayanışma sergileyeceklerdir. Rejim farklılıkları devletler arasındaki yakınlaşmayı, dayanışmayı ve ortak hareket etme düzenini hiçbir zaman sarsmayacak, böylece emperyalist güçlerin Orta doğu ve Hazar bölgesine egemen olabilmek için bölge ülkelerini birbirine düşürme ya da karşılıklı savaştırma provokasyonlarının önü kesilecektir. Ortadoğu'ya gelmeden önce Amerika, Irak'ı İran'a karşı kışkırtarak savaştırmış ve sekiz yıllık savaşın getirdiği çöküntüden yararlanarak Irak'ı işgal etmiştir. Şimdilerde benzeri bir senaryoyu Atlantik emperyalizmi İran ve Türkiye arasında denemek istemektedir. Dünyanın merkezinde yer alan iki büyük ülke Atlantik emperyalizminin ya da Siyonizm'in kışkırtmalar karşısında kesinlikle birbiriyle savaşmamalıdır. Bu tür bir savaş, Irak örneğinde görüldüğü gibi hem İran'ın hem de Türkiye'nin çökmesine neden olacak, böylece hem Büyük Ortadoğu hem de Büyük İsrail projelerinin önü açılacaktır. Böylesine savaş provokasyonlarının önlenebilmesi için de Merkezi Devletler Birliği'ne gereksinim bulunmaktadır.

Merkezi Devletler Birliği, eğer gerçekleşirse, dünyanın ortasında çıkacak yeni bir süper güç olabilir. Avrasya'nın ortalarından çıkacak böylesine büyük bir yapılanma, üç milyon kilometre karelik tesir alanı, iki yüz milyonluk nüfusu ile dünyanın büyük güçlerine karşı bir denge unsuru olabilecektir. Merkezi Devletler Birliği çatısı altında bir araya gelecek dört ülke, dünyanın diğer büyük güçlerinin, tarihte örnekleri görüldüğü gibi, merkezi alana yönelik bir emperyalist işgale kalkışmasını önleyecektir. Bölge dışı süper güçlerin bölgeyi işgale yönelme planları bu tür bir büyük siyasal yapılanma ile önlenebilecektir. Hiçbir emperyal devlet böylesine bir büyük siyasal yapılanmanın bulunduğu merkezi alanı işgale kalkışamayacaktır.

Merkezi Devletler Birliği, dünyanın jeopolitik merkezinde yeni bir kutup merkezi olacak ve dünyanın bozulmuş olan dengelerinin çok kutupluluk çizgisinde yeniden oluşmasına katkıda bulunacaktır. Avrupa ve Batı'nın dev ülkeleri ile Asya'nın dev ülkelerine karşı dünyanın merkezinde benzeri bir büyük gücün ortaya çıkması gerekmektedir. Üç Türk ülkesinin bir araya gelmesi, Suriye'nin de buna katılması ile oluşacak, bir Türk varlığı entegrasyonu, dünyanın merkezini büyük emperyal güçlerin saldırılarından uzak tutacak bir yeni siyasal gücü ortaya çıkaracaktır. Merkezi Devletler Birliği yeni bir kutup başı olarak gündeme gelirken, Ön Asya'daki Türk varlığını örgütleyecek ve gelecekteki Avrasya yapılanmasının da Türk ağırlıklı olmasını sağlayacaktır. Avrasya'nın Türk ağırlığı olarak örgütlemesi açısından da Türkiye-Azerbaycan-İran üçgeninde Merkezi Devletler Birliği etkili olacak; Rusya, Çin, Amerika ve Avrupa emperyalizmlerinin Avrasya'da kendi çıkarları doğrultusunda bir siyasal oluşuma yönelmelerine izin vermeyecektir. Merkezi Devletler Birliği hem Ortadoğu'nun hem Hazar bölgesinin hem de geleceğin Avrasya'sının güvenlik sorununu çözerek dünya barışına da katkıda bulunacaktır. O zaman Teksaslı kovboy on bin kilometre öteden gelerek dünyanın petrol ve maden zenginlilerine el koyma cesaretini kendinde göremeyecektir.

Merkezi Devletler Birliği hem Türkiye'nin hem İran'ın hem Suriye'nin hem Azerbaycan'ın devlet olarak varlıklarını sürdürebilmeleri açısından önemli bir şanstır. Böylesine bir şans zamanında değerlendirilemezse o zaman, bölge dışı emperyalistlerin saldırıları bu dört ülkeyi ortadan kaldırarak araziyi onların çıkarları doğrultusunda düzenlemelerine fırsat bırakılabilecektir. Dünya haritasına bakıldığı zaman, her bölgede belirli bir otoriteye dayanan örgütlenmelerin geliştiği görülmektedir. Atlantik emperyalizmi ile İsrail merkezli Siyonizm'in merkezi alandaki otorite boi1uğunu kendi çıkarları doğrultusunda doldurmak istemeleri; diğer büyük güçleri ve kutup merkezlerini rahatsız ederek yeni bir dünya savaşına elverişli bir ortam yaratacaktır. Dünya barışı ve üçüncü dünya savaşının önlenebilmesi için de Merkezi Devletler Birliği'nin kurulması acilen gereklidir. Türk dünyasına yönelen Turancılık planları bile buna bağlıdır. Ön Asya'da Türk egemenliği olmasa Orta Asya Türklerini Anadolu Türkleri kurtaramaz; Avrasya bölge dışı güçlerin denetimine girerken Turan bölgesi de yeniden emperyal işgal alanına dönüşebilir. Ön Asya'da Türk varlığı Merkezi Devletler Birliği ile güçlendirilmeli ve ondan sonra ikinci adım olarak Orta Asya Türkleri bu birliğin içine alınarak Merkezi Devletler Birliği Türk egemenliğine dayanan bir Avrasya Birliği'ne dönüştürülmelidir. Türkiye Cumhuriyeti'nin ayakta kalabilmesi işte bu B Planı'nın gerçekleşmesine bağlı görünmektedir. Aksi takdirde Anadolu'da Türk varlığını kimse koruyamaz.

 Sonuç Yerine

 Amerika ve İsrail'in son saldırganlığı karşısında, Hatay üzerindeki iddialarından vazgeçen ve Hatay'ın Türkiye'ye bağlı olduğunu kabul eden Suriye, tam olarak Türkiye ile yakınlaşmaya başlamış ve Türkiye ile ekonomik açıdan bütünleşmek istediği doğrultusundaki iradesi ortaya koymuştur. Büyük Ortadoğu ya da Büyük İsrail projeleri doğrultusunda parçalanacağını ve yok olacağını gören Suriye devleti, kendini kurtarmak üzere hem Türkiye ile yakınlaşmış hem de İran ile bir savunma anlaşması imzalayarak, emperyal saldırılara karşı kendisini güvence altına almak istemiştir. Suriye, yarım yüzyıllık düşmanlık politikasından vazgeçerek Türkiye'ye yönelerek; Büyük Ortadoğu ve Büyük İsrail gibi bölgeyi darmadağın edecek emperyal girişimlere karşı kendiliğinden Merkezi Devletler Birliği oluşumunu gündeme getirmektedir. Ulusal Kurtuluş Savaşı yıllarında Suriyelilerin Atatürk'e gelerek ortak mücadele etme önerilerine Mustafa Kemal, her ülkenin önce kendisini emperyal saldırılardan kurtarması gerektiğini belirtmiş, daha sonra merkezi bölgenin devletlerinin bir araya gelebileceğini ve ortak bir federasyon çatısı altında eskiden Osmanlı donamında olduğu gibi beraberce yaşayabileceklerini ifade etmiştir. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusunun da politikası, bölge dışı emperyal güçlerin Ortadoğu bölgesine sağdırmalarına karşılık, merkezi bölge ülkelerinin bir araya gelerek güçlerini birleştirmeleri ve dışa karşı ortak bir savunma yapılmasıdır.

Mustafa Kemal'in, Kuvay-ı Milliye'nin başına geçmesinden sonra, Irak bölgesindeki milliyetçi Araplar ve Türkmenler arasında Kemalist bir hareket baş göstermiş ve Irak'tan bir heyet de gelerek, Mustafa Kemal'den yürüttüğü kurtuluş savaşı içine Irak bölgesini de dahil edilmesini talep etmişlerdi. Türkiye Cumhuriyeti'nin kurucusu Suriyelilere gösterdiği tavrın benzerini Iraklılara göstermiş, her ülkenin kendi kurtuluş savaşını vermesini gerektiğini, ancak ondan sonra merkezi bölge ülkelerinin bir araya gelerek eski Osmanlı döneminde olduğu gibi beraber yaşayabileceğini ve bölgesel bir konfederasyon düşünülebileceği ni açıkça belirtmiştir. Eski Osmanlı ülkelerine beraberce yaşama önerisi getiren Mustafa Kemal, cumhuriyetin ilanından sonra da İran ile yakınlaşmış ve II. Dünya Savaşı öncesinde Sadabat Paktı ile bir bölgesel ortaklığa yönelmiştir. Osmanlı İmparatorluğu öncesinde Selçuklu İmparatorluğu'nun bulunduğu; Anadolu ve İran bölgesinin de birlikte aynı devletin çatısı altında yer aldıkları göz önüne alınırsa böylesine bir gelişmenin tarihsel temelleri ortaya çıkacaktır. İran, Irak ve Suriye ile beraber Azerbaycan da eski Selçuklu alanının devleti olarak böylesine bir birliktelik için uygun bir ortak olarak görünüyordu. Sovyetler Birliği dönemindeki demir perdenin ortadan kalkması ile beraber Azerbaycan'da Selçuklu hinterlandındaki yerini alarak eskiden beraber olduğu ülkelerin devletleri ile ortak bir gelecek arayışına zaten yönelmişti.

Avrupa Birliği, Hıristiyan kimliği ile Ortadoğu bölgesine "Yeni Bizans" projesi ile yönelirken; Türkiye'yi bu alanın merkez ülkesi olarak Sevr haritası doğrultusunda eyaletleştirmeye öncelik verirken; Amerika Birleşik Devletleri de "Yeni Osmanlı" vizyonu ile Türkiye'yi Balkanlar'da Avrupa Birliği'nin karşısına çıkarmaya hazırlanmaktadır. Türkiye'nin Müslüman kimliği. Balkanlar'ın Avrupa Birliği'nin eline geçmesinin önlenebilmesi için stratejik olarak kullanılmakta ve Balkanlar'ın Müslüman halkları yeniden Osmanlı vizyonu ile Türkiye'ye yönlendirilerek Avrupa Birliği'nin doğuya açılmasının önü kesilmek istenmektedir. ABD'nin NATO'yu kullanarak Balkan ülkelerinde askeri üsler kurması da bu projenin tamamlayıcı bir adımı olmuştur. Yeni Osmanlı vizyonu, ABD ile beraber İsrail'in de Türkiye'yi yönlendirmeyi amaçladığı bir proje olarak gündeme gelmektedir. İsrail, Ortadoğu'nun Müslüman toplumu içinde rahatça barınabilmek için, Osmanlı millet sistemine geri dönüşü ve cemaatler halinde yaşamayı bölgede geçerli kılmayı düşünmekte, "Yeni Osmanlıcılığı" Orta doğu bölgesinde geçerli kılmak istemekte ve lobileri aracılığı ile de Türkiye'yi bu doğrultuda yönlendirmeye devam etmektedir.

Anadolu ve Trakya'da bir ulus devlet kurmuş olan Türk ulusu, 21. yüzyılda Atatürk'ün cumhuriyetini bir üniter ve ulusal devlet olarak korumak istiyorsa hem Avrupa'nın Yeni Bizans modeline hem de İsrail ve Amerika ikilisinin Yani Osmanlı vizyonuna karşı çıkmak zorundadır. Her iki projede Türkiye'yi şimdiki yapısından hızla bölgesel yapıya dönüştürmeyi hedeflemekte, etnik ayırımcılık ve bir siyasal İslamcılık olarak Türk Cumhuriyeti'ni tehdit etmektedir. Türkiye'nin yeni yüzyılda her iki projeye karşı gündeme getireceği vizyonun adı "Yeni Selçuklu Projesi" olacaktır. Çünkü Selçuklular zamanında Türkler Orta Asya'dan kopup gelerek, Kafkaslara, İran'a, Suriye'ye, Irak'a ve son olarak da Anadolu'ya yerleşmişlerdir. Selçuklu yönetimi bir Türk imparatorluğu olarak, dünyanın merkezi bölgesindeki bu komşu ülkelerin halkını Türkleştirmiştir. Ön Asya bir bağımsız Türk devleti olarak ayakta kalmak isteyen Türkiye Cumhuriyeti Yeni Selçuklu vizyonu ile Selçuklu İmparatorluğu'nun Türk asıllı ülkelerini ve halklarını dünyanın merkezi bölgesinde Merkezi Devletler Topluluğu olarak bir araya getirmelidir. Böylesine büyük bir proje ile Ön Asya' da kurulacak Merkezi Devletler Birliği ikinci aşamada Orta Asya Türk devletlerini de içine alarak Türk toplulukları tabanına dayanan bir büyük Avrasya Birliği'nin gerçekleşmesini sağlayacaktır. Ön Asya'daki Merkezi Devletler Birliği hem dünyanın ortasında Türk hegemonyasını devam ettirecek hem de gelecekte Avrasya Birliği'nin Türk kimlikli halkların birlikteliğinin de gerçekleşmesine yardımcı olacaktır. Bu proje ile bütün emperyalist güçleri kızdırabiliriz ama onların projelerinin ardından çeşitli yönlere sürükleneceğimize, kendi projemiz doğrultusunda belirlenmiş hedefimize yönelerek; onların oyuncağı olmaktan kurtulabiliriz.  Dünyadaki yeni gelişmeler bütün dünya halklarının gözleri önünde çok farklı bir bölgeselleşme yapılanmalarını öne çıkarmaktadır. Sermaye sahiplerinin küresel bir proje olarak gündeme aldıkları emperyalist hegemonya saldırı ve işgallerinin eskisi gibi gizli metotlarla birlikte uygulama alanına getirilmesi artık önlenemeyecek bir oluşum olarak dünya devletlerini ve halklarını daha güçlü oluşumlara dönüştürülecek gelişmeler olacaktır.

Prof. Dr. Anıl ÇEÇEN